Denizler Altında 20.000 Fersah [2 ed.] 9786051712239


127 66 20MB

Turkish Pages 688 [690] Year 2019

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Denizler Altında 20.000 Fersah [2 ed.]
 9786051712239

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

2900

1 ALFA 1 EDEBİYAT 1

182

JV 8 DENiZLER ALTINDA 20. 000 FERSAH JULES VERNE 1828 yılında Fransa'nın Nantes kentinde doğdu. Ailesinin isteğine uyarak hukuk diploması aldı. Şahsen tanıştığı V ictor Hugo, Alexand­ re Dumas (Fils) gibi yazarların etkisinde tiyatro eserleri, şiirler yazdı. Yaşadığı bohem hayata kızan babasının maddi desteğini çekmesi üze­ rine geçimini yazarak karşılamaya karar verdi. 1863'te kaleme aldığı XX. Yüzyılda Paris'i yayıncısı Hetzel fazla uçuk bulup yayımlamadı. Bir tarafa atılan bu müsveddeler ancak 1994'te bulunup yayımlanabildi. Bir tek bu kitaba bakarak bile günün bi­ limsel ve teknolojik gelişnıelerinden hareketle yüz yıl sonraki geliş­ melere ilişkin kestirimlerde bulunmakta Jules Verne'nin dünyada bir eşinin daha olmadığı görülür. Verne, "Olağanüstü Yolculuklar" üst başlığıyla yayımlanan romanla­ rında okurunu Fransa'dan başlayıp diğer Avrupa ülkelerinde, sonra Türkiye dahil Asya, Afrika, Amerika, Avustralya'da, kutuplarda, ok­ yanuslardaki takımadalarda, derken gezegenimizin içinde yolculu­ ğa çıkardıktan sonra Ay'a, daha sonra da Güneş Sistemine götürür. Fantastik sayılabilecek roman ve öykülerinin yanı sıra bilimkurgu sınırlarında dolaşanları da bulunmakla birlikte eserlerinin çoğunun yarı-bilimsel romanlar olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. 1905 'te Amiens'de öldüğünde aralarında Seksen Günde Devri Alem, Iki Yıl Okul Tatili, Denizler Altında 20. 000 Fersah gibi dünyanın en çok okunmuş kitaplarının da bulunduğu, bir kısmı ölümünden sonra ba­ sılacak olan çok sayıda eser bıraknııştı. Eserlerinin sayısını tam olarak vermek zordur. Bilinen 54 romandan başka 22 öy kü kitabı, inceleme kitapları bulunmaktadır. "

.

ASLI AVCAN 2013 yılında Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünden birincilikle

mezun oldu. Bourse d'Excellence Ampere diye nitelendirilen yüksek başarı bursunu almaya hak kazanarak Fransa'nın önde gelen okulların­ dan biri olan Ecole Normale Superieure'e kabul edildi. Aristoteles'te Sonsuzluk Kavramı Üzerine adlı teziyle yüksek öğrenimini onur dere­ cesiyle tamamladı. Özellikle Antik Yunan Felsefesi ve Mantık alanlarıyla ilgilenen Avcan, kendini bu alanlarda geliştirmek adına 2015 yılı itiba­ riyle Sorbonne Üniversitesinde doktora öğrenimine başladı. Kendisi­ nin bugüne kadar çeşitli felsefe dergilerinde yayımlanmış makaleleri ve çevirileri bulunmaktadır.

Vingt mille lieues sous les mers: Denizler Altında 20.000 Fersah © 2015,ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Kitabın tüm yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında hiçbir yöntemle çoğaltılamaz.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedat Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Çeviren Aslı Avcan Editör Melis Oflas İlüstrasyonlar Alphonse de Neuville - Edouard Riou Kapak Tasarımı Elif Çepikkurt Sayfa Tasarımı Yavuz Karakaş

ISBN 978-605-171-223-9 1. Basım: Ocak 2016 2. Basım: Mart 2019

Baskı ve Cilt Melisa Matbaacılık Çiftehavuzlar Yolu, Acar Sanayi Sitesi, No: 8, Bayrampaşa-İstanbul Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (02 12) 674 97 29 Sertifika no: 12088 Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi, Ticarethane Sokak No: 15 3411O Cağaloğlu İstanbul Tel: (0212) 5 11 53 03 Faks: (0212) 5 19 33 00 ww\v.alfakitap.com - [email protected] Sertifika no: 10905

OLAGANÜSTÜ YOLCULUKLAR 8

Çeviren ASLI

AVCAN

ALFA

BİRİNCİ BÖLÜM

1

- .

.

YER DEGIŞTIREN KÖR KAYALAR

1866 yılı, şüphesiz kimsenin unutamadığı, açık­ lanamamış ve zaten açıklaması oldukça güç tuhaf bir olaya sahne oldu. Liman kentlerinde yaşayan halkları heyecanlandıran ve kıtaların iç kesimlerin­ deki ülkelerde kamuoyunu harekete geçiren söy­ lentilerden bahsetmeden önce, bu olaydan en çok denizcilerin etkilendiğini belirtmem gerekir. Tüc­ carlardan armatörlere, kaptanlardan Avrupa'nın ve Amerika'nın en iyi dümencilerine; hemen he­ men her ülkeden askeri donanma subaylarına ve bunlardan başka her iki kıtada da bulunan çeşitli devletlerin hükümetlerine kadar herkes, sözünü ettiğimiz bu olayla çok yakından ilgilendi. Aslına bakılırsa, uzun süredir birçok gemi de­ nizde "garip bir şey"e rastlamaktaydı. Bu şey iğ bi­ çimli, karanlıkta bazen ışıldayan, uzun, kocaman bir şeydi ve bir balinadan çok çok daha hızlıydı. Bu şeye dair, çeşitli seyir defterlerine not dü­ şülen farklı farklı olaylar, onun yapısı, hareketle­ rinin sesten bile hızlı oluşu, hayrete düşüren yer değiştirme gücü ve kendine has yaşamıyla ilgili *

Dümenci: Genelde ufak teknelerin kaptanını ifade etmek için kullanılan bir denizcilik terimi -çn. 7

JULES VERNE

detaylarda birbiriyle tamamen örtüşüyordu. Eğer bu'bir deniz hayvanıysa, büyüklüğü bakımından bilimin bugüne kadar sınıflandırdığı birçok türün ötesindeydi. Ne Cuvier, ne Lacepede, ne Bay Du­ meril ne de Bay Quatrefages böyle bir hayvanın varlığını -en azından onu kendi gözleriyle görüp incelemeden- kabul edemezdi. Bu şeye iki yüz ayak· boyunda bir uzunluk atfe­ den korkakça değerlendirmeleri saymaz, onun bir mir genişliğinde ve üç mil boyunda olduğunu iddia eden abartılı söylemleri de şimdilik bir kenara ko­ yarsak; yapılan gözlemlerden hareketle ortalama bir sonuca varabilir ve bu olağanüstü varlığın, tabii eğer gerçekten böyle bir şey varsa, bugüne kadar balıkbilimciler tarafından ortaya konmuş tüm hay­ van boyutlarını kat kat aştığını kabul edebilirdik. Oysa o şey gerçekten vardı; bu olgu artık red­ dedilebilir değildi ve insan zihni kendisini olağa­ nüstü olanı düşünmeye sevk eden bir eğilimle, bu doğaüstü varlığın tüm dünyada yarattığı hissiyatı kavramıştı. Onu bir efsane gibi görme düşüncesi­ ne gelince, bundan derhal vazgeçilmeliydi. 20 Temmuz 1866'da, Calcutta and Burnach Steam Navigation Company'e ait Gouernor Higgin­ son isimli bir buharlı gemi, Avusturalya kıyıları­ nın beş mil doğusunda hareketli bir kütleye rast­ ladı. Kaptan Baker ilk önce bunun gizli bir tuzak olduğunu sanmış; fakat açıklanamaz bir nesne­ nin yerinden fırlattığı iki su sütununun uğulda*

**

Ayak: Yaklaşık 33 cm'ye tekabül eden bir uzunluk ölçüsü -çn. Mil: Deniz mili 1852 m; İngiliz mili 1609 m uzunluğunda­ dır -çn. 8

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yarak havada yüz elli metre yükseldiğini görünce işin aslını anlamıştı. Eğer bu şey bir gayzer değil­ se, Gouernor Higginson sırtındaki delikten hava ve buhar karışımı su sütunlan fışkırtan ve bugüne kadar keşfedilmemiş bir deniz memelisine tesa­ düf etmiş olabilirdi pekala. Benzer bir olay, West India and Pacifıc Steam Navigation Company'e ait Cristobal Colon isimli bir gemi tarafından, aynı yılın 23 Temmuzunda, Pasifik Okyanusu'nda gözlemlendi. Bu olağa­ nüstü deniz memelisi, bir yerden başka bir yere inanılmaz bir hızla hareket ediyordu; öyle ki Go­ vernor Higginson ve Cristobal Colon üç gün arayla onu, haritaya göre aralannda yedi yüz deniz mili uzaklık bulunan iki farklı noktada görmüştü. Bu olaydan on beş gün sonra, Atlas Okyanusu'nun Amerika ve Avrupa arasında ka­ lan bir bölgesinde, birbirlerine zıt yönde hareket eden, Ulusal Şirket'e ait Heluetia ve Royal Mail'e ait Shannon isimli gemiler, bu canavarı en son görüldüğü yerden iki milyon deniz mili uzakta, tam olarak 42° 15' kuzey enlemi ile 60° 35' batı boylamında gözlemlediklerini bildirdiler. Eşza­ manlı gerçekleştirilen bu gözlemde, bu memeli­ nin uzunluğunun en az üç yüz elli İngiliz ayağı· ve hatta daha fazla olduğu tahmin ediliyordu. Çünkü Shannon ve Heluetia'nın uzunlukları, pru­ va bodoslamadan·· kıç bodoslamaya... yüzer metre *

••

•••

Üç yüz elli İngiliz ayağı: Yaklaşık 106 metre. Bir İngiliz aya­ ğı 30-40 cm olarak belirlenmiştir -çn. Pruva bodoslama: Bir teknenin baş kısmında tekne omur­ gasına bağlanan bölüm -çn. Kıç bodoslama: Bir teknenin arka bölümündeki alt ucun­ dan tekne omurgasına bağlanan parça -çn. 9

JULES VERNE

olsa da bu canavarın yanında küçücük kalıyorlar­ dı. Aleut Adaları civarında yaşayan, elli altı metre uzunluğuyla dünyanın en büyük balinaları olarak bilinen Kulammak ve Umgullick bile hiçbir za­ man bunun ötesine geçememişti. !seman hattındaki Etna ve canavar arasında aborda görevi gören Pereire isimli geminin tran­ satlantik kıyılarında yaptığı yeni gözlemler, Fran­ sız fırkateyni Normandie'de görevli subayların hazırlamış olduğu tutanak, askeri filo komutanı Fitz-James'in Lord Clyde'de elde ettiği ciddi çıka­ rımlar gibi birbiri ardına gelen raporlar halkı de­ rinden etkiledi. Bu olağanüstü olay, ciddiyetten uzak bir ruh hali içindeki ülkelerde eğlence konu­ su haline getirilirken; İ ngiltere, Amerika, Alman­ ya gibi cesur ve işin uygulamaya yönelik kısmıyla ilgilenen ülkeler on unla yakından ilgilendi. Canavar, hayatın her alanında gündemdey­ di; kafelerde ondan b ahsediliyor, gazetelerde onunla alay ediliyor, tiyatrolarda bu konu işle­ niyordu. Herkes aklına geleni uyduruyordu. Kısa bir süre sonra, kayıp denizlerin korkunç "Moby Dick"i beyaz balinadan tutun da, dokunaçlarıyla beş yüz ton ağırlığındaki bir gemiyi tutup okya­ nusun derinliklerine fırlatacak kadar güçlü olan Kraken'e· kadar, gelmiş geçmiş bütün hayali yaratıkların, devlerin tasvirleri gazeteleri süsle­ meye başladı. Hatta eski zabıtlar, canavarların varlığını kabul eden Aristoteles 'in, Plinius 'un fikirleri, daha sonra piskopos Pontoppidan'ın Norveç hikayeleri ve son olarak da 1857 yılın*

Kraken: İskandinav deniz canavarı -çn. 10

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

da, Kastilyan kıyısında o güne kadar yalnızca Constitutionel 'in gittiği denizlerde görülmüş ga­ rip bir yılandan söz ettiğinde kimsenin dürüstlü­ ğünden asla şüphe etmediği Bay Harrington'un raporları sırasıyla tekrar gündeme getirildi. Böylece eğitim çevrelerinde ve bilimsel gaze­ telerde canavara inananlar ve inanmayanlar ara­ sında bitmek tükenmek bilmez bir tartışma baş gösterdi. "Canavar tartışması" zihinleri tutuştur­ maya yetti. Bilimle uğraşan gazeteciler, mizahı meslek edinmiş olanlarla çatışma halindeydi; bu mücadele sırasında çok şey yazıldı çizildi, su gibi mürekkep aktı. Hatta aralarından birkaçı kan bile döktü. Bu tartışma altı ay boyunca böyle devam etti. Brezilya Coğrafya Enstitüsü, Berlin Krali­ yet Akademisi, Britanya Derneği, Washington Smithonian Enstitüsü'nün baş makalelerine; The Indian A rchipelago, Rahip Moigno'nun Cos ­ mos, Petermann'ın Mittheilungen tartışmalanna; Fransa'da ve yabancı ülkelerde haftalık yayın yapan önemli bilimsel gazetelerde yazanlara ye­ rel basın bitmek tükenmek bilmeyen bir heves­ le karşılık veriyordu. Mizah yazarları, Linne'nin' canavar karşıtlarının ağızlarından düşürmedi­ ği bir cümlesi üzerine parodi yazarak, "doğanın aptallıklar üretmeyeceği" fikrini savunuyor; çağ­ daşlarını da Krakenleri, deniz yılanlarını, Moby Dickleri ve bunun gibi çılgın, hayali deniz yara­ tıklarını kabul ederek doğaya bir eksiklik atfetme gafletinden kurtulmaya davet ediyorlardı. Son *

Charles de Linne (1707-1778): Bitkibilim çalışmalarıyla ta­ nınan İsviçreli bir doğabilimci -çn. 11

JULES VERNE

olarak ünlü bir karikatür dergisinin sevilen ya­ zarlarından biri, bir makalesinde bunların hep­ sinden daha beterini yaptı; Hippolyte· gibi cana­ vara s aldırdı ve kahkahalar arasında onun işini bitirdi. Sonunda mizah bilimi yenmişti. 1867 yılının ilk aylarında, canavar tartışması kapanmış ve tekrar gündeme gelmeyecekmiş gibi görünüyor derken yeni olaylar patlak verdi. Ar­ tık söz konusu olan, çözülmesi gereken bilimsel bir sorun değil; kaçınılması gereken gerçek, ciddi bir tehlikeydi. Canavar yeniden bir ada oldu, kaya oldu, tuzak oldu; fakat sürekli kaçan, tanımlana­ maz, bilinmez bir tuzaktı. 5 Mart 1867'de, Montreal Ocean Company'e ait Moravian isimli gemi, gece 27° 30' enleminde ve 72° 15' boylamında bulunduğu sırada, s ancak kıç tarafından, o civarı gösteren haritaların hiçbirin­ de işaretlenmemiş bir kayaya çarptı. Gemi, dört yüz beygir gücündeydi ve bu güç rüzgarın etki­ siyle birleşince on üç düğümlük"" bir hızla ilerli­ yordu. Şüphesiz ki Moravian, her türlü tehlikeye karşı dayanaklı, yüksek kaliteli bir gövdeye sahip olmasaydı eğer bu olay karşısında Kanada' dan bi­ nen 237 yolcusuyla birlikte yok olacaktı. Kaza sabah beş sulannda, gün ağanrken mey­ dana gelmişti. O sırada nöbet tutan gemiciler geminin kıç tarafına doğru koşmuşlar; dikkatle okyanusa bakmış fakat altı yüz metre kadar öte­ de son bulan burgaçtan başka hiçbir şey göreme*

**

Hippolyte: Racine'in Phedre isimli tragedyasında Neptün'ün gönderdiği deniz canavarını öldüren kahraman -çn. Düğüm (Fr. Noeud): Saatte bir deniz miline eşit hız birimi -çn. 12

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

mişlerdi. Denizin o bölgesindeki sular sanki hızla ve şiddetle karıştırılmış gibiydi. Bunun üzerine derhal o noktanın koordina tlan belirlendi ve Mo­ rauian görünüşte ciddi bir hasar almadan yoluna devam etti. Gemi, deniz altındaki bir kayaya mı, yoksa büyük bir gemi kalıntısına mı çarptı, bu bi­ linmiyordu. Ancak gemi onanın limanında yapı­ lan genel araştırmada, geminin omurgalanndan birinin kırılmış olduğu anlaşıldı. Kendi içinde yeterince garip olan bu olay da tıpkı diğerleri gibi unutulabilirdi belki, tabii eğer üç hafta sonra aynı koşullarda yeniden meyda­ na gelmemiş olsaydı. Bu seferki kazanın kurbanı olan geminin uyruğu ve ait olduğu şirketin ünü s ayesinde olay büyük bir yankı uyandırdı. Ünlü İ ngiliz armatör Cunard'ın ismini duyma­ yan yoktur. Bu endüstriyel zeka, 1840 yılında üç ahşap gemiyle Liverpool ve Halifax arasında bir posta servisi kurdu. Gemilerin çarkları dört yüz beygir gücündeydi ve bu gemiler bin yüz altmış iki ton yük taşıyabiliyordu. Sekiz yıl sonra bu şir­ ketin gemilerine altı yüz elli beygir gücünde bin sekiz yüz yirmi ton yük taşıma kapasitesine sahip iki gemi, iki yıl sonra da hem gücü hem taşıma kapasitesi bakımından diğerlerinden üstün iki gemi daha eklendi. Basın taşımacılığında rüştünü ispatlamış Cunard Şirketi, 1853 yılında yenilendi ve şirketin bünyesine sırasıyla Arabia, Persia, Chi ­ n a , Scotia, ]a v a ve Russia isimli, her biri birinci ka­ lite, Great Eastern den sonra ilk kez denizlerde iz bırakacak kadar büyük gemiler eklendi. Böylece 1867 yılına gelindiğinde şirketin sekizi çarklı, dör­ dü ise pervaneli on iki gemisi vardı. '

13

JULES VERNE

Tüm bu kısa ve özlü detaylardan bahsettim çünkü yönetim dehası sayesinde tüm dünyanın tanıdığı bu şirketin deniz taşımacılığındaki rolü­ nü herkes bilsin istiyorum. Okyanus ötesi ulaşı­ mı sağlayan hiçbir şirket bu denli iyi yönetilmedi ve daha hiçbir iş böylesi bir başarı elde edemedi. Cunard'ın gemileri yirmi altı yıl boyunca tam iki bin kez Atlas Okyanusu'nu geçti ve bugüne kadar bu şirkete ait hiçbir sefer iptal edilmedi, seferler­ de hiçbir aksaklık yaşanmadı; ne bir mektup, ne bir kişi ne de bir gemi kayboldu. Son birkaç yıla ait resmi belgelerden çıkan sonuca göre, Fransa'nın bu şirkete karşı yürüttüğü rekabete rağmen, yol­ cular hala Cunard'ı diğerlerine tercih ediyorlardı. Durum böyleyken, dünyanın en güzel gemilerin­ den birinin başına gelen kazanın toplumda yarat­ tığı fırtına kimseyi şaşırtmayacaktır. Tarih 13 Nisan 1867'di. Deniz durgundu, tat­ lı bir meltem esiyordu. Scotia isimli gemi 15° 12' boylamı ve 45° 37' enlemi üzerindeydi. Bin bey­ girlik buhar gücüyle ilerliyordu. Parakete on üç düğüm ve yüzde kırk üçü gösteriyordu. Çarklar da denize mükemmel bir düzenlilikle çarpıyor­ du. Geminin su çekme mesafesi altı metre yetmiş santim, su içinde kalan hacmiyse altı bin altı yüz yirmi dört metreküptü. Saat öğleden sonra dördü on yedi geçiyordu. Yolcular öğle yemeği için büyük salonda toplan­ mıştı. Tam o sırada, gemi gövdesinin kıç tarafında ve iskele tarafındaki çarkın biraz gerisinde, en baş­ ta çok da hissedilmeyen bir sarsıntı meydana geldi. Scotia bir yere çarpmamıştı. Kesici, delici ya da bereleyici bir şey ona zarar verdi demek daha 14

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

doğruydu. Kaza öylesine hafifti ki, mürettebat­ tan biri güverteye çıkıp "Batıyoruz ! B atıyoruz! " diye bağırıncaya dek, gemideki hiç kimse endi­ şelenmemişti. Başta tüm yolcular çok korkmuştu fakat Kap­ tan Anderson onları yatıştırmakta gecikmedi. As­ lına bakılırsa, ortada mühim bir tehlike yok gibiy­ di. Su geçirmeyen duvarlarla yedi kompartımana bölünmüş olan Scotia, hiç hasar almadan sulara meydan okuyabilirdi. Kaptan Anderson hemen gemi ambarına indi. Beşinci kompartımanı su bastığını anladı. Suyun hızına bakılırsa, açılan delik epeyce büyüktü. Çok şükür ki bu kompartımanda kazan yoktu; yoksa ateş anında sönerdi. Anderson gemiyi hızlıca durdurdu. Tayfalar­ dan biri hasarı anlamak için suya daldı. Birkaç s aniye sonra geminin omurgasında iki metrelik bir delik açılmış olduğu anlaşıldı. Böyle bir deli­ ğin onarımı olanaksızdı. Bu yüzden Scotia, çark­ larının yarısı suya batmış bir şekilde de ols a yol­ culuğuna devam etmek zorundaydı. Gemi, Clear Burnu'nun üç yüz mil uzağındaydı. Liverpool'u ziyadesiyle endişelendiren üç günlük bir gecik­ menin ardından nihayet şirketin gemi havuzu­ na giriş yaptı. Mühendisler kuru havuza konulan Scotia 'yı zi­ yarete geliyor; gördükleri karşısında gözlerine inanamıyorlardı. Su kesiminin iki buçuk metre altında ikizkenar üçgen biçiminde düzgün bir de­ lik açılmıştı. Geminin çelik gövdesindeki delik çok belirgindi. Alınan darbeyi bundan daha güzel gözler önüne serecek bir kanıt olamazdı herhal15

JULES VERNE

de. Buna sebep olan delici aletin eşine az rastla­ nır türden olduğu kesindi. Müthiş bir hızla öne atılan bu şey her ne ise, dört santimetre kalınlı­ ğındaki kaplama s acını deldikten sonra, ters yön­ de ve gerçekten de açıklanamayacak bir hareket­ le geri çekilmiş olmalıydı.

----=.·..::=

---

:....::;..

...

-------

16

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Bu olay, canavara dair genel kanıyı yeniden su yüzüne çıkardı. O andan itibaren, denizlerde meydana gelen, sebebi tam olarak belirleneme­ miş tüm afetlerden canavar sorumlu tutulmaya başlandı. Meydana gelen birçok batma olayının sorumluluğu canavara yüklenmişti. Çünkü Bure­ au Veritas'a· göre, toplam üç bin gemi içinde ka­ yıp olarak kayıtlara geçen buharlı gemiler ya da yelkenlilerin ve sonradan bunlara eklenenlerin sayısı iki yüzden fazlaydı! Tüm bu kayıplardan, haklı ya da haksız bir bi­ çimde, canavar suçlandı. Ve yine canavar yüzün­ den kıtalararası haberleşme ve ulaşım gittikçe daha tehlikeli bir hale geldi. Ve sonunda halk, bu konudaki kesin tutumunu ortaya koymuştu: Her ne pahasına olursa olsun, denizlerin bu akıl almaz memeli hayvandan kurtarılması gerekiyordu.

Bureau Veritas: Uluslararası gemi sınıflandırma kuruluşu -çn. 17

il CANAVAR VARSAYIMI LEHiNDE VE ALEYHİNDE DÖNEN TARTIŞMALAR •

Bu olaylar patlak verdiği sırada ben Amerika' da, Nebraska'nın verimsiz topraklannda bilimsel bir inceleme girişimindeydim. Bu keşif gezisine beni, Paris Doğabilimleri Müzesinde profesör olarak görev yaptığım için Fransız Hükümeti yollamıştı. Nebraska' da geçen altı aydan sonra, mart sonu gibi zengin koleksiyonlar biriktirmiş olarak New York'a geldim. Fransa'ya dönüşümün mayısın ilk günle­ rinde olması planlanmıştı. Dolayısıyla Scotia kazası vuku bulduğu sırada, Fransa'ya dönmeyi bekler­ ken bir yandan da mineralojik, botanik ve zoolojik çalışmalarımı sınıflandırma işiyle meşguldüm. Gündemde olan tartışmadan bütünüyle ha­ berdardım; nasıl olmayabilirdim ki? Amerika ve Avrupa'da çıkan tüm gazeteleri hiçbir satırını at­ lamadan tekrar tekrar okudum. Bu sır fena halde kafamı karıştırıyordu. Bu konuda kesin bir yargı oluşturabilmenin imkansızlığı içinde, bir düşün­ ceden diğerine savrulup duruyordum. Bir şeyler olduğu kesindi, buna şüphe yoktu. Halk arasında canavara inanmayanlar Scotia'nın yarasını sar­ maya davet ediliyordu. 18

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

New York'a gelişimle birlikte tartışma alev­ lendi. Söz konusu tehlikenin yüzen bir ada, bilin­ meyen bir tuzak olduğuna dair, işin pek de ehli olmayan kişiler tarafından ortaya atılan varsa­ yımlar tamamen bir kenara bırakılmıştı. Zaten bu türden bir kör kaya, gövdesinde bir makine barın­ dırmadığı sürece, nasıl olup da bu denli şaşılacak bir hızla yer değiştirebilir ki? Denizlerde rastlanan bu şeyin, su üstünde yü­ zen, devasa bir gemi enkazı olduğu varsayımı da, yine onun yer değiştirme hızı yüzünden, aynı şe­ kilde reddedilmişti. Bu durumda geriye iki olası çözüm yolu ka­ lıyordu. Bunlardan her biri kendine birbirinden çok farklı destekçiler bulmuştu. Bir yanda çok güçlü bir canavarın varlığını kabul edenler, diğer yandaysa tüm bunlara hareket etme gücü bakı­ mından mükemmel bir denizaltının sebep oldu­ ğuna inananlar vardı. Fakat kabul edilebilir gibi duran bu son varsa­ yım da hem İ ngiltere, hem Amerika çevresinde yürütülen araştırmalara karşı direnç göstereme­ den çöktü. Basit bir kimsenin böyle bir makine icat etmiş olması akla yatkın değildi. Kim, nere­ de, ne zaman icat etmiş olabilirdi onu? Hem öyle bile olsa, bunu nasıl gizli tutacaktı? Böyle yıkıcı bir makine üretme gücünü ancak bir hükümet kendinde bulabilirdi. İ n s anl arın savaş araçlarının gücünü artırmak için çaba sarf ettiği bu çalkantılı dönemde, bir devletin diğerlerinden ha­ bersiz böyle bir işe kalkışması pekala mümkündü. Bu devlet, hangisiyse eğer, önce toplar tüfekler, sonra torpiller, torpillerden sonra zırhlı denizaltı19

JULES VERNE

lar yapmayı deneyerek nabız yoklamış olabilirdi. En azından ben öyle düşünüyordum. Ama hükümetlerin peşi sıra yaptıkları açıkla­ malarla savaş makinesi varsayımı da suya düştü. Sonuçta söz konusu olan toplumun çıkarlarıydı. Bu olaylarla birlikte okyanus ötesi haberleşme büyük zarara uğramıştı. Bu durumda da hükü­ metlerin s amimiyetinden şüphe etmek güçtü. Diğer yandan, bu denizaltının yapımı halkın gö­ zünden nasıl kaçmış olabilirdi? Bu zor şartlar al­ tında, böyle bir sırrı s aklamak tek bir kişi için bile yeterince zorken, her yaptığı rakipleri tarafından inatla gözler önüne serilen bir devlet için kuşku­ suz imkansızdı. Sonuç olarak İ ngiltere, Fransa, Rusya, Prusya, İ talya, Amerika ve hatta Türkiye' de yapılan ince­ lemeler sonucunda, bu tehlikeyi yaratanın deniz altına yerleştirilmiş bir mekanizma olduğu varsa­ yımı kesin olarak reddedildi. Basında kendisiyle durmadan dalga geçilmesi­ ne inat, canavar yeniden gündemdeydi. İ nsanlar çok geçmeden kendilerini balıkbiliminin bu hayal gücünü zorlayan alanında, saçma sapan tasvirle­ re dalmış buldular. New York'a geldiğim vakit, pek çok insan gün­ demdeki bu tartışmayla ilgili fikrimi sorarak beni onurlandırdı. Fransa'da Denizin Derinliklerindeki Sırlar adı altında iki ciltlik büyük boy bir eser ya­ yımlamıştım. Özellikle bilim çevrelerinin beğeni­ sini kazanan bu eserle birlikte, doğal tarihin bu karanlık kısımları hakkında uzman biri haline gelmiştim. Bana sürekli bu konudaki fikrim so­ ruluyordu. Olayın gerçekliğini redderek mutlak 20

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir inkara sığınmıştım. Ama çok geçmeden kö­ şeye sıkışarak, bu konudaki düşüncelerimi ifade etmek zorunda kaldım. Hatta "Paris Müzesinde profesör olan çok sevgili Pierre Aronnax" New York Heraid gazetesine konu hakkında bir demeç vermeye zorlandı. Demeç vermeyi kabul ettim. Susmayı pek be­ ceremediğim için konuştum. Sorunu, siyasi ve bilimsel, tüm yönleriyle ele aldım. 30 Nisan tari­ hinde yayımlanan bu geniş kapsamlı makalem­ den birkaç şey alıntılamak istiyorum. "Böylece, birbirinden farklı varsayımları ince­ ledikten ve bunları bir kenara bıraktıktan sonra, geriye sadece güçlü bir deniz hayvanının varlığını kabul etmek kalıyor. Okyanusun derinlikleri bizim için tamamen bir sır. Denizin derinliklerini araştırarak bu sırra ulaşamayız. Denizin gizemli sularında neler olup bitiyor? Su yüzeyinin on iki, on beş mil altında hangi canlılar yaşıyor ya da yaşayabilir? Bu hay­ vanların organizmaları nasıl? Tüm bunları tah­ min etmek oldukça güç. Bununla birlikte, bana sorduğunuz sorunun çözümü artık bir ikilem biçimini aldı: gezegeni­ miz üzerinde yaşayan tüm canlı türlerini ya bili­ yoruz ya da bilmiyoruz. Eğer hepsini bilmiyorsak, yani doğanın balık­ bilimi konusunda bizden sakladığı birtakım sırlar

varsa, bu durumda en mantıklısı, denizin iskan­ dil edilemeyen alt tabakalarında yaşayan ve de bataklık etkisi yaratan bir organizmaya sahip, her şeyden önce 'derinlerde yaşamaya elverişli' yeni balık ya da memeli türlerinin varlığını kabul et21

JULES VERNE

mek olacaktır. Bu türden canlıların, herhangi bir olay, basit bir arzu, gelip geçici bir heves sonucu, uzun aralıklarla okyanus yüzeyine çıkmasından daha doğal ne olabilir? Fakat eğer tüm canlı türlerini biliyorsak, o za­ man, tartışma konusu olan hayvanı mecburen halihazırda olan deniz canlıları arasında aramak zorundayız. Bu durumda, söz konusu hayvanın bir denizgergedanı olduğunu söylerdim ben. Sıradan bir denizgergedanı ya da suda yaşa­ yan bir tek boynuzlu genelde altmış adım uzun­ luğunda olur. Bu uzunluğu alın, beş katına, on katına çıkarın; hayvanın gücünü büyüklüğü ora­ nında artırın, savunma silahlarını da artırın işte size aradığınız canlı. O vakit, bu canlı hem Shan­ non'daki görevlilerin iddia ettiği büyüklüğe, hem Scotia'd a açılan deliğin işaret ettiği bir uzva hem de bir geminin gövdesine zarar verebilecek bir güce sahip olmuş olur. Denizgergedanları gerçekten de bir tür fil di­ şimsi kılıca, doğabilimcilerin tabiriyle baltalı bir kargıya sahiptir. Baltalı kargıyla kastedilen aslın­ da çelik kadar sağlam bir diştir. Bu dişin izleri­ ne, denizgergedanının sürekli başarıyla saldırdı­ ğı balinaların vücutlarında rastlamak mümkün. Bunlardan başka, denizgergedanlarının tıpkı bir matkabın bir fıçıyı delmesi gibi delip zarar verdi­ ği gemi gövdelerinde de bu diş izlerine rastlanır. Faris Tıp Fakültesine ait bir müzede bu dişlerden uzunluğu iki metre yirmi beş santimetre, genişli­ ğiyse kırk sekiz santimetre olan bir tane mevcut! İ şte bundan on kat daha güçlü bir silah, on kat daha güçlü bir hayvan düşünün; bu hayvanın hızı 22

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

saatte yirmi bin olsun; kütlesini de hızıyla çarpın. Ancak bu durumda söz konusu felaketlere sebep olabilecek bir hayvan elde etmiş olursunuz. Bu kapsamlı bilgiler ışığında ben, silah olarak baltalı kargıya değil de kütlesi ve hareket bakı­ mından benzeştiği zırhlı bir fırkateyn ya da tank gibi, gerçek bir mahmuza sahip dev bir tek boy­ nuzlunun varlığını savunuyorum. Bu olağanüstü şey ancak böyle açıklanabilir, tabii eğer ortada bizim gördüklerimizin, his­ settiklerimizin, bildiklerimizin aksi bir durum yoksa. Çünkü bu son söylediğimiz de pek tabii mümkündür. " Bu son söylediklerim benim açımdan tam bir aptallıktı ama belli bir yere kadar bir profesör olarak saygınlığımı korumak ve güldüklerinde gerçekten iyi gülen Amerikalıları kendime gül­ dürmemek istemiştim. Bu yüzden kaçak bir yol seçtim fakat aslında canavarın varlığını kabul etmiştim. Makalem hararetli bir şekilde tartışıldı. Bu durum, onun toplumda büyük yankı uyandır­ masına sebep oldu ve belli sayıda destekçiyi bir araya getirdi. Makalenin sunduğu çözümse hayal gücüne bırakıldı. İ nsan zihni doğaüstü varlıklara dair abartılı söylemleri seviyordu. Kuşkusuz de­ niz, bu tür varlıkların en iyi taşıyıcısıydı; karada ya şaya n hayvanların, fillerin, gergedanların bile yanında cüce gibi kalacağı devlerin gelişip büyü­ yebildiği tek yerdi. Büyük su kütleleri, memeli­ lerin bilinen en iri türlerini oradan oraya taşıyor ve belki de, onları devasa boyutlardaki yumuşak­ çalardan, bakmaya bile cesaret edemeyeceğimiz 23

JULES VERNE

yüz metre boyundaki ıstakozlardan ya da ağırlığı iki yüz tonu bulan yengeçlerden koruyordu. Ne­ den olmasın? Bir kere jeolojik dönemde yaşamış kara hayvanları, dört ayaklı, dört elli hayvanlar, sürüngenler, kuşlar dev boyutlara sahip değiller miydi? Yaratıcı onları zamanın yavaş yavaş dö­ nüştürüp yok ettiği dev bir midyenin içine koy­ muştu. Kara hiç durmadan değişip dönüşürken sürekli aynı kalan deniz, neden başka bir çağda yaşamış olan bu dev numunelerini kendi bilin­ mez derinliklerinde saklamamış olsun? Neden yüzyıllar, binyıllar önce yaşamış bu ürkütücü tür­ lerin son örneklerini bağrında gizlememiş olsun? Bu tür hikayelerle oyalanmak benim işim değil ama hala bu konuda düşlere dalmaya devam edi­ yorum! Zaman içinde benim için korkunç gerçek­ lere dönüşen bu hayallere artık dur demeliyim. Tekrar ediyorum, zaten bu şeyin doğasına dair hüküm çoktan verilmiş, halk efsanelerde geçen yılanlarla hiçbir ortak özelliği bulunmayan bu olağanüstü canlının varlığını hiç tartışmasız ka­ bul etmişti. Bazıları burada çözülmesi gereken bilimsel bir sorun olduğunu düşünürken, duruma daha yapı­ cı yaklaşan bazıları da, özellikle Amerika ve İngil­ tere' dekiler, okyanus ötesi haberleşmeyi düzene koyabilmek için okyanusun bu tehlikeli canavar­ dan temizlenmesi gerektiği kanısındaydı. En­ düstriyel ve ticari gazeteler durumu temelde bu açıdan ele alıyordu. Shipping and Mercantile Gazet­ te, Llyod, Paquebot gibi, insanları prim vergilerini artırmakla tehdit eden sigorta şirketlerinin elin­ deki bu gazeteler bu noktada hemfikirdi. 24

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Canavarı yakalamaya dair halk oylaması ilan edilince , Birleşik Devletler bu iş için ilk gönüllüler

olduklarını beyan ettiler. New York'ta bu yaratığı takip etmeye dayalı araştırma çalışmaları yapıldı. Ünlü bir fırkateyn olan Abraham Lincoln olabildi­ ğince erken yola koyulmak için hazır durumday­ dı. Askeri tüm tersaneler, gemideki silahlandır25

JULES VERNE

ma çalışmalarını yürüten Kaptan Farragut'un hizmetine sunuldu. Tam da onu aramaya karar verildiği zaman ca­ navar ortalarda hiç görülmedi. Bu zaten hep böy­ le olur. İ ki ay boyunca kimse ondan konuşuldu­ ğunu duymadı. Hiçbir gemi ona rastlamadı. Öyle görünüyordu ki, tek boynuzlu kendisine karşı ha­ zırlanmış olan komplolardan haberdardı. Onun hakkında Atlantik ötesi telgraf hattı yoluyla ile­ tilen mesajlar dahil, o kadar çok konuşulmuştu ki, mevcut durumda bazı şakacılar bu kurnaz hayvanın birkaç telgrafı yol üstünde durduğunu düş ün üyorlardı. Böylece uzun bir sefer için tüm hazırlıkları­ nı tamamlamış ve canavarı yakalamak için her türden av malzemeleriyle donatılmış fırkateyn, nereye gideceğini bilmeden limanda bekliyordu. Sabırsızlık gittikçe artıyordu. Derken, 3 Temmuz günü San Francisco hattına ait Kaliforniya'dan Şangay'a giden bir geminin canavarı üç hafta önce, Pasifik Okyanusu'nun kuzeyinde gördüğü­ nü öğrendik. Bu haber toplumda müthiş bir etki yarattı. Kaptan Farragut'un yirmi dört saat bile dinlen­ mesine fırsat tanınmadı. Yiyecekler gemiye yük­ lendi. Ambarlara kömür dolduruldu. Tüm ekip eksiksiz bir biçimde hazırdı. Geriye bir tek kazan­ ları ısıtıp yakmak ve yola çıkmak kalmıştı! Yarım saatlik bir gecikme bile affedilemezdi! Ve Kaptan Farragut beklenen hareket emrini verdi. Abraham Lincoln Brooklyn rıhtımından ayrılmadan üç saat önce özenle kaleme alınmış bir mektup aldım. Mektupta şöyle yazıyordu: 26

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Bay Aronnax, Paris Doğabilimleri Müzesi Profesörü, Fifth Avenue Hotel. New York. Sayın Aronnax,

Abraham Lincoln'ün

yap acağı

araştır­

maya katılmak isterseniz, Birleş miş Milletler Kurulu bu araştırmada Fransa'nın zatıaliniz tarafından temsil edilmesinden mutluluk d uya­ caklardır. Kaptan Farragut sizin için bir kamara tahs is etmiştir. Saygılarımla, ].B. HOBSON, Deniz Kuvvetleri Sekreteri.

27



111

BEYEFENDi NASIL ARZU EDERLERSE

J.B. Hobson'un mektubu elime geçmeden üç saniye öncesine dek, artık canavarın peşine düş­ me hayalini bir kenara bırakmış, daha çok kuzey­ batı yolculuğu yapmanın hayalini kuruyordum. Sayın Deniz Kuvvetleri Sekreterinin mektubunu okuduktan üç saniye sonraysa, gerçek arzumun, hayattaki tek gayemin tehlike saçan bu canavarı yakalamak ve dünyayı ondan kurtarmak olduğu­ nu anladım. Öte yandan, zorlu ve yorucu bir yolculuktan yeni dönmüştüm; dolayısıyla dinlenmeye açtım. Ülkemi, arkadaşlarımı Jardin des Plantes'takr kü­ çük evimi, bitkilerimi ve zengin koleksiyonlarımı çok özlemiştim! Fakat hiçbir şey beni yolumdan döndüremezdi. Yorgunluğumu, arkadaşlarımı, ko­ leksiyonlarımı, her şeyi unuttum ve Amerikan hü­ kümetinin teklifini hiç düşünmeden kabul ettim. "Üstelik bütün yollar Avrupa'ya çıkıyor," diye düşündüm. "Tek boynuzlu beni Fransa kıyılarına kadar götürecek kadar naziktir! Şahsi kanaatim, "'

Jardin des Plantes: Doğabilimleri Müzesinin içinde bir bahçe; seralar, hayvanlar ve fosil koleksiyonları bulunan ana bölümü. Botanik bahçesi -çn. 28

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bu hayvanın Avrupa denizlerinde yakalanacağı yönündedir. Ve ben doğal tarih müzesine onun baltalı kargısından alacağım yarım metreden az bir parçayla dönmek istemiyorum." Ama bu denizgergedanını Pasifik Okyanusu'nun kuzeyinde aramak gerekecekti. Bu da Fransa'ya dönmek için tam tersi bir yol seçmek demekti. "Conseil ! " diye bağırdım, sabırsız bir sesle. Conseil benim uşağımdı. Tüm seyahatlerim­ de bana yaverlik eden özverili, genç bir delikan­ lıydı; bana hizmet eden çok sevdiğim, cesur bir Flamandı. Soğukkanlı bir tabiatı vardı. Düzenli, gayretli olmayı alışkanlık edinmişti. Hayatta çok az şey karşısında şaşırırdı. El becerisi yüksek, her türlü hizmete yatkın biriydi. İsminin anlamının aksine hiçbir zaman, hatta sorulduğunda bile öneride bulunmazdı. Bizim tüm dünyamız olan botanik bahçesinde, konunun uzmanlarıyla dolaşa dolaşa onlardan bir şeyler kapmıştı. Doğa tarihini sınıflandırmada uz­ mandı ve bunu yaparken de bağlantıları, grupları, sınıfları, alt sınıftan, dizileri, familyaları, türleri, alt türleri ve tüm çeşitlilikleri bir akrobat kıvraklığıyla gözden geçiren bir uzman kesiliverirdi. Fakat tüm bilgisi bununla sınırlıydı. Sınıflandırma onun için hayat demekti ve bundan başka bir şey de bildiği yoktu. Sınıflandırma teorisi konusunda çok iyiydi fakat pratikte pek de başarılı sayılmazdı. Eminim ki bir kadırgabalığıyla bir balinayı birbirinden ayı­ ramazdı. Fakat nasıl cesur ve efendi bir gençti! On yaşından beri, bilimim beni sürüklediği her yerde benimleydi. Hiçbir zaman bir yolculuğun uzunluğundan ya da yorgunluktan yakınmadı. 29

JULES VERNE

Çin ya da Kongo gibi çok uzak herhangi bir ülke­ ye gitmek için valiz hazırlarken hiç itiraz etmedi. Şimdi olduğu gibi oralara giderken de çok şey sor­ madı. Üstelik tüm hastalıklara meydan okuyacak kadar sağlıklı bir yapısı, güçlü kasları vardı. Fakat sinirleri için aynı şeyi söylemek güç. Otuz yaşındaydı. Onun yaşıyla efendisinin yaşı on beşle yirmi arasında gibidir. Kırk yaşında olduğumu bu şekilde ifade ettiğim için beni ma­ zur gorun. Ama Conseil'in bir kusuru vardı. İnanılmaz şekilde biçimciydi. Benimle daima üçüncü bir ki­ şiymişim gibi konuşuyordu. Hatta bu davranışı zaman zaman can sıkıcı bir hal alıyordu. Aceleyle yol hazırlıklarına başlarken: "Conseil!" diye bağırdım tekrar. Bu özverili çocuğa çok güveniyordum. Normal şartlarda ona benimle seyahate çıkmak için uy­ gun olup olmadığını so,rmazdım; ancak bu kez söz konusu olan koskoca bir fırkateyni adeta bir ceviz kabuğu gibi batırabilme gücüne sahip bir hayvanın peşinden çok çok uzun sürebilme ih­ timali olan bir araştırma, tehlikeli bir girişimdi! Durum böyleyken dünyanın en soğukkanlı insa­ nının bile bunu düşünmesi gerekirdi. Conseil'e ne söylemeliydim ? Üçüncü kez: "Conseil" diye bağırdım. Conseil göründü. Içeri girip: "Beyefendi beni mi çağırdılar?" dedi. "Evet, oğlum. Hazırlanmam, hazırlanmamız lazım. İki saat içinde gidiyoruz." 30

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Sakin bir tavırla: "Beyefendi nasıl isterlerse," dedi. "Kaybedecek bir saniyemiz bile yok. Yolculuk için gerekli olanları; elbiseleri, gömlekleri, çorap­ ları bavuluma yerleştir. Saymana gerek yok ama hepsinden fazla fazla koy ve de acele et!" "Peki ya beyefendinin koleksiyonları?" diye sordu. "Onlarla daha sonra ilgileniriz." "Nasıl! Archaeotheriumlar, hyracotheriumlar, oreodontlar, cheropotamuslar ve diğer tüm iske­ letler ne olacak?" "Onları otelde bırakacağız." "Peki ya canlı geyik domuzu?" "Biz yokken onu besleyecekler. Hem zaten canlı hayvan koleksiyonumuzun Fransa'ya gön­ derilmesi emrini vereceğim." "Paris'e dönmüyor muyuz yani?" diye sordu. "Tabii, kuşkusuz döneceğiz . . . " diye kaçamak bir cevap verdim. "Fakat küçük bir yön değişikliği yapacağız." "Beyefendinin hoşuna giden bir yön değişikliği." "Ah ! Aslında böyle söylemek eksik kalır! Rotası pek belli olmayan bir yolculuk, hepsi bu. Abraham Lincoln 'le gideceğiz." "Beyefendi nasıl uygun görürlerse," diye ce­ vapladı sessizce. "Biliyorsun dostum, bir canavar var. . . bir tür

denizgergedanı. . . Denizi bu canavardan temiz­ leyeceğiz! Denizin Derinliklerindeki Sırlar isim­ li iki ciltlik büyük boy bir eserin yazarı, Kaptan Farragut'la birlikte o gemiye binmekten kaça­ mazdı. Bu saygıdeğer bir görev fakat bir o kadar 31

JULES VERNE

da tehlikeli! Nereye gideceğimizi bilmiyoruz! Bu yaratıklar çok kararsız olabilir! Ama yine de gide­ ceğiz! Korkusuz bir kumandamız var!" "Beyefendi ne yaparlarsa ben de onu yaparım." "İyice düşün. Senden bir şey gizlemek iste­ mem; bu, her zaman yapmadığımız türden bir yolculuk." "Beyefendi nasıl isterlerse."

32

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

On beş dakika sonra bavullarımız hazırdı. Conseil onları müthiş bir el çabukluğuyla hazırla­ mıştı ve hiçbir şey unutmadığına da emindim. Bu genç, elbiseleri ve gömlekleri de, tıpkı kuşlar ya da memeliler gibi sınıflandırabiliyordu. Otelin asansörü bizi asma katın büyük korido­ runa getirdi. Giriş kata inen basamakların birkaç tanesini indim. Etrafında her zaman müthiş bir kalabalık bulunan resepsiyona gerekli talimatı verdim; doldurulmuş hayvan ve kurutulmuş bit­ ki paketlerini Fransa'ya göndermelerini istedim. Geyik domuzu için de bir hesap açtım. Ve sonra bir arabaya atladım. Conseil de benimleydi. Araba Union Broadway'e, Union Square'a ka­ dar gitti; Fourt Avenue'yü Bowery Sokağıyla kesiş­ tiği yere kadar takip etti, Katrin Sokağına döndü ve otuz dördüncü iskelede durdu. Katrin feribotu bizi, tüm insanları, atları ve arabaları Brooklyn'e, Doğu nehrinin sağ kolu üzerine kurulmuş, New York büyük bölgesine götürdü. Birkaç dakika son­ ra iskeleye vardık. İskelenin yakınında bulunan Abraham Lincoln'ün iki bacasından da kapkara du­ manlar yükseliyordu. Eşyalarımız hemen fırkateynin güvertesine taşındı. Ben de derhal gemiye bindim ve Kaptan Farragut'u sordum. Tayfal ardan biri beni kıç gü­ verteye götürdü. Orada beni oldukça güler yüzlü bir asker karşıladı ve elini uzatarak: "Bay Pierre Aronnax? " dedi. "Evet," dedim. "Siz de Kaptan Farragut olma­ lısınız?" "Ta kendisi. Hoş geldiniz, sayın Profesör. Ka­ maranız sizi bekliyor." 33

JULES VERNE

Onu selamladım ve gemideki hazırlıklarla ilgi­ lenmesi için yalnız bırakarak bana tahsis edilmiş olan kamarama çekildim. Abraham Lincoln mükemmel bir seçimdi ve yeni görevi içinde kusursuzca düzenlenmişti. Birinci sınıf bir fırkateyndi. İstim basıncını yedi atmosfere kadar yükseltebilen fazladan ısıtıcılara sahip hızlı bir gemiydi. Bu basınç altında saatte ortalama sekiz mil ve üç dizyemlik bir hıza ulaşa­ biliyordu. Bu mükemmel bir hızdı kuşkusuz ama dev deniz canlısıyla başa çıkmak için yine de ye­ tersizdi. Geminin içindeki düzenlemeler denizciliğin gereklerine oldukça uygundu. Kamaramdan çok memnun kalmıştım. Geminin kıç tarafındaydı ve subayların yemekhanesine açılıyordu. "Burada rahat edeceğiz," dedim Conseil'e. Conseil'i eşyaları yerleştirmesi için kamarada bırakıp teknik hazırlıkları takip etmek üzere gü­ verteye çıktım. O sırada Kaptan Farragut, Abraham Lincoln'ü Brooklyn rıhtımına bağlayan son palamarları çö­ züyordu. Demek on beş dakika, hatta biraz daha az geç kalsam, fırkateyn bensiz yola çıkacaktı ve ben de hikayesini anlattığımda bugün bile inan­ mayanların olduğu bu olağanüstü, doğaüstü, ina­ nılmaz sefere katılamayacaktım. Fakat Farragut, canavarın var olduğu söylenen denizlere ulaşmak için ne bir gün, ne bir s aat bek­ lemek niyetindeydi. Başmakinisti yanına çağırttı. "Hazır mıyız ?" diye sordu. "Evet komutanım," dedi makinist. Bunun üzerine Farragut: 34

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

,, "Go ahead, . diye haykırdı. Bu emir, sıkıştırılmış hava içeren gereçler yar­ dımıyla makine dairesine iletildi. Bunun üzerine çarkçılar gemiyi yürüten çarkı harekete geçirdi­ ler. Buhar, pistona giden yan açık parçaların için­ de ıslığımsı bir ses çıkardı. Uzun yatay pistonlar gıcırdadı ve eksen milinin hareket kolunu itti. Pervanenin kanatları giderek artan bir hızla sula­ n dövmeye başladı ve Abraham Lincoln, ona eşlik eden, üzeri izlemeye gelenlerle hıncahınç dolu yüze yakın feribot ve hizmet gemisinin ortasında görkemli bir biçimde ilerledi. Brooklyn'in tüm iskelelerinde ve New York'un Doğu nehri kenarında kalan kısmında bekleyen­ ler merak içindeydi. Tek yürek olmuş yüz bin kişi, hep bir ağızdan üç kez art arda "Yaşasın!" diye bağırdı. Kalabalık içindeki milyonlarca mendil Abraham Lincoln'ü, New York şehrini meydana getiren yarımadanın sonuna, yani gemi Hudson sularına girene kadar selamladı. Fırkateyn, nehrin New Jersey'e açılan, kena­ rında yalıların bulunduğu sağ kolunu takip ede­ rek dualarla kendisini selamlayan soyluların ara­ sından geçti. Abraham Lincoln kendisini selamla­ yanlara, geminin arka direğine asılmış, üzerinde parıldayan otuz dokuz yıldızın bulunduğu Ameri­ kan bayrağını üç kez indirip çekerek cevap verdi. Daha sonra rotasını Sandy Hook Burnu'nun mey­ dana getirdiği iç körfezde iyice genişleyen kanala doğru çevirdi ve orada da onu çığlıklarla alkışla­ yan binlerce kişi arasından süzülüp uzaklaştı. *

Go ahead: (İng.) Tam yol ileri -çn. 35

JULES VERNE

Eşlik eden gemilerin oluşturduğu kortej hala Abraham Lincoln'ü izliyordu. Ve de çifte ışığıyla New York'a giren fenere varana dek onun peşin­ den ayrılmadı. Saat üçe gelmişti. Kılavuz kaptan filikası­ na indi, rüzgaraltında onu bekleyen yelkenlisi­ ne bindi. Ateş canlandırıldı; artık pervane suları 36

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

daha hızlı dövüyordu. Fırkateyn, Long Island'ın sarı ve sığ kıyısı boyunca ilerledi. Ve akşam saat sekizde, kuzeybatı yönündeki Fire Island'ın ışık­ larının gözden kaybolmasıyla birlikte gemi, son hızla Atlantik'in karanlık sularına daldı.

37

iV NED LAND

Kaptan Farragut iyi bir denizciydi ve yönetti­ ği fırkateyni gerçekten hak ediyordu. Gemisi ve o tek vücut olmuştu. Bu gemi onun ruhuydu. Pe­ şine düştüğü yaratığa dair kafasında bir tek şüp­ he yoktu. Yanında bu konunun tartışılmasına da asla müsaade etmiyordu. O, bu hayvana tıpkı ko­ cakarıların Leviathan'a' inandığı gibi, aklıyla değil yüreğiyle inanıyordu. Canavar gerçekten vardı ve denizleri ondan temizlemek gerekiyordu; buna yemin etmişti. Farragut adeta bir Rodos şöval­ yesi, yaşadığı adayı ona musallat olan yılandan kurtaran Gozonlu Dieudonne'ydi. Ya o denizger­ gedanını öldürecekti ya da denizgergedanı onu. Başka türlüsü mümkün değildi. Gemideki subaylar da onunla aynı fikirdeydi. Onların kendi aralarındaki sohbetlerini, tartış­ malarını ve canavarla olası bir karşılaşmayı nasıl

hesap ettiklerini ve okyanusun engin sularını ne kadar dikkatli gözlemlediklerini görmek gereki­ yordu. Grandi ve pruva yelkenlerinin babafingo serenlerinde gönüllü olarak nöbet tutmak için ıs­ rar ediyorlardı. Başka koşullarda olsa, bu görevi angarya olarak görüp lanetlerlerdi şüphesiz. Gün *

Leviathan: Fenike mitolojisinde bir canavar -çn. 38

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ağarmaya başladığı anda, tahtaların sıcaklığın­ dan dolayı ayaklan yanan ve yere dahi basama­ yan tayfalar, geminin ön kısmında toplanıyor­ du. Fakat bunlar olurken, Abraham Lincoln henüz Pasifik'in şaibeli sularına ulaşmamıştı. Mürettebatın tek istediği şey, denizgergeda­ nıyla karşılaşmak, onu gemiye almak ve parçala­ maktı. O yüzden herkes denizi müthiş bir dikkat­ le inceliyordu. Üstelik Farragut canavarı ilk göre­ ne, ister miço ister tayfa olsun, iki bin dolar ödül verileceğinden bahsediyordu. Gemide bunun için tüm gücüyle çalışanları siz düşünün. Kendi adıma konuşacak olursam, benim de di­ ğerlerinden aşağı kalır yanım yoktu; günlük göz­ lem hakkımı kimselere bırakmıyordum. Fırkatey­ ne Argos* desek yeriydi. Aramızda bir tek Conseil, bizi heyecanlandıran bu konuya kayıtsız kalıyor; bu tutumuyla coşkulu havaya aykın düşüyordu. Kaptan Farragut'un gemiyi, canavarı yakala­ mak üzere titizlikle hazırlanmış birçok silahla donattığını daha önce söylemiştim. Hiçbir balina avcı gemisi bundan daha iyi hazırlanmış olamaz­ dı. Zıpkından tutun da kancalı ok fırlatan silah­ lara, patlayıcı toplara kadar bilinen tüm araç ge­ reçlerin hepsine sahiptik. Baş kasara güvertesine, iç yüzeyi kalın bir tabaka ile örtülü, zıvanası dar, silindir kapaklı bir top düzeneği yerleştirilmişti. Bu şey 1867 yılında yapılacak uluslararası sergide kesinlikle sergilenmeliydi; çünkü Amerikan yapı­ mı bu harika alet dört kilogram ağırlığında koni biçiminde bir mermiyi ortalama sekiz kilometre uzağa hiç zorlanmadan fırlatabiliyordu. *

Argos: Mitolojide Hermes'in öldürdüğü yüz gözlü dev-çn. 39

JULES VERNE

yıkım için gerekli olan tüm teçhizata; hatta daha fazlasına s ahipti. Zıpkıncı­ lann kralı Ned Land da bu gemideydi. Ned Land Kanadalıydı. Bu tehlikeli meslekte eşine az rastlanır bir el becerisi vardı. Beceri, so­ ğukkanlılık, cesaret ve kurnazlık gibi üstün özel­ liklere sahipti. Onun zıpkın darbesinden kurtula­ bilmek için ya zeki bir balina ya da çok kurnaz bir kadırgabalığı olmak lazımdı. Abraham Lincoin

,;-·

. .-

. ..... __..

40

. _ ..

....•

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kırk yaşlarındaydı. Uzun boyluydu, boyu altı İ ngiliz adımından uzundu; dinç, cesur, az konu­ şan, bazen sert ve kendisine karşı çıkıldığında çabuk sinirlenen bir adamdı. Kişiliği ve özellikle de görünüşüne daha derin bir anlam katan güçlü bakışlanyla dikkatleri üzerine topluyordu. Kaptan Farragut'un onu hizmetine almakla akıllılık ettiğini düşünüyordum. Hem kol gücü hem de gözlem gücü bakımından tek başına tüm mürettebata bedeldi. Ned Land'ı anlatabilmek için yapılacak en güzel şey onu hem fırlatılmaya hazır bir top hem de güçlü bir teleskop görevi gö­ ren herhangi bir makineye benzetmektir. Kanadalı demek, Fransız demektir. Ben de Ned Land gibi az konuşan biriydim, dolayısıyla onun bana karşı yakınlık duyduğunu söylemek zorundayım. Özellikle de milliyetim onun ilgisini çekiyordu kuşkusuz. Bu durum onun konuşma­ sı, benim de Kanada'nın bazı bölgelerinde hala konuşulmakta olan eski Rabelais dilini duymam için bir fırsattı. Ailesi aslen Quebecliydi ve şehrin Fransa'ya ait olduğu bir dönemde, gözü pek avcı­ lardan oluşan bir kabile kurmuştu. Ned benimle konuşmaktan yavaş yavaş zevk almaya başladı. Ben de onun kutup denizlerinde­ ki maceralannı dinlemekten çok memnundum. Yakaladığı avlan, bu avlar için verdiği mücadeleyi şairane bir üslupla anlatıyordu. Onun hikayeleri

destan şekline dönüşmüştü. Karşımda sanki eski çağların İlyada'sını anlatan Kanadalı bir Homeros duruyordu. Şimdi de size bu gözü pek arkadaşımı şu an tanıdığım haliyle anlatayım. İ ki eski arkadaş ol41

JULES VERNE

duk onunla ve birbirimize o korkulu günlerin sağ­ lamlaştırıp beslediği sarsılmaz bir dostluk bağıyla bağlandık. Ah, cesur Ned! Tek istediğim şey, seni çok uzun seneler boyunca hatırlayabilmek için yüzyıl daha yaşamak! Biz hikayemize dönelim. Ned, deniz canava­ rıyla ilgili ne düşünüyordu? Şunu itiraf etmeliyim ki, tek boynuzluya kesinlikle inanmıyordu ve hat­ ta gemide bu konudaki genel kanıyı benimseme­ miş tek insandı. Bu konu üzerine konuşmaktan imtina ediyordu. Ama ben bir gün onu konuştu­ racağıma inanıyordum. Harika bir 30 Temmuz akşamı, yani hareketi­ mizden üç hafta sonra fırkateyn, Patagonya kıyı­ larının rüzgaraltında otuz mil açıklarında, Blanca Burnu hizasındaydı. Oğlak Dönencesini geçmiş­ tik. Yedi yüz mil güneyimizde Macellan Boğazı başlıyordu. Abraham Lincoin, sekiz güne kalma­ dan Pasifik dalgaları üzerinde geziyor olacaktı. Ned'le birlikte kıç güvertesine oturmuş, derin­ liklerinde olan bitenin bugüne kadar insana hep ulaşılmaz göründüğü gizemli denize bakarak on­ dan bundan konuşuyorduk. Konuşmayı doğal sey­ rini bozmadan, dev tek boynuzluya getirdim ve çıktığımız bu yolculuğun başarılı ya da başarısız olma ihtimallerini sorgulamaya başladım. Sonra Ned'in hiçbir şey söylemeden beni dinlemekle ye­ tindiğini fark edince, ona doğrudan şunu sordum: "Peşine düştüğümüz bu canavarın varlığına nasıl ikna olmazsınız, Ned? Bunun için haklı se­ bepleriniz var mı?" Zıpkıncı cevap vermeden önce birkaç s aniye boyunca yüzüme baktı. Alışkanlık haline getirdiği 42

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir hareketle elini alnına götürdü, tıpkı düşünür gibi gözlerini kapadı ve: "Kim bilir, Bay Aronnax, belki de vardır." "Fakat Ned, sizin mesleğiniz bu, balina avcılı­ ğı. Siz büyük deniz memelileri görmeye alışıksı nız. Bu yüzden hayal gücünüz dev canavarların var olduğu varsayımını kolayca kabul edebilmeli­ dir. Yani böyle varlıklardan şüphe edecek en son kişi sizsiniz!" "İşte tam da burada yanılıyorsunuz Profesör. Sıradan insanlar uzayın ötesine geçen devasa kuyruklu yıldızlara ya da tufan öncesi dönemler­ de dünyada yaşamış canavarlara inanırken, ne bir astronom, ne bir jeolog, hatta ne de bir balina av­ cısı, hayal ürünü olan bu tür yaratıkların varlığını kabul eder. Bugüne kadar çok sayıda deniz can­ lısının peşine düştüm, birçoğunu yakaladım, öl­ dürdüm fakat ne kadar güçlü, ne kadar saldırgan olursa olsun, bu hayvanların hiçbirinin ne kuyru­ ğu ne de herhangi bir savunma organı bir geminin tabanındaki metal levhaya zarar veremez." "Ama Ned, denizgergedanının dişiyle delik de­ şik ettiği gemilerden söz ediliyor." "Ahşap gemiler söz konusu olduğunda bu söy­ lediğiniz mümkün ama ben hiç böyle bir gemi görmedim daha önce. Aksi ispat edilinceye dek, balinaların, kadırgabalıklarının ya da tek boynuz­ luların bu tür bir etki yaratabileceği fikrini redde­

diyorum." "Dinle Ned . . . " "Hayır Profesör, hayır. Ne derseniz kabul ede­ rim ama bunu asla. Belki dev bir ahtapottur tüm bunların sebebi, ha?" 43

JULES VERNE

"Daha düşük bir ihtimal bu, Ned. Ahtapot adı üstünde bir yumuşakça, ismi bile kemiklerinin ol­ madığına işaret ediyor. İsterse beş yüz adım uzun­ luğunda olsun, omurgalılar sınıfına ait olmayan bir ahtapot, Scotia ve Abraham Lincoln gibi gemiler karşısında tamamen savunmasız kalır. Dolayısıyla Krakenlerin ya da bu türden diğer yaratıklann kah­ ramanlıklarını birer efsane olarak kabul edelim." "O halde, sayın doğabilimci," dedi, alaycı bir sesi tonuyla, "siz böyle garip bir hayvanın varlığı­ nı kabul etmekte ısrarcı mısınız ?" "Elbette, bunu size tekrar söylüyorum; bu ko­ nuda gerçek olgulara dayanan kanıtlar mevcut. Çok güçlü bir yapısı olan, tıpkı balinalar, kadırga­ balıkları ya da yunuslar gibi omurgalılar sınıfına ait, penetrasyon gücü oldukça yüksek, boynuzlu bir deniz memelisinin varlığına inanıyorum." Zıpkıncı başını kolay ikna olmak istemeyen biri gibi sallayarak: "Hımın . . . " dedi. "Eğer böyle bir hayvan varsa, okyanusun derin­ liklerinde, su yüzeyinin birkaç mil altındaki kat­ manlarda yaşıyorsa, kıyas götürmeyecek kadar sağlam bir organizmaya sahip olmak zorunda." "Neden bu kadar güçlü olsun ki," diye sordu Ned. "Çünkü denizin aşağı katmanlarındaki basın­ ca direnip orada hayatta kalabilmesi için akıl al­ maz bir güce sahip olması gerekir." N ed Land göz kırparak: "Gerçekten mi?" diye sordu. "Evet gerçekten . Birkaç sayıyla bunu size ko­ layca ispat edebilirim. " 44

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Ah sayılar!" dedi. "Sayılarla istediğimiz her şeyi yapabiliyoruz." "Ticaret söz konusu olduğunda bu doğru ama matematik için değil. Dinle. Otuz iki ayak büyük­ lüğünde bir su sütununun basıncını atmosfer basıncı olarak kabul edelim. Sütunun içine deniz suyu konduğunda, yüksekliği otuz iki ayaktan az olacak çünkü deniz suyunun yoğunluğu durgun suyun yoğunluğundan daha fazla. Denize dal­ dığınızda N ed, üzerinizde yer alan her otuz iki ayaklık su, bedeninizin bir atmosferlik basınca, yani yüzeyinin her santimetrekaresine basınç yapan bir kilogramlık bir ağırlığa maruz kalma­ sına sebep olacaktır. Buradan şu sonuç çıkıyor: üç yüz yirmi adım yükseklikteki suyun basıncı on atmosfer basıncına, üç bin iki yüz adım yük­ seklikteki suyun basıncı yüz atmosfer basıncına, otuz iki bin yükseklikteki suyun basıncıysa bin atmosfer basıncına eşittir; bu da yaklaşık iki de­ niz miline tekabül eder. Bu demek oluyor ki, ok­ yanusta bu derinliğe ulaştığınızda vücut yüzöl­ çümünüzün her bir santimetre karesi bin litrelik bir basınca maruz kalacaktır. Vücudunuzun kaç s antimetrekareden oluştuğunu biliyorsunuz de­ ğil mi, cesur dostum?" "Şüphesiz, Bay Aronnax." "Yaklaşık on yedi bin." "Bu kadar mı? "

"Aslında bir santimetre kareye düşen atmos­ fer basıncı bir litreden fazla olduğu için sizin on yedi bin santimetrekareniz, şu anda, tam on yedi bin beş yüz altmış sekiz kilogramlık bir basınca direniyor." 45

JULES VERNE

"Ben bunu hissetmiyor muyum?" "Evet, siz fark etmeden oluyor tüm bunlar. Böyle bir basınç altında ezilmiyorsanız, bunun sebebi, havanın vücudunuza aynı miktarda ba­ sınçla nüfuz ediyor olmasıdır. İç basınç ve dış basınç birbirini dengeliyor ve nötrleniyor, bu sa­ yede olan bitenin farkında olmuyorsunuz. Fakat sudayken bu süreç biraz farklı işliyor." "Evet, anlıyorum," dedi, Ned ciddi bir tavırla, "çünkü su sizi çevreliyor fakat vücuduma nüfuz edemiyor." "Kesinlikle, Ned. Bu yüzden, deniz yüzeyinden otuz iki ayak derinlikte, tam on yedi bin beş yüz altmış sekiz litrelik bir basınca, üç yüz yirmi ayak derinlikte bu basıncın on katı bir basınca, yani yüz yetmiş beş bin altı yüz seksen litrelik bir ba­ sınca, üç bin iki yüz ayaklık bir derinliğe indiği­ nizde de toplam bir milyon yedi yüz elli altı bin sekiz yüz litrelik bir basınca maruz kalırsınız. Kı­ sacası, sanki hidrolik bir makineden geçirilmişsi­ niz gibi yassı bir hale gelirdiniz.'' "Bu çok kötü!" "Tabii ki öyle. Eğer yüzlerce metre boyunda, yüzölçümleri milyonlarla ifade edilen omurgalı­ lar yukarıda sözünü ettiğimiz derinliklerde barı nabiliyorsa, bu demektir ki milyarlarca kilogram ağırlığında basınca maruz kalıyorlar. O halde ke­ miksi iskeletlerinin direncini ve bu kadar yüksek bir basınca direnen organizmalarının ne denli güçlü olduğunu siz hesaplayın artık!" "Öyleyse bu canlıların tıpkı zırhlı fırkateynler gibi yaklaşık yirmi metrelik metal levhalardan oluşmuş olması gerekir." 46

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Haklısınız Ned. Bir de müthiş bir hızla ilerle­ yen böyle bir kütlenin bir gemi gövdesinde yara­ tabileceği hasarı hayal edin." Ned Land: "Evet . . . aslında . . . kim bilir," diye cevap verdi. Sayılarla kafası karışmıştı ama pes etmek istemi­ yordu. "Şimdi ikna oldunuz mu?" "Beni bir konuda ikna ettiniz; eğer denizin de­ rinliklerinde böyle hayvanlar yaşıyorsa sizin ifa­ de ettiğiniz kadar güçlü olmaları gerekir." "Peki ya böyle hayvanlar yok diyorsanız, dik­ kafalı dostum, Scotia'nın başına gelen kazayı na­ sıl açıklayacaksınız ?" Ned biraz tedirgin bir tavırla: "Bu olaya belki de . . . " dedi. "Hadi ama!" "Çünkü . . . çünkü . . . bu doğru değil!" dedi Kana­ dalı. Farkında olmadan Aroga'nın· meşhur ceva­ bını yinelemişti. Bu yanıt zıpkıncının ne kadar inatçı olduğunu kanıtlıyordu; başka bir şeyi değil. O gün tartışma­ yı daha ileri götürmedim. Scotia kazası yadsına­ mazdı. Geminin gövdesinde bir delik açılmıştı, öyle ki deliği kapamak zorunda kaldılar. Böyle bir deliğin varlığı bundan daha kesin bir şekilde kanıtlanamazdı. Üstelik bu delik durup dururken oluşmamıştı; suyun altındaki kayalar ya da deniz altına yerleştirilmiş düzenekler buna sebep ol­ madığına göre, bunu yapan kesinlikle bir hayva­ nın delici bir uzvuydu. *

François Aroga (1786- 1853) : Fransız gökbilimci, fizikçi, po­ litikacı -ç n. 47

JULES VERNE

Yukarıda saydığımız tüm nedenlerin ışığında düşünürsek, bu hayvanın suda yaşayan omurgalı memeli hayvanlar sınıfına, balık biçimli hayvan­ lar kümesine, son olarak da balinagiller takımın da ait olduğu sonucuna varıyorduk. Bu hayvan, balinagiller takımından ister balina, ister kadır­ gabalığı, ister yunus olsun; hangi familyaya, bu familya içinde hangi türe ait olduğu gibi sorulara gelince, bunlar daha sonra aydınlığa kavuşacak sorulardı. Tüm bunlara cevap verebilmek için bu bilinmeyen hayvanı incelemek, incelemek için yakalamak, yakalamak için zıpkınla avlamak, zıpkınlıkla avlamak için görmek, görmek için de ona rastlamak lazımdı ve tüm bunları yapmak için de bir ekip çalışması gerekiyordu. Bu sonun­ cusu için şansa ihtiyacımız vardı.

48

v

MACERA BAŞLIYOR

Lincoln'ün yolculuğu sırasında bir süre hiçbir olay yaşanmadı. Fakat Ned Land'ın olağanüstü yeteneğini gözler önüne seren ve ona güvenmekte ne kadar haklı olduğumuzu göste­ ren bir hadise meydana geldi. 30 Haziran günü, gemi Falkland Adalan açıkla­ rındayken Amerikalı balina avcılarının gemilerine rastladık. Onların canavardan habersiz olduklarını anladık. Fakat gemilerden birinin, Monroe'nun kap­ tanı, Ned Land'ın gemide olduğunu fark edince gö­ rüş alanı içindeki bir balinayı avlamak için ondan yardım istedi. Kaptan Farragut, Ned Land'ı işini yaparken görmek için sabırsızlanıyordu ve bu yüz­ den onun Monroe'ya binmesine izin verdi. Şans da Kanadalı zıpkıncıdan yana olacak ki, tek darbesiyle bir değil tam iki balina avladı; birini tam kalbinden vurdu, diğerini de birkaç dakika sonra yakaladı. Peşinde olduğumuz denizgergedanı Ned Land ' ın zıpkınıyla karşılaşacak olsa canavarın değil, Ned Land'ın galip geleceğine kesinlikle id­ diaya girerdim. Gemi Amerika'nın güney kıyılarında büyük bir hızla ilerliyordu. 3 Temmuz günü, Macellan Boğa­ zı açıklarındaki Vierges Burnu'ndaydık. Farragut, Abraham

49

JULES VERNE

bu dolambaçlı yoldan gitmek istemedi ve rotasını Horn Burnu'na çevirdi. Mürettebat da Farragut'un bu karannı yerinde buldu. Canavann bu daracık boğazda ortaya çık­ ması mümkün müydü? Tayfaların birçoğu canava­ nn bu boğazdan geçmek için fazla büyük olduğunu ve bu yüzden de orada olmadığını düşünüyordu. Gemi, 6 Temmuz günü, öğleden sonra saat üçe doğru 15 mil güneydeki Horn Burnu'na vardı. Amerika Kıtasının sınırında bulunan bu kaya par­ çasına, bu ıssız adaya Hollandalı denizciler doğ­ dukları şehrin adını vermişlerdi. Daha sonra yö­ nümüzü kuzeydoğuya doğru çevirdik ve bir gün sonra, nihayet Pasifik sularına girdik. Tayfal ar sürekli: "Açın gözünüzü! Gözünüzü dört açın!" diye bağırıyordu. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açıktı zaten. İki bin dolarlık ödülün kamaştırdığı gözler bir saniye bile dinlenemezdi. Gece gündüz denizi inceliyor­ lardı. Niktalopların· karanlıkta görme yetilerinin çok gelişmiş olması, onların canavarı görme şan­ sını yarı yarıya artırıyordu. Bu yüzden ödülü ka­ zanmak için kıyasıya rekabet içindeydiler. Adeta bir yem gibi ortaya atılan para meselesi beni pek ilgilendirmiyordu. Ama yine de denizi gözlemek konusunda gemideki diğerlerinden daha az dikkatli olduğum söylenemezdi. Günde sadece birkaç dakikamı yemeğe, birkaç saatimi de uykuya ayırıyor; yağmura, sıcağa aldırmadan tüm zamanımı gemideki açıklıkta geçiriyordum. *

Niktalop: Gündüz gözleri iyi göremeyen kişi -çn. 50

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

1

···- ·

-

-·-- .

l

---·-

•· ··

Bazen ön güvertedeki küpeşteden eğiliyor, bazen de kıç küpeşte tirizine yaslanıp geminin arkasın­ da bıraktığı beyaz köpüklü suları gözüm alabildi­

ğine inceliyordum. Dalgaların arasında kaprisli bir balinanın mavi siyah sırtını gördüğümde, su baylar ve tayfalarla aynı heyecana kapılıyordum bazen. Geminin açıklığı bir anda kalabalıklaşıyor ve subayların, tayfaların akınına uğruyordu. Her 51

JULES VERNE

biri yüreği ağzında, gözlerini kısıp canavann izini sürüyordu. Ben de neredeyse kör olacak kadar dalıyordum denizi incelemeye. O zaman Conseil, her zamanki gibi duygusuz ve sakin bir sesle: "Beyefendi sağlıklı kalmak istiyorlarsa, göz ­ lerini bu kadar yormamalan onların menfaatine olur," diye tekrarlıyordu. Bu heyecan çoğu zaman boşunaydı! Gemi ro­ tasını değiştirip görüldüğü söylenen hayvanın genelde bu basit bir balina ya da sıradan bir ka­ dırgabalığı oluyordu- peşinden koşuyordu. Hay­ vana gelince, arkasından edilen küfürler eşliğin­ de ortadan kayboluyordu! Fakat zaman aleyhimize işliyordu. Yolculuk en iyi şartlarda geçiyordu. Mevsim Güney Yanm­ kürenin en kötü mevsimiydi. Buranın temmuzu Avrupa'nın ocağıydı ama deniz buna rağmen sa­ kindi ve geniş çapta bir gözleme kolayca imkan veriyordu. Ned Land inatçı kararlığını hala sürdüyordu. Hatta işlerinden arta kalan zamanda denize bak­ mıyordu bile, tabii eğer görünürde bir balina yok­ sa. Ancak onun muhteşem görüş gücü çok işimize yarayabilirdi. Ama inatçı Kanadalı, on iki saatin sekiz saatini bir şeyler okuyarak ya da uyuyarak kamarasında geçiriyordu. Belki yüz kez bu kayıt­ sızlığından ötürü ona serzenişte bulunmuşumdur. "Hiçbir şey yok, Bay Aronnax. Hani canavar mı var ortada? Onu görme şerefine ne zaman erişe­ ceğiz? Sizce de bir mucizenin peşinden koşmuyor muyuz? Bu kayıp yaratığın Pasifik Okyanusu'nun derin sularında görüldüğü söyleniyor. Bunu kabul etmeyi ben de istiyorum; fakat bu olayın üstün52

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

den tam iki ay geçti, herhalde sizin bu canavar aynı yerde uzun süre vakit geçirmeyi pek sevmi­ yor! Yer değiştirme gücü harika değil mi bu hay­ vanın? O halde, siz benden daha iyi bilirsiniz ki, doğada çelişkiler yoktur; doğa yavaş olan bir hay­ vana kullanmayacağı bir yetiyi, yani hızlı hareket edebilme yetisini bahşetmez. Böyle bir yaratık varsa bile, çoktan uzaklaşmıştır buradan!" Buna ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bilin­ meze doğru sürüklendiğimiz kesindi. Fakat başka türlü ilerlemenin yolu neydi? Üstelik çok şansı­ mız da yoktu. Öte yandan hiç kimsenin başarılı olunacağından şüphesi yoktu. Tek bir tayfa bile canavarın varlığı ve en yakın zamanda görüleceği üzerine iddiaya girmekten kaçınmazdı. 20 Temmuzda 105°lik boylamı takip ederek Oğlak Dönencesine vardık ve ayın 27'sinde 1 17°lik boylam üzerinden ilerleyerek Ekvator çizgisini geçtik. Gemi daha sonra rotasını dümdüz doğuya çevirdi ve böylece Pasifik Okyanusu'nun tam or­ tasındaydık. Kaptan Farragut, haklı olarak, hayva­ nın yaklaşmaya çekindiğine inandığı kıtalardan, adalardan uzaklaşıp daha derin sulara gitmeyi planlıyor; "Kuşkusuz buralarda ona yetecek kadar su yok," diye düşünüyordu. Dolayısıyla gemi Po­ linezya, Markiz ve Sandwich açıklarını geçti; 132° boylamı üzerinden ilerleyerek Yengeç Dönencesi­ ne ulaştı ve oradan Çin sularına doğru yöneldi. Nihayet canavarın son vukuatlarına sahne olan sulardaydık. Doğrusunu söylemek gerekirse gemide hayat durmuştu. Yürekler korkuyla çar­ pıyor, amansız anevrizmalara hazırlanıyordu. Tüm mürettebat tarif edilemez bir şekilde baskı 53

JULES VERNE

altındaydı. Ne uyuyor, ne yemek yiyorduk. Gün­ de yaklaşık yirmi kere güvertedeki tayfalardan birinin algı yanılsaması, yanlış hükmü yüzünden katlanılamaz heyecanlar, acılar yaşıyorduk. Bizi hareketsiz bırakan bu aşırı uyarılma hali günde en az yirmi kez tekrarlanıyordu. Aslına bakılırsa bu duruma tepki göstermek­ ten geri kalmadık. Abraham Lincoln tam üç ay, her günü bir asır gibi gelen koskoca üç ay boyunca Pasifik Okyanusu'nun kuzey sularının hemen hemen her metrekaresini dolaşmıştı. Balinaların peşinde, ani dönüşlerle oradan oraya sürüklenen, aniden duran, motoruna zarar vermek pahasına bile olsa buhar gücünü kademe kademe artıran bu gemi, Japonya kıyılarından Amerika'ya kadar denizde incelenmemiş tek bir nokta bırakmamış­ tı. Tıpkı bir çölü andıran ıssız bucaksız bir um­ mandan başka hiçbir şey yoktu ortada! Ne dev canavar, ne deniz altındaki bir ada, ne bir gemi kalıntısı ne de sürekli yer değiştiren bir tuzak! Bu duruma tepki gösterenler oldu. İlkin bir he­ ves kırılması baş gösterdi gemide; bu da gemideki­ leri, canavarın varlığına inanmamaya itti. Üç diz­ yem utançla karışan yedi dizyem öfkeden oluşan yeni bir duygu yayıldı mürettebat arasında. Böyle bir saçmalığa inandığımız için hepimiz aptaldık, ama daha çok öfkeliydik! Bir yıldır ortaya konulan tüm argümanlar çökmüştü; hepimiz uyku ya da yemekten çalınarak aptalca işler için harcanmış bunca zamanın telafi edilemeyeceğini biliyorduk! Sadece insan zihnine özgü bir tutumla çok kolay saf değiştirebiliyorduk. Bir zamanlar bu yolculuğun en çılgın destekçileri olanlar, şimdi 54

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

maalesef en ateşli karşıtlanydı. Gemideki tepki en aşağıdan, gemideki ambarcılardan yukarıya, subaylara kadar yükseldi. Kaptan Farragut diret­ meseydi eğer, gemi çoktan güney burnuna doğru yol alacaktı. Fakat bu anlamsız arayış daha fazla uzama­ malıydı. Başarıya ulaşmak için her şey yapılmış olduğundan, gemiyi ve içindekileri suçlayacak hiçbir şey yoktu. Amerikan filosunun hiçbir mü­ rettebatı bu gemidekilerden daha sabırlı ve istek­ li olamazdı. Bu işteki başarısızlık onlara atfedile­ mezdi. Bu durumda yapılacak tek bir şey vardı: geri dönmek. Gemidekilerin geri dönme isteği Kaptan'a ile­ tildi. Kaptan bu isteği s akin karşıladı. Tayfalar artık memnuniyetsizliklerini saklamıyordu. Ve hizmet etmek onlar için gittikçe külfet haline geliyordu. İsyan demek istemiyorum ama hak­ lı bir direniş sürecinden sonra Kaptan Farragut, daha önce Colombo'nun da yaptığı gibi, üç gün daha sabretmelerini istedi onlardan. Eğer üç gün içinde denizgergedanı ortalarda görünmezse, dü­ menci dümeni döndürecek ve gemi Avrupa sula­ rına doğru yol alacaktı. Bu söz 2 Kasım günü verilmişti. Bu durum il­ kin mürettebatın isteksizliğini ortadan kaldırdı ve onları heveslendirdi. Okyanus yeni bir titizlik­ le gözlemlendi. Herkes adeta tüm hikayenin özeti

gibi duran denize son bir bakış fırlatıyordu. Dür­ bünler hararetli bir şekilde kullanılıyordu. Deniz canavarına karşı en büyük meydan okumaydı bu. Hayvan bu meydan okumaya karşı koymayıp er geç "ortaya çıkacaktı!" 55

JULES VERNE

İki gün geçti. Gemi ağır ağır ilerliyordu. Hay­ vanın oralarda bir yerde olma ihtimalini göz önünde bulundurularak ilgisini çekmek, iştahını kapatmak için bin tane yol denendi. Gemiden de­ nize büyük büyük domuz eti parçaları atılıyordu. Doğrusu köpekbalıklan bu işe bayılmıştı. Gemi durduğu zaman gemideki tüm filika­ lar suya indiriliyor ve geminin dört bir yanında aranmadık hiçbir yer bırakılmıyordu. 4 Kasım akşamı gelip çattığında, denizgergedanı hala ortalarda yoktu. 56

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ertesi gün, yani 5 Kasımda, öğle vakti, veri­ len sözün süresi doluyordu. Sonrasında Kaptan Farragut'un sözüne sadık kalıp rotasını güney­ batıya çevirmesi ve Pasifik Okyanusu'nun kuzey sularını tamamen terk etmesi gerekiyordu. Gemi 31° 15' kuzey enlemi ve 136° 42' doğu boylamındaydı. Japonya topraklan en az iki yüz mil uzağımızda kalmıştı. Yavaş yavaş akşam oluyordu. Saat sekize geliyordu. Ay yeniay duru­ mundaydı ve kocaman bulutların arkasında kal­ mıştı. Deniz, üzerinde süzülen geminin etkisiyle s akince dalgalanıyordu. O esnada, geminin s ancak tarafına yaslan­ mıştım. Conseil yanımda durmuş önüne bakı­ yordu. Çarmıhlarda bekleyen mürettebat gittik­ çe uzaklaşan ve yavaş yavaş kararan ufku sey­ rediyordu. Subaylar gece görüşlü dürbünlerini kuşanmış, gittikçe büyüyen karanlığı didik didik ediyorlardı. Karanlık deniz, iki bulut arasından sızan ay ışığı altında z aman z aman aydınlanı­ yordu. S onra ışığa dair tüm izler karanlıkta kay­ boluyordu. Conseil'e bakarken bu cesur gencin az da olsa gemide hüküm süren havadan etkilendiğini an­ ladım. En azından ben böyle olduğuna inanıyor­ dum. Belki de hayatında ilk kez tüm sinirleri me­ rak duygusuyla gerilmişti. "Haydi Conseil , " dedim , "işte iki bin dolar ka­

zanmak için son şansın." "Beyefendi müsaade ederlerse, bu ödülle hiç ilgilenmediğimi söylemek isterim. Hatta bana ka­ lırsa Birleşik Devletler yüz bin dolar vadetmeliy­ di; bu kadarcık parayla batmazdı." 57

JULES VERNE

"Haklısın Conseil. Her şeyi geçtim, bu çok ap­ talca bir iş ve biz de maalesef bu işin içindeyiz. Boşa harcanmış onca zaman, gereksiz hezeyan­ lar! Altı aydır Fransa' daydık şimdi. .. " "Beyefendinin küçük evinde, onun müzesin­ de ! " diye karşılık verdi Conseil. Ve şöyle devam etti: "Beyefendinin fosillerini şimdiye kadar çoktan sınıflandırmış olurdum! Geyik domuzu da Jardin des Plantes'taki yeni yuvasında olur, başkentin bütün dikkatini üzerine çekerdi! " "Senin de söylediğin gibi Conseil, hiç şüphe yok ki, burada bizle eğleniyorlar! " "Kesinlikle, " dedi Conseil. "Beyefendiyle eğlenenler olacağını düşünüyorum. Öyle değil mi? " "Öyle Conseil, öyle." "Beyefendi bunu hiç hak etmiyor. " "Evet! " "Beyefendi gibi bir bilim adamı olma onuruna sahip olduğunuz zaman . . . " Conseil iltifatını tamamlayamadan sessizliğin içinde bir ses yankılandı. Ned Land'ın sesiydi bu, şöyle bağırıyordu: "İşte orada! Aradığımız o şey! Kuytuda, bize doğru bakan genişlikte ! "

58

VI TAM YOL iLERi •



Bu çığlığı duyan tüm mürettebat, kaptan, su­ baylar, tayfalar, miçolar, hatta makinelerinin başından ayrılan çarkçılar, fırınlarını terk eden ateşçiler, herkes zıpkıncıya doğru koştu. Gemiyi durdurma emri verildi. Fırkateyn aldığı hızın et­ kisiyle ilerlemeye devam ediyordu. Karanlık çok yoğundu. Gözlerinin ne kadar keskin olduğunu bilsem de, Kanadalının bu zifi­ ri karanlıkta nasıl görebildiğini düşünüyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Ned Land yanılmamıştı; eliyle işaret ettiği şeyi hepimiz görmüştük. Abraham Lincoln'den dört yüz metre kadar öte­ de ve sancak kıç tarafında deniz alttan aydınla­ tılmış gibiydi. Bu basit bir ışık değildi; bu konuda yanılıyor olamazdık. Birçok kaptanın raporunda sözünü ettiği yoğun ve açıklanamaz bu ışık, su­ yun birkaç tuvaz· altındaki canavardan geliyordu. Bu muhteşem parlaklığı ancak olağanüstü bir ışık yayma gücüne sahip bir şey saçabilirdi. Bu şeyin ışık saçan kısmı denizin üzerinde devasa bir oval çiziyordu. Deniz yüzeyinde beliren oval şeklin *

Tuvaz (Fr. Toise) : 1949 m'lik bir uzunluk ölçüsü -çn. 59

JULES VERNE

tam ortasında da yansımasını derece derece artı­ ran ocağımsı bir şey vardı. "Bu gördüğümüz şey, fosforlu deniz canlıları­ nın oluşturduğu bir ışık kümesi yalnızca," diye bağırdı subaylardan biri. , "Hayır beyefendi, , dedim kendimden emin bir şekilde. "Yumuşakçalar ya da midyeler böy­ le güçlü bir ışık yayamaz. Gördüğümüz yansıma elektriksel. .. bakın, bakın! Üstelik hareket ediyor! Bir ileri, bir geri hareket ediyor! Ve bize doğru ge­ liyor! " Gemide hep bir ağızdan bir çığlık yükseldi. "Sessiz olun! " dedi Kaptan Farragut. "Dümen rüzgaraltı! Makineler tornistan! " Tayfalar dümene, çarkçılar makinelere doğru hızla koştu. Gemi aniden döndü ve hafifçe iskele tarafına ya tarak yarım daire çizdi. Farragut bu kez : ,, "Dümen sağa! Makineler ileri! diye bağırdı. Tüm emirler yerine getirildi ve fırkateyn ışık saçan bu şeyden hızlıca uzaklaştı. Hayır, yanılıyorum. Uzaklaşmak istedi fakat bu doğaüstü yaratık iki kat hızlanarak ona doğru geliyordu. Heyecandan herkesin nefesi kesilmişti. Bizi hareketsiz ve sessiz bırakan, korkudan çok şaş­ kınlıktı. Canavar oyun oynayarak bize yetişmişti. O sırada on dört düğüm hızla giden fırkateynin etrafında bir tur attı. Canavardan yayılan ışık kümesinin içinde kalmıştık. Sonra arkasında bir ekspres trenin lokomotifinden çıkan buharı an­ dıran, ışıltılı bir kuyruk bırakarak bizden iki üç mil uzaklaştı. Birden hız almak için gittiği ufkun 60

DENiZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

karanlık sınırını aşarak, inanılmaz bir hızla Ab­ raham Lincoin'e doğru saldırıya geçti. Gemiye yir­ mi ayak kala aniden durdu ve ışığı söndü. Hayır, denizin derinliklerine dalmış olamazdı çünkü ışık aşama aşama değil, sanki tükenmiş gibi bir­ den sönüvermişti. Sonra canavar geminin diğer tarafında yeniden göründü. Ya etrafımızdan do­ lanmış ya da altımızdan geçmiş olmalıydı. Bizim için ölümcül sonuçlar doğuracak çarpışma her an meydana gelebilirdi. Bu arad, beni en çok şaşırtan, fırkateynin yap­ tığı manevralardı. Hayvana saldırmıyor, ondan kaçıyordu. Takip etmesi gereken kendisiyken takip ediliyordu. Kaptan Farragut'u gözlemliyor­ dum. Genelde ifadesiz olan yüzünü tarif edilemez bir şaşkınlık sarmıştı. "Bay Aronnax, " dedi, "nasıl bir yaratıkla uğraş­ tığımızı bilmiyorum; ihtiyatsız davranıp gemimi bu karanlığın ortasında riske atmak istemem. Hem bilmediği bir şeye nasıl s aldırır, kendini ona karşı nasıl savunur insan? Gündüz olmasını bek­ leyeceğiz. İşte o zaman roller değişecek." "Peki bu hayvanın türünden hiç mi şüphe et­ miyorsunuz ? " "Hayır, beyefendi. B u kesinlikle dev bir deniz­ gergedanı, hatta elektrikli bir denizgergedanı ! " "Belki de bir gymnotus ya d a torpil balığıdır, ne dersiniz? " diye ekledim. "Aslında," dedi Kaptan, "böylesine olağanüstü bir güce sahip olan bu hayvanın Tanrı'nın dünya üzerinde yarattığı en tehlikeli hayvan olduğundan hiç şüphem yok. Durum buyken, beyefendi, kendi­ mizi korumaya almakta ve beklemekte fayda var." 61

JULES VERNE

Mürettebat bütün gece ayaktaydı. Kimse uyu­ mayı aklından bile geçirmedi. Gemi canavarın hı­ zıyla yanşamayarak hızını normal seyrine getirdi ve öyle ilerlemeye devam etti. Hayvana gelince, o da gemiyi taklit ederek kendini suyun akışına bırakarak sakinleşti; ama savaş meydanını terk etmemekte kararlı görünüyordu. Ancak gece yarısına doğru ortadan kayboldu ya da daha doğru bir ifadeyle, tıpkı büyük bir ateşböceği gibi söndü. Kaçmış mıydı? Kaçtığına üzülmek gerekirdi; onu umut etmek değil. Fakat saat tam bire yedi kala, kulakları sağır eden bir uğultu duyuldu. Bu uğultuyu ancak şiddetle ye­ rinden fırlamış bir su sütunu çıkarabilirdi. Kaptan Farragut, Ned Land ve ben, karanlıkta etrafı iyice kolaçan etmek için güvertedeydik. Kaptan Farragut: "Ned Land," dedi, "balinaların kükrediğini sık sık duyar mısınız ?" "Genelde duyarım," diye cevap verdi, Ned, "ama daha önce hiçbir balina bana iki bin dolar kazandırmadı." "O para sizin hakkınız. Fakat söyleyin bana, bu gürültü deniz hayvanlarının hareket ederken suda çıkardığı gürültü değil mi?" "Öyle beyefendi ama bu ses diğerlerinden kat kat daha güçlü. Bu konuda yanılmıyoruz; burada bizim sularımızda dolanan şey bir deniz memeli­ si. Ve eğer izniniz olursa yarın, gün ağardığında ona iki çift lafım olacak." "Tabii eğer keyfi yerindeyse," diye cevap ver­ dim, söylediğine ikna olmamış bir ses tonuyla. Kanadalı: 62

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Ona dört metrelik zıpkınımla saldıracağım; beni dinlemek zorunda kalacak! " diye atıldı. "Ona saldırmak için emrinize bir balina avcısı vereceğim, " diye söze girdi, Kaptan. "Şüphesiz . " "Peki bu askerlerimin hayatını tehlikeye atma­ yacak mı? " "Ve benimkini de! " diye cevap verdi zıpkıncı. Saat sabahın ikisine doğru ışıklı canavar, Ab­ raham Lincoin'ün beş mil uzağında, rüzgaraltında yeniden göründü. Uzaklığa, rüzgarın ve denizin gürültüsüne rağmen hayvanın muhteşem kuyruk darbelerini, hatta hızlı hızlı nefes alıp verişini bile seçip işitebiliyorduk. Dev hayvan nefes almak için su yüzeyine çıktığında, ciğerlerine dolan ha­ vanın sesi, iki bin beygir gücündeki makinelerin geniş silindirlerinden içeri dolan su buharının se­ sine benziyordu. "Hımın, " diye geçirdim içimden, "koca bir sü­ vari alayı kuvvetindeki bir balina kim bilir nasıl sevimlidir! " Gün ağanncaya dek tetikte bekledik ve sal­ dırı için hazırlandık. İlk iş olarak av için gerekli malzemeleri küpeşteye yerleştirdik. Sonra bir mil mesafeden atış yapabilen silahlan ve en güçlü hayvanları bile öldürücü darbelerle yaralayan patlayıcı topları hazırladık. Ned Land zıpkınını, elindeki korkunç silahı bilemekten çok memnun

görünüyordu. Sab ah s aat altıda gün ağarm aya başladı ve günün ilk ışıklarıyla birlikte denizgergedanının elektrikli yansıması da kayboldu. Saat yedide ortalık tamamen aydınlanmıştı ama ufku yo63

JULES VERNE

ğun bir sis kaplamıştı. En iyi dürbünler bile et­ kisiz kalmıştı. Bu durum hoşnutsuzluk ve öfke doğurdu. Mizana direğine kadar çıktım. Bazı askerler çoktan direğin tepesinde konumlanmıştı. Sis, saat sekizde ağır ağır dalgaların üzerine yayıldı ve sis kümeleri yavaş yavaş dağıldı. Ufuk sisten arındı ve genişledi. Aniden Ned Land'ın sesi duyuldu yine: " O şey orada ! Kıç s ancak tarafında!" diye ba­ ğırdı. Tüm gözler onun işaret ettiği yere doğru çev­ rildi. Orada, geminin bir buçuk mil uzağında, dalga­ ların bir metre altında siyahımsı bir cisim görü­ nüyordu. Şiddetle hareket eden kuyruğu, denizde büyük bir girdap oluşturdu. Hiçbir kuyruğumsu alet suya böylesi bir kuvvetle vuramazdı. Beyaz köpüklü dümen suyu, hayvanın suda dolaştığı yerlere işaret ediyor ve kavisli bir şekil meydana getiriyordu. Abraham Lincoln hayvana yaklaştı. Bu sırada ben de hayvanı rahatça incelemeye koyuldum. Shannon ve Heluetia'nın raporları hayvanın bo­ yutlarını abartılı bir biçimde aktarıyordu. Bana kalırsa o şey yalnızca iki yüz elli ayak uzunluğun­ daydı. Gövdesinin büyüklüğüne gelince, bunu tahmin etmek zordu. Fakat hayvan, üç boyutta da mükemmel şekilde oranlanmış bir bedeni var gibi göründü bana. Ben bu olağanüstü yaratığı gözlemlemekle meşgulken, hayvanın sırtında bulunan delikten su ve buhar karışımı bir su sütunu yükseldi ve 64

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kırk metre yüksekliğe kadar ulaştı. Bu durum, onun nefes alıp verme biçimi hakkında fikir veri­ yordu. Sonunda bu hayvanın omurgalı memeliler sınıfının bir alt sınıfına, yani balık biçimliler sını­ fına ait memeli deniz canlıları grubundan olduğu sonucuna vardım. Ait olduğu familyaya gelince . . . Burada durdum ve daha fazla bir şey söyleyeme­ dim. Bilindiği gibi memeli deniz hayvanları takımı üç familyadan oluşur: balinalar, kadırgabalıkları ve yunuslar. Denizgergedanları bu son familyada yer alır. Her bir familya çok sayıda cinse, türe ve tür de kendi içinde birçok farklı özelliğe göre bö­ lümlere ayrılır. Bu hayvanın familyası, cinsi, türü ve özellikleriyle ilgili bilgilerim henüz eksikti an­ cak Tanrı'nın ve Kaptan Farragut'un yardımıyla sınıflandırma işlemini tamamlayacağımdan hiç şüphem yoktu. Mürettebat sabırsızlıkla Kaptan' dan gelecek emirleri bekliyordu. Kaptan, hayvanı dikkatle gözlemledikten sonra başmakinisti çağırdı. Baş­ makinist koşarak geldi. "İstim yeterli mi?" "Evet, efendim." "Güzel. Ateşi güçlendirin. Tam yol ileri!" Gemidekiler bu emre üç kez "Yaşasın!" diye bağırarak karşılık verdi. Saldırı zamanı gelip çattı. Birkaç saniye sonra havayı geminin iki kazanın­ dan çıkan siyah duman kapladı. Bütün güverte

buhar kazanlarından çıkan alevle kaynadı. Abraham Lincoln, güçlü pervanesinin etkisiyle ileri atıldı ve doğrudan hayvanın üzerine doğru ilerledi. Hayvan geminin kendisine yüz metre ka­ dar yaklaşmasına kayıtsızca müsaade etti. Sonra 65

JULES VERNE

suya dalmadan, gemiyle arasındaki mesafeyi ko­ ruyarak kaçmaya başladı. Bu kovalamaca kırk beş dakika boyunca sürdü. Bu süre içinde fırkateyn, hayvana altı adım bile yaklaşamadı. Bu şekilde ilerlemeye devam ederse ona asla yetişemeyeceği kesindi. Kaptan öfkeyle çenesinin altındaki sakalla oynuyordu. "Ned Land?" diye bağırdı. Ned Land geldi. "Üstat Land," dedi Kaptan, "hala gemideki fili­ kaları suya indirmeyi tavsiye ediyor musunuz ?" "Hayır efendim, çünkü bu hayvan yalnızca ,, kendi isterse yakalanabilir. "O halde ne yapacağız?" "Eğer yapabiliyorsanız, buhar gücünü artırın efendim. Bana gelince, eğer izniniz olursa, cıvad­ rada bekleyip, gemi zıpkın fırlatmak için uygun ,, mesafeye ulaşınca saldıracağım. "Haydi Ned," dedi ve "Başmakinist, basıncı ar­ tır!" diye bağırdı. Ned Land işe koyuldu. Kazanlardaki ateş şimdi daha hararetli bir şekilde yanıyor, pervane daki­ kada kırk üç tur dönüyor ve vanalar buhar pom­ palıyordu. Parakete atılınca, Abraham Lincoln'ün saatte on sekiz mil beş dizyem hıza ulaştığı an­ laşıldı. Ama bu lanet hayvan da saatte on sekiz mil beş dizyem hızla yüzüyordu. Fırkateyn bu hızla, hayvana altı ayak bile yak­ laşamadan bir saat boyunca ilerledi! Amerikan donanmasının en hızlı gemilerinden biri için bu durum çok onur kırıcıydı. Mürettebat arasında 66

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

sağır bir öfke yayılıyordu. Tayfalar kendilerine karşılık vermeye tenezzül etmeyen canavara kü­ fürler ediyordu. Kaptan artık sakalıyla oynamak­ la yetinmiyor, onu yoluyordu. Başmakinist bir kez daha huzura çağrıldı. Kaptan: "Maksimumum basınca ulaştınız mı?" diye sordu. "Evet efendim." "Vanalar ne durumda?" "Altı buçuk atmosfer basıncında." "On atmosfer basıncına ayarlayın." İşte size tipik bir Amerikalı emri. Mississippi Nehri üzerinde zafer kazanmak için bundan daha iyisi yapılamazdı! "Conseil," dedim, yanımdaki cesur uşağıma, "biliyorsun değil mi, belki atlayacağız ?" "Beyefendi nasıl uygun görürlerse," dedi. Harika! İtiraf etmeliyim ki bu durum bir fırsattı ve riske girmekten pek kaçınmıyordum. Vanalar on atmosfer basıncına getirildi. Fı­ rınlar kömürle dolduruldu. Vantilatörlerle ateşe hava üfleniyordu. Geminin hızı artmıştı. Direk­ lerin kökleri çatırdıyordu. Duman burgaçları dar kazanlardan zar zor geçiyordu. Paraketeyi bir kez daha attık. "Pekala. Başdümenci?" diye sordu Kaptan. "On dokuz mil üç dizyem efendim." "Ateşi güçlendirin." Başmakinist bu emre itaat etti. Manometre on atmosfer basıncı gösteriyordu. Fakat bu sırada canavar da ısınmıştı kuşkusuz çünkü hiç zorlan­ madan on dokuz mil üç dizyem hıza ulaştı. 67

JULES VERNE

Ne kovalamaca ama ! Tüm benliğimi kapla­ yan heyecanı anlatmak mümkün değil. Ned Land elinde zıpkınla pusudaydı. Hayvan birçok kez ona yaklaşmamıza izin verdi. Kanadalı: "Yakalıyoruz! Yakalıyoruz!" diye haykırdı. Sonra tam ona vurmak için hazırlandığı sırada hayvan, saatte en az otuz mil gibi bir hızla kaç­ maya başladı. Bir de olanca gücümüzle ilerlerken 68

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

geminin etrafında tur atıp bizimle eğlenmez mi! Kalabalıktan öfkeli bir çığlık yükseldi. Gece yarısı, sabah sekizde olduğumuzdan daha iyi bir durumda sayılmazdık. Kaptan hayvanı yakalamak için bize doğrudan sonuca götürecek yollar denemeye karar verdi. "Ah," dedi, "demek bu hayvan Abraham Lincoln'den daha hızlı gidiyor! Güzel! Bakalım o da bizim gibi top fırlatabiliyor mu! Nişancılar top­ ların başına!" Üst güvertedeki toplar hemen hazırlandı ve nişan alındı. Atış yapıldı fakat top yarım mil öte­ deki hayvanın birkaç adım üzerinden geçti. "Daha isabetli başka bir atış yapın!" diye ba­ ğırdı Kaptan. "Bu şeytanı vurana beş yüz dolar vereceğim!" Gri sakallı, sakin bakışlı, soğuk görünüşlü bir nişancı -yüzü hala gözümün önünde- topun ba­ şına geçti, nişan almak için ayarladı ve çok uzağa fırlattı. Mürettebatın naraları eşliğinde güçlü bir patlama sesi duyuldu. Top hedefini bulmuş, hayvanı vurmuştu ama olması gerektiği gibi değil de, hayvanın yassı de­ risinin üzerinden kayarak, yani denizde yaklaşık iki mil kaybederek. "Ah!" dedi yaşlı nişancı kızarak. "Bu sefil ya­ ratığın gövdesi sanki altı parmak kalınlığında bir zırhla kaplı!" "Lanet yaratık!" diye haykırdı Farragut. Atış yeniden başladı. Kaptan bana doğru ge­ lerek: "Bu hayvanı gemi patlayana kadar takip ede­ ceğim!" dedi. 69

JULES VERNE

,, "Evet, buna hakkınız var! dedim. Hayvanın yorgunluktan bitkin düşeceği dü­ şünülebilir. Sonuçta söz konusu olan buharlı bir makine değil bir canlıydı. Fakat öyle olmadı. Sa­ atler geçti; hayvan tek bir yorgunluk belirtisi bile göstermedi. Ancak canavarla bitmek tükenmek bilmeyen bir kararlılıkla çatışan Abraham Lincoln de övgüyü hak ediyordu. Geminin uğursuz 6 Kasımda gün boyu katettiği mesafe beş yüz kilometreden daha fazlaydı! Gece olmuş, asi okyanusu karanlığıyla örtmüştü. O sırada kovalamacanın sona erdiğine ve bu fantastik hayvanı bir daha asla göremeyeceğimi­ ze inanmıştım. Yanılmışım. Akşam saat on sularında, gemiden üç mil uzakta, rüzgaraltında elektrikli aydınlık yeniden belirdi. En az bir önceki gece kadar yoğun ve saf bir ışıktı bu. Hayvan hareket etmiyor gibiydi. Belki de gün boyu yorulduğu için kendini dalgaların kucağına bırakmış uyuyordu; olamaz mı? Kaptan Farragut, bunun değerlendirilmesi gereken bir fırsat oldu­ ğuna karar verdi. Emirler verdi. Abraham Lİncoln , düşmanını uyandırmamak için temkinli bir şekilde ilerledi. Okyanusun ortasında derin uykuya dalmış bali­ nalara rastlamak ve onları uykuda başarıyla av­ lamak olmayacak şey değildi. Ned Land pek çok balinayı uykusunda yakalamıştı. Ned Land cıvad­ ra bağındaki işinin başına geçti. Gemi gürültü çıkarmadan yaklaştı, hayvana yaklaşık dört yüz metre kala makineler stop edil70

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

di ve gemi akıntıya bırakıldı. Güvertede kimse nefes bile almıyordu. Gemide derin bir sessizlik hakimdi. Hayvanla aramızda yüz ayak bile kal­ mamıştı. Saçtığı ışık gittikçe yoğunlaşıyor ve göz­ lerimizi kamaştırıyordu. O esnada ön güvertedeki küpeşte tirizinden aşağı eğilmiştim. Alt tarafta Ned Land'ı gördüm. Bir elinde bumba palangası, diğerinde korku sa­ çan zıpkını vardı. Hareketsiz duran hayvanla Ned Land arasında yirmi adımdan az bir mesafe vardı. Aniden kolunu havaya kaldırdı ve zıpkını savur­ du. Silahın çıkardığı sesi duydum; sert bir cisme çarpmış gibiydi. Elektrikli ışık birden söndü, iki büyük su sütu­ nu geminin güvertesine hücum etti. Sular bir sel gibi baştan kıça doğru akmaya başladı, adamları devirdi, halatları kopardı. Ardından küpeştenin üst kısmında dehşet ve­ ren bir sarsıntı meydana geldi. Tutunmaya fırsat bulamadan denize düştüm.

71

Vll TÜRÜ BİLİNMEYEN BiR BALINA •



Her ne kadar bu beklenmedik düşüşün etkisiy­ le şaşkına dönsem de duyularım yerindeydi. İlk önce yaklaşık yirmi ayaklık bir derinliğe düştüm. Bu işin en iyileri olan Byron ve Edgar Poe'yla aşık atamayacak olsam da iyi bir yüzücü­ yümdür. Hem bu düşüş yüzünden paniğe kapıl­ mamıştım. İki kulaç beni su yüzüne çıkarmaya yetti. Su yüzüne çıkınca ilk yaptığım şey gemiyi aramak oldu. Mürettebat benim düştüğümü fark etmiş miydi acaba? Yönünü değiştirmiş miydi? Kaptan Farragut denize benim için bir filika in­ dirmiş miydi? Kurtulmayı ummalı mıydım? Karanlık çok yoğundu. Doğu yönüne doğru uzaklaşan ve uzaklaştıkça konum lambaları sö­ nen siyah bir kütle gördüm. Abraham Lincoln'dü bu. O anda mahvolduğumu hissettim. Umutsuzca Abra ham Lincoln ' e doğru yüzerek: "Beni kurtarın ! Beni kurtarın!" diye bağırdım. Giysilerim yüzmeme engel oluyordu. Su onları vücuduma yapıştırmıştı; bu da hareket etmemi güçleştiriyordu. "Batıyorum! Boğuluyorum! Beni kurtarın!" 72

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bunlar son çığlıklarımdı. Sonra ağzım suyla doldu. Debelenerek dibe doğru sürükleniyordum . . . Aniden bir el beni yakaladı; beni zorla su yü­ zeyine çıkardı. Ve bir ses duydum; evet, kulağıma söylenmiş şu sözleri duydum: "Beyefendi omzuma yaslanarak bana yardım ederlerse, daha kolay yüzecektir." Bana uzatılan bu yardım eli sadık uşağım Con­ seil'indi. "Sen!" dedim. "Benim, efendisinin emrindeki Conseil," diye cevap verdi. "Bu sarsıntı seni de mi düşürdü?" "Hayır, öyle olmadı ama beyefendiye hizmet ettiğim için onu takip ettim." Bu delikanlıya göre yaptığı şey oldukça doğaldı! "Ya gemi?" diye sordum. "Gemi!" dedi Conseil arkasına doğru dönerek. "Beyefendi gemiden umudu kesse, daha iyi eder diye düşünüyorum. " "Yani?" "Denize düşerken dümencilerin 'Pervane ve dümen kırıldı. . . ' diye bağırdıklarını işittim." "Kınldı mı?" "Evet, canavarın dişi kırmış olmalı onları. Sa­ nırım Abraham Linco1n'ün aldığı hasar bundan ibaret. Fakat bizim için kötü olan şey, gemi artık artık dümen dinlemiyor. " "Öyleyse mahvolduk!" Conseil bütün sakinliğiyle: "Belki de," diye cevap verdi. "Ancak yine de önümüzde birkaç saat var ve bu süre içinde pekala da bir şeyler yapabiliriz." 73

JULES VERNE

Conseil'in soğukkanlı duruşu beni kendime getirdi. Daha güçlü şekilde yüzüyordum; fakat kurşun gibi ağır giysilerim beni rahatsız ediyor ve su yüzeyinde kalmakta zorlanıyordum. Conseil bunu fark etmiş olacak ki: "Beyefendi kendilerini giysilerinden kurtar­ mama müsaade ederler mi?" diye sordu.Elinde­ ki bıçakla giysilerimi bir çırpıda kesti. Sonra beni onlardan hızlıca kurtardı. O sırada ben ikimizin yerine de yüzüyordum. Ben de aynı şeyi onun için yaptım ve tıpkı iki gemi gibi yan yana seyretmeye başladık. Fakat düştüğüm durum oldukça korkunçtu. Kaybolduğumuzu belki fark etmemiş, belki de fark etmişlerdi; ama zaten bunun farkında olsa­ lar bile rüzgara karşı ilerleyerek bize ulaşamaz­ lardı. Tek kurtuluşumuz gemiden indirilecek fı ­ likalardı. Conseil bu ihtimali soğukkanlı bir şekilde de­ ğerlendirdi ve nihayetinde bir plan yaptı. Olacak şey değil! Bu ağırkanlı çocuk denizde sanki evin­ deymiş gibi davranıyordu! Tek kurtuluşumuzun Abraham Lincoln'ün fili­ kalarının gelip bizi alması olduğuna ikna olmuş­ tuk. Bu yüzden onları olabildiğince uzun süre bek­ leyecek şekilde organize olmalıydık. İkimizin de gücü aynı anda tükenmesin diye gücümüzü sıray­ la kullanmayı önerdim; ikimizden biri ayaklarını uzatıp kollarını da iki yana açarak sırtüstü uzan­ mış, hareketsiz dururken diğeri yüzecek ve onu ileri doğru itecekti. İtme işi on dakikadan uzun sürmeyecekti. Böyle ilerlersek, birkaç s aat boyun­ ca, belki de gün ağarana kadar yüzebilirdik. 74

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ne kurtuluş ama! Fakat insanın yüreğine umut tohumlan ekilmiş bir kere ! Üstelik iki kişiydik. Saçma görünebilir ama hayal kurmaktan vazge­ çip umutsuzluğa düşersem hiçbir zaman kurtu­ lamayacağıma inanmıştım! Canavar gemiye akşam saat on bire doğru çarp­ mıştı. Bu durumda gün doğana kadar sekiz saat­ ten fazla yüzmemiz gerekecekti. Eğer gücümüzü paylaştırarak ilerlersek başanya ulaşabilirdik. De75

JULES VERNE

niz sakindi ve bizi pek yormuyordu. Zaman za­ man üzerinde bizim hareketlerimizin oluşturduğu ışıktan başka bir ışık kınntısı bulunmayan karan­ lık denizde etrafı kolaçan ediyor, elimin üzerinde kınlan ışık dalgalanna bakıyordum. Suyun yüzeyi kurşuni mor pullarla hareleniyordu. Cıva banyo­ sunun içinde yüzüyorduk desem yanlış olmaz. Sabah saat bire doğru çok yorulmuştum. Bütün uzuvlarım şiddetli kramplar yüzünden kaskatı kesilmişti. Conseil bana yardım ediyordu; ikimi­ zin de kurtuluşunun yükü onun omuzlarındaydı. Bir süre sonra bu zavallı gencin nefes nefese kal­ dığını fark ettim. Nefes alıp verişi sıklaşmıştı. Bu şekilde daha fazla dayanamayacağını anladım. "Bırak beni! Bırak!" dedim. "Beyefendiyi bırakmak mı? Asla! Ondan önce batmaya razıyım." O sırada rüzgarın doğuya doğru sürüklediği büyük bir bulutun arkasından ay göründü. Deni­ zin yüzeyi ay ışığının etkisiyle aydınlandı. Bu ışık gücümüzü yerine getirdi. Başımı kaldırdım. Ba­ kışlarımı ufkun her köşesinde gezdirdim. Gemi­ yi gördüm. Bizden beş mil ötedeydi; zar zor fark edilen karanlık bir kütle gibiydi. Fakat etrafta tek bir filika bile yoktu! Bağırmak istedim. Fakat bu kadar uzaktayken bu ne işe yarardı ki! Ağzımdan tek bir ses bile çık­ madı. Conseil birkaç kelime mırıldanıyordu. Bir­ kaç kez şu sözleri tekrar ettiğini duydum: "Kurtarın bizi! Kurtarın bizi!" Bir an için tamamen hareketsiz kaldık. Çünkü bir ses duyar gibi olduk. Sanki birileri Conseil'in çığlığına karşılık vermişti. 76

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Duydun mu Conseil?" diye mırıldandım. "Evet! Evet! " Conseil bir kez daha umutsuz bir çığlık attı. Bu kez yanılıyor olamazdık! Bir insan sesi bizim sesimize karşılık vermişti! Denizin ortasında terk edilmiş başka bir zavallının, geminin başına ge­ len felaketin kurbanlarından birinin sesi miydi bu işittiğimiz ? Yoksa geminin fılikalanndan biri karanlıkta bizi aramaya mı çıkmıştı? Conseil, omzumun üzerine çıkarak etrafı gör­ mek için olağanüstü bir çaba sarf etti. O sırada ben de son gücümle dayanmaya çalışıyordum. Conseil yarı beline kadar suyun üstüne çıktıktan sonra kuvveti kesilerek yeniden suya düştü. "Ne gördün? " "Şeyi gördüm . . . şeyi . . . fakat ses çıkarmayalım . . . ve tüm gücümüzü toplayalım . . . " Ne görmüştü? Neden bilmiyorum ama aklıma ilk gelen canavardı! Fakat o ses ? Devir balinaların karnında yaşayan Yunus peygamberlerin devri değildi! Bu sırada Conseil beni taşımaya devam edi­ yordu. Bazen kafasını kaldırıyor, ileriye bakıyor ve yardım çığlığı atıyordu. Conseil'in bu çığlığı­ na giderek daha yakından gelen bir ses karşılık verdi. Sesi güç bela duydum. Gücüm tükenmiş­ ti. Parmaklarım titriyordu; ağzım suya batmasın diye elimle onu kapatamıyordum artık; suyla

dolmuştu. Soğuk da bütün vücudumu sarmıştı. Kafamı son bir kez daha yukarı kaldırdım, sonra suya gömüldüm. O esnada sert bir cisme çarptım. Bir şey beni sıkıştırmıştı. Sonra yukarı, su yüzüne doğru çe77

JULES VERNE

kildiğimi hissettim. Ciğerlerime dolan su boşaldı ve bayılmışım . . . Vücudumu sarsan kuvvetli masajlar sayesinde hemen kendime gelmiştim. Gözlerimi araladım . . . "Conseil ! " diye sayıkladım. "Beyefendi bana mı seslendiler? " diye karşılık verdi. Ayın ufka doğru yaydığı ışık sayesinde karşım­ daki kişinin Conseil olmadığını anladım ve onu hemen tanıdım. "Ned! " diye bağırdım. "Ta kendisi beyefendi, ödül peşinde koşan Ned! " dedi Kanadalı. "Siz de geminin aldığı darbe yüzünden mi suya düştünüz ? " "Evet, Profesör. Fakat sizden daha şanslıyım çünkü düşer düşmez gezici bir adanın üzerinde buldum kendimi. " "Ada mı? " "Daha doğrusu bizim dev denizgergedanı." "Haydi anlatın, Ned." "Zıpkınımın neden ona zarar vermeyip derisi üzerinde köreldiğini nihayet anladım." "Nedenmiş peki Ned? " "Çünkü bu hayvan çelik bir levhadan yapılmış Profesör! " Burada kafamı toparlamam, hatıralarımı can­ landırmam ve tüm savlarımı gözden geçirmem gerekiyordu. Kanadalının son sözleri zihnimde müthiş bir aydınlanma yarattı. Bizi batıran yansı suya bat­ mış bu nesnenin ya da varlığın tepesinde aceleyle ayağa kalktım. Ayağımın altındaki o şeyi hissede78

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

biliyordum; sert, nüfuz edilmez bir cisimdi; bü­ yük deniz memelilerinin yumuşak bedenlerinden tamamen farklıydı. Fakat bu sert cisim, çok eski çağlarda yaşayan hayvanlarınkine benzer kemiksi bir kabuk da olabilirdi. O zaman bu canavarı kaplumbağalar ya da Amerikan timsahları gibi hem suda hem karada yaşayan sürüngenler arasında sınıflan­ dırmak lazımdı. Ama yok! Üzerinde durduğum bu şey pürüz­ süz ve cilalanmıştı. Gemiye çarptığında metal sesi çıkarmıştı. Her ne kadar inanılmaz görünse de, bu şey cıvatalarla birbirine tutturulmuş lev­ halardan oluşuyordu. Bilim çevrelerini kasıp kavuran, iki yarımkü­ reden de denizcilerin hayal güçlerini allak bullak eden hayvan, canavar, doğal oluşum, her neyse, çok daha olağanüstü ve şaşırtıcı bir şeydi: insan elinden çıkmış bir şey. Buna şüphe yoktu! En efsanevi, en mitolojik yaratığın keşfi bile beni bu denli şaşırtmazdı. Çünkü mucizevi olan her şey Tanrı'dan kaynaklanırdı; bu basit bir for­ müldü. Fakat imkansızın birdenbire, hem de in­ san elinden çıkmış bir şekilde karşında durması, zihinleri allak bullak eden bir şeydi! Yine de kuşkuya yer yoktu. Görebildiğim kada­ rıyla çelikten dev bir balık biçimi verilmiş bir tür denizaltının sırtındaydık. Nitekim Ned Land'ın

düşüncesi de bu yöndeydi. Aslında Conseil ve ben bu konuda tam bir karara varamamıştık. "Peki öyleyse," dedim, "bu şeyin bir tür ha­ reket mekanizması ve manevra yapmak için de mürettebatı olması gerekmez mi?" 79

JULES VERNE

"Kesinlikle," diye cevap verdi zıpkıncı, "fakat üç saattir üzerinde olmama rağmen bu şey hiçbir yaşam belirtisi göstermedi." "Hiç ilerlemedi mi?" "Hayır, Bay Aronnax. Kendini dalgalara bıra­ karak sallandı durdu, ama yerinden hiç kıpırda­ madı." "Ama biz onun müthiş bir hıza sahip olduğu­ nu biliyoruz. Bu hızı üretmek için bir makineye ve bu makineyi idare edecek birine ihtiyaç olduğuna göre, kurtulduk demektir." Ned Land ihtiyatlı bir ses tonuyla: "Hımın . . . " dedi. O anda pervaneli bu garip aracın arka tara­ fında sanki beni haklı çıkarırcasına bir kaynama meydana geldi. Sonra araç hareket etmeye baş­ ladı. Su yüzeyinden yalnızca seksen santimetre kadar yükseğe çıkan bu şeyin en üst kısmına çık­ mak için zar zor zaman bulabildik. Neyse ki hızlı gitmiyordu o sırada. "Yoluna dümdüz devam ettiği sürece, söyle­ yecek bir şeyim yok," diye mırıldandı Ned Land. "Ama suya dalma hevesine kapılırsa, postumuza on para veren bile olmaz." Başka bir şey söylemedi. Derhal bu makinenin içindekilerle iletişim kurmak gerekiyordu. Maki­ nenin yüzeyinde bir açıklık, bir panel, teknik ta­ birle bir "giriş deliği" arıyordum ancak levhaları birbirine bağlayan yerdeki cıvataların oluşturdu­ ğu çizgiler oldukça muntazamdı. Üstelik ay da kaybolmuştu. Derin bir karanlı­ ğa gömülmüştük. Bu denizaltının içine girmenin yollarını aramak için sab ahı beklemek lazımdı. 80

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kurtuluşumuz makineye yön veren gizemli dümencilerin keyfine kalmıştı. Eğer suyun altına dalarlarsa, işimiz biterdi! Bu ihtimali bir kenara koyarsak, onlarla iletişime geçme imkanından şüphem yoktu. Havayı içeride üretmiyorlarsa, hava moleküllerinin tedariki için zaman zaman su yüzüne çıkmaları gerekecekti. O halde bu ge­ minin havayla temasını sağlayacak bir açıklık ol­ malıydı mutlaka. Kaptan Farragut'un gelip bizi kurtarma ihti­ maline gelince, bundan tamamen vazgeçmek en iyisiydi. Batıya doğru ilerliyorduk ve hızımız saat­ te on iki mile kadar ulaşıyordu. Pervane matema­ tiksel bir düzen içinde dalgalara çarpıyor, deniz suyunu oldukça yükseğe fışkırtıyordu. Sabah saat dörde doğru aracın hızı arttı. Bu baş döndüren alıştırmaya güçlükle karşı koya­ biliyorduk. Neyse ki Ned tam da elinin altında, botun sırt tarafının üst kısmına perçinlenmiş geniş bir tutacak buldu, hepimiz ona sıkıca tu­ tunduk. Sonunda bu uzun gece bitti. Hafızam o gece yaşananların hepsini hatırlamaya yetmiyor. Ak­ lımda tek bir detay kalmış: denizin ve rüzgarın uğultuları arasında, zaman zaman uzaklardan gelen ahenkli seslerin meydana getirdiği har­ moniyi duyduğumu sanmıştım. Tüm dünyanın peşine düşüp aradığı denizaltının sırn neydi? Bu

ilginç araçta kimler vardı? Ne tür bir alet onun böylesine hızlı olmasını sağlıyordu? Gün doğdu. Sabah sisi etrafı kaplamıştı ama yavaş yavaş ortadan kayboluyordu. Makinenin üst kısmına doğru bir tür yatay platform hali81

JULES VERNE

ni alan gövdesini incelemeye koyuldum. Tam o sırada geminin yavaş yavaş suya daldığını his­ settim. "Hey lanet insanlar!" diye haykırdı Ned, aya­ ğıyla çelik levhaya vurarak. "Pek misafirperver değilsiniz anlaşılan. Açın kapağı!" Pervanenin kulakları sağır eden gürültüsü ara­ sında sesini duyurmak oldukça zordu. Allahtan deniz altına dalma manevrası durdu. Birdenbire gemi içindeki teçhizatın sesi duyul­ du. Bir plak yukarı kaldırıldı, bir adam göründü, garip bir çığlık atarak hemen kayboldu. Birkaç saniye sonra, yüzleri örtülü sekiz adam sessizce belirdi ve bizi bu olağanüstü makinenin içine sürükledi.

82

VllI MOBILIS iN MOBiLE

Müthiş bir gürültü çıkararak meydana gelen plak kaldırma hareketi, Ned, Conseil ve ben ne olduğunu anlamaya fırsat bile bulamadan ışık hı­ zıyla sona erdi. O ikisinin hareketli bir hapishane içine alındıklarında ne hissettiğini bilemem ama kendi adıma tüm vücudumu bir titremenin kap­ ladığını söyleyebilirim. Neyle karşı karşıyaydık? Belki de denizden diledikleri gibi faydalanmak niyetinde olan hiç bilmediğimiz türden korsan­ lardı bunlar. Ağır kapak birden kapandı ve derin bir karan­ lık çöktü üzerime. Dışardaki ışıktan kamaşmış gözlerim hiçbir şey görmüyordu. Çıplak ayakları­ mın demir bir merdivenin basamaklarından indi­ ğini hissettim. Ned Land ve Conseil de beni takip ediyorlardı. Merdivenin bittiği yerde bir kapı gı­ cırdayarak üzerimize açılıp kapanıyordu. Yalnızdık. Ama nerede ? Bunu söyleyemezdim fakat belki tahmin edebilirdim. Her şey simsiyah­

tı; zifiri bir karanlık vardı. Birkaç dakika sonra, gecenin kör karanlığında dolaşan belirsiz tek bir parıltı bile göremiyordu gözlerim. Ned Land, böyle bir şeye maruz kaldığı için si­ nirliydi. Öfkesine hakim olamayarak: 83

JULES VERNE

"Şeytanlar! Misafirperverlikte Kaledonları bile geride bırakan sizler! Eminim siz de onlar gibi yamyamsınızdır! Buna şaşırmam; ama şunu bilin ki size karşı koyduğum sürece beni asla yiyemez­ siniz !" diye bağırdı. "Sakin olun, Ned. Sakin olun," diye araya girdi Conseil sakin bir tavırla. "Zamanından önce or­ taya atılmayın. Henüz tavanın içine atılmadık!" "Evet tavaya atılmadık ama fırına atılacağımı­ za şüphe yok! Etraf çok karanlık. Neyse ki av bıça­ ğım yanımda ve onu her an kullanabilecek kadar iyi görüyorum. Bu haydutlardan hangisi bana do­ kunmaya kalkarsa ... "Sinirlenmeyin diyorum, Ned. Gereksiz öfkeye kapılmayın. Onların bizi dinlemediği ne malum! İlk önce nerede olduğumuzu anlamaya çalışalım!" El yordamıyla ilerledim. Beş adım sonra birbi­ rine perçinlenmiş levhalardan oluşan demir bir duvara rastladım. Sonra geri döndüm, tahta bir masaya çarptım. Masanın yanında çok sayıda ta­ bure vardı. Bu hapishanenin zemini ayak sesle­ rinin gürültüsünü azaltmak için hasır bir örtüyle kaplanmıştı. Duvarlarda ne bir kapı ne de bir pen­ cere izi vardı. Conseil benim gittiğim yönün tersi yönde hareket ederek bana katıldı. Sonra oda­ nın ortasına geri geldik. Bulunduğumuz yer yir­ mi adım uzunluğunda, on adım genişliğindeydi. Yüksekliğine gelince, uzun boyuna rağmen Ned Land onu ölçemedi. Durumda hiçbir değişiklik olmadan tam yarım saat geçmişti ki, gözlerimiz zifiri karanlıktan bir­ den güçlü bir ışığa geçti. Hapishanemiz aniden aydınlandı. İçeriye oldukça güçlü bir ışığın doldu"

84

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ğunu söylemek daha doğru olur. Işık öylesine güçlüydü ki, gözlerim en başta bu ışığa bakmaya dayanamadı. Denizaltının etrafında fosforlu bir etki meydana getiren bu elektriksel ışığın beyaz­ lığı, yoğunluğu bana çok tanıdıktı. Gözlerimi is­ temsizce kapattıktan sonra yeniden açtım ve ışı­ ğın kamaranın üst bölümündeki buzlu camdan yapılmış bir küreden yansıdığını anladım.

85

JULES VERNE

Ned Land elinde tuttuğu zıpkınını kendini ko­ rumak için havaya kaldırarak: "Nihayet! Şimdi daha iyi görüyoruz ! " diye ba­ ğırdı. "Evet," dedim, "fakat durumumuz hala gize­ mini koruyor." "Beyefendi s abırlı olsunlar," dedi ağırkanlı uşağım Conseil. Odanın aniden aydınlanmasıyla birlikte etra­ fımdaki detayları inceleme fırsatı buldum. Odada bir masa ve beş tabureden başka bir şey yoktu. Görünmez kapı hava geçirmiyor olmalıydı. Hiçbir ses işitmiyorduk. Bu aracın içindeki herkes ölü gibiydi. Bu şey ilerliyor muydu, okyanusun yü­ zeyinde mi gidiyordu yoksa derinliklerinde mi? Bunu tahmin edemiyordum. Fakat ışıklı küre sebepsiz yere yanmış ola­ mazdı. Gemideki mürettebatın kendilerini gös ­ termekte geç kalmayacaklarını düşünüyordum. İnsanları unutmak istediğimizde, onları içine at­ tığımız zindanları aydınlatmamız gerekmez. Yanılmamıştım. Bir kilit sesi duyuldu, kapı açıldı ve iki adam göründü. Birinin boyu kısaydı. Kuvvetli kasları, sağlam uzuvları, güçlü bir kafası vardı. Siyah s açları salıktı. Bıyıkları gür, bakışları keskindi. Duruşu Fransa'nın güneyinde yaşayan halklara özgü güneyli c anlılığının izlerini taşıyordu. Diderof insan davranışlarının metaforik olduğunu id­ dia etmekte haklıydı. Bu küçük adam bunun en canlı kanıtıydı. Anadilinde konuştuğunda etrafa *

Denis Diderot {1713-1784): Fransız düşünür ve yazar -çn. 86

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kişileştirmeler, mecazlar s avuruyormuş gibi bir havası vardı. Gerçi hiçbir z aman bu düşüncemi doğrulama şansını elde edemedim çünkü bu adam benim önümde hep tuhaf ve anlaşılmaz bir dil kullandı. Bu adamlardan ikincisi ayrıntılı bir tasviri hak ediyordu gerçekten. Gratiolet'nin· ya da Engel'in·· bir öğrencisi görünüşüne bakıp adamın tüm ha­ yatını açık bir kitap gibi okuyabilirdi. Ben de bu adamla ilgili hiç tereddütsüz şunları söyleyebilir­ dim: bir kere kendine güveniyordu; çünkü kafası­ nı omuzlarının çizdiği yay üzerinde dimdik tutu­ yordu, siyah gözleri özgüvenle bakıyordu. Sakin­ di; çünkü derisi canlı değil solgun bir renkteydi. Bu durum kanının sakin aktığına işaret ediyordu. Enerjikti; kaş kaslarının hızlı hareketi bunu ele veriyordu. Ve son olarak cesurdu; derin nefes alıp veriyor oluşu ciğerlerinde hayati bir büyümeye işaret ediyordu. Bütün bunlara onun gururlu biri olduğunu da eklemem gerek. Sabit ve sakin bakışları, taşıdığı üstün fikirlerin bir tür yansımasıydı sanki. Vü­ cut dilinin ve yüz ifadesinin işaret ettiği tüm bu özellikler bir araya gelip harmanlanınca, fizyono­ mistlerin de gözlemlerine dayanarak, bu adamın aynı zamanda açık yürekli biri olduğunu ekleme­ den edemeyeceğim. Görünüşü istemsiz bir şekilde içimi rahatlat­ mıştı. Görüşmemizin iyi geçeceğini önceden kes­ tirebiliyordum. * **

L. Pierre Gratiolet (1815- 1865): Fransız fizyolog-çn. Jean-Jacques Engel (1741-1802): Alman yazar -çn. 87

JULES VERNE

Tam olarak kestiremesem de adamın yaşının otuz beş-elli arasında olduğunu tahmin ediyor­ dum. Uzun boyluydu. Geniş bir alnı, düz bir bur­ nu ve belirgin hatları olan bir ağzı vardı. Dişleri inci gibiydi. Elleri ince ve uzundu, şirognomonr *

Şirognomoni: Yunanca kheir "el" ve gnômai "bilmek" söz­ cüklerinden türetilmiş; ruhsal yapıyı el biçimlerinden ha­ reketle açıklayan bir bilim dalıdır -çn. 88

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

sanatının bir ifadesiyle söyleyecek olursam, el­ leri "tılsımlı"ydı, yani üstün ve tutkulu bir ruha hizmet etmek için yaratılmış gibiydi. Bu adam kesinlikle benim bugüne kadar karşılaştığım ins anlar arasında en hayranlık verici olanıydı. Onunla ilgili dikkat çeken bir diğer ayrı�tı ise gözleriydi. Biraz aralık olan gözleri bir bakışta ufkun dörtte birini aynı anda görebilirdi. Daha sonraları tasvip etme olanağı bulduğum görme yetisi Ned Land'ınkinden bile daha üstündü. Gözlerini bir nesneye diktiğinde kaş çizgileri büzüşüyor, göz kapakları s adece göz bebekleri­ ni açıkta bırakacak ve böylece görüş alanını kü­ çültecek şekilde kapanıyordu. Böyle bakıyordu! Ama ne bakış ! Sanki uzaktaki küçük nesneleri büyütüyordu! Adeta ruhunuza kadar nüfuz edi­ yordu baktığında! Bize s aydam görünen su taba­ kalarını delip geçiyor, denizin derinliklerini oku­ yabiliyordu! Bu iki adam susamuru kürkünden yapılmış bir bere takmış, fok derisinden botlar giymişti. Vücutlarını boydan boya örten ve hareket etme­ lerini kolaylaştıracak türden özel kıyafetler vardı Üzerlerinde. Uzun boylu olanı -geminin komutanı olduğu her halinden belli oluyordu- tek kelime bile et­ meden büyük bir dikkatle bizi inceliyordu. Son­ ra yanındaki adama dönerek anlayamadığım bir dilde konuştu. Ahenkli, akıcı bir şiveydi bu. Sesli harfler çok değişik şekilde vurgulanıyordu. Diğer adam komutanın söylediklerine kafasını sallayarak ve anlaşılmaz bir iki kelimeyle karşılık verdi. Sonra bakışları doğrudan bana çevrildi. 89

JULES VERNE

Fransızca olarak söylediklerinden hiçbir şey an­ lamadığımı söyledim ama beni anlamamış gibi gö­ rünüyordu. Durum gittikçe can sıkıcı bir hal aldı. "Beyefendi onlara hikayemizi anlatsınlar. Bu beyler belki de birkaç kelime anlayacaklardır," dedi Conseil. Sözlerimin her hecesini vurgulayarak ve tek bir detayı bile atlamadan başımıza gelenleri an­ latmaya başladım. İsimlerimizi ve mesleklerimi­ zi söyledim; yani sırasıyla Professör Aronnax'ı, onun uşağı Conseil'i ve zıpkın üstadı Ned Land'ı takdim ettim onlara. Yumuşak ve sakin bakışlı adam beni sakin bir tavırla, hatta nazikçe ve büyük bir dikkatle dinle­ di. Fakat yüz ve vücut ifadesinde beni anladığına dair tek bir belirti bile yoktu. Sözümü bitirdiğim­ de tek kelime etmedi. Geriye bir tek İngilizce konuşmayı dene­ mek kalmıştı. Daha evrensel olan bu dili konu­ şarak anlaşabilirdik belki de. İngilizceyi, tıpkı Almanca'yı olduğu gibi akıcı bir okuma yapabi­ lecek kadar biliyordum; düzgünce konuşacak kadar değil. Oysa burada önemli olan şey daha ziyade anlaşılabilmekti. "Haydi," dedim zıpkıncıya, "sıra sizde Land. Bir Anglosakson'un her daim konuşabildiği mükem­ mel İngilizcenizi çıkarın çantanızdan ve benden daha şanslı olmaya gayret edin." Ned, ısrar beklemeden benim neredeyse bitir­ miş olduğum hikayeyi baştan anlatmaya başladı. Anlatılan hikaye temelde aynıydı; fakat biçimi değişmişti. Kanadalı, kişiliğine uygun olarak an­ latısına ufak canlandırmalar katıyordu. Hiddetle 90

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

insan haklarına aykırı bir şekilde burada tutuldu­ ğumuzdan yakınıyor; hangi hakla bunu yaptık­ larını soruyor, habeas corpus 'tan* söz ediyor, onu haksız yere burada alıkoyanların peşini bırakma makla tehdit ediyor, çabalıyor, el kol hareketleri yapıyor, bağırıyordu. Konuşmanın sonunda da açlıktan neredeyse öleceğimizi anlatmak için bir­ takım jestler yaptı. Evet, bu tamamen doğruydu; açlıktan ölüyor­ duk ama bunu neredeyse unutmuştuk. Zıpkıncının kendisi de şaşkınlık içindeydi. Öyle görünüyordu ki, benim anlattıklarımdan daha anlaşılır şeyler anlatmamıştı. Ziyaretçileri­ miz kılını bile kıpırdatmadı. Ne Arago'nun ne de Faraday'in.. dilini bilmedikleri aşikardı. Tüm filolojik bilgilerimizi tükettikten sonra kendimi sıkışmış hissediyordum ve ne yapmam gerektiği bilmiyordum. O sırada Conseil: "Beyefendi izin verirlerse, ben de hikayeyi Al­ manca anlatayım." "Nasıl? Sen Almanca biliyor musun?" diye ba­ ğırdım. "Bir Flaman kadar," dedi. "Eğer hoşunuza git, mezse . . . "Aksine memnun olurum. Hadi oğlum, anlat." Conseil, sakin ses tonuyla hikayemizin farklı farklı kısımlarını üçüncü kez anlattı. Fakat anlatı­ cının mükemmel aksanına ve şık geçişlerine rağ­ men Alman dili de bu konuda başarıya ulaşamadı. ,

*

**

Habeas Corpus: Latince "Bedenine sahip ol" anlamına ge­ lir. İngiliz vatandaşlarının kişisel özgürlüğünü garanti al­ tına alan ünlü kanundur -çn. Michael Faraday (1791- 1867): İ ngiliz kimyacı ve fizikçi -çn. 91

JULES VERNE

Sonunda daha da ileri gittim ve okuldaki ders­ lerden kalma bir Latinceyle maceramızı bir de La­ tince anlatmaya yeltendim. Cicero söylediklerimi işitse kulaklarını tıkar, beni mutfağa yollardı ama aslında bu işin üstesinden gelmiştim. Ama nafile, sonuç yine olumsuzdu. Kesinlikle beyhude bir girişim olan Latince konuşmadan sonra iki adam birbirlerine anla­ şılmaz birkaç şey s öylediler ve bizi rahatlatmak için dünyanın bütün ülkelerinde kabul görmüş j estlerden birini bile yapmadan gittiler. Kapı ye­ niden kapandı. "Bu bir kepazelik!" diye bağırdı Ned Land. Bel­ ki yirmi kezdir söylüyordu bunu. "Nasıl olur! Bu canilerle Fransızca, İngilizce, Almanca, Latince konuştuk; içlerinde cevap verme nezaketini gös­ terecek tek bir adam yok! " "Sakin olun, " dedim çılgına dönmüş zıpkıncı­ ya, "öfke hiçbir işe yaramaz." "Fakat biliyorsunuz Profesör, bu demir kafesin içinde açlıktan öleceğiz ! " "Hıh ! " dedi Conseil, "Uzun süre dayanabiliriz. " "Arkadaşlar, umutsuzluğa kapılmayın, " de­ dim. "Bundan daha kötü şeyler geldi başımıza. Bu geminin kaptanına ve mürettebatına dair fikir yürütebilmek için biraz düşünelim." "Benim düşüncem belli , bunlar tam bir cani. .. " diye atıldı Ned Land. "Güzel! Peki hangi ülkeden geliyorlar?" "Canilerin ülkesinden! " "Cesur Ned , dünya haritası üzerinde henüz böyle bir ülke işaretlenmedi. Ve ben bu iki ada­ mın hangi milletten olduklarını anlamanın zor 92

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

olduğunu düşünüyorum ! Ne İngiliz ne Fransız ne de Almanlar; tüm söyleyebileceğimiz bu. Ancak içimden bir ses kaptanın ve yanındakinin daha aşağı enlemlerde doğduğunu söylüyor. Onlarda güneyli havası var. Fakat İspanyol mu Türk mü, Arap ya da Hint mi oldukları konusunda görü­ nüşlerine bakarak karar vermek zor. Konuştukla­ rı dile gelince, benim için tamamen anlaşılmaz." Conseil: "İşte tüm dilleri bilmiyor olmanın hoşnutsuz­ luğu ya da aynı dili konuşmuyor olmanın deza­ vantajı! " diye karşılık verdi. "Aynı dili konuşuyor olsak da bu hiçbir işe ya­ ramazdı! Görmüyor musunuz bu adamların ken­ dilerine has bir dili var, onlardan akşam yemeği isteyen cesur insanları umutsuzluğa düşürmek için icat ettikleri bir dil! Yeryüzündeki tüm ül­ kelerde ağzını açmak, çeneyi hareket ettirmek, dudaklarını ve dişlerini birbirine vurmak anla­ mını herkesin bildiği şeyler değil mi? Quebec'te olduğu gibi Polinezya'da da, Paris 'te olduğu gibi çok uzak başka bir yerde de 'Açım! Yiyecek bir şeyler verir misiniz ? ' anlamına gelmiyor mu tüm bu hareketler? " "Ooo ! Ne aptal insanlar var . . . " diye karşılık ver­ di Conseil. O bunları söylerken kapı açıldı. İçeri bir hiz­ metçi girdi. Bize çamaşırlar, giysiler ve neyden yapıldığını kestiremediğim mayolar getirdi. On­ ları hemen üzerime geçirdim. Arkadaşlarım da aynısını yaptı. Bu sırada dilsiz ya da sağır kamarot masayı düzenledi ve üzerine üç tane tabak koydu. 93

JULES VERNE

"Sonunda aklı başında bir iş yaptılar. Bu kula­ ğa hoş geliyor," dedi Conseil. "Hıh!" diye cevap verdi öfkeli zıpkıncı. "Burada ne yemek istersiniz ? Kaplumbağa ciğeri mi? Yoksa köpekbalığı filetosu mu? Ya da camgöz bifteği mi!" Conseil: "Göreceğiz," diye karşılık verdi. Altın kaplama tabaklar simetrik bir biçimde masa örtüsünün üzerine yerleştirildi. Biz de ma­ sadaki yerimizi aldık. Şüphe yok ki kibar insan­ larla karşı karşıyaydık; etrafımızı saran elektrik­ sel ışık olmasa Liverpool' daki Adelphi Hoteli ya da Paris'teki Grand-Hôtel'in yemek salonunda olduğuma inanacaktım. Bir tek ekmek ve şarap eksikti. Su soğuk ve berraktı; fakat suydu işte. Bu durum Ned Land'ın pek hoşuna gitmedi. Bize su­ nulan lezzetler arasında özenle hazırlanmış bazı balıklan tanıyordum; fakat mükemmel görünen diğer tabaklarda neler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu, hatta içindekilerin sebze mi et mi olduğu­ nu bile bilmiyordum. Masa düzenine gelince; ol­ dukça şık ve zevkli bir elden çıkmıştı. Kaşık, çatal, bıçak, tabak, her şey aşağıdaki amblemi taşıyordu. MOBILIS IN MOBiLi N Bu slogan tam suyun altındaki bu makineye göreydi; in eda­ tını "üzerinde" değil "içinde" şeklinde tercüme etmek şartıyla ama. "N" harfi belki de denizin de­ rinliklerindeki bu makineyi idare eden garip kişi­ liğin isminin baş harfiydi! Hareketli olanın içinde hareketli olan!

94

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ned ve Conseil bunun üzerine çok kafa yorma­ dılar. Önlerindekileri bir çırpıda yalayıp yuttular. Ben de aynısını yapmakta gecikmedim. Üstelik kurtulduğumuzdan da emindim; bana öyle geli­ yordu ki, ev sahiplerimiz açlıktan ölmemize razı olmamışlardı. Bu dünyada her şey geçiciydi, hatta on beş saattir hiçbir şey yemeyen insanların açlığı bile. Karnımız doymuştu. Karşı konulmaz bir uyku ihtiyacı kendini hissettirmeye başlamıştı. Bütün gece hiç durmadan ölüme karşı mücadele ettik­ ten sonra vücudun böyle tepki göstermesi son derece doğaldı. "Sanırım uyuyacağım," dedi Conseil. Ned Land: "Ben de," diye cevap verdi.

95

JULES VERNE

İkisi de odadaki halının üzerine yattılar ve hemen derin bir uykuya daldılar. Bense uykuya dair şiddetli arzuma bu kadar kolay teslim ola­ mıyordum. Zihnimde düşünceler birbirini kovalı­ yor, cevapsız bir sürü soru dolaşıyordu. Gözümün önünde uyumama engel olan bir ton görüntü vardı! Neredeydik? Nasıl garip bir güç taşıyordu bizi şu an? İçinde bulunduğumuz bu makinenin denizin en derin katmanlanna doğru hareket et­ tiğini hissediyordum ya da bunun böyle olduğu­ na inanmıştım. Korkunç kabuslar musallat oldu zihnime. Gözümün önüne kutsal tapınaklarda yaşayan bir dünya garip hayvan tasviri geliyordu. Bu denizaltı da onlarla aynı türden bir şeydi san­ ki; tıpkı onlar gibi canlı, hareketli ve muhteşem! Sonra zihnim rahatladı; hayal gücüm yarı uyku haline geçti ve sonra kasvetli bir uykuya daldım.

96

XI NED LAND'IN ÖFKESİ

Ne kadar uyuduğumuzu bilmiyorum; fakat uzunca bir süre olmalı ki, kalktığımızda tüm yor­ gunluğumuz geçmişti. İ lk uyanan ben oldum. Conseil ve Ned henüz hareket etmemişler, yat­ tıkları yerde hareketsiz olarak duruyorlardı. Derin bir uykudan henüz uyandığım için zih­ nimin rahatlamış ve açık olduğunu hissediyor­ dum. Bulunduğumuz hücreyi yeniden inceleme­ ye koyuldum. İçindeki hiçbir şey değişmemişti. Hapishane ha­ pishane olarak kalmıştı; mahkumlar da mahkum. Ama biz uykudayken kamarot masayı toplamıştı. İçinde bulunduğumuz durumda yakın zamanda bir değişme olmayacak gibi duruyordu. Bu hapis­ hanede sonsuza kadar yaşamaya mahkum mu edildik acaba, diye sordum kendime ciddi ciddi. Bu soru dehşete kapılmama neden oldu. Güç­ lükle nefes alıyordum. Ciğerlerime dolan ağır hava onların çalışmasına yetmiyordu. Bulundu­

ğumuz hücre büyük olsa da, içindeki oksijenin büyük bir kısmını tüketmiştik anlaşılan. Aslında bir insan saatte yüz litrelik havanın içerdiği ok­ sijen miktarı kadar oksijen tüketiyordu; havanın içerdiği oksijen ve karbondioksit miktarı eşit ol97

JULES VERNE

duğu için oksijen tükendikçe geriye kalan hava solunmaz hale geliyordu. Bu yüzden hücremizdeki ve tabii ki denizaltı­ nın içindeki havayı bir an önce yenilemek gere­ kiyordu. Bu noktada aklıma bir şey takıldı; bu şeyin kaptanı temiz hava sorununu nasıl hallediyordu? Potasyum kloratı ısıtarak içindeki oksij eni te­ mizleyip, potasyum hidroksitin içindeki karbon dioksiti de absorbe ederek, kimyasal yöntemler­ le mi elde ediyordu temiz havayı? Fakat bu du­ rumda, bu iş için gerekli malzemeyi temin etmek için kıtalarda yaşayan insanlarla iletişim içinde olması gerekirdi. Hava yüksek basınçlı tüplerde depolanmıştı ve ihtiyaç duyduğu zaman oradan temin ediliyordu belki? Ya da daha bilindik, daha ekonomik ve daha olası bir yol seçmişti; tıpkı bir deniz hayvanı gibi ihtiyacı olduğunda su yüzeyi­ ne çıkıyor ve kendisine yirmi dört saat yetecek kadar temiz hava temin ediyordu? Kullandığı yöntem her ne ise, hiç vakit kaybetmeden öğren­ mem gerekiyordu. Hücrede kalan sınırlı oksijeni tüketmemek için nefes alıp verişimi yavaşlatmıştım. Tam o sırada birden içeriye dolan tuz kokulu temiz havayla ra­ hatladım. İyotlu, taptaze bir deniz esintisiydi bu! Ağzımı kocaman açtım. Akciğerlerim temiz hava molekülleriyle doldu. O anda bir sarsıntı, ufak bir baş dönmesi hissettim; fakat hemen geçti. Gemi, yani bu çelik canavar, tıpkı balinaların yaptığı gibi nefes almak için su yüzüne çıkmıştı. Gemi­ nin hava ihtiyacını temin etmek için kullanılan yöntemi nihayet bulmuştum. 98

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Temiz havayı ciğerlerime doldurduktan son­ ra, bu ferahlık verici gazların bize kadar ulaş­ masını sağlayan havanın geldiği kanalı bulma­ ya çalıştım. Kapının üzerinde içeri temiz hava girmesini sağlayan bir hava deliği vardı. Hüc­ rede azalan hava bu delik s ayesinde yenileni­ yordu. Ben odada gözlem yapmaya devam ederken Ned ve Conseil, tazelenmiş havanın etkisinden olacak, neredeyse aynı anda uyandılar. İkisi de gözlerini ovuşturdu önce, sonra gerindi ve bir anda ayağa kalktı. "Beyefendi iyi uyudular mı?" diye sordu Con­ seil her zamanki inceliğiyle. "Çok iyi uyudum, Conseil. Peki ya siz Ned Land?" "Derin bir uykudaydım, Profesör. Yanılıyor muyum bilmiyorum ama sanki deniz kokusu bu içimize çektiğimiz?" Bir denizci deniz kokusu konusunda yanılıyor olamazdı. Kanadalı dostuma o uyurken olanları anlattım. "Tamam!" dedi Ned Land. "Bu geminin Abra­ ham Lincoln'ün görüş alanında olduğu zaman çı­ kardığı uğultuların sebebi şimdi anlaşıldı." "Kesinlikle Ned Land. Kuşkusuz o sırada nefes alıyordu!" " B ay Aronnax, saatin kaç olduğuna dair hiç­

bir fikrim yok. Akşam yemeği vakti değil, değil mi?" "Akşam yemeği mi? Öğle yemeği vakti desek daha doğru; çünkü akşam yemeği dündü. Biz er­ tesi gündeyiz." 99

JULES VERNE

Conseil: "Bu demek oluyor ki, yirmi dört s aat boyunca uyumuşuz," diye söze girdi. "Bana da öyle geliyor," dedim. "Buna itirazım yok," diye karşılık verdi Ned Land." Fakat öğle yemeği ya da akşam yemeği, her neyse, şu hizmetçi birini getirse iyi olacak." "Ya da her ikisini de," dedi Conseil. "Doğru. İki yemek hakkımız var ve ben kendi adıma ikisini de yemekten zevk duyanın." "Harika! Bekleyelim o halde. Bu adamların bizi açlıktan öldürmek niyetinde olmadıkları açık, yoksa akşamki yemeğin hiçbir anlamı ol­ mazdı." "Belki de bizi yemek için şişmanlamamızı bek­ liyorlardır?" "Size katılmıyorum Ned. Yamyamlann eline düşmedik." "Belki tek bir kereliğine karnımızı doyurdular. Bu adamlarının uzun süredir taze etten yoksun olup olmadıklarını ve oldukça kuvvetli ve kıymet­ li bu üç adamı, profesörü, uşağını ve beni yeme­ yeceklerini kim bilebilir ki?" "Kesin artık bu saçmalıkları Land," diye kar­ şılık verdim. "Bu saçma fikirlerden hareketle ev sahiplerimizle dalaşmaya kalkmayın; çünkü bu durumumuzu daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz." "Neyse ne. Ben çok açım, öğle yemeği ya da ak­ şam yemeği hala gelmedi." "Land," dedim, "buranın kurallarına uymamız gerek. Midemiz de geminin baş horozunun çanı­ na uygun davranmalı." 100

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Peki o halde, midemizi bu düzene alıştınnz, " diye cevap verdi Conseil sakince. "Sizi burada daha iyi tanıdım Conseil," diye atıldı sabırsız Kanadalı. " Sinirlerinizi pek az kul­ lanıyorsunuz! Her zaman sakinsiniz! İsteklerinizi söylemeden önce incelik göstermeyi iyi biliyor­ sun uz ve eminim ki, şikayet etmektense açlıktan ölmeyi yeğlersiniz! " Conseil: "Şikayet neye yarar? " diye sordu. "Şikayet etmeye yarar! Sonuçta şikayet etmek de bir eylem. Eğer bu korsanlar, anlan yamyam diye anmaktan imtina edinen profesöre saygım­ dan korsanlar diyorum, beni bu delikte zapt et­ meye niyetliyseler, kesinlikle yanılıyorlar! Dü­ rüstçe cevap verin, Bay Aronnax; bizi bu demir hücrenin içinde uzun süre tutacaklarına inanıyor musunuz?" "Aslına bakarsanız, sizin bildiğinizden farklı bir şey bilmiyorum, Land." "Bir tahmininiz yok mu? " "Garip bir rastlantı bizi büyük bir sırrın kah­ ramanları yaptı. Eğer bu denizaltının mürettebatı bu sırrı saklamak isterse ve tanık olduğumuz bu sır, üç adamın hayatından daha mühimse, kor­ karım ki hayatımız tehlike. Fakat aksi durumda, yani ilk ihtimale dönersek, bizi yutan bu canavar bizim gibi insanların yaşadığı dünyaya geri götü­ recektir bizleri." "Tabii eğer bizi mürettebata almazlarsa," dedi Conseil ve ekledi: "Ne zamana kadar bizi burada tutacaklar . . . " Ned Land: 101

JULES VERNE

Lincoln'den daha sağlam ve hızlı bir gemi gelip bu haydut yuvasına el koyup, mürette­ batını denizin dibine yollayana kadar. Son nefesi­ mizi de suya gömülürken fırkateynin tepesinde veririz artık," diye cevap verdi. "Abraham

"İyi dediniz, Land; fakat bildiğim kadarıyla henüz bu yönde bir teklif yok. O yüzden zamanı geldiğinde kimin tarafında olacağımızı şimdi­ den tartışmak gereksiz! Tekrar ediyorum, bekle102

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

meli ve durumumuzu etraflıca değerlendirme ­ liyiz. Şimdi bir şey yapmıyoruz çünkü yapacak bir şey yok. " "Aksine, Profesör, bir şeyler yapmalıyız ! " "Ne yapmalı peki, Land " ? "Kurtulmak gerek. " "Karadaki bir hapishaneden kurtulmak bile yeterince zorken, deniz altındaki bir hapishane­ den kurtulmak bana imkansız görünüyor. " "Beyefendinin sözlerine nasıl cevap vereceksi­ niz Ned?" diye sordu Conseil. "Bir Amerikalının tüm çarelerinin tükenebileceğine inanmıyorum! " Kendini köşeye sıkışmış hissettiği her halin den belli olan zıpkıncı sustu. Garip bir rastlantı­ nın bizi düşürdüğü bu durumda kaçıp kurtulmak neredeyse imkansızdı. Fakat yan Fransız bir Ka­ nadalı, Ned Land verdiği cevapla bize durumun imkansızlığını gösterdi. Birkaç saniye düşündükten sonra tekrar söze başlayıp, "Hapisten kaçmayı başaramayan insan­ ların ne yapması gerektiğini tahmin edemiyor musunuz? " diye sordu. "Hayır." "Çok basit; orada kalmaya çalışmalılar. " "Harika! " dedi Conseil. "Üstünde ya da altında olmaktansa içinde olmak her zaman daha iyidir. " "Evet ama zindancılan, gardiyanları, anah­ tarlıkları dışarı attıktan sonra," diye ekledi Ned

Land. "Nasıl Ned, ciddi ciddi buradan kurtulabilece­ ğinizi mi düşünüyorsunuz?" "Çok ciddiyim bu kon uda." "Fakat bu imkansız." 103

JULES VERNE

"Nedenmiş beyefendi? Şansımız yaver gider­ se, hiçbir engel görmüyorum önümüzde. Bu ma­ kinenin içinde yirmi kadar insan varsa, onların iki Fransız ve bir Kanadalıyı yollarından çevirebi­ leceklerini sanmıyorum! " Zıpkıncının önerisini tartışmak yerine kabul etmek daha akıllıcaydı. Ona: "Olayları akışına bırakıp görelim, Ned. Ama o zamana kadar lütfen sabırlı olun. Onları kandı­ rarak hareket etmeliyiz, kendinizi ateşe atarak ihtiyacınız olan şansı elde edemezsiniz. Bana söz verin, sinirlenmeden durumu kabul edeceksiniz," demekle yetindim. "Size söz veriyorum, Profesör, " dedi Ned ikna edici bir ses tonuyla. "Ağzımdan tek bir öfkeli söz çıkmayacak. Kötü hiçbir davranışta bulunmaya­ cağım. Hatta masanın düzeni hayal ettiğim gibi olmasa bile yapmayacağım bunu." "Sözünüze güveniyorum, Ned." Sonra sohbet bir anda kesildi ve herkes kendi kendine düşüncelere daldı. Bana kalırsa, Ned'in söylediklerine rağmen umuda dair şeyler canlan­ mıyordu gözümün önünde. Ned'in sözünü ettiği şansa inanmıyordum. Bu kadar hızlı manevra yapabilmek için geminin çok sayıda mürettebata ihtiyacı vardı ve sonuç olarak bir çatışma duru­ munda çok güçlü bir düşmanla karşı karşıya ka­ lacağımız kesindi. Üstelik çatışmak için bile öz­ gür olmak gerekirdi; oysa biz değildik. Sıkı sıkıya kapatılmış bu demir hücreden kaçmanın imkanı yoktu. Ve eğer geminin garip kaptanının saklama­ sı gereken bir sırrı varsa ki bu olası bir durumdu, özgür kalmamıza müsaade etmezdi. Şimdilik bize 104

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kötü davranmıyordu fakat bir gün bizi herhangi bir yere fırlatıp atabilirdi. Belirsizlik işte tam da burada başlıyordu. Tüm bu varsayımlar akla uy­ gun görünüyordu. Özgürlüğünü yeniden kazan­ mayı düşlemek için zıpkıncı olmak gerekirdi. Ned Land'ın bu fikirlerinin zihnini yiyip bitiren düşüncelerle zehirlendiğini anladım. Gırtlağından çıkan hırıltılı bedduaları işitebiliyordum. Hareket­ leri yeniden tehditkar bir hal almıştı. Ayağa kalkı­ yor, kafesteki yavru bir hayvan gibi dönüp duruyor, duvarları tekmeliyor, yumrukluyordu. Öte yandan zaman geçiyor, açlık kendini acı bir şekilde hisset­ tiriyordu. Kamarot bu kez ortalarda görünmüyor­ du. Gerçekten bize dair iyi niyetler besliyorlarsa da kazazede olduğumuzu unutmuş olmalıydılar. Ned Land, midesine giren krampların verdiği acılar yüzünden gittikçe öfkeleniyordu. Bana ver­ diği söze rağmen, karşısında gemideki adamlar­ dan birini gördüğü anda bir öfke patlaması yaşa­ masından korkuyordum. Geçen iki saat boyunca Kanadalının öfkesi daha da arttı. Birilerine sesleniyor, bağırıyor­ du. Ama tüm çabası boşunaydı. Çelik hücrenin duvarları sağırdı. Bir ölüyü andıran bu geminin içinde hiç ses yoktu. Gemi hareket de etmiyordu; eğer hareket ediyor olsaydı pervanenin yaptığı baskıyla gemi gövdesinde oluşan titreşimleri his­ sederdim. Okyanusun derinlerine dalmıştık kuş ­

kusuz ve gemi artık bu dünyaya ait gibi değildi. Bu kasvetli sessizlik çok ürkütücüydü. Hücredeki tutsaklığımıza gelince, bu duru­ mun böylece sürüp gideceğini düşünmeye cesa­ ret edemiyordum. Kaptanla aramızdaki sessiz 105

JULES VERNE

anlaşmadan sonra edindiğim umutlar birer birer sona eriyordu. Bu adamın gözlerindeki yumuşak­ lık, heybetli duruşu, tutumundaki soyluluk tek tek hafızamdan silindi. Bu gizemli adamı tam da olması gerektiği gibi, gaddar ve zalim biri olarak yeniden tasavvur ediyordum. Onun insanlıktan nasibini almamış, acıma ve merhamet duygula­ rından yoksun biri, bitmek tükenmek bilmez bir kin beslediği düşmanları karşısında amansız bir düşman olduğunu hissediyordum. Bu adam bizi bu kapalı hücrede açlıkla gelen korkunç eğilimler içinde bırakıp öldürmek niye­ tinde miydi? Bu korkunç düşünce zihnimde bü­ yük bir gerginlik yarattı ve hayal gücümün de et­ kisiyle delireceğimi sandım. Conseil sakindi. Ned ise adeta kükrüyordu. Tam o sırada dışardan bir gürültü duyuldu. Metal zemin üzerinde gezinen ayak seslerini işit­ tik. Anahtar kilitte döndü, kapı açıldı ve kamarot göründü. Engellemek için bir hamle yapmaya fırsat bu­ lamadan, Kanadalı zavallı adamın üzerine atla­ dı. Onu sırtüstü yere yatırdı; boğazından tuttu. Adam zar zor nefes alıyordu. Conseil boğulmak üzere olan adamı Ned'in elinden kurtarmaya çalıştı. Ona yardım etmeye yeltendiğim sırada, birden Fransızca olarak söy­ lenmiş şu sözleri işittim ve mıhlanmış gibi oldu­ ğum yerde kaldım: " Sakin olun Land, siz de Profesör. B eni din­ leyin! "

106



x •

DENiZLERiN ADAMI

Bu sözleri söyleyen geminin kaptanıydı. Bu sözleri duyan Ned Land birden ayağa fırladı. Nere deyse boğulacak olan kamarot, efendisinin bir işareti üzerine dışarı çıktı. Conseil endişeli, bense şaşkın, bu sahnenin sonunu bekliyorduk.

107

JULES VERNE

Kaptan, kollarını bağlamış bir şekilde masaya yaslanmıştı. Büyük bir dikkatle bizi inceliyordu. Konuşmaya çekiniyor muydu? Ağzından dökülen Fransızca sözler yüzünden pişman mıydı? Öyle de denilebilirdi. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra konuş­ maya başladı. Hiçbirimiz sözünü kesmeye yel­ tenmedik: "Beyler," dedi sakin ve etkileyici bir sesle. "Fransızca, İngilizce, Almanca ve Latince biliyo­ rum. İlk görüşmemizde size cevap verebilirdim fakat önce sizi tanımak ve biraz düşünmek iste­ dim. Anlattığınız hikayeler temelde aynı olsa da, aslında her birinizin kişiliğini yansıtıyordu. Bir rastlantının karşıma çıkardığı Faris Doğabilimleri Müzesi Profesörü olan ve bilimsel bir araştırma için yurtdışında bulunan Bay Aronnax'ı, onun yardımcısı Conseil'i ve aslen Kanadalı olan ve Amerika Birleşik Devletleri donanmasına ait Ab­ raham Lincoln'de zıpkıncı olarak görev yapan Ned Land'ı artık tanıyorum." Söylediklerine onay verir şekilde kafamı sal­ lıyordum. Aslında adam bana soru sormuyordu, dolayısıyla cevap vermek de gerekmiyordu. Hiç durmadan, akıcı bir şekilde konuşmasını sürdür­ dü. Cümleleri net, kelimeleri yerinde ve diksiyo­ nu mükemmeldi. Fakat buna rağmen onunla aynı ülkenin vatandaşıymışım gibi gelmiyordu bana. Konuşmasına şöyle devam etti: "Şüphesiz bu ikinci ziyaret için geç kaldığımı düşünüyorsunuz. Fakat tanınmış biri olduğunuz için size karşı takınmam gereken tavrı etraflıca düşünmek istedim. Çok tereddüt ettim. Başınıza 108

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

gelen korkunç olaylar sizi insanlıkla tüm bağını koparmış bir adamla karşı karşıya getirdi. Beni rahatsız ettiniz . . . " "İstemeden," dedim. "İstemeden, öyle mi? " dedi sesini biraz yük­ selterek. "Abraham Lincoln istemeden mi benim peşime düştü? Siz beyefendi, istemeden mi bu gemide görev aldınız? Peki sizin toplarınız iste­ meden mi benim gemimi bombaladı? Ned Land istemeden mi fırlattı zıpkınını bize ?" Sözlerindeki hiddet karşısında şaşkındım. Fa­ kat adamın bu sözlerine verecek bir cevabım var­ dı ve ben de verdim: "Beyefendi," dedim. "Sizin hakkınızda Ameri­ ka ve Avrupa'da yer alan tartışmalardan haber­ sizsiniz. Geminizin sebep olduğu kazaların, her iki kıtada da yaşayan insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi bilmiyorsunuz. Sırrını sadece sizin bildiği­ niz tuhaf bir varlığı açıklamak için ortaya atılan sayısız hipotezlerle size bunu anlatabilirim. Fa­ kat şunu bilin ki, sizi Pasifik Okyanusu'nun de­ rin sularına kadar takip ederken Abraham Lincoln aslında okyanusları güçlü bir deniz hayvanından kurtarmanın peşindeydi. " Kaptan'ın yüzünde yarım bir gülümseme be­ lirdi ve sonra sakin bir ses tonuyla: "Bay Aronnax, geminin bir canavarın olduğu kadar bir denizaltının da peşine düşme yetkisinin olmadığını söylemeye mi cesaret ediyorsunuz ? " Bu soru beni şaşırttı çünkü böyle bir durumda Kaptan Farragut tereddüt bile etmezdi. Görevinin dev bir deniz canavarını olduğu kadar bu türden bir makineyi de yok etmek olduğuna inanmıştı. 109

JULES VERNE

"Anlıyorsunuz, değil mi?" diye tekrar söze gir­ di gizemli kaptan ve devam etti: "Sizi düşmanım olarak görmeye hakkım var." Hiç cevap vermedim. Gücün en iyi argümanla­ rı bile yok etmeye yettiği böyle bir durumda tar­ tışmak neye yarardı? "Uzun süre kararsız kaldım," diye devam etti. "Size misafirperverlik göstermek için hiçbir mec­ buriyetim yok. Sizden kurtulmak isteyebilirim çünkü sizi tekrar görmekten hiçbir çıkar elde etmeyeceğim. Sizi buraya koydum ve sizlere bir sığınak sağladım. Denizin derinliklerine dalabi­ lir ve burada olduğunuzu bile unutabilirim. Buna hakkım yok mu?" "Bu, belki bir yabani için böyledir ama medeni bir insanın buna hakkı yoktur." "Sayın Profesör," diye söze atıldı Kaptan, "ben sizin söylediğiniz gibi medeni bir adam değilim! Sadece benim bildiğim sebeplerden ötürü, bütün bir insanlıkla bağlarımı kestim. Dolayısıyla top­ lum kurallarına riayet etmiyorum ve benim ya­ nımda bir daha asla kurallardan söz etmeyin." Bunu çok net bir şekilde dile getirdi. Adamın gözleri öfke ve küçümsemeyle parladı. Gözlerin­ de zorlu bir geçmişin izlerini görüyordum. Sadece toplum kurallarının dışına itilmekle kalmamıştı, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla özgürdü. Bütün beklentilerden uzak bir özgürlüktü bu! Baş­ ka kim su yüzeyinde kendisini yakalamaya yöne­ lik onca çabaya rağmen, denizin derinliklerinde böyle dolaşmaya cesaret edebilir ki? Ne denli güçlü olursa olsun, hangi zırhlı onun darbelerine direnebilirdi? Hiç kimse bu adama yaptıklarının 1 10

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

hes abını soramazdı. Onu iki şey yargılayabilirdi s adece: varlığına inanıyorsa Tanrı ve eğer yerin­ deyse bilinci. Bu garip kişilik kendi kabuğuna çekilip sus­ tuğunda, aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Ona karşı korkuyla karışık bir merak vardı içimde; Sfenks karşısındaki Oedipus gibiydim. Uzun bir sessizlikten sonra Kaptan yeniden söze başladı: "Evet, tereddüt ettim fakat sonra benim bu şartlar altındaki kazancımın, her insanın içinde taşıdığı doğal merhamet duygusunun sesine ku­ lak vermek olacağını düşündüm. Gemide kala­ caksınız çünkü kader sizi buraya sürükledi. Bu­ rada özgür olacaksınız; ancak özgürlüğünüz kar­ şılığında tek bir şartım var. Bu konuda bana söz vermeniz yeterli olacaktır." "Söyleyin beyefendi. Ş artınızın onurlu bir ada­ mın kabul edeceği türden olduğuna inanıyorum." "Evet, elbette. Bazı beklenmedik olaylar meydana geldiğinde, duruma göre sizi saatler, hatta belki günler boyunca hücrenizde tutmak zorunda kalabilirim. Size kötü davranmak iste­ mediğimden, sözünü ettiğim durumlarda her zamankinden daha fazla bir itaat bekliyorum sizden. Böyle davranarak sizin sorumluluğunu­ zu da üstüme alıyorum ve sizi tamamen serbest bırakıyorum; çünkü görmeniz gerekenleri gör­ menizi engelleyen benim. Ş artımı kabul ediyor musunuz?" Bu gemide ilginç şeyler meydana geliyordu demek ve toplum kurallarının dışına çıkamamış insanların tüm bu olup bitenlere şahit olmama111

JULES VERNE

sı gerekiyordu! Geleceğin getireceği sürprizlerin içinde bu en hafifiydi herhalde. "Kabul ediyoruz," diye cevap verdim. "Ancak bunun karşılığında size tek bir soru sormama müsaade edin." "Söyleyin." "Burada özgür olduğumuzu söylediniz." "Kesinlikle." "Sözünü ettiğiniz bu özgürlükten sizin ne an­ ladığınızı merak ediyorum." "Gitmek, gelmek, burada olup biten her ş eyi -bazı istisnai durumlar h ariç- görmek, göz­ lemlemek özgürlüğünü kastediyorum , yani ben ve arkadaşlarımla aynı özgürlüğe s ahip olacaksınız." Bu adamla birbirimizi anlamadığımız kesindi. "Pardon beyefendi ama bu hapishanedeki her mahkumun sahip olabileceği türden bir özgürlük. Bu kadarı bize yetmez." "Fakat yetmek zorunda !" "Nasıl! Ülkemizi, arkadaşlarımızı ve ailemizi bir kez daha görmekten vaz mı geçeceğiz!" "Evet, beyefendi. Fakat yeniden toprağın bo­ yunduruğuna girmekten vazgeçmek, insanlar buna özgürlük diyor. Yani durum düşündüğünüz ,, kadar kötü değil! "Mesela ben," diye bağırdı Ned Land, "bura­ dan kurtulma yolunu aramaktan vazgeçmeye ,, asla söz vermem! Kaptan soğukkanlı bir tavırla: ,, "Sizden söz vermenizi istemedim, Land, diye cevap verdi. Hissetmeye alışık olmadığım bir öfke duygusuyla: 1 12

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Beyefendi," dedim, "durumumuzu kötüye kullanıyorsunuz! Bu bir zulüm!" "Hayır, yanılıyorsunuz; hoşgörü bu! Çarpışma­ dan beri siz bizim rehinelerimizsiniz ! Sizi burada tutuyorum fakat bir emirle sizi okyanusun derin­ liklerine gönderebilirim! Bana saldırdınız ! Dün­ ya üzerinde hiç kimsenin bilmediği bir sırrı, be­ nim varlığımı öğrendiniz ! Sizi üzerinde yaşayan kimsenin benden haberinin olmaması gereken topraklara geri göndereceğimi mi sanıyorsunuz ! Asla! Sizi burada tutarak sizi değil, aslında kendi­ mi koruyorum ben!" Kaptan'ın bu sözlerine karşı üretebileceğimiz hiçbir argüman yoktu. "O halde bizden ölümle yaşam arasında bir se­ çim yapmamamızı mı istiyorsunuz ?" dedim. "Basitçe, evet." "Arkadaşlar," dedim, "böyle bir soruya verile­ cek bir cevap yok. Ortada bizi bu geminin Kap­ tan'ına bağlayan verilmiş bir söz yok." "Evet, yok," diye ekledi Kaptan. Sonra daha yumuşak bir sesle söze başladı ye­ niden: "Size söyleyeceklerimi bitirmeme müsaade edin. Sizi tanıyorum, Bay Aronnax. Diğerlerinin aksine, sizi buraya getiren rastlantıdan o kadar şikayetçi olmadığınızı düşünüyorum. Benim çalışmalarıma kaynaklık eden kitaplar arasın­ da sizin denizin derinlikleri üzerine yazdığınız kitabınız da var. Onu birkaç kez okudum. Ese­ rinizi dünya üzerindeki bilimin el verdiği kadar geliştirebilmişsiniz. Ama her şeyi bilmiyorsunuz çünkü henüz görmediğiniz şeyler var. Burada ge113

JULES VERNE

çireceğiniz vakitten pişman olmayacağınızı söy­ lememe izin verin. Harikalar ülkelerinde seyahat edeceksiniz. Şaşkınlık, hayret duygusu zihnini­ zin kanıksadığı bir duygu olacak. Durmaksızın seyredeceğiniz manzaradan kolay kolay sıkılma­ yacaksınız. Bir kez daha dünya turu yaparak, kim bilir belki de bu son dünya turum olur, bugüne kadar defalarca katettiğim denizlerin dibinde, daha önce üzerinde çalışma olanağı bulduğum her şeyi yeniden gözden geçireceğim. Ve sizler de benim çalışma arkadaşlarım olacaksınız. Bu günden sonra yeni bir maceranın içine girecek, bugüne kadar hiçbir insanın görmediği şeyleri göreceksiniz -ben ve adamlarımı saymazsak ta­ bii- ve benim sayemde gezegenimizin son sırla­ rını da öğreneceksiniz. " Kaptan'ın bu sözlerinin üzerimde büyük bir tesiri olduğunu inkar edemem. Beni zayıf nok­ tamdan yakalamıştı. Ve bir an için özgürlüğün olağanüstü şeyler keşfetmekten daha değerli olduğunu unuttum. Aslında bu çok önemli so­ runu çözmek için geleceğin bize hazırladıklarına güveniyordum. Kaptan' a şöyle cevap vermekle yetindim: "İnsanlıkla tüm bağınızı koparmış olabilirsiniz fakat insani duyguların hepsinden yoksun olma­ dığınıza inanıyorum. Geminizde sıcak bir şekilde karşılandık; bunu unutmayacağız. Fakat kendi adıma konuşacak olursam, söz konusu olan bi­ limin çıkarları olduğunda, bu uğurda, insanın özgürlüğü dahil bütün ihtiyaçlarını bir kenara bırakması gerektiğini ve size rastlamanın bana büyük bir karşılık sunduğunu bilmiyor değilim." 1 14

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Anlaşmamızı tasdik etmek için elimi sıkaca­ ğını düşündüm. Böyle olmadı. Onun adına üzül­ düm. Bu garip adam gitmeye niyetlenirken: "Son bir sorum var," dedim. "Buyurun, sorun Profesör," dedi. "Size nasıl hitap etmeliyim?" "Sizin için ben Kaptan Nemo'yum, arkadaşla­ rınız ve siz de benim için Nautilus 'un yolcularısı­ nız," diye cevap verdi. Kaptan Nema kamarota seslendi. Kamarot gö­ ründü. Kaptan, ona anlamadığım dilde birtakım talimatlar verdi. Sonra Kanadalıya ve Conseil'e dönüp: "Kamaranızda yemek hazır. Hizmetçiyi takip edin." "Bunu reddedemeyeceğim," diye karşılık verdi Ned. Conseil ve Ned tam otuz saattir tıkılı oldukları hücreden nihayet çıkmışlardı. "Ve Bay Aronnax, bizim öğle yemeğimiz de ha­ zır. Size yol göstermeme izin verin." "Nasıl isterseniz," dedim. Kaptan Nemo'yu takip ettim. Kapıdan çıktığım anda ışıklarla aydınlatılmış bir koridora girdim. Bu koridor gemi koridorlarına benziyordu. Birkaç metrelik bir yürüyüşten sonra önümde ikinci bir kapı açıldı. Mobilyaları sade bir zevkle döşenmiş bir ye­ mek odasına girdik. Salonun iki tarafında da üze­ ri abanoz süslemelerle bezeli, tavana kadar yük­ selen, meşeden yapılmış dolaplar vardı. Dolapla­ rın raflarında paha biçilemez çiniler, porselenler, 115

JULES VERNE

cam eşyalar yer alıyordu. Duvara asılı tablolar, tavandan yayılan ışığın etkisiyle parıldayan altın ya da gümüş yemek takımlarının parlaklığını bastırır cinstendi.

Salonun ortasında zengin yiyeceklerle donatıl­ mış bir masa vardı. Kaptan Nemo bana masada oturacağım yeri gösterdi. "Buyurun oturun ve açlıktan ölmek üzere olan bir adam olarak yiyin, " dedi. 116

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Yemekte hepsi deniz ürünü gibi duran tabak­ lar vardı. Bunlardan bazılarının ne olduğunu ve hangi bölgeye ait olduğunu bilmiyordum. Fakat itiraf etmeliyim ki, bu yiyeceklerin kolay alıştığım değişik tatlan gerçekten çok güzeldi. Hepsi fosfor açısından zengin görünüyordu; bu yüzden onla­ rın deniz ürünü olduklarını düşündüm. Kaptan Nemo bana bakıyordu. Ona hiçbir şey sormadım fakat aklımdan geçenleri tahmin etmiş olacak ki kafamın içinde dolaşan sorulara . . cevap verırcesıne: "Bu lezzetlerin çoğunun size yabancı olduğu­ nu biliyorum fakat onları gönül rahatlığıyla yiye­ bilirsiniz. Hepsi çok sağlıklı ve besleyicidir. Uzun süredir toprakla ilişiği olan bir şey yemedim ama yine de sağlıksız sayılmam. Mürettebatım da benden farklı beslenmiyor," dedi. "Yani şimdi bu yiyeceklerin hepsi birer deniz mahsulü mü?" "Evet, Profesör. Deniz benim tüm ihtiyaçları­ mı karşılıyor. Bazen denize ağlarımı bırakıyorum ve hazır olduğunda da geri çekiyorum. Bazen de insanın giremeyeceği sanılan alanlara giriyor, de­ niz altı ormanımda avlanıyorum. Sürülerim tıpkı yaşlı çoban Neptün'ünkiler gibi okyanusun düz­ lüklerinden korkusuzca geçiyorlar. Her şeyin ya­ ratıcısı Tann'nın elinden çıkmış eşsiz nimetler­ den faydalanıyorum yalnızca."

Büyük bir şaşkınlıkla Kaptan Nemo'nun yüzü­ ne baktım ve şunu sordum: "Ağlarınızı atıp sofranızı zengin balık çeşitle­ riyle donatmanızı anlıyorum; deniz altı orman­ larda av peşine düşmenizi de bir nebze anlıyorum 117

JULES VERNE

fakat anlamadığım bir şey var, neden küçücük bir parça da olsa kırmızı et var masanızda." "Karada yaşayan hayvanların hiçbirinin etini yemiyorum," diye cevap verdi Kaptan Nema. "Peki ya şu? " dedim, içinde bonfile olan bir ta­ bağı işaret ederek. "Et olduğunu düşündüğünüz şey, aslında deniz kaplumbağası filetosundan başka bir şey değil. Aynı şekilde domuz yahnisi olarak düşünebilece­ ğiniz şey de aslında yunus ciğeri. Aşçım gerçek­ ten çok yeteneklidir. Tüm bu ürünleri saklamayı iyi beceriyor. Masadaki tüm yemeklerden tadın. Bakın işte burada deniz hıyarı konservesi var. Bir Malezyalı bu konserveyi eşsiz bulabilir. Burada da deniz memelilerinden sağılmış süt ve Kuzey Buz Denizi fucuslarından elde edilmiş şekerle ha­ zırlanmış krema var. Ve son olarak, size kokulu meyve reçellerinin hepsinden daha değerli olan anemon reçellerini takdim etmeme izin verin." Nema bana inanılması güç hikayeler anlatır­ ken ben yemekleri tadıyordum ama boğazıma düşkün biri olarak değil, yalnızca merak etti­ ğimden. "Aslında, Bay Aronnax," dedi, "bu bitip tüken­ mez deniz bizi yalnızca beslemekle kalmıyor, aynı zamanda giydiriyor. Üzerinize giydiğiniz giysiler bazı deniz kabuklularının byssuslerin­ den· yapıldı; antik çağ insanlarının çok kullandığı purpurayla.. boyandı ve Akdeniz'e özgü aplysi­ adan elde ettiğim morla renkleri koyulaştırıldı. *

**

Byssus: Bazı ikiçeneklilerin salgıladığı bir tür iplik demeti. Deniz ipeği -çn. Purpura: Bir tür yumuşakça -çn. 118

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kamaranızda bulunan tuvaletlerdeki koku deniz bitkilerinden damıtıldı. Yataklarınız yumuşak zostera otundan yapıldı. Kalemleriniz balina di­ şinden üretildi; kalemlerin içindeki mürekkepse mürekkep balıklarından elde edildi. Her şey bana denizden geldi ve bir gün denize geri dönecek!" "Denizi seviyorsunuz, Kaptan." "Evet! Seviyorum! Deniz benim her şeyim ! Yeryüzünün yüzde yetmişini kaplıyor. Havası temiz ve sağlıklı. İnsanın içinde yalnız olma­ dığı uçsuz bucaksız bir çöl deniz. İnsan burada yalnız değildir çünkü yanı başındaki yaşam kı­ pırtılarını hisseder. Deniz doğaüstü zengin bir varlığı taşıyan bir tür araç; hareket ve aşk, sizin şairlerinizden birinin de söylediği gibi yaşayan bir sonsuzluk. Aslında doğa denizde kendini üç farklı biçimde gösteriyor: mineraller, bitkiler ve hayvanlar. Denizde yaşayan hayvanlar dört farklı bitkimsi hayvan grubu, üç eklem bacaklı sınıfı, beş yumuşakça sınıfının yanı sıra meme ­ liler, sürüngenler ve çok sayıda balık sürüsün­ den oluşan üç omurgalı sınıfıyla temsil edilir. Yalnızca balıklar, onda biri tatlı suda yaşayan on üç binden fazla tür içerir. Deniz doğanın bü­ yük hazinesidir. Dünya denizle başladı ve onun­ la son bulmayacağını kim biliyor ki! Sonsuz bir dinginlik hakim burada ! Deniz zorbaların malı değildir. Yüzeyinde hala adaletsiz yasalar hü­

küm sürüyor olabilir, insanlar orada savaşıyor, birbirini yiyor ve toprağın tüm kötülüklerini ta­ şıyor olabilir; fakat yüzeyden otuz adım aşağı in­ diğinizde o zorbaların hepsinin dermanı tükenir, hükümleri kalmaz ve tüm güçlerini kaybederler! 119

JULES VERNE

Ah ! Beyefendi, denizin kucağında yaşayın! Ora­ da hükümdarlar yok; sadece bağımsızlık var! Ve ben s adece denizde özgürüm! " Kaptan, içinden taşan bu coşkunun tam orta­ sında birden sustu. Her zamanki ihtiyatlı tutu­ munun dışına mı çıkmıştı? Çok mu fazla konuş­ muştu? Birkaç saniye gergin bir şekilde dolaştı. Sonra sinirleri gevşedi, duruşu her zamanki so­ ğuk halini aldı ve bana dönerek şöyle dedi: "Profesör, Nautilus'u dolaşmak isterseniz, em­ rinizdeyim. "

120

XI NAUTILUS

Kaptan Nemo ayağa kalktı. Ben de onu takip ettim. Yemek odasının arka tarafındaki ikili kapı açıldı. Yemek odasıyla hemen hemen aynı bü­ yüklükte başka bir odaya girdim. Burası bir kütüphaneydi. Siyah gül ağacından yapılmış deri kaplı geniş raflarda muntazam bir şekilde dizilmiş çok s ayıda kitap vardı. Raflar sa­ lonun üç tarafını kaplıyordu. Rafların bittiği yer­ de kestane ağacından yapılmış oldukça konforlu koltuklar vardı. İsteğe göre yaklaşıp uzaklaşabilen hareketli okuma kürsüleri dilediğiniz kitabı üze­ rine yerleştirip rahatça okuyabilmeniz için tasar­ lanmıştı. Salonun tam ortasında üzeri broşürler ve tarihi geçmiş gazetelerle kaplı genişçe bir masa vardı. Bu uyumlu bütünlük, yansı tavan süslerinin arasına gömülmüş, buzlu camdan yapılmış dört küreden yayılan elektrik ışığıyla aydınlatılmıştı. Mahirane bir şekilde döşenmiş bu odaya hayran lıkla bakıyor ve gözlerime inanamıyordum. "Kaptan Nema, " dedim koltuklardan birine oturmuş ev sahibime. "Kıtalar üzerindeki bir sürü s arayın kütüphanesine taş çıkartacak cinsten bir kütüphane bu. Bu kütüphanenin denizin derin­ liklerinde sizinle birlikte dolaştığını düşündükçe hayrete düşüyorum." 121

JULES VERNE

"Başka nerede buradakinden daha yalnız, ken­ dimizle tamamen baş başa kalabiliyoruz ki, Pro­ fesör? Müzedeki odanız size buradaki gibi bir hu­ zur verebilir mi?" diye sordu. "Hayır, Kaptan. Müze kütüphanesinin sizinki­ nin yanında fakir kaldığını da eklemek zorunda­ yım. Burada altı ya da yedi bin cilt kitap var ... "On iki bin, Bay Aronnax. Kitaplar karayla aramdaki tek bağlantı. Nautils'un denizin derin­ liklerine daldığı gün dünya benim için bitti. O gün son kitaplarımı, son broşürlerimi, son gazetele­ rimi aldım. İnsanlığın o günden beri hiçbir şey "

122

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

düşünüp yazmadığına inanmak istiyorum. Bu ki­ taplardan dilediğinizi alıp okuyabilirsiniz, hepsi sizin hizmetinizde." Ona teşekkür edip kitap raflarına doğru ilerle­ dim. Hemen hemen her dilden bilim, ahlak, ede­ biyat kitapları vardı fakat tek bir tane bile ekono­ mi-politik kitabına rastlamadım. Bunlar özellikle kütüphanenin dışında tutulmuş gibiydi. Kitaplar hangi dilde yazıldığına bakılmaksızın gelişigüzel dizilmişti ve bu da Nautilus'un kaptanının rastge­ le eline aldığı herhangi bir kitabı akıcı bir şekilde okuyabildiğini gösteriyordu. Kitaplar arasında modern ve antik üstatla­ rın başyapıtları, yani insanlığın tarih, şiir, ro­ man ve bilim alanında ürettiği en güzel eserler, Homeros'tan Victor Hugo'ya, Ksenophon'dan Michelet'ye, Rabelais'den Mme Sand'a kadar birçok ünlü ismin kitapları vardı. Fakat özellikle bilim kitapları çoğunluktaydı. Mekanik, balistik, hidrografi ve meteoroloji kitapları doğal tarih ki­ taplarından daha fazlaydı. Bu kitapların Kaptan'ın temel araştırmasının bir parçası olduğunu an­ ladım. Humboldt'un, Arago'nun tüm eserle­ ri, Foucault'nun, Henri Sainte-Claire Deville'in, Chasles 'nin, Milne-Edwards 'ın, Qua trefages 'ın, Tyndall'ın, Faraday'ın, Berthelot'nun, Rahip Secchi'nin, Petermann'ın, Kaptan Maury'nin, Agassiz'nin çalışmaları, Bilim Akademisinin yıl­

lıkları, farklı farklı coğrafya topluluklarının bül­ tenleri süslüyordu rafları. Kitaplar arasında, belki de onun beni bu kadar iyi tanımasına neden olan iki kitabımı buldum. Joseph Bertrand'ın kitapla­ rından biri olan Astronominin Temelleri, gemının 123

JULES VERNE

üretildiği zamana ait bir fikir verdi. Bu kitap 1865 yılı ortalarında yazılmıştı; buradan hareketle Nauti1us'un yapımının bu tarihten daha eski bir döneme dayanmadığı sonucuna varabilirdik. O halde Kaptan Nemo, üç ya da dört yıldır denizler altında varlığı sürdürüyor olmalıydı. Daha güncel kitapları inceleyip geminin yola çıktığı zamanı daha net bir şekilde söyleyebilirim diye umu­ yordum ama bunun için zaman gerekirdi; bense Nauti1us'un harikaları arasındaki gezintimize geç kalmak istemiyorum. "Beyefendi, kütüphanenizi benim hizmetime sunduğunuz için teşekkür ederim. Kitaplarınızın hepsi birer hazine ve ben onlardan faydalanaca­ ğım," dedim. "Bu salon yalnızca bir kütüphane değil," dedi Kaptan. "Aynı zamanda sigara içme yeri." "Sigara içme yeri mi? İçerde sigara içebiliyor muyuz ?" "Elbette." "Öyleyse, beyefendi, sizin Havana'yla ilişkile­ rinizi sürdürdüğünüze inanmaya başlıyorum." "Hayır, hiçbir bağlantım yok. Buyurun bir siga­ ra yakın. Havana' dan gelmiyor ama eğer bu işten anlıyorsanız beğeneceğinize eminim." Bana uzatılan sigarayı aldım. Şekli Havana pu­ rosunu andırıyordu fakat altın rengi kağıtlardan üretilmişti. Sigarayı bronz bir çakmakla yaktım ve ilk nefesi iki gündür ağzına sigara sürmemiş birinin iştahıyla içime çektim. "Bu harika bir şey fakat içindeki tütün değil." "Hayır, sigaranın içindeki şey Havana' dan ya da Doğu'dan gelmiyor. Denizin hiç cimrilik gös124

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

termeden bize sunduğu, nikotin bakımından zengin bir tür yosundan elde ediliyor. Havana pu­ rosunu aratmıyor, değil mi?" "Bu günden itibaren hepsi gözümden düştü." "Dilediğiniz gibi için, nereden geldiğini düşün­ meden. Hiçbir kurumun kontrolünden geçmiyor ama fena sayılmaz, diye düşünüyorum." "Bilakis çok güzel."

125

JULES VERNE

Bu sırada Kaptan Nema kütüphane kapısının tam karşısındaki kapıyı açtı. Görkemli bir şekilde aydınlatılmış kocaman bir salona girdim. Salon, dörtgen biçiminde, köşeleri pahlı, on metre uzunluğunda, altı metre genişliğinde ve beş metre yüksekliğindeydi. Arabesk motiflerle süslü, ışıklı tavan müzedeki güzelliklerin üzeri­ ne yumuşak bir aydınlık saçıyordu. Evet, burası becerikli bir elin, doğanın ve sanatın tüm harika­ lannı bir araya getirdiği gerçek bir müzeydi. Bu müze, bir ressamın atölyesini atölye yapan sanat dolu karmaşayı andırıyordu. Üzeri sade desenlerle süslü halılarla kaplı duvarlarda, dünyaca ünlü ressamların otuz ka­ dar tablosu yer alıyordu. Çoğu zaman Avrupa'da çeşitli koleksiyonlarda ve resim sergilerinde görüp hayran olduğum birçok ünlü resim, bu s alonda karşımda duruyordu. Antik s anatçıla­ rın bağlı oldukları akımlar Raphael'in Meryem Ana, Leonardo da Vinci'nin Bakire Meryem, Corregio'nun peri, Titien'in kadın, Veronese'in tapınma, Murillo'nun Hz. Meryem'in göğe yükselişi tablolarıyla, Holbein'in bir portesi, Velazquez'in rahip, Ribera'nın şehit, Rubens'in şölen, Teniers'nin flaman peyzajı tasvirleriy­ le, Gerard'ın, Dow'un, Metsu'nun, Paul Potter'ın doğa tasvirleriyle, Gericault'nun ve Prud'hon'un eserleri ve Backhuysen ile Vernet'nin deniz tas­ virleriyle temsil edilmişti. Modern resim ör­ nekleri arasındaysa Delacroix'nın, Ingres'in, Decamps 'ın, Troyon'un, Meissonier'nin, Dau­ bingy ve daha birçoklarının ismini taşıyan eser­ ler vardı. Müzenin dört bir köşesine yerleştiril126

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

miş sütunlar üzerinde antik çağların en güzel eserlerine öykünerek yapılmış mermer ve bronz heykeller göze çarpıyordu. Nautilus'un kaptanı­ nın bana yaşattığı şaşkınlık çoktan zihnimi etkisi altına almaya başlamıştı. "Profesör," dedi karşımda duran garip adam. "Sizi burada ağırlarkenki teklifsizliği ve salondaki düzensizliği mazur görün. " "Beyefendi, acaba kim olduğunuz hakkında fazla kafa yormadan sizin bir sanatçı olduğunuzu söyleyebilir miyim?" "Amatör bir sanatçı, hepsi bu. Eskiden insan elinden çıkmış bu güzel eserleri biriktirmeyi sevi­ yordum. Doyumsuz, yorulmak nedir bilmeyen bir araştırmacıydım ve çok yüksek fiyattaki eserleri koleksiyonum için toplayabiliyordum. Artık be­ nim için bir ölüden farksız olan toprağa dair son hatırladıklarım bunlar. Benim gözümde modern sanatçıların değeri eskilerinkine denktir. Eskile­ rin varlığı iki-üç bin yıl öncesine kadar uzanıyor ve zihnimde hepsi birbirine karışıyor. Sanatçıla­ rın yaşı yok." "Peki ya müzisyenler?" diye sordum, Weber'in, Rossini'nin, Mozart'ın, Beethoven'in, Haydn'ın, Meyerbeer'in, Herold'un, Wagner'in, Auber'in, Gounod'nun ve daha birçok müzisyenin salonun bir köşesine yerleştirilmiş piyanonun üstünde duran eserlerini göstererek. "Bu s aydığınız isimler, Orpheus'un çağdaş ­ larıdır çünkü ölülerin hafızalarında z amansal farklılıklar kaybolur ve ben de bir ölüyüm , Pro­ fes ör; tıpkı yerin altı ayak altında gömülü olan­ lar gibi! "

JULES VERNE

Kaptan Nema sustu. Sanki derin bir hayalin içinde kaybolmuş gibiydi. Sessizlik içinde, görü­ nüşündeki tuhaflıkları anlamaya çalışarak büyük bir dikkatle onu izliyordum. Değerli bir mozaik masanın bir köşesine dayanmıştı. Beni artık gör­ müyordu; hatta varlığımı bile unutmuştu. Onun bu sessizliğine s aygı gösterip salonu süsleyen zenginlikler arasında dolaşmaya devam ettim. Sanat eserlerinin hemen yakınında, eşine az rastlanır doğa harikaları, Kaptan Nemo'nun ken­ di keşifleri gibi duran birtakım bitkiler, deniz ka­ buklan ve diğer okyanus ürünleri yer alıyordu. Salonun ortasında aydınlatılmış bir su fıskiyesi vardı. Fıskiyenin sulan, tek bir tridacnadan· ya­ pılmış bir havuza dökülüyordu. Başı olmayan yumuşakçalardan yapılmış, etrafı çiçeklerle be­ zeli bu havuz yaklaşık altı metrelik bir alanı kap­ lıyordu. Yani Venedik Cumhuriyeti tarafından 1 . François'ya hediye edilen ve Paris'te, Saint-Supli­ ce Klisesi'nde okunmuş su kabı olarak kullanılan iki güzel tridacnadan çok daha büyüktü. Havuzun etrafına bakır parçalarla yerleştiril­ miş vitrinlerin içinde, bugüne kadar hiçbir doğa­ bilimcisinin görmediği türden zengin deniz ürün leri vardı. Bunlar sınıflandırılıp etiketlenerek ora­ ya konmuştu. Bu manzara karşısında kapıldığım heyecanı bir düşünün! Bitkimsi deniz hayvanlarının olduğu bölmede, çok değişik türden ahtapot ve deniz kestanesi nu­ muneleri vardı. Ahtapot numunelerinin bulun*

Tridacna: Genişliği bir metreyi bulabilen ikiçenetli bir yu­ muşakça türü -çn. 128

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

duğu kısımda tubiporalar, çeşitli türden yelpaze mercanları, Suriye denizlerine özgü süngerler, Molük Adalarında bulunan isisler, mürekkep ba­ lıkları, Norveç sularına özgü bir virgularia, değişik değişik ombellularialar, alyconarianlar, hocam Milne-Edwards'ın büyük bir başarıyla türlerine ayrıştırdığı bir dizi madrepor, madreporların ara­ sında gözüme çarpan hayranlık verici flabellina­ lar, Bourbon Adası oculinaları, Karayip Adaları­ nın "Neptün Savaş Arabası", her türden mercan, yani kısacası bir gün kıtaları meydana getirecek adaları oluşturacak polip örneklerinin her türü mevcuttu. Vitrinin dikensi derileriyle dikkat çe­ ken denizkestanesi numunelerin bulunduğu bö­ lümüne gelince, burada denizyıldızları, pantak­ rinler, komatulalar, asterophonlar, denizkirpileri, denizhıyarları vb. gibi bu gruba ait tüm türleri kapsayan bir koleksiyon vardı. Yumuşakçalarla uğraşan biraz meraklı birinin hiç kuşkusuz yumuşakçalar sınıfına ait numune­ lerin sınıflandırıldığı vitrinlerin başında z aman geçirmesi beklenirdi. Ben de öyle yaptım. Bura­ da öyle eşsiz bir yumuşakça koleksiyonu vardı ki, hepsini tarif etmeme imkan yok. Fakat bunlar arasından bazılarını sırf hatırlamak için buraya yazacağım: Hint Okyanusu'ndan gelen, kırmızı kahverengi derisi beyaz lekelerle bezeli, zarif kral çekiç midyesi; Avrupa müzelerinde örneği az bulunan ve değeri tahminimce en az yirmi bin frank olan canlı renkli, üstü dikenlerle örtülü eşsiz bir spondylus; Yeni Gine denizlerinden ge­ len ve yine az bulunan bir çekiç midyesi; çenek­ leri bir üfleyişte bir sabun köpüğü gibi dağılacak 129

JULES VERNE

olan ince, beyaz kabuklu, egzotik Senegal yürek midyeleri; amatörlerin elde etmek için en çok uğraştıkları, kenarları yaprak yaprak kıvrımlı bir tür tüpten oluşan Java kabukları; bazıları Ame­ rika denizlerinde avlanan yeşil sarı arası renkte, bazılarıyla kızılımsı kahverengi olan, Yeni Gine sularından ya da Meksika Körfezi'nden gelen ve üst üste binmiş kabuklarıyla dikkat çeken bir dü­ zine trochus; Güney denizlerinde bulunmuş bir­ birinden güzel yıldızlar ve bunlar arasında şüp­ hesiz en değerlisi olan, olağanüstü Yeni Zelanda mahmuzmidyesi; bunlardan başka hayranlık uyandıran sülfürlü tellinalar, değerli ctyherea ve venüs türleri, Tranquebar kıyılarına özgü kafes biçimli bir kadran, üzeri olağanüstü sedeflerle bezeli bir turbo, Çin denizlerinden gelen yeşil kabuklar, Coenodu1Ii cinsinden kimsenin bilme­ diği bir conus , Hindistan ve Afrika'da para yeri­ ne geçen çeşit çeşit porselen, doğu Hindistan'ın en değerli deniz kabuğu olarak bilinen ve "de­ nizin zaferi" adıyla anılan bir kabuk, son olarak da bilimin kendilerine en sevimli adlan taktığı littorinalar, dauphinulalar, kule salyangozları, j anthinalar, ovulalar, volutalar, olivalar, mitra­ lar, kırmızı salyangozlar, purpuralar, buccini­ umlar, harpalar, kaya s alyangozları, tritonlar, cerititesler, şeytanminareleri, pteroceraslar, pa­ tellalar, hyaleler, cleodoreler. Bunlardan ayrı bir bölmede çok güzel inci dizileri vardı. Özel bölümlerde ise Kızıldeniz'in pinnalarından toplanmış pembe inciler, gökku­ şağı renkli denizkulağının yeşil incileri, bütün okyanusların çeşit çeşit yumuşakçalarından ve 130

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kuzey akarsularındaki bazı midyelerden elde edilmiş ilginç, s arı, mavi, siyah renkte inciler, son olarak da eşine az rastlanan inci istiridyele­ rinden oluşan pek çok örnek yer alıyordu. Bunla­ rın üzeri elektrik ışığıyla aydınlatılmıştı. Bazıları güvercin yumurtasından bile büyük olan bu in­ cilerin değeri, gezgin Tavernier'nin İran Şah 'ına üç milyona sattığı inci kadar, hatta belki de daha fazla ederdi. Bana kalırsa bu inciler, dünyada bir eşi daha olmayan Maskat imamına ait inciden de değerliydi. Yani bu koleksiyona değer biçmek neredeyse imkansızdı. Kaptan Nema bu numuneleri elde etmek için milyonlar harcamış olmalıydı. Ko­ leksiyonculuk yapma hayallerini tatmin edecek parayı nereden bulduğunu düşünürken, Kaptan birden şu sözleriyle araya girdi: "Koleksiyonumu incelemenizi isterim, Profe­ sör. Bunlar bir doğabilimcisinin hoşuna gidebilir, evet, ama benim için çok daha fazla şey ifade edi­ yor; çünkü hepsini kendi ellerimle yakaladım. Ve dünya üzerinde benim elimin değmediği hiçbir deniz kalmadı." "Anlıyorum Kaptan, bu zenginliklerin ara­ sında dolaşmanın vereceği keyfin farkındayım. Siz de kendi hazinesini kendi yapanlardansınız. Avrupa' da hiçbir müzede içerisinde bu kadar zen­ gin deniz ürününün olduğu bir koleksiyon yok. Bu koleksiyona duyduğum hayranlık da olmasa bu gemide başka ne kalır ki elimde! Sırlarınızı öğren­ meye çalışıyor değilim fakat Nautiius 'un hareket kabiliyeti, keskin manevralar yapmasını sağlayan aletler, onu hareket ettiren güçlü motoru, en çok 131

JULES VERNE

bunları merak ediyorum. Salonun duvarlarında ne işe yaradıklarını bilmediğim bazı aygıtlar asılı. Bunları öğrenme hakkım var mı?" "Bay Aronnax," dedi, "size burada özgür oldu­ ğunuzu söylemiştim; dolayısıyla Nautilus'un hiç­ bir bölümü size yasak değil. Geminin her yerini dilediğiniz gibi dolaşabilirsiniz. Ben de size reh­ berlik etmekten zevk duyarım. " "Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum ama nezaketinizden faydalanıp sizi daha fazla rahatsız etmek istemiyorum. Sadece buradaki makinelerin ne işe yaradığını merak ediyorum." "Bu makinelerden benim odamda da var Pro­ fesör; ne işe yaradıklarını size odamda anlatmak isterim. Fakat önce size tahsis ettiğim kamaraya buyurun. Nautilus'ta nasıl ağırlanacağınızı bir gö­ rün istiyorum." Kaptan Nemo'yu takip ettim; salonun pahlı köşelerine açılmış kapılardan birinden girip ko­ ridora çıktık. Beni geminin burun kısmına doğru götürdü. Burası bir kamara değildi; içinde yatak, tuvalet ve birtakım mobilyaların bulunduğu şık bir odaydı. Şaşkınlıktan ev sahibime teşekkür etmekten başka bir şey yapamadım. "Odanız benim odamın bitişiğinde bulunuyor," dedi kapıyı açarak. "Benim odam ise, az önce bu­ lunduğumuz salona açılıyor." Kaptan'ın odasına girdim. Manastırlara özgü kasvetli bir havası vardı. Demir bir yatak, bir çalışma masası ve birkaç mobilya vardı içeride. Konforlu hiçbir şey yoktu; olan tek şey asgari zo­ run!uluktu. 1 32

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

.

,

'

j

�(./\ '· ". · •..

,

Kaptan, koltuğu göstererek: "Buyurun oturun," dedi. Oturdum. Konuşmaya başladı.

1 33





--

XII HER ŞEYİN KAYNAGI ELEKTRiK •

"İşte, Nautilus'un hareketi için gerekli tüm makineler burada," dedi odasında asılı aletleri göstererek. Salonda olduğu gibi, burada da on­ ları gözümün önünde bulunduruyorum. Okya­ nusun ortasındaki konumumu ve yönümü gös­ teriyor hepsi. Bazılarını biliyorsunuzdur; mesela Nautilus'un sıcaklığını gösteren bir termometre, hava basıncını ölçen ve zaman içindeki basınç değişimlerini haber veren bir barometre, hava­ daki nem miktarına işaret eden bir higrometre, hava-cam karışımı eski tip bir barometre ki bu­ nun parçalanması fırtınanın gelişini haber ve­ riyor, nerede olduğumuzu gösteren bir pusula, güneşin konumuna göre bulunduğumuz enlemi gösteren bir sekstant, boylamı belirlemeye yara­ yan bir kronometre ve son olarak da gemi su yü­ zeyine çıktığında ufkun her noktasını taramamı­ zı sağlayan gündüz ve gece görüşlü dürbünler. . . İşte gemideki aletler bunlar." "Bunlar hemen hemen her denizciye lazım aletler ve ne işe yaradıklarını biliyorum," diye karşılık verdim. Fakat Nautiius'un diğer gereksi­ nimlerini karşılayan özel aletleri merak ediyo134

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

rum ben. Mesela şurada gördüğüm hareketli iğ­ nesi olan kadran bir manometre değil mi? " "Evet, o bir manometre. Suyla temas ettiğinde dış basıncı gösteriyor ve bu sayede geminin bu­ lunduğu derinliği gösteriyor. " "Peki, bu sensörler yeni tür sensörler mi? " "Suyun farklı katmanlarındaki sıcaklığı göste­ ren termometrik sensörler. " "Ne işe yaradığını kestiremediğim diğer alet­ ler? " "Bu noktada size birkaç açıklama yapmama izin verin, Profesör." Birkaç saniye sessizliğini koruduktan sonra söze başladı: "Bu gemide güçlü, görevine sadık, hızlı, kolay, burada gördüğünüz her şeyi hareket ettiren ve tüm gemiyi yöneten bir mekanizma var. Her şey onun sayesinde işliyor. Bizi aydınlatıyor, ısıtıyor; adeta bütün aletlerimin ruhu gibi. Bu mekanizma elektrik, Profesör. " "Elektrik mi? " diye bağırdım şaşkınlık içinde. "Evet, elektrik. " "Fakat Kaptan, geminin hareketleri öylesine hızlı ki bu durumu elektrik gücüyle açıklamak zor. Elektriğin dinamik gücü, bu zamana kadar hep sınırlı kaldı ve yalnızca ufak çapta şeyler üre­ tildi elektrikle! " "Profesör, " dedi Kaptan. " Benim elektriğim dünyanın kullandığı elektrik değil. Size sadece bu kadarını söyleyebilirim. " "Israr etmeyeceğim, böyle bir sonuç da beni yeterince tatmin etti. Sadece tek bir sorum var, eğer istemezseniz cevap vermeyebilirsiniz. Bu 135

JULES VERNE

mucizevi elektrik mekanizmasının çalışması için kullandığınız kimyasallar çabuk tükeniyor olma­ lı. Mesela çinko ? Karayla temasınız olmadığına göre, onu nasıl temin ediyorsunuz?" "Sorunuzun cevabını alacaksınız, Profesör. İl­ kin, okyanusun dibinde çinko, demir, gümüş ve altın madenleri olduğunu söyleyeyim. Onlan çı­ karmak kesinlikle çok kolay. Bu yüzden toprak metallerine hiç ihtiyacım yok. Elektriği üretmek için yalnızca denize müracaat ediyorum." ,, "Denize mi? "Evet, denize. Elektrik üretme yöntemlerinden yoksun değilim yani. Farklı derinliklerdeki nok­ talara kablolar yerleştirip bu kabloların ilettiği ısı çeşitliliğinden faydalanarak elektrik üretilebilir fakat ben daha pratik bir yol tercih ettim." "Nedir?" "Deniz suyunun yapısını ve bileşenlerini bili­ yorsunuz. Bin litre deniz suyunda yüzde doksan altı buçuk litre su, yaklaşık yüzde iki virgül üç lit­ re sodyum klorür ve çok az miktarda magnezyum klorür, potasyum klorür, magnezyum bromür, magnezyum sülfat, sülfat ve kalsiyum klorür bu­ lunur. Yani deniz suyunda hatırı sayılır miktarda sodyum klorür vardır. Sözünü ettiğiniz kimyasal maddeleri, deniz suyundan elde ettiğim sodyum­ dan üretiyorum." "Sodyum mu?" "Evet. Sodyum cıvayla birleşince Bunzen'in pe­ riyodik cetvelinde çinkoya tekabül eden bir ala­ şım oluşuyor. Cıva hiçbir zaman tükenmiyor. Yal­ nızca sodyum bitiyor fakat denizde yeteri kadar sodyum var. Üstelik sodyum pillerinin enerjisinin 136

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

daha yüksek, elektromanyetik kuvvetinin de çin­ ko pillerin tam iki katı olduğunu söyleyebilirim." "İçinde bulunduğunuz bu durumda, sizin için sodyumun ne kadar önemli olduğunu anlıyo­ rum. Denizde bol miktarda sodyum var, tamam ama yine de onu imal etmek, yani suyu ayrıştır­ mak gerek. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Pilleriniz bu sodyum üretme işlemini yapabilir, ancak yanıl­ mıyorsam, sodyum üretmek için kullanılan elekt­ rikli aletlerin tükettiği sodyum miktan elde edilen miktarın ötesinde. Bu durumda sodyumu üretme işlemi için işlemin sonunda üretebileceğiniz mik­ tardan daha fazla sodyuma ihtiyacınız olacak! " "Sodyumu piller yardımıyla üretmiyorum Pro­ fesör, bu işlem için basitçe topraktaki karbonun ısısından faydalanıyorum. " "Toprak mı?" diye sordum ısrarcı bir ses to­ nuyla. "İsterseniz deniz karbonu diyelim," diye cevap verdi Nema. "Deniz altındaki kömür kaynaklarından da faydalanıyor musunuz ?" "Bay Aronnax, tüm bunları nasıl yaptığımı öğreneceksiniz. Sizden biraz sabretmenizi isti­ yorum çünkü sabırlı olmak için bol bol vaktiniz olacak. Sadece şunu unutmayın yeter: Her şeyi denize borçluyum. Denizden elektrik üretiyorum; elektrik ise Nautiius ' a ısı, ışık, hareket, tek keli­ meyle ifade edecek olursam, hayat veriyor. " "Fakat soluduğunuz hava?" "Aslında ihtiyacım olan havayı üretebilirim fakat buna gerek yok. Çünkü canım istediğinde su yüzüne çıkıyorum. Öte yandan elektrik temiz 137

JULES VERNE

hava sağlamıyor olsa da, havayı özel haznelerde depolamaya yarayan pompaları hareket ettiriyor. Bu da ihtiyaç duyduğum takdirde denizin derin­ liklerindeki yolculuğumu dilediğim kadar uzat­ mama imkan veriyor. " "Kaptan, bütün bunlara hayran kaldığımı söy­ leyebilirim. Siz kuşkusuz bir gün tüm insanlığın keşfedeceği bir şeyi keşfettiniz: Elektriğin gerçek dinamik gücünü." "Gerçekten bunu bir gün keşfederler mi, bil­ miyorum, " diye karşılık verdi Nema soğuk bir ifadeyle. "Öyle bile olsa, bu muhteşem mekaniz­ manın ilk uygulayıcısının ben olduğumu artık siz biliyorsunuz. Bizi güneş ışığından daha eşit ve sürekli bir şekilde aydınlatan şey elektrik. Şu duvar saatine bakın; elektrikli bir saat ve dünya­ daki tüm kronometrelere meydan okuyacak bir düzenlilikte işliyor. Onu tıpkı İtalyan saatlerinde olduğu gibi yirmi dört saate böldüm; zira benim için gece, gündüz, güneş, ay yok; denizin derin­ liklerine kadar götürdüğüm yapay ışık var! Bakın şu anda saat sabahın onunu gösteriyor. " "Harika. " "Elektrikle çalışan bir başka uygulamadan daha söz edeyim size. Tam karşınızda asılı duran şu kadranı görüyor musunuz ? O kadran, Nautilus'un hızını belirlemeye yarıyor. Bir elektrik kablosu yardımıyla pervaneye bağlı olan bu kadranın ibre­ si geminin gerçek hızını gösteriyor. Bakın, şu anda saatte ortalama on beş mil hızla yol alıyoruz." "Bu inanılmaz, Kaptan. Rüzgar, su ya da buhar gücü yerine elektriği kullanmakta kesinlikle hak­ lıymışsınız." 138

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Daha bitmedi, Bay Aronnax," dedi Nema aya­ ğa kalkarak. "Beni izleyin. Geminin arka bölümü­ nü ziyaret edeceğiz. " Geminin ortasından ön tarafına kadar olan kısmını artık biliyordum. Bu kısımda kütüphane­ den su geçirmez bir koridorla ayrılmış beş metre­ lik bir yemek salonu; Kaptan'ın odasıyla arasında bir koridor bulunan on metrelik büyük bir salon; Kaptan'ın beş metrelik odası, benim iki buçuk metrelik odam ve yedi buçuk metre uzunluğun­ daki hava depoları bulunuyordu. Tüm bu saydık­ larım, toplam otuz beş metrelik yer kaplıyordu. Koridorlarda, su bastığı anda gemideki güvenliği sağlamak için kapılar vardı ve kapıların Üzerleri kepenklerle örtülüydü. Geminin ön kısmına doğru uzanan koridorlar­ dan geçen Nemo'yu takip ederek orta kısma ulaş­ tım. Burada, iki koridor arasında bir tür açıklık vardı. Duvara perçinlenmiş demir bir merdiven yukarı doğru uzanıyordu. Kaptan'a bu merdive­ nin ne işe yaradığını sordum. "Yukarıdaki filikaya çıkıyor," diye cevap verdi. "Nasıl! Bir filikanız mı var?" dedim. Oldukça şaşırmıştım. "Elbette. Hafif, asla batmayan harika bir filika. Gezinti yapmak ve balık tutmak için kullanıyo­ rum onu." "Bu filikaya binmek istediğiniz zaman suya

iniyorsunuz, öyle değil mi?" "Kesinlikle hayır. Filika gemiye bağlı. Gemi­ nin üst kısmında onu içine alan bir boşluk var. Yani filika cıvatalar yardımıyla gemiye sıkı sı­ kıya monte edilmiş durumda. Bu merdiven 139

JULES VERNE

Nautiius'un gövdesindeki insan geçidine ulaştırı­ yor bizi, bu geçit ise filikanın alt kısmında açı­ lan bir başka geçitle bağlantılı. Filikaya bu ikili açıklıktan geçerek biniyorum. Gemideki kapağı mürettebattan birileri kapatıyor; bense baskı cı­ vataları yardımıyla filikada bulunan diğer kapağı kapatıyorum. Cıvataları gevşetiyorum ve filika müthiş bir hızla su yüzüne çıkıyor. O zamana kadar sıkıca kapalı duran güverte kapağını açıp direği dikiyorum. Bu sayede gemiden ayrılıyor, keyfime göre, bazen yelkenleri açarak ya da kü­ ,, rekler yardımıyla denizde dolaşıyorum. "Peki, nasıl geri geliyorsunuz ? " "Ben gelmiyorum, gemi bana geliyor, Bay Aronnax." "Sizin emriniz üzerine? " "Evet. Gemiyle bir elektrik kablosu yardımıyla haberleşiyorum. Bir telgraf gönderiyorum, hepsi o kadar. " "Aslında," dedim, "bundan kolay ne var! " Geminin üst yüzeyine ulaştıran merdiven için ayrılmış bölümü geçtikten sonra, iki metre uzun­ luğunda bir kamara gördüm; içinde Conseil ve Ned Land oldukça hoşnut bir halde hapur hupur yemek yiyorlardı. Sonra üç metre uzunluğunda bir mutfağa vardık. Mutfakta da gazdan çok elektrik hakimdi. Ye­ mek yapmak için gerekli her alet elektrikle çalı­ şıyordu. Ocağın altına döşenmiş elektrik telleri, platin süngerlerine eşit şekilde dağılan sabit bir ısı sağlıyordu. Deniz suyundan içme suyu elde etme işlemi için kullanılan aletler de elektrik yar­ dımıyla ısıtılıyordu. Mutfaktan sonra, konforlu 140

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir biçimde döşenmiş banyoya geçtik. Buradaki musluklardan, isteğinize bağlı olarak, sıcak ya da soğuk su akıyordu. Mutfağın hemen arkasında, beş metre uzunlu­ ğunda bir mürettebat koğuşu yer alıyordu. Kapısı kapalı olduğundan, odanın nasıl düzenlenmiş ol­ duğunu göremedim. Görmüş olsaydım, geminin idaresi için kaç tane adamın görev yaptığını tah­ min edebilirdim. Geminin en arka kısmında mürettebat ka­ marasını ve makine dairesini birbirinden ayıran dördüncü bir koridor uzanıyordu. Koridorun so­ nunda bir kapı vardı. Oradan girdim ve kendimi, kesinlikle birinci sınıf bir kaptan olan Nemo'nun geminin hareketini sağlayan makineleri yerleş­ tirdiği bir odada buldum. Bu oda iyi ışıklandırılmıştı ve uzunluğu yirmi metreden fazlaydı. İki eşit parçaya ayrılmıştı. İlk kısımda elektrik üretmeye yarayan aletler; ikinci­ sindeyse pervaneyi harekete geçiren bir tür me­ kanizma yer alıyordu. Odayı kaplayan kendine has koku beni çok şaşırttı. Kaptan Nema durumu fark etmiş olacak ki: " Sodyumun sebep olduğu gaz kokusu. Ancak bu çözülmesi basit bir durum. Her sabah gemiyi havayla temizliyoruz," dedi. Nautilus 'un hareket mekanizmasını, dışar­ dan kolayca fark edilebilecek bir merakla ince ­

liyordum . "Görüyorsunuz ya, ben Bunzen'in elementle­ rinden yararlanıyorum, Ruhmkorff unkilerden de­ ğil. Çünkü bunlar diğerlerinin yanında pek işe ya ramıyor. Tecrübeyle sabittir ki Bunzen'in element141

JULES VERNE

leri sayıca az olmasına rağmen daha güçlü ve daha değerli. Burada üretilen elektrik elektromıknatıs­ lar yardımıyla geminin kıç tarafında bulunan, ma­ nivelalardan ve dişlilerden oluşan bir sisteme ak­ tarılıyor; bu sistem de pervanenin eksen milini harekete geçiriyor. Çapı altı metre ve dişlilerinin arası yedi buçuk metre olan eksen mili, saniyede yaklaşık yüz yirmi tur dönebiliyor."

142

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Bu durumda geminin hızı?" "Saatte elli mil." Burada anlamadığım şeyler vardı ancak bun­ ları öğrenmek için ısrar etmedim. Mesela elekt­ rik, nasıl böylesi bir güçle her şeyi çalıştırabiliyor­ du? Neredeyse sonsuz olan bu elektrik gücünün kaynağı neydi; bilmediğimiz türden bobinler ara­ sındaki bir gerilim mi? Gemiye böylesi bir güç ve­ ren şey, elektriğin bilinmeyen bir kaldıraç sistemi yoluyla iletilmesi miydi? Tüm bunları anlamıyor­ dum. "Kaptan Nema," dedim. "Makinelerden elde edilen sonuçlar ortada. Onları açıklamanızı bek­ lemiyorum. Nautİlus 'u Abraham Lincoln'ün önünde manevralar yaparken gördüm. Dolayısıyla hızına dair söyleyecek bir şeyim yok. Fakat nasıl ilerledi­ ğini hala tam olarak anlamıyorum. Nereye gitti­ ğini görmek gerek! Sağa, sola, yukarı, aşağı doğru yönlendirmek gerek gemiyi! Basıncın yüzlerle öl­ çüldüğü derinliklere nasıl ulaşabiliyorsunuz ? De­ niz yüzeyine nasıl çıkıyorsunuz? Dilediğiniz yer­ de nasıl durup kalabiliyorsunuz? Bunları sorarak patavatsızlık etmiş olmuyorum, değil mi? " Kaptan, kısa bir tereddütten sonra: "Hayır, kesinlikle Profesör, çünkü bu gemiden asla çıkamayacaksınız. Salona geçelim, çalışma alanımıza. Orada Nautilus ' a dair merak ettiğiniz ne varsa öğreneceksiniz," diye cevap verdi.

143

XIII BiRTAKIM SAYILAR •

Birkaç saniye sonra ağzımızda birer sigaray­ la salondaki koltuklardan birinde oturuyorduk. Kaptan, üzerinde Nautilus'un iç kısımlarının ve görüntüsünün çizili olduğu ayrıntılı bir plan koy­ du masaya. Sonra anlatmaya başladı: "İçinde bulunduğunuz geminin farklı boyutla­ rını bu plan üzerinde görebilirsiniz. Bakın, burada iki ucu koni biçiminde, bir sigarayı andıran, çok uzun bir silindir var. Bu biçim, Londra' da aynı türden birçok konstrüksiyonda kullanılmaktadır. Bu silindirin uzunluğu bir uçtan diğerine tam yet­ miş metre; güverte kirişi de en geniş yerinde se­ kiz metredir. Yani sizin birinci sınıf gemilerinizde olduğu gibi tam onda bir oranıyla inşa edilme­ miştir. Ama yer değiştiren su, içinden geçerken hiçbir engele takılmadan kolayca akıp gitsin diye, hatları ve su kesimi yeterince uzun tutulmuştur. Silindirin bu iki boyutundan hareketle, basit bir hesap yaparak Nautilus'un yüzey alanı ve hac­ mini bulabilirsiniz. Yüzey alanı on bin metrekare kırk beş desimetrekare; hacmiyse bin beş yüz metreküp iki desimetreküptür. Bu demek oluyor ki gemi su altına daldığında bin beş yüz metre küp ya da bin beş yüz ton suyun yer değiştirmesi­ ne neden oluyor. 144

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Denizaltında yolculuk yapabilecek nitelikte bir gemi tasarlamaya başladığımda, suya dalma­ dığı durumlardaki dengesini göz önünde bulun­

durarak, gövdesinin onda dokuzunun suda ve yalnızca onda birinin suyun dışında kalması ge­ rektiğini düşünüyordum. Sonuç olarak, bu şartlar altında hacminin yalnızca onda dokuzu oranın­ da, yani bin üç yüz elli altı metreküp suyu hare145

JULES VERNE

ket ettirecekti; başka türlü ifade edecek olursam, ağırlığı bu kadar olacaktı. Dolayısıyla gemiyi az önce sözünü ettiğim boyutlarda inşa ederken bu ağırlığı aşmamak zorundaydım. Nautilus biri iç, diğeri dış olmak üzere iki ayrı omurgadan oluşuyor. Bu iki parçayı T şeklinde bir demir birbirine bağlıyor ve gemiye sağlamlığını o veriyor. Bu parçalı yapı sayesinde gemi, tek bir blok gibi sağlam duruyor. Geminin dış omurgası­ nın iç omurgadan ayrılması söz konusu olamaz. Çünkü iki omurga birbirine cıvatalar yardımıyla bağlanmış değil. Burada iç içe geçmeli bir yapı söz konusu. Bu iki omurganın tek vücut oluştu­ racak biçimde iç içe geçmiş olması, geminin fır­ tınalı denizlere meydan okuyabilmesini sağlıyor. İki omurga da yoğunluğu suyun onda seki­ zi olan çelik levhalardan üretildi. İç omurganın kalınlığı yaklaşık beş santimetre, ağırlığıysa yüz doksan dört ton doksan altı desimetreküptür. Üst kısma gelen omurganınsa yüksekliği elli, kalınlığı yirmi beş santimetre ve tek başına tartıldığında ağırlığı altmış iki ton geliyor. Makinelerin, safra­ nın, diğer takımların ve düzenlemelerin, bölme duvarlarının ve payandaların ağırlığı dokuz yüz altmış bir ton altmış iki desimetreküptür. Üç yüz doksan dört ton doksan altı metreküpü buna ek­ lediğimiz takdirde, gereken bin iç yüz elli altı ton kırk sekiz desimetreküpü elde etmiş oluruz. Şim­ di anlaşıldı mı?" "Anlıyorum Kaptan," diye cevap verdim. "Gemi, bu şartlar altında su üstündeyken, yal­ nızca onda biri su yüzeyinde kalır. Ve eğer bu onda bire denk düşen hacimde, yüz elli ton yet146

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

miş iki santimetreküplük depolar koyar, onları da suyla doldurursam, gemi bin beş yüz yedi tonluk suyu hareket ettirir ve bu sayede tümüyle suya dalar. İşte benim yaptığım budur, Profesör. Bu su depoları, Nautilus'un alt kısmında yer alıyor. Mus­ lukları açıyorum ve onları dolduruyorum. Böylece gemi, en üst kısmı su yüzeyinde kalacak şekilde ,, suya dalıyor. "İşte bu noktada, gerçek bir zorlukla karşı kar­ şıya kalıyoruz. Okyanusun üzerinde yüzebiliyor­ sunuz, bunu anlıyorum. Fakat daha derine indi­ ğinizde, yani suyun altına daldığınızda geminiz basınçla karşılaşmıyor mu ve sonuç olarak her otuz adımlık derinlik için bir atmosfer basınca, yani bir santimetre karelik su yüzeyi için yaklaşık bir litrelik basınca maruz kalmıyor mu?" "Kesinlikle öyle. " "Öyleyse geminizi tamamen doldurmadıkça bu basınçtaki su kütlelerinin arasında nasıl gezi­ ,, nebildiğinizi anlamıyorum. "Profesör, " diye karşılık verdi Kaptan. "Statiği dinamikle karıştırmamak gerekir; eğer bunu ya­ parsak basit hatalara düşeriz. Okyanusun derin­ liklerine inebilmek sandığınız kadar zor değil. Bu­ nun için çok az şey yapmak yetiyor çünkü cisim­ lerin dibe çökme eğilimleri var. Şimdi size bunu ,, açıklayacağım. "Sizi dinliyorum, Kaptan. " "Nautiius'un su altına inmesi için gereken ağır­ lık artışını belirlemek istediğimde aklıma takılan tek şey, deniz suyunun hacminin derin katman­ ,, lara inildikçe azalmasıydı. "Bu bilinen bir şey," diye karşılık verdim. 147

JULES VERNE

"Aslında su basınçla tamamen sıkıştırılamaz değildir; az da olsa sıkıştırılabilir. Gerçekten de en son yapılan hesaplamalara göre, suyun hac­ mindeki azaltma işleminin oranı bir atmosferlik basınç ya da her otuz adımlık derinlik için on mil­ yonda dört yüz otuz altıdır. Bin metrelik bir derin­ liğe mi ineceğim, bu durumda suyun hacmindeki azalma miktarını bin metrelik bir su sütununun basıncını baz alarak, yani yüz atmosfer basıncına karşılık gelen basınca göre hesaplarım. O zaman azalma miktarı yüz binde dört yüz otuz altı olur. Yani ağırlığı bin beş yüz yedi ton onda iki yerine, bin beş yüz on üç ton yüzde yetmiş yedi artırmam gerekir. Bunun sonucunda artış yalnızca altı ton yüzde elli yedi olacaktır." "Yalnızca bu kadar mı? " "Evet, yalnızca bu kadar, Bay Aronnax. Bu he­ sabın sağlaması kolayca yapılabilir. Gemide top­ lam yüz tonluk yedek su depoları mevcut. Böylece okyanusun en derinlerine kadar inebiliyorum. Su üzerine çıkıp dolaşmak istediğimdeyse, çıkmak istediğim derinliğe göre bu suyu dışarı atıyor ve depoları tamamen boşaltıyorum. " Kaptan'ın matematiksel hesaplara dayandır­ dığı argümanlarında itiraz edecek hiçbir şey gör­ müyordum. "Hesaplarınıza hiçbir itirazım yok, Kaptan," dedim. "Zaten her gün onların doğruluğunu de­ neyimliyoruz. Fakat hala bir şeyi anlamakta güç­ lük çekiyorum. " "Nedir o ? " "Mesela gemi bin metrelik bir derinlikteyken, Nautilus'un yüzeyi toplam yüz atmosferlik bir ba148

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

sınca maruz kalıyor. Eğer o sırada geminizi hafif­ letmek ve su yüzüne çıkmak için depolan boşalt­ mak isterseniz, pompalarınızın yüz atmosferlik bir basınç pompalaması, yani her bir santimetre kare için yaklaşık yüz litrelik basıncı alt etmesi gerekir. Bu işlem için gereken kuvvet . . . " "Yalnızca elektrik kuvveti," diye söze girdi Kaptan Nema. "Size tekrar söylüyorum Profesör, benim makinelerimin dinamik kuvveti neredeyse sonsuz. Geminin pompaları çok güçlüdür. Pom­ palanndan çıkan su sütunları Abraham Lincoln'ün üzerine sel gibi döküldüğünde siz de bunu gör­ müş olmalısınız. Üstelik yedek depolardan yal­ nızca ortalama bin beş yüz-iki bin metre derin­ liğe inmek için faydalanıyorum. Makinelerimi gözettiğim için bunu da çok sık yapmıyorum. Bu sebepten ötürü okyanusun daha derin sularında, yani su yüzeyinin iki-üç mil altında dolaşmak is­ tersem daha farklı manevralar kullanıyorum." "Mesela? " diye sordum. "Size Nautilus 'un nasıl hareket ettiğini anlata­ yım." "Bunu öğrenmek için sabırsızlanıyorum." "Gemiyi yatay düzlemde sancak ya da iskele yönüne hareket ettirmek, başka bir deyişle ma­ nevra yapmak için dümen bodoslamasına yerleş­ tirilmiş, bir safran genişliğinde sıradan bir dümen yelpazesinden faydalanıyorum. Dümen palan­ galar ve çarklar yardımıyla hareket ediyor. Ama gemiyi yalnızca yatay bir düzlemde değil aynı zamanda aşağı yukarı, yani dikey olarak da ha­ reket ettirebiliyorum. Bunu da içeriden güçlü kal­ dıraçlarla idare edilen ve her pozisyonu alabilen, 149

JULES VERNE

geminin su kesimi merkezinin yanlarına perçin­ lenmiş, hareketli ve eğik iki düzlem aracılığıyla yapıyorum. Bu düzlemler gemi gövdesine para­ lelken, gemi yatay olarak hareket ediyor. Eğik du­ ruma getirildiklerindeyse, bu eğimin derecesine ve pervanenin itiş gücüne bağlı olarak, gemi is­ tediğim kadar uzun süre eğik giderek suya dalıp sonra sudan yukarı çıkabiliyor. Hatta eğer su yü­ zeyine daha çabuk varmak istiyorsam, pervane ile makinenin bağlantısını sağlıyorum. Bu sayede Nautilus, suyun basıncıyla dikey olarak yükselip bir balon gibi havaya fırlayabiliyor. " "Bravo Kaptan! " diye bağırdım. "Fakat denizin ortasındayken, belirlediğiniz rotadan başdümen­ ciyi nasıl haberdar ediyorsunuz ?" "Başdümenci, geminin üst kısmında bulunan camlı bir bölmede duruyor." "Bu kadar yüksek basınca direnebilen camlar mı?" "Kesinlikle . Kristal her ne kadar darbeler karşısında kırılgan olsa da basınç karşısında güçlü bir direnç gösteriyor. 1864 yılında Kuzey Denizi'nde yapılan elektriksel ışık yardımıyla avlanma deneyleri sırasında, kalınlığı yalnızca yedi milimetre olan kristal plakların on altı at­ mosferlik bir basınca karşı direnç gösterebildiği gözlemlendi. Benim dümenin bulunduğu bölme için kullandığım camların kalınlığıysa yaklaşık yirmi bir milimetre, yani deneyde kullanılanla­ rın tam üç katı. " "Tamam, tüm bunları anlıyorum ancak karan­ lıkta ilerlemek için ışığa ihtiyaç var; okyanusun , zifiri karanlığında nasıl. . . ,

150

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Bu bölmenin arka tarafında bir projektör var ve bu projektörün ışığı , denizi yaklaşık yarım mile kadar aydınlatıyor." "Sizi tebrik ederim Kaptan. Canavar diye peşi­ ne düştüğüm şeyin yaydığı, görenleri hayrete dü­ şüren ışığının sırrı şimdi anlaşıldı! Bir şeyi daha merak ediyorum. Nautilus ve Scotia arasındaki çarpışmada Scotia'nın büyük bir sarsıntı yaşadığı­ nı biliyorum; peki ya sizin geminizde nasıl bir etki yarattı bu sarsıntı?" "Pek bir etki yaratmadı. Çarpışma meydana geldiğinde su yüzeyinin yaklaşık iki metre altında ilerliyordum. Üstelik Scotia' nın da hayati bir ha­ ,, sar almadığını anladım. "Ya Abraham Linco1n ile olan çarpışmanız ?" "Cesur Amerikan donanmasının en iyi gemi­ lerinden biri için çok üzgünüm Profesör. Fakat saldırıya uğramıştım ve kendimi savunmak zo­ runda kaldım! Öte yandan gemiyi bir daha bana zarar veremeyecek bir hale getirmiş olmaktan da memnunum. Ayrıca hasarını en yakın limanda ,, gidereceğinden de eminim. "Kaptan! " dedim. "Geminiz gerçekten harika ! " "Sanki canımdan bir parça gibi seviyorum bu gemiyi Profesör," dedi içten bir tavırla. " Sizin ge­ milerinizden herhangi birinde etraf tehlikelerle doluyken, Hollandais Jansen'ın söylediği gibi de­ niz üzerinde hissedilen ilk şey uçurum hissiyken,

içinde olduğunuz sürece korkmanız gereken hiçbir şey yok. Gemiye dışardan hiçbir şey zarar veremez çünkü ikili gövdesi demir gibi sağlamdır. Yalpadan ya da geminin baş kıç vur­ masından zarar görecek donanımı, rüzgarın alıp

Nautilus ' un

151

JULES VERNE

götüreceği yelkeni, buhardan delinecek kazanı yok. Yangın ihtimalinden de korkmayın çünkü tüm teçhizat çelikten yapıldı; ahşap hiçbir şey yok. Kömür biterse diye endişelenmeyin çünkü onu elektrikle üretiyoruz. Okyanusun derinlikle­ rinde bizden başka dolaşan olmadığından, her­ hangi bir çarpışma durumu da söz konusu değil. Fırtına da bizi korkutamaz; ne de olsa denizin bir­ kaç metre altında mutlak bir sakinlik hakim. İşte Profesör! Mükemmel, böylesine mükemmel bir gemidesiniz ! Nasıl ki bir gemi mühendisi planla­ dığı gemiye onu üretenden, üreten kişi de kap­ tandan daha fazla güveniyorsa ben de Nautii us ' a öyle güveniyorum. Üstelik ben bu geminin hem mühendisi, hem inşa edicisi hem de kaptanıyım! " Kaptan Nemo çok etkili bir şekilde konuşuyor­ du. Gözlerindeki ışık, hareketlerindeki tutku onu başka birine dönüştürüyordu. Evet, o bu gemiyi bir babanın evladını sevdiği gibi seviyordu! "O halde siz bir mühendissiniz Kaptan Nemo ?" diye sordum. "Evet Profesör, mühendisim; karada yaşarken Londra'da, Paris'te, New York'ta eğitim aldım. " "Peki ama nasıl oldu d a bu gemiyi kimsenin haberi olmadan inşa edebildiniz ?" "Geminin parçalarının her biri, dünyanın farklı farklı yerlerinde üretilip farklı farklı isimlere gön­ derildi. Geminin omurgası Creusot' da, pervane tahtası Londra'daki Pen et C0 firmasında üretildi. Gövdesinin çelik plaklarını Liverpool' da bulunan Leard şirketi, pervaneyi ise Glasgow' daki Scott fir­ ması yaptı. Depoları Cail ve Cie şirketleri tarafın­ dan Paris'te, motoru Krupp tarafından Prusya'da, 152

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

mahmuzu İsviçre'de bulunan Motala firmasının atölyelerinde üretildi. Ölçüm aletlerine gelince, onlar New York'taki Hart Kardeşlerin elinden çık­ ma. Bu şirketlerden her birine üretilmesini istedi­ ğim şeyi birbirinden farklı isimlerle gönderdim. " "Üretilen parçaların bir araya getirilmesi işini nasıl hallettiniz? "

153

JULES VERNE

"Bu iş için okyanusun ortasında ıssız bir ada­ da atölyeler kurdum. İşçiler, yani bizzat eğittiğim cesur arkadaşlarım ve ben Nautilus'u bu atölye­ lerde tamamladık. Sonra geride bıraktığımız tüm izleri yok etmek için bir yangın çıkardım; başarılı oldum mu, bilmiyorum." "Böyle bir geminin maliyeti çok yüksek olmalı?" "Bay Aronnax, demir bir gemi inşa etmeye kalksanız, bu size yaklaşık on bir bin yirmi beş franka mal oluyor. Nautilus'un ise bir tonu bin beş yüz franka, tamamı bir milyon altı yüz sek­ sen yedi bin franka mal oldu. Buna geminin iki milyon franklık donanımıyla dört-beş milyon franklık sanat eserleri ve koleksiyonlarını da ek­ leyebiliriz. " "Son bir soru sorabilir miyim?" "Elbette. Sizi dinliyorum. " "O zaman siz zengin birisiniz, öyle değil mi? " "Ucu bucağı olmayan bir zenginlik benimkisi. Hiç zorlanmadan Fransa'nın on milyar franklık borcunu ödeyebilirim! " Karşımda duran ve bana bunları anlatan bu garip adamın yüzüne bakıyordum. İyi niyetimi kötüye kullanıp benimle alay mı ediyordu? Bunu zaman gösterecekti.

1 54

XIV KARA IRMAK

Dünyanın sular altında kalan bölümü, otuz se­ kiz milyar üç yüz yirmi beş milyon beş yüz seksen bin metrekare, başka bir ifadeyle otuz sekiz milyon hektardan fazla bir alan kaplar. Bu su kütlesinin yaklaşık iki milyar iki yüz elli mil küp hacmi var­ dır. Altmış fersah çapında, üç kentilyon tonluk bir küre düşünün. Bu büyüklüğü anlamak için kentil­ yonun milyona oranının, milyann birliğe oranına denk olduğunu, başka bir deyişle bir kentilyonun içindeki milyar sayısının bir milyar içindeki birlik sayısına eşit olduğunu bilmek gerekir. Bu su kütle­ si, yaklaşık olarak yeryüzündeki tüm nehirlerden kırk bin yıl boyunca akan su miktanna eşittir. Tarihte, jeolojik devirler süresince, ateş dev­ rinin su devrinden hemen sonra geldiğini biliyo­ ruz. Başlangıçta her yer suydu. Silüryen döneme gelindiğinde yavaş yavaş dağ kütleleri ortaya çık­ maya başladı. Adalar oluştu ve bu adaların bir kısmı sular altında kaldı. Daha sonra sular altında kalan kara kütleleri bir araya geldi ve sonra tekrar hareket etmeye başladılar. Bu sayede kıtalar ve sonunda da bugün bildiğimiz kara parçaları mey­ dana geldi. Yani katı madde miktarı sıvı madde miktarını otuz yedi milyon altı yüz elli yedi mil155

JULES VERNE

kare, yani on iki milyar dokuz yüz on altı milyon hektar geçmişti. Kıtaların bugünkü halini almasıyla, denizler beş büyük parçaya ayıldı: Kuzey Buz Denizi, Gü­ ney Denizi, Hint Okyanusu, Atlas Okyanusu ve Pasifik Okyanusu. Pasifik Okyanusu, Kuzey Kutbu ve Güney Kut­ bu arasında yer alır. Batısında Asya, doğusunday­ sa Amerika kıtası uzanır. Okyanusun kuzey ve güney kıyılan arasında 145°lik enlem farkı vardır. Pasifik Okyanusu, denizler arasında en sakin ola­ nıdır. Suları genellikle durgundur. Üzerinde şid­ detli gelgitler yaşanmaz. Yağış miktarı fazladır. Garip tesadüfleriyle kaderin beni sürüklediği de­ niz de Pasifik Okyanusu'ydu. "Profesör, dilerseniz gidip tam olarak nerede olduğumuzu öğrenip, yeni rotamızı belirleyelim. Saat on ikiye çeyrek var. Su yüzeyine çıkacağım. " Kaptan ü ç kez elektrik kolunu çekti. Pompalar depolardaki suyu boşaltmaya başladı. Manomet­ renin ibresi, Nautilus 'un su yüzeyine çıkarkenki hareketinin yarattığı basınç farklılıklarını göster­ dikten sonra sabitlenip durdu. "Su yüzeyine vardık," dedi Kaptan. Yukarı doğru uzanan merdivene gittim. Me­ tal basamakları tırmandım. Yukarı çıkmak için açılmış kapaktan geçtim ve nihayet geminin üst kısmına vardım. Nautil us 'un yalnızca seksen santimetrelik bir kısmı suyun üzerindeydi. Geminin arka ve ön kıs­ mı tıpkı uzun bir sigarayı andıran iğsi bir biçim­ deydi. İç içe geçmiş demir plaklar sürüngenlerin vücutlarını kaplayan pulları andırıyordu. Dünya156

DENİZLER AL TINDA 20 .000 FERSAH

nın en iyi dürbünlerinden bakılmasına rağmen bu geminin neden bir deniz hayvanı zannedildi­ ğini şimdi anlıyordum. Geminin tam ortasına yerleştirilmiş filika ha­ fif bir çıkıntı yaratıyordu. Biri geminin ön, diğeri arka kısmında olmak üzere, etrafı camlarla çev­ rili, duvarları eğimli, orta yükseklikte iki bölme vardı; bunlardan biri gemiyi yönlendiren dümen­ ciye ayrılmıştı. Diğerindeyse güçlü bir elektrik fe­ neri göze çarpıyordu. Hava berrak, deniz sakindi. Gövdesine çarpan dalgalar gemiyi nazikçe sallıyor, hafif bir doğu meltemi suyun yüzeyini dalgalandırıyordu. Gök­ yüzünde hiç sis yoktu, yani ufuk her türlü gözlem için uygundu. Görüş alanımızda hiçbir şey yoktu; ne bir teh­ like, ne bir ada ne de Abraham Lincoln . Uçsuz bu­ caksız bir umman vardı yalnızca. Kaptan elinde­ ki sekstantla güneşin yüksekliğini hesaplamaya çalışıyordu. Bu işlem ona, bulunduğumuz boylam derecesini verecekti. Birkaç dakika boyunca gü­ neşin tam tepeye gelmesini bekledi. Bu gözlem sırasında kaslarında hiçbir hareket belirtisi yok­ tu. Elinde tuttuğu alet, mermer bir elde bile bu kadar hareketsiz duramazdı. "Öğle oldu Profesör, ne zaman isterseniz . . . " Güneşin etkisiyle biraz sararmış, Japonya kıyı­ larına doğru uzanan sulara son bir kez bakıp bü­ yük salona indim. Kaptan salona varınca, ölçtüğü değere göre bulunduğumuz boylamı hesapladı. Elde ettiği so­ nucu daha önceki gözlemleriyle karşılaştırdıktan sonra: 157

JULES VERNE

"137° 15 batı boylamı üzerindeyiz, Bay Aran,, nax . . . "Hangi meridyene göre? " diye sordum. Vere­ ceği cevabın Kaptan'ın milliyetine dair ipucu ve­ receğini düşünüyordum. "Paris , Greenwich ve Washington meridyenle­ rine göre düzenlenmiş birbirinden farklı krono­ metreler mevcut gemide. Fakat ben, sırf siz bu158

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

radasınız diye, Paris meridyenine göre düzenlen­ miş olanı kullanacağım. " Bu cevaptan hiçbir ipucu elde edemedim. Kafa­ mı sallamakla yetindim. Kaptan tekrar söze girdi: "Paris meridyenine göre 37° 15' batı boylamın­ da, 30° 7 ' kuzey enleminde bulunuyoruz. Yani Japonya kıyılarından yaklaşık üç yüz mil uzak­ tayız. Tarih 8 Kasım ve öğle vaktindeyiz. Denizin derinliklerindeki yolculuğunuz bugün başlamış bulunuyor. " "Tanrı bizi korusun! " diye cevap verdim. "Şimdi sizi çalışmanız için yalnız bırakayım. Rotamızı kuzeydoğu yönüne çevirdim. Geminin bulunduğu derinlik yaklaşık elli metre. İşte hari­ talar burada; dilediğiniz gibi faydalanabilirsiniz onlardan. Tüm salon sizin hizmetinizde. Şimdi müsaadenizle, gitmem gerekiyor." Kaptan beni selamlayıp gitti. Bir başıma kal­ mıştım; düşüncelerimle baş başaydım. Tüm dü­ şüncelerim Kaptan üzerinde yoğunlaşmıştı. Hiç­ bir millete ait olmamakla övünen bu garip adamın hangi ülkenin vatandaşı olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecek miydim ? Onu bu yolculuğa çık­ maya iten ve belki de korkunç intikamlar almaya sürükleyen şey, yani insanlığa duyduğu nefrete sebep olan neydi? Bu adam tıpkı Amerikalı Ma­ ury gibi, değeri bilinmemiş bir bilim adamı, tür­ lü işkencelere maruz kalan bir deha, Conseil ' in ifadesiyle modern bir Galileo ya da kariyeri siya­ si darbelerle altüst edilmiş bilim adamlarından biri miydi? Henüz bunu bilmiyordum. Garip bir tesadüf beni onun gemisine sürüklemişti. Haya­ tım ellerinin arasındaydı. Fakat o beni soğuk ama 1 59

JULES VERNE

yine de gerçek bir ev sahibine yakışan şekilde ağırlamıştı. Ancak ona uzattığım eli hiçbir zaman sıkmadı. Kendi de hiçbir zaman böyle bir tokalaş­ ma teşebbüsünde bulunmadı. Tam bir saat boyunca, bana yeterince ilginç gelen bu tutumunun sebeplerini arayan düşün­ celerle boğuşup durdum. Sonra bakışlarım bir çerçeve içine yerleştirilmiş gökyüzü haritasına takıldı kaldı. Parmağımı Kaptan'ın söylediği en­ lem ve boylam derecelerinin kesiştiği noktanın üzerine koydum. Denizin de tıpkı kıtalar gibi nehirleri vardı. Bunlar kendilerine has sıcaklıkları ya da renkleriy­ le özel akıntılardır. Bu akıntıların en ünlüsü Gulf Stream'dir. Bilim insanları yerküre üzerinde beş farklı akıntı tespit etmişlerdir. Bunlardan bir tane­ si Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde, diğeriyse güne­ yinde, diğer ikisi Pasifik Okyanusu'nun kuzeyinde ve güneyinde, sonuncusuysa Hint Okyanusu'nda yer alır. Eski zamanlarda bu akıntılardan bir al­ tıncısının da Hint Okyanusu'nun kuzeyinde yer almış olması muhtemeldir. O zamanlar Hazar De­ nizi ve Aral Gölü Asya'nın büyük gölleriyle birle­ şerek tek ve aynı su havzasını oluşturuyordu. Haritada şu an bulunduğumuz enlem ve boy­ lam derecelerine tekabül eden nokta, bu akıntılar­ dan birine, Japonların Kuro-Scivo diye isimlendir­ diği Kara Irmağa işaret ediyordu. Bu akıntı, dik gelen tropik güneş ışınlarının ısıttığı Bengal Körfezi'nden çıkıp Malakka Boğazı'nı geçer; kafur otlannı ve daha birçok deniz bitkisini de peşine takarak ve okyanusun dalgalarını sıcak suların çi­ vit rengine boyayarak, Pasifik Okyanusu'nun ku160

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

zeyinden Aleut Adalanna kadar uzanan Asya kı­ yılan boyunca ilerler. Nautilus tam da bu akıntının üzerinden geçiyordu. Gözümle bu akıntıyı takip etmeye çalıştım; akıntının Pasifik Okyanusu'nun uçsuz bucaksız sulannda kayboluşunu izledim. Kendimin de bu akıntıyla beraber sürüklenip gitti­ ğini düşündüm. O sırada Ned Land ve Conseil ka­ pıda göründüler.

J U LCS V E f\H t .-,, ,..

161

JULES VERNE

İkisi de salonda gördükleri karşısında put gibi donup kalmıştı. "Neredeyiz biz ? Neredeyiz ? Quebec Müzesi'nde mi?" diye bağırdı Kanadalı. "Bana kalırsa Sommerard Oteli ! " dedi Conseil. "Arkadaşlar," dedim içeri girmelerini işaret ede­ rek. "Ne Kanada' dayız ne de Fransa' da. Nautilus'un içindeyiz ve denizin elli metre altında." "Beyefendi ne söylüyorlarsa, ona inanmak ge­ rekir ancak bu salon benim gibi bir Flamanı bile şaşırtacak şekilde düzenlenmiş. " "Şaşırmalısın elbette. Senin gibi sınıflandırma meraklısı birinin üzerinde çalışabileceği çok şey var burada." Conseil'i cesaretlendirmeme pek de gerek yoktu aslında çünkü o çoktan koleksiyonların ol­ duğu cam vitrinlere doğru eğilmiş, doğabilimci­ lerinin dilinden bir şeyler mırıldanıyordu: karın­ danbacaklılar sınıfı, buccinoidler familyası, por­ selenler, Cyproea Madagascarienler . . . Yumuşakçalarla pek ilgisi olmadığı için Ned Land, Kaptan Nemo'yla olan görüşmemize dair bir şeyler soruyordu. Kim olduğunu öğrenmiş miydim? Nereden geliyor, nereye gidiyordu? Bizi denizin hangi derinliklerine sürüklüyordu? Bu­ nun gibi, hepsine birden cevap veremeyeceğim milyon tane soru sordu. Ona bildiğim ya da aslında bilmediğim ne var­ sa anlattım ve durumu nasıl gördüğünü ve ne dü­ şündüğünü sordum. "Hiçbir şey anlamadım! " diye cevap verdi. "Hatta mürettebattan tek bir kimseye rastlama­ dım. Mürettebat da elektrik olmasın sakın, ha?" 162

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Elektrik! " "Neden olmasın. Bu akla uygun görünüyor. Fa­ kat Bay Aronnax, siz belki gemide kaç kişi oldu­ ğunu söyleyebilirsiniz ; yirmi, elli ya da yüz ? " "Ne cevap vereceğimi bilmiyorum, Land. Yine de bana inanın ve şimdilik gemiden kaçıp kurtul­ ma fikrini bir kenara bırakın. Bu gemi tam bir en­ düstri harikası; eğer bu gemiyi görmemiş olsay­ dım çok pişman· olurdum! Birçok kişi, içinde bu­ lunduğumuz durumu, sırf bu harikaları görebil­ mek için seve seve kabul ederdi. O yüzden sakin olun ve etrafınızda olup biteni görmeye çalışın. " "Görmek mi! " diye bağırdı. "Hiçbir şey gördü­ ğümüz yok bu çelik hapishanenin içinde. Hiçbir zaman da görmeyeceğiz ! Körü körüne ilerliyo,, ruz . . . Ned Land bunları söylerken bir anda her yer karanlığa büründü; mutlak bir karanlığa. Işıklar öyle hızlı söndü ki, aydınlıktan karanlığa geçer­ ken tıpkı karanlıktan aydınlığa geçerkenki gibi bir acı hissettim. Bizi neyin beklediğini bilmediğimizden, bir süre sessiz ve hareketsiz kaldık. Birden bir sür­ tünme sesi duyuldu. Sanki Nautilus'un yan taraf­ larında bulunan(kapaklar hareket ediyordu. "Sonumuz geldi," dedi Ned Land. "Dünyanın sonundayız." ·

"Medusalar takımı ! " diye mırıldandı Conseil.

Salonun her tarafı iki uzun açıklıktan sızan ışıkla aydınlanmıştı. Elektrik ışıklan s ayesinde denizin her yeri aydınlanmış görünüyordu. De­ nizle aramızda iki kristal levha vardı yalnızca. İlk önce cam duvarın kırılmış olma ihtimaliyle 163

JULES VERNE

irkildim; fakat duvarın etrafı bakır bir zırhla çev­ riliydi ve bu zırh ona neredeyse sonsuz bir direnç sağlıyordu. Na utiius 'u çevreleyen deniz, bir mil yarıçapın­ da bir alanda apaçık görülebiliyordu. Ne muhte­ şem bir manzara! Hangi fırça böyle bir güzelliği resmedebilir ki! Hangi ressam, ışığın suyun pü­ rüzsüz saydamlığı üzerindeki etkisini ve okyanu­ sun en aşağı katmanlarından yukarı doğru kade­ me kademe dağılımındaki mükemmelliği tuvali­ ne böyle yansıtabilir! Denizin yarı saydam olduğu , hatta kaynak su­ yundan bile duru olduğu herkesçe bilinir. İçinde­ ki mineraller ve organizmalar, suyu bulandırmak bir yana, saydamlığını daha da artırır. Okyanusun bazı kısımlarında, Antillerde mesela, yüz kırk beş metre derinlikte biriken tuz tabakaları çok net bir şekilde görülebilir ve güneş ışınlan üç yüz metre derinliğe kadar nüfuz edebilir. Nautiius 'un yüzdü­ ğü sulardaysa ancak dalgaların ortasındaki elekt­ rikli bir parlaklıktan, yani aydınlatılmış sulardan değil, su gibi akan bir ışıktan söz edilebilir. Denizin derinliklerinde fosforlu ışıkların bu­ lunduğu fikrini savunan Erhemberg'in hipotezini doğru kabul edersek; doğa denizde yaşayan can­ lılar için böyle muhteşem bir manzara yaratıyor diyebiliriz. Işığın burada yarattığı binlerce oyun sayesinde bunu gözümde canlandırabiliyordum. İki yanımda da denizin kimsenin bilmediği derin liklerine açılan birer pencere vardı. Salondaki ka­ ranlık, dışardaki berraklığın daha da belirgin ol­ masını sağlıyordu. Dev bir akvaryumun içinden bakar gibi etrafı izliyorduk. 164

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Gemi hareket etmiyor gibiydi. Bunun nedeni hiçbir işaret noktası olmamasıydı. Bununla bir­ likte bazen geminin mahmuzunun ikiye ayırdığı

sular, gözümüzün önünde muhteşem bir hızla akıp gidiyordu. Şaşkınlıktan camların önünde durup kalmış­ tık ve hiçbirimiz hayretle gelen bu sessizliği böl­ meye cesaret edemiyorduk. O sırada Conseil: 165

JULES VERNE

"Görmek istiyordunuz Ned; şimdi görüyorsu­ nuz !" dedi. "Çok acayip! " dedi Kanadalı, tüm kızgınlığını ve kaçış planlarını unutarak. Karşı koyamayaca­ ğımız bir manzara vardı karşımızda. Sanki çok uzaklardan, sırf bu manzarayı seyretmek için gelmiştik. "Bu adamın hayatını şimdi daha iyi anlıyo­ rum! Bu muhteşem güzellikler arasında kendine bambaşka bir dünya kurmuş! " diye bağırdım. "Fakat etrafta hiç balık göremiyorum! " dedi Kanadalı. Conseil: "Sizin için bir önemi yok çünkü balıklan tanı­ mıyorsunuz," diye karşılık verdi. "Ben mi tanımıyorum? Ben bir avcıyım! " diye bağırdı Ned Land. Bu konu üzerine ikisi arasında bir tartışma başladı. Aslında ikisi de balıklan iyi biliyordu ama farklı farklı açılardan. Balıkların omurgalılar sınıfının dördüncüsü ve sonuncusu olduğunu herkes bilir. Şu tanım çok doğrudur: "Çift kan dolaşımlı, soğuk kanlı, solungaç solunumu yapan ve suda yaşayan can­ lılara balık denir. " Balıklar iki farklı türe ayrılır: omurgaları kemiksi yapıda olan kemikli balıklar ve omurgaları kıkırdağımsı bir dokudan oluşan kıkırdaklı balıklar. Kanadalı da bu ayrımı biliyordu belki ama Conseil'in bundan çok daha fazlasını bildiğinden kesinlikle emindim. Ancak Ned'le olan arkadaşlı­ ğından dolayı, onun bu konuda kendisinden daha az yetkin olduğunu kabul edemiyordu. Bu yüzden: 166

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Siz çok yetenekli bir avcısınız, Ned. Bu ilginç hayvanlardan çok avladınız. Fakat onları sınıf­ landırmayı bilmediğinize bahse girerim." "Elbette biliyorum," diye cevap verdi Ned. " Balıklar ikiye ayrılır: yenilebilenler ve yenile ­ meyenler! " "Bir gurmeye yakışan türden bir aynın oldu bu. Ancak ben size kemikli ve kıkırdaklı balıklar arasındaki farkı bilip bilmediğinizi sormuştum. " "Belki biliyorumdur, Conseil." "Peki bu iki sınıfın kendi içinde nasıl ayrıldığı­ nı biliyor musunuz? " "Bundan pek emin değilim. " "Öyleyse dinleyin ve öğrenin! Kemikli balıklar, kendi içinde altı gruba ayrılır. Bunlardan ilki, üst çeneleri hareketli ve solungaçları taraklı acant­ hopterygiiler takımıdır. Bu takım kendi içinde beş farklı familyaya bölünür ve bildiğimiz balıkların dörtte üçünü oluşturur. Örneğin tatlı su levreği bu takıma ait bir balık türüdür." "Yemesi çok güzel olur," dedi Ned. "Kemikli balıklar grubunun ikinci alt takımı­ nı karından yüzgeçli balıklar oluşturur. Bunla­ rın yüzgeçleri omuz kemiklerine bağlı değildir; karınlarının altında ve göğüs kafesinin arkasın­ da yer alır. Karından yüzgeçli balıklar da kendi içinde beş familyaya ayrılır. Tatlı sularda yetişen balıkların çoğu bu türden balıklar. Sazan balığı, turnabalığı gibi." "Pöf," dedi Ned küçümseyen bir tavırla. "Tatlı su balıkları! " "Kemikli balıkların üçüncü takımı," dedi Con­ seil, "kann yüzgeçleri göğüs yüzgeçlerinin hemen 167

JULES VERNE

altında, omuz kemiklerine bağlı olarak bulunan alttansolungaçlılardır. Bu takım dört familyadan oluşur. Bu türe örnek olarak benekli pisibalığı, kalkan balığı, dilbalığı vb. verilebilir. " Zıpkıncı: "Harika! " diye bağırdı. Belli ki balıkları yenile­ bilir olup olmamalarına göre sınıflandırmada ıs­ rarcıydı. Conseil konuşmasını hiç şaşmadan sürdürdü: "Kemikli balıklann dördüncü takımı," dedi, "uzun bir bedene sahip, kann yüzgeçleri olmayan, kalın ve yapışkan derili yılanbalığımsı hayvanlar­ dan oluşur. Bu takımda tek bir familya vardır. Ör­ nekler; yılanbalığı ve elektrikli yılanbalığı vb. " Ned: "Off bunlar kötü! Kötü ! " diye cevap verdi. "Bu balıkların beşinci takımı, oynak çenele­ ri olan, solungaçları solungaç kıvrımı boyunca ikişer ikişer yerleştirilmiş küçük püsküllülerden oluşan püskülsolungaçlılar oluşturur. Bu takımda da yalnızca bir familya vardır. Örnek olarak deni­ zatlan ve uçan balıklan s ayabiliriz. " "Bunlar da berbat! Berbat!" "Kemikli balıkların altıncı ve son takımı, çene kemikleri çeneyi oluşturan üst çene kemiklerinin kenarına sıkı sıkıya bağlı olan, dmaka kemerleri de kafataslarına tırtıklı bir eklem yardımıyla otu­ ran, hareketsiz kemikli balıklardan meydana ge­ lir. Karın yüzgeçleri olmayan bu balıkların oluş­ turduğu takım iki familyaya ayrılır. Bunlara ör­ nek olarak, kirpibalıklan, aybalıkları verilebilir." "Bunlar içinde bulunduğu tencerenin şerefini kirletir türden balıklar! " 168

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

" Şimdi anladınız mı Ned ? " diye s ordu Con­ s eil. "Hiçbir şey anlamadım dostum Conseil," dedi Ned. "Ama devam edin, tabii ki siz çok ilginç bir şahsiyetsiniz ve ilginç şeyler anlatıyorsunuz." Conseil soğukkanlılığından ödün vermeyerek konuşmasını sürdürdü: "Kıkırdaklı balıklara gelince, " dedi, "bunlar üç takımdan oluşur. " "Öyle olsun," dedi Ned. "Bunlardan ilki, çeneleri hareketli bir halka yardımıyla birleşen ve solungaçları çok sayıda delikle açılan yuvarlak yüzgeçli balıklardır. Bu ta­ kımda yalnızca bir familya vardır ve bu balık tü­ rüne örnek bofa balığıdır. " "Zevke göre değişir," dedi Ned Land. "İkincisi, solungaçları yuvarlak yüzgeçlilerin­ kine benzeyen ama onlardan farklı olarak üst çe­ neleri hareketli olan köpekbalıklandır. Bu takım, kıkırdaklı balıklar sınıfının en önemli takımıdır ve iki familyadan oluşur: kedibalıkları ve cam­ gözler." "Nasıl! " diye bağırdı Kanadalı. "Kedibalığı ve köpekbalığı aynı takımdan mı? Dostum Conseil, kedibalığının menfaatini düşünerek, bunları aynı kaba koymam anızı tavsiye ederim." "Üçüncüsü," dedi Conseil, "açık solungaçları, alışıldığı gibi bir solungaç kapağıyla örtülü mer­ sinbalığımsılar. Bu takım dört cins içerir. Bunlara örnek olarak mersinbalığı verilebilir." "Ah! Dostum Conseil, en iyisini en sona sak­ lamışsınız. En azından benim için en iyisini. Peki hepsi bu kadar mı? " 169

JULES VERNE

r



( F'fıt

"'

"'

lı'i tulal

.

rla. fnınıtıcul41a. C'U

)

"Evet dostum, " dedi Conseil. "Dikkatinizi çek­ mek isterim ki, bunları bilmekle balıklar hakkında her şeyi bilmiş olmuyorsunuz . Çünkü familyalar cinslere, altcinslere, türlere ve çeşitlere bölünür." Zıpkıncı cama doğru uzanıp: "Bakın, bakın, Conseil," dedi, "işte çeşitler ya­ nımızdan geçiyor! " 170

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Balıklar! " diye bağırdı Conseil. "Sanki bir ak­ varyum camından bakıyor gibiyiz! " "Hayır," dedim, "akvaryum bir kafestir. Ama bu gördüğümüz balıklar en az havadaki kuşlar kadar özgür." O sırada Ned Land: "Haydi dostum Conseil, bize bu balıkların ad­ larını söyleyin öyleyse, haydi söyleyin," dedi. "Ben söyleyemem! " dedi. "Bu ancak efendimin yapabileceği bir şey!" Bu delikanlı her ne kadar gerçek bir sınıflan­ dırmacı olsa da bir doğabilimci değildi. Belki de tonbalığını palamuttan ayırmazdı. Kısacası gör­ düğü bütün balıkların adlarını bir çırpıda söyle­ yebilen Kanadalının tam tersiydi. "Bir çütre balığı," dedim. Ned Land: "Ve bir Çin çütre balığı," diye karşılık verdi. Conseil ise: "Çütrebalığıgiller cinsi, derisipullular familya­ sı, kemikli balıklar takımı, " diye mırıldandı. Bu ikisi, yani Ned Land ve Conseil bir araya gel­ se, ortaya seçkin bir doğabilimci çıkardı kuşkusuz. Kanadalı yanılmamıştı. Nautilus 'un çevresinde iki yandan basık bedenleri, pütürlü derileri ve sa­ vunma organı niyetine sırt yüzgeçlerinde bir di­ ken taşıyan bir çütre balığı sürüsü vardı. Kuyruk­ larındaki dört sıra dikeni sağa sola savurup suda

oynaşıyorlardı. Karanlık dalgaların arasında altın lekeler gibi parıldayan, üstü gri, alt kısmı beyaz derilerinin çarpıcı bir güzelliği vardı. Çütre balık­ larının arasında, rüzgara bırakılmış bir mendil gibi süzülen kedibalıklarını fark ettim. İçlerinde 171

JULES VERNE

az rastlanan türden bir kedibalığı türü olan, hatta Lacepede zamanında var olup olmadığından bile şüphe duyulan (bu ünlü bilim insanı bu balığı yal­ nızca bir Japon desenleri dergisinde görmüştü) , vücudunun üst kısımlan sarımsı, karnının altı ise tatlı bir pembe renginde ve gözlerinin hemen ar­ kasında üç diken taşıyan Çin kedibalığını görünce çok mutlu oldum. Tam iki saat boyunca Nautilus ' a bir su altı or­ dusu eşlik etti. Bu balıklar oyunlarla, çeşitli sıç­ rayışlarla güzelliklerini, parıltılarını ve hızlarını yarıştırırken ben de anlan izliyordum. Aralarında yeşil bir labros balığı; çift siyah çizgili bir barbun­ ya; yuvarlak kuyruklu, beyaz renkli ve sırtında mor benekler bulunan bir kayabalığı; gümüş ren­ gi kafası ve mavi derisiyle gök mavisinin en canlı timsali gibi duran, bu denizlere özgü harika bir balık türü olan Japon uskumrusu; yüzgeçlerinin rengi maviden sarıya doğru değişen, üzeri çizgili çipuralar; kuyruk yüzgeçlerindeki siyah çizgiyle diğerlerinden ayırt edilen melanuryalar; vücutla­ rının orta kısmı altı kemerle süslenmiş halkalı s a­ rıgözler; trompet balıklan ya da başka bir ifadeyle, bazılarının boyları bir metreyi bulan çulluk balık­ ları; Japon semenderleri; altı ayak uzunluğunda, küçük gözlü ama canlı bakışlı, ağızlan diken gibi dişlerle kaplı, geniş ağızlı muranalar vardı. Bu balıklar karşısında hayranlığımız gitgide artıyor, haykınşlanmızın ardı arkası kesilmiyor­ du. Ned balıkların adını söylüyor, Conseil anlan sınıflandırıyor, bense hareketlerindeki canlılığa ve bedenlerinin güzelliğine hayran olmakla yeti­ niyordum. Onları böyle kendi doğal ortamların172

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

da görme şansımın olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayranlıktan kamaşmış gözlerimizin önünden geçen bütün balık türlerini, Japon ve Çin denizle­ rinin bütün bir koleksiyonunu sayamayacağım. Sayıları havadaki kuşlardan bile daha çok olan bu balıklar, geminin etrafına kuşkusuz elektrik ışığı yüzünden üşüşüyorlardı. O sırada, birden kapaklar kapandı ve salonun ışıklan yandı. Büyüleyici manzara ortadan kay­ boldu. Uzun bir süre düşlere daldım. Sonra gö­ züm birdenbire duvardaki aletlere takıldı. Pusula hala kuzey-kuzeydoğu yönünü, manometre beş atmosferlik basıncı -ki bu da deniz yüzeyinden elli metre derinde olduğumuz anlamına geliyor­ du- ev parakete saatte on beş mil hızla ilerlediği­ mizi gösteriyordu. Kaptan Nemo'yu bekledim ama görünmedi. Saat beş olmuştu. Ned ve Conseil kamaralanna döndüler. Ben de odamın yolunu tuttum. Yemeğim beni bekli­ yordu. Menüde, enfes bir denizkaplumbağası çor­ bası, eti beyaz ve yaprak yaprak olan barbunya balığı, yine aynı balığın ayn bir yemek olarak ha­ zırlanmış ciğeri, tadı somondan bile güzel gelen imparator kaplumbağası filetosu vardı. Akşamı okuyarak, yazarak ve düşünerek geçir­ dim. Sonra uykum geldi ve zosteradan yapılmış yatağıma uzandım. Nautilus Kara Irmağın güçlü akıntısı içinde süzülürken, ben derin bir uykuya daldım.

173

xv

MEKTUPLA GELEN DAVET

Ertesi gün, yani 9 Kasımda, on iki saatlik bir uykunun ardından uyandım. Her zaman olduğu gibi Conseil yanıma gelip "Beyefendinin gecesi nasıl geçti?" dedi ve benim için neler yapabilece­ ğini sordu. Kanadalıyla hiç ilgilenmiyordu. Onun hayatta uyumaktan başka bir şey yapmayan biri olduğunu düşünüyordu. Çok fazla cevap vermeden onu daldığı düşün­ celerle baş başa bıraktım. Kaptan Nemo'yla dün yaptığımız uyku sonrası gezintinin eksikliğini duyuyordum yalnızca. Bugün onu tekrar görmek istiyordum. İnce kumaştan yapılmış giysilerimi giydim. Bu giysilerin yapısı Conseil'in merakını kat kat artırıyordu. Ona, bu giysilerin Akdeniz kı­ yılarında çok rastlanan bir kabuklu cinsi olan "pinna"ların kayalara tutunmalarına yarayan p arlak ve ipeksi iplikçiklerden yapıldığını an­ lattım. Hem yumuşak bir dokusu olduğundan hem de sıcak tuttuğundan tüm mayoları, ça­ maşırları, eldivenleri bu kumaştan yapmışlar­ dı. Nauti1us 'un mürettebatı koton, yün ya da ipekten yapılmış kıyafetlere ihtiyaç duymadan pekala da bunlarla yetinebilirdi. 1 74

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Giyinir giyinmez büyük salona gittim. Hiç kim­ se yoktu. Cam vitrinlerin arkasında sıralanmış yumuşakça koleksiyonunu incelemeye daldım. Denizin en nadide bitkilerinin bulunduğu zengin bitki koleksiyonunu da inceledim bir süre. Bitkiler her ne kadar kurumuş olsa da eşsiz renkleri can­ lılığını korumayı başarmıştı. Bu su bitkileri ara­ sında sarmal yapıdaki cladostephler, padinalar, incir yaprağı biçiminde caulerpalar, ipliksi kırmızı algler, parlak renkli ve zarif ceramiumlar, yelpa­ ze biçimli agarlar, mantara benzeyen ve uzun bir süre bitkimsi hayvan türleri arasında sayılan ace­ tabularialar, son olarak da esmer deniz yosunlan vardı. Gün bitti. Fakat Kaptan Nemo beni ziyaret etme şerefini göstermedi. Salonun kapıları hiç açılmadı. Belki salondaki harika koleksiyonlan incelerken bizi rahatsız etmek istemiyordu. Gemi kuzeydoğuya doğru, saatte on iki millik bir hızla yol alıyordu. Bulunduğu derinlik elli-alt­ mış metre arasındaydı. Ertesi gün, yani 10 Kasım günü, yine aynı terk edilmişlik, yine aynı yalnızlık hissiyle kalakal­ mıştım. Mürettebattan hiç kimseyi görmedim. Ned ve Conseil günlerinin büyük bir kısmını be­ nimle geçiriyordu. Onlar da Kaptan'ın henüz or­ talıkta görünmemiş olmasına bir anlam veremi­ yordu. Yoksa hasta mıydı? Belki de bizimle ilgili planları değişmişti? Her şeyden önemlisi, Conseil'in de söyle­ diği gibi, burada tamamen özgürdük ve dile­ diğimiz gibi yemek yiyorduk. Ev s ahibimiz an­ laşmamıza sadık kalmıştı. Buna karşılık biz de 175

JULES VERNE

şikayet etmiyorduk. Üstelik kader bizi bura­ da reddedemeyeceğimiz kadar güzel şeylerle mükafatlandırıyordu. O gün, b aşımızdan geçen her şeyi yazmaya başladım. Her şeyi olduğu gibi, tek bir ayrıntıyı atlamadan zosterden yapılmış kağıtlara yazı­ yordum. 1 1 Kasım sabahı, geminin içine yayılan temiz havadan hareketle, oksijen depolamak için ok­ yanus yüzeyinde olduğumuzu anladım. Geminin üst kısmına açılan merdivenlere doğru ilerleyip yukan çıktım. Saat altıydı. Hava kapalıydı. Deniz gri ama sakindi. Belli belirsiz bir çalkantı hissediliyordu. Kaptan Nemo'yla burada karşılaşmayı umuyor­ dum, acaba gelecek miydi? Burada bir tek cam­ dan kamarasına hapsolmuş dümenci vardı. Fili­ kanın gemi üzerinde oluşturduğu çıkıntıya otu­ rup denizin tuzlu kokusunu içime çektim. Güneş ışıklarıyla birlikte bulutlar yavaş yavaş dağıldı. Güneş doğu tarafındaydı. Deniz, güne­ şin etkisiyle alev almış bir yangın gibi kızıl ren­ ge bürünmüştü. Seyrelmiş bulutlar grinin bin bir tonunu banndırıyor ve günün rüzgarlı geçeceğini haber veriyordu. Fırtınaların bile korkutamadığı bu gemiye rüzgar ne yapabilirdi! Güneşin tıpkı bir canlı gibi doğuşunu izlerken, birinin buraya doğru geldiğini duydum. Kaptan Nemo'yu selamlamaya hazırlanıyor­ dum ki gelenin onun yardımcı kaptanı olduğunu fark ettim. Geminin üst kısmına doğru ilerledi. Sanki benim varlığımı fark etmemiş gibiydi. Elin176

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

deki dürbünüyle ufkun her köşesini didik didik tarıyordu. Gözlemini bitirdikten sonra kapıya doğru ilerledi ve şunları söyledi: "Nautron respoc Iorni uirch . "

Bu cümleyi not ettim çünkü her sabah aynı ko­ şullarda tekrar ediliyordu . Fakat ne anlama geldi­ ğini bilmiyordum.

177

JULES VERNE

Bu sözlerin ardından ikinci kaptan aşağı indi. Geminin tekrar denizin altına ineceğini düşün­ müştüm. Bu yüzden ben de aşağı indim. Koridor­ lardan geçerek odama vardım. Beş gün boyunca bu olanlar aynı şekilde tekrar etti. Ben her s abah sahanlığa çıkıyordum. İkinci kaptan anlamını bilmediğim o cümleyi yineliyor ve Kaptan hala ortalıklarda görünmüyordu. Onu bir daha asla göremeyeceğimi düşündü­ ğüm sırada, 16 Kasım günü, Ned ve Conseil'le birlikte odama girdiğimde, masanın üzerinde adıma yazılmış bir not buldum. Çabucak açtım. Çok düzgün bir şekilde kaleme alınmış yazıda, Alman yazı stilini andıran gotik bir hava vardı. Şöyle diyordu: Sayın Profesör Aronn ax' a Nautilus

1 6 Kasım 1867 Profesör Aronnax, s izi yarın Crespo Ada­ s ı'ndaki orm anl arımda çıkacağım ava davet ediyorum . Umarım bu ava katılmak için hiçbir engeliniz yoktur. Arkadaşlarınız da sizinle bir­ likte gelmek isterlerse çok memnun oluru m . Nautilus'un Kaptanı Kaptan Nema

"Av mı? " diye bağırdı Ned. "Ve Kaptan'ın Crespo Adası'ndaki ormanların­ da! " diye ekledi Conseil. Ned: "O zaman bu garip adam karaya inecek, öyle mi?" diye sordu. 178

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Mektubu tekrar okuyunca: "Bana kalırsa, bu noktayı mektupta açıkça be­ lirtmiş," dedim. "Güzel. O halde, bize de bunu kabul etmek dü­ şüyor. Bir kez daha karaya ayak basacağız. Üste­ lik birkaç parça taze av eti yemeye hiç itirazım olmaz! " diye karşılık verdi Ned. Kaptan Nemo'nun kıta ve adalar için duydu­ ğu küçümseme hissi ve ormandaki av daveti ara­ sındaki çelişkiyi çözmeye kalkışmadan, yalnızca şunu demekle yetindim: "İlk önce Crespo Adası'nın nerede olduğunu anlayalım bir." . Gidip haritay a baktım ve 32° 40' kuzey enlemi ve 167° 50' batı ı b oylamında yer alan, 1801 yılında Kaptan Crespo ! t arafından keşfedilen bir ada bul­ dum. Eski İspa pyol haritalarında bu adanın ismi Roca de la Plata, yani "Gümüş Adası" olarak geçi­ yordu. Yolculu �a başladığımız noktanın yaklaşık 1800 mil uzağıijdaydık. Nautiius rotasını biraz de­ ğiştirip güneydoğuya çevirmişti. Ned ve Conseil'e, Pasifik Okyanusu'nun kuze­ yinde bulunan �u kayıp adayı haritada gösterdim. "Kaptan Ne ı\n o zaman zaman karaya çıkıyor­ sa, onun özelli�le ıssız adaları seçtiğine eminim," dedim. Ned hiçbir ş fy söylemedi; yalnızca onaylar bir 1

şekilde başını salladı. Sonra Conseil'le birlikte git­

ti. Dilsiz kama�otun getirdiği çorbayı içip uykuya daldım. Ama zihnim hala meşguldü. Ertesi gün, 17 Kasım günü uyandığımda, Nautiius 'un hareket etmediğini fark ettim. Hızlıca giyindim ve bütük salona geçtim. 179

JULES VERNE

Kaptan Nema orada beni bekliyordu. Beni gö­ rünce ayağa kalktı. Selamladı ve avda ona eşlik etmemin mahsuru olup olmadığını sordu. Sekiz gündür ortalıklarda görünmemesine iliş­ kin hiçbir şey söylemedi, ben de bunu sormaktan çekindim ve arkadaşlarımla benim onunla gitme­ ye hazır olduğumuzu söyledim. "Yalnız size bir soru sormak istiyorum," dedim. " Sorabilirsiniz, Bay Aronnax. Cevaplayabilece­ ğim bir soruysa, seve seve cevaplanm." "Sizin gibi karayla tüm bağını koparmış biri­ nin, nasıl oluyor da Crespo Adası'nda ormanları olabiliyor? " "Benim ormanlanm ne ışığını ne de sıcaklığı­ nı güneşe borçludur. Orada aslanlar, kaplanlar, panterler yok; dörtayaklı hiçbir hayvan yaşamı­ yor bu ormanlarda. Onlan yalnızca ben biliyorum ve yalnızca benim için varlar. Aslında bunlar ka­ rasal ormanlar da değil, denizin altında bulunan ormanlar. " "Su altı ormanlan mı!" diye bağırdım şaşkınlıkla. "Evet, Profesör. " "Bizi oraya götürmeyi mi teklif ediyorsunuz ? " "Kesinlikle. " "Yürüyerek mi gideceğiz? " "Evet, üstelik ayaklanmız d a ıslanmayacak. ,, "Bu sırada avlanacağız, öyle mi?" "Evet. " "Elimizde tüfeklerle ?" "Elimizde tüfeklerle. " Kaptan'ın yüzüne garip garip baktım. "Aklından sorunlu olmalı bu adam ! Sekiz günlük bir nöbet geçiriyor herhalde. Üstelik bu zihin 180

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bulanıklığı dun.fmu hala devam ediyor. Yazık! Oysa ben onu d�li değil de garip bir adam olarak daha çok sevmi � tim ! " diye geçirdim içimden. Aklımdan ge�enlerin yüzümden okunduğuna emindim. Ama Nema bu konuda hiçbir şey söy­ lemeden, yalnız�a onu takip etmemi rica etti. Ba­ şıma geleceklerJ boyun eğerek peşinden gittim. Birlikte yemek odasına geldik. Öğle yemeği ha­ zırdı. "Bay Aronnax," dedi Kaptan. "Yemeğimi sizin­ le birlikte yeme� istiyorum. Yerken bir yandan da sohbet ederiz. size ormanda bir gezinti için söz verdim; orada qizi bir restoranın beklediğinden de şüpheniz olmıa sın. Bu yüzden akşam yemeğinde çok daha fazla şey yiyeceğinizi de hesap ederek yiyin öğle yeµıeğinizi." Kaptan'ın yehıeğini paylaşma teklifini kabul ettim. Yemekte çeşitli balıklar, deniz hıyarı di­ limleri, baharat ı o larak prophyria Iaciniata ve Iaurentia primafetida; gibi alglerle süslenmiş birtakım bitkisel hayvanlar, içecek olarak da içme suyu vardı. Kaptan Nema gibi yapıp ben de bardağıma "Rhodomenie palmee" olarak bilinen algden usu­ lüne göre damıtı�mış birkaç damla likör koydum. Nema, en baŞta hiçbir şey söylemeden yeme­ ğini yemeye koyuldu. Daha sonra: " Sizi Crespo �dası'nda bulunan ormanlanmda ! 1 i

1

ava davet ettiğimde, kendimle çeliştiğimi düşün-

müş olmalısını�, Profesör. Ormanların aslında, deniz altında olduğunu söylediğimde de muhte­ melen deli olduğuma inandınız. Fakat insanları bu kadar kolay y�rgılamayın. " "İnanın Kapt�n . . . "

181

JULES VERNE

"Dinleyin Profesör, beni delilikle ya da kendiy­ le çelişen bir adam olmakla itham etmekte haklı olup olmadığınızı öğreneceksiniz." " Sizi dinliyorum. " "Benden daha iyi bilirsiniz ki bir insan hava tüpü taşıdığı müddetçe deniz altında yaşayabilir. İşçiler deniz altında çalışırken su geçirmez giysi182

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ler kuşanıp kafalarına da metal bir kapsül geçi­ rerek havayı denizin dışındaki hava pompalarından temin edebilirler. " "Dalış takımı diyorlar adına, " dedim. "Aslında bu şartlar altındaki biri özgür değil­ dir çünkü kauçuk bir boru yardımıyla kendisine hava pompalayan makineye bağlıdır. Bu kauçuk boruyu, onun karayla rabıtasını sağlayan bir tür zincir gibi düşünebiliriz. Eğer Nautilus'ta da böyle bir durum söz konusu olursa, çok fazla uzağa gi­ demeyiz. " "Öyleyse özgür olmanın yolu nedir?" " Sizinle aynı ülkenin vatandaşı olan iki ada­ mın icat etmiş, olduğu Rouquayrol-Denayrouz'u kullanmak. B�n bu makineyi kendi kullanımı ma uygun ol�rak biraz geliştirdim. Size daha zorlu fizyoloji koşularda bir gezinti imkanı sunarken, hi�bir şekilde organlarınıza zarar vermiyor. Bu alet ince, çelik bir hazneden olu­ şuyor. Bu haznenin içine elli atmosfer basınçlık hava depoluyorum. Onu kayışlar yardımıyla bir sırt çantası gilbi sırtınıza bağlıyorsunuz. Aletin üst kıs mında nefes almayı sağlayan kutu şeklinde bir meka p izma var. Buradaki hava, bir körük düzeneği $ayesinde dışarı yalnızca normal 1 basınçta çıkaqilir. Rouquayrol aletinin sözünü ettiğim iki Fransız'ın tasarladığı halinde, kutu şeklindeki bu · mekanizmadan çıkıp kullanan kişinin ağzını ye burnunu sıkı sıkıya kapatacak şekilde tasarlanmış bir tür ağızlıkla biten iki ka­ uçuk boru buhf nur; bunlardan biri havanın içeri girmesine, diğf ri ise dışarı çıkmasına yarar. Bu­ rada yapmanı * gereken şey, nefes alma ihtiya'



ı

ı

183

JULES VERNE

cınıza göre, bu borulardan birini sürekli dilinizle kapamaktır. Fakat basıncın çok daha yüksek ol­ duğu derinliklerde dolaştığım için kafamı tıpkı dalgıçların yaptığı gibi bakır bir fanus içinde tut­ mam gerekiyor. Hava giriş-çıkışını sağlayan iki boru da bu fanusa bağlanıyor. " "Mükemmel bir buluş . Ama yine de depolanan hava çabuk tükeniyor olmalı; havanın oksijen oranı yüzde on beşin altına düştüğü anda soluna­ maz hale geliyor." "Kuşkusuz öyle, Bay Aronnax. Ancak size söy­ ledim; Nautilus'un pompaları sayesinde, hatırı sa­ yılır basınçta bir havayı depolayabiliyorum, yani sırtımdaki aletin depo haznesinde dokuz on saat yetecek kadar hava bulunabiliyor." "Buna hiçbir itirazım yok Kaptan. Size sadece şunu sormak istiyorum: Okyanusun dibinde yo­ lunuzu nasıl aydınlatıyorsunuz ?" "Ruhmkorff aletiyle, Bay Aronnax. Hava tü­ pünü sırtımızda taşıdığımız gibi bu aleti de ke­ merimize yerleştiriyoruz. Ruhmkorff bir Bunzen piliyle çalışıyor. Bu pili potasyum dikromatla değil sodyumla aktive etim. Endüksiyon bobini, üretilen elektriği alıp özel bir düzenekle hazır­ lanmış fenere iletiyor. Fenerin içinde, içerisinde sadece karbon gazı kalıntısı bulunan sarmal cam bir boru var. Alet çalıştığında bu gaz , beyazımsı ve sürekli bir ışık yayıyor. Böylece suyun altında nasıl nefes aldığımı ve yolumu nasıl gördüğümü size anlatmış oldum." "Bütün sorularıma öyle aydınlatıcı cevaplar verdiniz ki anlattıklarınızdan şüphe etmeye ce­ saretim yok. Rouquayrol ve Ruhmkorff aletlerini 184

i

DEN ZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

kabul etsem d�, bu kez avlanırken kullandığınız silahla ilgili ba�ı sorularım var." "Söz konusu silah kesinlikle bir barut tabanca­ sı değil," diye karşılık verdi Kaptan. "O halde havalı bir silah? " "Kesinlikle. Hem gemide ne güherçile ne sül­ für ne de karbon varken bir barut tabancası üre­ tebileceğimi nasıl düşünebilirsiniz ?" "Fakat yoğunluğu havanın yoğunluğundan se­ kiz yüz elli beş kat daha fazla olan suyun altında atış yapabilmek için suyun direncini kırmak ge­ rekir," dedim. "Bu bir engel değil. İngiliz Philippe Coles ve Burley yapımı Fulton gibi Fransız Furcy, İtalyan Landi gibi öyle mükemmel silahlar var ki, geliş­ tirilen özel sistemleri sayesinde yüksek basınç altındaki koşullarda bile atış yapabiliyorlar. Ama size tekrar söylüyorum; benim kullandığım si­ lahın içinde hiçbir şekilde barut yok, bunun ye­ rine sıkıştırılmış hava kullanıyorum. Ne de olsa Nautilus'un depolarında bol bol hava var. " "Ama silahın içindeki hava çok hızlı tükeniyor olmalı," diye cevap verdim. "Rouquayrol ne güne duruyor? İhtiyaç duydu­ ğum takdirde içinde bol miktarda hava depolan­ mış olan bu aletten yararlanamaz mıyım? Bunun için bu alete bir musluk takmak yeterli. Ayrıca göreceksiniz, Profesör, bu avlar sırasında sandı­ ğınız kadar çok miktarda hava ve mermi harca­ mıyoruz." "Yine de bana öyle geliyor ki yarı karanlık ve yoğunluğu atmosfer yoğunluğunun kat kat üze­ rinde olan sularda yapılan atışların çok uzaklara 1

185

JULES VERNE

ulaşması ve öldürücü darbelere sebep olması pek mümkün değil. " "Aksine, bu silahla yapılan her atış öldürücü­ dür. Bir hayvan bu silahtan çıkan bir mermiyle hafif bir darbe bile alsa anında yere düşer." "Neden peki?" "Çünkü kullanılan mermiler sıradan mermiler değil; Avusturyalı Leniebroek'un icat ettiği küçük cam kapsüller. Gemide bu kapsüllerden çok var. Çelik mahfazalı ve diplerindeki kurşunla ağırlık kazanan bu cam kapsüller, esasen elektriğin iç­ lerinde çok yüksek bir gerilim kazandığı küçük Leiden şişeleridir*. En ufak bir sarsıntıda bu kap­ süller deşarj oluyor ve darbeyi alan hayvanı, ne denli güçlü olursa olsun öldürüyor. Bu kapsülle­ rin dörtlük mermiden daha büyük olmadığını ve sıradan bir silah şarjörüne bunun gibi on tane mermi sığabildiğini eklemem gerekir. " "Sizinle tartışmayacağım çünkü henüz silahı elime almadım. Siz nereye giderseniz ben de ora­ ya gideceğim," diyerek masadan kalktım. Kaptan Nemo'yla birlikte Nautilus'un kıç tara­ fına doğru ilerledik. Ned ve Conseil'in kamarası­ nın önünden geçerken onları çağırdım; hemen bizi takip etmeye başladılar. Daha sonra makine dairesinin yakınında bulu­ nan bir odaya vardık. Orada bu gezinti için uygun kıyafetler giydik.

*

Leiden şişesi: Üzeri metalle kaplı, elektrikle şarj edilebilen ve bir kondansatör gibi aniden boşalabilen cam şişe -çn. 186

XVI OVADAKi GEZi •



Doğruyu söylemek gerekirse bu oda, geminin silah deposu ve vestiyeri gibiydi. Duvarda asılı bir düzine dalış takımı gezginlerini bekliyordu. Ned Land dalış kıyafetlerini görünce, onları giymek konusundaki isteksizliğini belirtti. "Ned, " dedim, "Crespo Adası ormanları, deniz altı ormanlar! " "Güzel ! " dedi hayal kırıklığına uğramış zıpkın­ cı. Taze et yeme hayalleri suya düşmüş gibiydi. "Peki siz Bay Aronnax, siz bu kıyafetleri giyecek misiniz? " diye sordu. "Giymek zorundayız Ned." "Giyip giymemekte özgürsünüz; ancak biri bunları zorla üstüme geçirmediği müddetçe ben onları asla sırtıma sokmam," diye karşılık verdi omuzlarını silkerek. "Kimse sizi bunun için zorlamıyor," diye söze girdi Kaptan Nema. "Peki ya sen, Conseil, sen ne yapacaksın? " "Beyefendi neredeyse , ben de oradayım. " Kaptan bu ağır, kauçuktan yapılmış ve yük­ sek basınca karşı dayanıklı olacak şekilde tasar­ lanmış giysileri giyerken bize yardım etsinler diye mürettebattan iki kişiyi yanımıza çağırdı. Bir 187

JULES VERNE

pantolon ve ceketten oluşan bu giysi, hem yumu­ şak hem de dirençli bir zırh gibiydi. Pantolonun bitiş kısmında kurşun tabanlı ağır ayakkabılar vardı. Ceketin üzeri, göğsü saran ve onu suyun basıncına karşı koruyan bakır pullarla örtülüydü. Bu pullar, akciğerlerin rahatça işlemesine olanak veriyordu. Ceket, bilek kısımlarına doğru daralı­ yor ve elin hareketini kesinlikle zorlaştırmayan bir eldiven biçimini alıyordu. Pek biçimli olmayan bu dalgıç giysileri belli ki on sekizinci yüzyılda keşfedilen ve o dönemde çok övülen mantar zırhlann, zırh üzerine geçi­ rilen uzun ceketlerin ve deniz giysilerinin biraz geliştirilmiş haliydi. Olağanüstü bir güce sahip Herkül gibi duran Kaptan Nemo'nun karşısında Conseil ve ben bu dalgıç kıyafetlerini hemen sırtımıza geçirdik. Me­ tal kürenin içinde başımızı yaralamamız söz ko­ nusu bile değildi. Fakat operasyona başlamadan önce Kaptan'dan avda kullanacağımız silahları incelemek için izin istedim. Geminin tayfalanndan biri çelikten yapılmış fakat dipçiği oldukça büyük bir tane silah getirdi. Silahın dipçiğin bu kadar geniş olmasının sebebi, o

kısımda sıkıştırılmış hava bulunmasıydı. Sıkı­

şan hava tetikle işleyen bir supap yoluyla metal küpe iletiliyordu. Kabzanın dibine yerleştirilmiş mermi kutusunda yirmi küsur mermi vardı. Bun­ lar bir yay yoluyla otomatik olarak tüfeğin nam­ lusuna sürülüyordu. Bir atış yapıldığında hemen ikinci mermi fırlatılmaya hazır hale geliyordu. "Kaptan Nemo, bu tüfek gerçekten mükem ­ mel v e elde taşınması kolay. Şimdi tek istedi188

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ğim onu denemek. Ancak denizin dibine nasıl ulaşacağız ? " "Nautiius şu anda suyun on metre altında. Ge­ riye bir tek gitmek kaldı." "Gemiden nasıl çıkacağız ?" "Birazdan öğreneceksiniz. " Kaptan Nema kafasını küre şeklindeki başlı­ ğın içine yerleştirdi. Conseil ve ben de aynısını yaptık. Bu sırada, Ned'in ironik bir sesle bize "Bol şans," dilediğini duyduk. Üzerimizdeki giysinin yaka kısmında bakır bir levha vardı; metal baş­ lık bu bakırdan yakanın üzerine yerleştiriliyordu. Başlığın üzerinde üç delik açılmış, deliklerin üzeri kalın camlarla örtülmüştü. Bu da başlığın içinde başımızı döndürme ihtiyacı duymadan her tara­ fı görebilme imkanı sağlıyordu. Başlık yerleştiri­ lir yerleştirilmez sırtımızda bulunan Rouquayrol çalışmaya başladı. Bu giysilerin içinde çok rahat nefes alabiliyordum. Kemerimde asılı Ruhmkorff lambası ve elimde tüfeğimle gitmeye hazırdım. Açık konuşmak ge­ rekirse, bu ağır giysilerin içinde ve kurşun taban­ lıkların yarattığı etkiyle tek bir adım bile atmak imkansızdı. Bu durum öngörülmüş olacak ki birinin beni vestiyerin bitişiğindeki odaya doğru ittiğini his­ settim. Benimle aynı durumdaki arkadaşlarım da beni takip ediyorlardı. Sürgülü bir kapının üzeri­ mize kapandığını duydum. Ve birden çevremizi derin bir karanlık sardı. Birkaç dakika sonra kulağıma yoğun bir ıslık sesi geldi. Ayaklarımdan göğsüme doğru yayılan yoğun bir soğukluk hissettim. Hiç kuşkusuz dışa189

JULES VERNE

ndaki su, geminin içindeki musluktan odaya ve­ riliyordu. Çok geçmeden etrafımızı sular sardı. O zaman geminin kanadına perçinlenmiş ikinci kapı da açıldı ve bir saniye sonra ayaklarım deniz dibinde geziniyordu.

Denizin dibindeki gezintinin üzerimde bırak­ tığı etkiyi nasıl anlatayım ? Kelimler böylesi gü­ zellikleri anlatmakta kifayetsiz kalıyor! Fırça bile suyun üzerimizde bıraktığı etkiyi yansıtmakta 190

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yetersiz kalırken, kalemle nasıl tasvir edilebilir ki gördüklerim? Kaptan Nemo önden gidiyordu. İkinci kaptan da birkaç adım gerimizdeydi. Conseil ve ben­ se, sanki bu metal başlıkların içinde konuşmak mümkünmüş gibi, yan yana ilerliyorduk. Artık ne üzerimdeki giysilerin, ne ayağımdaki ayakkabıla­ rın, ne sırtımdaki hava tüpünün ne de kafamın içerisinde bir midye çekirdeği gibi sallanıp dur­ duğu başlığın ağırlığını hissediyordum. Denizde yüzen her nesne, kütlesinden taşırdığı su miktarı kadarını kaybediyordu; ünlü Arşimet Kanunu'nu şimdi çok daha iyi anlamıştım. Artık hareketsiz bir kütle değildim; dilediğim gibi hareket etme özgürlüğüne sahiptim. Suyun zeminini, okyanus yüzeyinden otuz ayak derinliğe kadar aydınlatan ışığın gücü beni şaşırtmıştı. Güneş ışığı , su kütlelerini kolayca aşıyor ve suyu renklendiriyordu. Nesneleri elli metre uzaktan bile ayırt edebiliyordum. Deni­ zin derinliklerinde , lacivertin farklı farklı tonla­ rı hakimdi. Uzaklara gidildikçe renkler maviye dönüyor, sonra karanlığın içinde kayboluyordu. Deniz kara atmosferinden daha yoğun, fakat en az onun kadar saydam bir tür hava gibiydi adeta. Altımda akıp giden denizin sakinliğini hissede­ biliyordum. İnce, dümdüz bir kum tabakası üzerinde yü ­ rüyordum. Kum, plajlarda olduğu gibi dalga dalga değildi. Ayağımın altındaki göz kamaştırıcı halı, güneş ışınlarını şaşırtıcı bir kuvvetle geri yan sıtan gerçek bir yansıtıcıydı. Bu yoğun yansıma tüm sıvı moleküllerine nüfuz ediyordu. Denizin 191

JULES VERNE

kırk ayak altındayken gün ışığındaki gibi gördü­ ğümü söylesem inandırıcı olur muyum? On beş dakika boyunca deniz kabuklarının oluşturduğu parlak kumlar üzerinde yürüdüm. Nautiius'un iğ biçimli gövdesi yavaş yavaş kay­ boldu fakat fenerinden yayılan ışık, gece oldu­ ğunda yolumuzu kolayca bulup geri dönebilelim diye hala etrafı aydınlatıyordu. Hızla yayılan bu beyazımsı ışığı yalnızca yeryüzünde görenler için onun denizde yarattığı etkiyi anlatmak zor. Kara­ da olsak hava kirliliği denizin kıvrımlarına ışık­ lı bir sis görünümü verir, onu bulandırırdı ama elektrik ışınları denizin hem yüzeyinde hem de altında benzersiz bir durulukta yayılıyordu. Bu arada durmadan ilerliyorduk ve kumların oluşturduğu düzlüğün ucu bucağı yok gibiydi. Elimle suları yararak ilerliyordum fakat sular ar­ kamda tekrar birleşiyor ve ayak izlerim hemen siliniyordu. Bir süre sonra gözüme birkaç nesne ilişti. Uzak­ ta oldukları için onları zar zor seçebildim. Bunlar taşların en değerlileri, bitkimsi hayvanların en gü­ zel örnekleriydi. Tarifsiz duygular içindeydim. Saat sabahın altısıydı. Güneş ışınlan dalgaların yüzeyine dik açıyla düşüyor; sanki bir prizmaya çarpmış gibi kınlan ışık, denizin altındaki çiçekle­ ri, taşları, fideleri, deniz kabuklarını, ahtapotları güneş spektrumundaki yedi renge ayırıyordu. Ye­ şilin, sarının, morun, mavinin, kısacası çılgın bir ressamın paletinde bulunabilecek tüm renklerin bu şekilde iç içe geçmesi bir mucizeydi. Gözlerim bir renk cümbüşüyle karşı karşıyaydı! Fakat yaşa­ dığım heyecanı Conseil'le paylaşamıyor, onunla 192

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

birlikte hayranlık nidalan atamıyordum! Kaptan Nema ve yardımcısı gibi aklımdan geçenleri birta­ kım işaretler yoluyla anlatmayı da bilmiyordum! Ama olsun! Ben de kendi kendime konuşuyor, ka­ famı çevreleyen bakır başlığın içinde bağırıp duru­ yordum. Konuşarak gereğinden fazla hava tüketi­ yordum belki ama umurumda değildi.

,

< ' , ��? �

" .

-

193

':•

.: 1 -! .., ...\ 1

1 i

.ı 1

\

',

JULES VERNE

Bu hayranlık verici manzara karşısında Conseil de benim gibi donup kalmıştı. Şüphesiz bu kadar bitkimsi hayvan ve yumuşakça çeşidinin arasın­ da tek yaptığı şey onlan sınıflandırmaktı. Suyun dibinde ahtapotlar ve derisidikenliler vardı. Çeşit çeşit isisler, eskiden beyaz mercan olarak anılan oculine vierge sürüsünden ayrı olarak yaşayan cornulaire, dikenli küf mantarlan, kaslı diskleriy­ le yapışan anemonlar adeta bir çiçek bahçesini andınyordu. Mavi dokunaçlannı işlemeli yakalar gibi takınmış porpitalar ve denizyıldızlan yıldızla­ nn gökyüzünü kaplaması gibi kaplamıştı kumlan. Yürüyüşümüzün oluşturduğu dalgalanmanın et­ kisiyle çiçekleri salınan, ırmak perilerinin işlediği ince dantellere benzeyen benekli astherophyton­ lar öbek öbek serilmiş, yerleri süslüyorlardı. Deniz yüzeyine dağılmış milyarlarca yumu­ şakça türünü, iç içe geçmiş tarak midyelerini, çekiç midyelerini, donaxlan, hareketli midyeleri, trochuslan, kırmızı salyangozlan, strombuslan, denzitavşanlannı ve bu uçsuz bucaksız okyanusta yaşayan daha bir çok şeyi ayağımın altında ezmek benim için gerçek bir işkenceydi. Fakat ilerleme­ memiz gerekiyordu. Başımızın üzerinde, arkala­ nnda koyu mavi renkli dokunaçlan yüzen fızalya öbekleri, kenarlan mavi şeritlerle süslü süt beyazı ve pembe renkteki şemsiyeleriyle bizi güneşten koruyan medusalar süzülüyor, fosforlu ışıklany­ la pelagia noctilucalar yolumuzu aydınlatıyordu. İşte böyle bir manzaranın içinde yürüyorduk. Bu kadar çok şeyi sadece çeyrek millik bir alan­ da görmüştüm. Fakat gördüğüm şeylerin başında fazla duramıyordum çünkü işaretler yaparak beni 1 94

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

yanına çağıran Kaptan Nemo'yu takip ediyordum. Denizin dibindeki manzara birden değişti. Kum tabaka yerini Amerikalılann "oaze" diye isimlen­ dirdiği, yalnızca silisyumlu deniz kabuklanndan ve kalkerden oluşan bir yapışkan tabakaya bıraktı. Sonra sulann henüz yerlerinden sökmeyi başara­ madığı pelajiyen bitki örtüsü olan gür bir alg ça­ lılığından geçtik. Ayağı okşayan bu yosunlar, yu­ muşaklık konusunda insan eliyle dokunmuş her türden halıyla yanşabilir nitelikteydi. İki binden fazla türü olduğu bilinen ve alg familyası olarak adlandınlan deniz bitkilerinden oluşan bu çalılık suyun yüzeyinde birbirine kanşıyordu. Üstümüz­ de, bazılan küre biçimli, bazılanysa boru biçimin­ de uzun fucus şeritleri, laurencialar, seyrek yap­ raklı cladostepheler, şemsiyeyi andıran perdeli rhodymenialar yüzüyordu. Yeşil bitkiler suyun yü­ zeye daha yakın kısımlannda bulunuyordu. Orta katmanlardaysa kırmızı deniz bitkileri vardı. Daha aşağılara inildikçe, bunlar yerini okyanusun de­ rinliklerinde tıpkı birer bahçe ya da çim alan gibi uzanan siyah ve kahverengi bitkilere bırakıyordu. Algler gerçekten de yaradılış harikası, evrensel bitki örtüsünün bir mucizesidir. Dünyanın hem en büyük, hem en küçük bitkileri bu familyada yer alır. Bugüne kadar beş milimetrekarelik bir alan içinde kırk bin gözle görülmez bitki sayıldığı gibi, uzunluğu beş yüz metreyi geçen fucus ör­ neklerine de rastlanmıştır. Nautilus'tan ayrıldığımızdan bu yana yaklaşık iki buçuk saat geçmişti. Neredeyse öğle oluyordu. Bunu kırılıp yansımayan güneş ışıklarının dikey­ liğinden anlamıştım. Renklerin büyüsü yavaş ya195

JULES VERNE

vaş kayboldu, üzerimizdeki göğün safir ve züm­ rüt renkleri silindi. Düzenli adımlarla yürüyorduk ve her adımımız yerde şaşırtıcı bir yoğunlukta yankılanıyordu. Sudayken en ufacık bir gürültü bile yeryüzünde alışık olmadığımız bir hızla ku­ laklarımıza ulaşıyordu. Gerçekten de su, sesi ha­ vadan daha iyi iletir ve ses suda havada olduğun­ dan dört kat daha hızlı yayılır.

196

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bu arada yol belirgin bir yokuşa dönüştü. Işık tekdüze bir renk aldı. Yüz metre derinliğe ulaş­ mıştık ve üzerimizde on atmosferlik bir basınç vardı. Ama dalgıç giysim bu koşullara uygun ola­ rak tasarlandığı için hiçbir sıkıntı çekmiyordum. Yalnızca parmaklarımda bir rahatsızlık hissedi­ yordum, çok geçmeden bu his de kayboldu. Yoru­ lup yorulmadığıma gelince, hiç alışık olmadığım giysilerin içinde yaptığım bu iki saatlik yolculuk beni hiç yormamıştı. Suyun yardımıyla çok rahat şekilde hareket edebiliyordum. Üç yüz ayak derinliğe ulaştığımızda bile hala güneş ışığını görebiliyordum, ama daha hafif ola­ rak. Yoğun parıltısı yerini kırmızımsı bir alacaka­ ranlığa, yani gece-gündüz arası bir renge bırak­ mıştı. Ama yine de önümüzü yeterince görüyor­ duk ve henüz Ruhmkorff aletlerini çalıştırmaya ihtiyaç yoktu. O esnada Kaptan Nemo durdu. Yanında gel­ memi bekledi ve sonra parmağıyla az ileride ka­ ranlığın içinde birer karaltı gibi duran kütleleri gösterdi.

197

XVII SU ALTi ORMANI

Nihayet ormanın kıyısına varmıştık. Hiç şüphe yok ki bu orman Nemo'nun sahip olduğu şeyle­ rin en güzellerinden bir tanesiydi. Dünya üzerin­ de yaşayan ilk insanlara özgü bir tutumla burayı kendi mülkü addetmişti. Fakat onun deniz altın­ daki bu alanın sahibi olmasına kim karşı çıkabi­ lirdi ki? Hangi gözü kara insan elinde bir baltayla gelip bu ormanı yok etmeye kalkışırdı? Bu orman ağaç biçimindeki büyük bitkilerden oluşuyordu. Ağaçların arasına vardığımız anda dikkatimi çeken ilk şey, yapraklarının biçimiydi. Daha önce hiç böyle yapraklar görmemiştim. Yer­ deki hiçbir ot, hiçbir otsu dal, yatay şekilde kıvrı­ lıp uzanmıyordu. Aksine hepsi okyanus yüzeyine doğru yönelmişti. Ne kadar ince olursa olsun, de­ mir çubuklar gibi dik durmayan tek bir otsu iplik, tek bir şerit yoktu. Algler ve sarmaşıklar, yapıla­ rında bulunan maddelerin yoğunluğundan düm­ düz dikey bir çizgi gibi uzanıyordu. Aralarından geçmek için ellerimle onları aralıyordum fakat elimi çektiğim anda eski hallerini alıyorlardı. Bu­ rada tam anlamıyla bir doğrusallık hakimdi. Çok geçmeden bu garip duruma da tıpkı bizi çevreleyen karanlığa alıştığım gibi alıştım. Orma198

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

nın zemininde aşılması zor, yoğun bitki kümele­ ri vardı. Deniz altında hüküm süren bitki örtüsü, Kuzey Kutup bölgesinde ya da tropikal alanlarda­ ki bitki örtüsünden çok daha zengin görünüyordu. Fakat birkaç dakika sonra bitkimsi hayvanlarla su bitkilerini ister istemez karıştırmaya başladım. Hayvanları bitki, bitkileri hayvan sanıyordum. Bitki ve hayvan türlerinin böyle iç içe geçtiği deniz altı dünyasında kim olsa onları karıştırırdı! Buradaki tüm bitki türlerinin toprağa üstünkö­ rü bir şekilde tutunmuş olduklarını fark ettim. Bit­ kilerin kökleri yoktu. Bunlar, sağlamlıklarını ya da canlılıklarını altlarındaki kumdan, deniz kabukla­ rından ya da çakıllardan almıyordu; hepsi kendi kendine büyümüş gibiydi ve onları ayakta tutan, besleyen şey her neyse suyun içindeydi. Çoğu bit­ kide yaprak yerine pembe, kızıl, yeşil, zeytin yeşi­ li, sarımsı ve kahverengi renkte değişken lamel­ ler vardı. Burada Nautilus'un koleksiyonundaki bitkileri yeniden görme fırsatı buldum fakat tek bir farkla; hiçbiri gemideki gibi kurutulmuş halde değildi. Bu bitkiler arasında rüzgarı kestiğini dü­ şündüğüm çeşit çeşit padinepaonlar, yenilebilir tomurcuklarını uzatan laminaryalar, on beş met­ re kadar uzayan ipliksi ve eğri büğrü nereocystis­ ler, saplan uçlarından uzayan acetabula demetle­ ri ve hepsi de çiçeksiz olan pek çok pelajiyen bitki vardı. Mizahı seven bir doğa bilimci şöyle demişti:

"Hayvanların yetiştiği yerde, bitki türlerinin yetiş­ ,, miyor olması ne garip bir anomali! Burada bulunan ve en az ılıman bölgelerdeki ağaçlar kadar büyük birbirinden farklı ağaççığın arasında ve onların nemli gölgelerinin hemen 199

JULES VERNE

altında canlı çiçekleriyle gerçek çalılıklar ve bir­ takım bitkisel hayvan örnekleri vardı. Bunlann oluşturduğu öbeklerin üzerinde kıvrım kıvrım izler taşıyan çizgili maeandrianalar, yarı saydam dokunaçlarıyla sarı renkli caryophyllialar, çimleri andıran zoantharialar ve -görüntü yanılsamasını tamamlamak için- bir sinekkapan kuşu sürüsü­ nü çağrıştıran sinekkapan balıkları daldan dala uçarken, ayaklarımızın altında, diken gibi dişle­ ri olan, sivri pullu san lipsozlar, uçan balıklar ve kırmızı iskorpitler tıpkı bir su çulluğu sürüsü gibi havalanıyordu. Saat bire doğru Kaptan Nema mola işareti ver­ di. Bu moladan kendi adıma çok mutlu oldum. İnce şeritleri ok gibi dik duran bir alaria toplulu­ ğunun dibine uzandık. Bu dinlenme arası gözüme harika göründü. Şu an bizim için eksik olan tek şey gördüklerimizi paylaşabilme sıcaklığıydı. Fakat bu şartlar altın­ da söz söylemek, cevap vermek imkansızdı. Ba­ kır başlığın içindeki kafamı Conseil'in kafasına yaklaştırmakla yetindim. Onun gözlerinin mutlu­ luktan parıldadığını gördüm. Kafasını çevreleyen şeyin içinde yaşadığı doyumsuz zevki anlatmak için yaptığı mimiklerle dünyanın en komik insanı gibi görünüyordu. Dört s aatlik bir gezintiden sonra epey yo­ rulmuştum ama şu ana kadar hiçbir açlık hissi duymamış olmam çok ş aşırtıcıydı. Midem buna nasıl dayanmıştı, bilmiyorum. Buna karşın, tüm dalgıçlarda olduğu gibi, bende de dayanılmaz bir uyuma arzusu kendini göstermişti. Gözlerim kapanıyor ve birden engel olamadığım bir uyku 200

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

haline geçiyordum. O ana kadar yalnızca yürü­ menin engellediği karşı konulmaz bir uyuşuk­ luk hissi her yanımı s armıştı. Kaptan Nema ve yardımcısı berrak suların üzerine uzanmış bize nasıl uyumamız gerektiğini göstermeye çalışı­ yorlardı. Bu yarı uykulu halin kaç saat sürdüğünü bil­ miyorum fakat uyandığımda güneş batmış gi­ biydi. Uyanıp gerinmeye başladığımda Kaptan Nema çoktan uyanmıştı. Tam o sırada, birden ortaya çıkan bir şey beni yere düşürdü. Birkaç adım uzağımda, bir metre boyunda canavarımsı bir deniz örümceği duruyor ve her an üzerime atlayacak gibi bana bakıyordu. Üzerimdeki dal­ gıç kıyafeti beni bu hayvanın darbelerine kar­ şı koruyacak kadar sağlamdı ama ben yine de korkup geri adım atmaktan kendimi alamadım. O esnada Conseil ve Nemo'nun yardımcısı da uyandı. Kaptan Nema , yardımcısına bu korkunç deniz hayvanını gösterdi; adam hayvana doğru bir el ateş etti ve hayvanın dev patilerinin acıyla kasıldığını gördüm. Bu karşılaşma bana denizin karanlık derin­ liklerinde bunun gibi hatta bundan çok daha korkunç hayvanların olabileceğini ve üzerim­ deki giysilerin beni böyle hayvanların darbeleri­ ne karşı koruyamayacağını düşündürdü. O ana kadar bunu hiç düşünmemiştim. Bundan böy­ le dikkatli olmaya karar verdim. Verdiğimiz bu molanın aslında gezintinin sonuna işaret ettiği­ ni sanmıştım; fakat yanılmıştım. Kaptan Nema, Nautil us ' a geri dönmek yerine cesurca yoluna devam etmeyi seçmişti. 201

JULES VERNE

Zemin gittikçe aşağı iniyor ve bu eğimli alan bizi denizin daha derinlerine doğru götürüyor­ du. Dik kaya duvarların arasına oyulmuş , de­ nizin yaklaşık yüz elli metre altındaki bu dar vadiye varalı neredeyse üç saat olmuştu . Üze­ rimizdeki aletlerin mükemmelliği s ayesinde insanın deniz altı araştırmalarda ulaşabileceği maksimum derinlik olarak hesaplanan doksan metreyi çoktan aşmıştık. 202

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ben yüz elli metre dedim ama üzerimde bu­ lunduğumuz derinliği ölçebilecek hiçbir alet yok­ tu. Ancak en berrak sularda bile güneş ışınlarının yüz elli metrenin ötesine ulaşamadığını biliyor­ dum. Oysa bulunduğumuz yerde yoğun bir karan­ lık hakimdi. On adım ötemde ne olduğunu göre­ miyordum. El yordamıyla ilerliyordum. O sırada birden, canlı, beyaz bir ışığın parladığını gördüm. Kaptan Nemo kemerindeki feneri yakmıştı. Ya­ nındaki yardımcısı da aynı şeyi yaptı. Ben ve Con­ seil de onlara uyarak fenerlerimizi yaktık. Bir vi­ dayı çevirerek bobin ve cam serpantini etkileşime geçirdim; deniz dördümüzün fenerinden yayılan ışıkla yirmi beş metreye kadar aydınlanmıştı. Kaptan Nemo ağaçsı bitkilerin gitgide azaldığı ormanın derinliklerinde ilerlemeye devam edi­ yordu. Ormanın bu bölümündeki bitkisel yaşam hayvansal yaşamdan daha hızlı yok oluyordu. Bitkiler çoktan ortadan kaybolmuş ve zemin ku­ rak bir hal almıştı. Ama balıklar, yumuşakçalar gibi deniz hayvanlarının sayısı giderek artıyordu. Yürürken, kemerimizde bulunan Ruhmkorff fenerlerinden yayılan ışığın karanlık katmanlar­ da yaşayan hayvanları ürkütebileceğini düşünü­ yordum. Ama bu hayvanlar bize yaklaşıyorlarsa bile zarar veremeyecekleri uzaklıkta duruyor ol­ malıydılar. Birçok kez Kaptan Nemo'nun durdu­ ğunu ve silahını atışa hazır hale getirdiğini gör­

düm; fakat birkaç saniyelik bir gözlemden sonra tekrar yürümeye başlıyordu. Saat yaklaşık dörde doğru muhteşem yolcu­ luğumuz nihayet sona ermişti. Önümüze devasa kaya kütleleri, dev taş blokları, granit falezleri çık203

JULES VERNE

mıştı; adeta bir mağaranın içinde gibiydik. Kaya­ lar bize geçit vermiyordu. Crespo Adası'nın destek kayalanyla, yani toprakla karşı karşıya gelmiştik. Kaptan birden durdu. İşaret verip bizi de dur­ durdu. Önümüzdeki duvan aşmayı çok istesem de durmak zorunda kaldım. Kaptan Nemo'nun top­ raklan burada sona eriyordu. Bu bölgenin ötesine geçmek istemiyordu. Buradan ötesi onun ayak basmak istemediği türden bir kara parçasıydı.

204

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Böylece geri dönüş başladı. Kaptan Nema yeni­ den onu takip eden küçük sürünün başına geçti. Sürüsünü korkusuzca yönlendiriyordu. Nautilus ' a geri dönmek için aynı yolu kullanmıyorduk. Dönüş için seçtiğimiz yol daha dik ve daha meşakkatliydi ancak bizi deniz yüzeyine daha kısa sürede çıka­ racaktı. Suyun üst katmanlannda basınç birden düşüyordu. Bu hızlı düşüş, organizmamızda ciddi hasarlara sebep olabilir, içte ağır yaralar açabilirdi. Işık yeniden ortaya çıktı ve hızla arttı. Güneş ufuk­ ta alçalmıştı. Kınlan ışığın etkisiyle çevremizdeki nesneler yeniden renk halkalarına büründü. Su yüzeyinden sadece on metre uzaktaydık. İçinde her türden balığın bulunduğu bir sürünün arasından yürüyorduk. Buradaki balıklar, gökteki kuşlardan daha çok ve daha atikti. Fakat henüz ateş etmeye değer bir av hayvanı çarpmamıştı gozumuze. O sırada Kaptan Nemo'nun çalıların arasında hareketli bir şeyin peşine düştüğünü fark ettim. Bir anda tetiği çekti. Zayıf bir ıslık sesi işittim. Vurulan hayvan birkaç adım ötede ölmüş bir vaziyette ya­ tıyordu. Bu, suda yaşayan tek dört ayaklı hayvan olan bir su samuruydu. Bir buçuk metre boyundaki bu samur çok değerli olmalıydı. Üst kısımlan koyu kahverengi olan ve aşağılara doğru gümüş rengini alan kürkü, özellikle Rus ve Çin pazarında çok rağ­ bet görebilir; ince, parlak tüyleri sayesinde en az iki

bin franka satılabilirdi. Yuvarlak bir kafası, kısa ku­ lakları, yusyuvarlak gözleri, kedilerinkine benzer beyaz bıyıkları, perdeli ayakları ve upuzun bir kuy­ ruğu olan bu deniz memelisine hayran kalmıştım. Avcılar tarafından sık sık avlandığı için etobur bir 205

JULES VERNE

hayvan olan su samuru, eşine nadir rastlanan hay­ vanlardan biridir. Özellikle Pasifik Okyanusu'nun kuzey açıklarında yaşayan su samurlarının soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kaptan Nemo'nun yardımcısı hayvanı yerden aldı, omzunun üzerine koydu ve tekrar yola ko­ yulduk. Bir saat boyunca kumdan bir zemin üzerinde yürüdük. Kum tabakası zaman zaman su yüzeyi­ ne iki metre kadar yaklaşıyordu. Suyun üzerine ters bir şekilde yansıyan görüntümüzü görebili­ yordum. Üstümüzde bizimle tamamen aynı hare­ ketleri yapan bir sürü vardı; fakat bu sürüdeki in­ sanlar kafaları aşağıda, ayakları havada yürüyor­ lardı. Not edilmesi gereken bir başka ayrıntıysa, bir birleşip bir dağılan yoğun bulut kümelerinin geçişiydi. Ancak düşününce bu sözde bulutların aslında suda git-gel yapan dalgaların yansıması olduğunu anladım. Hatta su yüzeyinde kırılan dalgaların oluşturduğu köpükleri bile görebili­ yordum. Başlarımızın üstünden geçerken hafifçe denize değerek beni şaşırtan büyük kuşların göl­ gelerini bile seçebiliyordum. Bu kuşlar sayesinde her avcıyı heyecanlan­ dırabilecek türden bir tüfek atışına şahit oldum. Açık açık seçilebilen, iki kanadının arası oldukça geniş bir kuş süzülerek bize yaklaşıyordu. Kuş su­ dan yalnızca birkaç metre yüksekteydi. O sırada Kaptan Nemo'nun yardımcısı tüfeği omzuna da­ yadı ve tetiği çekti. Vurulan hayvan döne döne, usta avcının eliyle yakalayabileceği kadar yakına düştü. Bu, pelajiyen kuşların en güzel örneklerin­ den biri, en alasından bir albatrostu. 206

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Henüz geri dönüşümüzü sekteye uğratacak olan o olay gerçekleşmemişti. Daha iki saat bo­ yunca, bazen kumlu düzlüklerde, bazen üzerinde yürümesi epey zorlu olan yosunlu zeminde ilerle­ yerek yolumuza devam ettik. Daha fazla takatim kalmamıştı. O sırada birden karanlığı aşıp yanın mil öteden bize ulaşan bir ışık dalgasını fark et207

JULES VERNE

tim. Bu Nautilus'un borda feneriydi. Yirmi dakika önce gemide olmamız gerekiyordu. Bulunduğu­ muz yerde güçlükle nefes alabiliyordum; hava tüpünde kalan havanın oksijen miktarı çok azdı. Ama bunu söylerken, gemiye daha da geç dön­ memize sebep olacak olan o rastlantıyı hesaba katmamıştım. Kaptan Nemo'nun yirmi adım kadar gerisin­ de kalmıştım. O sırada Kaptan'ın hızla bana doğ­ ru geldiğini gördüm. Güçlü elleriyle beni kavra­ yıp yere yatırdı. Yardımcısı da aynısını Conseil'e yaptı. Başta Kaptan'ın bu davranışına bir anlam veremedim fakat onun da yanımda hareketsiz bir şekilde yattığını görünce rahatladım. Yosunsu bitkilerin gölgesinde uzanmış s ak­ lanıyordum. Kafamı kaldırdığımda, üzerimden fosforlu ışıklar saçan kütlelerin geçtiğini fark ettim. Kanımın donduğunu hissettim! Bizi huzursuz eden bu hayvanlar camgöz balıklarıydı! Kocaman kuyrukları, cam gibi mat bakışları olan, ağızları­ nın etrafındaki boşluklardan fosforlu bir madde salgılayan, ürkütücü bir çift köpekbalığıydı bun­ lar. Bu ateş gibi yanan ağızlar, demirden çeneler bir insanı çiğnemeden yutabilirdi! Conseil'in o sırada onları sınıflandırma işiyle uğraşıp uğraş­ madığını bilemiyorum; ama ben kendi adıma bu dev köpekbalıklarının gümüşümsü karınlarını, devasa kuyruklarını, dişlerinin keskinliğini pek de bilimsel olmayan bir gözle, bir doğabilimciden çok bir kurbanın gözüyle inceliyordum. Neyse ki bu obur hayvanların gözleri pek iyi görmüyordu. Bizi fark etmeden, kahverengimsi 208

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

yüzgeçleriyle sıyırıp geçtiler. Şüphesiz ormanda bir kaplanla karşılaşmaktan çok daha büyük bir tehlike olan bu olaydan bir mucize eseri kurtul­ muştuk. Nautilus'un elektrikli ışığını izleyerek yarım saat sonra gemiye vardık. En dıştaki kapı açıktı; ilk hücreye girdiğimiz anda Kaptan Nema onu kapattı. Sonra bir butona bastı. Geminin içinde­ ki pompaların harekete geçtiğini duydum. Etra­ fımdaki suyun yavaş yavaş azaldığını ve birkaç saniye sonra da tamamen boşaldığını hissettim. Sonra içerideki kapı da açıldı ve vestiyere geçtik. Orada üzerimizdeki dalgıç giysilerini güçbela çıkardık. Yorgunluktan, açlıktan ve uykusuzluk­ tan ölmek üzereydik. Denizin derinliklerindeki bu gezintinin sarhoşluğuyla odama geçtim.

209

XVIII PASiFiK OKYANUSU ALTINDA DÖRT BİN FERSAH •



18 Kasım sabahı, yani ertesi sabah, bir önce­ ki günün yorgunluğundan eser kalmamıştı. Sa­ hanlığa çıktım. Geminin ikinci kaptanı yine her zamanki cümlesini tekrar etti. O anda aklıma, bu cümlenin denizin durumunu belirten ya da aslın­ da daha çok "Görüş alanımız içinde bir şey yok" anlamına gelen bir cümle olabileceği fikri geldi. Okyanus gerçekten de bir çöl kadar ıssızdı. Ufuk­ ta hiçbir şey yoktu. Gece boyunca Crespo Adası'nın derinliklerini çoktan aşmıştık. Prizmanın mavi dı­ şındaki tüm renklerini emen deniz, maviyi geri yansıtıyordu. Denizden yansıyan mavi etrafa yayı­ larak çivit mavisi bir renge dönüşüyordu. Kıvnmlı dalgalann üzerinde, düzenli olarak, kalın çizgileri olan bir gökkuşağı haresi beliriyordu. Okyanusun bu görüntüsü beni hayran bırak­ mıştı. Ben bunları düşünürken Kaptan Nema sa­ hanlıkta göründü. Beni fark etmemiş gibiydi. Bir dizi astronomik gözleme başladı. İşini bitirdikten sonra fenerin bulunduğu bölmeye yaslandı ve ba­ kışları denizin üzerinde kayboldu. O sırada hepsi birbirinden güçlü ve yetenekli yirmi kadar tayfa geminin üst tarafına tırman210

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

dı. Gece denize bıraktıkları ağları toplamaya gelmişlerdi. Her birinde belirgin bir Avrupalı ha­ vası olsa da hepsinin farklı milletlerden olduğu belliydi. Aralarında kimin İrlandalı, kimin Fran­ sız, kimin Slav, Yunan ya da Giritli olduğunu yanılmadan söyleyebilirdim. Bu adamlar birkaç s özcükle yetiniyor ve kendi aralarında, kökenini asla tahmin edemediğim o garip dilde konuşu­ yorlardı. Sonunda ben de onlara soru sormak­ tan vazgeçtim . Ağlar gemiye çekildi. Bunlar Normandiya ta­ raflarında kullanılanlara benziyordu. Bu sürtme ağları, yüzen bir serenle düğümlerin arasından geçirilmiş bir zincirle yarı aralık kalıyorlardı. De­ mirler üzerinde sürüklenen ağ, okyanusun dibi­ ni tarıyor ve yolunun üzerinde ne varsa hepsini topluyordu. O gün de balık bakımından oldukça zengin olan bu yörede bulunan ilginç balık tür­ lerini gemiye taşımıştı. Ağların arasında hare­ ketlerinden ötürü palyaçolara benzetilen fener­ balıkları, antenli siyah tombak balıkları, gövde­ lerinin üzerinde kırmızı şeritler bulunan çütre balıkları, zehirli balon balıkları, yeşil renkli taşe­ men balıkları, üzeri gümüş rengi pullarla örtülü yılaniğneleri, elektriklerinin gücü bakımından yılanbalıkları ve torpilbalıklarıyla yarışabilecek olan kılkuyruk balıkları, derisi enine kahveren­ gi şeritlerle süslenmiş pullu neştere balıkları, yeşilimtırak mezgitler ve birçok kayabalığı yer alıyordu . Bunlar içinde, son olarak daha büyük birkaç balığı , başları çıkıntılı, bir metre boyun­ daki istavritbozmalarını, derisi mavi ve gümüş renkli pullarla süslü palamutları ve müthiş hız211

JULES VERNE

larına rağmen Nautilus 'un sürtme ağlarına ta­ kılmaktan kurtulamamış üç nefis tonbalığını sayabilirim. Bana kalırsa bu ağda beş yüz kilogramdan faz­ la balık vardı. Bu güzel bir sonuçtu fakat şaşırtıcı değildi; çünkü ağlar saatlerce denizde kalmış ve bu ipten hapishaneye bütün bir su altı dünyasını sığdırmıştı. Öyle görünüyordu ki Nautilus'un hızı ve elektrik ışığının çekiciliği sayesinde bu lezzetli balıklardan mahrum kalmayacaktık. Çeşit çeşit deniz ürünleri hemen mutfağa gö­ türüldü. Aslında gemide iki mutfak vardı; bun­ lardan biri taze yemekler için, diğeriyse konserve yiyecekler için kullanılıyordu. Ağlar toplanmış, gemiye temiz hava depolan­ mıştı. Ben de geminin yeniden suyun altına da­ lacağını düşünerek odama gitmeye hazırlanıyor­ dum. O sırada Kaptan Nema bana doğru dönerek hiçbir giriş konuşması yapmadan doğrudan: "Bakın şu denize; gerçek bir yaşam sürüyor gibi, değil mi? Sevinçleri ve gerginlikleri yok mu onun da? Dün gece o da bizler gibi uyudu ve sakin geçen bir gecenin ardından bugün yeni bir güne uyanıyor! " dedi. Ne selam, ne sabah! Bu garip adam sanki daha önce başlattığı bir sohbete devam ediyor gibi ko­ nuşuyordu. "Bakın," dedi yeniden, " güneşin yumuşak do­ kunuşu okyanusu uyandırıyor! Şimdi gündüz ya­ şamına dönecek! Denizin oyunlarını incelemek gerçekten ilginç bir çalışma. Onun da nabzı, da­ marları, kasılmaları var. Ve onun da tıpkı hay­ vanlar gibi gerçek bir dolaşım sistemine sahip 212

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

olduğunu düşünen bilim adamı Maury'e hak ver­ memek elde değil." Kaptan Nemo'nun benden cevap beklemedi­ ği aşikardı. O yüzden söylediklerine "Kuşkusuz", "Kesinlikle", "Haklısınız" gibi cevaplar vermek bana anlamsız göründü. Her cümlesinden sonra uzun uzun durarak, aslında daha çok kendi ken­ dine konuşuyordu. Bu bir tür sesli düşünmeydi. "Evet," dedi, "okyanusun gerçek bir dolaşım sistemi var. Bunun için her şeyin yaratıcısı olan Tanrı'nın ondaki ısıyı, tuzu ve ancak mikroskop­ la görülecek kadar küçük hayvanları çoğaltması yeterli oldu. Isı, suda farklı yoğunluklar meydana getirir; yoğunluk farkı da akıntılar ve karşı akın­ tılara sebep olur. Kuzey bölgelerinde neredeyse hiç rastlanmayan, ekvatoral bölgelerdeyse olduk­ ça etkin olan buharlaşma, tropikal sularla kutup bölgelerindeki suların sürekli yer değiştirmesini sağlar. Ama beni asıl şaşırtan, okyanusun gerçek solunumunu yukarıdan aşağı ve aşağıdan yukarı doğru olan akıntıların oluşturmasıdır. Yüzeyde ısınan deniz suyu moleküllerinin derinlere inip sıfırın altında iki derecede en yüksek yoğunluğa ulaştıktan sonra yeniden soğuyarak yoğunluğu­ nu düşürdüğüne ve yüzeye yükseldiğine bizzat şahit oldum. Bu olayın sonuçlarını siz de kutupla­ ra vardığımızda kendi gözlerinizle görecek ve ileri görüşlü doğanın bu yasası sayesinde donmanın neden yalnızca su yüzeyinde gerçekleştiğini an­ layacaksınız ! " Kaptan Nemo sözlerini tamamlarken, kendi kendime "Kutuplar! " dedim. "Bu gözü kara adam bizi oraya kadar götürmeye niyetli demek! " 213

JULES VERNE

Bu sırada Kaptan susmuştu; bıkmadan usan­ madan her zerresini incelediği denize bakıyordu. Sonra yeniden konuşmaya başladı: "Denizde batın sayılır miktarda tuz var, Profe­ sör," dedi. "Sudaki erimiş tuzu ayırmaya kalksa­ nız, yirmi dört milyar dokuz yüz doksan yedi mil­ yon beş yüz bin metreküplük bir kütleye tekabül eder. Bu kadar tuzu dünyanın yüzeyine yaysanız on metreden yüksek bir katman oluşur. Tuz mik­ tarının doğada öyle sebepsizce var olduğunu dü­ şünmeyin. Hayır. Tuz, deniz suyunun daha zor buharlaşmasını sağlar ve rüzgarların denizden buharlaşan suyun büyük bölümünü alıp götürme­ sine engel olur. Aksi takdirde rüzgarla taşınan bu­ har çözünerek ılıman bölgelerin su altında kalma­ sına sebep olurdu. Yani tuzun önemli bir işlevi var; dünyanın genel işleyişi içinde dengeyi sağlamak! " Kaptan durdu, sonra ayağa kalktı. Sahanlıkta birkaç adım atıp tekrar yanıma geldi ve konuş­ masını şöyle sürdürdü: "Diatomitlere, yani sayılan milyarları bulan ve tek bir su damlasında milyonlarca sayıda bulu­ nan mikroskobik deniz canlılarına gelince, bun­ ların sekiz yüz bin tanesi bir araya geldiğinde an­ cak bir miligramlık bir ağırlık oluşturabilir fakat onların doğadaki görevi hiç de küçümsenecek türden değildir. Bu mikroorganizmalar deniz tu­ zunu emer; sudaki mineralleri özümser ve mer­ canları ve taşmercanları meydana getirir! Böylece içerdiği minerallerden arınan su damlası hafifler, yüzeye çıkar. Buharlaşma sonucu yüzeyde ortaya çıkan tuzu emip ağırlaşır; sonra yeniden suyun derinliklerine inerek bu canlılara özümsenecek 214

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

yeni maddeler taşır. Aşağı ve yukarı akıntıdan söz ederken kastettiğim buydu. Gördüğünüz gibi, denizde sürekli canlılık, sürekli hareket var! Ok­ yanusun her zerresine yayılmış yaşam, karada­ kinden çok daha yoğun, çok daha bereketli ve çok daha sınırsızdır. İnsanlara ölüm getirdiği söyle­ nen okyanus, içindeki sayısız hayvan için, tabii benim için de bir yaşam kaynağıdır! " Kaptan Nemo böyle konuştuğu zaman başka birine dönüşüyor ve bu durum bende olağanüstü bir heyecan yaratıyordu. "O yüzden," dedi, "gerçek yaşam okyanustadır! Nautiius gibi her sabah nefes almak için su yüze­ yine çıkan su altı evlerin, şehirlerin kurulmasını isterdim; özgür şehirlerin ve özgür devletlerin! Fakat kim bilir, belki bazı zorbalar çıkar . . . " Kaptan Nemo cümlesini öfke dolu bir hareket­ le bitirdi. Sonra kafasından kötü bir düşünceyi kovmak istercesine doğrudan bana dönerek: "Bay Aronnax," dedi, "okyanusun derinliğinin ne kadar olduğunu biliyor musunuz ?" "En azından belli başlı sondajlann ortaya çı­ kardığı sonuçlan biliyorum. " "Öyleyse gerektiğinde geminin bulunduğu de­ rinliği kontrol edebileyim diye bu sonuçları be­ nimle paylaşır mısınız?" "Hatırlayabildiğim birkaç tanesini söyleyeyim," diye karşılık verdim. "eğer yanılmıyorsam, Atlas Okyanusu'nun kuzey sularının ortalama derinliği sekiz bin iki yüz metre, Akdeniz'in derinliğiyse iki bin beş yüz metre olarak hesaplandı. Yapılan son­ daj çalışmalan içinde en dikkat çekici olanı, Atlas Okyanusu'nun güneyinde, otuz derece enleminin 215

JULES VERNE

yakınlannda gerçekleştirilen çalışmalardır. Bun­ lann sonucunda on iki bin metreye, on dört bin doksan bir metreye ve on beş bin yüz kırk dokuz metreye ulaşıldı. Buradan hareketle, eğer deniz dibi dümdüz olsa bu bölgenin ortalama derinliği­ nin yaklaşık yedi kilometre olacağı söylenebilir." Kaptan Nema: "Bu harika, Profesör," diye cevap verdi. "Bu sonuçlardan daha kesin bir sonuç ortaya koya­ cağımızı umut ediyorum. Pasifik Okyanusu'nun şu an üzerinde bulunduğumuz bölümüne gelin­ ce, buradaki ortalama derinliğin yalnızca dört bin metre olduğunu bilin yeter. " Bunları söyledikten sonra kapağa doğru yö­ neldi ve merdivenden inip gözden kayboldu. Ar­ dından ben de indim ve büyük salonda onunla yeniden karşılaştım. Hemen sonra geminin per­ vanesi çalıştı ve ibre, saatte yirmi millik bir hızı gösteriyordu. O günden sonra, günler, haftalar boyunca Kap­ tan Neme beni çok nadir ziyaret etti. Onu uzun aralıklarla görebiliyordum. İkinci kaptan düzen­ li olarak bulunduğumuz noktayı harita üzerinde işaretliyordu. Bu sayede Nautilus'un rotasını takip edebiliyordum. Conseil ve Land benimle uzun saatler geçi­ riyordu. Conseil, çıktığımız su altı gezintisinde gördüğü her şeyi arkadaşına anlatmıştı. Kanadalı bizimle birlikte ava gelmediği için pişmandı. Ama ben okyanus ormanlannı yeniden ziyaret etme fırsatı bulacağımıza inanıyordum. Hemen hemen her gün, salonun pencereleri birkaç saatliğine açık kalıyordu ve gözlerimiz hiç 216

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

yorulmadan su altı dünyasının sırları arasına da­ lıp kalıyordu. Nautilus 'un ana rotası güneydoğuydu. Gemi, yüz metreyle yüz elli metre arasında değişen bir derinlikte ilerliyordu. Nedendir bilmem, bir gün iki yanındaki eğik düzenekler yardımıyla diyago­ nal bir çizgide ilerleyip, iki bin metre derinlikteki su katmanlarına indi. O sırada termometre 4,25 santigrat dereceyi gösteriyordu. Bu ısı, bütün en­ lemlerde bu derinlikteki ortak ısı derecesiydi. 26 Kasım günü saat sabah üç sularında Nauti­ Ius, yengeç dönencesini 172° boylamı üzerinden ilerleyerek aştı. 27 Kasımda, ünlü Kaptan Cook'un ölü bulunduğu Sandwich Adaları açığından geç­ ti. Yola çıktığımızdan bu yana,dört bin sekiz yüz altmış fersahlık bir yol katetmiştik. Sabah sahan­ lığa çıktığımda, iki mil ötede bulunan Sandwich Adalarının en büyüğü olan Hawaii'yi fark ettim. Adanın ekili tarım alanlan, kıyıya paralel uzanan sıra dağlan, içlerinde en büyüğünün denizden yüksekliği beş bin metreyi bulduğu Mauna-Kea olan volkanları çok net bir şekilde seçilebiliyordu. Denize bırakılan ağlardan, bu bölgede bulunan balıkların yanı sıra okyanusun yine bu bölgesine özgü, zarif biçimli yassı bir polip olan tavuskuy­ ruğu biçiminde bir flabellum çıktı. Gemi güneydoğu yönünde ilerlemeye devam ediyordu. 1 Aralık günü, Ekvator'u 142° boyla­ mından kestik ve vukuatsız, hızlı bir yolculuktan sonra aynı ayın dördünde ufukta Markiz Adalan göründü. Üç mil uzağımızda, 8° 57' güney enle­ mi ve 139° 32' batı boylamında bulunan Martin Burnu'nu gördüm. Martin Burnu, Fransa'ya ait 217

JULES VERNE

Markiz Adalarının en büyüğü olan Nouka-Hi­ va Adası'nda yer alıyordu. Kaptan Nema karaya yaklaşmayı pek sevmediğinden, sadece ufukta beliren, üzeri ağaçlarla kaplı dağları görebildim. Denize bırakılan ağlara burada da birbirinden de­ ğerli balık türleri takıldı: eti çok lezzetli, yüzgeçle­ ri mavi, kuyruğu altın renginde lambukalar; enfes bir tadı olan, neredeyse pulsuz labros balıkları; kemik çeneli ostorhinqueler; en az palamut ka­ dar değerli sarım tırak uskumru orkinosları. Tüm bu balıklar gemi ambarında yer almayı gerçekten hak ediyordu. Üzerinde dalgalanan Fransız bayrağıyla koru­ nan bu güzel adalardan uzaklaştıktan sonra gemi, 4 Aralıktan 11 Aralıka kadar yaklaşık iki mil ka tetti. Bu sırada karşılaştığımız en ilginç şey, mü­ rekkepbalığına benzeyen, ilginç bir tür yumuşakça olan kalamar sürüsüydü. Fransızlar bu hayvanlara "encornet" diyorlar. Kalamarlar, mürekkepbalık­ lan ve argonautalarla birlikte kafadanbacaklılar sınıfının dibranchia familyasını oluşturur. Bunlar özellikle antik doğabilimcilerinin araştırmalarına konu olmuş ve Agora hatiplerine çok sayıda me­ tafor kazandırmıştır. Gallien· döneminden önce Yunanistan'da yaşamış olan hekim Athenee'den·· öğrendiğimize göre, zengin yurttaşların sofraların­ da bu hayvanlardan bol miktarda bulunurdu. Nautilus , özellikle gece ortaya çıkan bu yumu­ şakça sürüsüne, 9 Aralıkı 10 Aralıka bağlayan * **

Gallien: Üçüncü yüzyıldada yaşamış Roma imparatoru -çn. Athenee (İ. S . II. -III. yy): Okuduğu kitaplarda karşılaştığı il­ ginç hikayeleri Sofistlerin Şöleni isimli bir eserde toplayan Yunan yazar -çn. 2 18

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

gece rastlamıştı. Bu sürüdeki kalamar sayısı mil­ yonlarla ölçülebilirdi. Kalamarlar, ringa balıkları­ nın ve sardalyelerin izinden giderek, ılık sulardan daha sıcak sulara doğru göçüyorlardı. Kalın kris­ tal pencerelerin ardından geri geri yüzen, başka balıkların ve yumuşakçaların peşine takılarak kü­ çükleri yiyen, büyüklereyse kendileri yem olan, doğanın baş kısımlarına yerleştirdiği, her biri yılanı andıran on tane ayağını tarif edilemez bir karmaşıklıkta oynatan kalamarları seyrediyor­ duk. Nautiius olağanüstü hızına rağmen saatlerce bu kalamar sürüsünün arasından yüzdü. Denize bırakılan ağlar bu hayvanlardan bol bol yakala­ dı. Ağa takılan hayvanlar arasında, Orbigny'nin· Pasifik'te yaşayan kalamar türleri olarak sınıflan­ dırdığı dokuz türü de buldum. Anlaşılan o ki, bu yolculuk esnasında deniz bize en harika gösterilerini sunacaktı. Sırf bizim göz zevkimiz için dekorunu, sahnesini durma­ dan değiştiriyor, gösterilerini sayısız biçimde çeşitlendiriyordu. Denizin ortasında, yalnızca Tanrı'nın eserlerini temaşa etmekle kalmıyor, aynı zamanda okyanusun en mahrem sırlarına da erişiyorduk. 1 1 Kasım günü büyük salonda kitap okuyor­ dum. Ned Land ve Conseil kapakları yarı açık pencerelerden aydınlık suları gözlüyorlardı. Na­ utiius hareketsizdi. Depoları doluydu. Bin metre derinlikte, arada sırada görünen büyük balıklar haricinde pek de canlının yaşamadığı bir yerde duruyordu. *

Akide d'Orbigny (1802- 1857): Fransız zoolog, doğabilimci -ç n. 219

JULES VERNE

O sırada Jean Mace'nin Midenin Hizmetçileri adlı güzel bir kitabını okuyor, öğrendiğim ilginç şeyle­ rin tadını çıkarıyordum. Conseil birden okumamı kesti: "Beyefendi bir dakika gelebilirler mi? " dedi ga­ rip bir sesle. "Ne oldu Conseil? " 220

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Beyefendi bir baksınlar, lütfen." Kalktım, kollarımı camın önüne dayayıp dışarı baktım. Yoğun bir elektrik ışığının ortasında siyahım­ sı, hareketsiz, dev bir kütle suyun ortasında duru­ yordu. Bu dev deniz memelisinin türünü anlamak için onu dikkatle gözlemledim. Birden aklımda bir düşünce belirdi. "Bu bir gemi! " diye bağırdı. "Evet," dedi Kanadalı, "dağılmış, burun üstü batmış bir gemi! " Ned Land haklıydı. Karşımızda kopmuş çar­ mıkları zincirlerinden sarkan bir gemi duruyor­ du. Gövdesi iyi durumdaydı. Gemi en fazla üç saat önce batmışa benziyordu. Güvertenin iki ayak yukarısından kırılmış üç direk parçası, di­ reklerin gemi sürüklenirken kırıldığına işaret edi­ yordu. Yan yatarak su almış bu gemi, iskele tara­ fına doğru yan yatmış şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Dalgaların arasında kaybolmuş gemi çatısının görüntüsü üzüntü vericiydi; ancak bun­ dan daha acıklı olanı halatlarla bağlı kadavraların bulunduğu güvertedeki manzaraydı. Dört kişi saydım; bir tanesi kendini dümene bağlamış ve bu yüzden de hala ayakta duran dört adam; bir de yan gövdesi kıç güvertedeki parmaklıklardan aşağı sarkmış ve kucağında bir çocuk tutan genç bir kadın. Nautilus 'un güçlü ışıklan sayesinde ka­

dının denizin henüz zarar vermediği yüz çizgile­ rini açıkça görebiliyordum. Büyük bir çabayla ço­ cuğunu başının üzerine kaldırmıştı; zavallı çocu­ ğun kolları annesinin boynuna sanlıydı! Dört ge­ micinin haliyse gözüme korkunç göründü. Kur221

JULES VERNE

tulmak için çok çaba harcadıkları belliydi; bu yüzden de onları gemiye bağlayan iplerden kur­ tulmak için son bir gayret içine girmiş gibi bir du­ ruşları vardı. İçlerinde en sakin ve en cesur görü­ nen kaptandı. Tek başınaydı. Kırlaşmış saçları alnına yapışmış, elleri dümene sımsıkı sarılmıştı. Bu haliyle üç direkli gemisini okyanusun derin­ liklerinde de kullanıyor gibiydi.

222

DENiZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Ne manzara ama! Bu korkunç kaza, özellikle de son sahnesi karşısında dilimiz tutulmuş, kalp­ lerimiz hızla çarpıyordu! İnsan etinin cazibesine kapılan kadırgabalıkları, ateş gibi yanan gözleriy­ le çoktan gemiye doğru ilerlemeye başlamıştı ! Bu sırada Na utiius bir manevra yaparak batık geminin etrafında döndü ve kısacık bir an içinde geminin kıç tarafında yazan şu yazıyı okudum: Florida, Sunderiand .

223

XIX VANIKORO

Bu korkunç manzara, Nautilus'un yolculuğu boyunca karşılaşacağı deniz felaketleri dizisinin başlangıcıydı. Gemi daha işlek denizlerde ilerler­ ken, sık sık suların arasında çürümüş, batık ge­ milere; daha derinlere indikçe de küflenmiş top­ lara, güllelere, çapalara, zincirlere ve daha birçok demir nesneye rastlıyorduk. İçinde izole bir hayat sürdüğümüz Nautilus'la ilerlerken 11 Aralık günü Tuamotu Adalarına, eski adıyla Bougainville'in "tehlikeli adaları"na vardık. Bu adalar, 13° 30' ve 23° 50' güney enlem­ leriyle 125° 30' ve 1 5 1 ° 30' boylamları arasında yer alıyor; Ducie Adası'ndan Lazareff Adası'na kadar uzanıyordu. Bunlar güneydoğunun doğusundan kuzeybatının batısına kadar beş yüz fersahlık bir alan kaplıyordu ve yüzölçümü de üç yüz yet­ miş fersah kareydi. Bu adaları meydana getiren altmış tane ada kümesinin en önemlisi Gambi­ er kümesiydi ve bunun koruyuculuğunu Fransa üstlenmişti. Bu adaların tümü mercan adalarıdır. Poliplerin çalışmasıyla meydana gelen yavaş ama sürekli yükselme, bir gün kuşkusuz bu adaları birleştirecek ve oluşan bu yeni ada komşu ada­ lara bağlanacak ve böylece Yeni Zelanda ve Yeni 224

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Kaledonya' dan başlayıp Markiz Adalarına kadar uzanan beşinci bir kıta meydana gelecektir. Bu teorimi Kaptan Nemo'yla paylaştığım za­ man, bana soğuk bir tavırla: "Dünyanın yeni adalara değil, yeni insanlara ihtiyacı var! " dedi. Yolculuk sırasındaki tesadüfler, Nautilus 'u dosdoğru Gambier kümesinin en garip adala­ rından biri olan ve 1822 yılında Minerue adlı bir geminin kaptanı olan Bell tarafından keşfedilen Clermont-Tonerre'e getirmişti. Bu sayede bu ada­ lan meydana getiren taşmercanlar üzerinde ça­ lışma olanağı yakalamıştım. Mercanlarla karıştırılmaması gereken taş­ mercanlann üzeri kireçli bir tabakayla kaplıdır. Benim üstatlarımdan biri olan ünlü doğabilimci Bay Milne-Edwars , yapılarındaki farklılıklardan yola çıkarak taşmercanlan beşe ayırmıştır. Bu polip öbeğini üreten milyarlarca hayvancık, öbe­ ğin hücrelerinin dibinde yaşar. Kayalar, resifler, adacıklar ve adalar bu mercanların içinde biri­ ken kireçten meydana gelir. Bu mercanlar, bazı yerlerde bir lagünü ya da iç gölü çevreleyerek bir halka oluştururlar. Oluşturdukları iç göl, denize halkadaki bir açıklık yoluyla bağlanır. Bazı yerler­ deyse, tıpkı Kaledonya kıyılan ve Tuamontu Ada­ larındakilere benzer resifler meydana getirirler. Reunion ve Mauritus 'ta olduğu gib i , bazı bölgeler­ de de yüksek ve dik kıyı resiflerini oluştururlar. Bu resiflerin dibindeki sular oldukça derindir. Clermont-Tonerre Adası'nın kıyılarından yal­ nızca birkaç yüz metre açıkta ilerlerken; bu mik­ roskobik işçilerin oluşturduğu dev esere hayran225

JULES VERNE

lıkla bakıyordum. Adayı çevreleyen bu duvarlar, özellikle millepora, porita, meandrina ve yıldızlı mercanlar olarak bilinen taşmercanların eseriy­ di. Bu polipler, daha çok yüzeyinin çalkantılı ol­ duğu deniz katmanlarında gelişiyordu. Bu yüz­ den resiflerin önce üst kısımlan oluşuyor, daha sonra bu poliplerin çıkardığı salgılar birikiyor ve resifler yavaş yavaş suyun alt kısımlarına doğ­ ru uzanıyordu. En azından atollerin oluşumunu böyle açıklayan Darwin'in görüşü bu yöndeydi. Bana göre Darwin'in bu teorisi, denizin birkaç ayak altında bulunan dağ ve volkan tepelerinin taşmercanlar tarafından oluşturulduğunu iddia eden teoriden çok daha üstündür. Bu ilginç resif duvarları yakından inceleme fırsatı buldum. Bu duvarların sondaj yardımıyla ölçülen derinlikleri üç yüz metreden fazlaydı ve elektrik ışığımız bu parlak kireç tabakasını yeteri kadar aydınlatıyordu. Conseil bana bu muazzam engellerin oluşma süresini sorduğunda, bilim insanlarına göre resif­ lerin boyunun her yüzyılda bir parmağın sekizde biri kadar uzadığını söyledim. Buna çok şaşırdı. "Peki, bu gördüğümüz duvarların yükselmesi kaç yıl almıştır? " "Tam yüz doksan iki bin yıl, sadık dostum. Bu demek oluyor ki, dünyanın yaradılışı İncil' de anlatılandan çok daha önce başlamıştır. Aslında kömürün oluşumu, başka bir deyişle tufanlar ne­ deniyle toprağa gömülen ormanların maden ya­ taklarına dönüşmesi, bundan çok daha uzun bir zaman almıştır. İncil' de sözü edilen haliyle gün kavramının güneşin art arda iki kez doğuşu ara226

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

sında geçen süreye değil de, çağlara işaret ettiğini eklemem gerekir. Aslına bakarsan İncil' de yazı­ lanlara göre yaratılışın ilk günü güneş yoktu." Nautilus tamamen su yüzeyine çıktığında Cler­ mont-Tonerre Adası'nın yapısını daha iyi görebi­ liyordum. Ada, alçak ve ormanlıktı. Etrafındaki mercan kayalar, kuşkusuz hortumlar ve fırtınalar yardımıyla gelişip bu hale gelmişti. Ortaya çıkan bir kasırganın etkisiyle, komşu topraklardan ge­ len birkaç tohum, günün birinde humuslu top­ rağı oluşturan deniz bitkisi ve balık kalıntılarıyla harmanlanmış kireç katmanlarının üzerine düş­ tü. Dalgaların sürüklediği bir hindistancevizi bu yeni kıyılara ulaştı. Toprağa düşen tohum kök­ lendi; ağaç oldu. Ağaç büyüdü; su buharını tuttu. Dere oluştu. Bitki örtüsü yavaş yavaş gelişti. Bir­ kaç küçük solucan, sinek, rüzgarların adalardan peşine takıp sürüklediği ağaç gövdeleri üzerinde bu kıyılara vardı. Kaplumbağalar buraya gelip yu­ murtalarını bıraktı. Kuşlar, genç ağaçlara yuva yaptı. Böylelikle ada hayat buldu. Sonra yeşilin ve bereketin cazibesine kapılan insan ortaya çıktı. Mikroskobik canlıların oluşturduğu bu adalar işte böyle meydana geldi. Akşama doğru Clermont-Tonerre ufukta kay­ boldu. Nautilus 'un rotası gözle görülür şekilde de­ ğişmişti. Gemi, 135° boylamı üzerinden ilerleyip Oğlak Dönencesini geçtikten sonra, dönenceler arasında ilerleyerek rotasını batı-kuzeybatıya çe­ virdi. Yaz güneşinin ışıkları oldukça yoğun olsa da, suyun otuz ya da kırk metre altında olduğumuz­ dan sıcak bizi çok etkilemiyordu. Çünkü buradaki sıcaklık on-on iki derecenin üzerine çıkmıyordu. 227

JULES VERNE

1 5 Aralıkta, göz alıcı Sosyete Adalarını ve Pasifık'in kraliçesi olarak nitelendirilen zarif Ta­ hiti Adası'nı doğumuzda bırakmıştık. Bu adanın yüksek tepelerini, sabah, rüzgaraltından birkaç mil uzaktayken fark etmiştim. Bu sularda yakala­ nan birbirinden lezzetli uskumrular, palamutlar, akorkinoslar ve munerophis adındaki deniz yıla­ nının her türlü çeşidi gemideki sofraları süsledi. Nauti1us toplam sekiz bin yüz mil yol gitmişti. Argo, Porte-au-Prince ve Duke of Port1and adlı gemi­ lerin mürettebatlarının yaşamlarını yitirdiği Ton­ go-Tabou Adalan ve La Perousse'un yakın dostu olan Kaptan Langle'ın öldürüldüğü Navigateurs Adaları arasından geçerken, geminin katetti­ ği yolu ölçen alet, dokuz bin yedi yüz yirmi mili gösteriyordu. Buradan sonra canilerin Union adlı geminin mürettebatını ve Aimable Josephine'in ko­ mutanı olan Nanteslı Kaptan Bureau'yu katlettik­ leri Viti Adaları ufukta göründü. Kuzeyden güneye yüz , doğudan batıyaysa dok­ san fersahlık bir alan boyunca uzanan bu adalar, 6° ve 2° güney enlemleriyle 174° ve 179° batı boy­ lamları arasında yer alıyordu. Viti Adaları, ara­ larında Viti-Levou, Vanoua-Levou ve Kandulbon gibi adaların bulunduğu pek çok ada, adacık ve kayadan oluşuyordu. Bu ada grubunu, 1643 yılında Tasman bulup keşfetmişti. Aynı yıl Toricelli barometreyi bulmuş, XIV. Louis tahta çıkmıştı. Bu saydığım olaylardan hangisi daha hayırlıydı, bilmiyorum. Daha son­ ra sırasıyla 1714'te Cook, 1793'te d'Entrecasteaux adayı ziyaret etmiş ve sonunda 1827' de Dumont d'Urville bu adalarda hüküm süren coğrafi kar228

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

maşayı çözüme kavuşturmuştu. Nautilus , La Perouse'un başına gelenlerin arkasındaki sır per­ desini aralayan ilk kişi olan Kaptan Dillon'un ma­ ceralarına sahne olmuş Wailea Körfezi'ne yaklaştı. Dibini pek çok kez taradığımız bu körfezde bol miktarda istiridye bulunuyordu. Seneca'nın öğü­ düne uyup sofrada açtığımız istiridyelerden had­ dinden fazla yedik. Bu yumuşakçalar, Korsika' da çok yaygın olan ve ostrea l amellosa adıyla bilinen bir türe aittir. Wailea Körfezi istiridye bakımın­ dan oldukça zengindi; yok olmalarına sebep ola­ cak çeşitli etkenler olmasa tüm körfezi kaplaya­ cak kadar istiridye vardı burada çünkü tek bir istiridye iki milyona yakın yumurta bırakıyordu. Ned Land bu durumda oburluğundan şikayet etmediyse, bunun tek nedeni istiridyenin hazım­ sızlık yapmayan tek deniz ürünü olmasıdır. Bir insanın günlük tüketmesi gereken azot miktarı üç yüz on beş gramdır. Bu miktara ulaşmak için bu başsız yumuşakçalardan en az on altı düzine yemek gerekir. 25 Aralık günü Nautilus, 1606'da Quiros'un keş­ fettiği, 1768'de Bougainville'in araştırma yapmak için geldiği ve adını 1173'te Cook'tan alan Yeni Hebrid Adalarının ortasında seyrediyordu. Bu ada grubu, toplam dokuz büyük adadan oluşuyordu. Bu adalar, 15° ve 2° güney enlemleriyle, 164° ve 168° boylamları arasında kuzey-kuzeybatıdan güney-güneydoğuya doğru uzanıyor ve yüz yirmi fersahlık bir şerit oluşturuyordu. Sahanlıkta öğle gözlemlerini yaptığımız sırada, Aurou Adası'nın yakınından geçtik. Burası, yüksek bir tepenin ete­ ğindeki yeşil bir orman gibi göründü gözüme. 229

JULES VERNE

O gün Noel' di. Ned Land, Protestanların çok önem verdiği, gerçek bir aile bayramı olan "Christmas"ı kutlayamadığı için oldukça üzgün görünüyordu. 27 Aralık sabahı, sanki en son beş dakika önce görüşmüşüz gibi bir tavırla büyük salona girdiğin­ de, Kaptan Nemo'yu görmeyeli sekiz gün olmuş­ tu. O salona girdiği sırada ben Nautilus 'un izlediği rotayı haritada bulmaya çalışıyordum. Kaptan yanıma gelip parmağını harita üzerinde bir nok­ taya koydu ve tek bir sözcük çıktı ağzından: ,, "Vanikoro. Bu sözcük bana, sihirbazların kullandığı tür­ den sözcükleri anımsattı. Bu, La Perouse'un ge­ milerinin dolaylarında kaybolduğu adaların adıy­ dı. Birden durumu kavradım. "Nautilus bizi Vanikoro'ya mı götürüyor? " diye sordum. "Evet, Profesör," diye cevap verdi Kaptan. "Boussole ve Astrol abe adlı gemilerin kayalara çarptıkları bu meşhur adaları ziyaret edebilir mi­ yim peki?" "Eğer istiyorsanız, neden olmasın, Profesör. " "Ne zaman varmış oluruz Vanikoro'ya?" "Çoktan vardık. " Sahanlığa çıktım. Gözlerimi dikkatle ufka dik­ tim. Kaptan Nema da arkamdan sahanlığa geldi. Kuzeydoğu yönünde farklı büyüklükte iki vol­ kanik ada vardı. Uzunluğu kırk mil olan bir mercan resifi adaları çevreliyordu. Dumont d'Urville'in Recherche Adası adını verdiği, asıl adı Vanikoro olan adanın karşısında, 16° 7 ' güney enlemi ve 164° 32' doğu boylamında yer alan küçük Vanou 230

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Limanının önünde duruyorduk. Adanın toprakla­ rı, kıyıdan başlayarak aralarında en yükseği dört yüz yetmiş altı tuvaz yüksekliğiyle Kapogo Dağı olan iç tepelere kadar yeşil bir örtüyle kaplıydı. Dar bir geçitten geçerek kayaların dış tarafını aşan Nautii us, kayaların iç bölümüne ulaşmıştı. Bu kısımda denizin derinliği otuz kırk kulaç ka­ dardı. Sakızağaçlarının gölgelerinde durmuş bi­ zim adaya doğru yaklaşmamızı şaşkınlıkla karşı­ layan vahşileri fark ettim. Kıyıya doğru ilerleyen bu siyahımsı nesnenin dev bir deniz memelisi olduğunu mu düşünmüşlerdi? O sırada Kaptan Nema bana La Perouse'un ba­ şına gelen kaza ile ilgili ne bildiğimi sordu. "Herkesin bildiği kadarını biliyorum, Kaptan," dedim. Kaptan alaycı bir ses tonuyla: "Peki, neymiş o herkesin bildiği bana anlatır mısınız? " dedi. "Bunu anlatmak pek zor değil," dedim. Ve ona Dumont d'Urville'in yaptığı son çalış­ malarda ortaya koyduğu sonuçlan anlattım. Onun bu çalışmalarını kısaca şöyle özetleyebilirdim: La Perouse ve onun yardımcısı, İkinci Kaptan Langle, XVI. Louis tarafından, Boussole ve Astro­ Iabe adlı korvetlerle adanın çevresini dolaşmak üzere gönderilmişlerdi. Fakat bu iki gemiyi bir daha gören olmadı. Bu iki korvetin akıbetinden endişe duyan Fransız Hükümeti, 1791 yılında Recherche ve Esperance adlı iki büyük savaş gemisi hazırlat­ tı. Bruni d'Entrecasteaux'nun emrine verilen bu gemiler, 28 Eylülde Brest'ten ayrıldı. İki ay son231

JULES VERNE

ra Albermale'ın komutanı olan Bowen isimli biri­ nin ifadesinden, gemilerin enkazına Yeni-Geor­ ge kıyılannda rastlandığı öğrenildi. Bu bilgiden haberdar olmayan d'Entrecasteaux, ki zaten bil­ ginin doğruluğu da oldukça şüpheliydi, Kaptan Hunter'in raporunda La Perouse'un battığı yer olarak belirtilen Amirallik Adalarına doğru çok­ tan yola koyulmuştu. Ancak komutan Bowen'in söylediklerinin doğ­ ru olmadığı anlaşıldı. Çünkü Esperance ve Recherche hiçbir yerde durmadan Vanikoro Adası'nın önün­ den bile geçmişti. Nihayetinde oldukça şanssız bir yolculuktu bu. Ne de olsa d'Entrecasteaux ile birlikte daha iki kaptan ve mürettebattan birçok denizcinin canına mal olmuştu. Geminin enkazına ilk rastlayan kişi, Pasifik Okyanusu'nu avcunun içi gibi bilen, eski deniz­ ci Kaptan Dillon'du. 1 5 Mayıs 1824'te, gemisi Saint- Patrick, Yeni-Hebrid Adalarından biri olan Tikopia Adası'nın yakınından geçmişti. Bura­ da bir kayıkla gemiye yanaşan Hint bir denizci, Dillon'a üzerine bıçakla birtakım işaretler kazın­ mış, gümüş bir kılıç kabzası satmıştı. Dahası, altı ay önce Vanikoro'dayken, orada uzun yıllar önce adanın resiflerine çarpıp batmış bir gemide gö­ revli olduklarını öğrendiği iki Avrupalı gördüğü­ nü iddia ediyordu. Dillen, Hint denizcinin söz ettiği gemilerin, ortadan kayboluşları bütün dünyayı etkileyen La Perouse'un gemileri olabileceğini düşündü. Hint denizcinin söylediğine göre, pek çok gemi kalıntı­ sının bulunduğu Vanikoro'ya gitmek istediyse de şiddetli rüzgarlar ve akıntılar buna engel oldu. 232

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kalküta'ya döndü. Burada Hint denizciden öğ­ rendiklerini anlatarak Societe Asiatique ve Com­ pagnie des Indes'in dikkatini çekmeyi başardı. Emrine verilen Recherche adlı gemiyle Dillon, 23 Ocak 1827' de yola çıktı. Fransız bir temsilci de kaptana eşlik ediyordu. Recherche, Pasifik Okyanusu'nda pek çok noktada dolanıp, nihayet 7 Temmuz 1827'de, Nautiius'un şu an kıyısında yüzdüğü Vanikoro Adası'nın Vanou Limanına demir attı. Dillon burada, aralarında demir gereçler, ça­ palar, makaralar, gemi topları, on sekizlik gülle­ ler, astronomik gözlemlerde kullanılan birtakım aletler, demir bir başlık parçası ve üzerinde "Beni Bazin üretti" yazan bir çan bulunan birçok gemi kalıntısı topladı. Bazin, 1828 yılı civarında Brest Tersanesinde yer alan dökümevlerinden biri­ nin ismiydi. Bu kalıntılardan sonra şüphe etmek imkansızdı. Dillon, araştırmalarını tamamlamak için ekim ayı sonuna kadar kaza yerinde kaldı. Daha son­ ra, Vanikoro'dan ayrılıp Yeni-Zelanda'ya doğ­ ru yola çıktı. 7 Nisan 1828'de, Kalküta Limanına demir attı. Ve son olarak Fransa'ya geri döndü. Fransa'da X. Charles tarafından oldukça sıcak bir şekilde karşılandı. Bu sırada Dillon'un yaptığı çalışmalardan ha­ bersiz olan Dumont d'Urville kaza yerini araştır­ mak üzere çoktan yola çıkmış ve daha uzaklara gitmişti. Bir balina avcısının hazırladığı raporlar­ dan Louisade ve Yeni Kaledonya'da yaşayan vah­ şilerin elinde çeşitli madalyalar ve bir Saint-Louis haçı bulunduğu öğrenilmişti. 233

JULES VERNE

Dumont d'Urville, işte bu bilgi üzerine denize açılmış ve Dillen Vanikoro'dan aynldıktan tam iki ay sonra, Hobart Town önlerine demir atmış­ tı. Orada Dillon'un yaptığı araştırmaları ve bir de Kalküta'ya bağlı Union adlı geminin kaptanı James Hobbs'un, 8° 18' güney enlemi ve 156° 30' doğu boylamında yer alan bir adada demir çubuklar kullanıp kırmızı giysiler giyen yerlilere rastladı­ ğını öğrenmişti. Yazdıklarına pek de güvenilmeyecek olan bu tip gazetelerde çıkan haberlere itibar edip etme­ mek konusunda kararsız kalan Dumont d'Urville, sonunda Dillon'un izinden gitmeye karar verdi. D'Urville'in gemisi Astrolabe, 10 Şubat 1928 günü Tikopia Adası'nın önlerindeydi. Bu adaya yerleşmiş bir kaçağı, kendisine rehberlik etsin diye yanına alıp Vanikoro'ya doğru yola koyuldu. Adaya 12 Şubatta ulaştı. 14 Şubata kadar, yani iki gün boyunca, adayı çevreleyen resifler boyunca ilerledi ve ancak 20 Şubatta resifleri aşarak Va­ nou Limanına demir atabildi. 23 Şubat günü, gemide görevli subayların çoğu adada gezintiye çıkıp pek de önemli olma­ yan birkaç kalıntıyla geri döndüler. Yerliler bir dolu inkarla lafı dolandırarak onları kaza yeri­ ne götürmeyi reddediyorlardı. Onların bu şaibeli tutumu, kazadan mağdur olanlara kötü davran­ mış oldukları fikrini akla getiriyordu. Kaptan Dumont'un buraya La Perouse'un ve bahtsız dostlarının intikamını almak için geldiğini düşü­ nüyor olmalıydılar. Fakat onlara sunulan hediyeler sayesinde, or­ tada korkulacak bir intikam planı olmadığını an234

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

layınca, İkinci Kaptan M. Jacquinot'yu kazanın meydana geldiği yere götürdüler. Pacou ve Vanou resiflerinin arasında kalan bu bölgede, suyun üç dört kulaç altında, katılaşmış kireç yığınlarının arasında çürümeye yüz tutmuş çapalar, toplar, demir ve kurşun külçeler vardı. Astrolabe'ın bir filikası ve balina kayığı bu bölge­ ye gönderildi. Mürettebat, uzun uğraşlar sonunda bin sekiz yüz kilogram ağırlığında bir çapayı, se­ kizlik bir topu, bir kurşun külçesiyle iki bakır topu sudan çıkarmayı başardı. Bu sırada yerlileri sorguya çeken Dumont d'Urville, iki gemisi de adanın resiflerine çarpıp batan La Perouse'un bunlardan daha küçük bir gemi inşa ettiğini öğrendi. Fakat bu gemi de orta­ dan kaybolmuştu . . . Neredeydi, kim bilir. Bunun üzerine Dumont d'Urville ünlü Kaptan Perouse ve arkadaşlarının anısına, sakızağaçla­ rının dibine temsili bir mezar yaptı. Mezar, mer­ candan bir tabaka üzerine oturtulmuş, dörtyüzlü basit bir piramitti. Piramidin yapımında, orada yaşayan yerlilerin iştahını kabartacak hiçbir de­ mir parçası kullanmamaya özen gösterilmişti. Mezarı bitirdikten sonra d'Urville adadan ay­ rılmak istedi; fakat mürettebat buradaki elveriş­ siz yaşam koşulları yüzünden ateşli bir hastalığa yakalanmıştı. D'Urville'in kendisi de çok hastay­ dı. Ancak 17 Martta adadan ayrılabilecek duruma geldi. Adada bunlar olurken Fransız Hükümeti, Du­ mont d'Urville'in Dillon'un çalışmalarından ha­ beri olmadığından kaygılanarak, Komutan Legoa­ rant de Tromelin komutasında Bayonnaise adlı bir 235

JULES VERNE

korveti adaya gönderdi. Gemi, Amerika'nın batı kıyısında bekliyordu. Astrolabe'dan birkaç ay son­ ra Vanikoro önünde demirleyen Bayonnaise, hiç­ bir yeni belgeye ulaşamadı. Burada gördüğü tek şey, yerlilerin La Perouse adına yapılan mezara saygı gösterdikleriydi. Kaptan Nemo'ya anlattıklarım genel hatlarıyla bunlardı. "O halde," dedi Kaptan, "kazadan kurtulanla­ rın Vanikoro Adası'nda inşa ettikleri üçüncü ge­ minin nerede battığı bilinmiyor?" "Evet, öyle. " Kaptan Nemo hiçbir şey söylemeden, onunla birlikte büyük salona gitmemi istediğini anlatan bir hareket yaptı. Nautilus birkaç metre derine daldı ve geminin kapakları açıldı. Kapaklar açılır açılmaz cama koştum. Mantar­ lar, sifonorlar, alkyonlar, cariophyllialarla kaplı mercanların oluşturduğu kalın tabakanın altında ve birbirinden güzel istrongilozların, plyphisi­ donların, popheridelerin, diacopelerin, askerba­ lıklarının arasında, ağların söküp çıkarmayı ba­ şaramadığı demir üzengiler, çapalar, toplar, gül­ leler, bir bocurgat takımı, bir pruva bodoslaması, yani batmış bir gemiden geriye kalan bir yığın şey gördüm. Bu kalıntıların üzerinde çiçekler filiz vermişti. İnsanı hüzünlendiren bu manzaraya dalmış­ ken Kaptan Nemo ciddi bir ses tonuyla şunları söyledi: "Komutan La Perouse, 7 Aralık 1 985 günü, Bo­ ussole ve Astrolabe adlı iki gemisiyle yola çıktı. İlk önce Botany Bay'de demir atıp Amis Adalarını 236

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ziyaret etti, Yeni Kaledonya'yı gezdi. Oradan ay­ rılıp Santa Kruz'a çevirdi rotasını. Bu sırada Ha­ p ai grup adalarından biri olan Namouka'ya uğra­ dı. Kaptanın gemileri, daha sonra Vanikoro'nun bilinmeyen resiflerine ulaştı. Önden giden Bo­ ussole, adanın güney kıyısında karaya oturdu. Astrolabe hemen onun imdadına koştu fakat o da battı. Boussole neredeyse resife çarptığı gibi parçalandı. Astrolabe 'a gelince, rüzgaraltı kısmı suya oturmuş şekilde, birkaç gün de olsa direndi. Yerliler, kazalarda mağdur olan mürettebatı ol­ dukça iyi karşıladılar. Kazadan kurtulan adam­ lar adaya yerleşti ve batan iki büyük geminin ka­ lıntılarıyla kendilerine küçük bir gemi yaptılar. İçlerinden birkaçı adada kalmak istedi. H asta ve bitap düşmüş diğerleriyse La Perouse'la birlikte yola koyuldular. Rotalarını Salomon Adalarına doğru çevirdiler. Ve bu adaların içinde en önem lisi olan adanın batı kıyısında, Deception ve Sa­ tisfaction burunları arasında tekmil tayfa yok olup gittiler! " "Siz tüm bunları nereden biliyorsunuz ? " "İşte bunlar bu son olayın meydana geldiği yerde bulduklarım! " Kaptan Nema bana teneke bir kutu gösterdi. Üzerinde Fransız silahlarına özgü bir damga vardı. Kaptan, tuzlu suyun aşındırmış olduğu kutuyu açtı. Kutunun içinde bir tomar s ararmış

kağıt vardı ama Üzerlerinde yazılanlar hala oku­ nabiliyordu. Bunlar, Donanma Bakanı'nın La Perouse'a ver­ diği talimatlardı. Bazılarının üzerinde bizzat XVI. Louis'nin düştüğü notlar vardı! 237

JULES VERNE

"Ah! Bir denizci için harika bir ölüm! " dedi Kaptan Nema. "Mercandan bir mezar ne kadar da huzurlu geliyor kulağa. Umarım böylesi bir ölüm ,, bize de nasip olur!

238

xx

v

TORRES BOGAZI

Aralığın 27'sini 28'ine bağlayan gece Nautilus , Vanikoro açıklarından büyük bir hızla uzaklaştı. Rotasını güneybatıya doğru çevirdi. La Perouse ada kümesini Papuasya'nın güneydoğu burnun­ dan ayıran yedi yüz elli fersahlık bir mesafeyi üç gün içinde aştı. 1 Ocak 1868 günü, Conseil erkenden yanıma, sahanlığa gelip şöyle dedi: "Beyefendi kendilerine iyi yıllar dileklerimi sunmama müsaade ederler mi?" "Sanki Paris'te, Jardin des Plantes'daki odam­ daymışım gibi. Teşekkür ederim Conseil, iyi dilek­ lerini kabul ediyorum. Ama sana bir soru sormak istiyorum; içinde bulunduğumuz bu durumda, 'iyi bir yıl'dan ne anlıyorsun? Bu yıl tutsaklıktan kurtulacak mıyız yoksa bu garip deniz yolculuğu­ muz böyle devam mı edecek, ne dersin?" "İnanın, beyefendiye nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum. Burada ilginç şeyler görüp öğren­ diğimiz ve neredeyse iki aydır sıkılmaya zaman

bulamadığımız kesin. En son karşılaştığımız hep en şaşırtıcı olan oluyor, yani her an biraz daha şaşırıyoruz ve böyle giderse, işin sonunun ne ola­ cağını kestiremiyorum. Fakat bir daha asla böyle bir fırsatı elde edemeyeceğimizi de biliyorum." 239

JULES VERNE

"Asla, Conseil." "Üstelik isminin Latince anlamı kişiliğine cuk diye oturmuş Bay Nemo'nun· varlığı yokluğun­ dan daha rahatsız edici değil." "Hakkın var, Conseil." "Beyefendiyi kırmak istemem ama ona ıyı bir yıl dilerken kastettiğim, bize her şeyi görme imkanı verecek bir yıl. . . " "Her şeyi görmek mi? Bu çok zaman alabilir. Ned Land ne düşünüyor bu konuda? " "Ned Land benim düşündüğümün tam tersini düşünüyor," diye karşılık verdi Conseil. "O, zihnen olumlu fakat midesi aç bir kişilik. Balıklan izlemek ve yemek ona yetmiyor. Şaraptan, ekmek ve etten mahrum kalmak biftek yemeye alışkın, hatta aşı­ nya kaçmamak kaydıyla brendi ve cin içmekten geri durmayan saygın bir Sakson'a göre değil! " "Kendi adıma şunu söyleyebilirim, Conseil; aklımı kurcalayan şey bu değil. Gemideki yemek düzenine uyum sağladım sayılır." "Benim için de öyle," dedi Conseil. "Bu yüzden Ned Land buradan kaçmayı ne kadar istiyorsa ben de burada kalmayı o kadar çok istiyorum. Do­ layısıyla yeni yıl benim için iyiyse onun için kötü; onun için iyiyse de benim için kötü olacak. Her iki durumda da mutlu olan biri olacak demektir. Sonuç olarak, beyefendiye onun hoşuna gidecek olan neyse, onu diliyorum." "Sağ ol, Conseil. Ancak yılbaşı hediyeleri ko­ nusunu şimdilik daha sonraya bırakıp, onun yeri­ ne el sıkışalım. Yapabilecek başka bir şeyim yok." *

Nemo: Latince hiç kimse anlamına gelir -çn. 240

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Conseil: "Beyefendi hiçbir zaman bu kadar cömert ol­ mamışlardı, " diye cevap verdi. El sıkıştıktan sonra bu cesur genç yanımdan aynldı. 2 Ocak günü, Japon sulanndan hareket etme­ mizden bu yana toplam on bir bin üç yüz kırk mil, yani beş bin iki yüz elli fersah yol almış­ tık. Nautilus 'un mahmuzunun önünde Mercan Denizi'nin Avusturalya'nın kuzeydoğu kıyıların­ daki tehlikeli bölgeleri uzanıyordu. Gemimiz, 10 Ocak 1770'te Cook'un gemilerinin batmaktan zor kurtulduğu, sığ ve tehlikeli sulardan yalnızca bir­ kaç mil ötede ilerliyordu. Cook'un bindiği gemi bir kayaya çarpmıştı; geminin çarpmasıyla yerin­ den kopan ve gemi gövdesindeki yarığa saplanan bir mercan parçası onu batmaktan kurtarmıştı. Fırtınalı suların büyük bir kuvvetle ve gök gü­ rültüsüne benzer sesler çıkararak dövdüğü, yüz altmış fersah uzunluğundaki bu resifi görmeyi çok arzu ediyordum. Fakat Nautilus eğik düzeneklerini açıp denizin derinliklerine daldığı için bu yüksek mercan duvarların tek bir parçasını bile göreme­ dim. Ağlara takılan çeşit çeşit balıklarla yetinmek zorundaydım. Balıklann arasında, tıpkı tonbalık­ ları gibi büyük uskumru türü olan, göğüs kısım­ ları mavi ve vücutlarında büyüdükçe kaybolan enine çizgiler bulunan akorkinoslan fark ettim.

Bu balıklar, sürüler halinde ilerleyerek gemiye eşlik ediyor ve muhteşem lezzetleriyle soframızı süslüyordu. Bu balıklarla birlikte yanın desimetre uzunluğunda, tatlan dülgerbalığına benzeyen çi­ puralardan, deniz altı kırlangıçları olarak bilinen, 241

JULES VERNE

karanlık gecelerde fosforlu renkleriyle sırasıyla bir havayı bir suyu aydınlatan pegasuslardan da çok sayıda yakaladık. Ağların arasında bulduğum yumuşakçalar ve bitkimsi hayvanlar arasında çe­ şitli alcyonaria türleri, denizkestaneleri, midyeler, mahmuzlar, kadranlar, şeytanminareleri ve hyla­ lellalar vardı. Bu bölgede hakim olan bitki örtüsü birbirinden güzel algler, laminaryalar ve gözenek­ lerinden sızan yapışkan sıvıya bulanmış macro­ sistislerden oluşuyordu. Bu yumuşakça türlerinin içinde harika bir de Nemastoma geliniaroide'e rast­ ladım. Gemideki müzede sergilenen doğal güzel­ likler arasında bundan bir tane vardı. Mercan Denizi'ni geçtikten iki gün sonra, yani 4 Ocakta, Papuasya kıyılarına ulaştık. Kaptan Nema asıl niyetinin Torres Boğazı'ndan geçe­ rek Hint Okyanusu'na gitmek olduğunu söyledi. Yalnızca bu kadarını biliyordum. Ned Land, bu güzergah kendisini Avrupa sularına yaklaştırdığı için mutluydu. Torres Boğazı, üzerindeki sarp kayalar kadar, kıyılarında yaşayan vahşiler yüzünden de tehli­ keli bir yer olarak nitelendirilir. Bu boğaz, Yeni Gine olarak da bilinen Papuasya Adası'yla Yeni Hollanda'yı birbirinden ayırır. Dört yüz fersah uzunluğunda, yüz otuz fersah enindeki Papuasya Adası'nın yüzölçümü kırk bin kara fersahıdır. Ada, 0° 19' ve 10° 2' güney enlem­ leri ile 128° 23' ve 146° 15' boylamları arasında yer alır. Öğle vakti, ikinci kaptan güneşin yüksekliğini hesaplarken, Arfalxs Dağlarının kademe kademe yükselen ve sivri doruklarla son bulan tepelerini fark ettim. 242

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

1511 yılında Portekizli Francisco Serrano'nun keşfettiği bu adayı daha sonra sırasıyla 1526'da Don Jose de Meneses, 1527'de Grijalva, 1528'de İs­ panyol general Alvar de Saavedra, 1545 'te Juigo Ortez, 1616'da Hollandalı Shouten, 1753'te Nico­ las Sruick, bunlardan başka Tasman, Dampier, Fumel, Carteret, Edwards, Bougainville , Cook, For­ rest, Mac Cluer, 1792'de d'Entrecasteaux, 1823'te Duperrey ve son olarak 1827' de Dumont d'Urville ziyaret etmiştir. M. de Rienzi, "Malezya'yı zenci­ lerin ocakları sarmış," der. Yolculuğumuzdaki te­ sadüflerin beni Andamenelerle karşı karşıya geti­ receğinden hiç şüphem yoktu. Nautilus, en gözü kara denizcilerin bile geçme­ ye zar zor cesaret ettiği, Louis Paz de Torres'in Malezya'nın güney denizlerinden dönerken geç­ tiği, 1840 yılında Dumont d'Urville'in karaya otu­ ran korvetlerini tekmil tayfa batma tehlikesiyle burun buruna bırakan, dünyanın en tehlikeli bo­ ğazının tam girişindeydi. Denizdeki tüm tehlike­ lere kafa tutan Nautilus da sonunda mercan resif­ leriyle tanışacaktı. Torres Boğazı'nın genişliği otuz kırk fersah ci­ varındadır fakat boğaz çok sayıda adacık, ada ve kayalarla kaplıdır. Bu durum gemilerin buradan geçmesini neredeyse imkansız hale getirir. Kap­ tan Nema boğazı sağ salim geçmek için gerekli tüm önlemleri aldıktan sonra gemi, düşük bir

hızla ve kıyıya yakın bir şekilde ilerlemeye başla­ dı. Geminin pervanesi tıpkı bir deniz memelisinin kuyruğu gibi ağır ağır dövüyordu suları. Bu durumu fırsat bilen ben ve arkadaşlarım, üzerinde kimsenin olmadığı sahanlıkta yerimizi 243

JULES VERNE

almıştık. Önümüzde dümenciye ayrılmış bölme uzanıyordu. Yanılıyor olabilirdim fakat dümenci kabinindeki Kaptan Nemo'ydu ve gemisini kendi yönetiyordu. Önümde hidrografya mühendisi Vincendon Dumolin ve asteğmen Coupvent-Desbois'nın çizip hazırladığı Torres Boğazı haritaları duru­ yordu. Bugün amiral olarak görev yapan Coup­ vent- Desbois, son araştırma yolculuğu sırasında Dumont d'Urville'in askeri ekibindeydi. Kaptan King'inkileri de hesaba katarsak tüm bu harita­ lar, bu dar boğazın karmaşıklığını gözler önüne seren en iyi haritalardı. Haritalan pürdikkat in­ celiyordum. Nautilus'u çevreleyen sular hiddetle çalkanıyor­ du. Güneydoğudan kuzeybatıya doğru iki buçuk mil hızla ilerleyen dalgalann akıntısı, orada bura­ da baş gösteren mercanlara çarpıp dağılıyordu. "İşte berbat bir deniz ! " dedi Ned Land. "Gerçekten çok fena," diye karşılık verdim. "aslında bu sular Nautilus gibi bir gemi için hiç uygun değil." Ned Land sözlerine: "Kahrolası Kaptan rotasını iyi ayarlamalı, yok­ s a şurada gördüğün mercan yığınlarına yalnızca sürtünüp geçse bile gemi bin parçaya ayrılır! " diye devam etti. Durum tehlikeliydi tehlikeli olmasına ama Nautiius bu sert kayaların arasından mucizevi bir şekilde kayıp gidiyordu. Astrolabe ve Zelee'nin izlediği, Dumont d'Urville'in başına dert açan ro­ tayı tam olarak takip etmiyordu. Daha kuzeyden gidip Murray Adası'nı geçtikten sonra, yeniden 244

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

güneybatıya, Cumberland Geçidi'ne doğru ilerle­ di. Geminin dosdoğru geçide gireceğini sandım; fakat tam o sırada kuzeybatıya doğru çıkarak pek bilinmeyen çok sayıda adacık ve ada kümelerinin arasından geçerek Tound Adası'na ve Mauvais Kanalı'na doğru yöneldi. Kendi kendime, işi çılgınlığa vardıracak kadar ihtiyatsız bir adam olan Kaptan Nemo'nun, gemi­ sini, üzerinde Dumont d 'Urville'in iki korvetinin de büyük bir tehlike atlattığı bu dar geçide sok­ mak isteyip istemediğini düşünüyordum. Derken gemi ikinci kez rotasını değiştirip dümdüz batıya çevirdi ve Gueboroar Adası'na yöneldi. Saat öğleden sonra üçü göst� riyordu. Dalgalar durulmuş, deniz neredeyse çarşaf gibiydi. Nauti­ Ius , adaya yaklaştı. Gueboroar Adası'nın panda­ nus sınırları hala gözümün önündedir. Adanın yaklaşık iki mil uzağındaydık. Tam o sırada, bir sarsıntı sonucu yere düştüm. Nautiius bir kör kayaya çarpmıştı. İskele yönüne doğru hafifçe yan yatarak durdu. Ayağa kalktığımda, s ahanlıkta Kaptan Nema ve ikinci kaptanı gördüm. Aralarında o anlaşıl­ maz dilde konuşup geminin durumunu değerlen­ diriyorlardı. Durum şuydu: İki mil uzakta, sancak tarafın­ da, kuzeyden batıya doğru dev bir kol gibi kıv­ rılan kıyısıyla Gueboroar Adası vardı. Güney ve

batı yönlerinde, gelgitin sona erip denizin durul­ masıyla açığa çıkan mercanların tepeleri görünü­ yordu. Kayaya çarptığımızda deniz yüksekti. Orta şiddette gelgitlerin olduğu bu denizde Nautiius'un yeniden yüzdürülmesini zorlaştıran bir durumdu 245

JULES VERNE

bu. Fakat gövdesi çok sağlam olduğundan gemi fazla hasar almamıştı. Batmıyor ya da dağılmı­ yorsa da sonsuza kadar bu kayalara saplanıp kal­ ma riski vardı. Bu da Kaptan Nemo'nun denizaltı gemisinin sonu demekti. Ben bunları düşünürken Kaptan, soğuk, sakin ve her z aman olduğu gibi kendinden emin bir ta­ vırla bana doğru yaklaştı. Yüzünde ne bir heye­ can ne de tedirginlik belirtisi vardı. "Kaza mı?" dedim.

246

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Hayır, önemsiz bir olay sadece," diye karşılık verdi. "Ama önemsemediğiniz bu olay, sizi yeniden kaçtığınız toprakların vatandaşı yapacak belki de! " Kaptan Nemo garip bir ifadeyle yüzüme bakıp söylediğime karşı çıkan bir hareket yaptı. Bu ha­ reketiyle açıkça, hiçbir şeyin onu bir daha karaya ayak basmaya zorlayamayacağını anlatıyordu. Sonra: "Üstelik, Bay Aronnax, Nautilus tehlikede de­ ğil. Sizi yeniden okyanusun güzelliklerinin arası­ na götürecek. Yolculuğumuz daha yeni başladı; yolculuğunuzda size refakat etme şerefinden bu kadar çabuk mahrum kalmak istemem," dedi. Bu cümlenin altında yatan ironiyi fazla kurca­ lamadan: "Ama Nautilus , tam da deniz yükseldiği anda karaya oturdu. Oysa Pasifik Okyanusu'ndaki gel­ gitler güçlü değildir. Eğer geminin yükünü hafif­ letemezseniz, ki bu neredeyse imkansız, onun nasıl yüzdürüleceğini anlamıyorum." "Pasifik'teki gelgitlerin güçlü olmadığı konu­ sunda haklısınız, Profesör," diye cevap verdi Kap­ tan Nemo. "Ancak Torres Boğazı'nın en yüksek ve en alçak sulan arasında toplam bir buçuk met­ relik bir seviye farkı var. Bugün 4 Ocak; beş gün içinde dolunay olacak. Keyfi her zaman yerinde olan bu uydu, su kütlelerini kaldırmaz ve bir tek ondan bekleyebileceğim bu yardımı benden esir­ gerse gerçekten çok şaşırırım. " Bu sözlerden sonra, önde Kaptan Nemo, arka­ sında ikinci kaptan gemiye indiler. Gemiye gelin­ ce, sanki mercan polipleri etrafını daha şimdiden 247

JULES VERNE

çimentoyla örmüş gibi hiç kımıldamadan, hare­ ketsiz duruyordu. Ned Land, Kaptan gittikten sonra yanıma gelip: "Harika değil mi! " dedi. "Tamam! Sakince ayın 9'unda meydana gele­ cek gelgiti bekleyeceğiz dostum, Ned. Öyle sanı­ yorum ki, ay bizi yeniden yüzdürme nezaketini gösterecektir. " "Bu kadar basit yani?" "Bu kadar basit." "Yani Kaptan açığa demir atıp, gemiyi zincir­ lerin üzerine yükleyip onu saplandığı bu yerden çekip çıkarmak için uğraşmayacak, öyle mi?" "Çünkü gelgit yeterli olacak! " diye cevap verdi Conseil. Kanadalı, Conseil'e bakıp omuz silkti. Ned Land gemici kimliğiyle konuşuyordu: "Beyefendi, " dedi, "size bu demir parçasının artık suyun ne üzerinde ne de altında yüzeceği­ ni söylüyorum, bana inanın. En iyisi onu kilo kilo satmak. Yani Kaptan Nemo'dan kurtulmanın vakti geldi. " "Dostum Ned," diye karşılık verdim. "Ben bu cesur gemiden sizin gibi ümidimi kesmiş değilim. Pasifık'in gelgitlerine bel bağlamakla hata edip etmediğimizi dört gün içinde öğreneceğiz. Üste­ lik, eğer İngiltere ya da Provence açıklarında ol­ saydık kaçma teklifiniz mantıklı olabilirdi; fakat Papuasya dolaylarında durum bambaşka. Oldu ya Nautilus buradan kurtulmayı başaramadı, işte o zaman kaçma fikrini düşünebiliriz." "En azından karaya gitmeyi deneyemez mi­ yiz? " diye yeniden söze girdi Ned Land. "İşte kar248

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

şımızda bir ada. Üzeri ağaçlarla kaplı. Eminim bu ağaçların altında pirzolalarının ve rozbiflerinin tadına seve seve bakmak isteyeceğim kara hay­ vanları vardır. " "Bu konuda Ned haklı," dedi Conseil, "ben de onun gibi düşünüyorum. Acaba beyefendi karaya çıkmak için dostu Kaptan Nemo'dan izin alamaz­ lar mı? Hem bu sayede yeryüzünün toprak kısım­ larında dolaşma alışkanlığımızı da kaybetmemiş oluruz belki?" "Bunu ona soranın ancak kabul etmeyecektir. " "Beyefendi bu riske girseler," dedi Conseil, "Kaptan'ın dostluğuna ne kadar güvenmemiz ge­ rektiğini de öğreniriz böylelikle." Bütün şaşkınlığıma rağmen Kaptan Nema buna izin verdi. Üstelik bunu tüm iyi niyeti ve nezaketiyle, benden gemiye geri dönme sözü bile istemeden yaptı. Ama Yeni-Gine topraklarında kaçmak oldukça tehlikeli olabilirdi; Ned Land'a bu işe kalkışmasını tavsiye etmezdim. Nautilus'ta tutsak olmak, Papuasya yerlilerinin eline düş­ mekten kat kat daha iyiydi. Ertesi sabah geminin filikası emrimize verildi. Kaptan Nemo'nun bize eşlik edip etmeyeceğini öğrenmeye kalkışmadım. Hatta mürettebattan kimsenin bizimle gelmeyeceğini ve filikayı tek başına Ned Land'ın idare edeceğini düşünüyor­ dum. Bu hafif filikayla büyük gemileri felakete sürükleyen resif hattında ilerlemek Ned Land için çocuk oyuncağıydı. Üstelik kara da en fazla iki mil uzağımızdaydı. Ertesi gün, yani 5 Ocak günü, filika yuvasın­ dan çıkarıldı ve sahanlıktan denize atıldı. Bu işi 249

JULES VERNE

gerçekleştirmek için iki kişi yeterli oldu. Kürekler filikanın içindeydi ve tek yapmamız gereken yer­ lerimize geçip oturmaktı. Saat sekizde, yanımızda baltalar ve silahlarla Nauti1us'tan aynldık. Deniz oldukça s akindi. Ka­ radan hafif bir meltem esiyordu. Conseil ve ben küreklerin başına geçmiş, var gücümüzle çekiyor­ duk. Ned dümendeydi. Kayaların arasında kalan dar geçitlerden geçebilmesi için filikayı yönlendi­ riyordu. Filika dengedeydi ve hızla ilerliyordu. Ned Land sevincine engel olamıyordu. Hapis­ haneden kaçmış ve oraya geri dönmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen bir mahkum gibiydi. "Et yiyeceğiz et; hem de ne et! " diye tekrarlı­ yordu sürekli. "Gerçek av eti! Ekmeksiz mesela! Balık iyi bir şey değil demek istemiyorum ama yemeyi abartmamak gerek. Kor kömürde pişmiş taze bir parça geyik eti, her gün yediklerimiz ara­ sında ne güzel bir çeşit olacak!" "Obur ! " diye bağırdı Conseil. "Ağzımı sulan­ dırdı. " "Geriye bir tek bu ada ormanlarının av hay­ vanları bakımından zengin olup olmadığını öğ­ renmek kaldı, tabii bir de avın avcıyı yakalayacak boyutta olup olmadığını. " "İyi ya! " dedi Kanadalı, dişleri bir baltanın kes­ kin tarafı gibi bilenmiş gibiydi. "Eğer adada başka dört ayaklı hayvan yoksa ben kaplan yerim, kap­ lan filetosu." "Ned'in durumu hiç iyi değil," diye karşılık verdi Conseil. "İster dört ayaklı tüysüz bir hayvan olsun, is­ ter iki ayaklı ve tüylü bir hayvan olsun, hepsini 250

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

silahımdan çıkacak tek bir mermiyle selamlaya­ cağım! " "Harika! İste Ned Land'ın umursamazlıklan yeniden başlıyor! " diye cevap verdim. "Korkmayın Bay Aronnax," dedi Kanadalı. "Daha güçlü asılın küreklere! Size kendi zevkime göre bir ziyafet sunmak için yirmi dakika yeter! " Nautilus'un filikası, Gueboroar Adası'nın et­ rafını bir set gibi çevreleyen mercanları kazasız belasız aştıktan sonra saat sekiz buçukta yavaşça kumsala yanaştı.

251

XXI KARADA GEÇEN Bİ RKAÇ GÜN

Karaya ayak bastığım an çok heyecanlanmış­ tım. Ned Land sanki sahiplenecek gibi toprağı ayağıyla yokluyordu. Kaptan Nemo'nun deyişiy­ le "Nauti1us'un yolcuları", gerçekte ise kendisinin tutsakları olalı henüz iki ay geçmişti. Birkaç dakika içinde sahilden bir tüfek atışı kadar uzaklaşmıştık. Zemin tamamen taşmer­ canlardan oluşuyordu ama üzerinde granit ka­ lıntıların bulunduğu kurumuş sel yataklarına bakılırsa, bu adanın oluşumunda çok daha ilkel bir yapının etkili olduğu belliydi. Gökyüzü, hari­ ka ormanların arkasında kalmıştı. Boyları yer yer iki yüz ayağı bulan kocaman ağaçlar, sarmaşık­ larla birbirine bağlanıyor ve hafif bir meltemde sallanan doğal hamaklar meydana getiriyordu. Ormanda iç içe geçmiş mimozalar, ficuslar, ca­ suarinalar, tekler, hibiscuslar, pandanuslar, pal­ miyeler vardı. Bu ağaların oluşturduğu yeşil kub­ benin altında, dev stipulların dibinde orkideler, baklagiller ve eğreltiotları bitmişti. Ama Papuasya bitki örtüsünün bu nadide ör­ nekleriyle hiç ilgilenmeyen Kanadalı, hoş olanı faydalı olana tercih ediyordu. Bir hindistancevizi 252

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ağacı fark etti; meyvelerinden birkaçını düşürüp kırdı. Nautilus'taki yemek düzenimize isyan eden bir iştahla hindistancevizlerinin sütünü içtik, çe­ kirdeklerini yedik.

"Mükemmel! " dedi Ned Land. "Enfes ! " diye ekledi Conseil. " Sizin Nemo'nun gemiye biraz hindistancevi­ zi götürmemize karşı çıkacağını sanmıyorum; ne dersiniz, götürelim mi? " dedi Kanadalı. 253

JULES VERNE

"Ben de karşı çıkacağını sanmıyorum ama ta­ dına bakmak istemeyecektir! " dedim. "Kendi bilir! " dedi Conseil. "Bize göre hava hoş ! " diye atıldı Ned Land. "Hem böylece bize daha fazla hindistancevizi kalır." "Tek bir şey söyleyeceğim size Ned," dedim baş­ ka bir hindistancevizi ağacını sarsmaya giden zıp­ kıncıya, "hindistancevizi kuşkusuz iyi bir şey ama filikayı bunlarla doldurmadan önce adada işimize yarayacak başka şeyler var mı, bunu öğrenmek daha mantıklı geliyor bana. Mesela taze sebzeler Nautilus'un mutfağında ne de güzel karşılanır." "Beyefendi haklılar," diye cevap verdi Conseil, "kayığın bir kısmını meyvelere, bir kısmını sebze­ lere ve bir kısmını da daha en ufak bir örneğine bile rastlamadığımız av etlerine ayıralım diyorum." "Hiçbir şeyden ümidini kesme Conseil, " diye karşılık verdi Kanadalı. "O halde, gezintimize devam edelim," dedim, "ama gözümüzü dört açmamız gerek. Ada ıssız gibi görünebilir ancak belki de, buralarda bir yer­ lerde avını bizim kadar zor beğenmeyen birileri vardır! " "Ha! Ha! " dedi Ned Land çenesini garip bir şe­ kilde oynatarak. "Tamam Ned ! " diye bağırdı Conseil. "İnanın bana," dedi Kanadalı, "yavaş yavaş yamyamlığın çekiciliğini anlamaya başladım! " "Ned! Ned! Ne diyorsunuz siz? Yamyamlığa özeniyorsunuz, öyle mi? Demek sizinle aynı ka­ marayı paylaşan ben, artık yanınızda güvende olamayacağım! Günün birinde yan yenmiş bir halde mi uyacağım yani?" 254

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Dostum Conseil, sizi çok seviyorum ama zo­ runda kalmadıkça sizi yemem. " "Nedense buna inanamıyorum," diye cevap ver­ di Conseil. "Haydi avlanalım! Bu yamyamın iştahı­ nı kesecek birkaç tane hayvan yakalayalım. Yok­ sa bir sabah beyefendi kendilerine hizmet edecek uşak parçalarından başka bir şey bulamayacak." Bir yandan bunları konuşuyor, bir yandan da ormanın içlerine doğru ilerliyorduk. İki s aat için­ de ormanın her tarafını didik didik ettik. Yemek için sebze arama işinde şansımız ya­ ver gitti. Burada tropikal bölgelere özgü , çok fay­ dalı olan ve Nautiius 'ta da bulunmayan bir sebze bulduk. Gueboroar Adası'nda bol bulunan ekmeka­ ğacından söz ediyorum. Burada bu ağacın çekir­ deksiz meyveler veren özel bir türüne rastladım. Malezyalılar buna "rima" derler. Bu ağacı diğerlerinden ayıran, dimdik uzanan ve kırk ayak boyundaki gövdesidir. Ağacın, tepeye çıkıldıkça narin bir biçimde yuvarlaklaşan ve lifli, büyük yapraklardan oluşan tepesi, bir doğabilim­ cinin gözüyle bakınca, Maskarene Adalarındaki iklime mükemmel uyum sağlamış "artocarpus"u andırıyordu. Yeşil dallarının arasında, eni bir de­ simetreyi bulan, dış kabuğu düzgün bir altıgen biçiminde olan büyük meyveler göze çarpıyordu. Bu bitki, buğdayın yetişmediği bu bölgelere doğa­ nın bir armağanıydı adeta. Üstelik bu ağaç, hiçbir işlem gerektirmeden yılda sekiz ay boyunca mey­ ve veriyordu. Ned Land bu ağacın meyvelerini çok iyi tanı­ yordu. Çıktığı sayısız yolculuk sırasında bu mey255

JULES VERNE

velerden yemıştı. Onların yenilebilir yerlerini ayırmayı biliyordu. Bu yüzden görür görmez işta­ hı kabardı ve uzun süre dayanamadı. ,, "Beyefendi, dedi. "Eğer bu ağacın meyvesin­ den tatmazsam ölürüm. " "Tadın o halde, Ned. İstediğiniz kadar yiyin. Madem buraya bir şeyleri keşfetmeye geldik, bu­ nun hakkını verelim." "İşim uzun sürmez," diye karşılık verdi Ka­ nadalı. Sonra elindeki bir cam p arçasıyla kuru odun­ ları tutuşturdu. Ateş keyifle coştu. O sırada Con­ seil ve bense ekmekağacının en güzel meyvele­ rini seçmekle meşguldük. Bu meyvelerin bazıları henüz yeterince olgunlaşmamıştı; dışındaki sert kabukların içindeki meyve özleri henüz beyazdı ve az lifliydi. Sarımsı ve j elatinimsi olan olgun meyveler çoğunluktaydı ve toplanılmayı bekli­ yordu. Bu meyvelerin çekirdeği yoktu. Conseil bun­ lardan bir düzine kadarını Ned'e getirdi. Ned, bunları kalın dilimler h alinde doğrayıp ateşin üzerine koydu. Bunu yaparken bir yandan da sürekli: "Göreceksiniz beyefendi, bu ekmek nasıl güzel oluyor." "Özellikle de uzun süredir bundan mahrumsa­ nız," dedi Conseil. "Aslında bu bir ekmek değil, çok lezzetli bir pasta," diye ekledi Kanadalı. Sonra bana dönüp: "Daha önce bunlardan hiç yemediniz mi Bay Aronnax? " diye sordu. "Hayır, Ned." 256

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Güzel! O zaman kendinizi enfes bir şey yeme­ ğe hazırlayın! Eğer daha fazla yemek istemezse­ niz, bana da zıpkıncıların kralı demesinler! " Birkaç dakika içinde ateşteki meyveler közlen­ di. İçlerinden enginara benzer bir tadı olan, ek­ mek içi gibi beyazımsı bir hamur çıktı. İtiraf etmek gerekirse, bu ekmek gerçekten muhteşemdi. Büyük bir zevkle yedim. "Ama maalesef bu hamur tazeliğini uzun süre koruyamaz. Dolayısıyla bunları gemide depola­ mak bana manasız geliyor. " "Sözgelimi beyefendi , siz bir doğabilimci ola­ rak konuşuyorsunuz, bense bir fınncı gibi davra­ nacağım. Conseil, siz bu meyvelerden toplayın. Dönüşte onları gemiye götüreceğiz! " diye bağırdı Ned Land. Kanadalıya: "Onlan nasıl hazırlayacaksınız ?" diye sordum. "Meyve özlerinden uzun süre bozulmadan saklanabilecek hamur mayalayacağım. Bu ha­ muru kullanmak istediğim zaman, gemideki mutfakta pişireceğim. Tadı biraz ekşimsi olsa da buna bayılacaksınız." "O halde bu ekmeğin hiçbir eksiği yok ... " "Var elbette, Profesör," diye cevap verdi Kana­ dalı. "Ekmeğin yanına biraz meyve ya da en azın­ dan birkaç sebze lazım." "Meyve ve sebze arıyoruz o zaman."

Meyve toplama işi bitince, "karasal" yiyecek­ lerle donatacağımız akşam yemeğimizin eksikle­ rini tamamlamak için yollara düştük. Arayışımız boşa gitmedi. Ö ğleye doğru top ­ ladığımız muzlar da gemiye götürülecek er257

JULES VERNE

z aklar içinde yerini almıştı. M alezyalıların "pisang" adını verdiği ve pişirmeden yediği bu lezzetli meyve, yani muz , buradaki gibi kavuru­ cu sıcakların hakim olduğu b ölgelerde yılın her mevsimi yetişir. Muzlardan başka, keskin bir tadı olan kocaman j aklar, tatlı hintkirazları ve devasa büyüklükte ananaslar da topladık. Mey­ ve toplama işi çok zamanımızı aldı ama olsun; buna değerdi. Conseil sürekli Ned'i inceliyordu. Zıpkıncı önden gidiyor, ormanda gezinirken bir yandan da erz akı tamamlamak üzere meyveler toplu­ yordu. "Artık toplayacak bir şey kalmadı herhalde Ned, öyle değil mi? " diye sordu Conseil. "Hım ! " dedi Kanadalı. "Neden şikayetçisiniz ?" "Tüm bunları toplasanız bir akşam yemeği et­ mez," diye cevap verdi Ned. "Bunlar yense yense yemeğin üstüne, tatlı niyetine yenir. Hani çorba? Hani rosto ? " "Hani Ned bize pirzola sözü vermişti, pek sö­ zünü tutmuş gibi değil," dedim. "Beyefendi," dedi Kanadalı. "Av henüz bitme­ di, hatta daha başlamadı bile. Biraz sabırlı olun lütfen! Burada değilse de başka bir yerde, eninde sonunda, tüylü ya da kıllı bir hayvan bulacağız . . . " "Bugün değilse yann, " diye ekledi Conseil. Fa­ kat çok fazla uzaklaşmayalım. Hatta bence filika­ ya dönelim. " "Ne! Hemen mi! " diye bağırdı Ned. "Gece bastırmadan önce dönmemiz gerek," dedim. 258

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Saat kaç peki?" diye sordu Kanadalı. "En az iki," dedi Conseil. Ned Land: "Bu toprak zeminde zaman nasıl da hızlı geçi­ yor!" dedi hoşnutsuzluk belirten bir sesle. "Yola koyulma vakti," dedi Conseil. Ormanın içinden geçerek geri döndük. Ağaç­ ların tepesine çıkıp topladığımız hurmalarla, Ma­ lezyalıların "abrou" dedikleri bezelyeler, üstün kalitede tatlı patateslerle birlikte gemiye götürü­ lecek erzakı tamamladık. Filikaya elimiz kolumuz dolu bir halde dön­ dük. Ama Ned Land hala bu erzakı yeterli bulmu­ yordu. Sonunda aradığı fırsat ayağına gelmişti. Tam kayığa binmek üzereyken, yirmi beş-otuz ayak uzunluğundaki palmiyeleri fark etti. Arto­ carpus kadar değerli olan bu ağaçlar, Malezya'nın en faydalı bitkileri arasında sayılıyordu. Bu ağaçlar, kendi kendilerine büyüyen ve tıpkı dut ağaçları gibi sürgün veya tohum yoluyla ço­ ğalan ağaçlardı. Ned Land, bu ağaçlar karşısında nasıl davrana­ cağını biliyordu. Baltayı aldı, büyük bir kuvvetle savurdu. Çok geçmeden iki-üç tane palmiyeyi yere devirdi. Ağaçların olgunlaşıp olgunlaşmadığı yap­ raklanndan dökülen beyaz tozdan anlaşılıyordu. O sırada zıpkıncıyı aç bir adam gibi değil, bir doğabilimci gözüyle izliyordum. İlk önce her bir

ağacın gövdesinin kabuğunu bir parmak kadar soydu. Kabuğun altında bir tür yapışkan unun karmakarışık hale getirip düğümlediği, uzun lif ağlar vardı. Bu un, saguydu. Sagu, Malezya' daki halkın temel besin maddelerinden biriydi. 259

JULES VERNE

Ned Land, ağaç gövdelerini yakacak odun hazırlıyormuş gibi parça parça kesti. Gövdenin içindeki unu çıkarmayı, çıkardığı unu bir bez yar­ dımıyla süzüp içerdiği liflerden ayırmayı, daha sonra nemi buharlaşsın diye güneşte bırakma­ yı ve son olarak da kalıplarda dondurmayı daha sonraya erteledi. 260

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Akşam saat beşte, topladığımız ganimetleri filikaya yükleyip sonunda adanın kıyısından ay­ rıldık. Ve yarım s aat s onra Nautilus ' a yanaştık. Geldiğimizde gemide kimseyi göremedik. Çelik­ ten yapılmış bu dev silindir ıssızdı. Getirdikle­ rimizi gemiye yükledikten sonra odama indim. Akşam yemeğim hazırdı. Yiyip hemen uykuya daldım. Ertesi sabah, 6 Ocakta, gemide yeni hiçbir şey olmadı. Etrafta ne bir ses ne de bir yaşam belir­ tisi vardı. Filika, bizim dün bıraktığımız yerde, geminin yanında duruyordu. Çareyi Gueboroar Adası'na dönmekte bulduk. Ned Land olaya bir avcı gözüyle bakıyor ve bugün dünden daha ba­ şarılı olmayı umuyordu. Bu yüzden de ormanın başka bir yerine gitme taraftarıydı. Güneşin doğuşuyla yola çıktık. Karaya doğ­ ru giden akıntıyla sürüklenen filika kısa bir süre içinde adaya vardı. Karaya çıktık ve Kanadalının içgüdülerine gü­ venmenin daha iyi olacağını düşünerek, uzun ba­ caklarıyla aramızdaki mesafeyi gitgide açan Ned Land'ın peşinden gittik. Ned Land, ilk önce batı kıyılanndan yukan doğru çıktı. Sonra sel ya taklannın sığ yerlerinden geçerek muhteşem ormanlarla çevrelenmiş yük­ sek bir ovaya vardı. Su kenarlannda birkaç yalı­ çapkını dolaşıyordu. Fakat kuşlar bizi yanlarına

yaklaştırmıyordu. Bu durum bana, bu kuşların bizim gibi iki ayaklılara güvenmemek gerektiğini bildiklerini gösterdi. Buradan şu sonuca vardım: Bu adada yaşayan kimse yoksa bile, en azından ara sıra buraya gelip giden birileri vardı. 261

JULES VERNE

Oldukça verimli bir düzlükten geçtikten sonra küçük bir ormanın sınınna geldik. Etraf kuş cıvıl­ tıları ve kanat sesleriyle canlanmıştı. "Yine sadece kuşlar, " dedi Conseil. "Belki içlerinde yenilebilir olanlar vardır! " diye karşılık verdi zıpkıncı. "Hiç sanmıyorum, Ned," dedi Conseil. "Burada papağandan başka bir şey görmüyorum. " "Yiyecek başka bir şeyi olmayana papağan sü­ lün gibi gelir, Conseil," diye cevap verdi Ned Land ciddi bir ses tonuyla. "Eğer uygun bir şekilde pişirilirse bir çatal al­ maya değer," dedim. Gerçekten de ormanı saran kalın yaprak ör­ tüsünün altında, insan dilini konuşabilmek için tek gereksinimleri özenli bir eğitim olan bir dün­ ya papağan daldan dala uçuyordu. Fakat şimdi­ lik, renk renk muhabbetkuşları ve sanki felsefi birtakım meseleler üzerine düşünüyormuş gibi görünen kakadularla birlikte ötüp duruyorlar­ dı. Parlak kırmızı tüylü loriler, kalaoların, tüyleri mavinin en güzel tonlarıyla boyalı papuaların ve bunlar gibi daha birçok güzel ama eti yenmeyen kuşun arasından, rüzgarda sürüklenen bir parça kumaş gibi süzülüyordu. Ama bu kuş cennetinde, bu topraklara özgü , Arrau ve Papua Adalarının ötesine hiç geçmemiş bir kuş eksikti. Kader çok geçmeden bana bu hay­ vanı görme zevkini yaşatacaktı. Orta sıklıkta bir ağaçlığı geçtikten sonra, üstü çalılarla örtülü bir düzlüğe ulaştık. Burada, uzun tüylerinin yapısı yüzünden uçmak için rüzgarın etkisine ihtiyaçları olan harika kuşlar gördüm. 262

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Kıvrımlı uçuşları, havada çizdikleri zarif eğriler, ışıltılı renkleri göz alıcı ve büyüleyiciydi. Bu kuş­ ları tanımakta hiç zorluk çekmedim. "Cennetkuşları! " diye bağırdım. "Ötücü kuşlar sınıfı, clystomorlar alt türü," diye karşılık verdi Conseil. "Keklik familyası?" diye sordu Ned Land. "Sanmam, Ned," dedim. "Ama sizin, tropikal iklimin bu güzel kuşlarından birini isabetli bir atışla yakalayacağınıza eminim! " "Zıpkına olduğu gibi tüfeğe alışık olmasam da deneyeceğim, Profesör. " Çinlilerle birlikte bu işin ticaretini yürüten Ma­ lezyalıların bu kuşları yakalamak için bizim bugün deneyemeyeceğimiz çok çeşitli yöntemleri var. Ba­ zen kuşların tercih ettiği yüksek ağaçların tepele­ rine tuzaklar kurarak, bazen de hareket etmelerini imkansız kılan yapışkan ökseler yardımıyla yaka­ larlar onları. Hatta kimi zaman kuşların su içmeye alışık oldukları yerleri zehirlemeye kadar götürür­ ler işi. Bize gelince, yapabileceklerimiz havadaki kuşlara ateş etmekle sınırlıydı. Bu da bize onları yakalama konusunda fazla şans bırakmıyordu. Yani cephanemizin bir kısmını boşa tüketiyorduk. Sabahın on birine doğru adanın merkezindeki dağların ön cephesini aşmış fakat henüz hiçbir şey avlayamamıştık. Açlık bizi kışkırtıyordu. Av­ cılar yemek için avlarına güvenip hata yapmıştı.

Neyse ki Conseil çifte atış yapıp öğle yemeğimizi garantiledi. Buna kendi de şaşırmıştı. Bir beyaz güvercinle bir üveyik avlamıştı. Kuşlar yolunup şişe geçirildikten sonra kuru odun ateşinde kızar­ tıldı. Bu ilginç hayvanlar pişerken Ned de ekme263

JULES VERNE

kağacı meyvelerini hazırladı. Sonra güvercin ve üveyik, kemiklerine kadar mideye indirildi. Tatla­ rı enfesti. Yemeye alışık oldukları hindistanceviz­ leri etlerine hoş bir koku ve enfes bir tat katmıştı. "Tatlan yermantarlarıyla beslenen tavukların­ ki gibi." "Peki şimdi ne eksiğiniz kaldı, Ned? " diye sor­ dum Kanadalıya. "Dört ayaklı bir av, Bay Aronnax," diye cevap verdi. "Güvercinler çerezden, atıştırmalıktan baş­ ka bir şey değil! Bu yüzden pirzolası olan bir hay­ van öldürmedikçe hoşnut olmayacağım! " "Ben de bir cennetkuşu yakalamadıkça, Ned." "O halde ava devam edelim," diye araya girdi Conseil. "Ama denize doğru ilerleyelim. Dağların ilk yamaçlarına kadar geldik; artık ormanlık ala­ na geri dönsek daha iyi olur, diye düşünüyorum." Bu yerinde bir düşünceydi; biz de ona uyduk. Bir saat yürüdükten sonra gerçek bir palmiye or­ manına ulaştık. Birkaç savunmasız yılan ayakla­ rımızın altında kaçıştı. Biz yaklaştıkça cennetkuş­ ları kaçıyordu. Onları yakalamaktan gerçekten ümidimi kestiğim sırada önümüzden yürüyen Conseil birden yere eğildi, bir zafer narası atarak elinde harika bir cennetkuşuyla yanıma geldi. "Bravo Conseil!" diye bağırdım. "Bu sizin başarınız," diye cevap verdi Conseil. "Hayır, Conseil. Tam da ustalara yakışır bir hareket yaptın. Canlı bir kuş yakalamak ne demek, hem de elle !" "Beyefendi kuşu daha yakından incelerlerse , yaptığımın büyütülecek bir şey olamadığını anla­ yacaklar. " 264

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Peki ama neden Conseil? " "Çünkü bu kuş sarhoş." "Sarhoş mu?" "Evet, öyle. Onu altında yakaladığım hindis­ tancevizi ağaçlarının meyvelerinden çok fazla yediği için sarhoş olmuş. Gördünüz mü Ned, öl­ çüsüzlüğün sonu bu işte! " "Tanrı aşkına! " diye bağırdı Kanadalı. "İki ay­ dır cin içmiyorum ben. Dolayısıyla beni sarhoş1 ukla suçlayamazsınız ! " B u sırada b u garip kuşu iyice inceledim. Con­ seil yanılmıyordu . Meyvenin içerdiği güçlü sıvı onu öyle sersemletmişti ki, cennetkuşunun ye­ rinden kıpırdayacak hali kalmamıştı. Uçamıyor, güçbela yürüyordu. Bu durum beni çok endişe­ lendirmedi ve onu yediklerini sindirmesi için bıraktım. Bu kuş , Papuasya ve komşu adalarda yaşayan sekiz cennetkuşu türünün en güzeliydi. Eşine az rastlanan türden "büyük-zümrüt" cennetkuşuy­ du. Boyu on desimetreydi. Boyuna oranla ufak bir kafası vardı. Gaga açıklığının hemen üze­ rinde yer alan gözleri de oldukça küçüktü. Sarı gagası, kahverengi ayakları ve tırnakları, uçlara doğru kızıllaşan fındık rengi kanatları, s arımsı başı, zümrüt yeşili boynu, kestane rengi göğsü ve karnıyla görenlere müthiş bir renk ziyafeti sunuyordu. Kuyruğundaki tüyler olabildiğine

hafif ve inceydi. Kuyruğunun üzerindeyse yu­ karı doğru dikilmiş iki boynuzumsu süs vardı; bunlar yerlilerin şairane bir dille " güneşin kuşu" diye çağırdıkları bu kuşun güzelliğine güzellik katıyordu. 265

JULES VERNE

Cennetkuşlarının en güzel örneklerinden biri olan bu kuşu Paris'e götürüp onu Jardin des Plantes'a bağışlamayı çok isterdim. Çünkü orada bu kuşun tek bir canlı örneği bile yoktu. "Demek ender rastlanan bir kuş türü bu? " diye sordu Kanadalı avına estetik kaygılarla bakma­ yan bir avcının ses tonuyla. 266

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Çok ender, dostum. üstüne üstlük bu kuşu canlı yakalamak çok zordur. Ama ölü bile olsa bu hayvanlar önemli bir ticaret malıdır. Bu sebeple buradaki yerliler, inci ve elmas gibi, cennetkuşla­ ,, rını da kendileri üretmeyi akıl etmişler. "Nasıl!" diye bağırdı Conseil. "Sahte cennetkuşları mı üretiyorlar?" ,, "Evet, Conseil. "Beyefendi bu işin yöntemini biliyorlar mı?" "Harfi harfine biliyorum. Doğudan esen muson rüzgarlarıyla beraber, cennetkuşlarının kuy­ ruklarında yer alan, doğabilimcilerin kuyrukaltı tüyler diye andıkları tüyler dökülür. Sahte kuş ticareti yapanlar bu tüyleri toplar ve önceden yaralanmış zavallı muhabbetkuşlarının üzeri­ ne ustaca takarlar. Daha sonra tüylerin gövde­ ye bitiştirilme çizgilerini boyar, kuşu parlatırlar. Son olarak da yaptıkları bu garip işin ürünü olan kuşları müzelere ve Avrupa'daki meraklılarına ,, gönderirler. "Güzel! " dedi Ned Land. "Kuşların kendisini değil de tüylerini gönderiyorlar demek. Ama yine de onları yemek için göndermediklerine göre, bunda büyük bir kötülük göremiyorum ben ! " Kuşu ele geçirince benim istediğim olmuş­ tu fakat Kanadalının av hayalleri henüz gerçek­ leşmemişti. Neyse ki saat ikiye doğru, yerlilerin "bari-ou tang" dedikleri harika bir yaban dom uzu vurdu. Hayvan, bize dört ayaklı bir hayvana ait gerçek bir et sağlamaya tam zamanında gelmiş­ ti, hoş gelmişti. Ned Land yaptığı atıştan dolayı gururluydu. Domuz, elektrikli mermi vücuduna değer değmez hemen yere yığılıp öldü. 267

JULES VERNE

Kanadalı, hayvanın derisini bir güzel yüzdü. İçini temizledi. Sonra domuzdan, akşam yeme­ ği için yarım düzine kadar pirzola çıkardı. Daha sonra Ned ve Conseil'in başarılarının damga vu­ racağı av yeniden başladı. Bu ikisi çalılıklara vurarak bir kanguru sü­ rüsünü ürküttü. Hayvanlar esnek bacaklarıyla zıplayarak kaçtı. Fakat ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, elektrikli kapsüllerin hedefi olmaktan kurtulamıyorlardı. Gözünü av hırsı bürümüş Ned: "Ah! Profesör! " diye bağırdı. "Bu ne muhteşem bir av eti, hele tavada pişirilirse! Nautilus için ne erzak ama! İki! Üç ! Beş tanesi yerde! Düşünsene tüm bu eti biz yiyeceğiz, gemideki aptallar bun­ dan bir lokma bile tatmayacak! " Kanadalı aşırı sevinçten arada bizimle konuş­ masa, korkarım tüm bir sürüyü öldürecekti! Ama Conseil'in dediğine göre, plasentasız memelilerin ilk sırasını oluşturan bu keseli hayvanlardan yal­ nızca bir düzine avlamakla yetindi. Kanguruların boylan küçüktü. Bunlar ağaç ko­ vuklarında yaşayan ve çok hızlı koşan "tavşan­ kanguru" diye bilinen bir türe aitti. Orta büyük­ lükte olsalar da etleri en çok arzulanan türdendi. Avın s onucundan çok memnunduk. Oldukça neşeli olan N ed, bu bereketli adaya ertesi gün de gelmeyi önerdi. Bu adadaki tüm dört ayaklı ve yenilebilir hayvanları silip süpürmek istiyor gibiydi. Fakat bizi bekleyen olayları hesaba kat­ mamıştı. Akşam saat altıya doğru kumsala dönmüştük. Filika her zamanki yerinde duruyordu. Uzun bir 268

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

kayayı andıran Nautilus, kıyıdan iki mil ötede dal­ gaların üzerinde duruyordu. Ned Land hiç vakit kaybetmeden akşam ye­ meğini hazırlamaya koyuldu. Doğrusunu söyle­ mek gerekirse, mutfak konusunda hayranlık uyandıran bir yeteneği vardı. Çok geçmeden, ha­ vaya kömür ateşinde pişen "bari-outang" pirzola­ larının nefis kokusu yayıldı!

269

JULES VERNE

O sırada Kanadalının izinden gittiğimi fark et­ tim. Taze dom uz eti karşısında adeta kendimden geçmiştim! Ben nasıl üstat Land'ı mazur görü­ yorsam, siz de aynı nedenlerle beni mazur görün lütfen! Sonuç olarak yemek harikaydı. Bu akşamki menümüzü iki güvercin tamamladı. Sagu hamu­ ru, artocarpus ekmeği, hintkirazlan, yarım dü­ zine ananas, mayalanmış hindistancevizi sütü, tüm bunlar neşemizi yerine getirmişti. Öyle ki çok değerli dostlarım artık sağlıklı düşünemiyor­ lardı. "Bu akşam Nautilus'a dönmesek mi?" dedi Conseil. "Ya hiç dönmesek? " diye ekledi Ned Land. Tam o sırada ayaklarımızın önüne bir taş düş­ tü ve zıpkıncının teklifini yanda kesti.

270

XXII KAPTAN NEMO'NUN YILDIRIMI

Yemeği ağzıma götürürken elim havada kaldı ama Ned Land'ın eli hedefini bulmuştu. Yerimiz­ den kalkmadan orman tarafına doğru baktık. "Gökten taş düşmez," dedi Conseil. "Düşerse de bu bir göktaşıdır. " Özenle kavislendirilerek atılmış ikinci bir taş Conseil'in elinden güvercin parçasını düşürdü. Bunun üzerine Conseil, taşın geldiği yöne doğru daha dikkatle bakmaya başladı. Üçümüz de ayağa kalkmıştık. Omzumuzda tüfeklerle, her türlü saldırıya karşılık vermeye hazırdık. "Maymunlar mı acaba?" diye bağırdı Ned Land. "Maymun da denebilir, evet. Bunlar vahşiler," diye karşılık verdi Conseil. Denize doğru yönelerek: "Hemen filikaya! " dedim. Gerçekten de geri çekilerek savaşmamız gere­ kiyordu. Çünkü yay ve sapanlarıyla yirmi kadar yerli, gökyüzünün s ağ tarafını örten, yüz adım ötemizdeki ağaçlığın önünde belirmişti. Filika on tuvaz ötemizde karaya çekilmişti. Vahşiler, koşamadan fakat ürkütücü birtakım hareketler yaparak bize doğru yaklaşıyorlardı. Üzerimize taş ve ok yağıyordu. 271

JULES VERNE

Ned Land, yaklaşan tehlikeye rağmen erzakı­ nı bırakmak istememişti. Bir elinde domuz, diğer elinde kangurularla hızla kaçıyordu. İki dakika içinde kumsaldaydık. Erzakı ve si­ lahları filikaya yüklemek, sonra onu denize in­ dirmek, kürekleri yerine yerleştirmek, tüm bun­ ları çok kısa bir sürede yapmıştık. Daha dört yüz metre gitmemiştik ki, yüze yakın vahşi bağıra çağıra ve birtakım hareketler yaparak, bellerine kadar suya girdi. Bu adamların. çıkardığı sesi işi­ tip Nautilus 'un sahanlığına çıkan biri var mı diye baktım ama ortalarda hiç kimse yoktu. Açıkta ya tan bu dev makine tamamen ıssızdı. Yirmi dakika sonra gemiye çıktık. Kapaklar açıktı. Filikayı bağlayıp Nautilus'un içine girdik­ Müzik sesi gelen salona indim. Kaptan Nema sa­ londaydı. Piyanoya eğilmiş, kendini müziğin bü­ yüsüne kaptırmış gibi çalıyordu. "Kaptan, " dedim. Beni duymadı. "Kaptan! " diye seslendim tekrar, bu kez omzu­ na dokunarak. Ürperdi ve dönüp: "Ah ! Siz misiniz Profesör? " dedi. " Güzel! İyi avlandınız ve dilediğiniz kadar ot toplayabildi­ niz mi? " "Evet Kaptan. Fakat korkarım ki, komşulukları beni biraz endişelendiren bir iki ayaklı sürüsünü de peşimizde getirdik, " diye karşılık verdim. "Hangi iki ayaklılar? " "Vahşiler." "Vahşiler! " dedi Kaptan alaycı bir ses tonuyla. "Yeryüzündeki topraklardan birine ayak bastı272

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ğınızda, vahşilerle karşılaşmak sizi şaşırttı, öyle mi? Vahşiler nerede yok ki? Hem sizin vahşi de­ dikleriniz diğerlerinden daha mı kötü sanki?" "Ama Kaptan . . . " "Kendi adıma konuşacak olursam, ben her yerde karşılaştım bu vahşilerle." "Tamam, o zaman! " diye cevap verdim, "Eğer onları Nautilus 'ta ağırlamak istemiyorsanız, bir­ kaç önlem alsanız fena olmaz." "Sakin olun, Profesör. Bunda bu kadar ciddiye alınacak bir şey yok." "Ama bu vahşiler çok kalabalık. " "Kaç kişi saydınız ?" "En az yüz. " "Bay Aronnax," diye cevap verdi Kaptan. Bu sırada parmakları yeniden piyanonun tuşları­ na uzandı. "Papuasya'nın tüm yerlileri bir araya gelip kumsalda toplansa bile onların saldırılan Nautiius'u korkutamaz. " Kaptan'ın parmaklan piyanonun tuşları üzerin­ de adeta süzülüyordu. Onun yalnızca siyah tuşlara bastığını fark ettim. Bu durum çaldığı ezgilere bir İskoç tınısı katıyordu. Çok geçmeden, benim orada olduğumu unutup yeniden düşlere daldı. Ve onu yeniden düşlerinden ayırmaya hiç niyetim yoktu. Sahanlığa çıktım. Çoktan gece olmuştu. Bu alçak enlemlerde alacakaranlık olmuyor, güneş hemen batıyordu. Gueboroar Adası'nı artık belli belirsiz görüyordum. Ama kumsalda yakılmış çok sayıda ateşe bakılırsa, yerlilerin burayı terk etmeye niyet­ leri yoktu. Saatler boyunca tek başıma kaldım. Bu süre içinde zaman zaman yerlileri düşündüm fakat hiç korkmadan; çünkü Kaptan'ın gemiye olan sar273

JULES VERNE

sılmaz güveni bana da bulaşmıştı. Zaman zaman da alanlan unutup tropik topraklardaki bu gecenin büyüsüne kapıldım. Hatıralanm, birkaç saat içinde oradaki gökyüzünü aydınlatacak yıldızlann peşine takılıp Fransa'ya uçtu. Ay zenitteki takımyıldızının ortasında parıldıyordu. Güvenilir ve nazik bu uy­ dunun, sulan yükseltmek ve Nautilus'u saplandığı mercan yatağından kurtarmak için yanndan son­ raki gün, yeniden, aynı yere geleceğini düşündüm. Karanlık dalgalann üzerinde olduğu gibi, kıyıdaki ağaçlann altında da, her şeyin yolunda olduğunu görüp gece yansına doğru kamarama döndüm ve derin bir uykuya daldım. Gece vukuatsız geçti. Papuasyalılan, körfezde duran canavarın görüntüsü bile korkutuyordu kuşkusuz. Öyle olmasa Nauti1us'un açık olan ka­ paklarından rahatlıkla içeri girebilirlerdi. 8 Ocak günü saat altıda sahanlığa çıktım. Sa­ bahın karanlığı yavaş yavaş kayboluyordu. Dağı­ lan sis bulutlannın arkasından önce kumsalları, sonra tepeleriyle ada göründü. Yerliler hala oradaydılar. H atta dünkünden daha da kalabalıklaşmış , beş yüz -altı yüz kişi ol­ muşlardı. Aralarından bazıları denizin alçalma­ sını fırsat bilip mercanların üzerinden yürüye­ rek Nautilus 'a dört yüz metre kadar yaklaşmıştı. Onları rahatlıkla seçebiliyordum. Geniş alınları, büyük ama basık olmayan burunları, beyaz diş­ leri vardı. Vücutları atletikti. Yani güzel bir ırkın insanları olan gerçek P apualardı bunlar. Kırmı­ zıya boyalı yapağı saçları, Nübyenlerinki* gibi *

Nübyen: Kuzeydoğu Afrika'daki bir bölgede yaşayan in­ sanlara verilen ad -çn. 2 74

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

siyah ve parlak olan vücutlarının üzerinde iyice dikkat çekiyordu. Kesilmiş ve aşağı doğru s ark­ mış kulaklarında ipe dizilmiş kemik boncuk­ lar sallanıyordu. Bu vahşilerin birçoğu çıplaktı. Aralarında, kalçalarından başlayıp dizlerine ka­ dar uzanan, bitkilerden yapılmış bir tür kemer üzerine tutturulmuş ot p arçalarından etekler giymiş kadınlar fark ettim. Şefler, boyunlarında hilal şeklinde süsler ve kırmızı ve beyaz boncuk­ lardan yapılmış kolyeler taşıyorlardı. Neredeyse hepsinin elinde yaylar, oklar, kalkanlar vardı. Omuzlarına da içinde s apanlarıyla bize fırlatıp isabet ettirdikleri türden yuvarlak taşlar taşıyan bir torba asmışlardı. Bu şeflerden biri Nautilus 'a iyice yaklaşmış, büyük bir dikkatle onu inceliyordu. Muz ağacı yapraklarından yapılmış, kenarları süslü ve par­ lak renklerle bezeli giysisine bakılırsa, bu adam yüksek rütbeli bir "mado" olmalıydı. Bu adamı kolayca vurabilirdim çünkü çok yakınımdaydı. Ama önce onun düşmanca bir tutum sergilemesini beklemenin daha doğru olacağını düşündüm. Avrupalılar ve vahşiler arasında bir anlaşmazlık varsa eğer, Avrupalıla­ rın saldırmayıp yalnızca pusuya yatm aları daha uygun olur. Yerliler, denizin alçak olduğu bu zaman süre­ since pek gürültü çıkarmadan Nautilus'un yakın­ larında gezinip durdular. Sık sık "assai" sözcü­ ğünü tekrar ettiklerini duydum. Bunu söylerken yaptıkları hareketlerden beni karaya çağırdıkları­ nı anladım. Ama bu daveti reddetmem gerektiği­ ni düşünüyordum. 275

JULES VERNE

Erzakını tamamlayamamış olan Ned bundan hoşnut olmasa da, filika o gün gemiden ayrılma­ dı. Becerikli Kanadalı, bütün zamanını adadan getirdiği etleri ve unları hazırlamakla geçirdi. Vahşilere gelince, deniz yükselip mercanların ta­ mamı su altında kalmaya başlayınca hepsi adala­ rına döndü. Fakat kumsaldaki sayılan hatırı sayı­ lır biçimde artmıştı. Belki de komşu adalardan ya 276

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

da Papuasya'nın içlerinden geliyorlardı. Bununla birlikte bir tane bile yerli kayığı görmedim. Yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından, di­ bindeki deniz kabukların, bitkimsi hayvanların ve açık denizlere özgü bitkilerin açıkça göründüğü bu berrak suların dibini taramayı düşündüm. Ne de olsa Nautilus'un burada geçireceği son gündü bu, tabii eğer gemi Kaptan Nemo'nun söz verdiği gibi yarın yüzmeyi başarırsa. Conseil' e seslendim. İstiridye yakalamakta kullanılana benzer, küçük, hafif bir tarak küreği getirdi. "Vahşiler hakkında ne düşünüyorsunuz ?" diye sordu Conseil. "Beyefendiye karşı gelmek istemem ama gözüme o kadar da kötü görünmediler! " "Bunlar yamyam Conseil," dedim. "Bir insan hem yamyam hem de iyi biri olabi­ lir, " diye karşılık verdi Conseil. "Tıpkı hem obur hem de onurlu olabileceği gibi. Biri diğerine engel değil yani." "Pekala! Bunların onurlu yamyamlar olduk­ ları ve ellerine geçirdiklerini onurlu bir biçimde yedikleri konusunda sana katılıyorum. Fakat ben yine de dikkatli olacağım; çünkü onurlu bir şekil­ de de olsa, kimsenin beni yemesini istemem. Di­ ğer taraftan Nautilus 'un kaptanı da bu adamlara karşı tedbir alıyormuş gibi durmuyor. Şimdi işe koyulma vakti."

Av arayışımız ilginç hiçbir şeye rastlamadan iki saat boyunca sürdü. Kürek, Midas'ın kulakla­ rıyla, harpalarla, melanialarla ve bugüne kadar gördüğüm en güzel çekiç midyeleriyle doluydu. Bunların yanında birkaç denizhıyarı, istiridye ve 277

JULES VERNE

bir düzine de küçük kaplumbağa yakaladık. Kap­ lumbağaları özellikle gemi mutfağı için ayırdık. Derken, hiç beklemediğim bir anda elim, eşine az rastlanan, doğanın bir tür kusuru diyebileceği­ miz harika bir şeye değdi. Conseil denizin dibini yeni taramıştı ve klasik türden deniz kabuklarıyla dolu küreğini yukarı çekiyordu. Tam o sırada elimi hızla ağa daldırdığımı, ağın içinden bir deniz ka buğu alıp bir konkolog çığlığı attığımı işitti. Bu çığ­ lık, bir insan gırtlağından çıkabilecek en tiz çığlıktı. "Beyefendiye ne oldu? " diye sordu şaşkın şaş­ kın. "Elini bir şey mi ısırdı yoksa?" "Hayır oğlum, fakat bulduğum bu şey için par­ mağımı vermeye bile razı olurdum! " "Nedir bulduğunuz?" "İşte bu kabuk," dedim beni şaşkına çeviren şeyi ona göstererek. "Ama bu basit bir porfir olivası. Oliva cinsine, öndensolungaçlılar türüne, karındanbacaklı yu­ muşakçalar sınıfına ait bir tür canlı." "Evet Conseil, ama bu olivanın sarmalı sağdan sola değil de soldan sağa doğru kıvrılmış! " "Bu mümkün mü ! " diye bağırdı Conseil. "Evet oğlum, bu bozuk bir kabuk! " "Bozuk bir kabuk! " diye tekrar etti Conseil. Kalbi hızla çarpıyordu. "Sarmalına bak!" Conseil titreyen elleriyle kabuğu eline alıp: "Daha önce hiç böyle bir heyecan yaşamadım; beyefendi samimiyetime inanabilirler," dedi. Şaşılacak şeydi doğrusu! Doğabilimcilerin de söylediği gibi, sağa doğru kıvrılma bir doğa ya­ sası olarak bilinir. Yıldızlar ve uyduları kendi et278

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

raflarında da, bir başka gökcisminin etrafında da sağdan sola doğru bir yörünge izlerler. İnsan sağ elini sol elinden daha çok kullanır. Bu yüzden insanın kullandığı aletler, merdivenler, kilitler, s aat zemberekleri sağdan sola doğru kullanıl­ maya yönelik olarak tasarlanmıştır. Kabukların kıvırılıp yuvarlanması konusunda da doğa ge­ nelde bu yasaya uygun davranır. Bazı istisnalar dışında, kabukların s armalları genelde sağa doğ­ rudur. Şans eseri, sarmalı sola dönük bir kabuk bulunursa, bu işe meraklı olanlar bu kabuk için kilo kilo altın öderler. Conseil ve ben yakaladığımız hazineyi sey­ re dalmıştık. Kendi kendime müzeyi bu kabukla nasıl zenginleştireceğimin sözünü veriyordum ki, bir yerlinin fırlattığı münasebetsiz bir taş Conseil'in elindeki bu benzersiz nesneyi kırdı. Çaresizlik içinde bir çığlık attım! Conseil tüfe­ ğine davranıp on metre ötesinde durup kendisine sapan sallayan vahşiye nişan aldı. Onu durdur­ mak istedim ama ateş etti ve attığı mermi yerli­ nin kolundaki uğurlu bilekliği parçaladı. "Conseil," diye bağırdım. "Conseil!" "Ne yani! Beyefendi savaşı bu yamyamın baş­ lattığını görmüyorlar mı?" "Bir kabuk bir insanın hayatından daha değerli değildir! " dedim. "Ah ! Adi herif! " diye bağırdı Conseil. " Omzu­ mu parçalasa daha iyiydi!" Conseil son derece ciddiydi ama ben onun gibi düşünmüyordum. Ancak biz farkına bile varma­ dan durum birkaç saniye içinde değişti. Yirmi ka­ dar yerli kayığı Nautilus'un etrafını sarmıştı. Ağaç 279

JULES VERNE

gövdeleri oyularak yapılmış, ince, uzun bu kayık­ lar hızlı ilerlemeye yönelik olarak tasarlanmıştı. Kayıklar, su üstünde yüzen iki bambu kiriş saye­ sinde dengede duruyordu. Kayıkları yarı çıplak, becerikli kürekçiler idare ediyordu. Bize doğru ilerleyişlerini engel olamadığım bir endişe içinde izliyordum.

280

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Bu Papualann, Avrupalılarla daha önce ileti­ şimlerinin olduğu ve onların gemilerini tanıdık­ ları kesindi. Ama körfezde duran, ne direği ne bacası olan bu uzun, demir silindir hakkında ne düşünüyorlardı? Kuşkusuz, düşündükleri şeyler iyi değildi. Önceleri saygı gösterip gemiyle ara­ larındaki mesafeyi korumuşlardı. Fakat geminin hareketsiz olduğunu görünce güvenleri yavaş yavaş yerine gelmiş; onunla daha yakın ilişkiler kurma yollan aramaya başlamışlardı. Oysa engel olmamız gereken şey tam da bu gereksiz sami­ miyetti. Yalnızca gürültülü makinelere alışmış yerliler üzerinde, bizim ses çıkarmayan silahları­ mız ancak ortalama bir etki yaratabilirdi. Aslında tehlikeli olan gök gürültüsü değil şimşek olsa da, gök gürültüsünün eşlik etmediği yıldırım çok az insanı korkutur. O sırada kayıklar Nautilus'un daha da yakınına geldi ve gemi ok yağmuruna tutuldu. "Allah kahretsin! Sanki dolu yağıyor! " dedi Conseil. "Belki de zehirli bir doludur yağan! " "Kaptan Nemo'ya haber vermek gerek," dedim kapaktan içeri girerken. Salona indim. Orada kimseyi bulamadım. Her şeyi göze alıp Kaptan'ın kapısını çaldım. "Girin," dedi bir ses içerden. İçeri girdim ve Kaptan Nemo'yu x'ler ve daha birçok cebirsel işa­ retle dolu bir hesaba dalmış halde buldum.

"Rahatsız etmiyorum , değil mi?" diye sordum nezaket gereği. "Aslında ediyorsunuz Bay Aronnax," dedi Kap­ tan, "ama beni görmek için haklı sebepleriniz ol­ duğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum?" 281

JULES VERNE

"Gerçekten çok ciddi sebeplerim var. Yerlilerin kayıkları etrafımızı kuşattı ve birkaç dakika için­ de yüzlerce vahşinin gazabına uğrayacağız." "Ah ! " dedi Kaptan Nema sakince. "Kayıklarla mı gelmişler?" ,, "Evet, beyefendi. "Güzel! Yalnızca kapakları kapamak yeterli olur Bay Aronnax." "Kesinlikle, ben de buraya size . . . " "Bundan daha kolay bir şey olamaz," diye kar­ şılık verdi. Bir elektrik düğmesine basarak mürettebat servisine emrini iletti. "İşte bu kadar, beyefendi," dedi birkaç saniye sonra. "Filika yerinde, kapaklar kapatıldı. Endi­ şelenmeyin, sizin fırkateyninizin toplarının bile zarar veremediği gemi duvarlarını bu adamların deleceğini sanmıyorum, siz ne dersiniz ?" "Hayır Kaptan, ancak bir tehlike daha var." "Nedir?" "Nautilus'un havasını yenilemek üzere , yarın aynı saatte kapakları yeniden açmamız gereke,, ce k . . . "Buna kuşku yok, beyefendi; çünkü gemimiz tıpkı bir deniz memelisi gibi nefes alıyor." "O halde, ya o sırada Papualar gemi sahanlı­ ğında bekliyor olurlarsa ? Onların içeri girmelerini ,, nasıl engelleyeceğinizi anlamıyorum. "Ne yani, siz şimdi yerlilerin gemiye binecek­ lerini mi sanıyorsunuz? " "Sanmıyorum, bundan eminim." "Diyelim ki bindiler. Onları engellemek için bir neden göremiyorum ben ortada. Zavallı Papualar. 282

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Gueboroar Adası ziyaretimin onlardan birinin bile hayatına mal olmasını istemem." Kaptan bunları söyledikten sonra tam gitme­ ye hazırlanıyordum ki beni durdurdu ve yanına oturmaya davet etti. Karadaki gezintimiz, av ma­ ceramızla ilgili sorular sordu merakla. Kanada­ lıyı bu kadar heyecanlandıran et tutkusuna bir anlam verememiş gibi duruyordu. Sonra konuş­ mamız bambaşka yerlere gitti. Kaptan Nema çok konuşmadı ama oldukça sevecen davrandı. Konudan konuya atlayıp, yeniden, tam da Dumont d'Urville'in gemilerinin neredeyse bat­ ma noktasına geldiği bu yerde karaya oturan Nautiius'un durumu hakkında konuşmaya baş ­ ladık. Sonra Kaptan bu konuyla ilgili şunları söyledi: "Şu Urville, sizin en büyük, en zeki denizcileri­ nizden biriydi! " dedi. "Siz Fransızların Kaptan Co­ ok'uydu. Bahtsız bilgin! Güney Kutbu'ndaki bu­ zullara, Okyanusya'nın mercanlarına, Pasifık'in yamyamlanna kafa tutmak ve gidip bir zavallı gibi tren kazasında ölmek! Eğer bu güçlü adam, hayatının son saniyelerinde bir şeyler düşünebil­ diyse, kafasındaki bu son fikirleri siz hayal edin! " Kaptan Nema bunları söylerken duygulanmış gibiydi. Onun bu halini de hakkındaki olumlu fi­ kirlerimin arasına ekledim. Sonra elimize haritayı alıp Fransız gemicinin

çalışmalarını, kıta çevresi gezilerini, iki ayn kez ulaşmayı denediği Güney Kutbu yolculuğu sıra­ sında Adelie ve Louis-Philippe topraklarını keş­ fetmesini, son olarak da Okyanusya'ya dair hid­ rografık çizimlerini gözden geçirdik. 283

JULES VERNE

"Sizin d'Urville'in deniz yüzeyinde yaptığını," dedi Kaptan Nemo, "ben okyanusun içinde yap­ tım; hem de onun yaptığından daha kolay ve mü­ kemmel bir biçimde. Kasırgalann durmadan sal­ ladığı Astrolabe ve Zelee, suların altında hareketsiz ve huzurlu bir kütüphane gibi duran Nautiius'la boy ölçüşemezdi kuşkusuz ! " "Öte yandan, Kaptan," dedim, "Dumont d'Urville'in korvetleriyle Nautilus arasında benzer bir nokta var." "Nedir o?" "Nautilus da onlar gibi karaya oturdu." "Nautilus karaya oturmadı," dedi soğuk bir sesle. "Nautilus, denizin kucağında dinlenmek için yapılmıştır. D'Urville'in korvetlerini yeniden yüz­ dürmek için denediği zorlu çalışmalara, manev­ ralara ben asla girişmeyeceğim. Astrolabe ve Zelee az kalsın batıyordu; ama benim gemim Nautilus için hiçbir tehlike söz konusu değil. Yarın, yani size söylediğim gün ve saatte, yükselen deniz su­ ları gemiyi sakince yukarı kaldıracak ve Nautilus denizlerdeki yolculuğuna geri dönecek. " "Kaptan, şüphesiz ki . . . " "Yarın," diye ekledi Kaptan Nemo ayağa kal­ karak, "yarın, öğleden sonra, saat ikiyi kırk geçe Nautilus yüzecek ve Torres Boğazı'nı hasarsız şe­ kilde geçecek. " Çok kati bir şekilde s arf edilen bu sözlerden sonra Kaptan Nemo hafifçe eğildi. Bu, gitmem gerektiği anlamına geliyordu, ben de odama döndüm. Kaptan'la konuşmamızın neticesini merak eden Conseil, odamda beni bekliyordu. 284

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Oğlum," dedim, "ben Nautilus 'un Papualar ta­ rafından tehdit edildiğine inanarak yanına gidin­ ce, Kaptan bana oldukça alaylı bir üslupla cevap verdi. Sana söyleyeceğim tek bir şey var, o da şu: Ona güven ve huzurla uyu." "Beyefendinin bir şeye ihtiyaçları var mı?" "Hayır, dostum. Ned Land ne alemde? " "Beyefendi beni bağışlasınlar ama," dedi Conseil, "enfes bir kanguru ezmesi hazırlıyor Ned. " Tek başıma kalmıştım. Yattım fakat oldukça kötü bir uyku uyudum. Keskin çığlıklar atarak sahanlıkta gezinip duran vahşilerin gürültülerini işitiyordum. Gece böyle geçti. Mürettebat, olağan durgunluğunun dışına çıkmadı. Bir zırhlının as­ kerleri zırh üzerinde gezinen karıncalardan ne kadar korkuyorsa, gemideki ekip de bu yamyam­ lardan o kadar korkuyordu. Sabah altıda kalktım. Kapaklar açılmamıştı. İçerisinin havası yenilenmemişti. Ancak her du­ rumda dolu olan depolar tam vaktinde harekete geçti ve Nautilus'un azalan havasına birkaç met­ reküp oksijen pompaladı. Öğleye kadar odamda çalıştım. Bu süre içinde Kaptan Nemo'yu hiç görmedim. Gemide tekrar yola koyulmak için hazırlık yapılıyor gibi bir hava yoktu. Biraz daha odamda bekledikten sonra büyük salona gittim . Salondaki duvar saati iki buçuğu gösteriyordu. Eğer Kaptan Nema pervasızca bir söz vermediyse, suların on dakika içinde yüksel­ mesi gerekiyordu. Böylece Nautilus hemen kur­ tulmuş olacaktı. Aksi takdirde gemi, bu mercan yatağı üzerinde aylarca kalabilirdi. 285

JULES VERNE

Ama çok geçmeden geminin gövdesinde git­ meye hazırlandığımıza işaret eden titremeler hissedildi. Mercan zemindeki kireç çıkıntılannın geminin kaplamasına sürttüğünü duyuyordum. Saat ikiyi otuz beş gece Kaptan Nemo salonda göründü. "Gidiyoruz," dedi. "Ah ! " dedim. "Kapaklan açma emri verdim. " "Peki ya Papualar?" "Papualar?" diye cevap verdi Kaptan Nemo hafifçe omuz silkerek. "Nautiius'un içinde girmeyecekler mi? " "Nasıl girecekler ki? " "Açtıracağınız kapaklardan." "Bay Aronnax," dedi Kaptan Nemo sakince, "Nautilus'un kapaklarından, açık olsalar bile öyle kolayca içeri girilmez." Kaptan'a baktım. "Anlamadınız, değil mi? " "Hiçbir şey anlamadım. " "Öyleyse, benimle gelin ve görün. " Ana merdivene doğru yöneldim. Ned Land ve Conseil orada durmuş, kapakları açan mürette­ battı izliyordu. Bu sırada dışarda öfke çığlıkları, tüyler ürpertici bağırış çağırışlar yankılanıyordu. Lomboz kapakları dışarı doğru açılmıştı. Kar­ şımızda yirmi korkunç suret belirdi. Ancak elini merdiven korkuluğuna koyan ilk yerli, hangi gö­ rünmez güç tarafından bilmem, geriye doğru fır­ latıldı ve çığlıklar atıp sekerek kaçtı. On kadar yerli daha aynı şeyi denedi ve hepsi­ nin de akıbeti aynıydı. 286

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Conseil kendinden geçmişti. Ned Land, içinde­ ki şiddet güdüsünün etkisiyle merdivene doğru atıldı. Fakat iki eliyle merdivenin korkuluğunu kavrar kavramaz o da yere devrildi. "Hay aksi şeytan! " diye bağırdı. "Çarpıldım! " "Çarpıldım" sözü her şeyi anlatıyordu. Bu as­ lında bir korkuluk değildi; sahanlığa kadar uza287

JULES VERNE

nan, elektrik yüklü metal bir kabloydu. Ona kim dokunursa güçlü bir sarsıntı hissediyordu. Eğer Kaptan Nemo makinelerdeki elektriğin tümünü bu kabloya vermiş olsaydı, bu sarsıntı ölümcül olurdu! Şöyle söylenebilirdi: Kaptan Nemo, sal­ dırganlarla arasına, hiç kimsenin cezasını çek­ meden aşamayacağı bir elektrik hattı germişti. Öte yandan dehşete düşmüş, öfkeden kudur­ muş Papualar geri çekilmişlerdi. Bizse bir yandan gülüyor, bir yandan da cin çarpmış gibi küfürler savuran zavallı Ned Land'ı avutuyor, vücudunu ovuyorduk. O sırada Nautiius, dalgaların son hareketiyle birlikte yukan kalktı ve tam da Kaptan'ın dediği saatte, yani ikiyi kırk geçe, mercan yatağından ayrıldı. Pervane sulan ağır ağır dövüyordu. Ge­ minin hızı yavaş yavaş arttı. Gemi, okyanusun üzerinden ilerleyerek Torres Boğazı'nın tehlikeli geçitlerini sağ salim arkasında bıraktı.

288

XXlll AEGRI SOMNIA

Ertesi gün, yani 10 Ocak günü, Nautilus iki de­ niz arasındaki yolculuğuna yeniden başladı. Bü­ yük bir hızla ilerliyordu. Bana kalırsa hızı saatte otuz beş mili buluyordu. Pervane öylesine hızlı dönüyordu ki, dönerken attığı turlan ne görebili­ yor ne de s ayabiliyordum. Olağanüstü elektrik gücünün Nautilus 'a ha­ reket, ısı, ışık sağlamanın yanı sıra, bir de onu dışardan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı koruyarak, hiçbir saygısızın çarpılmadan el sü­ remeyeceği kutsal bir s andığa dönüştürdüğünü düşündükçe, ona olan hayranlığım kat kat artıyor ve sonunda onu yaratan kişiye karşı bir hayranlı­ ğa doğru evriliyordu. Dümdüz batıya doğru ilerliyorduk. 11 Ocak­ ta 135° boylamı ve 10° kuzey enleminde yer alan ve Carpentaria Körfezi'nin doğu ucunu oluşturan Wessel Burnu'nu döndük. Burada da çok sayıda resif vardı ama daha seyrek şekilde dağılmışlardı ve yerleri harita üzerinde kesin olarak belirlen­ mişti. Nautilus, hiç sapmadan takip ettiğimiz 10° kuzey enlemi üzerinde ve 130° boylamında bu­ lunan, iskele tarafındaki Money kayalıklarını ve sancak tarafındaki Victoria resiflerini kolayca aştı. 289

JULES VERNE

13 Ocakta Timor denizine ulaşan Kaptan Nema, 122° boylamında yer alan ve yine aynı isimle anı­ lan adayı buldu. Yüzölçümü bin altı yüz yirmi beş fersahkare olan bu ada, racalar tarafından yöne­ tiliyordu. Buranın prenslerine timsahların oğulla­ rı deniliyordu. Başka bir deyişle, bu prensler in­ sanın kendisinden geldiğini ileri sürebileceği en yüce soydandı. Bu yüzden adanın nehirlerinde bu pullu atalardan, yani timsahlardan çok fazla vardı ve onlara büyük saygı duyuluyordu. Orada yaşayanlar timsahları koruyup kolluyor, şımartı­ yor, göklere çıkarıyor, besliyordu ve hatta uğruna genç kızları kurban ediyorlardı. Bu kertenkelelere el uzatacak yabancıya yazık olurdu. Ama Nautilus'un bu ucube hayvanlarla hiç işi yoktu. Zaten Timor'u, ikinci kaptan koordinatları belirlemeye çalışırken, şöyle bir görür gibi olduk. Aynı şekilde bu ada kümesine ait küçük bir ada olan ve kadınlarının Malezya pazarlarındaki na­ mının alıp yürüdüğü Rotti Adası da bir an görü­ nüp gözden kayboldu. Nautilus, buradan sonra rotasını güneybatı enlemlerine doğru çevirdi. Geminin burnu Hint Okyanusu'na doğru dönmüştü. Kaptan Nemo'nun fantezileri bizi nereye götürecekti acaba? Asya kıyılarına mı çıkacaktı? Avrupa dolaylarına yak­ laşacak mıydı? Üzerinde insanların yaşadığı kı­ talardan kaçan biri için düşük bir ihtimaldi bu! Yoksa güneye mi inecekti? Önce Ümit Burnu'nu sonra da Horn Burnu'nu aşıp Antartika'ya mı gi­ decekti? En sonunda yeniden, Nautilus'un rahat ve bağımsız bir yolculuk yaptığı Pasifik denizleri­ ne dönecek miydi? Bunu zaman gösterecekti. 290

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Katı maddenin sıvı olan karşısında son zaferi gibi duran Cartier, Hibernia, Seringapatam, Scott kör kayaları boyunca seyrettikten sonra, 14 Ocak günü tüm kara parçalarından uzaklaştık. Gemi­ nin hızı garip bir şekilde azalmıştı. Seyir şekli de oldukça değişkendi; denizin bir ortasında bir yü­ zeyinde ilerliyordu. Gezimizin bu kısmı boyunca Kaptan Nema, suyun farklı katmanlardaki ısısı üzerine ilginç deneyler yaptı. Normal şartlarda bu ölçümler, camları suyun basıncı nedeniyle sürekli kırılan iskan diller, metallerin elektrik akımına karşı di­ rençleri temel alınarak yapılmış aletler gibi yüzde yüz doğru sonuçlar vermeyen karmaşık aletlerle yapılır. Bu aletlerle elde edilen sonuçlar kontrol edilemez . Kaptan Nemo'ya gelince, o, ısıyı ölç­ mek için denizin derinliklerine kendisi iniyordu. Termometresi, denizin farklı farklı katmanlarıyla doğrudan etkileşime girdiği için ona istediği so­ nucu hemen ve daha doğru şekilde veriyordu. Nautilus, ya depolarını sonuna kadar doldu­ rarak ya da eğik düzenekleri yardımıyla suya dalıp, sırasıyla üç, dört, beş , yedi, dokuz ve on metre derinliğe ulaştı. Bu deneylerden çıkan ke­ sin sonuç şuydu: Bin metre derinlikteki deniz suyunun sıcaklığı bütün enlemlerde dört buçuk derecedir. Bu deneyleri aşın ilgiyle takip ettim. Kaptan

Nema bu işi gerçek bir tutkuyla yapıyordu. Çoğu zaman, kendi kendime, onun bu gözlemleri hangi amaçla yaptığını soruyordum. Acaba kendisi gibi denizciler yararlansın diye miydi bütün bu çaba? Bu pek olası görünmüyordu; çünkü bugün değilse 291

JULES VERNE

yann tüm çalışmalan kimsenin bilmediği bir de­ nizde onunla birlikte kaybolup gidecekti! Bu de­ neylerin sonuçlarını benimle paylaşmazsa tabii. Ama bu, ilginç yolculuğumuzun bir sonu olacağı­ nı kabul etmek anlamına gelirdi fakat ben henüz bu sonu göremiyordum. Şimdilik bunu bir kenara bırakırsak, Kaptan Nema, yeryüzünün başlıca denizlerindeki su yo­ ğunluğu raporlarını oluşturan çeşitli hesaplarını bana anlattı. Aramızda geçen bu sohbetten, hiçbir bilimsel tarafı olmayan kişisel bir ders çıkardım. 15 Ocak sabahıydı. Kaptan Nemo'yla birlikte sahanlıkta gezinirken, bana deniz suyunun sergi­ lediği farklı yoğunlukları bilip bilmediğimi sordu. Bilmediğimi söyledim ve bilimin bu konuda kesin gözlemlerden yoksun olduğunu ekledim. "Ben bu gözlemleri yaptım," dedi, "ve gözlem­ lerimin doğruluğundan da eminim. " "Bu harika ama Nautilus ayn bir alem ve bura­ daki bilginlerin sırlan dünyaya ulaşmıyor," dedim. Birkaç dakika sessizlikten sonra: "Haklısınız Profesör," dedi. "Burası ayrı bir dünya. Dünyaya, onunla birlikte güneşin etrafın­ da dönen diğer gezegenler kadar yabancı. Satürn ve Jüpiter bilginlerinin çalışmalarını da hiçbir za­ man öğrenemeyeceğiz. Mademki kader ikimizi bir araya getirdi, gözlemlerimin sonucunu sizinle paylaşacağım. " "Sizi dinliyorum Kaptan. " "Bildiğiniz gibi, deniz suyu tatlı sudan daha yoğundur, Profesör. Fakat bu yoğunluk her yerde aynı değildir. Tatlı suyun yoğunluğunu bir olarak alırsak, Atlas Okyanusu'ndaki suların yoğunluğu 292

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir tam binde yirmi sekiz; Pasifik Okyanusu'nda­ ki suların yoğunluğu bir tam binde yirmi altı, Akdeniz'in sularının yoğunluğu ise bir tam binde otuz olarak gösterilebilir." "Ah ! " diye düşündüm. "Akdeniz'de de mi ma­ ceralara atılmış Kaptan? " "İyon Denizi için bu sayı bir tam binde on sekiz ve Adriyatik için bir tam binde yirmi dokuz. " Kuşkum kalmamıştı; Nauti1us Avrupa'nın uğ­ rak denizlerinden kaçmıyordu. Buradan hareket­ le geminin, belki de çok daha kısa sürede, bizi daha medeni topraklara doğru götüreceği sonu­ cuna vardım. Ned Land'ın bu durumu doğal bir memnuniyetle karşılayacağını düşünüyordum. Bundan sonraki günler, suyun farklı derinlik­ lerdeki tuzluluk derecesi, elektriklenme oranı, suyun bu derinliklerde aldığı renkler, şeffaflığı gibi her türlü konuda deneyler yapmakla geçti. Kaptan Nemo'nun her koşulda gösterdiği be­ ceri, bana karşı olan iyi niyeti kadar büyüktü. D aha sonra birkaç gün boyunca Kaptan'ı hiç görmedim. Yeniden bu gemide soyutlanmış gibi kalmıştım. 16 Ocakta, Nauti1us deniz yüzeyinin yalnız­ ca birkaç metre altında uykuya dalmış gibiydi. Elektrikli makineler çalışmıyordu. Pervanesi de hareketsiz olduğundan gemi, akıntıda sürükleni­ yordu. Mürettebat, makinenin mekanik hareket­ lerindeki şiddetin zarar verdiği bir şeyi onarmaya çalışıyor olmalıydı. Ben ve arkadaşlarım bu sırada ilginç bir ola­ ya şahit olduk. Salonun kapakları açıktı. Geminin fen eri açık olmadığı için suların ortasında dalgalı 293

JULES VERNE

bir karanlık hakimdi. Gökyüzü fırtınalı ve yoğun bulutlarla kaplı olduğundan, okyanus yüzeyinin ilk katmanlarını yeterince aydınlatmıyordu. Bu koşullar altındaki denizi gözlüyordum. En büyük balıklar bile belli belirsiz gölgeler gibi gö­ rünüyordu. O sırada Nautiius birden yoğun bir ay­ dınlığın içine girdi. En başta fenerin yeniden yan­ dığını ve elektrikli ışığının denizi aydınlattığını sandım. Fakat yanılıyordum. Hızlı bir gözlemden sonra hatamı fark ettim. Gemi, böylesi bir karanlığın ortasında gözleri kamaştıran fosforlu bir katmanın içinde yüzüyor­ du. Geminin metalik gövdesine çarpınca daha da artan bu aydınlığı oluşturan şey çok s ayıda, ışıklı, küçük hayvandı. Bu ışıl ışıl kütlenin ortasında, za­ man zaman gözüme büyük bir fırının içinde eri­ miş kurşun parçalarını ya da akkor haline gelmiş metalik kütlelere benzer parıltılar çarpıyordu. Gölgelerin ortadan kaybolduğu böyle ateşten bir ortamda, sözünü ettiğim bu panltılann kendisi birer gölge gibi kalıyordu adeta. Hayır! Bu, borda fenerinin alışık olduğumuz sakin ışığı olamazdı! Burada garip bir güç ve hareket söz konusuydu! Bu ışığın canlı olduğu hissediliyordu! Burada söz konusu olan, açık denizlerde yaşa­ yan tek hücrelilerden noctilucaların milyarlarca­ sının bir araya getirdiği bir yığındı. Bu hayvanlar jöle kıvamında, yarı saydam kabarcıklardı ve sa­ yılan otuz santimetreküplük suda yirmi beş bine ulaşıyordu. Bunların yaydığı ışık, medusaların, denizyıldızlarının, aureliaların ve diğer fosforlu bitkimsi hayvanlarınkiyle birleşiyordu. Denizin ayrıştırdığı organik maddelere, balıklardan salgı294

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

lanan sümüksü madde de eklenince aydınlık iki katına çıkıyordu. Nautiius , bu parlak dalgaların içinde saatlerce yüzdü. Bu hayvanların burada semenderler gibi eğlendiğini gördükçe hayranlığımız daha da ar­ tıyordu. Bu yakmayan ateşin ortasında, denizin yorulmaz palyaçoları olan hızlı ve zarif yunusları, kasırgaların zeki habercileri olan üç metrelik tur­ na balıklarını fark ettim. Turna balıklarının kılıç­ ları zaman zaman salonun camlarına çarpıyordu. Sonra daha küçük balıklar olan, çeşit çeşit çütre balıkları, uskumrular, ringa balıkları ortaya çıktı. Bunlar bu ışıklı havayı çizgilere bölüyordu. Bu göz kamaştırıcı sahne bir sihirdi sanki! Bu­ lunduğumuz hava şartları da bu ışığın yoğunlu­ ğunu artırıyor olabilirdi. Belki de suyun yüzeyin­ de bir kasırga meydana gelmişti? Ama Nautiius suyun birkaç metre altında olduğundan, bu ka­ sırganın şiddetini hissetmiyor, durgun suların or­ tasında sakin sakin süzülüyordu. Her an yeni bir güzelliğin etkisiyle büyülene­ rek yolculuğumuza devam ediyorduk. Conseil bitkimsi hayvanlarını, eklemlilerini, yumuşakça­ larını, balıklarını gözlemleyip sınıflandırıyordu. Günler hızlı bir şekilde akıp geçiyordu ve ben ar­ tık günleri saymıyordum. Ned Land, her zamanki gibi, gemideki yiyecekleri çeşitlendirmenin pe­ şindeydi. Gerçek salyangozlar gibi kabuğumuza alışmıştık. Ve tam bir salyangoz olmak bence hiç de zor değildi. Buradaki varlığımız bize kolay ve doğal geliyor­ du, öyle ki yeryüzünde başka bir hayat olduğunu hayal bile etmiyorduk artık. Tam da böyle düşün295

JULES VERNE

düğümüz sırada başımıza, içinde bulunduğumuz durumun garipliğini hatırlatan bir olay geldi. 18 Ocakta Nautilus, 105° boylamında ve 15° güney enleminde bulunuyordu. Hava endişe ve­ riciydi. Deniz sert ve çalkantılıydı. Doğudan kuv­ vetli bir rüzgar esiyordu. Barometrenin ölçtüğü değer birkaç günden beri sürekli düşüyor, hava ve su arasında yaklaşmakta olan savaşı haber veriyordu. İkinci kaptan saat açılarının ölçülerini alırken sahanlığa çıktım. Alıştığım üzere, her zaman tek­ rar ettiği cümleyi söylemesini bekledim. Ama o gün bu cümleyi değil de yine onun kadar anlaşıl­ ması güç başka bir cümle söyledi. Hemen sonra Kaptan Nema göründü. Gözlerini dürbüne daya­ yıp ufku gözledi. Kaptan, gözlerini objektifin yakaladığı bir noktaya dikip, birkaç dakika boyunca hareketsiz kaldı. Sonra dürbünü indirdi ve ikinci kaptanla anlayamadığım bir dizi şey konuştu. İkinci kap­ tan heyecana kapılmıştı; bunu gizlemeye çalış­ mak istese de boşunaydı. Kendine daha hakim olan Kaptan Nema soğukkanlı duruyordu. Sanki Kaptan Nema ikinci kaptana birtakım itirazlarda bulunuyormuş ve ikinci kaptan da bunlara man­ tıklı sebepler sunarak cevap veriyormuş gibi bir hava seziliyordu konuşmalarında. En azından ses tonlarından ve hareketlerinden ben böyle anlamıştım. Bana gelince, Kaptan'ın az önce baktığı yöne doğru bakmış, hiçbir şey görememiştim. Gökyüzü ve deniz, mükemmel bir netlikte beliren ufuk çiz­ gisi üzerinde birbirine karışıyordu. 296

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kaptan Nema, sahanlığın bir ucundan diğeri­ ne doğru dolaşıp duruyordu. Bu sırada bana hiç bakmıyordu; belki de beni görmemişti bile. Adım­ lan yine kendinden emin ama her zamankinden daha düzensizdi. Bazen duruyor, kollarını göğsü­ nün üzerinde birbirine bağlayıp denizi gözlem­ liyordu. Bu uçsuz bucaksız ummanda ne anyor olabilirdi? Nautilus , en yakın kıyının yüzlerce mil uzağındaydı! Dürbünü yeniden eline alan ikinci kaptan inatla ufku inceliyordu. Bu sırada gidip geliyor, ayağını yere vuruyordu. Belli ki böyle sinirli dav­ ranarak kaptanıyla ters düşüyordu. Fakat bu sır aydınlanacaktı, hem de kısa süre­ de. Kaptan Nemo'nun emriyle makinelerin tahrik gücü artmıştı. Pervane daha hızlı dönüyordu. Bu sırada ikinci kaptan, bir kez daha Kaptan Nemo'nun dikkatini belli bir noktaya çekti. Kap­ tan Nema gezintisine bir son verip dürbününü ikinci kaptanın işaret ettiği noktaya doğrulttu. Uzun uzun inceledi orayı. Bense allak bullak bir halde, salona inip her z aman kullandığım uzun mesafe dürbünümü aldım. Sonra onu, sahanlığın ön tarafında bir çıkıntı gibi uzanan fener kafesine dayayıp denizi ve gökyüzünü birleştiren ufuk çiz­ gisinin her noktasını taramaya koyuldum. Daha gözümü dürbüne dayamadan biri onu hızla çekip elimden aldı. Döndüm. Karşımdaki Kaptan Nemo'ydu ama onu tanıyamadım. Görünüşü değişmişti. Ateşle parlayan gözleri, çatık kaşlarının altına gizlen mişti. Dişleri yarıya kadar görünüyordu. Kasıl­ mış bedeni, sıkılı yumrukları, omuzlan arasına 297

JULES VERNE

gömülmüş başı, tüm benliğini saran kinini göz­ ler önüne seriyordu. Hiç kıpırdamıyordu. Elinden düşen dürbün ayaklarına doğru yuvarlanmıştı. Bu öfkeyi farkında olmadan ben mi alevlen­ dirmiştim? Bu anlaşılması güç adam, Nautilus'un misafirlerinin öğrenmesinin yasak olduğu sırlan öğrendiğimi mi düşünüyordu? Hayır! Öfkesi bana değildi çünkü bana bakmı­ yordu bile. Bakışlan ufkun o çözümlenemez nok­ tasına saplanıp kalmıştı.

298

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Sonunda kendine yeniden hakim oldu. Böyle­ sine değişen görünüşü birdenbire alışılmış, sakin haline dönüverdi. İkinci kaptana yabancı bir dilde birkaç kelime söyledikten sonra bana: "Bay Aronnax," dedi, emir veren bir ses tonuy­ la, "sizi bana bağlayan anlaşmanın maddelerin­ den birine uymanızı bekliyorum şimdi sizden." "Neden söz ediyorsunuz, Kaptan?" "Arkadaşlarınızı ve sizi, yeniden özgür olma­ nıza benim karar vereceğim bir ana kadar kapalı tutmama izin vermelisiniz. " "Kaptan sizsiniz; fakat size bir soru sorabilir miyim? " dedim gözlerimi ona dikerek. "Hayır, beyefendi," dedi. Bunu söyledikten sonra tartışılacak bir şey kalmamıştı. Emre itaat etmek gerekiyordu. Zaten karşı koymak imkansızdı. N ed Land ve Conseil'in kaldıkları kamaraya indim ve onlara Kaptan'ın emrini anlattım. Ka­ nadalının bu konuşmayı nasıl karşıladığını siz düşünün. Zaten bunu açıklamaya zaman da kal­ madı. Mürettebattan dört adam kapıda bekliyor­ du ve bizi Nautilus'taki ilk gecemizi geçirdiğimiz hücreye götürdüler. Ned Land direnmek istedi ama cevap olarak kapı yüzüne kapandı. "Beyefendi neler olduğunu söyleyecekler mi? " diye sordu Conseil.

Onlara tüm olan biteni anlattım. En az benim kadar şaşırmışlardı ve tıpkı benim gibi onlar da buna anlam veremedi. Derin derin düşüncelere daldım. Kaptan Nemo'nun görünüşündeki farklılık aklımdan bir 299

JULES VERNE

türlü çıkmıyordu. Mantıklı düşünmekten acizdim ve olmayacak varsayımlar arasında kaybolmuş­ tum. O sırada Ned Land'ın sözleri beni bu zihin bulanıklığından çekip çıkardı: "Buyurun! Öğle yemeği hazır! " Masa biz gelmeden hazırlanmıştı. Öyle görü­ nüyordu ki, Kaptan Nema bu emri Nautilus'un hızlanması emriyle birlikte vermişti. "Beyefendi kendilerine bir tavsiyede bulunma­ ma müsaade ederler mi? " "Söyle oğlum," diye cevap verdim. "Beyefendi yemeklerini yesinler. Bu en doğru­ su öl ur çünkü neler olacağını bilmiyoruz. " "Haklısın, Conseil." "Maalesef bize geminin kendi menüsüne göre yemek hazırlamışlar," dedi Ned Land. "Dostum Ned, " dedi Conseil, "ya hiç yemek vermeselerdi, o zaman ne diyecektiniz ?" Bu cümle zıpkıncının yakınmalarını kesti. Masaya oturduk. Yemek oldukça sessiz geçti. Çok az yedim. Conseil, temkinli davranmak adı­ na elbette, kendini yemeğe zorladı. Dünya yansa umurunda olmayan Ned Land, tabağını silip sü­ pürdü. Yemek bittikten sonra herkes kendi köşe­ sine çekildi. O sırada hücreyi aydınlatan ışıklı küre söndü ve yerini derin bir karanlığa bıraktı. Ned Land uy­ kuya dalmakta gecikmedi. Fakat beni asıl şaşır­ tan, Conseil'in de ağır bir uykuya dalmış olmasıy­ dı. Kendi kendime, onda karşı konulmaz bu uyku isteğini neyin yarattığını soruyordum. O sırada zihnimi yoğun bir uyuşukluk hissinin s ardığını hissettim. Açık tutmak istesem de gözlerimin ka 300

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

panmasına engel olamıyordum. Sancılı bir halü­ sinasyonun etkisindeydim Kuşkusuz yediğimiz yemeklere uyku ilacı atılmıştı! Demek Kaptan Nemo'nun planlannın bizden saklanması için sa­ dece hapis yeterli değildi, uyku da gerekiyordu! Kapaklann kapandığını işittim. Gemide hafif bir sallantıya sebep olan dalgalar da durulmuştu. Nau­ tilus okyanusun yüzeyinden aynlmış mıydı? Yoksa suyun hareketsiz katmanlanna mı inmişti?

• l . �

'

.

··: · .

30 1

.

.

. i

'

,.

JULES VERNE

Uykuya direnmek istedim ama bu imkansızdı. Nefes alıp verişim yavaşladı. Felçli gibi ağırlaş­ mış uzuvlarımı ölümcül bir soğuğun s ardığını hissettim. Gözkapaklarım kurşun gibi ağırlaş­ mışçasına kapandı. Gözlerimi açamıyordum. Ha­ lüsinasyonlarla dolu, korkunç bir uyku tüm ben­ liğimi ele geçirdi. Sonra gözümün önünde beliren görüntüler de kayboldu ve yerini tam anlamıyla bir hiçliğe bıraktı.

302

XXIV MERCAN KRALLIGI ...,

Ertesi gün kafam hafiflemiş bir şekilde uyan­ dım. Şaşırtıcıydı ama odamdaydım. Kuşkusuz ar­ kadaşlarım da benim gibi farkında olmadan ka­ maralarına götürülmüşlerdi. Gece boyunca olan biteni benim gibi onlar da bilmiyordu. Bu sırrı açı­ ğa çıkarmak için gelecekte karşıma çıkacak olay­ ları bekliyordum. Odamdan çıkmayı düşündüm. Hala tutsak mıydım, yoksa özgür mü? Tamamen özgürdüm. Kapıyı açtım, koridorlardan geçtim ve ana merdi­ veni tırmandım. Bir gün önce kapalı olan kapak­ lar açıktı. Sahanlığa vardım. Ned Land ve Conseil beni orada bekliyordu. Onlara bir şeyler sordum ama hiçbir şey bildikle­ ri yoktu. Geride hiçbir iz bırakmayan ağır bir uy­ kudan sonra kendilerini kamaralarında bulunca şaşkına dönmüşlerdi. Nautilus 'a gelince, her zamanki gibi huzurlu ve gizemli görünüyordu. Suyun üzerinde ortalama

bir hızla yüzüyordu. Gemide hiçbir şey değişme­ mişe benziyordu. Ned Land delici gözleriyle denizi gözlüyordu. Deniz ıssızdı. Kanadalı ufukta yeni hiçbir şeye rastlamadı; ne bir yelkenli ne bir kara parçasına. 303

JULES VERNE

Batı rüzgarı gürültüyle esiyor ve rüzgarın etkisiy­ le oluşan uzun dalgalar gemide hissedilir bir sar­ sıntıya neden oluyordu. Nautilus havasını yeniledikten sonra, gerekti­ ğinde su yüzeyine çıkmasını kolaylaştıracak on beş metrelik ortalama bir derinlikte kaldı. Alışıl­ mışın aksine, bu işlem 19 Ocak günü birçok kez tekrarlandı. İkinci kaptan sahanlığa çıkıyor ve alıştığımız cümlesi gemide yankılanıyordu. Kaptan Nemo'ya gelince, o hiç ortalıkta gö­ rünmedi. Geminin adamlarından yalnızca alışık olduğum titizliği ve sessizliğiyle yemeğimi geti­ ren hizmetçiyi gördüm. Saat ikiye doğru salondaydım. Kaptan'ın ka­ pıyı açıp içeri girdiği sırada notlarımı düzenle­ mekle meşguldüm. Onu selamladım. Tek bir söz etmeden, belli belirsiz bir hareketle o da beni se­ lamladı. Bir gece önce meydana gelen hadiseler­ le ilgili bana açıklama yapacağını umarak işime döndüm. Hiçbir açıklama yapmadı. Ona baktım. Yorgun bir hali vardı, uyku kızarmış gözlerini dinlendirmeye yetmemişti. Görünüşünde derin bir hüzün, gerçek bir keder kendini hissettiriyor­ du. Bir ileri bir geri dolaşıyor, oturup kalıyor, eli­ ne rastgele bir kitap alıp sonra hemen bırakıyor, araç gereçlerini her zaman yaptığı gibi notlar al­ madan kontrol ediyordu. Bir an bile yerinde du­ ramıyordu. Sonunda yanıma gelip: " Siz doktor musunuz B ay Aronnax ? " diye sordu. Hiç beklemediğim bu soru karşısında bir süre hiç cevap vermeden Kaptan'ın yüzüne baktım. 304

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Doktor musunuz? " diye tekrar etti. "Meslek­ taşlarınızın çoğu tıp eğitimi almıştır; örneğin Gra­ tiolet, Maquin-Tandon ve bunun gibiler. . . " "Esasında," dedim, "ben bir doktorum ve has­ tanelere bağlı çalışıyorum. Doğal Tarih Müzesi'ne girmeden önce uzun süre doktorluk yaptım." "Güzel, beyefendi." Cevabımın Kaptan Nemo'yu memnun ettiği açıktı. Fakat nereye varmak istediğini kestireme­ diğimden, duruma göre uygun cevaplar verece­ ğim yeni sorularını bekledim. "Bay Aronnax," dedi "adamlarımdan birini muayene etmeyi kabul eder misiniz ? " "Bir hastanız mı var?" "Evet. " "Sizinle gelmeye hazırım." "Gelin, öyleyse." Şunu söylemeliyim ki, kalbim hızla çarpıyor­ du. Neden bilmiyorum ama bana kalırsa, müret­ tebattan birinin hastalığıyla dünkü olaylar ara­ sında bir bağ vardı ve bu sırrı da hastayı olduğu kadar merak ediyordum. Kaptan Nema beni geminin arka tarafına gö­ türdü ve tayfaların bulunduğu bölüme yakın bir kamaraya soktu. Burada bir yatağın üzerinde kırklı yaşlarda, güçlü görünümlü, tipik bir Anglos akson yatı­ yordu .

Üzerine doğru eğildim. Bu adam hasta değil, yaralıydı. Sargı bezleriyle sarılmış kafasının altı­ na çift yastık konmuştu. Bezleri çözdüm. Yaralı adam sabit gözlerle bana bakarak ve tek bir inilti bile çıkarmadan bunu yapmama izin verdi. 305

JULES VERNE

Yarası korkunçtu. Kör bir aletle ezilmiş kafata­ sından beyni görünüyordu. Beyin, yoğun bir doku kaybına maruz kalmıştı. Yaralı kısımda şarap tor­ tusu renginde kan pıhtıları vardı Adamın beyni hem ezilmiş hem de sarsılmıştı. Hastanın nefes alıp verişi yavaştı. Kaslarındaki kasılmalar yüzü­ ne yansıyordu. Beyindeki hasar oldukça büyüktü ve adamın hem duyularını hem de hareketlerini felce uğratmıştı. 306

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Nabzını ölçtüm. Düzensizdi. Bedenin uç kısım­ ları çoktan soğumaya başlamıştı. Bunu engelle­ mek mümkün görünmediğinden ölümün yaklaş­ tığını anladım. Bu zavallının yarasına pansuman yaptıktan sonra, sargı bezlerini yeniden kafasına sardım ve Kaptan Nemo'ya dönüp: "Bu yara nasıl oldu?" dedim. Kaptan: "Önemli mi! " diye kaçamak bir cevap verdi. "Nautilus bir yere çarptı, bu sarsıntıyla makinenin kumanda kollarından biri koptu ve bu adama isa­ bet etti. Peki, durumuyla ilgili düşünceniz nedir?" Bunu söylemeye çekiniyordum. "Konuşabilirsiniz," dedi Kaptan. "Bu adam Fransızca anlamıyor. " Yaralıya son bir kez b akıp: "İki saat içinde ölecek," diye cevap verdim. "Onu kurtarmak için bir şey yapılamaz mı?" "Yapılacak hiçbir şey yok." Kaptan yumruğunu sıktı. Gözlerinden birkaç damla yaş döküldü. Onun ağlayabileceğini hiç düşünmezdim. Yavaş yavaş kanı çekilen, ölmek üzere olan bu adama birkaç saniye boyunca baktım. Yatağı­ nı boğan elektrik ışığı altında yüzünün soluklu­ ğu daha da artıyordu. Adamın, sefaletin, belki de acının erken yaşlandırdığı, çizgilerle dolu yüzüne bakıyordum. Dudaklarından dökülecek son söz­ lerde yaşamının gizini öğrenmeyi umuyordum! Kaptan Nemo: "Siz artık gidebilirsiniz, Bay Aronnax," dedi. Onu ölmek üzere olan bu adamın kamarasında bırakıp odama döndüm. Gördüğüm manzaradan 307

JULES VERNE

çok etkilenmiştim. Gün boyu uğursuz düşüncele­ rin etkisinde kaldım. Gece de huzursuz bir uyku­ ya daldım. Sık sık bölünen rüyalarımın arasında, uzaktan gelen inlemeler ve ölünün başında oku­ nan ilahilere benzer sesler duyduğumu sandım. Yoksa bu sesler, o anlamadığım dilde mırıldanı­ lan ölüm duası mıydı? Ertesi sabah güverteye çıktım. Kaptan Nema benden önce davranmıştı. Beni görür görmez ya­ nıma geldi. "Profesör," dedi. "Bugün bir deniz altı gezintisi yapmak sizin için uygun mudur?" "Arkadaşlarımla birlikte mi? " diye sordum. "Eğer isterlerse, neden olmasın? " "Emrinizdeyiz, Kaptan. " " O halde, dalgıç giysilerinizi giyin." Ölmek üzere ya da belki de ölmüş olan adam­ dan hiç konuşmadık. Ned Land ve Conseil'i bulup onlara Kaptan'ın teklifini bildirdim. Conseil kabul etmekte gecikmedi. Bu kez Kanadalı da bizimle gelmeye hevesli gibiydi. Saat sabah sekizdi. Saat sekiz buçuğa geldiğin­ de, bu yeni gezinti için çoktan giyinmiş, aydınlat­ ma ve nefes alma aletlerimizi kuşanmıştık. Çift kapı açıldı. Mürettebattan on iki kişinin izlediği Kaptan Nemo'yla birlikte Nautilus'un üzerinde bulunduğu, on metre derinlikteki zemine ayak bastık. Hafif bir yokuş bizi yaklaşık on beş kulaç de­ rinlikte yer alan pürüzlü bir zemine getirdi. Bu zemin, Pasifik Okyanusu'nun derin sularındaki ilk gezintim sırasında karşılaştığım zeminden bütünüyle farklıydı. Ne ince kum, ne deniz altı 308

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

düzlükleri ne de engin denizlere özgü ormanlar vardı burada. Bugün burada, Kaptan Nemo'nun bize gezme şansını tanıdığı bu olağanüstü bölgeyi hemen tanıdım: Mercan krallığıydı. Bitkimsi hayvanlar kolunun alyonarialar sını­ fında, gorgonialar, isisler ve kabuklular olarak üç alt gruba ayrılmış gorgonaria takımı vardır. Mer­ canlar, gorgonaria takımının kabuklular alt gru­ buna aittir. Bu tuhaf varlıklar, sırasıyla mineral, bitki ve hayvan kategorisinde sınıflandırılmıştır. Eskilerin ilaç, modernlerinse mücevher olarak kullandığı mercanın bir hayvan olduğu yakın bir tarihte, 1694 yılında Marseillais Peysonnel tara­ fından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. Mercan, kırılgan ve taşa benzer poliper üze­ rinde birikmiş hayvancıklar kümesidir. Polipler tomurcuklanma yoluyla ve tek bir üretici tara­ fından ürerler. Bu poliplerin her biri bağımsızdır ancak hepsi ortak bir yaşamı paylaşırlar. Buna bir tür doğal sosyalizm diyebiliriz. Doğabilimcilerin son derece yerinde gözlemlerini takip ettiğim­ den, ağaçlaşırken aynı zamanda mineralleşen bu garip bitkimsi hayvan hakkındaki son çalış­ malardan haberdardım. Ve benim için hiçbir şey, doğanın denizin dibinde büyüttüğü bu taşlaşmış ormanları ziyaret etmekten daha ilginç olamazdı. Ruhmkorff aygıtları aktif hale getirildi. Za­ manla bir gün Hint Okyanusu'nun bu bölümünü tümüyle kaplayacak olan, henüz oluşma sürecin­ deki bir mercan şeridini takip ettik. Yolun iki ke­ narında da yıldız biçimli, ortası beyaz çiçeklerle kaplı iç içe geçmiş fidanlardan oluşan çalılar var­ dı. Ancak yerdeki kayalara tutunmuş bu ağaçlar, 309

JULES VERNE

yeryüzündeki bitkilerden farklı olarak, yukardan aşağı doğru uzanıyordu. Işık, alabildiğine canlı renkteki dalların arasın­ da eğlenerek binlerce göz alıcı etki yaratıyordu. Zarımsı ve silindir biçimindeki bu tüpler, gözü­ me dalgaların etkisiyle titriyor gibi görünüyordu. Bazıları yeni açmış, bazıları açmak üzere olan, küçük balıkların kuş sürüleri gibi geçerken hafif­ çe dokundukları bu bitkilerin, zarif iplikçiklerle süslü taze taçyapraklarını koparmak istiyordum. Ama elim bu canlı, duyarlı çiçeklere yaklaşır yak­ laşmaz kolonide alarm veriliyordu. Beyaz taçyap­ rakları kırmızı kılıflarına çekiliyor ve çalılık bir anda pürüzlü bir taş bloğa dönüşüyordu. Şansım beni bitkimsi hayvanların en güzel ör­ nekleriyle karşılaştırmıştı. Bu mercan Akdeniz' de, Fransa, İtalya ve Berberistan kıyılarında avlanan­ larla eşdeğerdi. Canlı renk tonlarıyla, ticarette kendisine verilen kan çiçeği ve kan köpüğü gibi şiir­ sel yakıştırmaları hak ettiğini ispat ediyordu. Bir kilogram mercanın fiyatı beş yüz franka kadar çı­ kabilir. Buradaki mercan yataklarının değeri, bü­ tün mercan işleyicilerinin toplam serveti kadardı. Bu değerli madde, yer yer başka poliplerle karışı­ yor ve "macciota" denen sıkıştırılmış ve çözüne­ mez yığınlar oluşturuyordu. Bu yığının üzerinde harika pembe mercan örnekleri buldum. Çok geçmeden çalılıklar sıklaştı ve ağacım­ sı bitkilerin boylan uzadı. Ayaklarımızın altında taşlaşmış korular ve uzun kemer gözleri belirdi. Kaptan Nema karanlık bir geçide girdi. Bu geçi­ din yumuşak eğimini izleyerek yüz metre derin­ liğe indik. Sarmal borulardan yayılan ışık, bazen 310

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

doğal kemerlerin üzerindeki pürüzlü gırınti çı­ kıntılara, bazen de etraftan avizeler gibi sarkan süslere çarparak büyülü etkiler yaratıyordu. Mer­ can ağaçlarının arasında, en az onlar kadar ilginç melitalar, dallanıp budaklanmış irisler, bazıları yeşil bazıları kırmızı birkaç coralina tutamı vardı. Kalker tuzlarının üzerini bir tabaka gibi kaplamış coralinalar aslında gerçek alglerdi; doğabilimciler uzun tartışmalardan sonra coralinaları bitkiler sınıfına koymuşlardı. Bir düşünürün dediği gibi, "Yaşamın acımasız başlangıç noktasından henüz kopmadan, taşlaşmış uykusundan karanlık bir şekilde uyandığı yer belki de burasıdır. " İki saat yürüdükten sonra yaklaşık üç yüz metrelik bir derinliğe, mercanların oluşmaya başladığı sınıra ulaşmıştık. Artık önümüzde ne küçük çalı toplulukları ne de kısa ağaçlardan oluşan otluklar vardı. Burası büyük mineral bit­ kilerin, plumaria diye bilinen rengarenk deniz sarmaşıklarıyla birbirine bağlanmış olan taşlaş­ mış ağaçların bulunduğu devasa bir ormandı. Dalgaların gölgesinde kaybolan yüksek dalların altından özgürce geçiyorduk. Bu sırada ayakları­ mızın altında tubiporalar, meandrinalar, deniz­ yıldızları, fungialar ve caryophyllialar, aralarına göz kamaştırıcı taşlar serpiştirilmiş çiçekten bir halı gibi uzanıyordu. Tasvir edilemez bir manzaraydı bu! Ah! Hisset­ tiklerimizi birbirimizle paylaşamıyorduk! Neden şu metal, cam maskenin altında tutsaktık! Neden aramızda konuşmamız böyle engelleniyordu! Ne­ den en azından suda yaşayan balıklar gibi ya da daha iyisi, hem karada hem suda yaşayan ve canı 311

JULES VERNE

hangisini isterse orada uzun saatler geçiren can­ lılar gibi değildik biz! Bu sırada Kaptan Nemo durmuştu. Arkadaşla­ rım ve ben de yürümeyi bıraktık. Arkama dönüp baktığımda Kaptan Nemo'nun adamlarının onun etrafında yanın daire şeklinde dizildiğini gördüm. Daha dikkatli bakınca, adamlardan dördünün omuzlarında uzun bir nesne taşıdığını fark ettim. Bulunduğumuz yer, etrafı deniz altı ormanının büyük ağaçlarıyla çevrili geniş bir açıklıktı. Keme­ rimizdeki fenerlerin ışığı , bulunduğumuz yerde, zemine yansıyan gölgelerimizi alabildiğine uza­ tan bir tür alacakaranlık yaratıyordu. Açıklığın sonundaysa zifiri karanlık başlıyordu. Tek aydın­ lık belirtisi mercanın sivri köşelerinde beliren kü­ çük kıvılcımlardı. Ned Land ve Conseil benim yanımdaydı. Kaptan'a ve adamlarına bakıyorduk. Aklımdan garip bir sahneye tanıklık edeceğimiz düşüncesi geçiyordu. Zemine bakarken bazı yerlerinde hafif kabartılar fark ettim. Üzeri kireç tabakasıyla ör­ tülmüş bu kabartılar, insan elinden çıktığı belli olan bir düzenlilikte sıralanmıştı. Açıklığın ortasında üst üste konulmuş taşlar­ dan oluşturulmuş bir ayak üzerinde, taşlaşmış kandan yapılmış gibi duran, kollarını iki yana uzatmış mercan bir haç yükseliyordu. Kaptan Nemo'nun bir işaretiyle adamlardan biri ilerledi ve kemerinden çıkardığı küreğiyle, haçın birkaç adım uzağında bir çukur kazmaya başladı. O an her şeyi anlamıştım! Bu açıklık bir mezar­ lık, bu çukur bir mezar, adamların omuzlarında 312

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

taşıdığı uzun şey de dün gece ölen adamın cansız bedeniydi! Kaptan Nema ve adamları, arkadaşla­ rını erişilmez okyanusun dibindeki bu ortak me­ zarlığa gömmeye gelmişlerdi! Hayır! Ben hayatımda hiç bu kadar duygulan­ mamıştım! Hiçbir zaman böylesi yoğun düşünce­ ler kaplamamıştı zihnimi! Gözlerim gördüklerini görmek istemiyordu! Bu sırada mezar yavaş yavaş kazıldı. Etraftaki balıklar oraya buraya kaçışıyorlardı. Kireçli zemi­ ne vuran, bazen de denizin derinliklerinde kay­ bolmuş bir çakmaktaşına çarpıp kıvılcım çıkaran demir küreğin sesini duyuyordum. Çukur gittikçe genişledi ve çok geçmeden bir bedeni içine alabi­ lecek derinliğe ulaştı. Ölüyü taşıyan adamlar yaklaştı. İnce, beyaz bir kumaşa sarılmış olan beden, nemli mezarına indi. Kaptan Nema kollarını göğsünün üzerinde bağlamıştı. Adamın sevdiği tüm arkadaşları dua etmek için diz çöktü. . . Ben ve arkadaşlarım da saygıyla eğildik. Sonra mezar zeminden çıkan kalıntılarla kapa­ tıldı ve zeminde hafif bir kabartı meydana getirdi. Bu iş bitince Kaptan Nema ve adamları ayağa kalktı. Mezara yaklaştılar ve yeniden diz çöküp son kez elveda demek için ellerini uzattılar . . . Daha sonra bu hüzünlü cenaze alayı, ormanın oluşturduğu kemerlerin, otlukların arasından ge­ çip mercan çalılıklarını aşarak ve hep yokuş yu­ karı tırmanarak Nautilus 'un yolunu tuttu. Sonunda geminin ışıkları göründü. Gemiden yayılan ışık bize Nautilus 'a kadar rehberlik etti. Saat birde gemiye dönmüştük. 313

JULES VERNE

Dalgıç giysilerimi değiştirir değiştirmez sa­ hanlığa çıktım. Düşüncelerim tek bir noktaya ta­ kılı kalmış halde, borda fenerin yanına oturdum. Kaptan Nemo da yanıma geldi. Ağaya kalktım ve ona: " Söylediğim gibi, bu adam gece öldü değil mi?" dedim. 3 14

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Evet, Bay Aronnax," diye karşılık verdi. "Şimdi arkadaşlarıyla birlikte mercan mezarlı­ ğında yatıyor? " "Evet, herkes tarafından unutulmuş ama bi­ zim hiçbir zaman unutmayacağımız yerde ! Biz mezarı kazıyoruz; ölülerimizi sonsuza dek koru­ ma göreviniyse polipler üstleniyor! " Kaptan ani bir hareketle yüzünü titreyen elleri­ nin arkasında gizlemeye, hıçkınklannı bastırma­ ya çalıştı. Ama nafileydi. Sonra şunları söyledi: "Bizim sessiz mezarlığımız orada işte, deniz yüzeyinin birkaç yüz ayak altında ! " "Ölüleriniz orada, köpekbalıklarından uzakta, en azından huzurla uyuyorlar! " dedim. "Evet, beyefendi," dedi, Kaptan, "köpekbalıkla­ rından ve insanlardan uzakta! "

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU

315

İKİNCİ BÖLÜM



1

HiNT OKYANUSU

Denizler altındaki bu yolculuğun ikinci kısmı burada başlıyor. İlk bölüm, ruhumda derin bir iz bırakan, dokunaklı mercan mezarlığı sahnesiyle sona ermişti. Kaptan Nemo'nun tüm yaşamı, işte bu uçsuz bucaksız denizin ortasında geçiyordu. Kaptan, denizin kimsenin erişemeyeceği derin­ liklerinde kendine mezar bile hazırlamıştı. Orada, okyanus canavarlarının bir teki bile Nautiius'un konuklarının, yani yaşarken olduğu gibi ölümde de birbirlerine tutunmuş dostların son uykusunu bozamaz! "Hiçbir insan da! " diye eklemişti Kaptan. İnsanlara karşı hep aynı korkak tutum, bastırı­ lamaz güvensizlik! Bu konuda Conseil'i tatmin eden varsayımlar artık beni memnun etmiyordu. Bu cesur genç, Nautiius'un komutanının kişiliğinde, kayıtsız tu­ tumlarından ötürü tüm insanlığı küçümseyen, değeri anlaşılmamış bilginlerden birini görmek­ te ısrar ediyordu. Conseil'e göre Kaptan Nema, dünya üzerindeki mutsuzluktan usanmış ve tüm güdülerini serbest bırakabildiği bu erişilmez yere sığınmış, değeri anlaşılmamış bir dehaydı. Ama bence bu varsayım Kaptan'ın yalnızca bir yanını açıklıyordu. 319

JULES VERNE

Aslında hücrede tutulduğumuz ve uyutuldu­ ğumuz bir önceki gecenin gizemi, Kaptan'ın ufku gözlemek üzereyken dürbünü elimden şiddetle çekmek suretiyle aldığı tedbir, Nautilus 'un sebe­ bi bilinmeyen bir şekilde bir yere çarpması so­ nucu adamın aldığı öldürücü darbe, tüm bunlar beni doğal bir sonuca götürüyordu. Hayır! Kaptan Nemo insanlardan kaçmakla kalmıyordu! Olağa­ nüstü aracı, Kaptan'ın yalnızca özgürlük dürtüle­ rine değil, belki de henüz bilmediğimiz intikam emellerine de hizmet ediyordu. Şu anda ortada söylenecek kesin bir şey yok. Bazen karanlığın içinde panltılar görür gibi olu­ yorum, hepsi bu. Başka türlü söylersem, olaylar beni yalnızca yazmaya itiyor ve ben şimdilik bu­ nunla yetinmeliyim. Üstelik Kaptan Nemo ve beni birbirimize bağlayan hiçbir şey yok. Nautilus'tan kaçmanın imkansız olduğunu biliyor. Verdiğimiz söze ba­ karsanız, aslında esir bile sayılmayız. Aramızda bizi bağlayan bir centilmenlik anlaşması da yok. Sırf kibarlık olsun diye, misafir olarak adlandınlan tutuklulardan, mahkumlardan başka bir şey deği­ liz. Bununla birlikte Ned Land özgürlüğüne yeni­ den kavuşma arzusundan vazgeçmiş değil. Şansın karşısına çıkaracağı ilk fırsatı değerlendireceği ke­ sin. Kuşkusuz ben de onun gibi yapacağım. Fakat Kaptan'ın iyi niyeti sayesinde bizimle paylaştığı Nautilus'un sırlannı da beraberimde götürürken bir tür pişmanlık duyacağım! Peki, bu adamdan nefret mi etmeli, yoksa ona hayran mı olmalıyım? O bir kurban mı, yoksa cellat mı? Hem dürüst ol­ mak gerekirse, Kaptan'ı sonsuza dek terk etme320

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

den önce başlangıcı muhteşem olan su altı dünya turunu tamamlamak isterim. Yeryüzü denizlerin­ de yer alan tüm güzellikleri gözlemlemiş olmak isterim. Bu doymak bilmez öğrenme arzumun bedelini canımla ödemem gerekse bile, bugüne kadar hiç kimsenin görmediği şeyleri görmek is­ terim! Şimdiye kadar ne keşfettim ki? Hiç ya da hiçe yakın şeyler. Ne de olsa Pasifik Okyanusu'nda sadece altı bin fersahlık yol katettik! Ama Nautilus'un üzerinde insanların yaşadığı topraklara yaklaştığını da bal gibi biliyordum ve eğer kurtulma şansımız olursa, bilinmeyene kar­ şı duyduğum tutku uğruna arkadaşlanmı feda et­ mek acımasızlık olur. Onlan izlemem, belki de on­ lara rehberlik etmem gerekebilir. Bu fırsat bir gün karşımıza çıkacak mı? Yalnızca özgür iradesiyle karar veren sıradan bir insan bu fırsatı bekler ama bilginler ve meraklılar böyle bir fırsattan korkar. O gün, yani 21 Ocak 1868 günü öğle vakti, ikin­ ci kaptan güneşin yüksekliğini ölçmek için sa­ hanlığa çıktı. Ben de çıktım. Bir sigara yakıp onun yaptığı işi izledim. Bana kalırsa bu adam Fransız­ ca bilmiyordu; çünkü yanında çoğu kez düşünce­ lerimi yüksek sesle dile getirdim. Söylediklerimi anlıyor olsaydı ister istemez tepki verirdi ama o hep duygusuz ve sessiz kalıyordu. İkinci kaptan sekstant yardımıyla gözlem ya­ p arken, Nautilus 'un tayfalarından biri, Crespo

Adası'nda yaptığımız ilk deniz altı gezisi sırasın­ da bize eşlik eden o güçlü adam, fenerin camları­ nı temizlemek için geldi. O sırada ben de liman­ lardaki büyük fenerler gibi yerleştirilmiş, mercek biçiminde camdan yapılmış ve dairesel hareket321

JULES VERNE

lerle ihtiyaca göre her yönü aydınlatabilen ve bunu yaparken, yine duruma göre gücünü yüz katı artırabilen bu feneri incelemeye koyuldum. Elektrik lambası aydınlatma gücünü en etkin kul­ lanabilecek şekilde tasarlanmıştı. Işığının boşluk­ ta oluşması ona hem düzenlilik hem de yoğunluk sağlıyordu. Bu boşluk, aynı zamanda aralarında ışık yayının oluştuğu iki grafit çubuğun ömrünü uzatıyordu. Bu gibi parçaların uzun ömürlü olma­ sı, onları kolayca yenileyemeyecek olan Kaptan Nemo için önemliydi. Fakat bu şartlar altında, bu grafit çubuklardaki yıpranma oranı hissedilme­ yecek kadar azdı. Nautilus yeniden deniz altı yolculuğuna başla­ maya hazırlanırken salona indim. Kapaklar ka­ panmış, rotamız dümdüz batıya çevrilmişti. Hint Okyanusu üzerinde ilerliyorduk. Bu en­ gin okyanusun yüzölçümü beş yüz elli milyon hektardır. Suyu da öylesine berraktır ki, bakınca insanın başını döndürür. Nautilus genellikle yüz­ iki yüz metre derinlikte ilerliyordu. Bu birkaç gün boyunca böyle devam etti. Denize benim kadar tutkun olmayan insanlara, denizde geçirilen sa­ atler uzun ve tekdüze gelebilir. Ama üzerindey­ ken okyanusun canlandırıcı havasını soluyup güç kazandığım sahanlıkta yaptığım günlük gezinti­ ler, salonun camlarından görünen zengin sular­ daki manzara, kütüphanedeki kitapları okumak, hatıralarımı yazmak, bunlar benim tüm zamanı­ mı alıyor ve sıkılmaya hiç fırsatım kalmıyordu. Hepimizin sağlığı son derece iyiydi. Gemide­ ki yemekler bize iyi gelmişti. Kendi adıma, Ned Land'ın sırf karşı çıkmak için çaba gösterip ha322

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

zırladığı değişik yiyeceklerden vazgeçebilirdim. Dahası, gemideki sabit sıcaklık sayesinde nez­ leden korkmaya da gerek yoktu. Üstelik Proven­ ce bölgesinde "deniz rezenesi" olarak bilinen Dendrophyllee adlı taşmercanlann -ki bunlardan gemide bol bol vardı- ağızda dağılan etli kısmıyla hazırlanan karışım öksürüğe birebirdi. Birkaç gün boyunca çok sayıda perde ayaklı deniz kuşu, martı ve gümüş martı gördük. Bun­ lardan bazıları ustalıkla avlandı, değişik bir bi­ çimde hazırlandı; denizde avlandıkları için kabul edilebilir bir av eti olarak önümüze sunuldu. Ka­ radan çok açılan, uçmaktan yorulunca dalgaların üzerinde dinlenen bu uzun kanatlı kuşlar arasın­ da, çığlıkları eşek anırmasını andıran çok güzel albatroslar takıldı gözüme. Bu kuşlar, uzuntelek­ liler familyasına aitti. Tamperdeayaklılar famil­ yasında, deniz yüzeyindeki balıklan bir çırpıda avlayan fregat kuşları, çok sayıda tropik kuş ve sarı gagalı tropik kuşlar yer alıyordu. Diğer tropik kuşlardan farklı olarak, bir güvercin boyundaki sarı gagalı tropik kuşların göğüs tüyleri kırmızı, kanatları siyahtı; kanatlarının üzerindeki kırmızı tüyler onları daha da belirgin hale getiriyordu. Nautilus'un ağlan karetta cinsine ait değişik tür­ den pek çok denizkaplumbağası yakaladı. Sırtlan bombeli olan bu kaplumbağaların kabuğu çok de­ ğerliydi. Kolayca dalabilen bu sürüngenler, burun kanallarının dışarıya açılan deliği üzerindeki etten kapağı kapatarak uzun süre suyun altında kalabi­ liyordu. Kaplumbağalardan bazıları yakalandıkla­ rında, genelde deniz hayvanlarından kaçmak için sığındıkları kabuklarında hala uyuyor oluyordu. 323

JULES VERNE

Bu hayvanların etleri ne çok lezzetli ne çok kötüy­ dü ama yumurtaları gerçekten harikaydı. Balıklara gelince, geminin açık kapaklarından onların sudaki yaşamlarının sırlarını öğrendikçe hayranlığımız kat kat artıyordu. O zamana kadar germe şansımın olmadığı pek çok balık türüne rastladım. . .

324

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Fakat özellikle Kızıldeniz'de, Hint denizlerin­ de, Amerika kıtasının Ekvator'a yakın kıyılarında bulunan sandıkbalıklanndan söz edeceğim. Bu balıklar da kaplumbağalar, tatular, denizkestane­ leri ve kabuklular gibi bir kabukla korunur; fakat bu hayvanların kabuklan kalkerli ya da taşsı değil kemiksi bir yapıdadır. Bu kabuk, kiminde üçgen, kiminde dörtgen biçimindedir. Üçgenimsi olanlar arasında, yarım desimetre boyunda, eti faydalı ve enfes, kahverengi kuyrukları ve san yüzgeçleri olan birkaç tanesini not ettim. Hatta bu balıkların pek çok tuzlu su balığının kolayca uyum sağladığı tatlı sulara alıştırılmasını tavsiye ederim. Bunlar­ dan başka, sırtlarında dört büyük yumru bulunan dörtgen biçimli sandıkbalıklannı, bedenlerinin alt kısmında beyaz benekleri olan ve kuşlar gibi kolayca evcilleştirilebilen benekli sandıkbalıkla­ rını, bedenleri kemiksi derilerinin oluşturduğu dikensi uzantılarla kaplı ve homurtular çıkardık­ ları için "deniz domuzu" adıyla anılan trigonaları, koni biçiminde büyük hörgüçleri olan ve etleri ol­ dukça sert sandıkbalıklarını da anmak gerekiyor. Üstat Conseil'in tuttuğu günlük notlardan ha­ reketle, sizlere tetrodon balıklan türünden, bu denizlere özgü, kırmızı sırtlı, beyaz göğüslü ve benzerlerinden üzerinde bulunan üç sıra ince çiz­ giyle ayrılan uskumrulardan, yedi parmak uzun­ luğunda, canlı renklerle bezeli elektrik balıkla­ rından söz edebilirim. Sonra başka türden balık örnekleri de sayabilirim; mesela Üzerlerinde be­ yaz, kalın çizgiler bulunan, kuyruksuz ve bu ha­ liyle kahverengi bir yumurtayı andıran ovoidler; dikenli ve gerektiğinde bir iğne yumağına benze325

JULES VERNE

yecek şekilde şişebilen, denizlerin gerçek dikenli­ domuzlan olan deniz kirpileri; tüm okyanuslarda yaşayabilen denizatları; uzun burunlu, geniş ve kanat biçimindeki yüzgeçleriyle uçamasalar bile en azından havada zıplayabilen pegasuslar; kuy­ rukları pullu halkalarla kaplı yassı kayabalıklan; yirmi beş santimetre uzunluğunda, hoş renkler­ le parıldayan, uzun çeneli macrognatlar; kafala­ rı pütürlü, kurşun renginde callimoralar; uzun kann yüzgeçleri olan, siyah çizgili, su yüzeyinde müthiş bir hızla kayan binlerce sıçrayan horoz­ bina; akıntı uygun olduğu zaman yüzgeçlerini kanat gibi açabilen zarif yelkenbalıkları; doğanın s an, gök mavisi, gümüş ve altın rengi gibi renk­ lerle bezediği göz kamaştırıcı kurtuslar; ipliksi kanatlı uskumrular; uğultu sesi çıkaran, Üzerle­ ri devamlı kumlu olan kefaller; karaciğeri zehir olarak kabul edilen kırlangıçbalıkları; gözlerinin üzerinde hareketli bir perde bulunan çırçır ba­ lıkları; son olarak da ağızları uzun ve bir boruyu andıran, okyanusun sinekkapan kuşları olarak bilinen ve silahları sinekleri tek bir su damlasıyla vuran Chassepot ve Remington silahlarından çok daha başarılı olan okçubalıklar. Lacepede'in yaptığı sınıflandırmaya göre sek­ sen dokuzuncu sıradaki balık türü, kemikliba­

lıkların ikinci alt sınıfına ait, solungaç kapağı ve solungaçlanndaki zarsı yapıyla diğerlerinden ay­ rılan iskorpit balığıdır. Bu balıkların kafaları di­ kenlerle örtülüdür; tek bir sırt yüzgeçleri vardır ve ait oldukları alt türe göre vücutlarında küçük pullar bulunur ya da bulunmaz. İlk alt türde, otuz kırk desimetre uzunluğunda, sarı çizgili, fantas326

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

tik görünümlü kafaları olan kurbağa balıkları vardır. İkinci alt türe gelince, bu tür "deniz kurba­ ğası" diye adlandırılan, garip bir balığın pek çok türünü barındırır. Bu balığın bazı türlerinin koca­ man kafalarında derin sinüs çukurlan vardır; ba­ zılarınınsa kafaları dikenlerle kaplı ve yumrularla dolu olduğundan çıkıntılıdır ve bunların biçimsiz, çirkin boynuzlan vardır. Vücutları ve kuyrukları nasırlaşmıştır. Dikenleri tehlikeli yaralara sebep olabilir. Kısacası bu balıklar tiksindirici ve kor­ kunçtur. Nautiius, 21 Ocaktan 23'üne kadar yirmi dört saatte iki yüz elli fersah, yani beş yüz kırk mil ya da saatte yirmi iki mil hızla ilerledi. Bu süre için­ de bu kadar çok balık türü inceleyebildiysek, bu­ nun sebebi elektriğin ışığının cazibesine kapılan balıkların bize eşlik etmeye çalışmasıydı. Gemi hızlı gittiği için balıkların çoğu arayı açıyor ve hemen geride kalıyordu. Yine de bazıları bir süre Nautilus'la beraber ilerlemeyi başarıyordu. 24 Ocak sabahı, 12° 5 ' güney enlemi ve 94° 33' boylamında yer alan, daha önce M. Darwin ve Kaptan Fitz-Roy'un gelip ziyaret ettiği Keeling Adası'nı, yani üzerinde harika hindistancevizleri olan bu taşmercan yükseltisini gördük. Nautilus bu ıssız adayı çevreleyen kayaların biraz uzağın­ dan geçti. Burada denize bırakılan ağlara çok sayı­ da polip ve derisidikenli örneğiyle yumuşakçalar sınıfından ilginç kabuklular takıldı. Dauphinula türünün birkaç değerli örneği Kaptan Nemo'nun hazinesini süsledi. Ben de bu hazineye bir astre­ as, yani çoğunlukla kabukluların üzerinde bulu­ nan bir tür parazit polip ekledim. 327

JULES VERNE

Keeling Adası çok geçmeden ufukta kayboldu ve rota kuzeybatıya, Hindistan Yanmadası'nın burun kısmına doğru çevrildi. O gün Ned Land: "Medeni topraklar," dedi, "geyikten çok vah­ şiyle karşılaştığımız Papuasya adalarından çok daha iyi! Bu Hindistan topraklannda, Profesör, yollar, demiryollan, İngiliz, Fransız, Hint kent­ leri var. Burada bir yurttaşımızla karşılaşmadan beş mil bile gitmeyeceğiz değil mi? Nazik Kaptan Nemo'ya kazık atmanın zamanı gelmedi mi? " "Hayır, Ned, hayır, " diye karşılık verdim ka­ rarlı bir ses tonuyla. " Siz denizcilerin de söylediği gibi, olaylan akışına bırakalım. Nautilus üzerinde insanlann yaşadığı kıtalara yaklaşıyor. Avrupa'ya doğru gidiyor. Hele bizi bir oraya götürsün baka­ lım. Kendi denizlerimize varınca, mantığımız bizi neye yönlendiriyor göreceğiz. Zaten Kaptan Nemo'nun Yeni Gine ormanlanna olduğu gibi, Malabar ya da Koromandel kıyılarına gitmemize izin vereceğini sanmıyorum. " "Güzel! Ondan izin almaktan vazgeçemez miyiz ? " Kanadalıya cevap vermedim. Onunla tartışmak istemiyordum. Aslında yüreğimde, beni Nautilus'un

içine fırlatan kaderin karşıma çıkaracağı tesadüfle­ ri sonuna kadar yaşama arzusu vardı. Keeling Adası'ndan sonra hızımız sürekli azaldı. İlerleyişimiz de oldukça düzensizdi; sık sık derin­ lere dalıp çıkıyorduk. Bunun için geminin içindeki kaldıraçlardan ve su kesimine göre öne ya da arka­ ya yatabilen eğik düzlemlerden faydalanıyorduk. Bu sayede iki yüz-üç yüz kilometre derinliğe kadar 328

DENiZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

inebiliyorduk inmesine ama Hint Okyanusu'nun on üç bin metrelik sondajlann bile ulaşamadığı en derin yerlerini bir türlü saptayamıyorduk. Aşağı katmanlardaki su sıcaklığına gelince, termometre hiç şaşmadan sıfınn altında dört dereceyi gösteri­ yordu. Üst katmanlardaki suyunsa açık denizdeki sığlıklardan daha soğuk olduğunu tespit ettim. 25 Ocakta okyanus tümüyle ıssızdı. Nautilus günü su yüzeyinde, sulan kuvvetli pervanesiyle döverek ve çok yükseklere fışkırtarak geçirdi. Bu koşullarda onun bir deniz memelisi sanılmasın­ da hiçbir tuhaflık olamazdı. Günün dörtte üçü­ nü sahanlıkta geçirdim. Denizi izledim. Akşam saat dörde doğru, ufukta bize ters yönde hareket ederek batıya doğru ilerleyen buharlı gemiden başka bir şey göremedim. Bu geminin direkle­ ri bir an için görünür gibi oldu ama gemidekiler su yüzeyine çok yakın olan Nautilus 'u fark etme­ diler. Bu buharlı geminin, Kral George Burnu ve Melbourne'dan geçerek Seylan Adası ve Sydney arasında işleyen Peninsulaire-Orientale hattına ait olduğunu düşündüm. Akşam saat beşte, tropikal bölgelerde gündü­ zü geceye bağlayan kıs a alacakaranlıktan önce, Conseil'le birlikte ilginç bir sahneye denk geldik ve şaşırıp kaldık. Antik çağlarda yaşayanların inanışına göre, kendisini gören kişiye şans getirdiğine inanılan sevimli bir hayvan vardır. Aristoteles, Athenaios, Plinius ve Oppian bu hayvanın özellikleri üzerine çalışmışlar; Yunanistan ve İtalya'daki bilginlerin onun hakkındaki şiirlerini okumuşlardır. Antikler bu hayvanı Nauti1us ve Pompylius diye adlandır329

JULES VERNE

mıştır. Fakat modern bilim bu adlandırmayı uy­ gun bulmadığı için bugün bu yumuşakçayı Argo­ nauta olarak biliyoruz. Conseil'e kim sorsa, bu cesur genç adamdan yumuşakçaların beş sınıfa ayrıldığını; bunlardan ilkinin kafadanbacaklılar sınıfı olduğunu; üyele­ rinin bazıları kabuklu bazıları kabuksuz olan bu sınıfın, solungaç sayısı gözetilerek dibranchia ve tetrabranchia olmak üzere iki familyaya ayrıldı­ ğını; dibranchia sınıfının argonauta, kalamar ve mürekkepbalığı olmak üzere üç, tetrabranchia sınıfının da nautilus adını taşıyan tek bir türü ol­ duğunu öğrenebilirdi. Eğer bu terimlendirmeden sonra hala isyankar biri çıkıp acetabulalı, yani vantuzlu olan argounauta ile tentaküllü, yani do­ kunaçlı olan olan nautilusu birbirine karıştırırsa, bunun affı olmaz. İşte okyanusun üzerinde yüzen bir argonauta sürüsüydü. Sayıları yüzlerle ölçülebilirdi. Bunlar Hint denizlerine özgü yumrulu argonauta türüne ait hayvanlardı. Bu hayvanların vücutlarında hareket etme­ lerini sağlayan bir boru vardı. İçlerine çektikleri suyu, bu boru sayesinde dışarı püskürterek geri geri yüzüyorlardı. Sekiz dokunaçlarından ince ve

uzun olan altı tanesi suyun üzerinde yüzüyor; pa­ let biçimindeki diğer ikisiyse, hafif bir yelken gibi rüzgara karşı gergin duruyordu. Cuvier'nin zarif bir istimbota benzettiği spiral biçimli ve kıvrımlı kabuklarını tümüyle görebiliyordum. Gerçek bir gemiyi andıran bu kabuklar, onları salgılarından oluşturan hayvanı, hayvanın hiçbir müdahalesi olmadan taşıyordu. 330

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Conseil'e: "Argonauta kabuğunu terk etmekte özgürdür, " dedim, "ama bunu asla ya p maz. "

" Kaptan Nema da öyle yapıyor," dedi. "Bu yüzden gemisine argonauta adını taksa daha iyi olurmuş. " Nauti1us, yaklaşık bir saat boyunca bu yumu­ şakça sürüsünün ortasında ilerledi. Nedendir bi331

JULES VERNE

linmez, bir anda ürktüler. Sanki bir işaret almışlar gibi yelkenler hemen indirildi, kollar kıvrıldı, vü­ cutlar büzüştü, ters dönen kabuklar ağırlık mer­ kezini değiştirdi ve bütün filo dalgaların altında gözden kayboldu. Bunların hepsi bir anda gerçek­ leşti. Herhalde hiçbir deniz filosunun gemileri bu denli uyumlu hareket etmemiştir. Bu sırada birdenbire gece indi. Rüzgarın etki­ siyle hafifçe kabaran dalgalar, Nautilus 'un ustur­ maçalarının altında sakince yayıldı. Ertesi gün, 26 Ocakta, Ekvator'u doksan ikinci meridyenden kestik ve kuzey yanmküreye girdik. Gün boyunca devasa bir kadırgabalığı sürüsü bize eşlik etti. Bunlar bu denizlerde hızla çoğa­ lan ve burayı tehlikeli hale getiren hayvanlardı. Aralarında kahverengi sırtlı, beyazımsı karınlı ve on bir sıra dişi bulunan boz kadırgabalıkları, boyun kısımlarında göze benzeyen, etrafı beyaz bir çizgiyle çevrili siyah bir leke olan kadırgaba ­ lıkları , yuvarlak burunlu ve derilerinin üzerin­ de koyu noktalar bulunan kadırgabalıkları var­ dı. Bu kuvvetli hayvanlar, pek güven vermeyen bir şiddetle şık salonun camlarına s aldırıyordu. O anlarda Ned Land kendini kaybediyordu. Su yüzeyine çıkıp bu canavarları zıpkınla avlamak istiyordu; özellikle de beş metre boyundaki ve onu inatla tahrik eden çizgili olanlarla, ağızları mozaik gibi dizilmiş dişlerle kaplı olanları. Ama çok geçmeden Nautiius hızını artırdı ve köpek­ balıklarının en hızlılarını dahi kolayca geride bıraktı. 27 Ocak günü, geniş Bengal Körfezi açıkların­ da, birçok kez tekrar eden korkunç bir manzaray332

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

la karşılaştık: Denizde yüzen cesetler! Bunlar Ganj Nehri'nin açık denize kadar sürüklediği, ül­ kenin tek mezarcıları olan akbabalann yiyip biti­ remediği Hint kentleri ölüleriydi. Bu iç karartıcı görevde köpekbalıklan da akbabalara yardım et­ mekten geri durmuyordu.

333

JULES VERNE

Akşam saat yediye doğru yarısına kadar suda olan Nautilus , bir süt denizinin ortasında yüzü­ yordu. Okyanus göz alabildiğine süte dönmüştü. Bu manzaranın sebebi ay ışığı mıydı? Hayır, bu olamazdı çünkü güneş ışınlarının arasında ufuk­ ta yeni kaybolan ayın yeniden ortaya çıkması için iki günü vardı. Gökyüzü bile, güneş ışığıyla tama­ men aydınlanmış olmasına rağmen, suların be­ yazlığı karşısında siyah kalıyordu. Conseil gözlerine inanamadı ve bana bu garip olayın sebepleriyle ilgili sorular sordu. Neyse ki ona cevap verebilecek durumdaydım. "Ambon kıyılarında ve bu çevrede sık rastla­ nan, geniş alanlara yayılan bu beyaz sulara süt denizi adı veriliyor," dedim. "Ama," dedi Conseil, "buna sebep olan nedir, beyefendi söyleyebilirler mi? Zannediyorum ki su süte dönüşmedi ! " "Hayır oğlum, seni şaşırtan bu beyazlığa bin­ lerce kirpikli küçük böcek sebep oluyor. Bunlar jelatinimsi ve renksiz görünümlü, saç kılı inceli­ ğinde, boyları milimetrenin binde birini geçme­ yen bir tür ışıklı kurtçuk. Bu böceklerden bazıları fersahlar boyunca birbirlerine yapışır." "Fersahlar boyunca ! " diye bağırdı Conseil. "Evet oğlum, sayılannı tahmin etmekle uğraş­ ma boşuna! Başaramazsın. Yanılmıyorsam bazı denizciler bu süt denizi üzerinde tam kırk mil bo­ yunca yolculuk etmişlerdir. " Conseil tavsiyemi dikkate aldı mı, almadı mı, bilmiyorum fakat derin düşüncelere dalmış gö­ rünüyordu. Kuşkusuz kırk mil karenin içinde milimetrenin beşte birinden kaç tane olduğunu 3 34

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

hesaplamaya çalışıyordu. Bense bu garip olayı gözlemlemeyi sürdürdüm. Nautilus, uzun saatler boyunca bu beyazımsı suları mahmuzuyla yardı. Bu sabunlu suda hiç gürültü yapmadan kayıp gi­ diyordu. Bazı koylarda akıntı ve ters akıntıların karşılaşması sonucu meydana gelen burgaçların içinde yüzüyor gibiydi adeta. Gece yansına doğru deniz birden eski rengini aldı. Ama arkamızda bıraktığımız gökyüzü, ufkun sınırına kadar denizin beyazlığını yansıtmaya de­ vam etti. Kuzey şafağının belli belirsiz ışığı deni­ zin içine işlemiş gibiydi.

335

il KAPTAN NEMO'NUN YENİ ÖNERİSİ

28 Şubat günü öğle vakti, Nautilus 9° 4' enle­ minden deniz yüzeyine çıktığında, bizden sekiz mil batıda bulunan bir kara parçasının karşısın­ daydı. İlk önce, yaklaşık iki bin ayak yüksekliğin­ de, farklı farklı şekillerde biçimlenmiş dağ toplu­ luğunu fark ettim. Koordinatlarımız belirlendik­ ten sonra salona indim. İkinci kaptan bulguları harita üzerine aktannca, karşımızdaki kara par­ çasının Hindistan Yarımadası'nın alt ucundan sarkan Seylan Adası olduğunu anladım. Kütüphaneye gidip yeryüzünün en verimli adalarından biri olan Seylan Adası üzerine yazıl­ mış bir kitap aradım. Sirr H. C. 'nin Ceylan and the Cingalese adlı kitabını buldum. Salona döndüm ve antik çağın birbirinden farklı isimle andığı Seylan Adası'nın koordinatlarını not ettim. Ada, 5° 55 ' ve 9° 49' kuzey enlemleriyle, Greenwich'e göre 79° 42' ve 82° 4' doğu meridyenleri arasında bulunu­ yordu. Uzunluğu iki yüz yetmiş beş mil, genişliği yüz elli mil, çevresi dokuz yüz mil, yüzölçümü yirmi dört bin dört yüz kırk sekiz milkareydi. Yani İrlanda ' dan biraz daha küçüktü. Tam o anda Kaptan Nema ve ikinci kaptan geldi. 336

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kaptan haritaya bir göz attı. Ve bana doğru dö­ nerek: " Seylan Adası," dedi, "inci tarlalarıyla ünlü bir yer. Bu tarlalardan birini ziyaret etmek ister misi­ niz, Bay Aronnax? " " Şüpheniz olmasın, Kaptan." "Güzel. Bu çok kolay olacak. Yalnız av tarlala­ rını görsek de avcıların kendisini göremeyeceğiz çünkü av mevsimi henüz başlamadı. Ama ne fark eder. Rotayı Manaar Körfezi'ne doğru çevirme emri vereceğim. Gece oraya varmış oluruz." Kaptan Nemo, ikinci kaptana birkaç kelime bir şey söyledi, o da hemen dışarı çıktı. Nautilus, çok geçmeden suya daldı. Manometre geminin otuz ayak derinliğe indiğini gösteriyordu. Haritaya bakıp Manaar Körfezi'nin nerede bu­ lunduğuna baktım. Seylan Adası'nın kuzeybatı­ sında, dokuzuncu paralel üzerindeydi. Bu körfezi küçük bir ada olan Manaar Adası'ndan uzanan bir hat oluşturuyordu. Körfeze varmak için Seylan'ın batı kıyısını takip ederek yukarı doğru çıkmanız gerekiyordu. "Sayın Profesör," dedi Kaptan Nemo, "inci, Bengal Körfezi'nde, Hint denizlerinde, Çin ve Japon denizlerinde, Güney Amerika denizlerin­ de, Panama Körfezi'nde, Kaliforniya Körfezi'nde avlanır ama inci avında en iyi sonucu Seylan'da elde edersiniz. Kuşkusuz biraz erken geldik. Av­

cılar mart ayı gibi toplanırlar. Manaar Körfezi'nde ve burada, otuz gün boyunca, tam üç yüz gemi bu kıymetli deniz hazinelerinin peşine düşer. Her teknede on kürekçi ve on avcı bulunur. İki gruba ayrılan avcılar, sırayla denize dalar ve ayakları337

JULES VERNE

nın arasında tuttukları bir taş ve onları tekneye bağlayan bir halat yardımıyla on iki metre derin­ liğe inerler." "Bu ilkel yöntem hala kullanılıyor yani?" "Evet öyle," diye cevap verdi Kaptan Nemo. "Bu inci tarlaları, 1802'de imzalanan Amiens Ant­ laşması sonucunda yeryüzünün en becerikli hal­ kı olan İngilizlere bırakılmış olsa da durum bu." "Fakat bana öyle geliyor ki, sizin kullandığınız dalgıç giysileri böyle bir operasyonda çok işimize yarar." "Evet çünkü bu zavallı avcılar uzun süre su­ yun altına kalamıyorlar. İngiliz Perceval, Seylan yolculuğu sırasında karşılaştığı Cafre adlı bir ada­ mın suyun altında beş dakika kalabildiğinden söz eder. Ama bu bana pek inandırıcı gelmiyor. Bazı dalgıçların elli yedi saniyeye, çok yetenekli bazı­ larının ise seksen yedi saniyeye kadar nefessiz kalabildiklerini biliyorum ama bu türden dalgıç­ lara çok nadir rastlanır. Ve bu adamlar gemiye döndüklerinde burunlarından ve kulaklarından kan gelir. Bana kalırsa avcıların su altında kala­ bilecekleri ortalama süre otuz saniyedir. Otuz saniye içinde topladıkları tüm inci istiridyeleri­ ni aceleyle küçük bir torbanın içine doldururlar. Ama bu adamlar genelde çok yaşamaz. Görme duyuları zayıflar, gözlerinde tümörler ortaya çı­ kar; bedenlerinde yaralar oluşur ve hatta bunlar çoğu zaman denizin altında beyin felci geçirirler." "Evet," dedim, "bu çok zorlu bir meslek ve bir­ takım hevesleri tatmin etmekten başka bir şeye de yaramıyor. Fakat söyleyin bana, Kaptan, bir tekne günde ne kadar istiridye avlayabilir?" 3 38

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Yaklaşık kırk ya da elli bin kadar. Hatta 1814'te, İngiliz Hükümetinin dalgıçlarına kendi hesabına yirmi günlük bir çalışmayla yetmiş altı milyon istiridye çıkarttığı söylenir." "Peki en azından," dedim, "bu dalgıçlar hak et­ tikleri parayı kazanabiliyorlar mı? " "Zar zor, Profesör. Panama'da çalışanlar haf­ tada yalnızca bir dolar kazanıyor. Genelde içinde inci olan her istiridye için bir sol alırlar. Ama kaç tane içi boş istiridye getiriyorlar kim bilir! " "Efendilerini zengin eden b u zavallı insanla­ ra sadece bir sol demek! Çok acımasızca bir şey bu ! " "Profesör, bu gezi sayesinde, arkadaşlarınız ve siz Manaar'ı gezeceksiniz. Olur da acelesi olan bazı avcılar şimdiden gelmişse, onları da işlerinin başında görmüş oluruz," dedi. "Anlaştık, Kaptan. " "Aklıma gelmişken, köpekbalıklarından kork­ muyorsunuz değil mi, Profesör?" "Köpekbalıklarından mı? " diye bağırdım. Kaptanın bu sorusu o an için bana çok saçma geldi. "Size doğruyu söylemem gerekirse, bu balıkla­ ra henüz pek alışamadım. " Kaptan Nema: "Biz alıştık, zamanla siz de alışırsınız," dedi. "Hem zaten silahlarımız yanımızda olacak, yol

üzerinde belki birkaç kadırgabalığı avlarız. Bu tür hayvanları avlamak ilginçtir. O halde yarın sabah erkenden görüşmek üzere, Profesör. " Kaptan Nema bunları rahat bir tavırla söyleyip salondan çıktı. 339

JULES VERNE

Birileri sizi İsviçre dağlarında ayı avlamaya davet etse, "Harika! Yarın ayı avlamaya gidi­ yoruz ! " dersiniz. Atlas ovalarında aslan ya da Hindistan'ın balta girmemiş ormanlarında kap­ lan avına davet edilseniz, "Ah ! Ah! Öyle görünü­ yor ki, kaplan ya da aslan avlayacağız! " dersiniz. Ama biri size kendi doğal ortamında, yani suda köpekbalığı avlayalım dese, bu daveti kabul et­ meden önce düşünmek için biraz zaman isteye­ bilirsiniz. Bense elimi üzerinde birkaç soğuk boncuk boncuk ter damlası bulunan alnıma götürdüm. "Düşünelim," dedim kendi kendime, "hemen karar vermeyelim. Crespo Adası'nda olduğu gibi, deniz altı ormanlarda s amur avlama fikri makul duruyor. Fakat köpekbalıklanyla karşılaşmanın neredeyse kesin olduğu denizin derinliklerinde dolaşmak, bu bambaşka bir şey! Bazı ülkelerde, özellikle de Andaman Adalarında, siyahilerin bir ellerinde kama, diğerinde bir tür ağla köpekba­ lıklanna saldırmaya çekinmediklerini biliyorum. Ama bu korkunç hayvanlarla yüz yüze gelenlerin çoğunun sağ kalmadığını da biliyorum! Üstelik ben bir siyahi değilim. Aslında siyahi olsaydım bile, yine de engel olamayacağım hafif bir karar­ sızlık olurdu içimde, buna eminim." Köpekbalıklannı düşünüyor, bir insanı ikiye ayırabilecek sıra sıra dişlerle dolu çenelerini ha­ yal ediyordum. Şimdiden içimde bir s ancı hisse­ diyordum. Hem Kaptan Nemo'nun bu ürkütücü daveti yaparkenki rahatlığını hazmedemiyor­ dum! Sanki söz konusu olan şey bir ormana gidip birkaç savunmasız tilkinin izini sürmekti! 340

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Güzel! " diye düşündüm. " Conseil zaten gel­ mek istemeyecektir, ben de bu sayede Kaptan'a eşlik etmekten kurtulurum." Ned Land'a gelince, doğrusunu söylemek ge­ rekirse, onun mantıklı davranıp davranmayaca­ ğından bu kadar emin değildim. Tehlike ne kadar büyük olursa olsun, onun kavgayı seven doğasına her zaman çekici geliyordu. Sirr'in kitabını okumaya döndüm fakat bir ma­ kine gibi sayfaları çeviriyordum yalnızca. Satır aralarında kocaman açılmış çeneler görüyordum. O sırada Conseil ve Kanadalı, sakin ve keyifli bir halde içeri girdi. Onları neyin beklediğinden habersizlerdi. "İnanın beyefendi," dedi Ned Land, "sizin Kap­ tan Nema, şeytan götüresice, bize çok hoş bir tek­ lifte bulundu. " "Ah ! " dedim, "demek biliyorsunuz . . . " "Affınıza sığınarak söylüyorum," diye cevap verdi Conseil, "Nautilus'un kaptanı bizi yann si­ zinle birlikte Seylan'ın muhteşem inci tarlalarını gezmeye davet etti. Bu daveti çok kibar sözcük­ lerle yaptı ve tam bir centilmen gibi davrandı. " "Başka bir şey söylemedi mi? " "Eğer sormaya çalıştığınız size bu küçük gezin­ tiden bahsettiğini söyleyip söylemediğiyse, bu ko­ nuda bir şey söylemedi beyefendi," dedi Kanadalı. "Yani," dedim, "size hiçbir ayrıntıdan . " "Hiçbir ayrıntı vermedi, sayın doğabilimci. Siz de bizimle geliyorsunuz, değil mi? " "Ben mi . . . Elbette! Bakıyorum d a bu teklif çok hoşunuza gitmiş Land." " Evet! İlginç, çok ilginç ! " . .

341

JULES VERNE

"Tehlikeli, belki de ! " diye ekledim "tehlike"yi vurgulayarak. "Tehlikeli mi?" diye karşılık verdi Ned Land. "İstiridye yatağı üzerinde basit bir gezinti sadece! " Kuşkusuz I\aptan Nema arkadaşlarımın zih­ ninde köpekbalığı fikrini uyandırmayı gereksiz görmüştü. Bense onlara, sanki şimdiden bazı uzuvları eksilmiş gibi endişeli gözlerle bakıyor­ dum. Onları uyarmalı mıydım? Evet ama nereden başlayacağımı bilmiyordum. "Beyefendi bize inci avının detaylarından bah­ setmek isterler mi?" diye sordu Conseil. "Avın kendisinden mi," dedim, "yoksa o sırada karşılaşabileceğimiz . . . " "Avın kendisinden," diye cevap verdi Kanada­ lı. "Sahaya inmeden önce onu tanımak gerek." "Peki! Oturun arkadaşlar. Size İngiliz Sirr' den öğrendiğim her şeyi anlatacağım. " Ned ve Conseil bir koltuğa oturdu. Kanadalı: "İnci nedir beyefendi? " diye sordu. "Cesur Ned," dedim, "şair için inci denizin göz­ yaşıdır; Doğululara göre donmuş bir çiy tanesi; kadınlar için sedefli bir maddeden oluşmuş, cam gibi parlak bir mücevherdir, onu parmaklarında, boyunlarında ya da kulaklarında taşırlar. Bir kim­ yacı için inci, fosfat ve kireç karbonatın jelatinle karışımıdır ve son olarak bir doğabilimci içinse çift kabuklu bazı yumuşakçaların sedef üreten organlarındaki aşırı salgılama olayıdır. " "Yumuşakçalar kolu, başsızlar sınıfı, kabuklu­ lar türü," dedi Conseil. "Doğru, bilge Conseil. Bu kabuklulardan bazı­ ları denizkulakları, irisler, turbolar, tridacnalar ve 342

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

pinnalar, kısacası sedef salgılayan, başka bir de­ yişle kabuklannın içinde bu mavi, mor ve beyaz maddeden bulunan her canlı inci üretebilir." "Midyeler de mi? " diye sordu Kanadalı. "Evet! İskoçya, Galler ülkeleri, İrlanda, Sakson­ ya, Bohemya ve Fransa'nın bazı akarsularındaki midyeler de. " Kanadalı: "Güzel! Bundan sonra dikkat edelim o zaman," diye cevap verdi. "Ama," dedim, "gerçek anlamda inci üreten yumuşakça türü, inci istiridyesi yani, Meleagrina margaritifera' dır. İnci, küre biçimli katılaşmış se­ deften başka bir şey değildir esasen. Bazen isti­ ridye kabuğuna yapışır, bazen de hayvanın için­ deki kıvrımlara gömülür. Kabuğun üzerindeyse yapışık, hayvanın etinin üzerindeyse serbest halde bulunur. Ama her inci tanesinde çekirdek görevi gören küçük, sert bir yapı vardır; bu ya ve­ rimsiz bir yumurta ya da bir kum tanesidir. Se­ defli madde, bu çekirdeğimsi yapının etrafını yıl­ lar içinde ince katmanlar halinde s arar. "Tek bir istiridye içinde birden çok inci bulunabilir mi?" diye sordu Conseil. "Elbette, oğlum. Öyle istiridyeler var ki, bir hazi­ ne sandığını dolduracak kadar inci üretebilir. Hat­ ta yanılıyor olabilirim ama içinde en az yüz elli kö­ pekbalığı bulunan bir istiridyeye bile rastlanmış." "Yüz elli köpekbalığı mı! " diye bağırdı Ned Land. "Köpekbalığı mı dedim ben? " diye bağırdım. "Yüz elli inci demek istedim. Köpekbalığı çok an­ lamsız olurdu. " 343

JULES VERNE

"Aslında," dedi Conseil, "beyefendi bize şimdi incilerin hangi yöntemlerle çıkarıldığını anlata­ bilirler mi? " "Bu iş için birçok yöntem kullanılır. Ama in­ ciler kabuklara yapışıksa, avcılar onları cımbızla çıkarırlar. Çıkarılan inci istiridyeleri genelde sa­ hile serilen hasırların üzerine yayılır. Açık hava­ ya çıkınca ölür. On günün sonundaysa yeterince çürümüş olur. Bu işlemden sonra, içinde deniz suyu bulunan büyük depolara konur, sonra da yı­ kanır ve açılır. İnci ayıklayıcılarının iki aşamalı işi bundan sonra başlar. İlk iş; piyasada gümüş ren­ gi, melez beyaz ve melez siyah adıyla bilinen sedef plaklarını ayırmaktır. Sonra bu plaklar yüz yirmi beş ila yüz elli kilogramlık kasalara konur. Daha sonrasında istiridyenin özdek dokusu çıkarılır, bu doku kaynatılır ve en küçük incileri bile çıkarabil­ mek adına elekten geçirilir. " "Bu incilerin fiyatı genelde büyüklüklerine göre değişir, değil mi? " diye sordu Conseil. "Sadece büyüklüklerine göre değil," diye cevap verdim, "aynı zamanda biçimlerine, sularına, yani renklerine, parıltılarına, başka bir deyişle, göze böylesi hoş görünmelerini sağlayan yanardöner ve kadifemsi parlaklığa göre değişir. En güzel olanlarına saf ve kusursuz inci denir. Bunlar yu­ muşakçanın dokusu içinde dışardan izole şekil­ de oluşur. Bu doku beyaz renkte, çoğunlukla mat ama bazen de yarı donuktur. Genelde yuvarlak ya da damla biçimindedir. Yuvarlak olanlardan kolye yapılır; damla gibi olanlardan ise sallantı­ lı küpe. En değerli olanlarsa taneyle satılır. Diğer inciler istiridye kabuğuna yapışıktır. Bunların 344

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

biçimsiz olanları kiloyla satılır. Yavru inci adıy­ la bilinen daha kötü durumdaki inciler ise küçük inciler olarak sınıflandırılır. Bunlar ipe dizilerek metreyle satılır ve özellikle kilise süslemelerinde­ ki işlemelerde kullanılır. " "Ama incileri büyüklüklerine göre ayırma işi uzun ve zorlu olmalı," dedi Kanadalı. "Hayır, dostum. Bu iş farklı sayıda delikleri olan elek ya da kalburlar yoluyla yapılır. Delikleri yirmi ile seksen arasında değişen eleklerin üzerine ka­ lan inciler birinci sınıf; delik sayısı yüz ile sekiz yüz arasındakilerden geçemeyenler ikinci sınıftır. Son olarak delikleri dokuz yüz bin arasında olan eleklerin üzerinde kalanlar yavru incilerdir. " "Bu dahice," dedi Conseil, " incilerin ayrılma­ sı, sınıflandırılması işlemi makine gibi işliyor. Peki, beyefendi inci istiridyelerinin yatakları­ nın işletilmesi ne kadar kazandırıyor bunu söy­ lerler mi? " "Sirr'in kitabında söylediğine göre, "Seylan'ın inci tarlaları yıllık üç milyon kadırgabalığına kira­ ya veriliyormuş." "Üç milyon franka ! " dedi Conseil. "Evet frank! Üç milyon frank! " dedim. "Ama s anıyorum ki tarlalar artık eskisi kadar kar ge­ tirmiyor. Amerikan tarlaları da aynı şekilde. Bunlar Charles Quint'in krallığı sırasında dört milyon frank kazandırıyordu. Şimdiyse bunun içte ikisini kazandırıyor. Sonuç olarak, inci iş­ letmeciliğinden elde edilen gelir yıllık dokuz milyon civarındadır." "Ama," dedi Conseil, "çok yüksek fiyat biçilen ünlü incilerden de bahsedilmiyor mu ? " 345

JULES VERNE

"Evet. Sezar'ın Servilius'a, değeri bizim para­ mızla yüz bin franka karşılık gelen çok değerli bir inci hediye ettiği rivayet edilir. " "Hatta, ben eski çağlarda yaşamış bir hanıme­ fendinin sirkenin içine inci koyup içtiğinin anla­ tıldığını duydum, " dedi Kanadalı. "Cleopatra ! " diye atıldı Conseil. "Tadı kötü olmalı," diye ekledi Ned Land. "İğrençtir, dostum Ned," diye cevap verdi Conseil. "Ama küçük bir bardak sirke için yüz elli bin frank fena fiyat değil. " Kanadalı pek de güven verici olmayan bir kol hareketi yaparak: "Böyle bir hanımefendiyle evlenmediğime üz­ günüm," dedi. "Ned Land Cleopatra'nın kocası ha! " diye ba­ ğırdı Conseil. "Ama evlenmeliydim," dedi Kanadalı ciddi bir ses tonuyla, "iş yürümediyse benim suçum değil. Nişanlım Kat Tender' e inci bir kolye bile almış­ tım ama o ne yaptı, gitti başkasıyla evlendi. Ne yapalım! Zaten o kolye bana bir buçuk dolardan fazlaya mal olmamıştı. Ama inanın Profesör, kol­ yenin incileri yirmi delikli elekten bile geçmezdi; o kadar büyüktü yani." "Cesur Ned," diye cevap verdim gülümseye­ rek, "onlar yapay incidir; parlak bir suya batırıl­ mış basit cam küreler yani. " Kanadalı: "Eh! Bu parlak su pahalı olmalı," diye cevap verdi. "Çok ucuz ! İnci balığı pullarındaki gümüşüm­ sü maddeden başka bir şey değil. Bu madde su346

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

dan toplanır ve amonyak içinde muhafaza edilir. Hiçbir değeri yoktur. " "Kat Tender belki de bu yüzden başka bir adam­ la evlenmiştir," diye felsefi bir cevap verdi Land. "Ama, " dedim, "değeri yüksek olan incilere dönersek, hiçbir hükümdarın Kaptan Nemo'nun­ kinden daha üstün bir inciye sahip olduğunu sanmam." "İşte bu, " dedi Conseil cam vitrinin arkasında duran muhteşem mücevheri göstererek. "Kuşkusuz bunun değeri iki milyon . . . " "Frank! " dedi Conseil hemen. "Evet," dedim, "iki milyon frank eder desem yanlış olmaz. Ama eminim ki bu inci, Kaptan'a top­ lama zahmetinden başka bir şeye mal olmamıştır. " "Eh ! " diye bağırdı Ned Land, "yarınki gezinti sı­ rasında bunun gibi bir taneye rastlamayacağımızı kim söyleyebilir ki! " "Peh! " dedi Conseil. "Neden olmasın? " "Nautilus'un içindeyken milyonlar neye yarar ki? " Ned Land: "Gemide yaramaz elbette," dedi, "ama . . . dışar,, da . . . "Ooo ! Dışarda! " dedi Conseil başını sallayarak. "Aslında," dedim, "Üstat Land haklı. Avrupa ya da Amerika'ya birkaç milyonluk inci götürürsek; bu hiç olmazsa maceralarla dolu hikayemize bir gerçeklik, aynı zamanda büyük bir değer katar." "Sanırım öyle, " dedi Kanadalı. İşin her zaman öğretici tarafını da hesaba ka­ tan Conseil: 347

JULES VERNE

"Bu inci avı tehlikeli mi peki?" dedi. "Hayır," diye cevap verdim hemen. "Özellikle de bazı önlemler alınırsa." "Bu işte göze alınması gereken nedir? Birkaç damla deniz suyu yutmak mı? " dedi Ned Land. "Dediğiniz gibi Ned. Bu arada," dedim, Kaptan Nemo'nun umursamaz tavnnı takınarak, "köpek­ balıklanndan korkar mısınız, cesur dostum Ned?" "Ben mi?" diye sordu Kanadalı. "Yani mesle­ ği zıpkıncılık olan biri? Onlarla eğlenmek benim işim!" "Ama anlan fırdöndüyle avlamak, gemi güver­ tesine almak, baltayla kuyruklarını kesmek, ka­ rınlarını açmak, kalplerini çıkarıp denize atmak­ tan söz etmiyorum. " " O zaman sözünü ettiğiniz . . . " "Evet, kesinlikle." "Suda?" "Suyun içinde." "İnanın bana iyi bir zıpkınla olur! Biliyorsunuz ya beyefendi, bunlar oldukça kötü biçimli hay­ vanlar. Bu hayvanlann size saldırmak için karın­ lannı dönmeleri gerekir, işte tam o anda . . . " Ned Land "saldırmak" sözünü öyle bir söyledi ki ürperdim.

"Peki ya sen Conseil, bu hayvanlar hakkında ne düşünüyorsun?" "Ben," dedi, "beyefendiye karşı dürüst olaca­ ğım. " "Şükürler olsun," diye geçirdim içimden. "Eğer beyefendi köpekbalıklarına meydan okuyorsa, onun sadık hizmetçisi neden onunla birlikte meydan okumasın! " 348



111





ON MiLYONLUK iNCi

Gece oldu. Yattım. Oldukça kötü bir uykuya daldım. Rüyalarımın başkahramanlan köpekba­ lıklarıydı. Köpekbalığı sözcüğünün "ağıt" sözcü­ ğüyle aynı etimolojik kökenden geliyor olmasını hem doğru hem de yanlış buluyordum: Ertesi gün saat sabah dörtte, Kaptan Nemo'nun özel olarak hizmetime verdiği hizmetçi beni uyandırdı. Hemen kalktım. Giyindim ve salona geçtim. Kaptan Nemo beni bekliyordu. "Bay Aronnax," dedi, "gitmeye hazır mısınız ?" "Hazırım." "Lütfen beni izleyin." "Ya arkadaşlanm, Kaptan?" "Onlara haber verildi, bizi bekliyorlar. " "Dalgıç giysilerimizi giymeyecek miyiz ?" "Henüz değil. Nautilus'un bu kıyının çok yakınına yaklaşmasına izin vermedim. Manaar sığ­

lığından çok uzaktayız. Bizi denize ineceğimiz noktaya kadar götürecek bir filika hazırlattım. Bu sayede uzun bir yoldan kurtulacağız. Denizaltı *

Fransızca "requin" kelimesi köpekbalığı; "requiem" ise ölü­ lerin arkasından söylenen dua anlamına gelmektedir -ed.n. 349

JULES VERNE

araştırmamız başladığı zaman kuşanmamız ge­ reken dalış malzemeleri filikaya yüklendi. Kaptan Nemo'yla birlikte sahanlığa çıkan ana merdivene doğru gittik. Hazırlanan "ke­ yif partisi"nden oldukça memnun görünen Ned Land ve Conseil oradaydı. Nautilus'un beş tayfası ellerinde küreklerle, bordaya bağlanmış filikada bekliyordu. Hava hala karanlıktı. Gökyüzünü kaplayan bu­ lutların arasından tek tük yıldızlar görünüyordu. Gözlerimi kara tarafına doğru çevirdim ama uf­ kun güneybatıdan kuzeybatıya kadar dörtte üçü­ nü kaplayan belli belirsiz bir çizgiden başka bir şey göremedim. Gece boyunca Seylan'ın batı kıyı­ sından yukarı ilerlemiş olan Nautilus koyun ya da daha doğrusu karayla Manaar Adası'nın oluştur­ duğu körfezin batısında bulunuyordu. Burada, bu karanlık suların altında, yirmi mil boyunca, bit­ mez tükenmez bir inci tarlası, bir istiridye yatağı uzanıyordu. Kaptan Nema, Conseil, Ned Land ve ben fili­ kanın arkasında yerimizi aldık. Teknenin kaptanı dümene geçti. Dört adam küreklere asıldı. Pruva halatı çözüldü ve denize açıldık. Filika güneye yöneldi . Kürekçiler aceleci dav­

ranmıyordu. Güçlü kürek darbelerinin onar sa­ niyelik aralıklarla birbirini izlediğini fark ettim. Bu yöntem genellikle savaş donanmalarında kul­ lanılıyordu. Tekne ilerlerken su damlaları, tıpkı erimiş kurşun çapaklan gibi çıtırdayarak denizin derinliklerine dalıyordu. Açıktan gelen bir dalga, filikada hafif bir sarsıntıya neden oldu ve birkaç dalga sırtı pruvaya çarptı. 350

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

-



-

·­

-···- ·· ·· --. ------ ---·_ .;·--- -·

...:- · ·· __ _. -- - · ·

::

Hepimiz sessizdik. Kaptan Nema ne düşünü­ yordu acaba? Belki de yaklaşmakta olduğu kara­ yı düşünüyordu. Oysa Kanadalıya kara hala çok uzağında gibi geliyordu. Conseil'e gelince, o basit bir merak yüzünden buradaydı. Saat beş buçuğa gelirken ufkun ilk ışıkları ka­ ranın üst çizgisini daha da belirgin hale getirdi. Doğu tarafı dümdüz olan kara, güneye doğru bi­ raz yükseliyordu. Kara parçasıyla aramızda beş 351

JULES VERNE

mil vardı ve kıyı bulanık sularla karışıyordu. Kı­ yıyla aramızdaki deniz ıssızdı. Ortalıkta ne bir gemi, ne bir dalgıç vardı. İnci avcılarının buluş­ ma yerinde derin bir sessizlik hakimdi. Kaptan Nemo'nun bana söylediği gibi, bu bölgeye bir ay erken gelmiştik. Gün, saat tam altıda, ne şafağı, ne alacakaran­ lığı bilen tropikal bölgelere özgü bir hızla birden ağardı. Güneş ışınları ufkun doğusuna yayılmış bulut perdesini yırtıp hızla yükseldi. O zaman karayı daha belirgin şekilde gördüm. Orada burada ağaçlar vardı. Filika güneye doğru genişleyen Manaar Adası'na doğru ilerledi. Kaptan Nemo oturduğu yerden kalkıp denizi inceledi. Kaptanın bir işaretiyle demir atıldı.Bulundu­ ğumuz yerin derinliği bir metreden fazla olma­ dığından zincir zor sürüklendi. Bulunduğumuz zemin bu bölgedeki istiridye yatağının en yüksek noktalarından birini oluşturuyordu. Filika, açığa sürükleyen gelgitin etkisiyle hemen döndü. "İşte geldik, Bay Aronnax," dedi Kaptan Nemo. "Şu dar koya bakın. İnci avı işletmecilerinin ge­ mileri bir ay içinde burada toplanacak ve dalgıç­ lar bu sularda cesurca inci arayacaklar. Allah­ tan bu koy inci aramaya elverişli. Burası şiddetli rüzgarlara karşı korunaklı bir yer ve burada deniz hiçbir zaman dalgalı değil; bu da dalgıçların işi­ ni kolaylaştırıyor. Şimdi dalgıç giysilerimizi giyip gezimize başlayalım. " Hiç cevap vermedim. Bulanık sulara bakarak teknedeki tayfaların yardımıyla ağır giysilerimi giymeye başladım. Kaptan Nemo ve iki arkada352

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

şım da giyindi. Nautilus'un adamlarından hiçbiri bu yeni gezintide bize eşlik etmiyordu. Çok geçmeden kauçuk giysilerin içinde boğa­ zımıza kadar hapsolmuştuk. Sırtımıza kemerler yardımıyla hava araçları takılmıştı. Ruhmkorff aletine gelince, onlar yanımızda yoktu. Kafamı bakır kapsülün içine yerleştirmeden önce bunu Kaptan'a hatırlattım. "Onlara ihtiyacımız olmayacak," diye cevap verdi. "Fazla derine inmeyeceğiz. Güneş ışığı yo­ lumuzu aydınlatmaya yetecektir. Üstelik suyun altında elektrik feneri taşımak pek akla uygun olmaz. Ne de olsa fenerin ışığı bu civarda yaşa­ yan bazı tehlikeli hayvanları beklenmedik şekilde üzerimize çekebilir." Kaptan Nema bunları söylerken Conseil ve Ned Land'a doğru döndüm ama onlar kafalarını çoktan metal başlığın içine sokmuşlardı. Ne du­ yabiliyor ne de cevap verebiliyorlardı. Kaptan Nemo'ya sorulacak son bir sorum kal­ mıştı: "Peki ya silahlarımız, tüfeklerimiz ?" "Tüfekler! Ne için? Sizin dağlılannız ayılara bir kamayla saldırmazlar mı? Çelik kurşundan daha sağlam değil midir? İşte size sağlam bir hançer. Onu kemerinize takın da gidelim. " Arkadaşlarıma baktım. Onlarda d a bizim gibi hançer vardı. Dahası Ned Land elinde Nautilus'tan ayrılmadan önce filikaya koyduğu koca bir zıpkın sallıyordu. Sonra ben de Kaptan'ın yaptığı gibi, ağır bakır başlığı kafama geçirmelerine izin verdim. Hava tüplerimiz hemen aktif hale geçti. 353

JULES VERNE

Az sonra teknedeki tayfalar bizi sırayla denize indirdi. Derinliği bir buçuk metre olan suda kum zemine bastık. Kaptan Nema bir el işareti yaptı ve onu takip ettik. Hafif bir yokuştan inerek dalgala­ rın arasında kaybolduk. Orada kafamı bulandıran düşüncelerin hepsi uçup gitti. Şaşılır biçimde eski sakinliğime kavuş354

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

tum. Hareketlerimdeki rahatlık kendime güveni­ mi artırdı. Karşımda duran manzaranın yabancı­ lığıysa hayal gücümü ele geçirdi. Güneş suyun dibini yeterince aydınlatıyordu. En küçük nesneler bile görünüyordu. On dakika yürüdükten sonra beş metrelik bir derinliğe ulaş­ tık. Burada zemin neredeyse dümdüzdü. Ayak izlerimizin üzerinde kuyruk yüzgeçlerin den başka yüzgeçleri olmayan monopterus türü­ nün en ilginç örnekleri dolaşıyordu. Bu balıklar bataklılarda yaşayan suçulluklarına eşlik eden balıklar gibi sürüyle dolaşıyordu. Bu sırada vücut­ larının yan kısımlarında altın rengi çizgiler olma­ sa kolayca migralarla karıştırılacak olan, karınları mor renkte, sekiz desimetrelik boyuyla gerçek bir yılanı andıran Cava'ya özgü yılanbalığını fark et­ tim. Parlak renklerde, sırt yüzgeçleri tırpana ben­ zeyen ördekbalıklarını gördüm. Bedenleri basık ve oval bu balıklar stromateidae türüne aitti. Ye­ nilebilir olan bu hayvanların kurutup salamuraya yatırılmasıyla karawade adıyla bilinen harika bir yemek yapılıyordu. Bunlardan başka, aspidobho­ roides türüne ait, vücutları uzunlamasına sekiz parçadan oluşan pullu bir zırhla örtülü tranque­ barları da fark ettim. Öte yandan güneşin düzenli olarak yüksel­ mesiyle sular gittikçe daha çok aydınlanıyordu. Zemin yavaş yavaş değişti. İnce kum yerini yu­ muşakçalar ve bitkimsi hayvanlarla kaplı taşlık bir yola bıraktı. Yumuşakça ve bitkimsi hayvan türleri arasında, Hint Okyanusu ve Kızıldeniz'e özgü bir çeşit midye olan, ince ve biçimsiz kabuk­ lu placenalar; yuvarlak kabuklu turuncu lucina355

JULES VERNE

lar; sivri böcekler; Nautilus 'a rengini veren birkaç tane iranpulpulansı; denizin altında her an sizi yakalamaya hazır eller gibi duran, on beş santi­ metrelik boynuzları olan salyangozlar; vücutları dikenle kaplı, boynuzumsu yapıda turbinellalar, lingulalar, anatinalar; Hindistan piyasasına sürü­ len, yenilebilen deniz kabukları; hafif ışıklı medu­ salar; son olarak da bu denizlerde oldukça fazla bulunan yelpaze biçimli harika oculinalar vardı. Su bitkilerinin oluşturduğu katmanın hemen altında ve bitkimsi hayvan türlerinin arasında bir yığın çarpık eklemli hayvan, özellikle de kabukla­ rı köşeleri yuvarlanmış bir üçgene benzeyen ra­ ninalar ve bu yörelere özgü, görüntüsüyle insana korku veren panthenop yengeçleri koşuşuyordu. En az panthenoplar kadar çirkin, daha önce de pek çok kez karşılaştığım bir başka hayvanı daha gördüm; Mösyö Darwin'in de dikkatini çeken, do­ ğanın kendisine hindistancevizleriyle beslenmek için gerekli gücü ve içgüdüyü bahşettiği dev bir yengeci. Bu hayvan, kıyıdaki ağaçlara tırmanıp hindistancevizlerini yere düşürüyor; yere düşün­ ce kırılan bu meyveleri güçlü kıskaçlarıyla açıyor­ du. Bu yengeç burada, bu berrak sularda benzer­ siz bir atiklikle koşarken, kendisiyle aynı türden olan ve özellikle Malabar kıyılarında yaşayan cheloneler, devrilmiş kayaların arasında yavaşça hareket ediyordu. Saat yediye doğru, nihayet üzerinde milyon­ larca inci istiridyesinin ürediği istiridye yatağına doğru adım adım ilerliyorduk. Bu paha biçilemez yumuşakçalar kayalara yapışmış ve yer değiştir­ melerine imkan tanımayan byssuslarıyla güçlü 356

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir biçimde tutunmuşlardı. Doğanın yer değiştir­ me gücünden mahrum bırakmadığı midyelerin istiridyeler karşısındaki üstünlüğü bundan kay­ naklanıyordu. Alt ve üst kabuğu birbirine neredeyse eşit olan meleagrina, yani ana inci istiridyesinin dış tarafı pütürlü, kalın ve yuvarlak bir kabuğu vardır. Bi­ zim burada gördüğümüz kabukların bazıları yap­ raksı biçimdeydi ve Üzerlerinde parlak, yeşil şe­ ritler vardı. Bunlar genç istiridyelerdi. Kabuk yü­ zeyleri sert ve koyu renk olan en az on yaşındaki istiridyelerin genişliği on beş santimetre kadardı. Kaptan Nemo, eliyle bana devasa bir inci yı­ ğınını gösterdi. Ve o zaman doğanın yaratıcı gü­ cünün insanın yok etme içgüdüsünün ötesinde olduğunu, dolayısıyla da bu hazinenin tükenmez olduğunu anladım. Yok etme güdüsü doğrultu­ sunda hareket eden Ned Land, yanında taşıdığı torbaya dünyanın en güzel yumuşakçalarını dol­ durmakta gecikmemişti. Ama duraksamamız mümkün değildi. Kaptan Nemo'nun peşinden gitmek gerekiyordu. Öyle görünüyordu ki Kaptan yalnızca kendisinin bil­ diği patikalardan gidiyordu. Zemin hissedilir şe­ kilde yükseliyor; kolumu kaldırdığımda bazen deniz yüzeyine çıkıyordu. Sonra bulunduğumuz yatağın seviyesi yeniden düşüyor ve zemin de­ rinleşiyordu. Çoğu zaman üstleri piramitleşmiş

ince, yüksek kayaların yanından geçiyorduk. Bu kayaların çatlakları arasından, s avaş makineleri gibi ayaklarının üzerine dikilmiş kocaman ka­ buklu hayvanlar sabit gözlerle bize bakıyordu. Ayaklarımızın altında antenleri ve dokunaçları 357

JULES VERNE

alabildiğine uzun binlerce glycera, aricia, anne­ lida kaynıyordu. O sırada ayaklarımızın önünde, üzeri deniz bitkileriyle örtülü kaya yığınlarının içine oyulmuş geniş bir mağara belirdi. Burası bana ilk önce zifiri karanlıkmış gibi göründü. Mağaranın içine doğru güneş ışığı gitgide kayboluyor gibiydi. Berraklığı sudaki ışıktan kaynaklanıyordu yalnızca. Kaptan Nemo mağaradan içeri girdi. Biz de ar­ kasından girdik. Gözlerim hemen karanlığa alıştı. Mağaranın, Toscano mimarisine has ağır sütun­ lar gibi granit bir temelin üzerine genişçe oturan, doğal ayaklarla desteklenen kubbenin çevresini saran çıkıntılarını fark ettim. Bizim anlaşılması güç rehberimiz bizi neden bu deniz altı mahzeni­ ne getirmişti? Bunu az sonra öğrenecektim. Oldukça dik bir yokuşu indikten sonra ayakla­ rımızın altında yuvarlak bir tür kuyuyu andıran bir şey belirdi. Kaptan Nemo durdu ve bize eliyle, benim henüz fark etmediğim bir şeyi gösterdi. Bu, devasa boyutta bir istiridye, kocaman bir tridacnaydı. Bir göl dolusu kutsal suyu içine ala­ bilecek bir kap, eni iki metreyi geçen bir süs ha­ vuzu gibiydi. Bu haliyle, kuşkusuz, Nautilus'un salonunu süsleyen havuzdan çok daha büyüktü. Bu olağanüstü yumuşakçaya yaklaştım. Byssuslarıyla granit bir zemine yapışmış ve ora­ da, mağaranın sakin sularında dışardaki her şeyden bağımsız olarak gelişip büyüyordu. Bana kalırsa bu tridacnanın ağırlığı üç yüz kilogram vardı. Yani böyle bir istiridyeden on beş kilo et çıkar ve bunun gibi birkaç düzine yemek için Gar­ gantua'nınki gibi bir mide gerekir. 358

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kaptan Nemo, kuşkusuz, bu iki kabuklu yu­ muşakçanın varlığından haberdardı. Bu onu ilk ziyareti değildi ve bizi buraya getirirkenki niye­ tinin bu doğal ve ilginç şeyi bize göstermek ol­ duğunu düşündüm. Ama yanılmışım. Kaptan'ın asıl amacı bu tridacanın şimdiki durumunu tespit edebilmekmiş. 359

JULES VERNE

Yumuşakçanın kabukları aralıktı. Kaptan yak­ laştı ve hançerini kapanmasın diye iki kabuğun arasına soktu. Daha sonra eliyle, hayvanın organ­ larının üzerini örten, kabuktan kenarlara taşmış zarımsı yapıyı kaldırdı. Hayvanın yapraksı kıvrımlarının arasında, bü­ yüklüğü bir hindistancevizi büyüklüğüyle aynı, serbest bir inci gördüm. Yusyuvarlak biçimi, saf duruluğu, hayran edici parıltısıyla paha biçile­ mez bir mücevherdi bu. Büyük bir merakla ona dokunmak, elimle tartmak ve avucumun içine almak amacıyla elimi uzattım! Ama Kaptan bir işaretiyle beni durdurdu. Hızlı bir hareketle han­ çerini çekerek kabukların birden geri kapanması­ nı sağladı. O zaman Kaptan Nemo'nun gerçek niyetini anladım. Bu inciyi tridacnanın zarımsı yapısı­ nın içinde gömülü bırakarak onun yavaş yavaş büyümesini sağlıyordu. Yumuşakçanın salgısı içindeki inciye her yıl yeni katmanlar ekliyordu. İçinde doğanın bu harika meyvesinin olgunlaştığı bu mağarayı bilen tek kişi Kaptan'dı. Onu bir gün gemideki muhteşem müzesine götürmek için yetiştiriyordu. Hatta belki de Hintlerin ve Çinli­ lerin yaptığı gibi bu incinin oluşumunu kendisi başlatmıştı. Bunun için yumuşakçanın kıvrımları arasına bir cam ya da metal parçası yerleştirmiş; bu parça da yavaş yavaş sedefli maddeyle kap­ lanmıştı. Her ne olursa olsun, bu inciyi daha önce gördüklerimle, Kaptan Nemo'nun koleksiyonunu süsleyenlerle kıyasladığımda değerinin en az iki milyon frank olduğunu tahmin ediyordum. Elbet­ te bir süs mücevheri olarak değil, doğanın ihti360

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

şamlı bir ürünü olarak; çünkü hangi kadın kulağı bu boyutta bir inciyi taşıyabilir, bilemiyorum. Bu gösterişli tridacna ziyaretimiz sona ermişti. Kaptan Nemo mağaradan çıktı ve yeniden isti­ ridye yatağına tırmandık. Burası avcıların henüz gelip bulandırmadığı berrak suların ortasında bu­ lunuyordu. Hepimiz ayn ayn, tıpkı birer aylak gibi dolaşı­ yor; bazen duruyor, bazen kafamıza göre birbiri­ mizden uzaklaşıyorduk. Kendi adıma, kafamda aptalca büyüttüğüm tehlikelerden artık kaygılan­ mıyordum. Denizin dibi bizi hissedilir biçimde su yüzeyine yaklaştırıyordu. Çok geçmeden bir met­ relik bir derinliğe ulaştık ve kafam su yüzeyine çıktı. Conseil de benimle geldi. Kafasındaki koca­ man başlığı benimkine yaklaştırarak, gözleriyle beni dostça bir selamladı. Ama bu sığ düzlüğün derinliği yalnızca birkaç tuvazdı ve çok geçmeden bizim olan maddenin içine girdik. Artık suyu böy­ le nitelendirme hakkımın olduğuna inanıyordum. On dakika sonra Kaptan Nemo birden durdu. Bizi geri döndürmek için durduğunu s anmıştım. Hayır, sebep bu değildi. Bir hareketiyle bize geniş bir girintinin dibinde yanına toplanmamızı em­ retti. Eliyle suyun belli bir noktasına işaret etti. Gösterdiği yere dikkatle baktım. Beş metre uzağımda beliren gölge dibe doğru alçaldı. Aklımdan dehşet verici köpekbalığı dü­

şüncesi geçti. Ama yanılmıştım, bu kez karşımız­ daki okyanus canavarlarından biri değildi. Bu bir insandı, kanlı canlı bir insan, bir Hint, bir siyahi, bir avcı, zavallı bir adamdı. Şüphesiz inci toplama mevsiminden önce etrafa bir göz 361

JULES VERNE

atmaya gelmişti. Kafasının birkaç adım ötesinde, demir atmış sandalının alt kısmı görünüyordu. Art arda bir dalıp bir çıkıyordu. Bacaklarının ara­ sına sıkıştırdığı kelle şekeri boyunda bir taş, bir halatla sandala bağlı bu adamın daha hızlı şekil­ de denizin dibine inmesini sağlıyordu. Kullandığı tüm malzeme bundan ibaretti. Aşağı yukarı beş metre derinlikteki zemine ulaşınca dizlerinin üzerine çöküp, gelişi güzel topladığı istiridyele­ ri torbasına dolduruyordu. Sonra yukarı çıkıyor, torbasını boşaltıyor, taşı yeniden alıyor ve otuz saniyeden fazla sürmeyen aynı işleme yeniden başlıyordu. Avcı bizi görmüyordu. Saklandığımız kayanın gölgesi bizi görmesine engel oluyordu. Üstelik bu zavallı Hint kendisi gibi insanların burada, suyun altında avlanırken yaptığı hareketleri tek bir ay­ rıntıyı bile atlamadan gözlediğini nasıl düşünebi­ lirdi ki! Birçok kez dalıp çıktı. Her dalışında bir düzi­ neden fazla istiridye çıkaramıyordu çünkü bu ka­ buklan dirençli byssuslanyla yapıştıkları yatak­ tan çekip çıkarması gerekiyordu. İncileri uğruna hayatını tehlikeye attığı bu istiridyelerin kim bilir kaçı boştu! Onu pürdikkat izliyordum. Hareketleri olduk­ ça düzenliydi ve yarım s aat boyunca hiçbir teh­ likeyle karşılaşmadı. Tam bu ilginç av sahnesi­ ne alışmıştım derken, dizlerinin üzerinde duran Hintin birden irkildiğini fark ettim. Ayağa kalktı ve yüzeye çıkmak için hamle yaptı. Neden korktuğunu anlamıştım. Bu zavallı ada­ mın üzerinde dev bir gölge belirmişti. Bu, gözleri 362

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ateş gibi parlayan, ağzı açık ve yan yan ilerleyen dev bir köpekbalığıydı! Korkudan dilim tutulmuştu. Kıpırdayamıyor­ dum. Bu açgözlü hayvan, kuvvetli bir yüzgeç dar­ besiyle Hinte doğru atıldı. Kendini yana doğru atan adam köpekbalığına yem olmaktan kurtul­ du. Ama kuyruğunun darbesinden kurtulamadı. Adamın göğsüne çarpan kuyruk onu denizin di­ bine devirmişti. Bu sahne en fazla birkaç saniye sürdü. Kö­ pekbalığı geri geldi ve sırtüstü dönerek Hinti iki­ ye bölmeye hazırlandı. O sırada yanımda duran Kaptan Nemo'nun aniden kalktığını gördüm. Sonra elinde hançeriyle dosdoğru canavara doğru yürüdü. Onunla göğüs göğse dövüşmeye hazırdı. Hayvan, tam zavallı avcıyı yutacağı anda yeni düşmanını fark etti. Yeniden yüzüstü dönerek hızla Kaptan'a doğru ilerledi. Kaptan Nemo'nun o anki duruşu hala gözümün önündedir. Yere eğilmiş, hayran olunası bir soğuk­ kanlılıkla dev köpekbalığını bekliyordu. Hayvan üzerine atıldığında, Kaptan müthiş bir ivedilikle yana kaçıp darbeden kurtuldu ve hançerini hay­ vanın tam karnına sapladı. Ama henüz son söz söylenmemişti. Korkunç bir mücadele başladı. Köpekbalığı adeta kükrüyordu. Yaralanndan sel gibi kan akıyordu. Deniz bir anda kırmızıya

boyandı. Hiçbir şey göremiyordum. Bir süre böyle hiçbir şey görmeden geçti. Or­ talık yeniden aydınlanınca, gözü kara Kaptan'ın hayvanın yüzgeçlerinden birine yapıştığını, cana­ varla göğüs göğse çarpıştığını, hançer darbelerini 363

JULES VERNE

hayvanın karnına indirdiğini ama yine de öldürü­ cü darbeyi vurup hançeri kalbine saplayamadığı­ nı gördüm. Acıyla çırpınan hayvan suda öfkeyle dönüyordu. Öyle öfkeliydi ki hareketlerinin oluş­ turduğu girdap beni neredeyse yere düşürecekti. Kaptan'ın yardımına koşmak istedim. Ama korkudan yere çivilenmiş gibiydim, hareket ede­ miyordum.

364

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Olanları şaşkın gözlerle izliyordum. Araların­ daki savaşın aşamalarının değiştiğini görüyor­ dum. Bu dev kütle Kaptan Nemo'yu yere düşür­ dü. Sonra hayvanın çenesi kocaman bir fabrika makası gibi açıldı. Ned Land şimşek hızıyla onun üzerine atılıp elindeki zıpkınla onu vurmasaydı eğer, Kaptan'ın sonu gelmişti. Deniz kana bulandı. Tarifsiz bir öfkeyle çırpı­ nan köpekbalığının hareketleri suları çalkalan­ dırdı. Ned Land hedefini şaşırmamıştı. Canava­ rın can çekişme hırıltısı duyuluyordu. Kalbinden vurulmuş hayvan korkunç kasılmalarla çırpı­ nıyordu. Conseil hayvanın geri tepmesiyle yere devrildi. Bu arada Ned Land, Kaptan'ı çekip almıştı. Olaydan yara almadan kurtulan Kaptan, Hinte doğru koştu. Hemen onu taşa bağlayan ipi kesti, kollarına aldı ve güçlü bir topuk darbesiyle yüze­ ye çıktı. Biz üçümüz de peşinden gittik ve birkaç daki­ ka sonra mucizevi bir şekilde kurtulmuş olarak avcının sandalına vardık. Kaptan Nemo'nun ilk işi, bu zavallıyı haya­ ta döndürmeye çalışmak oldu. Bunu başaracak mıydı, bilmiyordum. Fakat öyle olmasını umut ediyordum. Çünkü adam suda çok uzun süre kal­ mamıştı. Ama yine de köpekbalığının kuyruğuyla ölümcül bir darbe almış olabilirdi.

Neyse ki Conseil ve Kaptan'ın güçlü masajı sayesinde, adamın bilincinin yavaş yavaş yerine geldiğini gördüm. Gözlerini açtı. Üzerine eğilmiş dört kocaman bakır kafa görünce nasıl şaşırmış, nasıl korkmuştur, kim bilir! 365

JULES VERNE

Daha çok, Kaptan Nema giysisinin cebinden çıkardığı bir inci kesesini avcunun içine koyunca ne düşündü, bunu merak ediyorum. Zavallı Sey­ lanlı, denizden gelen adamın verdiği bu yardımı titreyen ellerle aldı. Korkuyla bakan gözleri, hem servetini, hem hayatını hangi insanüstü varlıkla­ ra borçlu olduğunu kestiremediğini anlatıyordu. Kaptan'ın bir işaretiyle, istiridye yataklarına geri döndük. Yarım saat boyunca geldiğimiz yol­ dan yürüyerek Nautilus'un filikasını deniz dibine bağlayan demirle karşılaştık. Filikaya çıkar çıkmaz tayfaların yardımıyla ağır bakır başlıklarımızdan kurtulduk. Kaptan'ın ilk sözü Kanadalıya oldu. "Sağ ol, Üstat Land," dedi. "Bu bir rövanştı, Kaptan," diye cevap verdi Ned Land. "Bunu size borçluydum. " Kaptan'ın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi s adece. "Nautilus 'a dönelim," dedi. Filika denizin üzerinde adeta uçuyordu. Bir­ kaç dakika sonra köpekbalığının suda yüzen ce­ sediyle karşılaştık. Yüzgeçlerinin ucundaki koyuluktan, bu hayva­ nın gerçek bir köpekbalığı cinsi olan, Hint deniz­ lerine özgü korkunç bir melanopterus olduğunu anladım. Uzunluğu yirmi beş ayaktan fazlaydı. Kocaman ağzı vücudunun üçte ikisini kaplıyordu. Bu yetişkin bir balinaydı; üst çenesinde yer alan üçgen biçimindeki altı sıra dişten belli oluyordu. Conseil köpekbalığını bilimsel bir ilgiyle inceli­ yordu. Onu hiç yanılmadan, kıkırdaklılar sınıfına, sabit solungaçlı kıkırdakyüzgeçliler takımına, kö366

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

pekbalıklan familyasına ait bir camgöz türü ola­ rak sınıflandırdığına emindim. Suyun üzerinde duran bu hareketsiz kütleyi incelerken, filikanın etrafında birden, bu obur balıklardan bir düzine kadarı belirdi. Ama bi­ zimle ilgilenmeden ölü balığın üzerine atıldılar ve ondan kopardıkları p arçalar için birbirleriyle yarıştılar. Saat sekiz buçukta Nautiius 'a dönmüştük. Gemide Manaar inci yatağındaki gezintimiz sırasında başımıza gelen olaylan düşünüyordum. Aklımda ister istemez iki şey kalmıştı: biri, Kap­ tan Nemo'nun eşine az rastlanır türden cesareti; diğeri ise onun bir insan için, yani kendisini de­ nizler altına kaçıran bir ırkın bir üyesi için yaptığı fedakarlık. Ne derse desin, bu garip adam kalbini tümüyle öldürmeyi başaramamıştı. Bu düşüncemi dile getirdiğimde bana, duygulu bir ses tonuyla: "O Hint, ezilenler ülkesinin vatandaşı, sayın Profesör," dedi. "Ben de öyleyim ve son nefesime kadar da öyle kalacağım. "

367

iV KIZ iLDENiZ •

29 Ocak günü, Seylan Adası ufukta kayboldu ve Nautilus, s aatte yirmi mil hızla, Maldivler ve Lakşadvipler arasındaki labirent gibi kanallarda ilerledi. Hatta Kittan Adası'nın yakınından geç­ ti. Taşmercanlardan oluşan bu kara parçasını, 1499'da, Vasco de Gama keşfetmişti. Lakşadvip Adalarını oluşturan on dokuz adadan biri olan bu ada, 10° ve 14° 30' kuzey enlemi ile 69° ve 50° 72' doğu boylamı arasında yer alıyordu. Japon denizlerinden yola çıktığımızdan bu yana, toplam on altı bin iki yüz yirmi mil, baş­ ka bir ifadeyle, yedi bin beş yüz fersah yol katet­ miştik. Ertesi gün, 30 Ocak günü, Nautilus okyanus yü­ zeyine çıktığında, görüş alanımızda hiçbir kara parçası yoktu. Gemi, kuzey-kuzeybatıya doğru yol alarak Umman Denizi'ne doğru yönelmişti. Arabistan'la Hint Yarımadası arasında yer alan bu deniz, Basra Körfezi'nin çıkış noktasını oluş­ turuyordu. Umman Denizi gerçekten bir çıkmazdı. Bura­ dan çıkmak mümkün değildi. Kaptan Nema bizi nereye götürüyordu? Bunu bilemiyordum. Aynı gün bana nereye gittiğimizi soran Kanadalıya, 368

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

bunu bilmediğimi söyleyince bu cevap onu tat­ min etmedi. "Kaptan Nemo'nun canı nereye gitmek istiyor­ sa oraya gidiyoruz Ned," dedim. "Kaptan'ın keyfi," dedi, "bizi çok uzağa gö­ türemez. Basra Körfezi'nin çıkışı yoktur. Oraya gidersek çok geçmeden geldiğimiz yönden yeri döneriz." "Eh tamam ! Döneriz o zaman, Üstat Land. Ve eğer Nautilus , Basra Körfezi'nden sonra Kızıldeniz'i ziyaret etmek isterse, Bab el-Mendeb Boğazı ona geçiş sağlayabilir. " "Süveyş Kanalı henüz açılmadığı ıçın Kızıldeniz'in de en az bir körfez kadar kapalı ol­ duğunu size ben öğretecek değilim, beyefendi," dedi Ned Land. "Bizimki gibi gizemli bir gemi­ nin, tesviye havuzlarıyla önü kesilen kanallar­ dan geçmek gibi bir şansı olamaz. Dolayısıyla bizi Avrupa'ya götürecek yol Kızıldeniz değil. " "Ben size Avrupa'ya gidiyoruz demedim ki." "Sizin tahmininiz nedir?" "Nautilus, Arabistan ve Mısır'ın ilginç bölgele­ rini gezdikten sonra, yeniden Hint Okyanusu'na iner, belki Mozambik Kanalı'ndan, belki de Mas­ karane açıklarından geçerek Ümit Burnu'na varır, diye düşünüyorum. " Kanadalı ısrarcı bir tonla: "Peki, ya ümit Burnu'na varınca? " diye sordu. "Oradan da henüz tanışmadığımız Atlas Okyanusu'na gideriz. Dostum Ned, yoksa siz de­ nizler altındaki bu seyahatten yoruldunuz mu ? Denizler altında sürekli değişen manzaradan bık­ tınız mı? Kendi adıma söyleyeyim, çok az insa369

JULES VERNE

na nasip olacak böyle bir gezintinin bitmesinden üzüntü duyacağım." "Fakat biliyorsunuz ya, Bay Aronnax," diye karşılık verdi Kanadalı, "neredeyse üç aydır Nautilus'ta tutsak değil miyiz? " "Hayır, Ned. Bilmiyorum; bilmek d e istemiyo­ rum. Ne günleri ne de saatleri sayıyorum ben." "Bu yolculuğun sonu ne olacak?" " Sonu, zamanı geldiğinde gelecek. Zaten hiç­ bir şey yapamayız, boşa tartışıyoruz. Eğer bana 'Önümüze kaçmak için bir fırsat çıktı,' demeye gelmiş olsaydınız, bunu sizinle tartışırdım. Fakat böyle bir durum söz konusu değil. Size karşı dü­ rüst olmam gerekirse, Kaptan Nemo'nun Avrupa denizlerinde kendisini tehlikeye atacak macera­ lara atılacağını hiç sanmıyorum." Bu kısa konuşma, Nautiius 'u çok sevdiğimi, hatta benim de onun kimliğine büründüğümü açık ediyordu. Ned Land'a gelince, aramızdaki bu konuşmayı kendi kendine söylenerek tamamladı: "Tüm bunlar iyi hoş ama bence rahatsızlığın olduğu yerde zevk yoktur." Nautiius, dört gün boyunca, yani 3 Şubata ka­ dar farklı hızlarda ve farklı derinliklerde ilerleye­ rek Umman Denizi'ni dolaştı. Nereye gideceğini bilmiyor gibi rastgele ilerliyordu. Ama Yengeç Dönencesini hiç geçmedi. Umman Denizi'ni geride bırakarak, Umman'ın en önemli şehri olan Maskat'a yaklaştık. Etrafını siyah kayaların çevrelediği, kayalann üzerinde küçük küçük evlerin yer aldığı bu şehrin görüntü­ sü beni kendine hayran bırakmıştı. Şehrin cami370

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

lerinin yuvarlak kubbelerini, z arif minarelerini, evlerin serin ve yemyeşil teraslarını izledim. Ama tüm bunlar anlık bir görüntüden arta kalanlardı. Çünkü N autilus çok geçmeden şehrin karanlık de­ nizlerine daldı. Sonra Arabistan kıyılarındaki Mahrah ve Hadramut'un altı mil açığından, Üzerlerinde bir­ kaç antik harabenin yükseldiği kıvrımlı dağ sı raları boyunca ilerledik. 5 Şubat günü, nihayet Aden Körfezi'ne vardık. Hint denizlerinin suyunu Kızıldeniz'e taşıyan Bab el- Mendeb Boğazı'nın so­ nunda başlayan bu körfez bir huniyi andırıyordu. 6 Şubatta Nautilus, Cebelitarık benzeri dar bir kanal yardımıyla karaya bağlanan bir çıkıntının üzerinde kurulmuş olan Aden şehrinin karşısın­ da yüzüyordu. Şehri 1839'da ele geçiren İngilizler, orada birtakım savunma tesisleri kurmuşlardı. Oradan geçerken, Tarihçi İdrisi'nin anlattıkları­ na göre, eskiden bu kıyının en zengin ve en çok ticaret yapılan yeri olan Aden şehrinin sekizgen minarelerini görür gibi oldum. Kaptan Nemo'nun buraya vardıktan sonra geri döneceğini sanmıştım fakat yanılmışım. Şaşırtıcı ama geri dönmedi. Ertesi gün, yani 7 Şubat günü, adının Arapça­ daki anlamı "gözyaşı kapısı" olan Bab el- Mendeb Boğazı'na girdik. Genişliği yirmi mil olan bu bo­ ğazın uzunluğu yalnızca elli iki kilometreydi. Son sürat ilerleyen Nautilus için bu boğazı geçmek, taş çatlasa bir saatlik işti. Boğazdan geçerken hiçbir şey görmedim, hatta İngiliz Hükümeti'nin Aden'in konumunu güçlendirmek adına kullan­ dığı Perim Adası'nı bile. Süveyş ile Bombay, Kal371

JULES VERNE

küta, Melbourne, Bourbon ve Mauritus hattında işleyen birçok Fransız ve İngiliz bandıralı gemi bu boğazdan geçiyordu. Nautilus bu yüzden su yüze­ yine çıkmamaya özen gösterdi. Ve ihtiyatlı davra­ nıp suyun altından ilerledik. Nihayet öğle vaktinde Kızıldeniz sulanna var­ mıştık. Yağmurun hiç uğramadığı, hiçbir büyük ırma­ ğın sulannın kanşmadığı, sürekli aşın buharlaş­ maya maruz kalan ve her yıl bir buçuk metrelik bir su tabakasını kaybeden, İncil geleneğinin ünlü gölü Kızıldeniz! Tamamen kapalı bir göle benze­ yen Kızıldeniz, ilerleyen zamanlarda, belki tama­ men kuruyabilir. Bu bakımdan, komşulan olan Hazar Denizi ve Lut Gölü'nden daha şanssız sayı­ lır. Çünkü Hazar Deniz'i ve Lut Gölü'nde, buharla­ şan su miktanyla akarsularla taşınan su miktan birbirine eşittir. Kızıldeniz'in genişliği iki yüz kırk, uzunluğu ise iki bin altı yüz kilometredir. Ptolemaioslar ve Roma İmparatorlan zamanında dünyanın tica­ ret konusunda ana arterlerinden biriydi. Süveyş Kanalı'nın açılması Kızıldeniz'e, bir bölümünü Süveyş demiryollanna borçlu olduğu eski ününü yeniden kazandırmıştır. Kaptan Nemo'yu bizi bu körfeze getirmeye yö­ nelten şeyin ne olduğunu anlamaya bile çalışma­ dım. Ama Nautiius'un bu sulara girmesini yürek­ ten onaylıyordum. Gemi ortalama bir hızla ilerli­ yor; bazen su yüzeyinde gidiyor, bazen de başka gemilere görünmemek için dalıyordu. Bu sayede, bu ilginç denizin hem altını, hem üstünü incele­ me fırsatı buldum. 372

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

8 Şubatta, günün ilk saatleriyle birlikte, eski­ den altı çarşısı, yirmi altı camisi bulunan, on dört kale tarafından savunulan, etrafını üç kilometre­ lik surların çevrelediği Moka şehri göründü. Fakat şehir şimdi, orada burada çıkmış birkaç hurma ağacından başka bir şey bulunmayan bir hara­ beydi. Etrafındaki surları yıkmaya topların gürül­ tüsü bile yeterdi. Daha sonra Nauti1us, sulan oldukça derin olan Afrika kıyılarına yaklaştı. Salonun camlarından görünen kristal duruluğundaki suların içinde, parlak renkli muhteşem mercan çalılarını, üzeri olağanüstü yosunlar ve fucuslardan oluşan ye­ şil bir kürkle kaplı büyük kayaları izliyorduk. Ne tarifsiz bir manzaraydı bu! Libya kıyılarının sını­ rında yer alan volkanik adaların ve kör kayaların düzleşmesi nasıl da birbirinden farklı manzaralar yaratıyordu! Ama bu ağaççıkların tüm güzelliğiy­ le ortaya çıktığı asıl yer doğu kıyılarıydı. Nautiius çok geçmeden bu kıyılara ulaştı. Tihame'nin kı­ yısı da böyle bir yerdi. Orada bitkimsi hayvanlar deniz seviyesinin hemen altını süslemekle kal­ mıyor, suyun on kulaç aşağısına kadar uzanan dev sarmaşıklar oluşturuyordu. Bu sarmaşıklar, sulardaki nemli canlılığın bir tazelik kattığı diğer­ lerinden daha değişken ve daha az renkliydi. Salonun camından bakarken kaç harika saat geçti kim bilir! Gemi fenerinin ışığı altında kaç yeni deniz altı bitkisi ve hayvanına hayran ol­ dum! Fungialar, aralarında taiassianthus aster'in de bulunduğu kurşuni denizşakayıkları, flütü andıran ve ses çıkarmak için sadece Pan'ın ne­ fesini bekleyen tubiporalar, dip kısımlan sarmal 373

JULES VERNE

yapıda ve taşmercan oyuklarının içinde büyüyen bu denize özgü kabuklular, son olarak da şimdi­ ye kadar rastlamadığım bir polip öbeğinin, basit süngerlerin binlerce örneği. Süngerler sınıfı, yani polipler grubunun ilk sı­ nıfının tamamı, faydası tartışılmaz olan bu ilginç üründen oluşur. Sünger, bazı doğabilimcilerin hala kabul ettiği gibi bir bitki değil, hayvanlann en son türü; sıralamada mercandan bile aşağıda olan bir poliptir. Artık süngerin hayvan olduğundan şüphe duyulmuyor ve onu hayvan ve bitki arası bir yere koyan Antiklerin düşünceleri kabul gör­ müyor. Ancak doğabilimcilerin süngerlerin organ yapısı hakkında aynı fikirde olmadığını söylemek zorundayım. Bazı doğabilimcilerine göre, sünger bir polip öbeğiyken, Milne-Edwards gibi bazı do­ ğabilimcilere göre ise bağımsız ve tek bir bireydir. Süngerler sınıfında aşağı yukan üç yüz fark­ lı tür bulunur. Bunlann büyük çoğunluğu deniz­ lerde yaşar. Bazıları da akarsularda yaşar ve bu yüzden akarsu süngeri adını alır. Ama süngerle­ rin özellikle tercih ettikleri sular Akdeniz, Yunan Adalan, Suriye kıyıları ve Kızıldeniz'dir. Buralar­ da fiyatları elli franka kadar çıkan ince ve yumu­ şak süngerler, sarı Suriye süngeri, sert Berberis­ tan süngeri yetişir ve gelişir. Aşılamaz Süveyş Kanalı'nın bizi ayırdığı Doğu Akdeniz bölgesinde­ ki bitkimsi hayvanları incelemeyi umut etmedi­ ğimden Kızıldeniz' dekilerle yetinecektim. Conseil'i yanıma çağırdım. O sırada Nautilus, sekiz-dokuz metrelik ortalama bir derinlikte, Kızıldeniz'in batı kıyısının güzel kayalan boyun­ ca yavaşça ilerliyordu. 374

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Burada çeşit çeşit sünger vardı; saplı, varak­ lı, küre biçimde, parmak biçiminde. Bu halleriyle bilginlerden daha usta şair olan balıkçıların on­ lara taktığı sepet, kadeh, öreke, boynuz, aslan ayağı, tavus kuşu kuyruğu, Neptün'ün eldiveni gibi adları doğrular gibiydiler. Süngerin yarı akış­ kan j elatinimsi bir maddeyle örtülü lifli yüzeyleri 375

JULES VERNE

suyu içine çeker. Sünger, daha sonra, her hücre ­ sine yaşam taşıyan bu suyu bir büzüşme hareke­ tiyle dışarı atar. Bu akışkan madde polip ölünce kaybolur ve amonyak salgılayarak çürür. Geriye bildiğimiz süngeri oluşturan boynuzsu ya da je­ latinimsi lifler kalır. Geriye kalan kırmızı kahve­ rengi renkteki bu sünger, geçirgenliğine, esneklik derecesine ve dayanıklılığına göre çeşitli işlerde kullanılır. Bu polipler, kayalara, yumuşakça kabuklarına, hatta su bitkilerinin saplarına tutunur. Bazılan genişleyerek, bazılan yukan doğru uzayarak, ba­ zılan da mercanlar gibi sarkarak en küçük girinti­ yi bile doldururlar. Conseil'e iki tür sünger avlama şekli olduğunu anlattım; ya tarak küreğiyle ya da elle. Dalgıç olmayı gerektiren bu ikinci yöntem daha çok tercih edilir çünkü bu şekilde süngerin dokusu zarar görmez ve bu onu daha değerli kılar. Süngerlerin yanında yetişen diğer bitkim­ si hayvanlar arasında, çok zarif görünümlü bir medusa türü; yumuşakçalar; d'Orbigny'e göre Kızıldeniz'e has kalamarlar ve sürüngenler; sof­ ramızı sağlıklı ve lezzetli bir yemek olarak süsle­ yen Chelonia cinsi uirgata kaplumbağaları vardı. Balıklara gelince, sayıları oldukça fazlaydı. Nautilus'un ağları gemiye en çok şu balık türlerini taşıyordu: aralarında oval biçimli, kiremit renk­ li, vücutları mavi beneklerle kaplı, diş diş diken­ lerine göre birbirlerinden ayırt edilen vatozların bulunduğu keler balıklan; sırtları gümüş renkli tırpanalar; benekli kuyrukları olan pastenaglar; sularda kıvrılan iki metrelik kelebekvatozlar; kı­ kırdaklı balık cinsine ait, camgözlere benzeyen, 376

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

dişsiz kemanvatozlar; sırt kamburlarının ucun­ da eğri bir diken bulunan, bir buçuk ayak uzun­ luğunda sandıkbalıkları; mavi sırtlı, kahverengi yüzgeçleri gri bir şeritle çerçevelenmiş, gümüşi kuyruklu muranalar; stromateidae cinsi, üzerin­ de altın rengi dar çizgiler bulunan, Fransa bay­ rağının üç rengiyle süslü fiatolar; dört desimet­ re boyunda kayabalıkları; vücutları siyah renkli, enine dört şeritle bölünmüş, yüzgeçleri mavi ve s an renkli, Üzerleri altın ve gümüş rengi pullarla örtülü gösterişli trakunbalıkları; centropodalar, s arı başlı barbunyalar, scarealar, labroslar, çotira­ lar, kayabalıklan, ve daha önce geçtiğimiz okya­ nuslarda da yaşayan binlerce balık. Nautilus, 9 Şubatta, Kızıldeniz'in batı kıyısın­ daki Suakin ile doğu kıyısındaki Kunfuda arasın­ da yer alan, yüz doksan mil çapındaki en geniş bölümünde yüzüyordu. O gün öğle saatinde, koordinatlarımız belirlen­ dikten sonra, Kaptan Nema sahanlığa çıktı. Ben de oradaydım. Ve bundan sonraki planının ne olduğunu anlamadan Kaptan'ın aşağı inmesine müsaade etmemek konusunda kendime bir söz verdim. Beni görür görmez yanıma geldi. Nazikçe bir sigara uzatıp: "Pekala, Bay Profesör, Kızıldeniz hoşunuza git­ ti mi? İçindeki harikaları, balıklan, bitkimsi hay­ vanları, sünger ya taklarını ve mercan ormanları

-

nı yeterince inceleyebildiniz mi? Kıyılardaki vira­ ne şehirleri görebildiniz mi?" "Evet, Kaptan Nemo," diye cevap verdim. "Na­ utilus tüm bu incelemeler için çok elverişli. Ah! Bu çok akıllı bir gemi! " 377

JULES VERNE

"Evet beyefendi, akıllı, cesur ve yenilmez! Kızıldeniz'in ne korkunç fırtınalarından, ne akın­ tılarından ne de kör kayalarından korkar! " "Aslında," dedim, "bu deniz dünyanın en kötü denizleri arasında sayılıyor. Eğer yanılmıyorsam, antik çağlarda berbat bir ünü varmış. " "Berbat, B ay Aronnax. Yunan ve Roma tarih­ çileri bu denizden hiç iyi söz etmez. Starbon bu­ ranın özellikle etezyen rüzgarları dönemlerinde ve yağmur mevsimlerinde çok çetin olduğunu söyler. Kızıldeniz'i Kulzum Körfezi olarak betim­ leyen Arap bilgin İdrisi'nin anlattıklarına göre, bu denizin kum sığlıklarında birçok gemi batmış ve hiç kimse burada gece yolculuk yapmak iste ­ mezmiş. Yine İdrisi'ye göre Kızıldeniz, korkunç kasırgalara sahne olan, yaşanılması imkansız adalarla dolu, ne derinliklerinde, ne yüzeyinde "iyi hiçbir şey barındırmayan" yerdir. Aslında Arrhianos, Agatharchides ve Artemidoros da böyle söyler . . . " "Bu tarihçilerin Nautilus ile seyahat etmedikle­ ri belli," diye karşılık verdim. "Aslında," dedi Kaptan gülerek, "modernler de bu konuda eskilerden daha ileride değil. Buharın mekanik gücünü keşfedene kadar yüzyıllar geçti! Kim bilir, belki yüzyıllar içinde bir Nautilus daha görürüz! İlerleme dediğin yavaş yavaş olur Bay Aronnax." "Doğru," dedim, "geminiz çağının bir ya da bel­ ki de birçok yüzyıl ötesinde. Ne acı ki bu sır onu icat eden kişiyle birlikte yok olup gidecek! " Kaptan Nema cevap vermedi. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra: 3 78

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Bana," dedi, "eski tarihçilerin Kızıldeniz'de yolculuk etmenin tehlikelerine dair düşüncele­ rinden söz ediyordunuz ?" "Evet ama sizce de korkuları biraz abartılı de­ ğil mi? " Beni "kendi Kızıldenizi"nde alıkoyan Kaptan Nemo: "Hem öyle, hem değil, B ay Aronnax," diye karşılık verdi. "Bugün iyi donanımlı, s ağlam, buharın kolay boyun eğen gücü s ayesinde gide­ ceği yöne h akim, modern bir gemi için tehlike oluşturmayan ne varsa , antik çağdaki gemiler için oldukça tehlikeliydi. Ağaç kabuklarından yapılan tahtalarla birbirine bağlanmış, reçiney­ le kalafatlanmış ve de köpekbalığı yağına bu­ lanmış kayıklarla maceraya atılan ilk denizci­ leri düşünün bir. Kayıklara yön verecek araçları bile yoktu ve pek de iyi tanımadıkları akıntıla­ rın ortasında p arakete hesabıyla ilerliyorlardı. Kazalar bu koşullar altında meydana geliyordu ve böyle olması da doğaldı. Ama günümüzde, Süveyş ve Güney denizleri arasında işleyen ge ­ milerin, körfezin öfkesinden, ters esen muson rüzgarlarına rağmen, korkacak bir şeyleri yok­ tur. Bu gemilerin kaptanları ve yolcuları, yol­ culuğa çıkmaya tanrıların öfkesini yatıştırmak adına kurbanlar vererek hazırlanmıyor, dön­ düklerinde de çiçekler ve altın rengi şeritlerle süslü komşu tapınaklara tanrılara şükranlarını sunmaya gitmiyorlar." "Size katılıyorum," dedim, "bana kalırsa bu­ har, denizcilerin kalbindeki minnet duygusunu öldürdü. Peki Kaptan, bu deniz üzerine özel bir 379

JULES VERNE

çalışma yapmış biri olarak, bana adının nereden geldiğini söyleyebilir misiniz? " "Bu konuda birçok açıklama var Bay Aronnax. On dördüncü yüzyılda yaşamış bir vakanüvisin bu konuda söylediklerini öğrenmek ister misiniz? " "Memnuniyetle. " "Bu hayalperest, Kızıldeniz adının İsrailoğulla­ nnın geçişinden sonra, Hz. Musa'nın seslenişiyle kapanan suların altında kalan firavunun ölümü üzerine verildiğini iddia ediyor: Bir mucize geldi meydana Deniz boyandı kızıl ue ala Bundan sonra kimse anmadı onu Kızıldeniz'den başka bir adla. "

" Şairin açıklaması böyle Kaptan Nema, " diye cevap verdim, "ama ben bununla yetinemem. Si­ zin şahsi fikrinizi soracağım. " "Peki öyleyse, size söyleyeyim. Bana göre Kızıl­ deniz adlandırmasında, İbranice 'Edrom' sözcü­ ğünün çevirisine bakmak lazım. Eğer eskiler ona bu ismi verdiyse, sebebi, bu denizin kendine özgü rengi olmalı." "Fakat ben buraya kadar yalnızca berrak sular gördüm; yani bu denizin özel bir rengi yok." "Kuşkusuz öyle, ama körfezin sonuna doğru ilerledikçe olağandışı bir görüntüyle karşılaşacak­ sınız. Ben Tor Koyu'nu daha önce kırmızı gördü­ ğümü hatırlıyorum; bir kan gölüne benziyordu. " "Siz bu kırmızı rengin oluşumunu mikrosko­ bik bir algin varlığına mı bağlıyorsunuz ? " "Evet. Bu, tricodesmies adıyla bilinen cılız ve kü­ çük bitkilerin ürettiği mor renkli, zamklı bir mad­ dedir. Bir milimetrekarelik alanı doldurmak için 380

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bu bitkilerden tam kırk bin tane gerekir. Belki Tor'a vardığımızda kendiniz de görürsünüz bunları." "O halde, bu sizin Nautilus'la Kızıldeniz'den ilk geçişiniz değil? " "Hayır, beyefendi. " "O zaman az önce İsrailoğullannın buradan geçişinden ve Mısırlıların başına gelen felaketten söz ettiniz diye, size bir şey sormak istiyorum: Denizin al tında bu tarihsel olaya ilişkin izlere rastladınız mı?" "Hayır, Profesör. Bunun da iyi bir nedeni var." "Nedir o?" "Musa'nın tebaasıyla birlikte geçtiği yer şim­ di tamamen kumla örtülü. Öyle ki, oradan geçen develerin ayakları bile zar zor ıslanıyor. Yani an­ layacağınız üzere, Nautilus'un geçmesi için yeterli su yok orada." "Bu yer ... " diye sordum. "Süveyş'in biraz yukarısında kalıyor; Kızıldeniz'in Acı Göllere kadar uzandığı dönem­ de derin bir haliç meydana getiren nehir kolunun tam üzerinde. Bir mucize meydana gelmiş olsun ya da olmasın, İsrailoğullan kendilerine vadedil­ miş topraklara ulaşmak için buradan geçmiş ve firavunun ordusu da tam o bölgede yok olmuş­ tur. Dolayısıyla ben bu kumlu alanda yapılacak kazılarda Mısırlılara ait birçok araç gereç ve silah ortaya ç ık a c a ğını düşünüyorum. " "Ona şüphe yok," diye cevap verdim. "Arke­ ologların er ya da geç gerekli kazı çalışmalarını yapmalarını ümit etmek gerek. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra, bu kıstak üzerinde yeni şehir­ ler kurulurken, belki bu dileğimiz gerçekleşebilir. 381

JULES VERNE

Fakat böyle bir kanal Nautilus gibi bir gemi için ne kadar da gereksiz ! " "Kuşkusuz öyle, ama bütün dünya için faydalı bir kanal," diye karşılık verdi Kaptan Nemo. "Es­ kiler, Kızıldeniz ve Akdeniz arasında bir bağlantı kurmanın ticaret için faydalı bir iş olacağının farkı­ na varmışlardı ama doğrudan bir kanal açmayı hiç düşünmediler. Nil Nehri'ni kullandılar geçiş için. Büyük olasılıkla, Nil Nehri'ni Kızıldeniz'e bağlayan kanala Sesostris hükümdarlığı sırasında başlandı; tabii anlatılanlara bakılırsa. Ama kesin olan bir şey var, o da şu: İsa' dan önce 625'te Nekao, Mısır ovası­ nın Arabistan'a bakan kısmında, Nil sularıyla bes­ lenen bir kanal çalışmasına girişmiş. Bu kanal dört günde aşılıyormuş ve genişliği iki kadırganın yan yana geçebileceği kadarmış. Yapımına daha son­ ra Hystaspes'in oğlu Darius devam etmiş ve kanal muhtemelen 11. Ptolemeus tarafından tamamlan­ mıştır. Stabon kanalın gemi geçişine açıldığını gör­ müş ama Basto yakınlarındaki başlangıç noktasıy­ la, Kızıldeniz arasındaki eğimin zayıflığı yüzünden kanal, yılda sadece birkaç ay boyunca kullanılıyor­ muş. Burası Antoninler zamanına kadar, yalnız­ ca ticaret amaçlı kullanılmış. Sonra terk edilmiş, üzeri kumlarla örtülmüş fakat Halife Hz. Ömer'in emriyle yeniden açılmış. Kanal, 761 ya da 762 yılın­ da Halife El-Mansur'un kendisine karşı isyan eden Muhammed bin Abdullah'a buradan mühimmat desteği ulaşmasını engellemek istemesi üzerine tamamen kapatılmış. Generaliniz Bonaparte, Mı­ sır seferi sırasında Süveyş çölünde bu çalışmaların izine rastlamış. Ancak Hacarut'a varmadan birkaç saat önce, aniden baş gösteren bir gelgitin etkisiy382

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

le, Hz. Musa'nın ondan tam üç bin üç yüz yıl önce konakladığı yerde az kalsın mahvoluyormuş." "Yani Kaptan, eskilerin cesaret edemediği işi, Cadiz'i Hindistan'a bağlayan yolu dokuz bin ki­ lometre kısaltacak olan iki deniz arası bağlantıyı da Lesseps gerçekleştirdi. Ve bu bağlantı Afrika'yı kocaman bir adaya dönüştürecek." "Evet, Bay Aronnax. Ülkenizin vatandaşıyla if­ tihar edebilirsiniz. O ülkesini nice büyük kaptan­ dan daha fazla onurlandıran bir adam! Pek çoğu gibi o da işe sıkıntı ve hayal kırıklıklarıyla başla­ mış ama sonunda zafer kazanmıştır; çünkü onda irade dehası var. Ama uluslararası bir eser olma­ sı gereken, bir krallığı yüceltmeye yetecek kadar önemli olan bu yapıtın tek bir adamın gücüyle or­ taya çıktığını düşünmek oldukça üzüntü verici. O halde Mösyö Lesseps'e s aygılar! " Kaptan Nemo'nun konuşmasındaki vurguya şaşırıp: "Evet, bu büyük yurttaşa saygılar," diye cevap verdim. "Maalesef," dedi, "sizi Süveyş Kanalı'na ka­ dar götüremeyeceğim. Ama yarından sonra Akdeniz'e vardığımız vakit, Port-Said'in uzun is­ kelelerini görebilirsiniz." "Akdeniz mi! " diye bağırdım. "Evet, Bay Profesör. Bu sizi şaşırttı mı? " "Beni asıl şaşırtan, oraya bir gün sonra varacak olmamız." "Gerçekten mi? " "Evet, Kaptan, geminize geldiğimden beri hiç­ bir şeye şaşırmamaya alışmış olsam da buna şa­ şırdım! " 383

JULES VERNE

"Peki sizi şaşırtan nedir?" "Nautiius 'un yapmak zorunda kalacağı hız ! Eğer Afrika'nın çevresini dolaşıp Ümit Burnu'ndan ge­ çerek, yarından sonraki gün Akdeniz'e varacak­ sak, müthiş bir hızla ilerlemesi gerekir! " "Geminin Afrika'nın çevresinde dolaşacağı­ nı size kim söyledi ki, Bay Profesör? Kim Ümit Burnu'nu dönmekten bahsetti?" "Ama Nautiius karada yüzmedikçe ve kıstağın üzerinden geçmedikçe . . . " "Ya da kıstağın altından, Bay Aronnax? " "Altından mı? " "Evet, kesinlikle," diye sakin bir şekilde cevap verdi Kaptan Nema. "İnsanların bugün bu kara şeridinin üstünde yaptıklarını, doğa çok daha ön­ ceden altında yapmıştı." "Ne! Burada bir geçit mi var?" "Evet, bir yeraltı geçidi. Ben buraya Arabistan Tüneli diyorum. Süveyş'in altından başlıyor ve Pelustum Körfezi'nde son buluyor. " "Ama bu kıstak hareketli kumlardan oluşmu­ yor mu?" "Belli bir derinliğe kadar öyle ama yalnızca elli metre aşağıda sarsılmaz bir kaya temeli var. " "Peki bu geçidi rastlantı eseri mi buldunuz ? " diye sordum gittikçe artan bir şaşkınlıkla. "Şans ve akıl yürütme diyelim, Profesör. Aslın­ da şanstan çok akıl yürütme. " "Kaptan sizi duyuyorum ama kulaklarım işit­ tiklerine direniyor. " "Ah! Beyefendi! Aures habent et non audient* "'

Lat. Kulaklan var ama duymazlar -ed.n. 384

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

tüm zamanlar için geçerli bir söz. Bu geçit yalnız­ ca var ve orada duruyor değil; ondan birçok kez faydalandım bile. Bu geçit olmasaydı, bugün ken­ ,, dimi Kızıldeniz çıkmazında tehlikeye atmazdım. "Bu tüneli nasıl keşfettiğinizi sorsam boşbo­ ,, ğazlık etmiş olmam, değil mi? ,, "Beyefendi, dedi Kaptan, "birbirinden asla ay­ ,, nlmayacak insanlar arasında sır olamaz. Kaptan'ın sözlerindeki imaya karşılık verme­ den onun keşif hikayesini anlatmasını bekledim. ,, "Profesör, dedi. "Dünya üzerinde bir tek benim bildiğim bu geçidi keşfetmemi sağla­ yan şey basit bir doğabilimci mantığıydı. Hem Kızıldeniz'de hem de Akdeniz'de, tamamen aynı türden bazı balıklar, fiatolar, gün balıkları, levrek­ ler, gümüş balıklan, uçan balıklar olduğunu fark ettim. Bundan emin olunca, bu iki deniz arasında bir bağlantı olup olmadığını sorgulamaya başla­ dım. Eğer böyle bir bağlantı mevcutsa, iki deniz arasındaki seviye farkı nedeniyle, yeraltı akıntısı Kızıldeniz'den Akdeniz'e doğru olmak zorunday­ dı. Süveyş dolaylarında çok sayıda balık yakala­ dım. Kuyruklarına bakır bir halka geçirip onları yeniden denize attım. Birkaç ay sonra, işaret hal­ kası geçirdiğim balıklardan birkaç tanesini Suri­ ye kıyılarında yeniden avladım. Böylece iki deniz arasında bir bağlantı olduğu savım kanıtlanmış­ tı. Nautilus'la bu bağlantının peşine düştüm, onu buldum ve riske girip oradan geçmeyi denedim. Çok geçmeden siz de benim Arabistan Tüneli'mle ,, tanışacaksınız, Profesör.

385

v

ARABİSTAN TÜNELİ

O gün Conseil ve Ned Land'a bu konuşmanın doğrudan onları ilgilendiren bölümlerini aktar­ dım. İki gün içinde Akdeniz sularında olacağımızı söylediğimde, Conseil ellerini çırptı. Kanadalı ise omuz silkti. "Denizaltı bir tünel! İki deniz arası bir bağlan­ tı! " diye bağırdı. "Daha önce böyle bir şeyden söz edildiğini kim duymuş ?" "Dostum Ned," dedi Conseil, "peki ya Nautiius'tan söz edildiğini duymuş muydunuz ? Hayır! Ama böyle bir gemi var. O halde öyle he­ men omuz silkip, daha önce konuşulduğunu duy­ madım diyerek bir şeyleri yabana atmayın. " "Göreceğiz bakalım! " diye atıldı Ned Land ka­ fasını sallayarak. "Hem sonra Kaptan'ın oradan geçmesi benim işime gelir. İnşallah bizi Akdeniz'e götürür." Aynı akşam Nautiius, suyun üzerinde 21° 30' kuzey enlemi boyunca ilerleyerek Arabistan kıyı­ sına yaklaştı. Mısır, Türkiye ve Hindistan için önemli bir ticaret merkezi olan Cidde'yi fark et­ tim. Burada bulunan tüm yapıları, rıhtıma bağ­ lanmış ve su çekimleri fazla olduğundan demir atmış gemileri oldukça net bir şekilde görebili386

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yordum. Ufukta alçalmış güneş, şehrin evlerinin cephelerine vuruyor ve beyazlıklarını ortaya çı­ karıyordu. Kentin dışında yer alan odun ya da sazdan yapılmış barakalar buraların Bedevilerin oturduğu mahaller olduğunu gösteriyordu.

387

JULES VERNE

Cidde, çok geçmeden akşamın gölgeleri ara­ sında silinip gitti. Ve Nautilus , üzerine hafif bir yakamozun vurduğu suların içine daldı. Ertesi gün, 10 Şubatta, bize karşı yönde hare­ ket eden birçok gemi göründü. Bu yüzden Nautilus tekrar deniz altına indi. Ama öğle saatinde, yani koordinat belirleme zamanında, deniz ıssızdı ve gemi, yüzdürme kesimine kadar su yüzeyine çıktı. Yanımda Ned Land ve Conseil'le birlikte sa­ hanlığa çıkıp oturdum. Doğu kıyısı, sisin içinde flu bir kütle gibi görünüyordu. Sahanlıktaki filikaya yaslanmış, oradan bu­ radan konuşuyorduk. O sırada Ned Land birden eliyle denizde bir noktayı göstererek: " Şurada bir şey görüyor musunuz, Profesör?" dedi. "Hayır, Ned," diye cevap verdim. "Ama bende sizin gözleriniz yok, biliyorsunuz." "İyice bakın. Orada, s ancak ön tarafta, hemen hemen fener tarafında! Hareket ediyor gibi duran bir kütle görmüyor musunuz?" "Aslında," dedim, "dikkatle bakınca sanki su­ yun yüzeyinde uzun siyahımsı bir cisim gorur gibi oldum." "Bir başka Nautilus mu? " "Hayır," dedi, Kanadalı, "ya gerçekten yanılı­ yorum ya da orada bir deniz hayvanı var." "Kızıldeniz'de balina var mı?" diye sordu Con­ seil. "Evet oğlum, " diye cevap verdim, "bazen rast­ lanır. " Gözlerini söz konusu nesneden ayırmayan Ned Land: 388

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Bu bir balina değil," dedi. "Balinalarla ben eski tanışlarız, anlan gördüğümde yanılmam. " "Bekleyelim," dedi C onseil. "Nautiius

o

tarafa

doğru ilerliyor, biraz sonra ne olduğunu anlarız." Gerçekten de çok geçmeden bu siyah cismin bir mil yakınına kadar geldik. Açık denizde kara­ ya oturmuş büyük bir kayaya benziyordu. Neydi bu? Hala kestiremiyordum. 389

JULES VERNE

"Ah ! İlerliyor! Suya dalıyor! " diye bağırdı Ned Land. "Allah aşkına! Bu h ayvan da ne böyle? Balinalar ya da kadırgabalıkları gibi çatallı bir kuyruğu yok, yüzgeçleri de kesik bir kola ben­ ziyor." "Ama bu . . . " dedim. "Güzel," dedi Kanadalı, "işte sırtüstü döndü, memelerini havaya kaldırdı! " "Bu bir denizkızı! " diye bağırdı Conseil. "Beye­ fendinin affına sığınarak söylüyorum. Bu gerçek bir denizkızı." Denizkızı sözcüğü zihnimde bir ışık yaktı ve bu hayvanın yarı balık, yarı kadın denizkızı ma salına konu olan deniz hayvanları sınıfından biri olduğunu anladım. "Hayır," dedim Conseil'e, "bu bir denizkızı de­ ğil ama Kızıldeniz' de sadece birkaç örneği kalmış ilginç bir hayvan; bir dugong." Conseil: "Denizkızı takımı, balıkbiçimliler grubu, mo­ nodelphialar alt sınıfı, memeliler sınıfı, omurga­ lılar kolu," diye karşılık verdi. Bunları söyledikten sonra diyecek bir şey kal­ mamıştı. Bu sırada Ned Land hala hayvanı izliyordu. Hayvana bakarken gözleri iştahla parlıyordu. El­ leri her an zıpkın fırlatmaya hazır gibiydi. Hayva­ na yaşadığı yerde saldırmak için denize atlayaca­ ğı doğru zamanı kolluyor denebilirdi. "Off! " dedi heyecandan titreyen bir sesle. "Daha önce hiç bunlardan öldürmedim. " Ondaki zıpkıncılık ruhu bu cümleyle açığa çık­ mıştı. 390

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

O sırada sahanlıkta Kaptan Nema göründü. Dugongu fark etti. Kanadalının niyetini anlamış­ tı, doğrudan ona yönelerek: "Eğer bir zıpkınınız olsa, Üstat Land, elinizi ya­ kıyor olurdu, değil mi?" "Doğru dediniz, beyefendi." "Bir günlüğüne avcılık mesleğine dönüp avla­ dığınız hayvanlar listesine böyle bir canavarı ek­ lemek sizi rahatsız etmez, değil mi?" "Bundan hiç şikayet etmem." "Güzel! Deneyebilirsiniz öyleyse." "Teşekkür ederim, beyefendi," diye cevap ver­ di Ned Land. Gözleri parlıyordu. "Yalnız," diye söze devam etti Kaptan, "bu hayvanı ıskalamayın sakın. Bunu sizin menfaati­ niz için söylüyorum. " Kanadalının omuz silkmesine aldırmadan: "Dugonglara saldırmak tehlikeli midir?" diye sordum. "Evet, bazen," diye cevap verdi. "Bu hayvan kendine saldıranların üzerine gelir ve kayıkları­ nı devirir. Ama söz konusu kişi Ned Land olunca, korkulacak bir şey yok. Gözü keskin, bileği kuv­ vetlidir. Ona bu dugongu kaçırmamasını tavsiye etmemin sebebiyse onun değerli bir av olarak gö­ rülmesidir. Ned Land'ın lezzetli etleri çok sevdi­ ğini biliyorum." "Ah ! " dedi Kanadalı. "Ne yani, bir de bu hayva­

nın eti leziz, öyle mi? " "Evet, Üstat Land. Eti gerçekten çok aranılan bir ettir. Tüm Malezya'da prenslerin masalarını süsler. Öyle acımasızca avlanır ki, türdeşi olan denizayısı gibi soyu tükenmektedir. " 391

JULES VERNE

Conseil ciddi bir tavırla: "Peki ya bu hayvan türünün son örnegıyse, Kaptan? Bu durumda onu bilim adına bağışlamak daha uygun olmaz mı?" diye sordu. "Belki de öyle," dedi Kanadalı, "ama mutfak adına onu avlamak daha iyi olur. " "Avlayın o zaman," diye cevap verdi Kaptan. Bu sırada mürettebattan her zamanki gibi ses­ siz ve soğukkanlı yedi kişi sahanlığa çıktı. Bir ta­ nesinin elinde bir zıpkın ve balina avcılarının kul­ landığına benzer bir olta vardı. Filika yuvasından söküldü ve denize indirildi. Altı kürekçi yerlerine, filikanın kaptanı da dümene geçti. Ned, Conseil ve ben arkaya oturduk. " Siz gelmiyor musunuz Kaptan? " dedim. "Hayır beyefendi ama size bol şanslar diliyo­ rum. " Filika gemiden ayrıldı. Altı kürek yardımıyla, Nautilus'tan iki mil ötede yüzen dugonga doğru hızla yaklaştık. Hayvanla aramızda birkaç yüz metrelik bir mesafe kalınca filikanın hızı azaldı; artık kü­ rekler suya daha gürültüsüz şekilde çarpıyordu. Ned Land, elinde zıpkınıyla filikanın ön kısmında ayakta durdu. Normalde balina avı için kullanılan bu zıpkın uzun bir ipe bağlıydı. Hayvan yaralan­ dığında bu ipi de kendisiyle birlikte sürüklerdi. Fakat Ned Land'ın elindeki zıpkının ipi yaklaşık on iki kulaç uzunluğundaydı ve ipin ucunda, su yüzeyinde kalarak hayvanın denizin altındaki ye­ rini gösteren küçük bir fıçı vardı. Ayağa kalkmıştım. Kanadalının rakibini şimdi daha iyi inceliyordum. Halicore da denilen bu du392

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

gong denizayısına çok benziyordu. Uzun vücudu, yine uzun bir kuyrukla bitiyordu. Yan yüzgeçleri­ nin bitiminde gerçek parmaklar vardı. Denizayı­ sından farkı, üst çenesinde uzun ve sivri diş bu­ lunmasıydı. Bu dişler onun her tür tehlikeye karşı savunma silahıydı. Ned Land'ın saldırmaya hazırlandığı dugong devasa boyutlara sahipti. Boyu yedi metreden uzundu. Hareket etmiyor, dalgaların üzerinde uyuyor gibiydi. Bu da onu kolay bir av haline ge­ tiriyordu. Filika yavaş yavaş hayvana üç kulaç kadar yaklaştı. Kürekler ıskarmozlara asılı bırakıldı. Ha­ fif doğruldum. Bedenini biraz geride tutan Ned Land zıpkını elinde ustaca tutuyordu. Aniden bir ıslık sesi duyuldu ve dugong orta­ dan kayboldu. Büyük bir kuvvetle fırlatılan zıp­ kın, yalnızca suya çarptı. "Hay aksi şeytan! " diye bağırdı öfkeli Kanadalı. "Onu kaçırdım! " "Hayır," dedim, "hayvan yaralanmış. Baksana suda kan var ama zıpkın vücuduna saplanıp kal­ mamış. " "Zıpkınını! Zıpkınını! " diye bağırdı Ned Land. Tayfalar küreklerin başına kuruldu ve kaptan filikanın rotasını yüzen fıçıya doğru çevirdi. Zıp­ kın sudan alındı ve filika yeniden hayvanın peşi­ ne düştü. Dugong zaman zaman nefes almak için su yü­ zeyine çıkıyordu. Hareketlerindeki hıza bakılırsa, yarası onu güçsüz düşürmemiş olmalıydı. Güçlü kolların idaresindeki filika, hayvanın peşinden uçar gibi ilerliyordu. Ona birçok defa birkaç ku393

JULES VERNE

laç mesafesi kadar yaklaştık. Kanadalı her sefe­ rinde onu vurmaya hazırdı ancak dugong hızla dalarak gözden kayboluyordu. Onu yakalamak imkansızdı. Sabırsız Ned Land'ı saran öfke görülmeye de­ ğerdi. Zavallı hayvana İngilizcenin en ağır küfürle­ rini savuruyordu. Kendi adıma konuşursam, yap­ tığımız kurnazlıkların üstesinden gelen dugongun hareketleri benim sadece canımı sıkıyordu. Hayvanı bir saat boyunca aralıksız takip ettik. Artık onu yakalamanın çok zor olduğuna ikna ol­ maya başlamıştım ki, hayvan yapmaması gere­ ken bir şey yaptı ve yersiz bir intikam düşünce­ sine kapıldı. Bu kez o bize saldırmak için filikaya doğru geliyordu. Onun bu hamlesi Kanadalının gözünden kaç­ madı: ,, "Dikkat! diye bağırdı. Kaptan garip diliyle birkaç şey söyledi. Sanı­ rım adamlarını dikkatli olmaları konusunda uya­ rıyordu. Dugong, filikanın yirmi ayak yakınına geldi­ ğinde durdu. Burnunun kenarlarında değil de üst kısmında yer alan geniş burun delikleriyle havayı içine çekti. Sonra hızla bize doğru ilerledi. Filika, hayvanın bu darbesine engel olamadı ve yan yattı. İçeri sonradan boşaltmak zorunda kalacağımız bir iki ton su doldu. Ama dümenci­ nin becerikliliği sayesinde, darbeyi önden değil de yandan aldığımız için filika devrilmedi. Baş bodoslamasına tutunmuş Ned Land, dişlerini fili­ ka küpeştesine saplamış dev hayvana zıpkını ba­ tırıp duruyordu. Dugong, bir aslanın keçiyle oy394

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

nadığı gibi filikayı suyun dışına kaldırıyordu. He­ pimiz üst üste devrilmiştik. Eğer Kanadalı hayva­ na karşı kararlı tutumunu sürdürüp onu kalbin­ den vurmasaydı, nasıl bitecekti bu maceranın sonu bilmiyorum.

Bir an için hayvanın filikanın demir gövdesine sürtünen dişlerinin gıcırtısı duyuldu. Dugong zıp­ kını da beraberinde götürerek kayboldu. Ama fıçı çok geçmeden su yüzeyine çıktı ve birkaç saniye 395

JULES VERNE

sonra sırtüstü dönmüş hayvanın gövdesi görün­ dü. Filika hayvanın yanına gitti. Onu treylere aldı ve Nautilus 'a doğru yöneldi. Dugongu Nautilus 'un sahanlığına çekebilmek için çok güçlü palangalar kullanmak gerekti. Tam beş bin kilogram ağırlığındaki hayvan, bu işlemin her ayrıntısını takip etmeye niyetli olan Kanada­ lının gözleri önünde parçalara ayrıldı. Aynı gün kamarot, geminin aşçısı tarafından ustaca hazır­ lanmış bu hayvanın etinden birkaç parça servis etti. Tadı gerçekten muhteşemdi. Hatta sığır etin­ den olmasa da dana etinden daha lezzetliydi. Ertesi gün, 11 Şubatta, geminin mutfağı bir baş­ ka lezzetli av etiyle daha da zenginleşti. Nautilus 'un üzerinde bir deniz kırlangıcı sürüsü uçuyordu. Bu kuş, Mısır'a özgü olan sterna nilotica türündendi. Kafası gri ve benekli, gagası siyahtı. Göz çevrele­ rinde beyaz noktalar vardı. Sırtı, kanatlan ve kuy­ rukları grimsi, karın ve boyun bölgesi beyaz, ayak­ lan kırmızıydı. Bu kuşların yanında bir de birkaç düzine yaban Nil ördeği avlanmıştı. Eti oldukça lezzetli olan bu kuşun boynu ve kafasının üst kıs­ mı beyaz üzeri siyah noktalarla bezeliydi. Nauti1us ortalama bir hızla ilerliyordu; su üzerinde süzülüyordu demek daha doğru olur. Süveyş'e yaklaştıkça, Kızıldeniz'in suyundaki tuz miktarının gitgide azaldığını fark ettim. Akşam saat beşe doğru kuzeye, Ras Muham­ med Burnu'na doğru döndük. Süveyş Körfezi ve Akabe Körfezi arasında yer alan bu burun, Ara­ bistan sınırını oluşturur. Nautilus, Süveyş Körfezi'ne giden Cebez Boğazı'na girdi. Ras Muhammed'in iki körfezi, Sü396

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

veyş ve Akabe arasında yer alan yüksek bir dağı fark ettim. Burası Musa'nın Tann'yla yüz yüze gel­ diği ve ruhun aralıksız çakan şimşeklerle çevrelen­ miş olarak zuhur ettiği Horib ya da Sina Tepesi'ydi. Nautilus saat altıda, suyun bazen altında ba­ zen üstünde seyrederek, suları kırmızıya boyan­ mış gibi duran -Kaptan Nema bu sulann kırmızı renkte olduğunu daha önce gözlemlemişti- ve bir koyun sonunda kurulmuş olan Tür şehrinin açık­ larından geçti. Pelikanların ve bazı gece kuşları­ nın çığlıklarıyla, kayalara çarpan dalga sesleriyle, çark kanatlarıyla suları döven buharlı bir geminin gürültüsüyle bölünen derin bir sessizlik içinde gece indi. Nautilus, saat sekizden dokuza kadar, suyun birkaç metre altında seyretti. Hesaplarıma göre, Süveyş yakınlarında olmalıydık. Salonun cam­ larından bakarken elektrik ışığıyla aydınlatılmış kaya zeminleri gördüm. Boğaz sanki gitgide da­ ralıyordu. Geıni, saat dokuzu çeyrek geçe su yüzeyindey­ di. Ben de sahanlığa çıktım. Kaptan Nemo'nun tüneline girmek için sabırsızlanıyor, yerimde du­ ramıyordum ve gecenin taze havasını içime çek­ meye çalışıyordum. Az sonra karanlıkta, sisin yarı yarıya örttüğü soluk bir ışık fark ettim. Bir mil ötemizde parlı­ yordu. "Yüzen fener," dedi biri yanımda. Döndüm ve Kaptan'la karşılaştım. "Bu Süveyş'in yüzen feneri," dedi. "Birazdan tünele� girmiş oluruz. " "Tünele giriş kolay olmamalı, değil mi?" 397

JULES VERNE

"Hayır beyefendi, değil. O yüzden kaptan köş­ küne geçip gemiyi kendim yönetiyorum. Şimdi, eğer isterseniz, aşağı inin, Bay Aronnax; çünkü Na­ utilus denize dalacak ve ancak Arabistan Tüneli'ni geçtikten sonra yeniden su yüzüne çıkacak. " Kaptan Nemo'yu dinledim ve indim. Kapaklar kapatıldı. Su depoları dolduruldu ve gemi on-on iki metre derine daldı. Odama gitmeye hazırlandığım sırada Kaptan beni durdurdu: ,, "Bay Profesör, dedi, "kaptan köşkünde bana eşlik etmek ister misiniz ?" "Size bunu sormaya cesaret edemiyordum," diye cevap verdim. "Gelin, o halde. Bu sayede hem yeraltında hem de deniz altındaki bu yolculuk sırasında görülebi­ lecek her şeyi görmüş olacaksınız." Kaptan Nema beni ana merdivene doğru gö­ türdü. Merdivenin ortasına varınca bir kapıyı açtı. Üst kattaki koridorlar boyunca ilerledi ve sahan­ lığın uç kısmında bulunan kaptan köşküne vardı. Burası, kenarları altı ayak uzunluğunda bir kaptan köşküydü; bu özelliğiyle Mississippi ya da Hudson nehirlerindeki kaptan köşklerini an­ dırıyordu. Bu bölmenin tam ortasında, geminin kıç tarafına kadar uzanan dümen mili çarkının dişlileri arasına oturtulmuş bir dümen vardı. Ka­ maranın duvarlarında yer alan dört cam lombar, dümencinin her yönü görmesini sağlıyordu. Kamara karanlıktı ama bir süre sonra gözüm bu karanlığa alıştı. Elleriyle dümen çarkını tutan güçlü kuvvetli dümenciyi gördüm. Kamaranın arka tarafında, sahanlığın diğer ucunda yer alan 398

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

fenerden yayılan ışık denizi yoğun bir şekilde ay­ dınlatıyordu. "Şimdi," dedi Kaptan, "geçidimizi arayalım ba­ kalım. " Kaptan köşkü, elektrik kabloları yoluyla ma­ kine dairesine bağlıydı. Kaptan Nema, bu sayede Nautilus'a aynı anda hem yön verebiliyor hem de onu hareket ettirebiliyordu. Metal bir düğmeye bastı ve hemen ardından pervanenin dönüş hızı azaldı. Geıni, kıyının kumlu masiflerinin temelini oluşturan yüksek bir duvarın kenarında ilerler­ ken, ben sessizce etrafı izliyordum. Bir saat kadar duvar boyunca ilerledik. Duvarla aramızda yal­ nızca birkaç metre mesafe vardı. Kaptan Nema, kamaradaki iki eşmerkezli dairenin yanında asılı duran pusuladan gözünü ayırmıyordu. Dü­ menci, onun basit bir hareketiyle, saniyede bir Nautilus'un yönünü değiştiriyordu. İskele tarafına bakan lombarın önünde durmuş, birbirinden güzel mercanları, bitkisel hayvanları, algleri ve kocaman ayaklarını duvarın yarıkların­ dan dışarı uzatmış kabukluları seyrediyordum. Saat onu çeyrek geçe, Kaptan Nema dümene kendi geçti. Önümüzde karanlık ve derin bir ge­ çit uzanıyordu. Nautilus cesurca bu geçide girdi. Geminin yan yüzeylerinden garip bir uğultu sesi geliyordu. Bu ses, tüneldeki eğim yüzünden hız­ la Akdeniz'e akan Kızıldeniz sularının sesiydi. Nautilus, direnmek için pervaneyi ters yönde ha­ reket ettiren makinenin tüm çabasına rağmen, sel gibi akan suların içinde adeta bir ok kadar hızlı ilerliyordu. 399

JULES VERNE

Geçidin dar duvarlan üzerinde, parlak keler balıklanndan, düz çizgilerden, elektrik ışığı altın­ da hızla ilerlediğimiz için oluşan yansıma izlerin­ den başka bir şey görünmüyordu. Hızla çarpan kalbimi elimle bastınyordum. Saat onu otuz beş geçe, Kaptan Nemo dümen çarkını bıraktı ve bana dönüp: "Akdeniz," dedi. Azgın sularla birlikte sürüklenen Nautilus , Süveyş kıstağını yirmi d akikadan kısa bir süre­ de aşmıştı.

400

VI YUNAN ADALARI

Nauti1us ertesi gün, 12 Şubatta, güneşin doğu­

şuyla birlikte deniz yüzeyine çıktı. Hemen s ahan­ lığa çıktım. Üç mil güneyde, Pelusium'un belli be­ lirsiz silueti görünüyordu. Azgın bir akıntı bizi bir denizden diğerine taşımıştı. Ama inmesi kolay olan bu tünelden yukarı çıkması oldukça zordu. Saat yediye doğru Ned ve Conseil yanıma geldi. Bu iki ayrılmaz arkadaş, Nauti1us'un hünerle­ rinden bihaber huzurlu bir uyku çekmişti. "Pekala, bay doğabilimci, Akdeniz işi ne oldu?" diye sordu Kanadalı alaycı bir ses tonuyla. "Üzerinde yüzüyoruz, dostum Ned," dedim. "Nasıl yani! " dedi Conseil. "Yani gece mi. . . " "Evet, bu gece birkaç dakika içinde, aşılmaz denen kıstağı aştık." " Bu s öylediğinize inanmıyorum," dedi Kana­ dalı. "Ve yanılıyorsunuz , Üstat L and," dedim . " Şu gördüğünüz güneye doğru kıvrılan kıyı, Mısır

kıyısı." İnatçı Kanadalı: "Başkalarına anlatın bu masalı," dedi. "Ama eğer bunu beyefendi söylüyorsa, ona inanmak gerekir," dedi Conseil. 40 1

JULES VERNE

"Üstelik, Ned, Kaptan Nema bana bu tüneli görme şerefini bahşetti. Onun yanındaydım, kap­ tan köşkünde. Bu dar geçitten geçerken Nautiius 'u o yönetti." "Duydunuz mu, Ned? " diye sordu Conseil. "Hem sizin öyle sağlam gözleriniz var ki, " de­ dim, "Port Said'in denizin içine kadar uzanan is­ kelelerini görebilirsiniz. " Kanadalı dikkatle baktı. "Aslına bakarsanız, siz haklısınız, Profesör, " dedi, "sizin kaptan gerçek bir adam. Akdeniz' de­ yiz. Güzel. O halde, eğer isterseniz, bizim şu me­ seleden söz edelim; ama kimsenin bizi duymaya­ cağı şekilde. " Kanadalının varmak istediği noktayı anlamış­ tım. Her halükarda bu konuyu konuşmanın iyi olacağını düşündüm; çünkü Ned Land böyle isti­ yordu. Üçümüz gidip fenerin yakınına, dalgaların üzerimize sıçramasından korunabileceğimiz bir yere oturduk. " Şimdi Ned, sizi dinliyoruz," dedim. "Bize söy­ leyeceğiniz ne var?" " Size söylemek istediğim şey çok basit," diye cevap verdi Kanadalı. "Avrupa'dayız. Kaptan Nemo'nun geçici hevesleri bizi buz denizinin dibine ya da Okyanusya'ya sürüklemeden önce Nautiius'tan kaçmayı öneriyorum. " İtiraf etmem gerekirse, Kanadalıyla bu tartış­ maya girmek beni her zaman sıkıyordu. Arkadaş­ larımın özgürlüğüne engel olmayı hiçbir şekilde istemiyordum; fakat Kaptan Nemo'dan ayrılmayı da hiç arzu etmiyordum . O ve gemisi sayesinde denizin derinliklerine dair çalışmalarımı her gün 402

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

biraz daha ilerletiyor ve bu konuda daha önce yazdığım kitabımı burada, kendi doğal ortamında yeniden gözden geçiriyordum. Okyanus harikala­ rını incelemek için elime bir daha böyle bir fırsat geçer miydi? Hayır tabii ki! Bu yüzden araştırma­ larımı ve gezimizi tamamlamadan Nautiius'tan ayrılmak fikrini bir türlü kabul edemiyordum. "Ned," dedim, "bana dürüstçe cevap verin. Gemide sıkılıyor musunuz? Kaderin bizi Kaptan Nemo'nun eline düşürmüş olmasından dolayı üzgün müsünüz? " Kanadalı birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra kol­ larını bağlayarak: "Doğrusunu isterseniz," dedi, "denizler altın­ daki bu yolculuktan pişman değilim. Hatta bunu yaptığım için memnunum; ancak yaptım diyebil­ mek için bu yolculuğun bir sonu olmalı. İşte be­ nim istediğim bu." "Bitecek, Ned." "Nerede, ne zaman? " "Nerede? Hiç bilmiyorum. N e zaman? Bunu da söyleyemem ya da en azından şunu varsaya­ bilirim; yolculuğumuz, denizin bize öğretecek bir şeyi kalmadığında bitecek. Bu dünyada başlangıcı olan her şeyin zorunlu olarak bir sonu da vardır." "Ben de beyefendi gibi düşünüyorum," dedi Conseil. "Yeryüzünün tüm denizlerini dolaştık­ tan sonra , Kaptan Nemo'nun üçümüzü birden

serbest bırakması oldukça mümkün." "Serbest bırakması mı? Topa tutması demek istediniz sanırım? " diye bağırdı Kanadalı. "Abartmayalım, Üstat Land," dedim. "Kaptan'dan korkmamızı gerektirecek bir du403

JULES VERNE

rum yok; ama Conseil'le aynı fikirde de değilim. Nautilus'un bütün sırlarını biliyoruz. Geminin komutanının sırf bize özgürlüğümüzü vermek adına, bu sırların bizimle birlikte dünyaya yayıl­ dığını görmek isteyeceğini sanmıyorum. " " O halde siz ne umut ediyorsunuz? " diye sordu Kanadalı. "Yararlanabileceğimiz, hatta yararlanmak zo­ runda olduğumuz koşulların, bugünden başlaya­ rak altı ay içinde oluşacağını. " "Harika! " dedi Ned Land. "Peki bu altı ay içinde biz nerede olacağız bay doğabilimci? " "Belki burada, belki d e Çin'de. Bildiğiniz gibi, Nautilus oldukça hızlı bir gemi. Okyanusları, bir kırlangıcın gökleri ya da bir trenin kıtaları aşması gibi geçebiliyor. İşlek denizlerden de geçmeye çe­ kinmiyor. Kaçışın çok daha kolay olacağı Fransa, İngiltere, Amerika kıyılarına gitmeyeceğini han­ gimiz söyleyebilir?" "Bay Aronnax, " dedi Kanadalı, "bir kere ar­ gümanlarınız temelden yanlış. Gelecek zamana dair konuşuyorsunuz: ' Şurada olacağız! Burada olacağız! ' Bense şimdiki zamanda konuşuyorum: 'Buradayız ve bundan yararlanmamız gerek' di­ yorum. " Ned Land'ın yürüttüğü akıl yürütme beni ça­ resiz bıraktı. Kendimi bu konuda yenilmiş hisse­ diyordum. Hangi argümanlarla durumu lehime çevirebileceğimi bilmiyordum. "Beyefendi," diye yeniden söze girdi Ned, "var­ sayalım ki olmaz denilen oldu ve Kaptan Nemo bugün size özgürlüğünüzü geri verdi. Kabul eder misiniz? " 404

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Bilmiyorum, " dedim. "Ve o günkü teklifinin bir daha asla tekrarlanmayacağını söyledi, kabul eder misiniz ?" Cevap vermedim. Ned Land: "Peki, ya siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, Conseil?" diye sordu. "Conseil mi? Conseil'in söyleyecek bir şeyi yok," diye cevap verdi Conseil sakince. "Bu ko­ nuda tamamen tarafsız. Efendisi ve arkadaşı Ned gibi, o da bekar. Onu ülkesinde bekleyen ne bir karısı, ne ailesi, ne çocukları var. Efendisinin hiz­ metinde biri o. Onun gibi düşünüyor, onun gibi konuşuyor. Bunu söylemekten üzgün ama ço­ ğunluğu s ağlamak için onu bu işe karıştırmayın. Burada yalnızca iki kişi var: biri beyefendi, diğeri N ed Land. Conseil ise yalnızca dinler ve puanları kaydetmeye hazırdır." Conseil kendi kişiliğini böyle hiçe sayınca, gü­ lümsemekten kendimi alamadım. Aslında Kana­ dalı, Conseil onun karşısında olmadığı için sevin­ meliydi. "Mademki Conseil yok, beyefendi," dedi Ned Land, "biz de ikimiz tartışalım. Ben konuştum, siz de işittiniz. Soruma ne cevap vereceksiniz ? " Tartışmayı bir sonuca bağlamak gerekiyordu gerçekten. Kaçamak cevaplar da beni hep rahat­ sız

ederdi.

"Dostum Ned," dedim, "size cevabımı söyle­ yeyim. Siz haklısınız ve benim argümanlarım si­ zinkiler karşısında sağlam duramaz. İşi Kaptan Nemo'nun insafına bırakmamak gerek. Alacağı en basit önlem, onu bizi özgür bırakmaktan alı405

JULES VERNE

koyar. Buna karşılık sağduyu bize , Nautilus 'u terk etmek için önümüze çıkan ilk fırsatı değerlendir­ memiz gerektiğini söylüyor." "Güzel, Bay Aronnax. İşte şimdi akıllıca konuş­ tunuz. " "Yalnız , " dedim , "tek bir düşüncem var. Bu fırsatın gerçek bir fırsat olması gerek. İlk kaçış denememizde başarılı olmak zorundayız; çünkü eğer bu fırsatı değerlendiremezsek, tekrarlama şansımız olmaz ve Kaptan Nema bizi asla affet­ mez. " "Bu doğru," dedi Kanadalı. "Ama bu söyledi­ ğiniz, ister iki gün, ister iki yıl içinde karşımıza çıksın, bütün fırsatlar için geçerli. Yani sorun hep aynı: uygun bir fırsat yakalarsak bunu değerlen­ dirmemiz gerek." "Tamam. Peki , şimdi bana uygun fırsattan ne anladığınızı söyler misiniz , Ned? " "Karanlık bir gecede Nautilus 'un bizi bir Avru­ pa kıyısının yakınına getirmesi." "Yüzerek mi kurtulmayı deneyeceksiniz ?" "Eğer kıyıya yeteri kadar yaklaşmışs ak ve gemi suyun üzerindeyse, evet. Ama yok eğer kıyıdan uzaktaysak ve gemi de suyun altında ilerliyorsa , hayır. " "Bu durumda ne olacak?" "Bu durumda filikayı ele geçirmeye çalışaca­ ğım. Nasıl kullanıldığını biliyorum. Filikanın içine girip vidalan sökünce, öndeki dümenci bile kaçtı­ ğımızı fark etmeden su yüzeyine çıkacağız. " "Tamam , Ned. O halde siz fırsat kollayın ama şunu da unutmayın; tek bir hata bizim sonumuz olur." 406

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Unutmam, beyefendi." "Şimdi, Ned, benim sizin bu planınızla ilgili düşündüklerimi öğrenmek ister misiniz? " "Seve seve, Bay Aronnax. " "Tamam öyleyse, dinleyin. Ben bu uygun fırsa­ tın olmayacağını düşünüyorum; umut ediyorum demiyorum, dikkatinizi çekerim." "Neden olmasın peki? " "Çünkü Kaptan Nema , özgürlüğümüze ka­ vuşmak ümidinden vazgeçmediğimiz ihtimalini göz ardı edemez ve bu konuda önlemini alacak­ tır, özellikle de Avrupa sularına bu kadar yak­ laşmışken." "Beyefendiyle aynı düşüncedeyim, " dedi Conseil. "Göreceğiz," diye cevap verdi Ned Land başını kararlı bir şekilde sallayarak. "Fakat tüm bu konuştuklarımız burada kalsın, Ned Land," diye ekledim. "Bu konu hakkında tek kelime bile etmeyelim. Hazır olduğunuz gün bize haber vereceksiniz, biz de size uyacağız. Bu konu­ da size çok güveniyorum." Daha sonra çok ciddi sonuçlar doğuracak olan bu konuşma böyle tamamlandı. Bundan sonraki olayların benim tahminlerim doğrultusunda ve Kanadalıyı hayal kırıklığına düşürecek biçimde gelişeceğini şimdiden söylemem gerek. Kaptan Nema bu işlek sulardan geçerken bize güvenme­ diğinden mi, yoksa Akdeniz sularında dolaşan çeşitli milletlere ait gemilerden birine görünmek endişesiyle mi, bilmiyorum, genelde suyun al­ tında ve de kıyıdan uzakta ilerliyordu. Ya sadece kaptan köşkü suda kalacak biçimde suya dalıyor 407

JULES VERNE

ya da çok derinlere iniyordu. Çünkü Yunan Ada­ ları ve Ön Asya arasında denizin dibini iki bin metreden önce bulamıyorduk. Bu yüzden Sporad Adalarından biri olan Kerpe'yi ancak Kaptan Nemo'nun Vergilius'tan okuduğu iki dize sayesinde tanıyabildim. Kaptan parmağını haritada bir noktanın üzerine koydu ve şu dizeleri söyledi: Est in Carpathio Neptuni gurgite uates Caeruleus Proteus . . .

Rodos ile Girit arasında yer alan ve bugün Kerpe adıyla bilinen Karpathos Adası, aslında Neptün'ün sürülerinin yaşlı çobanı Proteus'un antik barınağıydı. Salonun camından görünen, adanın sadece granit dip kayalarıydı. Ertesi gün, 14 Şubat günü yani, adalar ve çev­ resinde yaşayan balıkları incelemek için birkaç s aat ayırmaya karar verdim. Ama nedendir bi­ linmez, s alonun kapakları kapalı tutuluyordu. Geminin yönüne bakmaya sahanlığa çıktığımda, eski adı Girit olan Kandiye Adası'na doğru git­ tiğimizi fark ettim. Abraham Lincoln'a bindiğim sırada, bütün ada Türk zorbalığına karşı isyan etmişti. Ama o dönemden bu yana isyanın nasıl geliştiğini bilmiyordum. Bunu karayla tüm irti­ batını kesmiş Kaptan Nemo'dan da öğrenemez­ dim tabii. Bu yüzden akşam salonda onunla yalnızken bu konudan hiç bahsetmedim. Zaten Kaptan bana suskun ve endişeli gibi geldi. Sonra alışıl­ mışın aksine, salonun iki kapağının da açılmasını 408

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

emretti ve bir birine bir ötekine giderek suları dik­ katle inceledi. Amacı neydi? Bunu tahmin etmek güçtü. Ben de zamanımı gözlerimin önünden ge­ çen balıkları incelemeye ayırdım. Balıkların arasında, özellikle Nil deltasına komşu denizlerde rastlanan, Aristoteles'in de sö­ zünü ettiği ve halk arasında çopra balığı olarak bilinen kayabalıkları dikkatimi çekti. Onların ya­ nından yarı fosforlu trançalar yüzüyordu. Mısır­ lıların kutsal hayvanlar arasında s aydıkları çipu­ raların bir türü olan bu balıkların nehre gelmeleri verimli bir su taşkınının habercisi olarak görül­ düğünden dini törenlerle kutlanıyordu. Bunların yanında, şeffaf pullu kemikli balıklardan olan üç desimetre boyundaki labrusları fark ettim. Mor renkli gövdelerinin üzerinde kırmızı benekler vardı. Deniz bitkileriyle beslendikleri için etle­ ri çok lezzetli olan bu balıklar, Antik Roma gur­ meleri tarafından çok rağbet görüyordu. Balığın içi ayıklanıp murena sütü, tavus kuşu beyni ve flamingo diliyle birlikte servis edilince, ortaya Vitellius 'un hayran olduğu, tanrılara layık bir ye­ mek çıkıyordu. O sırada bu denizlere özgü başka bir canlı dikkatimi çekti ve kafamda antik çağa dair bil­ diklerimin canlanmasına neden oldu. Bu, kö­ pekbalıklarının karnına yapışarak gezen bir re­ moraydı. Eskilerin anlattığına göre, bu balık bir geminin gövdesine yapışıp onu durdurabilirdi. Hatta bunlardan bir tanesinin Aktium Sava­ şı sırasında Antonius'un gemisini durdurduğu ve Augustus'un zaferini kolaylaştırdığı rivayet edilir. Milletlerin kaderi nelere bağlı olabiliyor409

JULES VERNE

du! Bunlardan başka, lutj anidae cinsi harika anthiaslar gördüm. Yunanlara göre, bu balıklar dolaştıkları sulardaki deniz canavarlarını kaçı­ rabiliyordu; bu yüzden de kutsaldı. Antias çiçek demekti. Balıkların, toz pembeden yakuta kadar kırmızının bütün tonlarının iç içe geçtiği göz alı­ cı renkleri ve sırt yüzgeçlerindeki yanardöner parıltılar, onların bu adla anılmasını doğrular nitelikteydi. Gözlerimi bu deniz harikalarından ayıramıyordum. Tam o sırada, beklenmedik bir görüntüyle şaşkına döndüm. Denizin ortasında bir adam, kemerinde deri bir kese asılı bir dalgıç vardı. Suya atılmış cansız bir bedene benzemiyordu. Güçlü kuvvetli kolla­ rıyla yüzen, bazen su yüzeyine nefes almak için çıkıp kaybolan ve sonra yeniden dalan kanlı canlı bir adamdı bu. Kaptan Nemo'ya dönüp heyecanlı bir sesle: "Bir insan! Bir kazazede ! " diye bağırdım. "Ne pahasına olursun olsun onu kurtarmalıyız ! " Kaptan cevap vermedi ve cama doğru ilerledi. Adam yaklaşmış, yüzünü cama yapıştırmış bize bakıyordu. Kaptan Nemo ona bir işaret yaptı. Şaşkınlık içindeydim. Dalgıç da bir el işaretiyle ona karşılık verdi. Sonra hemen yüzeye doğru gitti ve bir daha görünmedi. "Endişelenmeyin," dedi Kaptan. "Bu Nicolas. Matapan Burnu'nda yaşar. Lakabı Pesce'dir. Bü­ tün Kiklad onu tanır. Efsane bir dalgıçtır! Su onun evi gibidir; karadan çok suda yaşar. Bir adadan di­ ğerine, hatta Girit'e kadar yüzer durur." "Yani onu tanıyorsunuz ? " 410

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Neden tanımayayım, Bay Aronnax?" Bunu söyledikten sonra salonun sol penceresi­

nin yanında duran bir dolaba doğru gitti. Dolabın yanında bakır çerçeveli küçük bir sandık gördüm. Sandığın kapağının üzerinde Mobilis in mobile ya­ zan ve Nautilus'un resminin bulunduğu demir bir levha vardı. 411

JULES VERNE

Benim orada olduğumu umursamadan bir tür kasa olan sandığı açtı. Sandığın içinde külçeler vardı. Altın külçelerdi bunlar. Bir s andık dolusu bu değerli metalin kaynağı neydi? Kaptan bu kadar altını nereden bulmuştu ve bunlarla ne yapa­ caktı? 412

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Tek kelime bile etmedim. S adece izliyordum. Kaptan külçeleri teker teker eline aldı ve son­ ra onları düzenli bir şekilde yerleştirip s andığı doldurdu. B ana kalırsa, s andığın içinde bin ki­ lodan fazla, yani yaklaşık beş milyon franklık al tın vardı. Sandık sıkıca kapatıldı ve Kaptan kapağın üze­ rine modern Yunanca olduğunu tahmin ettiğim harflerle bir adres yazdı. Yazıyı yazdıktan sonra mürettebatın bulun­ duğu bölüme bağlı olan bir düğmeye bastı. Dört adam geldi. Sandığı zar zor salonun dışına çıkar­ dılar. Sonra onu palanga yardımıyla merdiven­ den yukan çektiklerini duydum. O sırada Kaptan Nema bana dönüp: "Söylemek istediğiniz bir şey var mı, Bay Profesör?" dedi. "Yok, Kaptan," dedim. "O halde izin verin size iyi geceler dileyeyim." Bunu söyledikten sonra salondan çıktı. Tahmin edileceği gibi, odamda merak içinde döndüm durdum. Uyumaya çalıştım ama nafiley­ di. Dalgıcı görmemiz ile altın dolu sandık arasında bir bağ olduğunu düşünüyordum. Az sonra, gemi biraz sallanıp yalpa vurunca, denizin alt katman­ lanndan yukarı doğru çıktığımızı anladım. Sonra sahanlıkta ayak sesleri duydum. Filika­ yı söküp denize indirdiklerini anladım. Filika bir an için geminin gövdesine çarptı ve sonra bütün sesler kesildi. İki saat sonra aynı sesler, aynı git geller yeniden duyuldu. Filika gemiye çekildi, yuvasına yerleştiril­ di ve Nautilus yeniden suyun derinliklerine daldı. 413

JULES VERNE

Böylece milyonlar adrese teslim edilmiş oldu. Peki ama karanın neresine? Kaptan Nemo'nun muhatabı kimdi? Ertesi gün, gece meydana gelen ve bende müthiş merak uyandıran olaylan Ned Land ve Conseil'e anlattım. Onlar da en az benim kadar şaşırdılar. "Peki ama nereden buluyor bu milyonları? " diye sordu Kanadalı. Buna verilecek cevap yoktu. Öğle yemeğimi yedikten sonra salona geçtim ve çalışmaya ko­ yuldum. Akşam saat beşe kadar notlarımı düzen­ ledim. O sırada -acaba sadece bana mı öyle geli­ yordu bilmiyorum- çok sıcakladım ve giysilerimi çıkardım. Yüksek enlemlerde olmadığımız için neden sıcakladığıma bir anlam veremedim. Üste­ lik Nautilus suyun altındaydı ve bu durumda hiçbir sıcaklık artışı hissedilmemesi gerekiyordu. Mano­ metreye baktım, altmış ayak derinlikte olduğumu­ zu gösteriyordu. Atmosferdeki sıcaklığın, bulun­ duğumuz derinliğe ulaşması mümkün değildi. Çalışmaya devam ettim ama sıcaklığın artışı katlanılmaz bir noktaya ulaştı. "Yoksa gemi mi yanıyor?" dedim kendi ken­ dime. Salondan aynlmak üzereyken Kaptan içeri girdi. Termometreye doğru gidip kontrol etti ve bana dönerek: "Kırk iki derece," dedi. "Farkındayım, Kaptan," dedim, "sıcaklık biraz daha artarsa korkarım dayanamayız." "Bay Profesör, " dedi, "bu sıcaklık ancak biz is­ tersek artar. " 414

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Yani sıcaklığı dilediğiniz gibi ayarlayabiliyor­ sunuz, öyle mi? " "Hayır ama ısıyı yaratan kaynaktan uzaklaş­ mak benim elimde." "Peki bu kaynak dışardan bir kaynak mı? " "Kesinlikle. Bir kaynar s u akıntısının içinde yüzüyoruz. " "Böyle bir şey mümkün mü? " "Bakın. " Kapaklar açıldı ve Nautilus'un içinde yüzdüğü suyun bembeyaz olduğunu gördüm. Kazan gibi kaynayan dalgalann ortasında kükürtlü bir du­ man tütüyordu. Elimi camlardan birine değdir­ dim ama o kadar sıcaktı ki dayanamadım, geri çektim. "Neredeyiz ?" dedim. " Santorini Adası yakınlarında, Profesör," dedi Kaptan, "tam olarak Nea Karneni ile Palea Kameni'yi ayıran kanaldayız. Size bir deniz altı yanardağının ilginç manzarasını göstermek is­ tedim. " "Bu yeni adaların oluşumunu tamamladığını sanıyordum." "Volkanik bölgelerde hiçbir şey tamamlanmış değildir," diye karşılık verdi. "Yerin altındaki volkanlar yeryüzünü sürekli değiştirir. Cassio­ dorus ve Plinius'a göre, bu adaların bugün oluş­ makta olduğu yerde, daha İ.S. 19 yılında yeni bir ada belirmişti; kutsal Theia Adası. Sonra bu ada sulara gömüldü. Bundan altmış dokuz yıl sonra yeniden ortaya çıktı ve sonra yine kayboldu. Bu­ radaki plütonik hareketler o günden günümüze kadar durdu. Fakat 3 Şubat 1876'da, Nea Karneni 415

JULES VERNE

yakınlarında, kükürtlü dumanların arasında Ge­ orge adı verilen bir ada belirdi ve 6 Şubatta orada s abitlendi. Yedi gün sonra, yani 13 Şubat günü de Nea Karneni ile arasında altı metrelik bir alan bırakan Afroessa Adası belirdi. Bu ada ortaya çıktığında ben denizdeydim ve oluşumunun tüm aşamalarını gözlemledim. Yuvarlak biçimli Afroessa Adası'nın çapı yüz ayak, yüksekliği ise otuz ayaktı. Feldspat parçacıklanyla karışık si­ yah renkli, cam gibi lavlardan oluşuyordu. Son olarak da 10 Mart'ta, yine Nea Karneni yakınla­ nnda Reka diye anılan, diğerlerinden daha kü­ çük bir adacık yükseldi. O z amandan bu yana, birbirine kaynaşmış olan bu üç ada artık tek bir ada oluşturuyor. " "Şu an içinde bulunduğumuz kanal? " diye sordum. "Bakın," dedi Kaptan bana bir ada haritası gös ­ tererek, "buraya tüm yeni adacıklan işaretledim. " "Bu kanal bir gün kapanacak mı?" "Bu söylediğiniz mümkün, Bay Aronnax. Çün­ kü 1866' dan bu yana Palea Karneni' de yer alan Agios Nikolaos limanının karşısında sekiz küçük lav adacığı ortaya çıktı. Yani şu kesin ki, Nea ve Palea yakın bir zamanda birleşecek. Nasıl ki Pasi­ fik Okyanusu'nun ortasındaki kıtaları tek hücreli yosunlar oluşturmuşsa, burada da bu işi volkanik olaylar gerçekleştiriyor. İşte beyefendi, suların al­ tında tamamlanan çalışmaları seyredin. " Cama doğru yaklaştım. Nautilus hareketsizdi. Sıcaklık dayanılmaz bir hale gelmişti. Burada bu­ lunan demir tuzu yüzünden denizin beyaz rengi kırmızıya dönüşmüştü. Salonun kalın duvarları416

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

na rağmen ortalığı katlanılmaz bir kükürt kokusu sarmıştı. Kıpkırmızı lavlar geminin elektrik ışığı­ nı bile bastırmıştı. Ter içindeydim. Sıcaktan boğuluyor, pişiyor­ dum. Evet, evet bu doğruydu; piştiğimi hissedi­ yordum! Kaptan'a: "Bu kaynar suda daha fazla kalamayız," de­ dim. "Evet, bu pek akıllıca olmaz," diye cevap verdi. Emir verildi. Nautilus yön değiştirdi ve bu ce­ hennem sıcağından uzaklaştı, zaten zarar görme­ den bu sıcağa meydan okuması imkansızdı. On beş dakika sonra deniz yüzeyinde nefes alıyor­ duk. O zaman aklıma şu geldi: Eğer Ned Land kaçış için bu bölgeyi seçmiş olsaydı, bu ateş denizinden asla sağ çıkamazdık. 16 Şubatta, yani ertesi gün, Rodos ve İsken­ deriye arasında üç bin metre derinliğe ulaşan bu havzadan ayrılmıştık. Nautilus, Çuha Adası açık­ larından geçip Matapan Burnu'nu döndükten sonra, Yunan Adalan artık arkamızda kalmıştı.

417

VII KIRK SEKiZ SAATTE AKDENiZ •



Akdeniz, en mavi deniz, Yahudilerin "büyük deniz"i, Yunanların tek "deniz"i, Romalıların mare nostrumu, etrafı portakal ağaçlarıyla, sarısabır çiçekleriyle, kaktüslerle, sahil çamlarıyla beze­ li, mersin kokulu, sınırlan sarp dağlarla çizilmiş, temiz ve berrak havaya doymuş ama dibinde­ ki volkanların durmadan değiştirdiği, Neptün ve Plüton'un dünyanın hakimiyeti için hala birbiriyle çatıştığı gerçek bir savaş alanı. "Burada, Akdeniz'in sularında ve kıyılarında," der Michelet, "insan dünyanın en güçlü iklimlerinden biriyle tazelenir." Ama bunca güzelliğine rağmen, yüzölçümü iki milyon kilometre kare olan bu havzayı şöyle bir görür gibi olmuştum, o kadar. Kaptan Nemo'nun kendi kişisel bilgilerinden bile yararlanamamış­ tım. Çünkü bu garip şahsiyet, gemi hızla Akdeniz'i geçerken yalnızca bir defa ortalarda göründü. Tahminime göre, Nautiius'un bu denizde katettiği mesafe aşağı yukarı altı yüz fersahtı ve buradaki yolcuğumuz toplam kırk sekiz saatte tamamlan­ mıştı. Yunanistan dolaylarından 16 Şubatta yola çıkmış, 18 Şubatta, gün doğumuyla birlikte Cebe­ litarık Boğazı'nı geçmiştik. 418

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bana kalırsa Kaptan Nemo'nun kaçmak iste­ diği toprakların arasında kalan bu denizden pek hoşlanmadığı kesindi. Bu denizin dalgalan ve rüzgarlan Kaptan Nemo'ya beraberinde birçok anı ve hatta pişmanlık getiriyor olmalıydı. Bu deniz ona, okyanuslardaki gibi bir özgürlük ve bağımsız hareket edebilme olanağı tanımıyordu. Nautilus bile kendini Afrika ve Avrupa'nın birbirine yakın kıyıları arasında sıkışmış hissediyordu sanki. Bu yüzden hızımız saatte beş mile çıkmıştı, yani saatte on iki fersah yol alıyorduk. Söylemeye lüzum yok, Ned Land kaçma planlarından vazgeç­ mek zorunda kalmıştı ve bu durum canını olduk­ ça sıkmıştı. Gemi saniyede on iki-on üç metre yol alırken filikadan da yararlanamazdı. Bu şartlar al­ tında Nautilus'tan ayrılmak aynı hızla ilerleyen bir trenden atlamak gibiydi ki, bu oldukça mantıksız bir girişim olurdu. Üstelik gemi hava depoların­ daki havayı yenilemek için bile yalnızca geceleri su yüzeyine çıkıyor ve yönünü yalnızca pusulaya göre belirliyor, parakete hesabıyla ilerliyordu. Demem o ki, bir ekspres tren yolcusu gözünün önünden kaçıp giden manzaranın ne kadarını gö­ rebilirse, ben de Akdeniz'i öyle gördüm. Başka tür­ lü söylersem, şimşek hızıyla gözümün önünden geçenleri değil de uzak ufukları görebildim yalnız­ ca. Ama yine de Conseil ve ben güçlü yüzgeçleri sayesinde birkaç saniyeliğine de olsa Nautilus'un

yanından yüzen Akdeniz balıklarından birkaç ta­ nesini gözlemleyebildik. Balıklan görebilmek için salon camlarının önünde bekliyorduk. Bu sırada aldığım notlar sayesinde bu denizde yaşayan ba­ lık türlerini birkaç kelimeyle anlatabilirim. 419

JULES VERNE

Nautilus'un hızı yüzünden gözden kaçanlan saymazsak, aslında burada yaşayan balıklann bazılannı gördüm, bazılannı şöyle bir görür gibi oldum. Bundan dolayı balıklan ancak kesinlikten uzak bir biçimde sınıflandırabilirim. Bu sınıflan­ dırmayla yaptığım hızlı gözlemleri daha derli toplu hale getirmiş olacağım.

udun 'l'et ... . ı.. ... -

( -- -

,.

420

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Elektrik ışığının iyice aydınlattığı su kütlele­ rinin ortasında, neredeyse her iklime uyum sağ­ layabilen birkaç tane bofa balığı kıvnla kıvnla yüzüyordu. Bir vatoz fare türü olan, beş ayak ge­ nişliğinde, beyaz kannlı, sırtlan kül rengi ve be­ nekli balıklar akıntının sürüklediği geniş şallar gibi yayılıyordu. Diğer vatoz türleri öyle hızlıydı ki, Yunanlann onlara taktığı kartal adını ya da gü­ nümüz balıkçılannın yakıştırdığı fare, karakurba­ ğası ve yarasa gibi sıfatlan hak edip etmediklerini öğrenemedim. Özellikle dalgıçları çok korkutan, on iki ayak boyundaki köpekbalıklan kendi arala­ nnda hız yanşı yapıyordu. Müthiş bir koku alma yeteneğine sahip, sekiz ayak uzunluğundaki deniz tilkileri mavimsi dev gölgeler gibi görünüyordu. Bazılarının uzunluğu on üç desimetreyi bulan spa­ ridae türüne ait sangözler, koyu renk yüzgeçleri­ nin üzerinde belirginleşen şeritlerle çevirili gümüş rengi ve gök mavisi giysilerinin içinde boy gösteri­ yordu. Venüs'e adanmış bu balıklann gözleri altın rengi kaşlarının altında gizlenmişti. Tatlı ve tuzlu her türlü suyun dostu, ırmak, göl ve okyanuslarda yaşayan, her iklime, her sıcaklığa uyum sağlayabi­ len ve soylan jeolojik zamanlara kadar uzanan bu çok değerli balık türü, o günden bugüne güzelliğini koruyabilmişti. Uzunluklan dokuz-on metre arası değişen, uzun yol balıkları olan mersinbalıkları, üzeri kahveren gi beneklerle kaplı sırtlarını döne­

rek kuyruklanyla salonun camlanna vuruyordu. Köpekbalıklanna benzeyen ama onlar kadar hızlı hareket edemeyen bu balıklara bütün denizler­ de rastlanabilirdi. Bunlar baharda büyük nehirle­ re yüzmeyi, Volga'nın, Tuna'nın, Po'nun, Ren'in, 421

JULES VERNE

Loire'nin, Oder'in akıntılarıyla mücadele etmeyi seviyor; ringa balığı, uskumru, somon ve mezgitle besleniyordu. Kıkırdaklılar sınıfına ait olmalarına rağmen oldukça lezzetliydiler; taze, kurutulmuş, salamuraya yatırılmış ya da tuzlanmış olarak ye­ nen bu balıklar, eskiden Lucullus gibi ünlü komu­ tanların masalarını süslermiş. Ama Akdeniz'de yaşayan canlılar arasında, Nautiius'un deniz yü­ zeyine yaklaşmasıyla çok net şekilde gözlemledi­ ğim balıklar, kemikli balık türlerinin altmış üçün­ cü sırasındaki orkinos balıklarıydı. Bu balıkların sırt kısımlan mavi siyahtı ve altın rengi parıltılar saçıyordu, kannlan ise gümüş rengiydi. Tropikal bölgelerin yakıcı güneşi altında, serin gölgelerine sığınmak için gemileri takip etmekle nam salmış­ lardı. Önceden La Perousse'un gemilerinin peşin­ den yüzdükleri gibi şimdi de Nautilus 'u takip ede­ rek, bu ünü boşuna kazanmadıklarını ortaya koy­ dular. Uzun saatler boyunca Nautilus'un hızıyla rekabet ettiler. Gerçekten de bu iş için yaratılmış bu balıklara hayran olmamak elde değildi. Kafalan küçük, bedenleri yassı ve iğ biçimliydi. Bazılarının uzunluğu üç metreyi geçebiliyordu. Sırt yüzgeçleri oldukça güçlü ve kuyrukları çatallıydı. Bazı kuş sü­ rüleri gibi üçgen oluşturarak yüzüyorlardı ve en az kuşlar kadar hızlıydılar. Bu yüzden eskiler bu kuş­ ların geometri ve stratejiye aşina olduğunu söy­ lüyorlardı. Bununla birlikte orkinoslar, Protis ve İtalya' da yaşayanların elinden kurtulamadıkları gibi, Provencelı balıkçıların elinden de kurtulamı­ yordu. Sersemleyen bu değerli hayvanlar, kendile­ rini körlemesine Marseille' deki tuzaklara atıyor ve binlercesi birden ölüyordu. 422

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Conseil ve benim, şöyle bir görür gibi olup geç­ tiğimiz diğer Akdeniz balıklarının adlarını sadece

hatırlamak amacıyla sayacağım. Bunlar arasın­ da ele avuca sığmaz bir buhar gibi hareket eden elektrikli yılanbalıklan; boylan üç-dört metre ara­ sında değişen, yeşil, mavi ve sarı renklerle süs­ lü müren balıkları; karaciğerleri oldukça lezzetli 423

JULES VERNE

olan üç ayak uzunluğundaki mezgitler; suda cılız algler gibi yüzen tenyalar; şairlerin lir balığı, de­ nizcilerinse ıslıkçı balık dedikleri, ağızlarının ke­ narı üçgen biçiminde ve diş diş bir tabakayla süs­ lü ve bu haliyle yaşlı Homeros'un enstrümanını andıran kırlangıçbalıkları; adını aldıkları kuşlar kadar hızlı yüzebilen uçan kırlangıçbalıkları; kır­ mızı başlı, sırt yüzgeçlerinde iplikçikler bulunan lagos balıkları; siyah, gri, kahverengi, mavi, sarı, yeşil beneklerle süslü, çan sesine duyarlı tirsi ba­ lıkları; san yüzgeçli ve baklava biçimli, kahveren­ gi benekli, genelde üst kısımlarında ve özellikle de sol yanlarında kahverengi ve sarı damarlar bu­ lunan göz kamaştırıcı kalkan balıkları; son olarak da okyanusun cennetkuşları olarak bilinen ve bir tanesi için Romalıların on bin sertertius ödediği ve sırf renklerinin yaşamın ateş kırmızısından ölümün soğuk beyazına doğru değişimini görmek için sofralarına getirttikleri barbunlar vardı. Küçük vatozları, çotiraları, tetrodon balıkla­ rını, denizatlarını, suçulluklarını, horozbinalan, tekir balıklarını, çırçır balıklarını, gümüş balıkla­ rını, ançüezleri, trançalan, kupesleri, zarganaları, hem Atlantik hem de Akdeniz sularında yaşayan pisi balıklan sınıfının en temel temsilcileri olan dilbalıklarını, kalkan balıklarını, gerçek dilbalık­ lannı, yaldızlı pisibalıklarını inceleyemediysem eğer, kabahat bu bereketli sularda hızla ilerleyen Nautilus'undur. Akdeniz'deki deniz memelilerine gelince, Ad­ riyatik açıklarından geçerken physetera türü­ ne ait, sırt yüzgeçleri olan iki ya da üç kaşkalot, Akdeniz'e özgü, kafalarının arka kısmında açık 424

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

renk çizgiler bulunan globicephale cinsi birkaç yunus ve beyaz karınlı, siyah tüylü, rahip foku adıyla bilinen ve gerçekten de üç metrelik Domi­ niken rahiplerini andıran bir düzine kadar fok ba­ lığı gördüğümü sanıyorum. Conseil'se kendi adına, altı ayak genişliğinde, sırtında boylamasına üç sivri çıkıntı bulunan bir kaplumbağa gördüğünü sanıyordu. Bu sürüngeni göremediğim için üzgündüm. Conseil'in tarifine bakılırsa, bunun ender rastlanan türden, omur­ gası kavisli bir kaplumbağa olduğu anlaşılıyordu. Bense yalnızca büyük kabuklu birkaç denizkap­ lumbağası görebilmiştim. Bitkimsi hayvanlara gelince, iskele tarafındaki cama yapışan muhteşem bir galeolariayı birkaç saniye boyunca hayran hayran izledim. Bu uzun ipliksi canlının dalları göz alabildiğine uzanıyor ve Arakhne'nin rakiplerinin bile hiçbir zaman öremeyeceği türden dantelalarla son buluyordu. Maalesef bu olağanüstü galeolaria örneğini ele geçiremedim ve Nautilus, 16 Şubat akşamı hızı­ nı düşürmeseydi, kuşkusuz Akdeniz'de yaşayan bundan başka bir bitkisel hayvan göremeyecek­ tim. Bakın olaylar nasıl gelişti. Sicilya ve Tunus arasından geçiyorduk. Bon Burnu ile Messina Boğazı arasında bulunan bu dar alanda denizin zemini birden yükselir ve yüzey­ den sadece on yedi metre aşağıda bir tepe oluştu­ rur. Bu tepenin yamaç derinliği yüz yetmiş metre­ dir. Yani Nautilus'un bu deniz altı engele çarpma­ mak için çok dikkatli hareket etmesi gerekiyordu. Bu resifin bulunduğu yeri, Conseil'e Akdeniz haritası üzerinde gösterdim. 425

JULES VERNE

"Beyefendinin affına sığınarak, burasının Avrupa'yı Afrika'ya bağlayan bir kıstak gibi ol­ duğunu söyleyeceğim," diyerek düşüncesini dile getirdi. "Evet oğlum, " dedim, "Libya Boğazı'nı tama­ men kapatıyor. Smith'in yaptığı sondajlar Boco Burnu ve Furina Burnu'nun eskiden birleşik oldu­ ğunu ortaya koydu." "Buna kesinlikle inanının," dedi. "Buna benzer bir engel Cebelitarık ile Septe arasında da vardı ve j eolojik zamanlarda tüm Akdeniz'i kapatıyordu." "Peki ya volkanik patlamalar bir gün bu iki en­ geli yeniden su yüzeyine çıkarırsa?" "Bu neredeyse imkansız, Conseil." "Beyefendi sözümü tamamlamama izin ver­ sinler, eğer bu dediğim gerçekleşmiş olsaydı, du­ rum Süveyş kıstağını delmek için o kadar zah­ mete giren Lesseps için ne kadar sinir bozucu olurdu! " "Size katılıyorum ama tekrar söylüyorum Con­ seil, bu olay gerçekleşmeyecek. Yeraltı kuvvetle­ rin gücü sürekli azalarak devam eder. Dünyanın ilk günlerinde, volkanlann sayılan çok fazla olsa da, bunlar günden güne sönüyor; içlerindeki ateş azalıyor ve yeryüzünün iç katmanlarındaki sıcak­ lık her yüzyıl hissedilir şekilde düşüyor. Fakat bu durum dünyamızın aleyhine işliyor. Çünkü ateş onun için hayat demektir. " "Ama güneş . . . " "Güneş tek başına yetmez, Conseil. Güneş bir kadavrayı ısıtabilir mi?" "Bildiğim kadarıyla hayır. " 426

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"İşte dostum, dünya bir gün soğumuş bir ceset gibi olacak. Üzerinde yaşanmaz bir hal alacak ve çok uzun zaman önce hayat sıcaklığını kaybetmiş olan ayda olduğu gibi, dünyada da yaşayan kimse olmayacak. " Conseil: "Bu söylediğiniz kaç yüzyıl içinde gerçekleşe­ cek?" diye sordu. "Birkaç bin yüzyıl içinde, oğlum. " "Öyleyse," diye cevap verdi, "yolculuğumuzu tamamlamak için daha vaktimiz var, tabii Ned Land işleri karıştırmazsa ! " Conseil, ferahlamış bir şekilde Nautilus'un or­ talama bir hızla yakınından geçtiği sığlığı incele­ meye devam etti. Burada kayalık ve volkanik arazinin altında yaşayan dev bir bitki örtüsü uzanıyordu; sünger­ ler, denizhıyarları, kırmızımsı kabarcıklarla süslü ve hafif bir fosforlu ışık yayan şeffaf sidippitler, halk dilinde denizhıyarı olarak anılan ve güneş tayfının parıltıları içinde yüzen medusalar, mo­ rumsu renkleriyle suları kırmızıya boyayan bir metre genişliğindeki gezgin comatulalar, olağa­ nüstü güzellikte ağacımsı örihalinler, uzun saplı pavoninalar, her çeşit yenilebilir denizkestane­ leri, yeşilimtırak dokunaçlarının saçaklan içinde kaybolan gri gövdeli, kahverengi halkalı denizşa­ kayıkları vardı. Conseil özellikle yumuşakçaları ve eklemlileri incelemekle ilgilenmişti. Bu sınıflandırmayı ya­ parken kullandığı terimler kısıtlı olsa da, bu gen­ cin kişisel izlenimlerini yabana atarak ona hak­ sızlık etmek istemem. 427

JULES VERNE

Pol.Nonı vol&Dtl

( fJ.ıdf,.,,,., )

: ,_.,.. \

f Hareog

.:/

_,,, /

,.-

( Cl•a..J

/' I

;

'

Conseil, yumuşakçalar kolundan çok sayıda tarak biçimli petonculus, birbiri üzerine yığı­ lı spondylus, üçgen biçimli donax, s arı yüzgeçli ve şeffaf kabuklu hyallella triendenta, turuncu renkli pleurobranchia, yeşil noktalı yumurta, deniztavşanı adıyla da bilinen aplysia, dolabel428

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

la, kalın acera, Akdeniz'e özgü ombrella, kabu­ ğu çok rağbet gören bir sedef üreten denizkula­ ğı, tarak midyesi, Languedocluların istiridyeye tercih ettiği söylenen ve Marsilya'da çok sevilen venerupis decussata, beyaz ve yağlı venus verru­ cosa, Kuzey Amerika kıyılarında bol bulunan ve New York'ta aşırı ilgi gören birkaç midye, renk renk tarak midyeleri, kabuklarının içinde iyice s aklanmış ve benim acımsı tatlarını pek sevme­ diğim başka midyeler, bombeli ve köşeleri sivri kabukları olan çizgili venericardialar, üzerinde parlak renkli yumrular bulunan cynthialar, kü­ çük gondolları anımsatan yuvarlak uçlu carni­ arialar, taçlı feroleler, spiral biçimli kabukları olan atlantalar, üzerinde beyaz lekeler bulunan ve etrafı kendi püsküllü şallarıyla kaplı gri renk­ li thetysler, sümüklüböceğe benzeyen eolidalar, sarmaşık türünden cavolinalar, auriculalar, bun­ lar arasında oval kabuklu auricula myosotisler, sarımsı scalarialar, littorinalar, j anthinalar, cine­ rarialar, petricolalar, lamellarialar, pandorialar görüp not etmişti. Eklemlilere gelince, notlarında onları çok doğ­ ru bir şekilde altı sınıfa ayırmıştı. Bunlardan üçü­ nü denizde yaşayan eklemliler oluşturuyordu: kabuklular, sülükayaklılar ve halkalı solucanlar. Kabuklular da kendi içinde dokuz alt sınıfa ayrılır; bunlardan ilki decapodalar, yani kafala­ rı ve göğüs kafesleri genellikle birbirine bitişik hayvanları kapsar. Bu hayvanların yanak kısım­ ları birçok uzuvdan oluşur ve göğüslerinden çı­ kan beş ya da altı çift hareketli ayakları vardır. Conseil, decapodaları, branchiuralar, macruralar 429

JULES VERNE

ve anomuralar olarak üç bölüme ayıran üstadı­ mız Milne-Edwards'ın yöntemini izlemişti. Bu terimler kulağa nahoş gelebilir ama kesinlikle yerinde ve doğru isimlendirmelerdir. Branchiu­ lar arasından Conseil, alınlarında iki ayrı çıkıntı bulunan amathiaları, bilmiyorum neden Yunan­ larda bilgeliği simgeleyen inachus yengeçlerini, deniz örümceklerini, büyük ihtimalle bu sığlık­ ta yolunu şaşırmış olan -aslında çok derinlerde yaşarlar- lambrus spinimanuslan, xhanto yen­ geçlerini, pilumnusları, rhomboideleri, dediğine göre sindirimi oldukça kolay olan calappa gra­ nulataları, dişsiz corystesleri, ebaliaları, dorripe lanataları not almıştı. Zırhlı ıstakozlar, kazıcı ıstakozlar, astacuslar, kırmızı karidesler ve och­ yzopodalar olarak beş familyaya ayrılan macura lar arasında, dişi olanlarının eti çok aranılan tatlı su ıstakozları, terlik biçimdeki ıstakozlar, gebia karidesleri gibi yenilebilir tüm türleri saydı ama ıstakozları içeren astacus familyasına ait hiçbir türden söz etmedi. Akdeniz' de yaşayan tek ıs­ takoz türü tatlı su ıstakozlarıdır. Son olarak da birkaç anamoura türü saydı. Bunlar arasında, ka­ buk değiştirebilen ve eskisini bırakıp yeni kabuk­ larının içinde yaşayan basit drocinaları, alınları dikenli homoları, keşiş yengeçleri, porzellanalar örneklerinden söz etti. Conseil'in çalışması burada sona eriyordu. Ka­ buklular sınıfını, stomapoda, trilobit, branchio­ poda, ostracoda ve entromostraca örnekleriyle tamamlamaya zamanı yetmemişti. Suda yaşayan eklemlilerle ilgili çalışmasını tamamlayabilmesi için cycloplar ve argulusları içeren sülükayaklılar 430

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

sınıfından ve tubifexler ile dorsibranchialar ola­ rak iki bölüme ayrılan annelidala sınıfından da söz etmesi gerekiyordu. Ama Nautilus , Libya sığlı­ ğını aştıktan sonra derin sularda her zamanki hı­ zına dönmüştür. Gemi hızını artırdıktan sonra artık hiçbir yumuşakça, eklemli ve bitkisel hay­ van örneği görmedik.

43 1

JULES VERNE

16 Şubatı 17'sine bağlayan gece, Akdeniz'in ikinci havzasına girmiştik. Bu havzadaki derinlik yer yer üç bin metreyi buluyordu. Nautilus, per­ vanesinin itici gücünün etkisiyle, gövdesinde yer alan eğik düzlemlerin üzerinden kayarak, deni­ zin dip katmanlarına kadar daldı. Burada doğa harikalanyla değil, sulann gözler önüne serdiği etkileyici ve korkunç manzaralarla karşılaştık. Bulunduğumuz yer Akdeniz'in çok sık felaketler yaşanan uğursuz bir bölgesiydi. Cezayir kıyılarından Provence s ahillerine kadar uzanan bu sularda ne çok deniz kazası olmuş, ne çok gemi kaybolmuştu! Pasifik'in engin sulanyla kıyaslan­ dığında, Akdeniz bir göl gibi kalır ama kaprisli ve sulan hemen değişiveren bir göl. Denizin ve göğün koyu mavisi arasında süzülen narin bir yelkenli için bugün elverişli ve şefkatliyken, yarın öfkeli ve fırtınalıdır; esen rüzgarla kabarır ve şiddetli dalga­ larıyla en güçlü gemileri bile parçalayabilir. Akdeniz 'in derin katmanlarında yaptığımız hızlı yolculuk sırasında dipte yatan, bazıları mer­ canlar arasında gömülü, bazılarının üstü küf ta­ bakasıyla örtülmüş pek çok gemi enkazı; çapalar, toplar, gülleler, demir parçalar, pervane kolları, makine parçaları, kırık silindirler, hurdaya dön­ müş kazanlar, suların arasında gömülü bazıları yan yatmış, bazıları dimdik duran gemi gövdeleri gördüm. Gemilerin bazıları çarpışma sonucu, bazıları da granit kayalara çarptığı için batmıştı. Bunların arasında, dümdüz suya çakılmış, direkleri dik ve sağlam, armaları suyun etkisiyle kaskatı kesilmiş gemileri fark ettim. Sanki bir limana demir atmış 432

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

da kalkış zamanlarını bekliyorlarmış gibi bir ha­ vaları vardı. Nautilus aralarından geçerken onları elektrik ışığıyla aydınlatıyordu. İşte o zaman, bu gemiler bayraklarıyla Nautilus 'u selamlayacak ve ona sıra numaralarını bildirecek sandım! Ama hayır, bu felaketler yatağında ölüm ve sessizlik­ ten başka bir şey yoktu!

433

JULES VERNE

Cebelitarık Boğazı'na yaklaştıkça Akdeniz'in derinliklerindeki bu korkunç manza­ raya çok sayıda enkaz daha eklendi. Afrika ve Av­ rupa kıyılan burada daralıyordu, böyle olunca da daha çok batık gemiyle karşılaşıyorduk. Bazıları yatık, bazıları ayakta ve bu halleriyle dev deniz canlılarına benzeyen pek çok gemi omurgası, bu­ harlı gemi yıkıntısı gördüm . Bunlar arasında ya­ rılmış gövdesi, eğri büğrü bacası, dayanakların­ dan başka bir şeyi kalmamış çarkları, bodoslama­ dan ayrılmış ve tek bir zincirin tuttuğu dümeni ve de deniz suyunun kemirdiği kıç aynasıyla kor­ kunç bir görüntüsü olan bir gemi vardı! Bu gemiy­ le birlikte kim bilir kaç kurban sulara gömülmüş­ tü! Acaba bu kazayı anlatacak birkaç tayfa hayat­ ta kalabilmiş miydi, yoksa dalgalar bu felaketin sırrını hala saklıyor muydu? Neden bilmiyorum, aklıma suya gömülü bu geminin yirmi yıl kadar önce kaybolan ve bir daha da kendisinden haber alınamayan Atlas olabileceği ihtimali geldi! Ah! Nice zenginliklerin yitip gittiği, nice kurbanın can verdiği bu engin mezarlığa, Akdeniz'e dair anlatı­ lacak ne acı hikayeler var! Tüm bu manzara karşısında kayıtsız ve her zamanki gibi hızlı Nautilus'un pervanesi suları tüm gücüyle dövüyordu. Gemi, 18 Şubatta, s aat s abah üçe doğru, Cebelitarık Boğazı'nın girişin­ deydi. Burada iki akıntı vardı: biri uzun süreden beri bilinen ve okyanus sularını Akdeniz havzasına taşıyan üst akıntı, diğeriyse bugün varlığına biz­ zat tanık olduğumuz alttan giden ters akıntı. As­ lında Akdeniz'in suları Atlantik'ten ve buraya Nautilus,

434

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

akan nehirlerden gelen suyla sürekli artıyordu ve buharlaşma miktarı fazla olmadığından buradaki su seviyesinin her yıl artması gerekiyordu. Oysa öyle olmuyordu; bu durumda doğal olarak Akdeniz'in fazla sularını, Cebelitarık Boğazı yo­ luyla Atlantik havzasına taşıyan bir alt akıntının varlığını kabul etmek gerekiyordu.

435

JULES VERNE

Evet, durum tam olarak buydu. Nauti1us da bu ters akıntıdan faydalandı ve bu dar geçitte hızla ilerledi. Bir an için, batık Herkül tapınağının hay­ ranlık uyandırıcı harabelerini görür gibi oldum. Plinius ve Avienus'un söylediğine göre, bu tapı­ nağın altında alçak bir ada vardı; bu adayı da şöy­ le bir gördüm. Birkaç dakika sonra Atlantik sula­ rında yüzüyorduk.

436

VIII VIGO KORFEZI ••



Atlantik! Yüzölçümü yirmi beş milyon mil­ kare, dokuz bin mil uzunluğunda, ortalama iki bin yedi yüz mil genişliğe sahip büyük su kütlesi! Ticaret gezileri sırasında Avrupa ve Afrika'nın batı kıyıları boyunca ilerleyen, antik çağın Hollandalıları diyebileceğimiz Kartacalılar hariç, antik çağ insanlarının neredeyse hiç bil­ mediği deniz! Birbirine paralel uzanan kıvrımlı kıyıları sayesinde devasa bir çevre uzunluğuna sahip, Saint Lawrence, Mississippi, Amazon, Pla­ ta, Orinoco, Nijer, Senegal, Elbe, Loire ve Ren gibi, dünyanın en uygar ülkelerinin ve en vahşi yörele­ rinin sularını taşıyan nehirlerin içine aktığı okya­ nus ! Üzerinde her milletten gemilerin dolaştığı, dünyanın bütün bayraklarının koruması altında olan, Horn Burnu ve Ümit Burnu gibi gemicilerin geçmekten korktuğu iki korkunç noktayla sona eren harika ova! Üç buçuk aylık bir süre içinde yaklaşık on bin fersah, yani dünyanın çevresini de aşan bir yol katetmiş olan Nautilus bu okyanus üzerinde, mahmuzun keskin ucuyla sulan yararak ilerli­ yordu. Peki şimdi nereye gidiyorduk, gelecek bize neler hazırlıyordu? 437

JULES VERNE

Nautilus Cebelitarık Boğazı'nı geçmiş, açıktan

ilerliyordu. Denizin yüzeyine çıktı. Bu sayede biz de sahanlıktaki günlük gezintilerimize kavuşma fırsatı bulduk. Yanımda Ned Land ve Conseil'le birlikte sa­ hanlığa çıkmıştım. On iki mil ötemizde, belli be­ lirsiz Saint-Vincent Burnu görünüyordu. Burası İber Yarımadası'nın güneybatı ucunu oluşturu­ yordu. Güneyden kuvvetli bir rüzgar esiyordu. Deniz kabarmıştı ve dalgalıydı. Kuvvetle gemiye çarpan dalgalar şiddetli sarsıntılara sebep olu­ yordu. Her saniye dev dalgaların gazabına maruz kalan sahanlıkta durmak neredeyse imkansızdı. Dolayısıyla biraz nefes aldıktan sonra aşağı indik. Odama döndüm. Conseil de odasına çekilmişti ancak endişeli bir hali olan Kanadalı benimle bir­ likte geldi. Akdeniz'i hızlı bir şekilde geçmemiz, ona planlarını harekete geçirme imkanı verme­ mişti. Kanadalı yaşadığı hayal kırıklığını pek giz­ leyemiyordu. Odamın kapısını kapattıktan sonra oturdu ve hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. "Dostum Ned," dedim, "sizi anlıyorum ama kabahati kendinizde aramayın. Nautilus 'un Akdeniz' de seyrettiği koşullarda, kaçmayı düşün­ mek çılgınlık olurdu ! " Ned Land cevap vermedi. Sımsıkı kapalı du­ dakları, çatılmış kaşlarına bakılırsa, aklına takı­ lan bir şey vardı. "Bakalım," dedim, "daha ortada ümitsizliğe kapılmamızı gerektiren bir durum yok. Portekiz kıyısından yukarı doğru ilerliyoruz. Kolayca ka­ çabileceğimiz İngiltere, Fransa uzakta değil. Ah! 438

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Nauti1us Cebelitarık Boğazı'ndan çıkınca güneye

dönseydi ve bizi kıtalardan uzak yerlere doğru götürseydi kaygılarınızı paylaşırdım. Ama şimdi biliyoruz ki, Kaptan Nema işlek denizlerden kaç­ mıyor. Birkaç gün içinde güvenli bir şekilde hare­ kete geçebileceğimize inanıyorum." Ned Land bu kez daha sabit gözlerle bakmaya başladı ve nihayet ağzını açıp: "Bu akşam," dedi. Hızla yerimden kalktım. İtiraf etmeliyim ki, bu konuşma için pek hazır değildim. Kanadalıya cevap vermeyi istedim ama sözcükler dilime gel­ miyordu. "Uygun bir fırsat beklemek konusunda an­ laşmıştık," dedi Ned Land. "İşte size fırsat. Bu akşam, İspanya kıyısının sadece birkaç mil uza­ ğında olacağız. Etraf zifiri karanlık. Rüzgar açık­ tan esiyor. Bana söz verdiniz Bay Aronnax, size güveniyorum. " Hala bir şey söylemediğim için Kanadalı ayağa kalktı ve bana doğru yaklaşarak: "Bu akşam saat dokuzda," dedi. "Conseil'e de söyledim. O sırada Kaptan Nema odasında ve bel­ ki de yatmış olacak. Ne makinistler ne de müret­ tebattan birileri bizi görebilir. Conseil ve ben ana merdivene gideceğiz. Siz ise Bay Aronnax, kütüp­ hanede, yani birkaç adım ötemizde, bizden işaret bekleyeceksiniz. Kürekler, yelken direği ve yelken filikanın içinde. Hatta ben filikanın içine biraz yi­ yecek bile koydum. Filikayı Nauti1us'un gövdesine bağlayan cıvataları sökmek için bir İngiliz anah­ tarı buldum. Anlayacağınız, her şey hazır. Akşam gidiyoruz. " 439

JULES VERNE

"Deniz kötü," dedim. "Farkındayım, " diye karşılık verdi, "ama bu ris­ ki göze almalıyız. Özgürlük bedel ödemeyi gerek­ tirir. Üstelik sandal oldukça sağlam, rüzgar da bi­ zimle olduğuna göre, birkaç mil yol gitmek zor iş değil. Yann karadan yüz fersah açıkta olmayaca­ ğımızı kim bilebilir ki? Umarım koşullar lehimize gelişir de on-on iki saat içinde karanın herhangi bir noktasına yanaşmış ya da ölmüş oluruz. Tann yardımcımız olsun. Akşam görüşmek üzere ! " Kanadalı bunları söyledikten sonra beni allak bullak bir halde bırakarak odadan ayrıldı. Duru­ ma göre bu konuda düşünmeye ve tartışmaya za­ manım olacağını hayal etmiştim. Fakat dikkafalı dostum buna müsaade etmedi. Hem ona ne diye­ bilirdim ki? Ned Land son derece haklıydı. Önüne bir fırsat çıkmıştı, o da bunu değerlendiriyordu. Sözümden dönüp kişisel çıkarlarım uğruna arka­ daşlarımın geleceğini tehlikeye atma sorumlulu­ ğunu alabilir miydim? Kaptan Nemo'nun yarın bizi bütün karalardan uzağa sürüklemeyeceğini nereden bilecektik? O sırada güçlü bir ıslık sesi duydum ve Nautilus'un hava depolannı doldurup Atlantik su­ lanna daldığını anladım. Odamda kaldım. Yaşadığım heyecanı gözle­ rimden okur diye Kaptan Nemo'dan uzak durmak istiyordum. Özgür irademe kavuşma arzusu ve Nautilus'tan ayrılıp deniz altı çalışmalarımı yanda bırakma üzüntüsü arasında sıkışıp kaldığım kötü bir gün geçirdim! "Benim Atlantik'im" diye bah­ setmeyi sevdiğim bu okyanusu, en alt katman­ larını incelemeden, Hint denizleri ve Pasifik'in 440

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

gozumün önüne serdiği sırlan öğrendiğim gibi sırlarını öğrenemeden bırakıp gitmek! Romanım daha ilk cildi tamamlanmadan ellerimden kayıp gidiyor, rüyam en tatlı yerinde bölünüyordu! Ba­ zen kendimi karada arkadaşlarımın yanında gü­ ven içinde hayal ederek, bazen de aklımla ters düşüp Ned Land'ın planlarının beklenmedik bir şekilde engellenmesini dilediğim kaç berbat saat geçirdim, bilmiyorum! İki kez salona gittim. Pusulayı kontrol etmek ve Nautilus'un rotası bizi karaya yaklaştırıyor mu, yoksa karadan uzaklaştırıyor mu, görmek istiyor­ dum. Ama hayır. Nautilus hala Portekiz suların­ daydı. Okyanus kıyısını takip ederek kuzeye doğ­ ru gidiyordu. Yani karar vermek ve kaçış için hazırlanmak gerekiyordu. Bavulum ağır değildi. Notlarımdan başka bir şeyim yoktu. Kaptan Nemo'ya gelince, kaçışımızla ilgili ne düşünecekti, bu durum onu hangi kaygılara sü­ rükleyecekti, belki de ona zarar verecektik. Her iki durumda da, yani kaçsak ya da yakalansak na­ sıl davranacaktı, tüm bunları merak ediyordum! Ondan şikayet etmeye hakkım yoktu. Hatta tam tersine, onunki kadar içten bir konukseverlik yoktur herhalde, diye düşünüyordum. Ama onu terk ettiğim için nankörlükle suçlanamazdım. Bizi ona bağlayan bir yemin yoktu ortada. Fakat sonsuza kadar gemisinde tutsak kalacağımı­ zı açıkça dile getirmesi, bizim kaçma niyetimizi haklı kılıyordu. Santorini Adası'ndan geçtiğimiz günden beri Kaptan Nemo'yu görmemiştim. Acaba gemiden 441

JULES VERNE

ayrılmadan önce kader bizi karşı karşıya getirecek miydi? Bunun olmasını hem istiyordum hem de bu ihtimal beni korkutuyordu. Odamın bitişiğin­ deki odasında gezinip gezinmediğini anlamak için sürekli dikkat kesiliyordum. Ama kulağıma hiçbir ses gelmiyordu. Herhalde odada kimse yoktu. O zaman kendi kendime , bu garip adam ge­ mide olmayabilir mi, diye sormaya başladım. Filikanın gizli bir iş için Nautilus 'tan ayrıldığı ge­ ceden beri Kaptan Nemo'yla ilgili düşüncelerim yavaş yavaş değişmişti. Ne derse desin, Kaptan Nemo'nun karayla olan ilişkisini bir şekilde sür­ dürdüğünü düşünüyordum. Nautilus'tan hiç mi ayrılmıyordu gerçekten ? Bazen onu haftalar­ ca görmüyordum. O zamanlarda ne yapıyordu; yoksa ben onun insanları sevmediği ve onlardan kaçtığını düşünürken o, uzaklarda benim bilme­ diğim gizli işlerinin peşinde miydi? Bütün bu düşünceler ve bunun gibi daha bin­ lercesi aklımı kurcalıyordu. İçinde bulunduğu­ muz bu garip durumda tahminlerim böyle son­ suza kadar uzayıp gidebilirdi. İçimde dayanılmaz bir sıkıntı vardı. Bu bekleyiş hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Benim sabırsızlığıma karşın saatler çok yavaş ilerliyordu. Akşam yemeğim her zamanki gibi odamda hazırlanmıştı. Kafam meşgul olduğu için pek bir şey yemedim. Saat yedide masadan kalktım. Ned Land'la buluşmamıza tam yüz yirmi dakika vardı. Gerginliğim iki katına çıkmıştı. Nabzım hızla atı­ yordu. Yerimde duramıyordum. Hareket etmek belki zihnimi rahatlatır diye odanın içinde bir ile­ ri, bir geri dolaşıp duruyordum. Kaçış girişimimi442

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

zin başansız olma ihtimali beni pek kaygılandır­ mıyordu. Benim asıl korktuğum Nautilus'tan ay­ nlmadan önce planımızın ortaya çıkması, öfkeli ya da daha kötüsü onu yüzüstü bıraktığım için üzgün olan Kaptan Nemo'yla karşı karşıya kalma düşüncesiydi. Kalbim hızla çarpıyordu. Salonu son bir kez görmek istiyordum. Ko­ ridorlardan geçip güzel ve içinde keyifli saatler geçirdiğim müzeye vardım. Burada bulunan tüm zenginliklere, hazinelere , sürgüne giden ve bir daha asla geri dönmeyecek bir adam gibi baktım. Günlerdir hayatımın merkezine oturmuş bu doğa harikalarını, sanat şaheserlerini sonsuza kadar geride bırakıyordum. Salonun camından Atlantik sularına bakmak istedim ama kapaklar tamamen kapalıydı. Henüz bilmediğim bu okyanusla aram­ da çelik bir perde vardı. Salonda böyle dolaşırken, birden Kaptan'ın odasına açılan kapının yanına geldim. Şaşkın­ lık içindeydim çünkü kapı aralıktı. İster istemez geri çekildim. Eğer Kaptan Nema odasındaysa beni fark edebilirdi. Ama yine de içeriden hiçbir ses gelmediği için kapıya doğru yaklaştım. Odada kimse yoktu. Kapıyı ittim. İçeri doğru birkaç adım attım. Hep aynı katı ve manastın andıran görün­ tü vardı karşımda. O anda duvarda asılı olan ve odayı ilk ziyare­ timde fark etmediğim birkaç gravür resim çarptı gözüme. Bunlar portrelerdi; tarihe geçen ve var­ lıklarını insanlık idealine adamış insanların port­ releriydi: Finis Polonioe diye haykırarak can ve­ ren Kosciusko, modern Yunanistan'ın Leonidas'ı olarak bilinen Botzaris, İrlanda'nın koruyucusu 443

JULES VERNE

O'Connell, Amerika Birleşik Devletleri'nin kuru­ cusu Washington, İtalyan vatansever Manin, kö­ lelik yanlısı biri tarafından öldürülen Lincoln ve son olarak da Victor Hugo'nun darağacına asıla­ rak öldürülüşünü tüm dehşetiyle kaleme aldığı, siyahi ırkın özgürlük şehidi John Brown. Bu kahramanlarla Kaptan Nemo arasında na­ sıl bir bağ vardı? Bu portrelerden hareketle, onun hayatına dair sırlan çözebilir miydim? Yoksa Kaptan ezilen halkların koruyucusu, köle ırkla­ rın kurtarıcısı mıydı? Bu yüzyılda meydana gelen son sosyal ve siyasal olaylarda rol oynamış mıy­ dı? Korkunç Amerikan savaşında, bu içler acısı ama sonuna kadar onurlu savaştaki kahraman­ lardan birisi miydi? Saat bir anda sekizi vurdu. Çekicin zile ilk vu­ ruşuyla çıkan ses beni daldığım düşüncelerden uyandırdı. Görünmez bir göz gizli düşüncelerimi ele geçirmiş gibi irkildim ve hemen odadan dışan çıktım. O arada gözlerim pusulaya takıldı. Rotamız hala kuzeye çevriliydi. Parakete ortalama bir hızı gösteriyordu. Manometreyse yaklaşık altmış ayak derinlikte olduğumuza işaret ediyordu. Bu koşul­ lar Kanadalının planlarına oldukça uygundu. Odama döndüm. Sıcak tutacak giysilerimi, yani deniz botlarımı, samur derisinden bonemi, içi fok derisi, dışı byssustan yapılma kazağımı giydim. Hazırdım. Bekliyordum. Gemide hüküm süren derin sessizliği bir tek pervanenin sesi bo­ zuyordu. Kulak kabartmış etrafı dinliyordum. Bir­ den Ned Land'ın kaçma planının açığa çıktığına dair sesler duyacakmışım gibi geliyordu. Ölümcül 444

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir kaygı kapladı içimi. Soğukkanlı kalmaya çalı­ şıyordum ama boşunaydı. Saat dokuza birkaç dakika kala kulağımı Kaptan'ın kapısına dayadım. Çıt çıkmıyordu. Odamdan ayrıldım ve yeniden salona geldim. Sa­ lon yarı karanlıktı ve içeride kimse yoktu. Salondan kütüphaneye açılan kapıyı açtım. Orada da aynı loşluk, aynı karanlık hakimdi. Sa­ hanlığa çıkan ana merdiven boşluğuna açılan ka­ pının yakınında durdum. Ned Land'ın işaretini bekliyordum. O sırada, pervanenin hareketi hissedilir biçim­ de azaldı, sonra da tamamen durdu. Nautilus'un işleyişindeki bu değişiklik de nereden çıkmıştı şimdi? Bu duraklama Ned Land'ın planlarının le­ hine miydi, aleyhine mi, bunu bilemiyordum. Sessizlik artık sadece kalp atışlarımın sesiyle bölünüyordu. Aniden hafif bir sarsıntı hissedildi. Nautilus'un okyanusun dibinde durduğunu anladım. En­ dişem bir kat daha arttı. Kanadalıdan bir işaret gelmemişti. Bir an önce Ned Land'ı bulup kaçış girişimini ertelemesini söylemek istiyordum. Yolculuğumuzun her zamanki koşullarda devam etmediğini hissediyordum. Tam o sırada, büyük salonun kapısı açıldı ve Kaptan Nema göründü. Beni fark etti ve hiçbir gi­ riş konuşması yapmadan:

"Ah, Bay Profesör! " dedi sevecen bir sesle. "Ben de sizi arıyordum. İspanya tarihini bilir misiniz ?" İnsan benim durumumda, kafası allak bullak­ ken, değil İspanya tarihi, çok iyi bildiği kendi ülke­ sinin tarihi bile sorulsa tek bir söz bile edemezdi. 445

JULES VERNE

Kaptan: "Sorumu duydunuz mu? " diye devam etti. "İs­ panya tarihini biliyor musunuz? " "Pek değil," diye cevap verdim. "Bilginler hep böyledir," dedi, "bilmezler. O halde oturun lütfen. Size bu tarihten önemli bir bölüm anlatacağım. " Kaptan Nemo bir koltuğa oturdu. Ben de karan­ lıkta, ezberlenmiş hareketlerle yanına oturdum. "Profesör," dedi, "beni iyi dinleyin. Çünkü an­ latacağım hikaye, bir yönüyle sizi de ilgilendiri­ yor çünkü çözüm bulamadığınız bir soruya cevap verecek." " Sizi dinliyorum Kaptan, " dedim. Muhatabı­ mın sözü nereye getirmek istediğini bilmiyor­ dum. Ve kendi kendime bu olayın kaçış planımız­ la bir ilgisinin olup olmadığını soruyordum. "Profesör," diye yeniden söze girdi, "İsterse­ niz 1702 yılına gidelim. O dönemde kralınız XIV. Louis'in, Pireneleri yerin dibine gömmek için hü­ kümdarın mutlak otoritesinin yeterli olduğuna inanarak torunu Anj ou dükünü İspanya tahtına oturttuğunu bilmiyor olamazsınız. V. Philippe adıyla ülkeyi iyi kötü yöneten prensin, dış ülke­ lerle başı dertteydi. Aslında Hollanda, Avusturya ve İngiltere kraliyetleri, bundan bir yıl önce, La Haye'de , İs­ panya tacını V. Philippe'ten alıp henüz z am anı gelmeden, III . Charles adını verdikleri genç bir arşidüke vermek adına bir b ağlılık antlaşması imzalamışlardı. İspanya bu koalisyona karşı direnmek zo ­ rundaydı. Ama neredeys e hiç a skeri ve denizci446

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

si yoktu. Ama öte yandan parası vardı; en azın­ dan Amerika'dan gelen altın ve gümüş yüklü kalyonları limanlarına giriş yaptığı sürece du­ rum böyleydi. 1702 yılının sonuna doğru İspan­ ya, Amiral Chateau-Renault komutasında yirmi üç gemilik bir Fransız filosunu n koruduğu zen­ gin bir gemi kafilesini bekliyordu. Çünkü itti­ fak donanmaları Atlantik sularında dolaşmaya b aşlamıştı. Bu kafilenin Cadiz'e yanaşması gerekiyordu ama İngiliz filosunun o civarda dolaştığını öğre­ nen Amiral Chateau-Renault, bir Fransız limanı­ na demir atmaya karar verdi. Kafiledeki İspanyol komutanlar bu karara kar­ şı çıktılar. Onlar bir İspanyol limanına gitmek is­ tiyorlardı; eğer bu liman Cadix olamayacaksa da, pekala Vigo Körfezi olabilirdi. Çünkü İspanya'nın kuzeybatı kıyısında yer alan bu körfez kuşatma altında değildi. Amiral, bu karara boyun eğme za­ yıflığı gösterdi ve kalyonlar Vigo Körfezi'ne girdi. Maalesef bu körfez saldın anında savunulması imkansız bir dış körfezdi. Bu yüzden ittifak filola­ rı gelmeden önce kalyonları hızlı bir şekilde bo­ şaltmak gerekiyordu. Eğer ortaya sefil bir rekabet sorunu çıkmasaydı, bu boşaltma işlemi için yete­ ri kadar zaman vardı. " Kaptan Nema konuşmasına ara verip: "Olaylar zincirini takip edebiliyor musunuz?" diye sordu. Bana hangi amaçla böyle bir tarih dersi verdi­ ğini anlamasam da: "Kesinlikle takip edebiliyorum," diye cevap verdim. 447

JULES VERNE

"O halde devam ediyorum. Olaylar şöyle gelişti: Cadizli tüccarlar, Karayip Adalanndan · gelen bü­ tün mallara el koyabilmek gibi bir ayrıcalığa sahip­ ti. Oysa kalyonlardaki külçelerin Vigo Körfezi'ne boşaltılması, onların bu haklarını ellerinden al­ mak anlamına geliyordu. Bunun üzerine Madrid'e şikayette bulundular ve V. Philippe'ten, düşman filoları uzaklaşana kadar bu gemilerin boşaltılma­ dan orada bekletilmesine dair izin aldılar. 448

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Tam bu karar alındığı sırada, yani 22 Ekim 1702'de, İngiliz gemileri Vigo Körfezi'ne çoktan varmıştı. Amiral Chateau-Renault, elinde yeterli güç olmamasına karşın cesurca mücadele etti. Ama gemilerdeki zenginliklerin düşman eline ge­ çeceğini anlayınca, kalyonları içlerindeki müthiş hazinelerle birlikte ateşe verip batırdı." Kaptan Nema durdu. İtiraf etmem gerekirse, bu hikayenin neden beni ilgilendirdiğini hala an­ lamamıştım. "Sonra?" diye sordum. "Sonrası Bay Aronnax," dedi, "Vigo Körfe­ zi'ndeyiz ve buradaki sırlara erişip erişmemek sizin elinizde. " Kaptan ayağa kalktı ve kendisini takip etmemi istedi. Kendime gelmek için zaman bulmuştum. Söylediğini yaptım ve peşinden gittim. Salon ka­ ranlıktı ama saydam camlardan suların ışıl ışıl parıldadığı görünüyordu. Denize baktım. Nautilus 'un etrafındaki sular, elektrik ışığının etkisiyle yarım mil boyunca aydınlanmıştı. Kum zemin gayet açık ve net bir şekilde görünüyordu. Dalgıç giysilerini giymiş tayfalar, kararmış gemi enkazlarının ortasında, yansı çürümüş fıçıları, aşınmış kasaları bulundukları yerden çıkarmakla meşguldü. Bu kasalardan, fıçılardan dökülen çok s ayıda altın ve gümüş külçe, para ve mücevher etrafa s a ç ıl m ı ş tı Kumun üstü bu hazinelerle do­ luydu. Adamlar ellerini, kollarını bu değerli gani­ metlerle doldurup Nautilus'a dönüyor ve bunları gemiye bıraktıktan sonra, bu bitmek tükenmek bilmez altın ve gümüş hazineler arasında yeni­ den ava çıkıyorlardı. .

449

JULES VERNE

Şimdi anlamıştım. Burası, 22 Ekim 1 702 sava­ şına sahne olan yerdi. İspanyol Hükümeti hesa­ bına yük taşıyan kalyonlar burada batmıştı. Kap­ tan Nemo Nauti1us'a yüklediği milyonları ihtiyaç duyduğu zaman gelip buradan temin ediyordu. Amerika'nın bu değerli madenleri sadece ve sa­ dece onun ellerine teslim edilmişti. O , İnkaların 450

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ve Fernand Cortez'e yenilen halklardan zorla alı­ nan bu hazinelerin doğrudan ve tek mirasçısıydı. "Bay Profesör," dedi gülümseyerek, "denizin içinde böyle zenginliklerin olduğunu biliyor muy­ dunuz ?" "Deniz suyuna karışmış halde bulunan gümü­ şün iki milyon ton olarak hesaplandığını biliyor­ dum," dedim. "Kesinlikle öyle, ama bu gümüşü elde etmenin maliyeti bu işlem sonunda elde edilecek kazanç­ tan fazla. Buradaysa, tam tersine, insanların daha önce kaybettiklerini toplamaktan başka yapıla­ cak bir şey yok. Üstelik bu sadece Vigo Körfezi'ne özgü değil; deniz altı haritamda burası gibi belki bin tane daha gemi enkazı işaretledim. Şimdi ne­ den bu kadar zengin olduğumu anladınız mı? " "Anladım, Kaptan. Ama izin verirseniz şunu söylemek istiyorum; bu körfezi keşfederek rakip bir şirketten daha önce davranmış oldunuz yal­ nızca." "Hangi şirket bu?" "İspanyol Hükümeti'nden batık kalyonları araştırma konusunda imtiyaz almış bir şirket. Şirketin hissedarlarının gözünü dev bir kar elde etme hırsı bürümüş; çünkü buradaki batık hazi­ nelerin değerinin beş yüz milyon olduğu tahmin ediliyor. " "Beş yüz m ilyo n ! " dedi. "Evet, o kadardı ama artık öyle değil." "Doğru," dedim. "Ama bunu hissedarlara ha­ ber vermek büyük bir iyilik olurdu. Fakat bunu hoş karşılarlar mı, bilinmez. Aslında kumarbaz­ ları üzen şey; para kaybetmekten çok, umutlarını 45 1

JULES VERNE

kaybetmektir. Bu adamlar için, doğru paylaştırıl­ mış olsa faydalanabilecekleri bu servetten hiçbir zaman yararlanamayacak olan binlerce zavallıya üzüldüğüm kadar üzülmüyorum. '' Bu üzüntümü henüz dile getirmiştim ki, Kap­ tan Nemo'nun söylediklerimden incinebileceğini hissettim. "Yararlanamayacak olanlar mı! " diye karşılık verdi Kaptan. "Yani beyefendi, benim elime geçti diye, bu hazinelerin kaybolduğuna mı inanıyor­ sunuz ? Size göre ben bunları kendi çıkarıma top­ lamak için mi bu kadar zahmete giriyorum? Bu hazinelerle iyi şeyler yapmadığımı size kim söy­ ledi? Bu dünyada acı çekenlerin, ezilen halkların, avutulması gereken zavallıların, intikamı alına­ cak kurbanların olduğunu bilmediğimi mi sanı­ yorsunuz ? Siz anlamıyor musunuz ki. . . " Kaptan Nema bu son cümleden sonra sustu. Belki de fazla konuştuğunu düşünüp pişman ol­ muştu. Ama tahmin ettiğim gibiydi. Bağımsız­ lığını denizler altında aramaya iten sebepler ne olursa olsun, o her şeyden önce bir insandı! Yü­ reği hala insanlığın acılan için çarpıyor, köle olan insanlara da, uluslara da büyük bir merhamet besliyordu. Nautilus, halkı isyan etmiş olan Girit Adası su­ larında yüzerken, Kaptan Nemo'nun gönderdiği milyonların nereye gittiğini artık anlamıştım!

452

IX KAYIP BiR KITA •

19 Şubat sabahı Kanadalı odama geldi. Ziya­ retini bekliyordum. Hayal kırıklığına uğramış bir hali vardı. "Ee beyefendi?" dedi. "Eesi Ned, talih dün bizimle değildi. " "Evet! Lanet olası Kaptan'ın tam da bizim gemiden kaçacağımız sırada duracağı tuttu." "Evet, durdu çünkü b ankacısıyla işi vardı." "Bankacısı mı?" "Ya da daha doğrusu bankasıyla işi vardı. Pa­ raların herhangi bir devlet bankasında olduğun­ dan çok daha güvende olduğu okyanusu kastedi­ yorum. " Kanadalıya dün gece alanlan anlattım. As­ lında amacım gizliden gizliye ona Kaptan'ı terk etmeme düşüncesini aşılamaktı. Ama bu hikaye Ned Land üzerinde, Vigo savaşının geçtiği bu yer­ de bir gezinti yapamamanın getirdiği, hareketle­ rinden de açıkça okunan pişmanlık duygusundan başka bir etki yaratmadı. "Neyse," dedi, "henüz her şey bitmedi! Bu he­ define ulaşamamış bir zıpkın darbesiydi! Bir baş­ ka sefere başaracağız, belki de bu akşam . . . " "Nautilus'un rotası nereye dönük?" diye sordum. 453

JULES VERNE

"Bilmiyorum, " dedi Ned. "Pekala! öğle vakti koordinatlan öğreniriz. " Kanadalı Conseil'in yanına döndü. Giyinir giyinmez s alona geçtim. Pusula pek güvenilir değil­ di. Nautilus'un rotası güney-güneybatıya doğruy­ du. Avrupa'yı arkamızda bırakıyorduk. Sabırsızlıkla koordinatların harita üzerinde işaretlenmesini bekliyordum. Saat on bir buçuğa doğru depolar boşaltıldı ve gemi okyanus yüzeyi­ ne çıktı. Hemen sahanlığa çıktım. Ned Land ben­ den önce gelmişti. Görünürde hiçbir kara parçası yoktu. Yalnız­ ca uçsuz bucaksız bir deniz uzanıyordu. Ufukta birkaç yelkenli vardı. Bu gemiler, kuşkusuz Ümit Burnu'nu geçmek için uygun rüzgar ararken San­ Roque Burnu'na kadar gitmişlerdi. Hava kapalıy­ dı. Şiddetli bir rüzgar çıkmak üzeriydi. Buna öfkelenen Ned, ufku görmeye çalışıyor­ du. Hala bu sisin arkasında arzu ettiği bir kara parçasının uzandığını ümit ediyordu. Öğle vakti güneş bir anlığına yüzünü gösterdi. İkinci kaptan bunu fırsat bilip güneşin yüksekliği­ ni ölçtü. Sonra deniz daha da dalgalanınca aşağı indik ve dış kapak kapatıldı. Bir saat sonra haritaya bakarken, Nautilus'un koordinatlarının 16° 17' boylamı ve 33° 22' enlemi olarak belirlendiğini ve gemiye en yakın karanın yüz elli fersah uzakta olduğunu gördüm. Kaçmayı düşlemeye imkan yoktu. Durumu bildirdiğimde Ned Land'ın ne kadar öfkelendiğini siz düşünün. Ben o kadar da üzülmemiştim. Üzerimden ağır bir yük kalkmış gibi hissediyordum ve artık sakin bir şekilde günlük çalışmalarıma geri dönebilirdim. 454

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Akşam saat on bire doğru, Kaptan Nemo bana beklenmedik bir ziyarette bulundu. Kibar bir şe­ kilde, bir gece önce uykusuz kaldığım için yorgun olup olmadığımı sordu. Hayır, dedim. "O zaman Bay Aronnax, size ilginç bir gezi önereceğim." "Sizi dinliyorum." "Bugüne kadar denizin dibini yalnızca gün­ düzleri ve güneş ışığı altında gezdiniz. Buraları karanlık bir gecede görme fikrine ne dersiniz? " "Seve seve kabul ederim. " "Bu gezi oldukça yorucu olacak, baştan söyle­ yeyim. Uzun süre yürümek ve bir dağa tırman­ mak gerekecek. Yollar da pek elverişli değil. " "Bu söyledikleriniz Kaptan, merakımı bir kat daha artırdı. Sizi izlemeye hazırım. " "Öyleyse, gelin benimle Profesör, dalgıç giysi­ lerimizi giyeceğiz. " Giyinme odasına varınca, ne arkadaşlarımın ne de mürettebattan birilerinin bu gezi sırasında bize eşlik edeceklerini anladım. Kaptan Nemo, Ned ya da Conseil'i beraberimizde götürmeyi tek­ lif etmemişti. Birkaç dakika içinde dalgıç takımlarımızı ku­ şanmıştık. Sırtlarımıza içlerinde bol bol hava bu1 unan tüpleri yerleştirdiler. Ama elektrik lambala­ rımız hazırlanmamıştı. Bunu Kaptan'a söyledim. "Onlar lazım olmayacak," dedi. Yanlış duyduğumu sandım ama tekrar sora­ madım çünkü Kaptan'ın başı çoktan metal baş­ lığın altında kaybolmuştu. Giyinme faslı bitmiş­ ti. Elime demir bir baston yerleştirdiklerini fark ettim. Birkaç dakika sonra, alıştığımız işlemlerin 455

JULES VERNE

ardından, Atlantik'in su yüzeyinden üç yüz metre derinlikteki zeminine ayak basmıştık. Gece yarısı yaklaşıyordu. Sular kapkaraydı. Kaptan Nemo uzaktaki kırmızımsı bir noktayı gösterdi. Bu, Nautilus'tan aşağı yukarı iki mil öte­ de bulunan, geniş bir alana yayılmış bir ışıltıydı. Bu ateşin ne olduğunu, hangi maddelerle bes­ lendiğini, suyun içinde neden ve nasıl bu kadar canlı kalabildiğini bilemiyordum. Ne olursa olsun bizi aydınlatıyordu ya, bu yeterdi. Evet ışığı belli belirsizdi ama çok geçmeden bu garip karanlığa alıştım ve bu koşullar altında Ruhmkorff aletinin gereksizliğine ikna oldum. Kaptan Nemo'yla yan yana söz konusu bu ateşe doğru yürüyorduk. Düz zemin biz hiç fark etmeden yavaş yavaş yükseliyordu. Bastonlardan destek alarak uzun adımlar atıyorduk ama yürüyüşümüz yavaştı çünkü ayaklanmız yosunlar ve taşlarla dolu yağlı ve çamurumsu bir tabakaya batıyordu. Böyle ilerlerken kafamın üzerinde bir tür hışırtı duyuyordum. Bu gürültü bazen artıyor ve kesinti­ siz bir kabarcık sesi gibi çıkıyordu. Çok geçmeden bunun sebebini anladım. Bu, dalgaların yüzeyine şiddetle vuran yağmurun sesiydi. İçgüdüsel ola­ rak, aklıma ıslanacağım düşüncesi geldi! Suyun ortasında suyla ıslanmak! Bu tuhaf düşünceden sonra gülmeme engel olamadım. Aslına bakarsa­ nız, bu kalın dalgıç giysilerinin altında insan suyu hissetmiyordu, sadece kendini karadaki atmosfer­ den daha yoğun bir ortamda sanıyordu, o kadar. Yanın saatlik bir yürüyüşten sonra vardığımız yerdeki zemin taşlıktı. Medusalar, mikroskobik kabuklular ve pennatulalar fosforlu ışıklarıyla 456

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

zeminde hafif bir aydınlık yaratıyorlardı. Mil­ yonlarca bitkimsi hayvan ve yosun kütleleriyle kaplı taş yığınlan belli belirsiz görünüyordu. Yo­ sunlarla kaplı bu yapışkan zeminde ayağım sık sık kayıyordu ve eğer demir bastonum olmasa pek çok kez yere düşerdim. Arkama baktığımda Nautilus'un uzaklaştıkça solmaya başlayan beyaz ışığını hala görebiliyordum. Az önce sözünü ettiğim taş yığınlan, okyanusun dibine açıklayamadığım bir düzenlilikte yerleştiril­ mişti. Uzaklarda uzunluğunu kestiremediğim, ka­ ranlıkta kaybolan dev izler görüyordum. Burada ne olduğunu çözemediğim başka gariplikler de vardı. Mesela ağır kurşun tabanlanm, kınlırken çıtır çıtır sesler çıkaran bir kemik yığınını eziyormuş gibi ge­ liyordu. Üzerinde yürüdüğüm bu geniş düzlük de neydi? Bunu Kaptan'a sormak istedim ama deniz altı gezileri sırasında arkadaşlanyla anlaşmasını sağlayan işaret dilini hala öğrenememiştim. Diğer yandan bize rehberlik eden kırmızı ışık artmış, adeta ufku tutuşturuyordu. Suyun altında böyle bir ateş kaynağının varlığı beni oldukça me­ raklandırmıştı. Acaba bu elektriksel bir yayılım mıydı? Coğrafya bilginlerinin henüz keşfetmediği doğal bir oluşuma doğru mu gidiyordum? Yok­ sa -bu düşünce de aklımdan geçmişti- bu işte de insanlığın parmağı mı vardı? Bu yangını insanlar mı körüklüyordu ? Denizin bu en dip katmanla­ rında, Kaptan Nemo'nun kendisi gibi garip bir yaşam süren arkadaşlarıyla mı karşılaşacaktım, onları mı ziyarete gidiyorduk? Orada, dünyadaki acılardan bezmiş, bağımsızlığı okyanusun derin­ liklerinde arayan ve bulan bir sürgün kolonisi mi 457

JULES VERNE

bulacaktım? Bütün bu çılgınca ve akla yatkın gö­ rünmeyen düşünceler kafamda dolaşıp duruyor­ du. Gözümün önünden geçen harikalar dizisinin beni her an heyecanlandırdığı bir ruh hali için deyken, denizin dibinde Kaptan Nemo'nun haya­ lini kurduğu deniz altı şehirlerden biriyle karşıla­ şırsam hiç şaşırmayacaktım! Yolumuz gittikçe daha fazla aydınlanıyordu. Ortalığı beyaza bürüyen ışık, aşağı yukan sekiz yüz ayak yüksekliğindeki bir tepenin ardından ya­ yılıyordu. Ama benim tek fark ettiğim, sudaki kris­ tallerle etkisi daha çok artan basit bir yansımaydı. Ateş, yani bu anlam veremediğim aydınlığın kay­ nağı her ne ise, tepenin öteki yamacındaydı. Kaptan Nemo, Atlantik'in dibinde uzanan bu taşlık labirentte hiç tereddütsüz ilerliyordu. Bu karanlık yolu biliyor olmalıydı. Buradan sık sık geçtiğine kuşku yoktu, dolayısıyla kaybolması söz konusu değildi. Onu sarsılmaz bir güvenle takip ediyordum. Kaptan bana sanki bir deniz tanrısıymış gibi geliyordu ve önümde yürüdüğü zaman, endamlı vücudu ufkun aydınlığını siyah bir gölge gibi yarıyordu. Saat sabahın biriydi. Dağın ilk yamaçlanna ulaş­ mıştık. Ama bu yamaçlan aşmak için ilk önce geniş çalılıklarla kaplı patikalardan geçmek gerekiyordu. Evet! Bu çalılık, yapraksız, özsuyu olmayan, su­ yun etkisiyle katılaşmış, oraya buraya serpiştiril­ miş dev çamların ağırlıkta olduğu ölü ağaçlardan oluşuyordu. Burası, çökmüş toprağa kökleriyle tu­ tunmuş, yapraklan ince siyah kağıt parçalan gibi görünen ama hala dimdik ayakta duran bir kömür ocağıydı. Bir dağın yamaçlarına tutunup kalmış 458

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir Hartz ormanı hayal edin ama suyun dibine gö­ mülü bir orman. Patikalar, aralarında kabuklu hayvanların kol gezdiği yosunlar ve fucuslarla kaplıydı. Kayalardan tırmanarak, yerdeki ağaç dallan üzerinden atlayarak, bir ağaçtan diğerine dolanmış sarmaşıkları elimle keserek, bir daldan diğerine yüzen balıkları ürküterek ilerliyordum. Sanki beni biri sürüklüyormuş gibi hiç yorgunluk hissetmiyordum. Yorulmak bilmeyen rehberimin peşinden gidiyordum.

459

JULES VERNE

Ne manzara ama! Bu nasıl anlatılır ki! Suyun içinde bulunan, alt kısımları cılız ve karanlık, üst kısımlarıys a suyun yansıtıcı etkisiyle gücünü daha da artıran kırmızımsı aydınlığın her tonu­ na boyanmış ağaçlann, kayalann görüntüsünü nasıl tarif edebilirim? Biz geçtikten sonra bir çığ gibi büyük bir gürültüyle düşen kayalara tırma­ nıyorduk. Sağda solda göz alabildiğine uzanan dehlizler kazılıydı. Önümüzde insan elinden çık­ mış gibi duran geniş düzlükler açılıyordu. Kendi kendime sık sık acaba bir anda karşıma deniz altında yaşayan insanlardan biri mi çıkacak diye soruyordum. Kaptan Nema hala tırmanıyordu. Geride kal­ mak istemiyor, cesurca peşinden gidiyordum. Bastondan büyük bir güç alıyordum. Uçurumun yamaçlarında açılmış dar geçitlerde ilerlerken atılacak yanlış bir adım çok tehlikeli olabilirdi. Ama s ağlam adımlarla, yükseklikten kaynaklı hiçbir baş dönmesi hissetmeden yürüyordum. Bazen yeryüzündeki buzulların ortasında gör­ sem korkup geri çekileceğim türden derin çat­ laklann üzerinden atlıyor, bazen bir uçurum­ dan diğerine uzanmış ağaç dalları üzerinden geçiyordum ama bunu yaparken ayaklarımın altında uzanan boşluğa bakmamaya gayret edi­ yordum. Gözlerimi sadece bu bölgedeki vahşi güzelliklere hayran olmak için kullanmalıydım. Burada bulunan, s ağlam temeller üzerine otur­ mamış kayalık yapılar, denge kanunlarına mey­ dan okuyordu adeta. Kayaların arasında, yerden fışkıran tazyikli bir su kaynağını andıran ağaçlar vardı. Kayalar ağaçlara, ağaçlar da kayalara des 460

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

tek oluşturuyordu. Bunlardan başka, doğal kule­ lerin, surlar gibi dimdik uzanan geniş duvarların eğim açıları öyle ölçülerdeydi ki, böyle yapılar karada olsa yerçekimi kanununa yenik düşerler­ di kuşkusuz. Suyun aşırı yoğunluğuna bağlı bu farklılığı ben bile hissediyordum. Ağır giysilerime, bakır baş­ lığıma, metal tabanlarıma rağmen çıkılmayacak kadar dik yokuşlara çıkıp buraları, tabiri caizse, bir Pirene dağ keçisi edasıyla aşıyordum! Suyun altındaki bu gezintimi anlatırken, bu olanların kulağa gerçekmiş gibi gelmediğinin farkındayım! Ama ben bir tarihçiyim; görünüşte imkansız gibi görünen ama gerçekliği su götür­ mez şeylerin tarihçisi. Bu bir rüya değildi. Bütün anlattıklarımı gördüm ve hissettim! Nautilus'tan ayrıldıktan iki saat sonra ağaçlık hattı aşmıştık. Başımızdan yüz ayak yukarda da­ ğın tepesi görünüyordu. Dağın arka yamacından yansıyan ışık bu tepeye vuruyordu. Etrafta eğri büğrü çizgiler boyunca uzanan birkaç katılaşmış ağaç vardı. Ayaklarımızın altında balık sürüleri, yüksek otların arasında ansızın yakalanmış kuş sürüleri gibi kaçışıyordu. Kaya kütlelerinin üze­ rinde içine nüfuz edilemeyecek büyüklükte ya­ rıklar, derin mağaralar, dipsiz delikler vardı. Bu­ ralarda devasa canlıların kıpırdadığını hissedi­ yordum. Dev bir antenin önümü kestiğini ya da

karanlık oyuklarda dev bir kıskacın kapandığını fark ettiğimde kan akışım hızlanıyordu! Karanlı­ ğın ortasında binlerce ışıltılı nokta parlıyordu. Bu parlak noktalar, mağaralarının içinde pusuya yatmış dev kabukluların, yani kargılı piyadeler 461

JULES VERNE

gibi dikilen ve ayaklarını oynattıkça demir sesini andıran tıkırtılar çıkaran ıstakozların, top ağzına yerleştirilmiş mermiler gibi hazırda bekleyen yengeçlerin, dokunaçları canlı yılanlardan oluş­ muş çalılar gibi birbirine dolanmış ahtapotların gözleriydi. -·

.

- -·

· -.... ·····- •.. ,.

. �. .. --

462

,.... ,...

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Henüz bilmediğim bu kocaman alem nasıl bir yerdi? Kayaların ikinci bir kabuk gibi etrafını sardığı bu eklemliler acaba hangi deniz canlıla­ rı takımına aitti? Doğa bu canlıların bitkiler gibi yaşamasının sırrını nerede bulmuştu? Bunlar kaç yüzyıldır okyanusun derin katmanlarında böyle bir yaşam sürüyorlardı? Etrafımı izlemek için durmaya vakit yoktu. Bu korkunç hayvanlara aşina olan Kaptan Nema on­ ları görmüyordu bile. İlk düzlüğe varmıştık. Beni bambaşka sürprizler bekliyordu. Burada yara­ tıcının değil, insanın elinden çıkmış devasa ka­ lıntılar vardı. Bunlar, aralarında belli belirsiz gö­ rüntüleriyle şatolann, tapınakların göze çarptığı devasa taş yığınlarıydı. Taşların üzeri çiçek açmış bitkisel hayvanlarla, s armaşıklar yerine yosunlar ve fucuslann oluşturduğu kalın bir tabakayla ör­ tülüydü. Belli ki bazı afetler sonucu sulara gömülmüş bu taşlar, yeryüzünün hangi parçasına aitti? Kim bu kaya ve taşlan tarih öncesi çağlardaki dolmen­ ler gibi buraya yerleştirmişti? Ben neredeydim? Kaptan Nemo'nun keyfi beni nereye sürüklemişti böyle? Ona bunlan sormak isterdim ama bunu yapa­ mıyordum. Durdum. Onu kolundan tuttum. Ama o başını sallayarak ve dağın tepesini işaret ederek bana:

"Hadi! Hadi biraz daha! Yürümeye devam edin! " der gibi hareketler yaptı. Son bir gayret onu izledim. Birkaç dakika için­ de tüm bu kayalık alandan on küsur metre yuka­ nda olan zirveye ulaşmıştım. 463

JULES VERNE

Geldiğimiz yola baktım. Dağ, ovadan yedi yüz-sekiz yüz ayak yüksekteydi. Dağın diğer ya­ macı ise Atlantik'in bu bölgesindeki tabanından iki kat daha yukarıdaydı. Bakışlarım artık uzak­ lara kadar uzanabiliyordu ve şiddetli bir elektrik ışığının aydınlattığı geniş bir alanı görebiliyor­ dum. Bu dağ aslında bir volkandı. Zirveden elli ayak aşağıda, taş ve cüruf yağmurları ortasında geniş bir krater, ateşten bir şelale gibi dökülen lavlar kusuyordu. Dev bir şelaleyi andıran bu volkan, aşağıda uzanan ovayı ufkun sınırlarına kadar aydınlatıyordu. Denizaltı kraterlerden alev değil lav püskür­ düğünü söylemiştim. Çünkü alevin oluşabilmesi için oksij ene ihtiyaç vardır, bu yüzden suyun al­ tında alev oluşmaz; yalnızca lav akıntıları oluşur. Lavların yanma prensipleri kendi içlerindedir. Akkor haline dönüşebildikleri için lavlar, suya değdikleri anda buharlaşabilir ve böylece suyla başa çıkabilirler. Denizdeki güçlü akıntılar, vol­ kandan yayılan bu gazları sürüklüyor; sürükle­ nen lavlar, Vezüv Yanardağından püskürüp Torre del Greco'ya akan atıklar gibi dağın alt kısımları­ na kadar akıyordu. Gözlerimin önünde yıkılmış, mahvolmuş, çök­ müş bir şehir uzanıyordu. Çatıları çökmüş, tapı­ nakları yerle bir olmuş, kemerleri yerlerinden çıkmış, sütunları yere devrilmiş bu şehirde, Tos ­ cana mimarisinde uygulanan sağlam oranlar hala kendini hissettiriyordu. Biraz ötede, büyük bir su kemerinin kalıntıları; şurada Panteon biçi­ minde bir akropolün oluşturduğu kabarıklık; daha ileride ticaret gemilerinin ve kürekli savaş 464

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

gemilerinin gelip demir attığı, kayıp bir okyanus kenarında yer alan eski bir limandan kalmış gibi duran iskele kalıntıları; daha da ileride yıkılmış duvar kalıntıları, kimsesiz ve geniş sokaklar var­ dı. Kaptan Nemo gözlerimin önüne sular altında kalmış bütün bir Pompei'yi sermişti!

�0=f�· < . '

-

�- ·

· .:_-:;'��-���� -

.

··· · ---

- - -j '

.

.

-:i,f .,!"" · ·

465

JULES VERNE

Neredeydim? Ben neredeydim? Ne olursa ol­ sun bunu öğrenmek istiyordum. Kaptan'la ko­ nuşmak istiyordum. Beni esir alan bu bakır baş­ lıktan kurtulmak istiyordum. Kaptan Nema yanıma geldi ve bir işaretiyle beni durdurdu. Sonra yerden kalkerli bir taş par­ çası aldı. Bazalt bir kayaya doğru yöneldi ve kaya­ nın üzerine şu sözcüğü yazdı: ATLANTIS O anda zihnimde şimşekler çaktı! Atlantis ! Theopompos'un Meropides 'i Atlantis, Platon'un Atlantis'i! Origenes, Porphyros, Jambilicus, d' Anville, Malte-Brun ve Humboldt'un kaybolu­ şunu bir efsane gibi görüp varlığını inkar ettiği; Possidonius, Plinius, Ammianus, Marcellinus, Tertullianus, Engel, Sherer, Tournefort, Buffon ve d'Avezac'ın ise var olduğuna inandığı kıta Atlan­ tis ! Bu kayıp kıta işte burada karşımda duruyor; yaşadığı felaketin tartışılmaz tanıklığını yapıyor­ du! Demek Atlantis, Avrupa, Asya ya da Libya sınırlarının dışındaydı; burada, Herakles sütun­ larının ötesinde, eski Yunanların ilk savaşlarını yaptığı güçlü Atlantların yaşadığı bu yerdeydi! Kahramanlıklarla dolu o dönemin önemli olaylarını bize aktaran tarihçi Platon' dur. Onun Timaios ve Kritias adlı diyalogları şair ve yasa ko­ yucu Solon' dan ilham alınarak yazılmıştır. Solon bir gün, tapınaklarının kutsal duvarla­ rına kaydedilmiş yıllıklardan hareketle sekiz yüz yıllık bir şehir olduğu düşünülen Sais şehrinde yaşayan birkaç yaşlıyla sohbet ediyormuş . Bu yaşlılardan biri Solon'a, kendi kentlerinden bin yıl daha eski olan bir kentin hikayesini anlatmış. 466

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Atinalıların ilk şehri olan bu şehir, Atlantlar tara­ fından istila edilmiş ve kısmen yıkılmış. "Atlant­ lar," demiş yaşlı adam, "Afrika ve Asya'nın topla­ mından daha büyük ve dört derece ile on iki de­ rece kuzey enlemleri arasında yer alan kocaman bir kıtada yaşıyorlardı. Egemenlikleri Mısır'a ka­ dar uzanıyordu. Bu hakimiyetlerini Yunanistan'a kadar genişletmek istiyorlardı ama Helenlerin yılmaz direnişi karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar. Aradan yüzyıllar geçti. Su taşkınları ve depremlerle gelen felaketler yaşandı. Atlan tik bir gün, bir gece içinde yok oldu. Bu kıtanın en yük­ sek tepeleri olan Madeira, Asar, Kanarya ve Val­ verde bugün hala ayaktadır." Kaptan Nemo'nun duvara yazdığı sözcükle bir­ likte zihnimde işte bu tarihi hikayeler dolaşmaya başlamıştı. Garip bir talih beni buralara kadar sü­ rüklemişti. Bu kıtanın dağlarından birinin üze­ rinde yürüyordum! Jeolojik dönemlerden kalma binlerce yıllık bu kalıntılara ellerimle dokunuyor­ dum! İlk insanın çağdaşlarının yürüdüğü yerler­ de yürüyordum! Dalgıç giysimin ağır tabanlarıyla, şimdi katılaşmış halde olan ağaçların bir zaman­ lar gölgeleriyle örttüğü, efsaneler zamanında ya­ şamış hayvanların iskeletlerini çiğniyordum ! Ah! Neden yeterince zamanım yoktu ! Bu da­ ğın sarp yamaçlarından aşağı inmek, kuşkusuz Afrika'yı Amerika'ya bağlayan bu uçsuz bucaksız kıtanın her tarafını gezmek ve çok eski zamanlar­ dan kalma bu şehirleri dolaşmak isterdim. Bura­ da, gözlerimin önünde, savaşçı Makhimos ve din­ dar Eusebes şehirleri uzanıyordu belki de. Yüz­ yıllar önce bu şehirlerde yaşayan insanlar, suyun 467

JULES VERNE

dibinde olmasına rağmen bugün hala ayakta ka­ lan bu taş blokları üst üste yığacak kadar güçlüy­ düler. Bir volkan püskürmesi, sulara gömülmüş bu harabeleri belki bir gün yeniden gün yüzüne çıkartacaktı, kim bilir! Okyanusun bu bölgesinde çok sayıda volkan olduğu saptanmıştı ve birçok gemi buradan geçerken olağanüstü sarsıntılara maruz kalmıştı. Bu gemilerden bazıları suyun de­ rinliklerindeki elementlerin savaşını haber veren şiddetli gürültüler işitmiş; bazılan ise suyun üze­ rinde yüzen volkanik küller toplamıştı. Buradan başlayıp Ekvator'a kadar uzanan geniş bir alanda, bugün hala plütonik güçlerin etkisi hissediliyor­ du. Belki çok zaman sonra, volkanik atıkların ve üst üste biriken lav katmanlarının etkisiyle yük­ selen dağların tepelerinin Atlantis'in yüzeyine ulaşmayacağını kim bilebilir! Ben bunlan düşünüp bu müthiş manzaranın aynntılannı aklıma kazımaya çalışırken, Kaptan Nemo dirseklerini bir dikilitaşa dayamış, kendin­ den geçmiş halde hareketsiz ve put gibi duruyor­ du. Bu kayıp kuşaklan hayal edip onlara insan ka­ derinin sırnnı mı soruyordu? Modern yaşamı red­ deden bu garip adam, maziye dalıp, eskiden kalma bir yaşamı canlandırmak için buraya mı geliyor­ du? Onun ne düşündüğünü öğrenmek, düşüncele­ rini paylaşmak ve anlamak için neler vermezdim! Lavlann zaman zaman şaşırtıcı bir yoğunluğa ulaşan ışığıyla aydınlanan bu geniş düzlükte bir saat kaldık. Dağın içindeki kaynamalar üst kabu­ ğunda hızlı titreşimler oluşturuyordu. Derinden gelen sesler, suyun etkisiyle hızla yukarı iletiliyor ve şiddetle yankılanıyordu. 468

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Tam o sırada, su kütlerinin arasında bir anlı­ ğına ay göründü ve soluk ışığını sulara gömülü bu kıtanın üzerine yansıttı. Bu basit bir parıltıydı belki ama yarattığı etki tarif edilemezdi. Kaptan Nema ayağa kalktı. Bu uçsuz bucaksız düzlüğe son bir bakış fırlattı ve sonra eliyle onu takip et­ memi işaret etti. Dağdan hızla indik. Mineralleşmiş ormanı bir kez daha geçtik. Nautilus'un bir yıldız gibi parla­ yan fenerini gördüm. Kaptan doğrudan gemiye doğru yürüdü. Günün ilk ışıkları okyanus yüzeyi­ ni aydınlatırken gemiye girmiştik.

469



x

DENIZALTINDA KÖMÜR OCAKLARI

Ertesi gün, 20 Şubatta, çok geç uyandım. Ön­ ceki gecenin yorgunluğu yüzünden saat on bire kadar uyumuştum. Hemen giyindim. Nautilus 'un yönünü öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Alet­ ler, geminin yüz metre derinlikte, saatte yirmi mil hızla güneye doğru gittiğini gösteriyordu. Conseil geldi. Ona gece yaptığımız geziyi an­ lattım. Kapaklar açık olduğu için sulara gömülü bu kıtanın bir kısmını o da gördü. Aslında Nautilus, Atlantis ovasının sadece on metre yukarısında yüzüyordu. Karadaki çayırlar­ da rüzgarla salınan bir balon gibi süzülüyordu. Ama bu balonun içinde bir ekspres trenin vago­ nundaymış gibi olduğumuzu söylemek daha doğ­ ru olur. Camdan bakınca gördüğümüz ilk şeyler garip görünümlü kayalar, zaman içinde bitkiler sınıfından hayvanlar sınıfına terfi etmiş ağaçlar­ dan oluşan ormanlardı. Bunların hareketsiz silu­ etleri suya yansıyordu. Bunlardan başka, axiidae ve anemon tabakalarının arasında gömülmüş, aralarında uzun su bitkileri çıkmış taş kütleleri ve garip biçimli lav blokları vardı. Bu bloklar, bu­ radaki plütonik yayılımların ne denli şiddetli ol­ duğunu gözler önüne seriyordu. 470

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bu tuhaf yerler Nauti1us'un elektrik ışığının et­ kisiyle ışıldarken, ben de Conseil'e, Bailly'e hayal gücünün etkisiyle sayfalar dolusu yazı yazdıran Atlantların tarihini anlattım. Bu kahraman hal­ kın savaşlarından söz ettim. Atlantis'i artık var­ lığından hiçbir şüphe duymayan biri olarak tar­ tışıyordum. Ama Conseil dalgındı, beni pek din­ lemiyordu. Bu konuya ilgisizliğinin nedenini çok geçmeden anladım. Gözü etrafımızdan geçen balıklardaydı. Balık­ lar yanımızdan geçtikçe sınıflandırma işine da­ lan Conseil, gerçek dünyadan uzaklaşıyordu. Hal böyle olunca bana da onu izlemekten ve birlik­ te balıkbilimsel çalışmalarımıza geri dönmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Aslında Atlantik'in balıkları şimdiye kadar gözlemlediklerimizden çok farklı değildi. Beş metre boyunda, suyun üzerinde sıçramalarına olanak veren güçlü kaslara sahip dev kedibalık­ ları; çeşit çeşit köpekbalıkları; bu köpekbalıkları içinde on beş ayak uzunluğunda, üçgen biçim­ li sivri dişleri olan, şeffaf rengi yüzünden suda neredeyse görünmeyen camgözler; kahverengi köpekbalıkları; derisi yumrulu, prizma biçimli domuzbalıkları; Akdeniz'deki türdeşlerine ben­ zeyen mersin balıkları; bir buçuk ayak boyunda, sarı kahverengi renkte, gri küçük yüzgeçleri olan, dilsiz ve dişsiz, suda ince ve esnek yılanlar gibi

süzülen deniziğneleri vardı. Conseil, kemiklibalıklar arasında, üç metre bo­ yunda, üstçenelerinde sivri uçlu bir kılıç bulunan siyah makairaları; Aristoteles döneminde deniz ejderhası olarak bilinen ve sırt dikenleri yüzün47 1

JULES VERNE

den tutması oldukça zor olan, canlı renklerle be­ zeli engerek trakonyaları; sırtlan kahverengi üze­ ri mavi çizgili ve altın rengi bir şeritle çevrelen­ miş lambukalan; güzel mercan balıklarını; mavi parıltılı disklere benzeyen, üstlerine güneş vur­ duğunda gümüş lekeleri andıran aybalıklarını; son olarak da sekiz metre uzunluğunda, sürüler halinde dolaşan, tırpan gibi sarımsı yüzgeçleri ve altı ayak uzunluğunda kılıçları olan, balıktan zi­ yade otla beslenen, dişilerinin ufacık bir işaretine kibar kocalar gibi itaat eden kılıçbalıklarını saydı. Ama bu deniz canlılarını gözlemlerken, Atlantis'in geniş düzlüklerini incelemeyi de ih­ mal etmiyordum. Zemindeki engebeler, zaman zaman Nautilus'u hızını düşürmeye zorluyordu ve gemi, boğazların daralan kısımlarından ustalıkla geçmeyi başarabilen bir deniz memelisi edasıyla suyun içinde süzülüyordu. Bu deniz altı labirentin geçit vermediği zamanlardaysa gemi, tıpkı bir ba­ lon gibi yükseliyor; engel aşıldıktan sonra da de­ niz dibinden yalnızca birkaç metre yükseklikteki hızlı yolculuğuna kaldığı yerden devam ediyordu. Bir balon gezisini andıran harika ve hayranlık ve­ rici bir yolculuktu bu; aradaki tek fark Nautilus 'un kendini rüzgara değil, dümencinin ellerine bırak­ mış olmasıydı. Akşamüstü saat dörde gelirken, üzerinde yer yer katılaşmış ağaç dallarının bulunduğu çamur­ lu zemin yavaş yavaş değişti ve yerini daha taşlık, çakıl yığınlarıyla, bazalt tüflerle örtülü; üzeri lav ve kükürtlü obsidiyen serpintileriyle dolu bir ze­ mine bıraktı. Bu geniş düzlüklerin sonunda dağ­ lık bir bölgeyle karşılaşacağımızı düşünmüştüm 472

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ve gerçekten de Nauti1us suyun içinde yükseldik­ çe, bütün çıkışları kapatıyor gibi duran yüksek bir duvarla sınırlanmış güney ufkunu fark ettim. Bu duvarın tepesi kesinlikle okyanus yüzeyini aşı­ yordu. Burada bir kıta ya da en azından bir ada olmalıydı; ya Kanarya Adalarından ya da Valver­ de Adalarından biri. Koordinatlar haritada işaret­ lenmediğinden -kim bilir belki de kasıtlı olarak yapılmıştı bu- konumumuzu bilmiyordum. Ne olursa olsun, bu duvar o ana kadar yalnızca kü­ çük bir bölümünü aştığımız Atlantik'in sona erdi­ ği noktaya işaret ediyor gibi geldi bana. İncelemelerim gece boyunca da kesintisiz de­ vam etti. Tek başıma kalmıştım. Conseil kamara­ sına dönmüştü. Nautiius hızını düşürmüştü. Ba­ zen sanki üstüne konmak istiyormuş gibi zemin­ deki kütlelerin üzerinde kanat çırpıyor, bazen de deniz yüzeyine çıkıyordu. Geminin su yüzeyine çıktığı zamanlarda, su kristalleri arasında birkaç parlak takımyıldızını, özellikle de Orion'un kuy­ ruğunda yer alan beş ya da altı yıldızı şöyle bir görür gibi oldum. Hayran hayran gökyüzünün ve denizin güzel­ liklerini seyretmek için salondaki camın önünde daha uzun süre kalabilirdim ancak kapaklar ka­ pandı. O sırada Nautiius , sözünü ettiğim yüksek duvarın dibine gelmişti. Nasıl bir manevra ya­ pacağını tahmin etmek güçtü. Odama döndüm. Gemi hareketsizdi. Birkaç saat uyuyup uyanmak niyetiyle yattım. Ama ertesi gün salona gittiğimde saat sekizdi. Manometreye bakınca Nautilus 'un su yüzeyinde seyrettiğini anladım. Zaten sahanlıkta gezinen 473

JULES VERNE

ayak seslerini duyuyordum. Ama denizin üstün­ de de olamazdık, çünkü öyle olsa gemi dalgalar yüzünden yalpalardı. Dış kapağa çıktım. Kapak açıktı. Ama gün ışı­ ğını görmeyi umuyorken, etrafımı saran zifiri bir karanlıkla karşılaştım. Neredeydik? Yanılmış mıydım yani? Hala gece miydi? Hayır! Parlayan tek bir yıldız bile yoktu. Hem gece hiçbir zaman zifiri karanlık değildir. Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Tam o anda bir ses işittim: "Siz misiniz, Profesör?" "Ah! Kaptan Nemo," diye karşılık verdim, "ne­ redeyiz biz ?" "Yeraltında, Bay Profesör. " "Yeraltında mı! " diye bağırdım. "Nautilus hala yüzüyor mu peki?" "Hala yüzüyor, evet. " "Ama anlamıyorum?" "Biraz sabredin. Fener yanacak birazdan, eğer her şeyin açık ve seçik olduğu durumları seviyor­ sanız, tatmin olacaksınız. " Sahanlıkta durup bekledim. Ortalık öyle karan­ lıktı ki, Kaptan Nemo'yu bile göremiyordum. Öte yandan, başımı yukarı çevirip göğün en yüksek noktasına bakmaya çalışırken belli belirsiz bir ışık, yuvarlak bir delikten sızıp gelen bir yan aydınlık gördüğümü sandım. Tam o sırada fener yandı ve fenerin canlı ışığı bu belli belirsiz ışığı yuttu. Fenerin ışığından kamaşan gözlerimi birkaç sa­ niye kapattıktan sonra etrafıma baktım. Nautilus hareketsiz duruyordu. İskeleyi andıran bir yama­ cın yanındaydık. Geminin üzerinde durduğu deniz, 474

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

çapı iki, çevresi altı mil olan duvarların arasında hapsolmuş bir göldü. Manometrenin belirttiğine göre su düzeyi dışarıdaki denizden farklı olamazdı, çünkü kuşkusuz bu gölle deniz arasında bir bağ­ lantı vardı. Zemine tutunan kısımlan eğimli yük­ sek duvarlar, yukarı doğru gidildikçe bombeleşiyor, yüksekliği beş-altı yüz metreyi bulan, ters dönmüş dev bir huniyi andırıyordu. Duvarların tepesinde, az önce, kuşkusuz gün ışığından kaynaklanan ay­ dınlığı görür gibi olduğum bir çukur vardı.

475

JULES VERNE

Bu çukurun iç yapısını dikkatlice incelemeden ve kendi kendime burasının doğal bir oluşum mu, yoksa insan elinden çıkma bir yapı mı oldu­ ğu üzerine sorgulamaya girişmeden önce, Kaptan Nemo'ya dönüp: "Neredeyiz ? " diye sordum. "Sönmüş bir volkanın merkezinde," dedi. "Yerdeki sarsıntılar sonucu deniz sularının üzeri­ ni kapladığı bir volkan. Siz uyurken Bay Profesör, okyanus yüzeyinin on metre altındaki bir geçit­ ten geçerek bu lagüne girdik. Burası, Nautilus'un güvenli, elverişli, gizli, bütün rüzgarlara karşı korunaklı limanıdır! Kıtalarınız ya da adalannız üzerinde, kasırgalardan korunmak için burasıyla boy ölçüşebilecek bir liman bulamazsınız. " "Öyle, " dedim, "burada güvendesiniz, Kaptan Nema. Bu volkanın ortasında size kim ulaşabilir? Ama volkanın tepesinde gördüğüm şey bir açıklık değil mi? " "Evet, o gördüğünüz yanardağın krateri. Bu krater eskiden lavlar, buharlar ve alevlerle do­ luydu; şimdiyse soluduğumuz havanın geçişini sağlıyor. " "Peki hangi volkan bu ? " diye sordum. "Bu denizde yer alan adacıklardan birine ait. Gemiler için basit bir kör kaya olan bu volkan bi­ zim için dev bir mağara. Burayı tesadüf eseri keş­ fettim; bu işte şans gerçekten çok işime yaradı. " "Bu volkanın kraterini oluşturan açıklıktan içeri girilmiyor mu peki?" "Bu benim oraya çıkma ihtimalim kadar düşük bir ihtimal. Dağın iç kısmında yüz metre kadar yukarı tırmanılabilir fakat daha yukarılara çıkı476

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

lınca duvarlar çıkıntı yapar ve bu çıkıntıları aş­ mak imkansızdır. " "Görüyorum ki, Kaptan, doğa her zaman ve her yerde size yardımcı oluyor. Bu gölün ortasın­ da güvendesiniz ve bu suları sizden başka kimse ziyaret edemez. Ama bu korunaklı yer ne işe yarı­ yor? Nautilus 'un limana ihtiyacı yok ki. " "Hayır, limana ihtiyacı yok Profesör ama hare­ ket edebilmek için elektriğe; elektrik üretmek için çeşitli elementlere; bu elementleri işlemek için sodyuma; sodyumu üretmek için kömüre; kömür çıkarmak için kömür ocaklarına ihtiyacı var. İşte tam burada deniz, jeolojik zamanlarda yeraltına gömülmüş ve şimdi madenleşerek kömüre dönü­ şen ormanları örtüyor. Burası, benim için bitmek tükenmek bilmez bir maden ocağı . " "Demek, adamlarınız burada madencilik yapı­ yorlar?" "Tam anlamıyla, evet. Bu madenler Newcast­ le maden ocakları gibi denizin altında uzanıyor. Dalgıç giysilerini kuşanmış adamlarım, işte tam burada, ellerinde kazma küreklerle kömür çıka­ rıyorlar. Bu sayede kara madenlerine hiç ihtiyaç duymuyorum. Sodyum elde etmek için kömürü tutuşturduğumda ortaya çıkan duman, volkanın kraterinden yukarı çıkarak buraya aktif bir vol­ kan görüntüsü veriyor. " "Peki adamlarınızı i ş başında görebilecek mi­ yiz ? " "Hayır, en azından bu kez değil. Çünkü deniz altındaki dünya turumuza devam etmek için sa­ bırsızlanıyorum. Elimde olan sodyumu kullan­ makla yetineceğim. Önümüzde sadece bunları 477

JULES VERNE

gemiye yüklemek için gereken bir günlük bir süre var; sonra yolculuğumuza devam edeceğiz. Eğer bu mağarayı gezmek ve lagün çevresini dolaşmak isterseniz, bu bir günden yararlanabilirsiniz, Bay Aronnax. " Kaptan'a teşekkür ettim ve henüz kamarala­ rından dışarı çıkmamış arkadaşlarımı aramaya gittim. Nerede olduğumuzdan bahsetmeden beni izlemelerini söyledim. Sahanlığa çıktılar. Hiçbir şey karşısında şaşır­ mayan Conseil, denizin altında uyuduktan sonra bir dağın yamacında uyanmayı oldukça doğal bir şey olarak karşıladı. Ama Ned Land'ın mağaranın bir çıkışı olup olmadığını arama fikrinden başka düşündüğü yoktu. Kahvaltıdan sonra, saat ona doğru, dağın ya­ macına indik. "Bir kez daha karadayız," dedi Conseil. "Ben bunu 'kara' olarak görmüyorum, " diye karşılık verdi Kanadalı. "Üstelik karanın üzerinde değil altındayız." Dağın duvarlarıyla göl sulan arasında, en geniş yeri beş yüz ayak uzunluğunda olan bir kumsal vardı. Bu kumsalın üzerinde yürüyerek gölün et­ rafında kolayca bir tur atılabilirdi. Ancak yüksek duvarların taban kısmı engebeli bir zemin oluş­ turuyordu. Bu zemin üzerinde üst üste yığılmış dev volkanik bloklar ve süngertaşları vardı. Ye­ raltındaki ateşin etkisiyle üzeri cilalı bir mineyle kaplanmış bütün bu çözünmüş taş kütleler, gemi fenerinden yayılan ışıkla birlikte aydınlanmıştı. Adımlarımızın kaldırdığı mikalı toz , bir kıvılcım bulutu gibi uçuşuyordu. 478

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Sulann çekildiği yerlerden uzaklaştıkça, ze"'. min hissedilir şekilde yükseliyordu. Çok geçme­ den uzun ve dolambaçlı yokuşlara, bizi yavaş ya­ vaş yukarı tırmandıran dik patikalara varmıştık. Ama üzerinde yürüdüğümüz yokuşları birbirine bağlayan bir madde olmadığından buradan ge­ çerken dikkatli olmak gerekiyordu. Bu feldspat ve kuvars kristallerinden oluşmuş camsı obsidiyen­ lerin üzerinde ayaklarımız kolayca kayıyordu. Bu dev çukurun volkanik bir yapısının olduğu her halinden belliydi. Bu düşüncemi arkadaşları­ ma da söyledim. "Bu huninin fokur fokur kaynayan lavlarla dolu olduğu zamanlarda nasıl bir yer olduğunu ve akkor haline gelmiş sıvının, tıpkı metal eriyiği­ nin fırının içinde yükselmesi gibi, volkanın krate­ rine kadar nasıl yükseldiğini hayal edin," dedim. "Bu durumu gözümde mükemmel şekilde canlandırabiliyorum, " diye cevap verdi Conseil. "Fakat beyefendi bu dökümcünün neden artık iş ­ lemediğini ve bu fırının nasıl olup da bir gölün sa­ kin sularıyla dolduğunu bana söyleyebilirler mi?" "Sanıyorum soruna cevap verebilirim, Conseil. Birtakım s arsıntılar sonucunda okyanus yüzeyi­ nin hemen altında, Nauti1us 'un bugün üzerinden geçtiği açıklık oluştu. Ve böylece Atlantik'in su­ ları hemen bu dağın içine doldu. Bu iki ana mad­ de arasında korkunç bir mücadele yaşandı ve bu

mücadele Neptün'ün lehine sonuçlandı. O za­ mandan bu yana pek çok yüzyıl geçti ve sulara gömülmüş volkan sakin bir mağaraya dönüştü." "Çok iyi," dedi Ned Land. "Açıklamanızı kabul ediyorum ancak kendi çıkarımız adına üzgünüm. 479

JULES VERNE

Maalesef Profesörün sözünü ettiği bu açıklık de­ nizin üstünde değil de altında oluşmuş. " "Ama Ned," dedi Conseil, "bu açıklık denizin altında oluşmuş olmasaydı, Nautilus buraya gire­ mezdi ki! " " Şunu d a eklemek istiyorum, dostum Ned, söylediğiniz durumda volkanın içi suyla dolmaz­ dı ve de volkan volkan olarak kalırdı. Yani üzün tünüz boşuna." Yukan doğru tırmanışımız devam ediyordu. Yokuşlar giderek daha dar ve sarp bir hal aldı. Bunlar bazen derin oyuklarla kesiliyordu ve bu oyuklan aşmak, mağaranın içindeki çıkıntılann etrafından dolaşmak gerekiyordu. Dizlerimizin üzerinde ilerliyor, karnımızın üzerinde sürünerek tırmanıyorduk. Ama Conseil'in becerikliliği ve Ka­ nadalının gücü sayesinde bütün engelleri aştık. Yaklaşık otuz metrelik bir yüksekliğe ulaştığı­ mızda zeminin yapısı değişti ve daha zorlu bir hal aldı. Çakıl kayaçlar ve obsidiyenler yerini siyah bazalta bıraktı. Bazılan top top olmuş hava ka­ barcıklarıyla dolu katmanlar halinde uzanan, bu devasa kubbenin kemer boyunlannı taşıyan sıra sütunlar gibi dizilmiş, düzgün prizmalar oluştu­ ran bazaltlar, doğal mimarinin en hayranlık verici örneğini teşkil ediyordu. Bu bazaltların arasında, donmuş uzun lav akıntılarının oluşturduğu kıv­ nmlar vardı. Üstteki kraterden sızan güçlü gün ışığı, sonsuza kadar bu sönmüş dağın bağrında hapsolmaya mahkum volkanik atıklann üzerin­ de belli belirsiz bir aydınlık yaratıyordu. Tırmanışımız, yaklaşık iki yüz elli ayaklık bir yüksekliğe ulaştığımızda, aşılması mümkün ol480

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

mayan engeller yüzünden birden durdu. İç kemer bir çıkıntı oluşturuyordu ve bu durumda, tırma­ nışımız dairesel bir gezintiye dönüşmek zorun­ daydı. Bu noktadan sonra, bitkiler alemi mineral alemiyle kıyasıya bir mücadeleye girişti. İç duvar­ da meydana gelen yarıkların içinde birkaç ağaç­ çık, hatta ağaç çıkmıştı. Yakıcı bir süt salgılayan sütleğenleri hemen tanıdım. Güneş ışığı hiçbir zaman kendilerine kadar ulaşmadığı için, aslın da isimlerini pek de hak etmeyen güneş çiçekleri, kokuları da renkleri de yan yarıya tükenmiş olan salkımlarını kederle eğmişlerdi. Yaprakları has­ talıklı ve solgun görünen sarısabırlann etrafında, orada burada, çekine çekine çıkmış gibi duran kasımpatılar vardı. Lav akıntılarının arasında kü­ çük menekşeleri fark ettim ve itiraf etmeliyim ki, onları büyük bir zevkle kokladım. Hala hafif bir koku vardı Üzerlerinde. Kokusu bir çiçeğin ruhu­ dur ve deniz çiçeklerinin, o harika deniz bitkileri­ nin ruhu yoktur! Güçlü kökleri sayesinde kayaları bile delebilen ej derha kanı ağacı topluluğunun dibine vardığı­ mız sırada, Ned Land birden haykırdı: "Ah! Beyefendi, bir kovan! " Şaşkınlığımı gösteren bir hareket yaparak: "Bir kovan? " dedim. "Evet! Bu bir kovan! " diye tekrarladı Kanadalı. "Çevresinde arılar vızıldıyor. "

Emin olmak istediğimden, Ned Land'ın göster­ diği yere yaklaştım. Orada, bir ejderha kanı ağacı­ nın gövdesine oyulmuş çukurda, Kanarya Adala­ rına özgü ve ürettikleri bal büyük rağbet gören bu becerikli böceklerden binlerce vardı. 481

JULES VERNE

Doğal olarak Kanadalı balı almak istedi. Buna karşı çıkarsam kötü niyetli olduğumu düşüne­ cekti, biliyorum. Kurumuş ve kükürtlü birkaç tane yaprağı alıp, çakmağından çıkan kıvılcımla yaktı ve arılan dumana boğdu. An vızıltıları ya­ vaş yavaş kesildi ve delinen kovandan kokulu bal sızmaya başladı. Ned Land kovandan akan balı sırt çantasına doldurdu. "Bu balı ekmekağacı hamuruyla karıştığım za­ man," dedi, "size enfes bir pasta sunacağım. " "Harika! " dedi Conseil. "Zencefilli çörek gibi olur." "Zencefilli çörek tamam ama şu ilginç gezinti­ mize devam edelim artık, " dedim. Patikada tırmanırken bazı yerleri döndüğü­ müzde, göl bütünüyle gözümüzün önüne serili­ yordu. Fener, ne bir kıvrım, ne hafif bir dalgalan­ ma bilen gölün yüzeyini tamamen aydınlatıyor­ du. Nautilus hareketsizliğini koruyordu. Müret­ tebattan bazı adamlar, yani bu ışıklı atmosferin ortasındaki siyah gölgeler, sahanlığın üzerinde ve kıyıda hareket halindeydi. O sırada biz, kubbeyi tutan ilk kaya katman­ larının en yüksek noktasının etrafında dolaşı­ yorduk. İşte o zaman, arıların volkanın içinde yaşayan hayvanların tek temsilcisi olmadığını anladım. Arılardan başka, karanlıkta döne döne oraya buraya uçuşan, kayaların çıkıntılarındaki yuvalarından kaçışan av kuşları vardı. Bunlar be­ yaz karınlı atmacalar ve acı acı bağıran kerkenez kuşlarıydı. Yamaçlarda, hızlı bacaklarının etki­ siyle kaçışan güzel ve besili toy kuşları gördüm. Bu lezzetli hayvanları gördüğünde, Kanadalının 482

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

iştahının kabarıp kabarmadığını ya da elinde bir tüfek olmadığına üzülüp üzülmediğini düşün­ meyi okuyucuya bırakıyorum. Kanadalı, onlara kurşun yerine taş atmayı denedi ve pek çok başa­ rısız denemeden sonra, bu harika kuşlardan bir tanesini yaralamayı başardı. Bu hayvanları yaka­ lamak için hayatını en az yirmi kez tehlikeye at­ tığını söylesem, hiç de abartmış olmam. Ama bu işi öyle ustalıkla becerdi ki, kuş çantadaki balın yanında yerini aldı. Artık aşağı inmek zorundaydık çünkü dağ tırmanmak için geçit vermiyordu. Üzerimizdeki ağzı açık krater, geniş bir kuyu ağzı gibi görünü­ yordu. Gökyüzü çok net bir şekilde seçiliyordu ve B atı rüzgarının etkisiyle hızla ilerleyen ve da­ ğın yamacına doğru yer yer hafif sisli p arçalar bırakan dağınık bulut kümelerini görüyordum. Volkanın deniz yüzeyinden yüksekliği sekiz yüz ayaktan fazla olmadığını hes aba katarsak, de­ mek ki bulutların gökyüzündeki yüksekliği pek fazla değildi. Kanadalının s on başarısından yaklaşık ya­ rım saat sonra, yeniden iç taraftaki kıyıya in­ miştik. Buradaki bitki örtüsünü , taşdelen, taş­ geçen ya da denizotu adıyla da bilinen ve tur­ şusu yapılabilen maydanozgillerden denizteresi temsil ediyordu. Conseil bu bitkilerden birkaç demet topladı. Burada bulunan hayvan türleri­

ne gelince, bunlar arasında her türden binlerce kabuklu, ıstakozlar, yengeçler, pembe karides­ ler, mysisler, phalangidalar, galathealar ve çok s ayıda kabuklu, porselen, deniz salyangozu ve p atella vardı. 483

JULES VERNE

Bulunduğumuz bölgede muhteşem bir oyuk vardı. Arkadaşlarım ve ben oyuğun içine girip kumlarının üzerinde keyifle uzandık. Mağaranın mika tozu serpilmiş, pırıl pırıl parıldayan duvar­ ları volkanın ateşiyle cilalanmıştı. Ned Land du484

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

varları yoklayıp kalınlığını anlamaya çalışıyordu. Gülmekten kendimi alamadım. Böylece konu, is­ ter istemez Kanadalının sonsuz kaçış tasarılarına geldi. Çok da ileri gitmeden ona umut vermeye çalıştım. Kaptan Nema güneye sodyum yedeğini yenilemek için inmişti yalnızca. Dolayısıyla şim­ di, onun Avrupa ve Amerika kıyılanna uğrayaca­ ğını düşünüyordum. Bu da Kanadalıya boşa çıkan ilk girişimini bu kez daha başarılı bir şekilde tek­ rar etme fırsatı verebilirdi. Bu keyifli oyuğun içinde uzanalı bir s aat ka­ dar olmuştu. Hararetli başlayan tartışm amız artık durulmuştu. Bir uyku hali gelip bastırmış­ tı bizi. Direnmek için ortada hiçbir neden ol­ madığından kendimi derin uykunun kucağına bıraktım. Rüyamda -insan rüyasını seçemiyor maalesef- varlığımın basit bir yumuşakçanın bitkisel yaşamına indirgendiğini gördüm. İçin­ de bulunduğum oyuk da s anki kabuğumun çiftli çeneğini oluşturuyordu . . . Conseil'in sesiyle birden uyandım. "Alarm! Alarm ! " diye bağırıyordu. "Ne oldu?" diye sordum yerimden hafifçe doğ­ rularak. "Sular yükseliyor! " dedi. Kalktım. Deniz tıpkı bir sel gibi bulunduğumuz yere doğru hızla akıyordu. Yumuşakça falan ol­ madığımıza göre, bir an önce kaçıp kurtulmamız gerekiyordu. Birkaç saniye içinde, oyuğun tepesinde güven­ deydik. "Ee neler oluyor? " diye sordu Conseil. "Yeni bir doğa olayıyla mı karşı karşıyayız ?" 485

JULES VERNE

"Hayır arkadaşlar! " dedim. "Bu sadece bir gel­ git ve az kalsın bizi Walter Scott'un kahramanı· gibi hazırlıksız yakalayacaktı! Dışanda okyanus kabanyor ve bir doğa yasası olan denge yasası *

Walter Scott: İskoç yazar -çn. 486

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

uyarınca, göldeki su seviyesi de aynı şekilde yük­ seliyor. Neyse ki yanın banyo yaptığımızla kaldık. Nautilus'a gidelim de üzerimizi değiştirelim. " Ü ç çeyrek saat sonra, dairesel gezimizi ta­ mamlamış bir halde gemiye çıkıyorduk. O sırada mürettebat da sodyum depolarını doldurma işini tamamlamakla meşguldü. Nautilus her an hare­ ket edebilirdi. Ama Kaptan Nema hiçbir hareket emri vermedi. Geceyi beklemek ve denizin altındaki geçidin­ den gizlice çıkmak mı istiyordu? Belki de öyleydi. Geceyi bekleyişimizin sebebi her ne olursa olsun, ertesi gün Nautilus, b ağlantı limanından ayrılmış, bütün kara p arçalarından uzakta ve de Atlantik sularının birkaç metre altında sey­ rediyordu.

487

XI SARGASSO DENiZi •



Nautilus 'un yönü değişmemişti. Dolasıyla Av­

rupa denizlerine geri dönme umutlan şimdilik suya düşmüştü. Kaptan Nema geminin burnunu güneye doğru tutuyordu. Bizi nereye sürüklüyor­ du acaba? Bunu tasavvur etmeye cesaret edemi­ yordum. O gün Nauti1us , Atlantik'in özel bir bölgesinden geçti. Gulf Stream adlı büyük sıcak su akıntısını bilmeyen yoktur. Bu akıntı, Florida kanallarından çıktıktan sonra Spitzberg'e doğru yönelir. Ama Meksika Körfezi'ne ulaşmadan önce, kırk dör­ düncü kuzey enlemine doğru iki kola ayrılır; ana akıntı İrlanda ve Norveç kıyılarına doğru uzanır­ ken, bundan ayrılan ikinci akıntı kolu Asar Ada­ larına ulaştığında güneye kıvrılır, sonra da Afrika kıyılarına çarparak ve uzun bir oval çizerek Antil­ lere geri döner. Bu ikinci kol -aslında koldan ziyade kolye de­ mek daha doğru olur- okyanusun, Sargasso De­ nizi diye anılan bu soğuk, s akin ve hareketsiz bölgesini sıcak su halkalarıyla çevreler. Atlantik ortasında gerçek bir göl gibi uzanan bu büyük akın tının sularının, bir turunu tamamlaması için gereken süre en az üç yıldır. 488

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Aslına bakılırsa Sargasso Denizi, Atlantis'in sular altına gömülü olan kısmının tamamını ör­ ter. Hatta bazı yazarlar bu denizde bulunan çok sayıda otun bu eski kıtanın çayırlarından kopup geldiğine inanır. Ancak öte yandan, Avrupa ve Amerika kıyılarından kopan bu otların, yosun­ ların ve fucusların bu bölgeye Gulf Stream saye­ sinde taşındığı fikri daha muhtemeldir. Kolomb'u yeni bir dünyanın varlığı varsayımına iten sebep­ lerden biri de işte budur. Bu gözü kara gezginin gemileri Sargasso Denizi'ne geldiğinde, müret­ tebatı korkutan ve yollarına çıkan otlar arasında zar zor ilerlemiş ve bu denizi aşabilmek için tam üç hafta kaybetmişti. Nautiius'un o sırada dolaştığı bölge işte bura­ sıydı. Burası, gerçek bir çayır; algler, fucuslar ve tropikal üzümlerden oluşan, olabildiğine kalın, olabildiğine sıkı örülmüş bir halıydı; öyle ki, bir geminin baş bodoslaması bunu kolayca aşamaz­ dı. O yüzden Kaptan Nemo pervanesini bu kalın ot kütlesinin içine sokmak istemiyor, deniz yüze­ yinin birkaç metre altında seyrediyordu. "Sargasso" adı İspanyolca deniz yosunu anla­ mına gelen "sargazzo" sözcüğünden geliyordu. Buradaki devasa ot katmanı, yüzen deniz yosu­ nu ya da koy kapısı olarak bilinen deniz yosun­ larından oluşuyordu. Yerkürenin Fiziki Coğrafyası adlı eserin yazan Maury'e göre, bu yosunların Atlantik'in bu sakin havzasında toplanmasının nedeni şudur: "Bu durumun açıklaması," der Maury, "hepi­ mizin bildiği bir tecrübeden yola çıkarak verilebi­ lir. Bir kovanın içine kuru ot parçaları ya da bazı 489

JULES VERNE

yüzen cisimler yerleştirir ve kovanın içindeki suya dairesel bir hareket yaptınrsak, dağınık par­ çalann sıvı kütlesinin merkezinde, yani suyun en az hareket eden noktasında toplandığını görürüz. Bizim ilgilendiğimiz doğa olayında kova Atlantik Okyanusu, dairesel akıntı Gulf Stream, Sargossa Denizi ise yüzen cisimlerin üzerinde toplandığı merkez noktasıdır." Maury'le aynı fikirdeydim ve bu doğa olayı­ nı gemilerin pek nadir uğradığı bu özel ortamda inceleme fırsatı yakalamıştım. Üzerimizde her yerden toplanmış ve bu kahverengimsi otlann ortasına gömülmüş cisimler, And Dağlanndan ya da Kayalık Dağlardan kopan ve Mississippi ya da Amazon nehirleriyle sürüklenen çok sayıda ağaç gövdesi, gemi enkazı, omurga kalıntıları, kabuk­ lar, anatiflerin ağırlaştırıp su yüzeyine çıkmala­ rına engel olduğu delik borda kaplamaları yüzü­ yordu. Zaman bir gün Maury'nin bu konudaki bir diğer tespitini, yani bu şekilde yüzyıllar boyunca su yüzeyinde biriken maddelerin suların etkisiyle mineralleşip, bitmek tükenmek bilmez taşkömü­ rü ocakları oluşturacağı fikrini doğrulayacaktır. Aslında buradaki madenler, olacakları öngören doğanın, insanların kıtalar üzerinde bulunan ma­ den ocaklannı tüketecekleri günler için hazırladı­ ğı kıymetli bir yedek sayılır. Otlar ve fucuslardan oluşan bu karmaşık örtü­ nün ortasında pembe renkli harika alcyonarialar, saça benzer dokunaçları arkalarından sürüklenen actinialar, yeşil, kırmızı, mavi medusalar, özel­ likle de Cuvier'nin mavimsi şemsiyeleri mor bir çizgiyle çevrili büyük rhizostomalar ilişti gözüme. 490

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

22 Şubat gününün tamamını, deniz bitkileri ve deniz kabuklulan düşkünü balıklar için bol bol besinin bulunduğu Sargasso Denizi'nde geçirdik. Ertesi gün okyanus bilindik halini almıştı. Nautilus, o günden itibaren, tam on dokuz gün boyunca, yani 23 Şubattan 12 Marta kadar, yirmi dört saatte yüz fersahlık sabit bir hızla Atlantik'in ortasından ilerledi. Kaptan Nemo, şüphesiz, de­ niz altı yolculuğunu tamamlamak istiyordu. Horn Burnu'nu döndükten sonra, Pasifık'in güney de­ nizlerine geri dönmeyi düşündüğünden hiç kuş­ kum yoktu. Yani Ned Land korkmakta haklıydı. Üzerin­ de ada bulunmayan engin denizlerde, gemiden ayrılma girişiminde bulunmamak gerekiyordu. Kaptan Nemo'nun isteklerine karşı çıkmaya da olanak yoktu. Yapılacak tek bir şey vardı; itaat etmek. Güç kullanarak ya da kurnazlıkla elde edemeyeceğimizi ikna yoluyla elde edebi­ liriz, diye düşünmeyi yeğliyordum. Yolculuğu­ muz sona erdiğinde Kaptan Nemo, varlığından kimseye söz etmeyeceğimize yemin ettiğimiz takdirde, bizi serbest bırakmaya razı olamaz mıydı? Bunun için şeref sözü verecektik. Ancak bu hassas konuyu Kaptan'la konuşmak gereke­ cekti. Peki ben özgürlükten nasıl konu açabilir­ dim ? Varlığını öğrendiğimiz için sonsuza dek Nauti1 us ' a

m ahkum olmak zorunda olduğumu­

zu kendisi en başta ve oldukça ciddi bir ifadeyle dile getirmemiş miydi zaten? Dört aydır süren sessizliğim ona bu durumu kayıtsızca kabul et­ tiğimi düşündürmemiş miydi? Şimdi yeniden bu konuyu açmak, fırs atını bulduğumuz anda 491

JULES VERNE

gerçekleştireceğimiz kaçış tasarılarımıza z arar verecek kuşkuların ortaya çıkmasına sebep ol­ maz mıydı? Bütün bunları düşünüyor, zihnimde evirip çeviriyor ve durumdan en az benim kadar endişe duyan Conseil'le paylaşıyordum. Kolay kolay umutsuzluğa düşen biri olmamama rağ­ men, benim gibi insanları bir daha görme ş an­ sımın günden güne azaldığının farkındaydım, özellikle de Kaptan Nema Atlantik'in güneyine doğru gözü kara bir biçimde ilerlerken bunu iyi­ ce anladım! Yukarıda sözünü ettiğim on dokuz gün boyun­ ca, hiçbir önemli olay yaşanmadı. Kaptan'ı çok nadir gördüm. Çalışıyordu. Kütüphanede sık sık açık bıraktığı kitapları, özellikle de doğabilimi ta­ rihi kitaplarını buluyordum. Deniz dipleri üzerine yazdığım eseri karıştırmış; sayfaların kenarına notlar almıştı. Bu notların bazıları benim teori­ lerim ve sistemime çelişen türdendi. Ancak Kap­ tan, yalnızca kitabımı karıştırmakla yetiniyordu; benimle bu konuda pek tartışmıyordu. Bazen bü­ yük bir duygu yoğunluğu içinde çaldığı piyano­ sundan yankılanan hüzünlü sesleri duyuyordum ama yalnızca geceleri ve en gizli karanlıkların or­ tasındayken, Nautilus ıssız okyanusun kucağında uykuya dalmışken. Gezinin bu bölümünde günlerce deniz yüze­ yinde seyrettik. Deniz s anki terk edilmiş gibiydi. Hindistan' a gitmek için Ümit Burnu'na doğru yönelen üç-beş tane yelkenli gördük yalnızca. Bir gün balina avcılarının takibine maruz kal­ dık; kuşkusuz bizi oldukça değerli dev bir balina sanmışlardı. 492

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ama Kaptan Nema bu cesur adamların peşi­ mizde zaman kaybetmesini, boşa çaba harcama­ sını istemiyordu. Bu yüzden suların altına dala­

rak avı sonlandırdı. Bu olay, Ned Land'ın olduk­ ça ilgisini çekmiş gibiydi. Bizim çelikten deniz memelisinin bu avcıların zıpkın darbelerinden ölümcül bir yara almamış olduğuna üzüldüğünü söylesem, herhalde yanılmış olmam. 493

JULES VERNE

Geçen bu süre içinde Conseil ve benim gözlem­ lediğimiz balıklar, daha önce başka enlemlerde incelediklerimizden pek de farklı değildi. Bu ba­ lıkların en temel alanlan, en az otuz iki cinsi ba­ rındıran üç alt türe ayrılan şu korkunç kıkırdaklı balıklar türünün örnekleriydi. Bunlar arasında beş metre boyunda, kafaları basık ve gövdelerin­ den daha büyük, kuyruk yüzgeçleri yuvarlak ve sırtlarında birbirine paralel yedi dikey çizgi uza­ nan şeritli camgözler; küllü gri renkte, yedi tane solungaç açıklığı olan ve neredeyse vücudunun tam ortasında yer alan tek bir sırt yüzgeci bulu­ nan camgözler vardı. Yanımızdan zaman zaman denizin en obur balıklarından olan büyük denizköpekleri de ge­ çiyordu. Avcıların hikayelerine inanıp inanma­ ma hakkımız her zaman vardır ancak şöyle bir hikaye anlatırlar: Bu hayvanlardan birinin mide­ sinde, bir manda başı ve bütün bir dana, başka birinde iki tonbalığı ve ünifarmalı bir tayfa, bir başkasında kılıçlı bir asker, son olarak da birinin içinde üzerinde binicisiyle birlikte bir at bulun­ muştur. Doğrusunu söylemek gerekirse bunlar inanılır şeyler değil. Ancak Nautilus'un ağlarına henüz bu hayvanlardan hiçbiri takılmadığından, onların bu anlattıklarını yalanlama ya da doğru­ lama fırsatım olmadı. Zarif ve zarif oldukları kadar hızlı yunuslar, buradaki yolculuğumuzda gün boyu bize eşlik ediyordu. Bunlar beşli ya da altılı sürüler halin­ de dolaşıp, kasabalarda yaşayan kurtlar gibi av­ lanıyordu. Üstelik bir yunusun midesinden on üç domuzbalığı ve on beş fok çıkardığını iddia eden 494

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kopenhaglı bir profesörün sözüne inanacak olur­ sak, yunuslar denizköpeklerinden daha az obur sayılmazdı. Bu profesörün sözünü ettiği hayvan, bilinen en büyük yunus türüne ait, boyu bazen yirmi beş ayağı geçen bir falyanostu. Dephinidae familyasının altı alt türü vardır. Benim burada gözlemlediklerim, aşırı dar ve kafataslarının dört katı kadar daha uzun ağızlan olan yunuslardı. Üç metreyi bulan vücu tlannın üst kısmı siyah, alt kısmı ise üzerinde yer yer benekler olan pem­ bemsi bir beyazlıktaydı. Sizlere bir de, bu denizlerde yaşayan bir diğer balık türü olan ışınyüzgeçliler takımının gölge­ balıkları familyasına ait ilginç balıklardan söz edeceğim. Bazı yazarlar -doğabilimciden çok şair olanlar- bu balıkların melodik şarkılar söylediği­ ni ve bir araya geldiklerinde seslerinin adeta bir konser niteliğinde olduğunu, hatta ve hatta bu konserin insanlardan oluşan bir koronun verdiği bir konserden çok daha güzel olduğunu öne sü­ rerler. Bu böyle değildir demiyorum ama bu mi­ nakoplar biz geçerken hiç serenat yapmadı, buna üzülüyorum. Son olarak Conseil çok sayıda uçan balık sı­ nıflandırdı. Hayatta yun usların bu balıklan na sıl harika bir kesinlikte yakaladığını görmekten daha ilginç bir şey olamaz. Ne kadar yükseğe uçarsa uçsun, uçarken ne kadar uzun mesafe çi­ zerse çizsin, hatta isterse Nautilus'un üzerinden atlasın, zavallı balık, sonunda ağzını açmış, onu yutmak için bekleyen yunusun midesini boylu­ yordu. Bunlar ya uçan balıklar ya da ağızlarından ışıklar saçan, gece boyunca havada ışıklı çizgiler 495

JULES VERNE

çizen ve karanlık sulara yıldızlar gibi dalan uçan kırlangıçbalıklarıydı. Yolculuğumuz 13 Marta kadar bu koşullarda seyretti. 13 Mart günü, Nautiius beni oldukça me­ raklandıran sondaj çalışmalarına girişti. Pasifik'in kuzey denizlerinden yola çıktığımız­ dan bu yana, aşağı yukarı on üç bin fersah yol ka­ tetmiştik. Gemi 45° 37' güney enleminde ve 37° 53' batı boylamında yer alıyordu. Bulunduğumuz civarlar, Heraid'ın kaptanı Denham'ın on dört bin metreye ulaşan bir sondaj çalışması yapıp, yine de deniz dibine ulaşamadığı yerlerdi. Yine bura­ larda Amerikan fırkateyni Congress 'ten Yüzbaşı Parcker, on beş bin yüz kırk metrede dahi deniz zeminine ulaşamamıştı. Kaptan Nemo, yapılan bu farklı sondaj çalış­ malarını kontrol etmek adına Nautiius 'u en deri­ ne indirmeye karar verdi. Bu deneyin tüm sonuç­ larını not etmek için hazırdım. Salonun kapaklan açıktı. Denizin olağanüstü derinlikteki katmanla­ rına ulaşmak için manevralar başladı. Depoları doldurulduğu takdirde, gemının böyle derinliklere dalmak için hiçbir sorun ya­ şamayacağı düşünülebilirdi. Oysa belki de dolu depolar Nautiius 'un ağırlığını istenildiği ölçüde artırmayacaktı. Üstelik tekrar yukarı çıkmak için bu su fazlasını boşaltmak gerekecek ve belki de pompalar dış basınçla başa çıkacak kadar güçlü olmayacaktı. Okyanusun dibini aramak isteyen Kaptan Nemo, bu iş için yanal düzlemleri geminin su çiz­ gisiyle kırk beş derece açı çizcek biçimde ayarla­ maya karar verdi. Bu sayede, yeterince uzun bir 496

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

eğimli gidiş yapabilirdi. Sonra pervane maksi­ mum hızına getirildi ve pervanenin dörtlü kolu sulan tarif edilemez bir şiddetle dövmeye başladı. Bu güçlü itişin etkisiyle, Nautilus'un gövdesi gergin bir tel gibi titremeye başladı ve gemi dü­ zenli hareketlerle suya daldı. Kaptan Nema ve ben, salonda, manometrenin hızla sapan ibresini izliyorduk. Biraz sonra balıkların çoğunun yaşa­ dığı sulan geçmiştik. Nasıl ki balıklardan bazılan yalnızca okyanus ya da nehir yüzeyinden başka yerlerde yaşam süremiyorsa, daha az sayıda olan bazıları da oldukça derin sularda yaşıyordu. De­ rin sularda yaşayan balıklar arasında, altı solun­ gacı olan bir tür denizköpeği; iri gözlü bir teles­ kop balığı; göğsü gri, göğüs yüzgeçleri siyah, be­ deni kırmızı ve kemiksi yapıda bir zırhla korunan bir dikenliöksüz balığı; son olarak da bin iki yüz metre derinlikte yaşayan ve dolayısıyla yüz yir­ mi atmosfer basınca direnebilen bir lepidolepra gözlemledim. Kaptan Nemo'ya daha da derinliklere indikçe balığa rastlayıp rastlamadığını sordum. "Balık mı?" dedi. "Nadiren rastladım. Bilimin ulaştığı mevcut durumda ne düşünülüyor, ne bi­ liniyor peki?" "Anlatayım, Kaptan. Okyanusun alt katman­ lanna doğru inildikçe, bitki yaşamı hayvan yaşa­ mından daha önce sona eriyor. Hala canlı varlık­ lara rastlanan yerlerde, tek bir su bitkisinin bile bulunmadığı, tarak midyelerinin, istiridyelerin iki bin metre derinlikte yaşadığı ve kutup denizle­ rinin kahramanı Mac Clintock'un iki bin beş yüz metrede canlı bir denizyıldızı yakaladığı biliniyor. 497

JULES VERNE

Bundan başka, kraliyet donanmasına ait Bul1-Dog adlı geminin mürettebatının iki bin altı yüz yir­ mi kulaçtan, yani bir fersahtan fazla bir derinlik­ te, bir asterias yakaladığı biliniyor. Ama Kaptan Nema bana belki de hiçbir şeyin bilinmediğini söyleyecek, öyle değil mi?" "Hayır, Profesör," diye karşılık verdi. "Böyle bir kabalık yapmayacağım. Yine de nasıl oluyor da, canlılar böylesi derinliklerde yaşayabiliyor, size bunu soracağım?" "Bunu iki sebeple açıklıyorum. Birincisi; tuz oranı ve sudaki yoğunluk farklılıklarının sebep olduğu dikine akıntılar metacrinusların ve aste­ riasların basit yaşamlarını idame ettirebilmeleri için gerekli şeyi sağlıyor. " "Doğru," dedi Kaptan. "Sonra, oksijen hayatın temeliyse eğer, deniz suyunda bulunan erimiş oksijen miktarı, derin­ lere inildiğinde azalacağı yerde artıyor ve alt kat­ manlardaki basınç bu oksijeni sıkıştırabiliyor. " Kaptan Nema biraz şaşkın bir ses tonuyla: "Ah ! Bu biliniyor mu? " diye karşılık verdi. "Ha­ rika! Ama Bay Profesör, bunu bilmekte haklılar çünkü zaten gerçek bu. Aslında bir de şunu ek­ lemek isterim; balıklar su yüzeyinde avlandıkla­ rı zaman hava keselerinde oksijenden çok azot, buna karşılık hatırı sayılır derinliklerde tutulduk­ larında ise azottan çok oksij en bulunur. Bu da si­ zin sisteminizi haklı çıkarıyor. Ama haydi şimdi gözlemlerimize devam edelim. " Gözümü manometreye çevirdim. Altı bin met­ re derinlikte olduğumuza işaret ediyordu. Bir sa­ attir dalıyorduk. Eğik düzlemlerin üzerinde kayan 498

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Nautilus, sürekli daha derine doğru ilerliyordu.

Issız sular hiçbir şekilde tasvir edilemeyecek ka­ dar harika bir duruluk ve saydamlıktaydı. Bir saat sonra, on üç bin metredeydik; bu derinlik yakla­ şık üç fersah ve bir çeyrek fersaha tekabül edi­ yordu, ve henüz okyanusun dibini bulamamıştık. Ama on dört bin metreye vardığımızda, sula­ rın ortasında beliren birtakım siyahımsı sivri te­ peleri fark ettim. Bu tepeler, Himalayalar ya da Mont Blanc gibi yüksek dağlara, hatta bunlardan daha da yükseklerine ait olabilirdi ve etrafların­ daki uçurumların derinliğini kestirmek güçtü. Nautiius , maruz kaldığı şiddetli basınca rağ­ men daha da derinlere indi. Çelik sacların ek yer­ lerindeki somunların titrediğini hissediyordum. Sanki geminin demir parmaklıkları bükülüyor; bölme duvarları gıcırdıyor; basıncın etkisiyle, sa­ lonun camları içe doğru kıvrılmış gibi görünüyor­ du. Bu sağlam araç, Kaptan'ın da dediği gibi ba­ sınç karşısında dayanıklı bir kütle gibi direnmese, kuşkusuz mahvolurdu. Suların altında kaybolmuş kayaların tepelerin­ den geçerken hala birkaç kabuklu hayvan, canlı spinoralar, serpulalar ve bazı asterias örneklerini görebiliyordum. Ancak çok geçmeden canlı yaşamının bu son örnekleri de ortadan kayboldu ve üç fersah derin­ liğin altına indiğimizde , artık Nautilus, nefes alı­

nabilen yüksekliklerin ötesine kadar uçan balon­ ların yaptığı gibi deniz altı yaşamının sınırlarını aşmıştı. On altı bin kilometre, yani dört fersahlık bir derinliğe ulaşmıştık. Geminin bordası bin altı yüz atmosferlik bir basınca maruz kalıyordu. Baş499

JULES VERNE

ka bir deyişle, gemi yüzeyinin her bir santimet­ rekaresi bin altı yüz litrelik bir basınç altındaydı! "Ne olay ama! " diye bağırdım. "İnsanlığın bu­ güne kadar ulaşamadığı derinliklerde dolaşmak! Kaptan, şu olağanüstü kayalara, şu ıssız mağa­ ralara, yaşamın artık mümkün olmadığı şu son yerküre parçalarına bakın! Kimsenin bilmediği bu yerleri niçin yalnızca anılanmızda saklı tutalım?" Kaptan: "Anılardan daha iyisini mi saklamak istiyorsu­ nuz? " diye sordu. "Bu sözlerinizle ne demek istiyorsunuz?" "Bu deniz altı manzarasının fotoğrafını çek­ mekten daha kolay ne var, demek istiyorum! " Daha Kaptan'ın bu önerisinin üzerimde yarat­ tığı tesiri ifade etme fırsatı bile bulamadan sa­ lona bir objektif getirildi. Salonun sonuna kadar açık olan kapaklarından, geminin elektrik ışığıyla aydınlanmış deniz tüm çıplaklığıyla kendini gös ­ teriyordu. Denizin üzerinde gölgenin düştüğü ya da ışığın azaldığı tek bir yer bile yoktu. Böyle bir fotoğraflama işlemi için güneş ışığı bile bu den li uygun olamazdı herhalde. Fotoğraf makinesi okyanusun dibine doğu çevrildi ve birkaç s aniye içinde oldukça temiz bir negatif elde etmiştik. Sözünü ettiğim fotoğrafın pozitifi işte burada. Fotoğrafta, henüz gün ışığıyla tanışmamış ilkel kayalar, dünyanın temelini oluşturan dip granit­ leri, kaya kütlelerin içine oyulmuş derin mağara­ lar, bitiş çizgileri, bir flaman ressamın fırçasın­ dan çıkmış gibi siyahın her tonuyla belirgin hale getirilmiş yandan görünüşler göze çarpıyordu. Bunların ötesinde, dağlardan oluşan bir ufuk, 500

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

manzaranın arka planını oluşturan harika bir kıvrımlı çizgi vardı. Gemiden süzülen elektrik ışı­ ğının etkisiyle parıldayan kumdan halı üzerine s ağlamca yerleşmiş bu siyah, kaygan ve cilalı, üzerinde ne bir köpük ne de bir leke görünen, tu­ haf biçimli kaya kütlelerini tasvir edebilmek ger­ çekten olanaksız .

501

JULES VERNE

Bu sırada Kaptan Nema fotoğraflama işlemini tamamladıktan sonra bana dönüp: "Yukarı çıkıyoruz, Bay Profesör," dedi. "Bu durumu fazla uzatmamak ve Nautilus'u bu den­ li güçlü bir basınç altında daha fazla tutmamak lazım." "Çıkalım! " diye karşılık verdim. "Sıkı tutunun." Henüz Kaptan'ın neden böyle bir uyarıda bu­ lunduğunu anlamaya fırsat bulamadan halının üzerine düştüm. Nautilus, Kaptan'ın bir işaretiyle harekete ge­ çen pervanenin ve dik duruma getirilen düzlem­ lerinin etkisiyle, adeta havada süzülen bir balon gibi hızla yükseldi ve uğultulu titreşimler çıka­ rarak su kütlelerinin arasından geçti. Bu geçiş sırasında hiçbir şey göremedim. Gemi, dört da­ kika içinde bizi okyanus yüzeyinden ayıran dört fersahı aşmıştı ve bir uçan balık gibi sudan dışarı fırladıktan sonra, sulan oldukça yükseğe sıçratıp yeniden suya düştü.

502

Xll KADIRGABALIKLARI VE BALiNALAR •

13 Martı 14 Marta bağlayan gece boyun­ ca, Nauti1us'un rotası güneye doğruydu. Horn Burnu'na varınca, geminin Pasifik denizlerine dönmek ve dünya turunu tamamlamak için ba­ tıya yöneleceğini düşünmüştüm. Ancak böyle ol­ madı. Gemi güneye doğru yol almaya devam etti. Kaptan nereye gitmek istiyordu? Güney Kutbu'na mı? Bu çok saçmaydı. Kaptan'ın gözü karalığının Ned Land'ın söylediklerini tamamen haklı çıkar­ dığına inanmaya başlamıştım. Kanadalı bir süredir artık kaçma planlarından söz etmiyordu. Gittikçe içine kapandı ve sessiz­ leşti. Bu uzun hapis hayatının ona artık ne kadar ağır geldiğini görebiliyor, içinin öfkeyle dolduğu­ nu hissedebiliyordum. Kaptan'la karşılaştığı va­ kitlerde gözleri öfkeden parlıyordu. Öfkeli doğa­ sının onu uç noktalara kadar sürükleyeceğinden endişe ediyordum. 14 Mart günü, Conseil'le birlikte odama geldi. Bu ziyaretlerini neye borçlu olduğumu sordum. "Size basit bir soru sormak istiyorum," dedi Kanadalı. "Buyurun sorun," dedim. 503

JULES VERNE

"Nauti1us 'un içinde size göre kaç tane adam var?" "Bunu bilmiyorum, dostum. " "Bana öyle geliyor ki, " dedi, "geminin hareket edebilmesi için öyle çok fazla adama ihtiyaç yok." "Aslında bu koşullar altında, gemiyi idare ede­ bilmek için on-on beş tane adam kafidir." 5 04

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Güzel! Durum böyleyse, gemide neden daha fazla adam olsun?" diye sordu Kanadalı. "Neden mi? " diye sordum. Sabit gözlerle Ned Land'a bakıyor ve niyetinin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. "Çünkü, " dedim, "eğer sezgilerim doğruysa ve Kaptan'ı gerçekten doğru tanımış, doğru an­ lamışsam, Nautilus yalnızca bir gemi değil; aynı zamanda, tıpkı komutanı gibi, hayatla tüm bağla­ rını koparmış başka insanlar için bir tür sığınak." "Belki öyle, " dedi Conseil, "ama Nautilus 'un içinde yine de belli sayıda insan barınabilir, be­ yefendi acaba gemide kaç tane adam olduğunu tahmin edemezler mi?" "Nasıl olacak bu, Conseil? " "Birtakım hesaplamalar yoluyla. Beyefendi ge­ minin kapasitesini ve bunun sonucunda gerekli hava miktarını ve öte yandan bir insanın nefes alıp verirken ne kadar hava tükettiğini bildiğine göre, bu bildikleriyle Nautilus 'un yirmi dört saatte bir hava depolamak için su yüzeyine çıkması du­ rumunu karşılaştırarak bir sonuca . . . " Conseil cümlesini tamamlamadı ama onun bu sözlerle nereye varmak istediğini anlamıştım. "Seni anlıyorum ama bu hesaplama, her ne kadar basit bir hesap olsa da, kesin sonuçlara gö­ türmeyebilir," dedim. "Bu mühim değil, " dedi Kanadalı ısrarcı bir ses tonuyla. "O halde, hesap şöyle: bir insan bir s aatte yüz litre havanın içerdiği oksijen miktarı kadar ok­ sijen tüketir; bu da yirmi dört saatte iki bin dört yüz elli litre havaya tekabül eder. Bu durumda, 505

JULES VERNE

Nautilus'un kaç kez iki bin dört yüz elli litre hava içerdiğini aramak gerekir." "Kesinlikle, " dedi Conseil. "Nautiius'un kapasitesi bin beş yüz ton oldu­ ğuna göre ve bir ton bir litre olduğuna göre, gemi bir buçuk milyon litre hava içerir. Bunu da iki bin dört yüze bölersek . . . " Sonucu kalemle hızla hesapladım: "Sonuç altı yüz yirmi beştir. Bu demek oluyor ki, Nautilus'ta tam altı yüz yirmi beş kişiye, yirmi dört saat yetecek kadar hava depolanabiliyor. " "Altı yüz yirmi beş ! " diye tekrar etti Ned Land. "Ama şundan emin olun; gemideki yolcu, ge­ mici ya da subayları toplasanız bu sayının yüzde onu bile etmez." "Yine de bu kadar adam, üç kişi için oldukça fazla," diye mırıldandı Conseil. "O halde, zavallı dostum Ned, size yalnızca sa­ bırlı olmanızı öneriyorum," dedim. Conseil: "Hatta sabırdan daha fazlasını, mesela vazgeç­ menizi öneririm, " dedi. Conseil doğru kelimeyi bulmuştu. Sözüne şöy­ le devam etti: "Her şey bir yana, K aptan Nema sürekli gü ­ neye doğru gideme z ! Bir yerde mutlaka durması gerekecek, mesela bir b ankizin önüne geldiğin­ de. Bu durumda da uygarlığa yakın denizlere dönmek zorunda kalacak! İşte o z aman Ned Land'ın kaçış planlarını yeniden değerlendir­ meye alabiliriz. " Kanadalı kafasını salladı, elini alnında gezdir­ di ve hiçbir şey söylemeden yanımızdan ayrıldı. 506

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Conseil: "Beyefendi izin verirse, düşündüklerimi söy­ lemek istiyorum," dedi. "Zavallı Ned, sahip ola­ madığı şeyleri düşünüyor. Sürekli geçmiş yaşamı aklına geliyor. Burada bize yasak olan her şeyden üzüntü duyuyor. Eski hatıraları onu bunaltıyor ve içini şişiriyor. Onu anlamak lazım. Burada ne işi var? Hiç. Beyefendi gibi bir bilgin değil ki o ve denizde hayran olunacak şeylerden bizimle aynı zevki alamıyor. Ülkesindeki bir tavernaya gidebil­ mek için her şeyini feda edebilir! " Özgür ve sürekli hareketli bir yaşam sürmeye alışkın olan Kanadalı için gemideki sıradanlığın katlanılamaz olduğu kesindi. Gemide onu heye­ canlandıracak türden olaylar pek nadir oluyordu. Bununla beraber, o gün meydana gelen bir olay ona zıpkıncılık yaptığı güzel günleri hatırlattı. Saat sabah on bire doğru okyanus yüzeyinde seyreden Nautilus, bir balina sürüsünün ortasına düştü. Bu durum beni hiç şaşırtmadı; çünkü bu hayvanların aşırı avlanma yüzünden yüksek en­ lemlere sığındığını zaten biliyordum. Balinanın denizcilik dünyasında oynadığı rol ve coğrafi keşiflerdeki etkileri son derece mühim­ dir. İlkin Basklıları, sonra sırasıyla Avusturyalıları, İngilizleri ve Hollandalıları peşinden sürükleyen, onları okyanusun tehlikelerine karşı cesaretlen­ dirip bir uçtan diğerine taşıyan balinalardır. Bali­ nalar kuzey ve güney denizlerinde dolaşmayı se­ verler. Hatta eski efsanelere göre bu memeli deniz canlıları, avcıları Kuzey Kutbu'nun yedi fersah ya­ kınına kadar götürmüştür. Bu olay doğru değilse bile, bunun bir gün gerçekleşeceği doğrudur. Belki 507

JULES VERNE

de bu sayede, yani Arktika ya da Antarktika böl­ gelerinde balina avlayarak, insanlar dünyanın bu bilinmeyen bölgesine ulaşacaktır. Dingin bir denizin ortasında sahanlıkta otu­ ruyorduk. Bu enlemlerde, ekim ayında çok güzel sonbahar günleri hakimdi. Kanadalı bu konuda yanılıyor olamazdı. Doğu tarafındaki ufukta bir balina olduğunu haber verdi. Dikkatli bakınca biz de, Nautilus'un beş mil uzağında bir balinanın suya dalıp çıkan siyahımsı sırtını gördük. "Ah ! " diye bağırdı Ned Land. "Bir balina gemi­ sinde olacaktım ki, bakın o zaman bu karşılaşma nasıl hoşuma giderdi! Bu oldukça iri bir hayvan! Bakın bakın, hava deliklerinden nasıl da büyük bir kuvvetle hava ve buhar püskürtüyor! Hay aksi şeytan! Ne diye şu demir yığınına mahkum ol­ duysam! " "Nasıl, Ned! " dedim. " Siz eski avcılık hayalleri­ nizden hala vazgeçmediniz mi? " "Bir balina avcısı eski mesleğini unutabilir mi hiç? Böyle bir avın heyecanından kim bıkar? " "Bu denizlerde hiç avlanmadınız mı, Ned?" "Hayır, beyefendi. Yalnızca kuzey denizlerinde ve bir de Bering ve Davis boğazlarında avlandım. " "O halde güney balinasıyla henüz tanışmadı­ nız. Yani bugüne kadar avladıklarınız , Ekvator'un sıcak sularını geçme riskini göze alamayan dişsiz balinalardı." "Ah ! Bay Profesör, siz neler söylüyorsunuz böyle?" diye sordu Kanadalı şaşkın bir sesle. "Olanı söylüyorum. " " Mesela ben, yani şu anda konuştuğunuz kişi, 1865 'te, bundan iki buçuk yıl önce, Grön508

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

land yakınlarında, karnında hala Bering'te bir zıpkıncının s apladığı zıpkını taşıyan bir balina yakaladım. Şimdi size şunu soruyorum: Amerika'nın batısında yaralanan bir hayvan öl­ dürülmek üzere doğuya nasıl gelsin, hem de Horn Burnu'ndan ya da Ümit Burnu'ndan dö­ nüp Ekvator'u aşmadan ? "

509

JULES VERNE

"Ben de Ned'le aynı fikirdeyim," dedi Conseil. "Ve beyefendinin cevabını bekliyorum. " "Arkadaşlar, beyefendi size bunun cevabını verecek. Balinalar türlerine göre bazı bölgelerde konumlanmışlardır ve orayı hiç terk etmeden orada yaşarlar. Eğer bu hayvanlardan biri Bering Boğazı'ndan Davis Boğazı'na gelmişse, bu demek­ tir ki Amerika ya da Asya kıyılarında bir denizden diğerine bir geçiş var." Kanadalı göz kırparak: "Size inanmalı mıyım ?" diye sordu. "Beyefendiye inanmak gerekir," diye lafa atıldı Conseil. "Öyleyse," dedi Kanadalı, "bu bölgede hiç av­ lanmadığıma göre, buralarda yaşayan balıkları tanımıyorum?" "Ben de bunu söyledim zaten, Ned." "Alın size onlarla tanışmak için bir neden daha! " dedi Conseil. Kanadalı heyecanla: "Bakın ! Bakın ! " dedi. "Yaklaşıyor! Bize doğru geliyor! Benimle alay ediyor sanki! Ee biliyor tabii ona hiçbir şey yapamayacağımı! " Kanadalı yerinde tepiniyordu. Hayali bir zıp­ kın tutan eli titriyordu. "Bu memeliler," diye sordu, "kuzey denizlerin­ dekiler kadar büyük mü? " "Hemen hemen aynı büyüklükteler." "Ben çok büyük balinalar gördüm beyefendi, uzunluğu yüz ayağı bulan balinalar! Hatta Aleut Adalarına özgü Hullamock ve Umgallick balinala­ rının boylarının bazen yüz elli ayağı bile geçtiğini söyleyebilirim. " 5 10

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Bu bana biraz abartılı geldi," diye cevap ver­ dim. "Sözünü ettiğiniz hayvanlar, sırt yüzgeçleri olan balenopteralar ve kaşkalotlardan başka bir şey değil. Ve genellikle dişsiz balinalardan daha küçük olurlar." "Ah! " diye bağırdı Kanadalı. Bakışları okyanu­ sa kilitlenmişti. "Yaklaşıyor işte! Nautiius'un dü­ men suyuna doğru geliyor! " Sonra konuşmasına dönerek: "Kadırgabalığından s anki küçük bir hayvan gibi söz ediyorsunuz! Ancak dev kadırgabalıkla­ rının varlığından da bahsedilir. Bunlar zeki hay­ vanlardır. Bazılarının gövdelerinin yosun ve fu­ cuslarla kaplı olduğu söylenir. Bu yüzden ada ol­ dukları sanılırmış. Üzerine yerleşilir, orada kamp yapılır, ateş yakılırmış . . . " "Evler inşa edilirmiş," diye ekledi Conseil. "Evet, şakacı dostum, öyle, " diye karşılık ver­ di Ned Land. "Sonra günün birinde hayvan suya dalar ve üzerinde yaşayanlara okyanusun dibini boyla tırmış. " "Simbad'ın maceralarında olduğu gibi," dedim gülerek. "Ah! Üstat Ned, ah! Bana kalırsa gerçeküstü hikayeleri çok seviyorsunuz siz! Ne kadırgabalık­ larıymış sizinkiler! Bu anlattıklarınıza gerçekten inanmadığınızı umuyorum. " Kanadalı ciddi bir tavırla:

"Bay Doğabilimci," dedi, "eğer söz konusu olan balinalarsa, her şeye inanmak gerekir! Bakın, şu balina nasıl da ilerliyor, nasıl da kaçıyor! Bu me­ melilerin dünyanın etrafını on beş gün gibi kısa bir sürede dolaştıkları öne sürülüyor." 511

JULES VERNE

"Buna itiraz etmem." "Ama şüphesiz bilmediğiniz bir şey var, Bay Aronnax, o da bu balinaların dünyanın ilk günle­ rinde daha hızlı hareket ettikleri." "Ah ! Gerçekten mi! Neden öyle peki?" "Çünkü o zamanlar balinaların kuyrukları balık­ lannki gibi dümdüzmüş, yani dikey uzanıyormuş ve sulan sağdan sola, soldan sağa doğru dövüyor­ muş. Ama balinaların çok hızlı hareket ettiğini fark eden yaratıcı onların kuyruğunu bükmüş. O za­ mandan bu yana, balinalar sulan yukarıdan aşağı döver ve bu yüzden daha yavaş hareket ederler." "Harika, peki size inanmalı mıyım? " diye sor­ dum, Kanadalının daha önce bana sorduğu soru­ yu tekrar ederek. "Çok da inanmayın," diye karşılık verdi. "Size, üç yüz ayak boyunda, elli bin kilo ağırlığında ba­ linalar var dediğimde ne kadar inandıysanız, bu söylediğime de o kadar inanın. " "Bu biraz abartılı bir söylem aslında ama bazı deniz hayvanlarının hatırı sayılır şekilde gelişip serpildiğini itiraf etmek gerek. Söylendiğine göre, balinalardan yüz yirmi tona kadar yağ elde edile­ biliyormuş." "Buna ben de şahit oldum, " dedi Kanadalı. "Bazı balinaların yüz fil büyüklüğüne sahip olduğuna nasıl inanıyorsam, bu söylediğinize de yürekten inanıyorum. Böyle dev ve hızlı bir kütle­ nin yapabileceklerini bir düşünün! " "Gemileri batırabildikleri doğru mu?" diye sor­ du Conseil. "Gemileri mi? Pek sanmam," diye cevap ver­ dim. "Bununla birlikte, 1820'de, tam da bu güney 512

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

denizlerinde, bir balinanın Essex adlı bir gemiye saldırıp onu saniyede dört metrelik hızla geri doğru ittiği anlatılır. Geminin kıç tarafı suyla dol­ muş ve gemi çok geçmeden sulara gömülmüş." Ned alaycı bir tavırla bana baktı ve: "Kendi adıma konuşacak olursam, ben de bir kuyruk darbesi yedim. Bu olayın kayıktayken meydana geldiğini söylememe gerek yok herhal­ de. Arkadaşlarım ve ben bu darbenin etkisiyle altı metre yükseğe uçtuk. Ama Profesörün bahsettiği balinanın yanında, benimki balinacık kalır. " "Bu hayvanlar uzun yaşıyorlar mı?" diye sordu Conseil. Kanadalı hiç tereddütsüz: "Bin yıl, " diye cevap verdi. "Bunu nereden biliyorsunuz, Ned?" "Çünkü hep öyle söylüyorlar. " "Niçin öyle söylüyorlar? " "Biliyorlar da ondan." "Hayır Ned, bilmiyorlar; sadece öyle olduğunu varsayıyorlar. Bunu söylerken dayandıkları nok­ ta da şu: Bundan dört yüz yıl önce, yani avcılar ilk kez balina avlamaya başladıkları zaman, ba­ linalar şimdi olduklarından çok daha büyüktü. Mantıklı olarak, şimdiki balinaların daha küçük olmaları, gelişimlerini tam olarak tamamlayama­ mış oldukları olgusuna dayandırılıyor. Buffon'a bu memelilerin bin yıl yaşayabildikleri ya da ya­ şamaları gerektiği tezini düşündürten şey işte bu. Anlıyor musunuz ? " Ned Land anlamıyordu. Çünkü artık beni din­ lemiyordu. Balina gittikçe yaklaşıyordu. Kanadalı gözlerini balinadan ayıramıyordu. 513

JULES VERNE

"Ah! " diye bağırdı. "Yaklaşan tek bir balina değil; orada en az yirmi balina var. Bu bir balina sürüsü! Ve hiçbir şey yapamıyoruz! Eli kolu bağlı duruyoruz ! " "Ned, neden gidip Kaptan Nemo'dan onları av­ ,, lamak için izin . . . diye sordu Conseil. Ama daha cümlesini tamamlayamadan Ned Land çoktan sahanlıktan aşağı inmiş, Kaptan'ı aramaya koşmuştu. Birkaç saniye sonra ikisi bir­ likte sahanlıkta göründüler. 5 14

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Kaptan Nema Nautilus'un bir mil açığında oy­ naşan balina sürüsüne baktı. "Güney balinaları bunlar. " dedi. "Bir balina avcı filosu için bir servet yatıyor burada." "İyi ya işte ! " dedi Kanadalı. "Sırf zıpkıncılık mesleğimi unutmayayım diye anlan avlayamaz mıyım, beyefendi?" "Sadece yok etmek için avlanmak ne işe yarar ki! Balina yağı gemide hiçbir işimize yaramaz." Ned Land: "Ama Kızıldeniz'de bir dugongun peşine düş­ memize izin vermiştiniz ! " diye söze atıldı. "Çünkü o zaman mürettebata taze et sağla­ mak derdindeydik. Buradaysa, yaptığımız öldür­ mek için öldürmek olur. Avlanmanın insanlara bahşedilmiş bir ayrıcalık olduğunu biliyorum ama yine de öldürerek eğlenme olgusunu kabul edemem. Siz ve sizin gibilerin dişsiz balinaları olduğu gibi, savunmasız ve uysal hayvanlar olan güney balinalarını da yok etmesi, kınanması ge­ reken bir davranış. Böyle yapa yapa daha şimdi­ den Baffin Körfezi'ni kuruttular. Böylesine yararlı bir hayvan sınıfını yok ediyorlar. Rahat bırakın bu zavallı hayvanları. Size sıra gelene kadar, kadır­ gabalıkları, kılıçbalıkları, testerebalıklan gibi bir yığın doğal düşmanları var zaten." Bu ahlak dersi sırasında Kanadalının yüzünün aldığı şekli hayal edin. Bir avcıya böyle nasihatler­ de bulunmak boşa nefes harcamaktır. Ned Land, Kaptan Nemo'ya bakıyor ve ne demeye çalıştığını gerçekten anlamıyordu. Öte yandan Kaptan hak­ lıydı. Avcıların ölçüsüz ve uygarlık dışı hırslan, bir gün okyanuslardaki son balinayı da yok edecekti. 515

JULES VERNE

Ned Land ıslıkla Yankee doodle'ını çalıyordu. El­ lerini cebine soktu ve bize sırtını döndü. Bu sırada,Kaptan Neme balina sürüsünü göz­ lemliyordu ve bana doğru dönüp: "Balinaların insanlardan başka bir sürü do­ ğal düşmanı olduğunu iddia ederken, son dere­ ce haklıydım. Biraz sonra bu hayvanları zorlu bir görev bekliyor. Rüzgaraltında sekiz mil ötemizde hareket eden karartıları fark ettiniz mi, Bay Pro­ fesör?" "Fark ettim, Kaptan. " "Bunlar kadırgabalıkları. Birkaç defa ü ç yüz­ dört yüz memeliden oluşan korkunç kadırgaba­ lığı sürüleriyle karşılaştım! Bu yırtıcı ve zararlı hayvanlara gelince, onları yok etmekte haklı­ yız." Kaptan'ın son sözleri üzerine Kanadalı tekrar yüzünü bize döndü. "Tamam işte Kaptan, " dedim, "hala tam vakti, balinaların yararına . . . " "Kendimizi tehlikeye atmak gereksiz, Bay Pro­ fesör. Bu hayvanları dağıtmak için Nautilus yeter. Geminin, sanının en az Ned Land'ın zıpkını kadar güçlü bir mahmuzu var." Kanadalı omuz silkme zahmetine bile giriş­ medi. Bu memelilere mahmuz darbeleriyle sal­ dırmak! Kim böyle bir şeyden söz edildiğini duy­ muştur daha önce? "Bekleyin, Bay Aronnax, " dedi Kaptan Nema. "Size henüz karşılaşmadığınız bir avlanma tek­ niği göstereceğiz. Bu korkunç hayvanlara mer­ hamet etmek yok. Bunlar yalnızca ağız ve dişten meydana gelmiştir. " 516

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Ağız ve diş ! Boyları kimi zaman yirmi beş met­ reyi aşan bu koca kafalı kadırgabalıkları, bundan daha iyi şekilde tasvir edilemezdi. Bu memeli hayvanın kafası bedeninin yaklaşık üçte birini oluşturur. Kadırgabalıklarının yirmi santimlik si­ lindirlerden oluşan, uçları koni biçiminde ve her biri yaklaşık bir kilogram değerinde yirmi adet 5 17

JULES VERNE

dişi vardır. Bu sayede üstçenelerinde sadece bali­ na çubukları bulunan balinalardan çok daha güç­ lü silahlara sahiptirler. "İspermeçet yağı" denilen üç yüz-dört yüz kilogramlık değerli balina yağı hayvanın kafasının üst kısmında, kıkırdağımsı bir yapıyla birbirinden ayrılan oyuklarda bulunur. Fredol'ün de ifade ettiği gibi, kadırgabalığı, esa­ sında balıktan çok kurbağa yavrusuna benzeyen, sevimsiz bir hayvandır. Bedeni biçimsizdir. Başka bir deyişle, gövdesinin sol bölümü "eksik" gibidir ve yalnızca sağ gözü görür. Bu sırada bu canavar sürüsü bize doğru yak­ laşmaya devam ediyordu. Balinaları fark etmiş­ ler, onlara saldırmaya hazırlanıyorlardı. Daha mücadelenin başından, kadırgabalıklarının zafe­ rini ilan edebilirdik. Bunun sebebi, yalnızca saldı­ rı için savunmasız düşmanlarından daha uygun bir yapıları olması değil; nefes almaya su yüzeyi­ ne çıkmadan önce uzun süre suyun altında kala­ bilmeleridir. Balinaların yardımına koşmak için fazla za­ man kalmamıştı. Nautilus su yüzeyinin hemen altına indi. Conseil, Ned ve ben salonun camla­ rının önündeki yerimizi almıştık. Kaptan Nema, gemisini yok edici bir makine gibi kullanmak için kılavuz kaptanın yanına gitmişti. Çok geçmeden daha hızlı dönen pervanenin denizde yaptığı dar­ beleri ve hızımızın arttığını hissettim. Nautilus yanlarına vardığında, kadırgabalıkla ­ rı ve balinalar arasındaki s avaş çoktan başlamış­ tı. Gemi, kadırgabalığı sürüsünü yaracak şekilde bir manevra yaptı. Kadırgabalıkları s avaşa dahil olan bu yeni canavarı görünce başta büyük bir 5 18

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

tepki göstermediler. Ama kıs a süre sonra bu ca­ navarın darbelerinden kendilerini korumak zo­ runda kaldılar. Ne macera ama ! Ned Land bile bir anda he­ yecana kapılmış, ellerini çırpmaya başlamıştı. Nautilus, Kaptan'ın elinde harika bir zıpkına dö­ nüşmüştü. Bu et kütlelerinin üzerine saldırıyor, onları parçalara ayırıyor; geriye hayvanın hala hareketli iki parçası kalıyordu. Bordasına çarpan kuvvetli kuyruk darbelerini hissetmiyordu bile. Kendi ürettiği darbeler ise fazlasıyla hissediliyor­ du. Bir kadırgabalığının işini bitirip diğerine koşu­ yor, avını kaçırmamak için kıvrılıyor, pervanenin hareketine göre bir öne bir arkaya gidiyor, hayvan suya dalınca onunla dalıyor, yüzeye çıkınca o da birlikte çıkıyor, önden ve arkadan saldırıyor, onu kesiyor ya da parçalıyor, korkunç mahmuzuyla saldırdığı hayvanı her yönden ve tüm gücüyle de­ lik deşik ediyordu. Nasıl bir katliamdı bu! Suyun üzerinde nasıl bir gürültü kopuyordu! Korkuyla çırpınan hay­ vanlardan tiz ıslıklar ve garip homurtular çıkı­ yordu! Durgun olan bu sular kadırgabalıklarının kuyruk darbeleriyle dalgalanmıştı. Kadırgabalıklarının kurtulamadığı bu efsanevi katliam tam bir saat boyunca sürdü. On-on iki ta­ nesi bir araya gelip çoğu kez Nautilus 'u ağırlıkla­ rıyla ezmeye çalıştılar. Salonun camından dişlerle

kaplı kocaman ağızlarını ve iri gözlerini görüyor­ duk. Ned Land artık kendini tutamıyor, anlan teh­ dit eden birtakım hareketler yapıyor ve küfürler yağdırıyordu. Hayvanların, çalılıkların arasında domuz yakalamış köpekler gibi geminin etrafına 519

JULES VERNE

üşüştüklerini görüyorduk. Ama Nautilus , bu hay­ vanlann ne devasa ağırlıklarından ne de kuvvetle gemiyi sıkıştırmalarından korkmuyor; pervane­ siyle onlan geri püskürtüyor, sürüklüyor ya da kendisiyle beraber su yüzeyine götürüyordu. Sonunda kadırgabalığı sürüsü ortadan kaybol­ du. Deniz yeniden eski durgun halini aldı. Okya­ nus yüzeyine doğru çıktığımızı hissettim. Kapak­ lar açıktı. Hemen sahanlığa çıktık. Denizin üstü parçalanmış kadavralarla örtü­ lüydü. Büyük bir patlama bile bu et kütleleri böy­ lesine parçalayıp lime lime edemezdi. Her biri pa­ ramparça olmuş, sırtları mavimsi, karınları beyaz dev hayvan gövdelerinin arasından yüzüyorduk. Ufukta, korkudan kaçan birkaç kadırgabalığı gö­ rünüyordu. Gemiyi çevreleyen sular birkaç mil boyunca kırmızıya boyanmıştı ve Nautilus bir kan denizinin ortasında yüzüyordu. Kaptan Nemo sahanlığa, yanımıza geldi. "Pekala! Ned Usta?" dedi. Heyecanı yatışmış Kanadalı: "Pekala beyefendi," dedi, "bu korkunç bir man­ zara aslında. Ama ben kasap değil avcıyım. Sizin yaptığınız ise kasaplıktan başka bir şey değil." "Benim yaptığım, yalnızca zararlı hayvanla­ rı ortadan kaldırmak," diye cevap verdi Kaptan. "Yoksa Nautilus bir kasap bıçağı değil. " Kanadalı: "Ben zıpkınımı tercih ederim," dedi. Kaptan gözlerini Ned Land'a dikerek: "Herkese kendi silahı, " diye karşılık verdi. Ned Land'ın öfkesine yenik düşüp ağır sonuçlar doğuracak bir şiddet girişiminde bulunmasından 520

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

korkuyordum. Neyse ki öfkesi, o sırada Nautilus'a yaklaşmakta olan bir balinayı görünce dağıldı. Hayvan kadırgabalıklarının dişlerinden kurtu­ lamamıştı. Kafası basık ve gövdesi simsiyah olan güney balinasını hemen tanıdım. Güney balinası, birbirine kaynaşmış yedi omuru sayesinde beyaz balinadan ve gri balinadan anatomik olarak ayrı­ lır. Türdeşlerinde olduğundan iki fazla kaburgası vardır. Kadırgabalıklarının ısırıklarının karnını deldiği, suda yan yatmış zavallı hayvan ölmüştü. Kırılmış yüzgecinin ucunda, ölümden kurtara­ madığı bir yavru saklıyordu. Ağzı açık olduğu için sular hayvanın çubuk biçimli dişlerinin arasın­ dan büyük bir gürültüyle akıyordu. Kaptan Nemo, Nautilus'u hayvanın ölüsünün yanına doğru götürdü. Gemiden iki adam, balina­ nın karnına çıktı ve şaşkınlık içinde, adamların hayvanın memelerindeki, yaklaşık iki üç tonluk sütü sağdıklarını gördüm. Kaptan, bana hala sıcak olan sütten bir tas ikram etti. Bu içecekten iğrendiğimi ondan giz­ lemeyi başaramadım. Beni bu sütün oldukça lezzetli olduğu ve kesinlikle inek sütünden ayırt edilmediği konusunda ikna etti. Sütün tadına baktım ve onun haklı olduğunu anladım. Ne de olsa süt bizim için faydalı bir be­ sindi; yağa ya da peynire dönüştürülerek, çeşit çeşit yiyecekler halinde soframıza sunuluyordu. O günden itibaren Ned Land'ın Kaptan Nemo'ya karşı tutumunun gittikçe kötüye gitti­ ğini kaygıyla fark ettim. Ve Kanadalının hareket­ lerini daha yakından takip etmeye karar verdim. 521

XllI BANKiZ •

Nautiius rotasından hiç şaşmadan dümdüz

güneye doğru yol alıyordu. Ellinci meridyen üze­ rinden müthiş bir hızla ilerliyordu. Gerçekten kutba mı ulaşmaya çalışıyordu ? Böyle olduğunu düşünmüyordum çünkü dünyanın bu bölgesine ulaşmak için bugüne kadar ortaya konulmuş tüm çabalar boşa gitmişti. üstelik mevsim de iyice ilerlemişti. Antarktika bölgesinin 13 Martı, Kuzey Kutup bölgesinin 13 Eylülüne; yani gece-gündüz eşitliği döneminin başlangıç tarihine denk düşer. 14 Mart günü, 55° enlemi üzerinde seyreder­ ken, su yüzeyinde yüzen boyları yirmi-yirmi beş ayak arasında değişen buzulları fark ettim. Dal­ gaların etkisiyle çatlamış soluk renkli bu buzul­ lar, deniz üzerinde kör kayalıklar oluşturuyordu. Nautilus okyanus yüzeyinde ilerliyordu. Daha önce Kuzey Buz Denizi'nde avlanmış olan Ned Land buzdağı manzaralarına alışkındı. Conseil ve bense, bu manzarayı, ilk kez karşılaşmış olmanın hayranlığıyla seyrediyorduk. Havada, ufkun güney yönünde göz kamaştı­ rıcı parlaklıkta beyaz bir şerit uzanıyordu. İngiliz balina avcıları bu şeride "ice-blinck" adını ver­ mişlerdir. Bulutlar ne kadar yoğun olursa olsun, 522

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

buradaki parıltıyı karartmaya yetmiyordu. Bu parlaklık, orada bir buz örtüsünün ya da bir buz setinin varlığına işaret ediyordu. Gerçekten de çok geçmeden parlaklığı hava­ daki sisin durumuna göre değişen daha büyük buz kütleleri göründü. Bu kütlelerin bazılarının üzerinde, sanki bakır sülfat bunların üzerinde kıvrımlı çizgiler bırakmış gibi yeşil damarlar gö­ rünüyordu. Dev ametistlere benzeyen bazıların içine ise güneş ışığı nüfuz edebiliyordu. Güneş ışığı, buz kütlesi üzerindeki binlerce kristale çar­ pıp geri yansıyordu. Kalker yapılı parlak yansı­ malarına bakılırsa; bu buz kütleleri, mermerden bir şehir inşa edilmesine pekala da yetebilirdi. Güneye doğru indikçe adaların hem sayısı hem de büyüklüğü arttı. Bu adaların üzerinde binlerce kutup kuşu yuva yapmıştı. Bunlar çığlık­ ları kulakları sağır edecek kadar güçlü dev fırtına­ kuşları, kutup ördekleri ve siyah gagalı yelkovan­ kuşlarıydı. Bu kuşlardan bazıları Nautilus 'u ölü bir balina zannedip üzerine konuyor; çelik gövdesini gagalayıp tıkırtılar çıkarıyordu.Buzulların arasın­ daki bu yolculuk esnasında Kaptan Nema vakti­ nin çoğunu sahanlıkta geçiriyordu. Bu ıssız bölge­ yi dikkatle inceliyordu. Dingin bakışlarının bazen canlandığını fark ediyordum. İnsan elinin ulaşa­ madığı bu yerde evinde olduğunu, aşılamaz böl­ gelerin hakimi olduğunu mu düşünüyordu? Belki de. Ama hiç konuşmuyordu. Hareket de etmiyor­ du. Yalnızca manevra yapma içgüdüleri benliğini sarınca kendine geliyordu. O zamanlarda Nauti­ lus 'unu kusursuz bir beceriyle yönlendirerek, ba­ zılarının uzunluğu birkaç mili bulan, yüksekliği 523

JULES VERNE

de yetmiş ile doksan metre arasında değişen buz kütlelerine çarpmadan ustaca ilerliyordu. Ufuk çoğu zaman tamamen kapalıydı. Altmış derece enlemine vardığımızda, bütün geçitler ortadan kaybolmuştu. Ama Kaptan Nema, özenle araya araya, çok geçmeden bazı dar açıklıklar keşfet­ ti. Bu açıklıklardan cesurca süzülürken, aslında bunların arkasından kapanacaklarını biliyordu. Becerikli ellerin denetimindeki Nautilus böyle­ ce bütün buzulları aştı. Bu buzullar, uzunlukları ve büyüklüklerine göre, Conseil'i oldukça mem­ nun edecek bir kesinlikte şöyle sınıflandırılmıştı: dağlar; buzdağı , birleşik ya da çok geniş buz küt­ leleri; ice-field ya da yüzen buzlar; drift-ice, pack olarak adlandırılan buz alanları; daireselse packs, uzun parçalardan oluşuyorsa stream olarak ad­ landırılıyordu. Burada ısı çok düşüktü. Açık havaya yerleşti­ rilmiş termometre, sıfırın altında iki-üç dereceyi gösteriyordu. Üzerimize fok ve kutup ayılarından yapılmış kürklerimizi giymiştik; bunlar bizi sı­ cak tutuyordu. Elektrikli aletlerle sürekli ısıtılan Nautilus 'un içi en dondurucu soğuklara bile mey­ dan okuyabilecek kadar sıcaktı. Üstelik insanın dayanabileceği bir ısıya ulaşmak için geminin de­ nizin birkaç metre altına dalması yeterliydi. İki ay önce olsa, bu enlem üzerinde hakim olan aralıksız gündüzden faydalanabilirdik. Ama bu­ rada gece, daha şimdiden üç-dört saat sürüyordu ve bir süre sonra kutup çevresindeki bu bölgeler altı ay boyunca karanlıkta kalacaktı. 15 Martta, Güney Shetland ve Güney Orkney Adalarının bulunduğu enlem aşılmıştı. Kaptan 524

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bana, eskiden bu bölgede çok sayıda fok sürü­ sünün yaşadığını anlattı. Ama tahrip etme duy­ gusunun büyüsüne kapılmış İngiliz ve Amerikan avcılar, yetişkin ve hamile dişileri tümüyle öldür­ müş ve bir zamanlar canlı hayatının hüküm sür­ düğü bu bölgeyi ölüm sessizliğine terk etmişti. 16 Mart günü sabah s aat sekize doğru, Nautiius elli beşinci meridyen üzerinden ilerleyerek Gü­ ney Kutup Dairesi'ni geçti. Dört bir yanımızı sar­ mış buzullar ufku kapatıyordu. Bununla birlikte Kaptan Nemo geçitten geçide geçerek yukarı tır­ manmaya devam ediyordu. "Ama nereye gidiyor?" dedim. "Burnunun dikine, " diye cevap verdi Conseil. "Neyse, daha fazla ilerleyemeyeceğine göre, na­ sılsa duracaktır. " "Bundan pek emin değilim," diye karşılık verdim. Dürüst olmak gerekirse, bu m acera dolu gezi hoşuma gitmiyor değildi. Buralarda karşıma çı­ kan güzellikler gözlerimi nasıl da kamaştırıyor­ du, anlatamam . Buzullar çok görkemliydi. Bu buzul kütleleri birlikte düşünüldüğünde, bura­ da sayısız minare ve camileriyle bir doğu şehri; şurada bir yer s arsıntısı sonucu yerle bir olmuş yıkık bir şehir var denebilirdi. Bunlar güneş ışın­ larının etkisiyle sürekli değişen ya da kar fırtı­ nalarının ortasındaki gri dumanların arasında kaybolmuş manzaralardı. Sonra etrafımızdaki dekor, her yönde meydana gelen buzul patla­ m aları, çökmeleri ve devrilen buzdağlarının et­ kisiyle, tıpkı bir ışık gösterisindeki gibi, bir anda değişiveriyordu. 525

JULES VERNE

Bu dengelerin değiştiği sırada Nautiius suyun altındaysa, gürültü dehşet veren bir yoğunlukta suların altına yayılıyor; suya düşen dev buz küt­ leleri okyanusun en derin katmanlarına kadar ulaşan dev burgaçlara sebep oluyordu. O anlarda Nautiius, doğal unsurların öfkesine terk edilmiş bir gemi gibi yuvarlanıyor ve sallanıyordu. Olası hiçbir çıkış yolu görmediğim için sık sık burada sonsuza dek hapsolduğumuz düşüncesi­ ne kapılıyordum. Ama Kaptan Nemo, içgüdüleri­ nin peşinden gidiyor, en ufak bir çıkış belirtisini bile gözden kaçırmıyor ve yeni geçitler keşfedi­ yordu. Buz kütlelerinin içindeki mavi su akıntı­ larını gözlerken asla yanılmıyordu. Bu yüzden, Nautiius 'u Güney denizlerinde böyle bir maceraya daha önce de sürüklediğinden hiç kuşkum yoktu. 1 6 Mart günü, buz tarlaları yolumuzu tama ­ men tıkadı. Karşılaştığımız şey henüz bankiz değildi; soğuğun etkisiyle birbirine yapışmış buz kütleleriydi. Bu engel de Kaptan Nemo'yu dur­ duramadı ve ürkütücü bir şiddetle buz kütleleri­ nin üzerine doğru atıldı. Nautiius, adeta bir takoz gibi buz kütlelerinin arasına dalıyor ve korkunç çatırtılar çıkararak buzları ikiye bölüyordu. Bu gemi, sonsuz bir güçle itilen, eski çağlardan bir koçbaşıydı s anki. Yükseklere fırlayan buz p ar­ çaları dolu gibi üzerimize yağıyordu . Gemi, yal­ nızca itiş gücünün etkisiyle kendisine bir kanal açıyordu. İleri manevralar yaparak bazen buz kütlelerinin üzerine çıkıyor ve onları ağırlığıyla eziyor ya da bu kütlelerin altına giriyor, ileri geri hareket ederek çatlaklar oluşturup onları p arça­ lıyordu. 5 26

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Bu günler boyunca güçlü rüzgar burgaçlan­ na yakalandık. Kalın sisler yüzünden sahanlı­ ğın bir ucundayken diğer ucunu bile göremiyor­ duk. Rüzgar, pusulanın gösterdiği tüm yönlerde şiddetle hüküm sürüyordu. Kar öylesine güçlü katmanlar oluşturmuştu ki, bunları kazmalar yardımıyla kırmak gerekiyordu. Sıcaklık sıfırın altında beş dereceydi ve Nautilus'un dış kısım­ ları tamamen buzlarla örtülmüştü. Bu koşullara dayanabilecek bir gemi donanımı yoktur çün kü palanga ipinin serbest kalan uçları makara oluklarında kalır. Ancak kömür kullanmayan, elektrikli bir motor yardımıyla hareket ettirilen yelkensiz bir gemi bu yüksek enlem koşullarıyla başa çıkabilir. Bulunduğumuz koşullarda barometre genel­ de alçak basıncı gösteriyordu. Hatta 73.5 s an­ timetreye kadar düştüğü oluyordu. Pusulanın gösterdiklerine de güvenmek zordu. Aslına ba­ kılırsa Güney Kutbu, Hansten'e göre aşağı yuka­ rı 70° enlemi ve 130° boylamında, Duppery'nin gözlemlerine göre ise 1 35° boylamı ve 70° 30' boylamında yer alıyordu. Bu durumda geminin farklı yerlerine yerleştirilmiş pusulaların hangi yönü gösterdiğini gözlemlemek ve bunlardan ortalama bir sonuca varmak gerekiyordu. Ama alınan yolu hesap etmek için çoğu kez, her ne kadar hareket noktasının sürekli de ği şti ği kıv­

rımlı geçişlerin ortasında bu yolla tatmin edici sonuçlara varılmasa da, tahmin yöntemine baş­ vuruluyordu. Nautilus, 18 Mart günü, yirmi başarısız hareket girişiminden sonra nihayet, hiç yerinden kıpır527

JULES VERNE

dayamaz hale gelmişti. Karşılaştığımız şey artık bir stream, palch ya da buzla değil, iç içe geçmiş hareketsiz ve ucu bucağı görünmeyen dağlardan oluşan bir engeldi. Kanadalı bana dönüp: "Bankiz bu! " dedi.

528

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Bunun Ned Land ve bizden önceki bütün ge­ miciler için aşılamaz bir engel anlamına geldiği­ ni anladım. Güneş öğleye doğru kısa bir süre için yüzünü gösterdi ve Kaptan Nema bulunduğumuz yeri son derece kesin bir gözlemle 51° 30' enle­ mi ve 76° 39' güney boylamı olarak saptadı. Bu demek oluyordu ki, Antarktika bölgesini çoktan aşmış ve daha ileri bir noktaya varmıştık. Artık deniz ya da su yüzeyi namına bir şey gö­ rünmüyordu. Nautilus'un mahmuzunun önünde, iç içe geçmiş kütlelerden oluşmuş engebeli bir vadi uzanıyordu. Etrafta, buzların çözülerek dağıl­ masından bir süre önce, burada devasa bir nehir olduğuna işaret eden bir kargaşa hakimdi. Şurada burada sivri tepeler, iki yüz ayağa kadar yükselen ince ve sivri kayalar, daha uzakta ise bir kısmı si­ sin içinde hapsolmuş güneş ışığını yansıtarak dev aynalar oluşturan, dimdik oyulmuş, grimsi renkte bir dizi falez vardı. Bu kederli doğada, yer yer dev fırtınakuşlannın ve yelkovankuşlannın kanat ses­ lerinin böldüğü acımasız bir sessizlik hüküm sürü­ yordu. Burada her şey donmuştu, gürültüler bile. Buzla kaplı alanların ortasındaki bu tehli­ keli macera sırasında Nautiius durmak z orunda kalmıştı. O gün Ned Land: ,, "Beyefendi, dedi, "ya sizin Kaptan daha da .., ,, uzaga gı' d erse . . .

"Ee ? "dedim. "İşte o zaman, gerçek bir usta demektir." "Neden öyle dedin, Ned?" "Çünkü hiç kimse bankizi aşamaz. Kaptanınız çok güçlü bir adam. Ama kahretsin! Doğadan da 5 29

JULES VERNE

güçlü olamaz ya! Doğanın sınırları karşısında is­ ter istemez durmak gerekir. " "Gerçekten öyle, Ned. Ama yine de bu ban­ kizin ardında neler olduğunu bilmek isterdim! Duvarlar; işte beni hayatta en çok kızdıran şeyler bunlar! " "Beyfendinin hakkı var," dedi Conseil. "Duvar­ lar yalnızca bilginleri rahatsız etmek için bulun­ muştur. Hiçbir yerde duvar olmamalıydı aslında." "İyi ya! " dedi Kanadalı. "Bu bankizin ardında ne olduğunu herkes bilir. " "Ne varmış peki?" diye sordum . "Buz, hep buz ! " "Bundan çok eminsiniz, Ned, ama ben değilim. İşte tam da bu yüzden, gidip görmek isterdim. " Kanadalı: "Harika! " diye karşılık verdi. "Profesör, bence siz bu düşünceden derhal vazgeçin. Bankize gel­ diniz ya, bu kadarı yeter. Daha uzağa gitmeyecek, ne Kaptan Nemo'nuz ne de Nautilus'u. Kaptan is­ tesin ya da istemesin, kuzeye geri döneceğiz, yani onurlu insanların ülkesine." Ned Land'ın haklı olduğunu kabul etmeliydim. Gemiler buz tarlarının üzerinde seyretmek için inşa edilmiş olamayacağına göre, bankizin önün­ de durmak zorundaydılar. Gerçekten de bütün çabalara, buzları ayır­ m ak için kullanılan bütün güçlü yöntemlere karşın, Nautilus hareketsizliğe mahkum olmuş­ tu. Vardığı noktadan daha uzağa gidemeyen kişi, hareket etmiş olduğu ilk noktaya ulaşmak için geri döner genelde. Ama içinde bulunduğu­ muz durumda dönmek de ilerlemek kadar 530

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

imkansızdı; çünkü geçitler hemen arkamızdan kapanıyordu ve gemi biraz daha hareketsiz kal­ sa, çok geç meden tümüyle kıpırdayamaz hale gelecekti. H atta gece saat ikiye doğru düşündü­ ğüm gibi oldu ve geminin çevresinde şaşılacak bir hızla yeni bir buz tabakası oluşmaya başladı. İtiraf etmeliyim ki, Kaptan'ın tutumu ihtiyat­ sızlığın ötesinde bir şeydi.

531

JULES VERNE

O sırada ben sahanlıktaydım. Bir süredir duru­ mu gözleyen Kaptan, bana dönerek: "Pekala! " dedi. "Ne düşünüyorsunuz Profesör?" "Sıkışıp kaldığımızı düşünüyorum, Kaptan. " "Sıkışıp kalmak! B u kanıya nasıl vardınız? " "Ne ileri, ne geri ne de başka bir yöne hareket ediyoruz. Sanının bu duruma ' sıkışıp kalmak' deniyor; en azından üzerinde insanların yaşadığı kara parçalarında. " "Öyleyse Bay Aronnax, siz Nautilus 'un bu du­ rumdan kurtulamayacağını düşünüyorsunuz? " "Zor kurtulur Kaptan, çünkü buzların parçala­ nıp ayrılmasına güveniyorsanız eğer, mevsim bu işlem için çoktan ilerledi. " Kaptan alaycı bir sesle: "Ah! Bay Profesör," diye karşılık verdi. " Siz hep böylesiniz ! Yalnızca engelleri görüyorsunuz! Ben­ se size yalnızca Nautilus'un kurtulacağını değil, üstelik daha da ileri gideceğini söylüyorum! " Kaptan'a dönerek: " Güneye doğru mu ilerleyecek yani? " diye sordum. "Evet beyefendi, kutba gidecek." Söylediğine inanmamış olduğumu gizleyemeden: "Kutba ha! " diye bağırdım. Soğuk bir sesle: "Evet! " diye cevap verdi. "Güney Kutbu'na, dünyanın bütün meridyenlerinin kesiştiği o bilin­ mez noktaya. Nautilus'la istediğim her şeyi yapa­ ,, bileceğimi biliyorsunuz. Evet! Bunu biliyordum. Bu adamın işi ihtiyat­ sızlık derecesine götürecek kadar gözü kara oldu532

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ğunu biliyordum! Ama en cesur gemicilerin ula­ şamadığı Kuzey Kutbu'ndan bile daha ulaşılmaz olan Güney Kutbu'nu çevreleyen bu engeller kar­ şısında galip gelmeye çalışmak, tümüyle manasız bir girişim değil miydi? Ve dünya üzerinde bunu tasarlayabilecek tek bir çılgın vardı! O zaman aklıma, Kaptan Nemo'ya hiçbir in­ sanın ayak basmadığı bu kutba daha önce gidip gitmediğini sormak geldi. "Hayır beyefendi," dedi. "Burayı birlikte keş­ fedeceğiz. Başkalarının başansız olduğu bu yerde ben hüsrana uğramayacağım. Gemimi Güney de­ nizlerinden bu kadar uzağa götürmemiştim daha önce. Ama size tekrar söylüyorum, daha uzağa gidecek. " " Size inanmak istiyorum Kaptan, " dedim biraz alaycı bir ses tonuyla. " Size inanıyorum! H aydi, ilerleyelim! Bizim için hiçbir engel yok! Şu bankizi kıralım! Havaya uçuralım ! Eğer buna direnirse , üzerinden geçebilmesi için Nautiius ' a kanat takalım! " Kaptan Nema sakin bir şekilde: "Üzerinden mi, Sayın Profesör? " diye cevap verdi. "Üzerinden değil ama altından." "Altından mı! " diye bağırdım. Kaptan'ın tasarladıklarına dair bir ışık yandı zihnimde. Anlamıştım. Nautiius'un olağanüstü özellikleri bu insanüstü girişimde bir kez daha

Kaptan'ın işine yarayacaktı! "Görüyorum ki sizinle anlaşmaya başladık, Profesör," dedi, hafifçe gülümseyerek. "Böyle bir girişimin mümkün olduğunu -ben başanlı olaca­ ğını diyeceğim- görmeye başladınız. Sıradan bir 533

JULES VERNE

gemiyle asla başarılamayacak olan şeyler, Nau­ tilus için çok kolaydır. Kutup noktasında bir kıta varsa eğer, gemi bu kıtanın önünde duracaktır. Ama yok eğer karşısına deniz çıkarsa, kutba ka­ dar ilerler! " Kaptan'ın akıl yürütme biçiminin etkisi altın­ da kalmıştım: "Aslında," dedim, "denizin yüzeyi buz kaplı olsa bile, alt katmanları açık olmalı. Bunun nede­ ni, deniz suyu yoğunluğunun donma derecesinin bir derece daha fazla olmasını sağlayan ilahi bir kuraldır. Yanılmıyorsam, bu bankizin suyun üs­ tünde kalan bölümü suyun altındaki bölümünün dörtte biri kadardır, öyle değil mi?" "Aşağı yukarı öyle, Sayın Profesör. Buzdağ­ larının denizin üzerinde kalan kısımlarındaki bir ayak değerindeki her bir yüksekliğe karşılık deniz altında üç ayak buz vardır. Bu dağların yüksekliği yüz metreden fazla olmadığına göre, suyun altındaki kısımları en fazla üç yüz metre­ lik bir derinliğe uzanabilir. Nautilus için üç yüz metre nedir ki?" "Hiç, beyefendi. " "Hatta Nautilus daha da derinlere inerek her yerde ortak olan deniz suyu ısısına ulaşabilir ve orada yüzeyin otuz-kırk derece soğuğuna kolayca meydan okuyabilir. " "Doğru beyefendi, çok doğru," diye karşılık verdim heyecanla. Kaptan Nemo: "Tek zorluk," diye devam etti, "hava depoları­ nın içindeki havayı tazelemeden günlerce suyun altında kalmak." 5 34

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Sadece bu mu?" dedim. "Nautilus 'un oldukça geniş hava depoları var; onları doldururuz, gerek duyacağımız bütün oksijeni bize bu depolar sağ­ lar. " "İyi düşününüz, Bay Aronnax," diye cevap ver­ di gülümseyerek. "Beni ihtiyatsızlıkla suçlama­ nızı istemediğim için bütün itirazlarımı peşinen söylüyorum." "Başka itirazınız da mı var? " "Tek bir tane daha. Eğer Güney Kutbu'nda de­ niz varsa, tümüyle donmuş olabilir ve sonuç ola­ rak su yüzeyine çıkamayabiliriz. " "Peki ama beyefendi, Nautilus'un korkutucu bir mahmuzu olduğunu unuttunuz mu? Onu doğru­ dan buzlu alanlara doğru fırlatsak, bu darbenin etkisiyle buzlar kırılmaz mı?" "Hem Kaptan, " diye ekledim, gitgide artan bir heyecana kapılarak, "neden Güney Kutbu'nda da Kuzey Kutbu'nda olduğu gibi donmamış denizle karşılaşmayalım ki? Soğuğun kutuplarıyla topra­ ğın kutupları ne güney yarımkürede ne de kuzey yanmkürede birbirine karışır. Ve aksi ispat edi­ linceye kadar, dünyanın bu iki noktasında ya bir kara ya da buzlarla kaplı bir okyanus olduğunu varsaymak gerekir." "Ben de öyle düşünüyorum, Bay Aronnax," diye cevap verdi. "Yalnız size şunu söylemek is­ terim ki; önce kutba gitme fikrime karşı çıktınız,

şimdi ise bu fikir lehine bir dizi kanıt öne sürü­ yorsunuz. " Kaptan Nemo doğru söylüyordu. Cesaret ko­ nusunda onu bile geride bırakmıştım! Onu kutba sürükleyen bendim! Onu geçmiştim, arayı açı535

JULES VERNE

yordum . . . Ama yok, hayır! Zavallı çılgın. Kaptan Nema bu işin olurunu olmazını senden daha iyi biliyor ve sen imkansızı düşledikçe, seni izleye­ rek eğleniyordu. Bu arada Kaptan bir an bile kaybetmemişti. Bir hareketiyle ikinci kaptan göründü. Bu iki adam anlaşılmaz dillerinde konuştular. İkinci kaptan, ya önceden bu konuda uyanlmıştı ya da bu fikri uygulanabilir buluyordu, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermedi. Ama ikinci kaptan ne kadar soğukkanlı olur­ sa olsun, onun bu soğukkanlılığı Güney Kutbu'na kadar gitmeyi düşündüğümüzü söylediğimde Conseil'in gösterdiği soğukkanlılıkla boy ölçüşe­ mezdi. Söylediklerime, "Beyefendi nasıl isterlerse," diyerek karşılık verdi; ben de bununla yetinmek durumunda kaldım. Ned Land'a gelince, bir insan ne kadar omuz silkebilirse, o da öyle omuz silkti. "Biliyor musunuz, beyefendi," dedi, "size ve kaptanınıza acıyorum! " "Ama kutba gideceğiz, Üstat Ned. " "Bu mümkün ama geri dönemeyeceksiniz ! " dedi. Ve yanımdan ayrılırken, "üzücü bir olaya ne­ den olmamak için" gittiğini söyleyerek kamara­ sına döndü. Bu sırada bu cesur girişimin hazırlıkları başla mıştı. Nautilus'un güçlü pompaları depolara hava basıyor ve yüksek basınçla sıkıştırıyordu. Saat dörde doğru Kaptan Nemo s ahanlığın kapakları­ nın kapatılacağını söyledi. Birazdan geride bıra­ kacağımız kalın bankize son bir kez baktım. Hava açık, atmosfer oldukça berraktı. Sıfırın altında on 536

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

iki derecelik keskin bir soğuk vardı. Ama rüzgar sakinleşmişti ve bu yüzden soğuk o kadar daya­ nılmaz gelmiyordu. Ellerinde sivri kazmalarla on kadar adam or­ talıkta göründü. Nautilus'un bordasına çıkarak, karinanın çevresindeki buzu kırdılar ve karina hemen onu saran buz tabakasından kurtuldu. Bu işlem fazla uzun sürmedi çünkü yeni oluşmuş buz tabakası henüz inceydi. Hepimiz içeriye gir­ dik. Depolar, geminin su kesimindeki buzu çözül­ müş bu suyla dolduruldu. Nautilus çok geçmeden suyun altına indi. Conseil'le birlikte salondaki yerimi almıştım. Kapağı açık olan camdan, Güney denizinin alt katmanlarını seyrediyorduk. Termometre yükse­ liyor; manometrenin ibresi kadranın üzerine bir sağa bir sola sapıyordu. Kaptan Nemo'nun öngördüğü gibi, yaklaşık üç yüz metrede bankizin kıvrımlı yüzeyinin altın­ da yüzüyorduk. Sonra Nautilus daha da aşağıla­ ra indi. Sekiz yüz metre derinliğe ulaştı. Yüzeyde eksi on iki derece olan suyun sıcaklığı, on bir de­ receden aşağı inmemişti. Şimdiden iki derece ka­ zanmıştık. Isıtıcı aletlerle yükseltilen Nautilus 'un iç ısısının çok daha yüksek olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bütün bu işlemler olağanüstü bir doğrulukla tamamlanıyordu. "Beyefendinin işine karışmak gibi olmasın ama buradan geçeceğiz," dedi Conseil. "Buna inanıyorum! " diye cevap verdim ikna olduğumu belirten bir ses tonuyla. Bu buzsuz denizin altında, Nautiius elli ikinci meridyenden ayrılmayarak dosdoğru kutbun yo537

JULES VERNE

lunu tutmuştu. 67° 30' enleminden 90° enlemine kadar, yirmi iki buçuk derece, yani beş yüz fer­ sahtan biraz fazla yolumuz vardı gidecek. Na­ utilus saatte yirmi altı millik ortalama bir hızla, yani bir ekspres trenin hızıyla ilerliyordu. Eğer bu hızla devam ederse, kutba varması için kırk saat yeterli olacaktı. Durumdaki değişiklik, Conseil ve beni gecenin bir bölümü boyunca salonun penceresine dikti. Deniz, borda fenerinden yayılan elektrik ışığının etkisiyle panldıyordu ama üzerinde hiçbir canlı kıpırtısı yoktu. Hapishaneyi andıran bu sularda balık yaşamıyordu. Burası, balıkların Antarktika denizlerinden kutbun özgür sularına geçmesi için bir geçit olanağı sunuyordu. Hızla yol alıyorduk. Geminin ne denli hızlı hareket ettiği uzun çelik gövdesindeki titremeden anlaşılıyordu. Gece saat ikiye doğru birkaç saat dinlenmeye gittim. Conseil de benim gibi yaptı. Koridorlardan geçerken Kaptan Nemo'ya hiç rastlamadım. Dü­ menci köşkünde olmalıydı. Ertesi gün, 19 Martta, sabah saat beşte salon­ daki nöbet yerime döndüm. Elektrikli parakete Nautilus'un ortalama bir hızla seyrettiğini gösteri­ yordu. Gemi deniz yüzeyine doğru çıkıyordu ama temkinli davranarak ve depolarını yavaş yavaş boşaltarak. Kalbim hızla çarpıyordu. Su yüzüne çıkıp kut­ bun açık havasını görecek miydik? Hayır. İşittiğim darbe sesinden Nautilus 'un bankizin alt yüzeyine çarptığını anladım. Se­ sin tokluğuna b akılırsa , bankizin alt katmanı çok kalın olmalıydı. Aslında durumu denizci5 38

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

likte kullanılan bir tabirle ifade edersek; ban­ kize "dokunmuştuk" ama tam ters yönden ve bin ayaklık bir derinlikte. Bu demek oluyordu ki, üzerimizde bin ayaklık kısmı su yüzeyinde olmak üzere iki bin ayak buz vardı. Yani ban­ kizin yüksekliği kıyısından geçerken hesapla­ dığımızdan daha fazlaydı. Pek güven verici bir durum değildi bu. O gün boyunca Nautilus bankizi kırma dene­ mesini bir çok kez tekrarladı ve her seferinde üzerinde adeta bir tavan gibi uzanan kalın buz duvarına ç arptı. Bu duvarın kalınlığı yer yer do­ kuz yüz metreyi buluyordu. Buradan hareketle, üzerimizde iki yüz metrelik kısmı okyanus yü­ zeyinde yükselen, bin iki yüz metrelik kalınlıkta bir buz kütlesi olduğu sonucunu çıkarabilirdik. Buzun buradaki kalınlığı, Nautilus 'un suya dal­ dığı yerdeki kalınlığın iki katıydı. Bu farklı derin­ likleri dikkatle not ettim ve böylece suyun altın­ da gelişen bu sıradağın katmalarını gösteren bir kesit elde ettim. Akşam olduğunda durumumuzda hiçbir de­ ğişiklik olamamıştı. Buz hala dört yüzle beş yüz metre arasında değişen bir kalınlıktaydı. Buzun kalınlığında bir azalma olduğu aşikardı ama yine de okyanus yüzeyiyle aramızda kalın bir duvar vardı. Saat sekizi gösteriyordu. Gemideki olağan iş­ leyiş gereği Nautilus'un havasının dört saat önce değiştirilmiş olması gerekiyordu. Bununla birlik­ te, Kaptan Nema henüz depolardaki ek oksij ene başvurmadığı halde çok büyük bir sıkıntı çekmi­ yordum. 539

JULES VERNE

·

O gece huzursuz bir uyku uyudum. İçimi sıra­ sıyla bir umut, bir korku duygularıyla kaplıyordu. Gece birçok kez uyandım. Nautilus'un buzu delme girişimleri sürüyordu. Saat üçe doğru, bankizin alt yüzeyinin yalnızca elli metre olduğu fark et­ tim. Su yüzeyiyle aramızda yalnızca yüz elli ayak vardı. Bankiz gitgide buzlaya dönüşüyor; dağ ye­ rini ovaya bırakıyordu.

-··-·· ..

-� � , ., :�,,._-

E��'I���- :�--�:.� ._;.z��� .

-�

540

' -

_

_,,..,

-

,-.

••J

,.-

•• ,

· --�· .:;,•# -

'

"k

• : - ... .,. 4,_ . ··- '"" ·· --· ,.. ·-�:;

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Gözlerimi manometreden ayıramıyordum. Elektrik ışığında parıldayan göz kamaştırıcı buz yüzeyi üzerinde eğimli bir yol izleyerek sürekli yukan doğru çıkıyorduk. Bankizin hem üst hem de alt kısmındaki buzun kalınlığı tırmandığımız her bir rampada biraz daha azalıyor; bankiz gitgi­ de inceliyordu. Hiç aklımdan çıkmayacak olan o 19 Mart günü, sabah altıda salonun kapısı açıldı. Kaptan Nema göründü ve: ,, "Serbest deniz! dedi.

541

XIV GÜNEY KUTBU

Aceleyle sahanlığa koştum. Evet! Serbest de­ nizdi burası. Dağınık birkaç buz parçası, hareketli buzdağları, uzaklarda göz alabildiğine uzanan bir deniz, havada bir dünya kuş ve suların altında renkleri koyu maviden zeytin yeşiline kadar de­ ğişen binlerce balık. Termometre sıfırın altında üç santigrat dereceyi gösteriyordu. Uzaklardaki kütleleri kuzey ufkunda gölge olarak beliren ban­ kizin arkasında hapsolmuş görece ilkbahardı bu. Kaptan'a kalbim heyecanla çarparak: "Kutupta mıyız ? " diye sordum. "Bilmiyorum," diye cevap verdi. "Öğle saatin­ de koordinatlarımızı belirleyeceğiz. " Grimsi gökyüzüne bakarak: "Ama bu sisin arasında güneş yüzünü göstere­ cek mi acaba ?" dedim. Kaptan: "Birazcık bile belirse, bu bana yeter," dedi. Nautilus'un on mil açığında, güneye doğru, iki yüz metrelik yükseklikte tek bir adacık vardı. Ora­ ya doğru gidiyorduk ama temkinli ilerliyorduk; çünkü deniz bu kez kör kayalarla dolu olabilirdi. Bir saat sonra adacığa ulaşmıştık. İki saat son­ ra ise bu adadaki turumuzu tamamlamıştık. Ada542

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

nın çevresi dörtle beş mil uzunluğundaydı. Burası ucu bucağı görünmeyen geniş bir toprak parça sından, belki de bir kıtadan dar bir kanal yardı­ mıyla ayrılıyordu. Bu karanın varlığı Maury'nin varsayımlarını doğrular gibiydi. Dahi Amerikalı, Güney Kutbu ile altmışıncı paralel arasında kalan denizin, Kuzey Atlantik'te hiç karşılaşılmayan yüzen dev buz kütleleriyle kaplı olduğu sapta­ mıştı. Bundan hareketle Antarktika havzasında devasa büyüklükte kara parçaları olduğu sonucu­ na varmıştı. Çünkü bu buz dağları açık denizde değil, yalnızca kıyılarda oluşabilirdi. Maury'nin hesaplarına göre, Güney Kutbu'nu kaplayan buz kütleleri, genişliği dört bin kilometreye ulaşan büyük bir içbuzul oluşturuyordu. Bu esnada Nautilus karaya oturma korkusuyla, ardında görkemli kaya yığınları görünen bir kum­ sala altı yüz metre kala durdu. Filika denize atıl­ dı. Kaptan, gerekli araç gereçleri taşıyan iki ada­ mı, Conseil ve ben, filikaya bindik. Saat sabahın onuydu. Ned Land'ı görmemiştim. Kanadalı, kuş­ kusuz Güney Kutbu'na vardığımızı kabul etmek istemiyordu. Birkaç kürek darbesi filikayı kumsala ulaştırdı. Conseil tam kıyıya atlayacakken onu durdurdum. "Beyefendi," dedim Kaptan Nemo'ya, "bu kara parçasına ayak basan ilk kişi olma şerefi size ait­ tir. "

"Evet, beyefendi," diye cevap verdi, "bu kutup toprağına ayak basmaktan çekinmiyorsam, bu­ nun nedeni, şu ana kadar hiçbir insanın buraya ayak izini bırakmamış olmasıdır." Kaptan, bunları söyledikten sonra yavaşça ka543

JULES VERNE

raya atladı. Kalbi büyük bir heyecanla atıyordu. Dışa doğru çıkıntı yapan bir burunla sona eren bir kayaya tırmandı. Kollan bağlı, bakışları keskin, hareketsiz, hiç konuşmadan duruyordu kayanın üzerinde; sanki bu güney bölgelerini de kendi topraklarına katmış gibi bir havası vardı. Orada kendinden geçmişçesine beş dakika durduktan sonra bize doğru döndü:

544

DENİZLER ALTINDA 20. 000 FERSAH

"Ne zaman isterseniz yanıma gelebilirsiniz, beyefendi," diye bağırdı. Ardımdan gelen Conseil'le birlikte karaya çık­ tım. Bizimle gelen iki adam filikada kalmıştı. Zemin, uzun bir alan boyunca, havanda dö­ vülmüş tuğladan yapılmışa benzeyen kırmızımsı bir tüf görünümündeydi. Üzerini lav külçeleri, lav akıntıları, sünger taşlarıyla kaplamıştı. Bu top­ rağın volkanik bir toprak olduğunu anlamamak olanaksızdı. Bazı yerlerde kükürt kokusu çıka­ ran fümeroller dünyanın içindeki ateşin geniş­ leme gücünün hala korunduğunun bir kanıtıydı. Öte yandan dik bir bayırı tırmanınca, yüzölçümü birkaç mili bulan bu bölgede hiçbir volkan göre­ medim. Antarktika yöresinde James Ross'un, yüz altmış yedinci meridyenin 77° 32' enleminde, Erebus ve Terror volkanlarının aktif kraterlerini bulduğu bilinir. Bu kimsesiz kıtanın bitki örtüsü de gözüme oldukça sınırlı göründü. Usnea melanoxhta türüne ait bazı likenler siyah kayaların üzerinde yayıl­ mıştı. Bu bölgenin bitki örtüsü, bazı mikroskobik filizler, kuvarslı iki kabuk arasında yer alan hücre türleri olan basit idiyatomeler, dalga çatlaması­ nın kıyılara attığı küçük hava torbalarının üze­ rinde yüzen erguvan rengi ve koyu kırmızı uzun fucuslardan oluşuyordu. Kıyı, yumuşakçalar, küçük midyeler, patel ­ lalar, kalp biçiminde düz ve parlak midyeler ve özellikle de kafaları yuvarlak iki lobdan oluşan, ince uzun ve zarı andıran gövdeli cliolarla kap­ lıydı. Balinaların bir seferde bir dünya kadarını yuttukları, üç santimetre boyunda binlerce ku545

JULES VERNE

zey cliosu da gördüm. Gerçek birer deniz kelebeği olan bu sevimli kanatlı s alyangozlar, kıyıdaki öz­ gür suları hareketlendiriyordu. Pek de derin olmayan bu kıyılarda, James Ross'a göre, Antarktika denizlerinde bin metre derinli­ ğe kadar yaşam sürdürebilen mercan ağaççıkları gibi başka bitkimsi hayvanlar da vardı. Bunlardan başka, proceIIaria pelagica türüne ait küçük alcyo­ niumlar, bu iklime özgü çok sayıda asterias ve de­ nizyıldızı da zemini kaplayan bitkiler arasındaydı. Ama burada yaşamın kendini gösterdiği asıl yer gökyüzüydü. Çeşit çeşit binlerce kuş, kulakla­ rı sağır edecek çığlıklar atarak uçuyor, gökyüzün­ de süzülüyordu. Diğerleri ise kayalara tünemiş, kaygısızca bizim geçişimizi izliyor, ayaklarımızın arasında toplaşıyorlardı. Bunlar sudayken zaman zaman hızlı palamutlarla karıştırılacak kadar çe­ vik ve esnek hareket eden, karadaysa bir o kadar sakar ve ağır olan penguenlerdi. Tuhaf çığlıklar atıyor, kümeler halinde toplanıyor, az hareket edip bol gürültü yapıyorlardı. Buradaki kuşların arasında, uzun bacaklı kuş­ lar familyasından, güvercin büyüklüğünde, beyaz renkli, gagaları kısa ve koni biçiminde, gözlerinin etrafı kırmızı bir halkayla çevrili kılıf gagalıların da bulunduğunu fark ettim. Conseil bunlardan birkaç tane yakaladı; çünkü bu uçucu kuşlar, gü­ zelce hazırlanırsa lezzetli bir yiyecek oluşturur. Gökyüzünde okyanus akbabaları denilen, -bu ad­ landırma gerçekten de yerinde bir adlandırmay­ dı- kanat açıklığı dört metre olan siyahımsı albat­ roslar; aralarında kanatlan yay biçiminde olan ve foklarla beslenen q uebrante huesos lar; kanatları -

546

DENIZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

siyahlı beyazlı, küçük bir ördek türü olan kutup ördekleri, bunlardan başka, gövdeleri beyazımsı ve kanat kenarları kahverengi olan fırtınakuşlan ve Antarktika denizlerine özgü mavi gövdeli bir tür fırtınakuşu süzülüyordu. Conseil'e dediğim gibi, "Bu kuşlar o kadar yağlı ki, Faroe Adaları sa­ kinlerinin bunları tutuşturmak için yalnızca bir fitil yerleştirmeleri yetiyor. " / -.,�:.'"_,. ,-- ,

... - - . /�

���� ,..""",_

;-J��d"it''

. ._

t

.i-�� -

�� :- . . . 'V-.ı ·t;� •r�...:�lk .

. .

'

\:�

«

-

/""'"'.�

�- �;,:._

",.'"

- t· · · -- � · � ... "'-}_,

l

.

.-

547

...



.

� �'

_,-:�-

- =t.�

--

.,

.;;,1',,.. ,



:.ı., . ·-��

--�- • ..._.:_f' :· �� ıı>. _v�.� . ..-�":· ..- .1"',f . ,. ::. �.,\ ..� · •:-. . �;._':':".... .. . . - ��� -,� b.:/ -·· -�' . - - -:ı.- -

·��g-ı

-

-

.

-

ı.

,

/

> · •-.. •

--�..r:: '

...

:.

-� ·. • .,

l'"

.:.. .:!-

.

�. "'

- I

,.. . "'� _

, .-

"\.

JULES VERNE

"Az kalsın kusursuz birer lamba olacaklar­ mış ! " diye cevap verdi Conseil. "Geriye bir tek şunu dilemek kalıyor: Keşke doğa bu kuşları bir fitille donatsaymış ! " Yarım mil daha yürüyünce, zeminin pengu ­ enlerin yumurtlamak amacıyla yaptığı yuvalarla delik deşik olduğunu gördük. Biz gelince bir sürü kuş yuvalardan çıkıp sağ sola kaçıştı. Daha sonra Kaptan Nemo, siyah renkteki etleri oldukça lez­ zetli olan bu kuşlardan birkaç yüz tane yakalattı. Penguenler bir eşeğin anırmasına benzer sesler çıkarıyordu. Hemen hemen bir kaz boyundaki bu kuşların sırtları kurşun rengi, karınları beyazdı ve bunlar boyunlarında limon rengi bir şerit taşıyor­ lardı. İnsanlardan kaçmadıkları için bir taş darbe­ si anlan öldürmeye yetiyordu. Bu arada sis ortadan kalkmamış; saat on bir olmasına karşın güneş ortaya çıkmamıştı. Bu durum beni kaygılandırıyordu çünkü güneş ol­ mayınca gözlem yapmak, yani koordinatlarımızı belirlemek mümkün değildi. O zaman kutup nok­ tasına ulaşıp ulaşmadığımızı nasıl anlayacaktık? Kaptan Nemo'nun yanına gittiğimde, onu dir­ seklerini bir kaya parçasına dayamış , sessizce göğe bakarken buldum. Sabırsız ve canı sıkkın görünüyordu. Ama ne yaparsın ki, bu gözü pek ve güçlü adam, denize hükmettiği gibi gökyüzüne hükmedemiyordu. Güneş bir an bile yüzünü göstermeden öğle oldu. Hatta sis perdesinin ardından bakınca, gü­ neşin bulunduğu yer bile anlaşılmıyordu. Çok geçmeden sis yerini kara bıraktı. Kaptan, bana dönerek: 548

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Yarın, " dedi sadece. Havada dönen kar bur­ gaçları arasında Nautiius ' a döndük. Biz yokken denize atılan ağlar çekilmişti. Ge­ miye alınan balıkları ilgiyle inceledim. Antarkti­ ka denizleri, daha alçak enlemlerindeki fırtına lardan kaçan çok sayıda göçmen balığa sığınak olur. Aslına bakılırsa, bu göçmen balıklar burada domuzbalıklarına ve foklara yem olurlar. Balıklar arasında bir desimetre boyunda, beyaz renkli, kı­ kırdaklı balıklar olan birkaç güney iskorpiti, son­ ra üç ayak boyunda çok uzun gövdeli, beyazım­ sı gümüş renkli, pürüzsüz derili, yuvarlak başlı, sırtında üç yüzgeç bulunan, burun kısmı ağzına doğru kıvrılan bir hortumla sona eren Antarkti­ ka denizkedilerini sapladım. Etlerini tattım ama Conseil'in bütün beğenisine karşın bu balıklar bana yavan geldi. Kar fırtınası ertesi güne kadar sürdü. Sahan­ lıkta ayakta durmak olanaksızdı. Kutup toprak­ larındaki bu gezi sırasında yaşanan olayları not ettiğim salonda, dışarıdaki tipinin ortasında eğ­ lenen dev fırtınakuşlarının ve albatrosların çığ­ lıklarını duyuyordum. Bu arada Nautiius harekete geçmişti. Kıyı boyunca giderek, güneşin ufku sıyı­ rarak geçmesiyle oluşan bu yarı karanlığın içinde, güneye doğru on mil kadar ilerledi. Ertesi gün, 20 Martta kar durmuştu. Soğuk biraz daha keskinleşmişti. Termometre sıfırın altında iki dereceyi gösteriyordu. Sis dağılmıştı ve bu yüz­ den o gün gözlem yapabileceğimizi umuyordum. Kaptan Nemo henüz ortalıkta görünmemişti. Filika Conseil'le beni aldı ve ikimiz karaya çıktık. Zeminin yapısı burada da aynıydı; volkanik ya549

JULES VERNE

pıdaydı. Her yerde lav, cüruf ve bazalt kalıntıları vardı. Ama bunları püskürten krateri göremedim. Burada da binlerce kuş vardı ve bu kuşlar kutbun bu bölgesine hayat veriyordu. Ama kuşlar bura­ daki imparatorluklarını, bizi sakin gözleriyle sü­ zen deniz memelilerinden oluşan büyük sürülerle paylaşıyorlardı. Sözünü ettiğim bu deniz memeli­ leri; kimisi toprağa, kimisi başıboş buz parçaları­ nın üzerine uzanmış çeşit çeşit foklardan başkası değildi. Birçoğu suya giriyor ya da sudan çıkıyor­ du. İnsanlarla hiç alışverişleri olmadığından fok­ lar biz yaklaşırken kaçmıyordu. Bunlardan birkaç yüz tane avlayıp gemiye erzak yapabileceğimizi düşünüyordum. "İyi ki," dedi Conseil, "Ned Lan bizimle gelme­ miş ! " "Neden öyle dedin, Conseil?" "Çünkü o gözü dönmüş avcı, bunların hepsini öldürürdü." "Hepsi demek fazla olur ama aslında Kana­ dalı dostumuzun bu güzel hayvanlardan birkaç tanesini zıpkınlamasına engel olmazdık diye dü­ şünüyorum. Bu da Kaptan Nemo'nun hiç hoşuna gitmezdi; çünkü Kaptan savunmasız hayvanların gereksiz yere kanının dökülmesini istemiyordu. " "Çok haklı." "Kesinlikle öyle, Conseil. Peki, söyle bana, bu deniz hayvanlarının bu olağanüstü örneklerini daha önce hiç sınıflandırmış mıydın? " "Beyefendi iyi bililer ki," diye cevap verdi Con­ seil, "uygulamada pek başarılı değilimdir. Eğer be­ yefendi bana bu hayvanların adını söylerlerse . . . " "Bunlar foklar ve morslar." 550

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Yüzgeçayaklılar familyasından iki cins, " diye atıldı bilgin Conseil, "etoburlar alt takımı, tırnak­ lılar grubu, monodelphialar alt sınıfı, memeliler sınıfı, omurgalılar dalı. " "Harika, Conseil," diye cevap verdim, "ama bu iki cins, yani fok ve morslar, türlere bölünür. Eğer yanılmıyorsam, burada bu türleri gözlemleme olanağını bulacağız. Yürüyelim." Saat sabahın sekiziydi. Güneşin mevki belirle­ yebilmek için gözlemlenebileceği zamana yalnız­ ca dört saatimiz kalmıştı. Adımlarımızı kıyılarda­ ki granit yapılı yarın içine ay biçiminde oyulmuş geniş koya doğru yönelttik. Çevremizde göz alabildiğine uzanan toprakla­ rın ve buz parçalarının üzeri, deniz memelileriyle tıklım tıklım doluydu. Gözlerim ister istemez yaş­ lı Proteus'u, Neptün'ün uçsuz bucaksız sürülerine gözcülük eden mitolojik çobanı aradı. Buradaki hayvanların pek çoğu foktu. Bunlar ailesine göz kulak olan babalardan, yavrularını emziren an­ nelerden ve onların birkaç adım ötesinde şimdi­ den bağımsızlıklarını kazanmış gençlerden olu­ şan erkekli dişili gruplardan oluşuyordu. Foklar, karada yer değiştirmek istediklerinde, bedenleri­ nin kasılmasıyla meydana gelen küçük sıçrama­ lar yoluyla hareket ediyorlardı. Bunu yaparken de onlarla aynı türden olan manatlarda gerçek birer önkol biçimini alan yüzgeçlerinden destek

alıyorlardı. Belkemikleri oynak, leğen kemikleri dar, tüyleri sık ve düz ayakları ise perdeli olan bu hayvanların, gerçek yaşam alanları olan suda çok güzel yüzdüklerini söylemeliyim. Bu hayvanlar, karada ve dinlenirken son derece zarif davranış551

JULES VERNE

lar sergiliyorlardı. Öyle ki, eskiler bu hayvanların nazik görünüşlerini, en güzel kadınlarınkiyle boy ölçüşebilecek kadar anlamlı bakışlarını, duru ve nemli gözlerini, çekici hareketlerini gözlemleyip, onları kendi anlayışlarına göre şiirselleştirmiş ve erkeklerini iritonlara, dişilerini de deniz kızlarına dönüştürmüşler. Conseil'e bu zeki memelilerin beyin lobları­ nın dışardan da gözlemlenebilen gelişimini işa­ ret ettim. İnsan dışında hiçbir memelinin beyin dokusu bu kadar zengin değildir. Bu sebepten­ dir ki, foklar belli bir eğitim alabilir ve kolayca evcilleştirilebilirler. Ben ve benim gibi bazı do­ ğabilimcilere göre ise, uygun biçimde yetiştiril­ diklerinde foklar, av köpekleri kadar işe yaraya­ bilirler. Etrafımızdaki fokların çoğu kayaların ya da kumların üzerinde uyuyordu. Dış kulakları olma­ yan ve de bu özellikleriyle kulakları çıkıntılı olan foklardan ayrılan bu hayvanların arasında, üç metre boyunda, beyaz tüylü, kafaları buldok cinsi köpeklerinkini andıran, hem alt hem üst çenele­ rinde dördü kesici ve ikisi zambak çiçeği biçimin­ de büyük köpekdişi olmak üzere onar tane diş bulunan pek çok çeşit lobodon gördüm. Bunlar güney foku olarak da bilinir. Lobqdonların arasın­ da, kısa ve hareketli hortumları olan denizfilleri vardı. Denizfilleri; yirmi ayaklık beden çevreleri ve on metreye ulaşan boylanyla fok cinsinin en irileriydi. Biz yanlarına yaklaşırken, hiçbir hare­ ket yapmıyorlardı. "Bunlar tehlikeli hayvanlar sayılmazlar, değil mi?" diye sordu Conseil. 552

DENiZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Hayır, " dedim, "en azından onlara s aldırıl­ madığı sürece. Yavrusunu s avunan bir fokun öfkesi korkunç olur. Ve bu gibi durumlarda ba­ lıkçıların teknelerini parçaladıklarına da sıklıkla rastlanır. " Conseil: "Yani sağlan sallan pek belli olmuyor," dedi. "Bu söylediğine hayır diyemeyeceğim. " İki mil ötede, koyu kuzey rüzgarlarından ko­ ruyan bir burun bizi durdurdu. Denize doğru dim­ dik inen bu burnun kıyısı, buraya çarpan dalga­ lann etkisiyle köpüklerle kaplıydı. Diğer taraftan, geviş getiren hayvanlardan oluşmuş bir sürüden gelebileceğini tahmin ettiğimiz korkunç homur­ tular işitiyorduk. "Peki," dedi Conseil, "acaba bu işittiğimiz, boğalann verdiği bir konser mi?" "Hayır," dedim, "bu, morsların konseri. " "Kavga mı ediyorlar?" "Ya kavga ediyorlar ya da oyun oynuyorlar." "Beyefendiyi rahatsız etmek istemem ama bunu görmeliyiz. " "Doğru söylüyorsun, görmeliyiz Conseil." Böylece siyahımsı kayaları aşarak, beklenme­ dik anlarda ortaya çıkan toprak kaymaları arasın da, buzların olabildiğine kayganlaştırdığı taşların üzerinden geçtik. Birçok defa belimi sakatlayacak kadar sert düştüm. Conseil, benden daha dikkatli ya da daha sağlamdı. Yürürken sendelemiyordu bile. Beni yerden kaldırırken, her seferinde: "Beyefendi yürürken bacaklarını biraz açmak zahmetine katlansalar dengelerir:ıi daha iyi koru­ yabilirler," diyordu. 553

JULES VERNE

Yolun en yüksek yerine ulaşınca, aşağıda morslarla kaplı geniş ve beyaz bir ova gördük. Hayvanlar kendi aralarında oyun oynuyorlardı. Çıkardıkları sesler de öfke değil neşe homurtula­ rıydı. Morslar, gövdelerinin biçimi ve yüzgeçlerinin vücutlarındaki yeri bakımından foklara benzer. Ama foklardan farklı olarak altçenelerinde kö­ pekdişleri ve kesici dişleri bulunmaz. Üstçenele­ rindeki köpekdişlerine gelince; bunlar diş yuvala­ rının çevresi otuz üç santimetreyi bulan, seksen santimetre uzunluğunda savunma dişleridir. Fil­ dişi yapısındaki bu dişlerin yivleri yoktur, morsla­ rın dişleri fillerin dişlerinden daha sert olduğu ve daha yavaş sarardığı için daha çok rağbet görür. Bu yüzden morslar düşüncesizce avlanmaktadır. Öyle ki, bu avlanma morsların son temsilcilerine kadar yok olmalarına neden olacak kadar tehlike­ li bir boyuta ulaşmıştır. Avcılar hamile dişileri ve genç yavruları ayırt etmeden, her yıl bu hayvan­ lardan dört bin tanesini öldürmektedir. Bu ilginç hayvanlar, biz yanlarından geçerken hiç rahatsız olmuyordu. Bu yüzden onları diledi­ ğim gibi inceleme fırsatı buldum. Kızıla çalan pas rengi derileri, kalın ve pütürlü; kürkleri ise kısa ve seyrek tüylüydü. Aralarından bazılarının boyu dört metreyi buluyordu. Kuzeydeki türdeşlerin­ den daha sakin ve daha az ürkek oldukları için aralarından seçtikleri nöbetçilere, konakladıkları yerin çevresini gözetleme görevi vermemişlerdi. Bu mors şehrini etraflıca inceledikten sonra hareket ettiğimiz noktaya geri dönmek gerektiği­ ni düşündüm. Saat on birdi. Eğer Kaptan Nemo 5 54

DENiZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

gözlem yapmak için uygun koşulları yakalamış­ sa, bu işlem sırasında orada hazır bulunmak isti­ yordum. Öte yandan, o gün güneşin yüzünü gös ­ termeyeceğine dair bir his vardı içimde. Ufukta yer alan sıkışmış bulutlar onu bizden saklıyordu. Anlaşılan bu kıskanç yıldız dünyanın ulaşılması güç bu noktasını insanlara açmak istemiyordu. Bununla birlikte, yine Nautilus 'a dönmeyi isti­ yordum. Yarın tepesine doğru çıkan dar ve dik bir patikadan yürüyorduk. Saat on bir buçukta, kara­ ya ayak bastığımız ilk noktaya indik. Karaya ya­ naşan filika, kaptanı kıyıya çıkarmıştı. Bir bazalt kütlesinin üzerinde ayakta duran Kaptan'ın tüm araç gereçleri yanındaydı. Bakışlarını, güneşin uzun bir eğri çizdiği kuzey ufkuna dikmişti. Yanına gittim ve hiç sesimi çıkarmadan bek­ lemeye koyuldum. öğle saati geldi ama güneş tıpkı dün olduğu gibi ortalıkta görünmedi. Bu kaderin bir tür oyunuydu. Yine gözlem yapılamamıştı. Eğer yarın da yapılamazsa, koor­ dinatlarımızı belirleme işinden tümüyle vazgeç­ mek gerekecekti. Aslında o gün günlerden 20 Marttı. Ertesi gün 21'i olacaktı, yani gündüz ve gecenin eşit olduğu gün. Güneş, ışığın kırılmasını hesaba katmazsak, altı aylığına ortadan kaybolacak ve bu durumla birlikte, uzun kutup gecesi başlayacaktı. Eylül ayındaki gün ve gece eşitliğinden bu yana kuzey­ den doğmuş olan güneş, 21 Aralıka kadar gitgide uzayan bir yay çizmişti. Şimdi ise, yani kutup böl­ gelerinde yaz gündönümüne işaret eden bu dö­ nemde, yeryüzüne yaklaşmaya başlamıştı. Yarın da bu bölgeye son ışıklarını yollayacaktı. 555

JULES VERNE

Kaptan Nemo'ya gözlemlerimi aktardım ve kaygılarımdan söz ettim. "Haklısınız, Bay Aronnax," dedi, "eğer yarın da güneşin yüksekliğini ölçemezsem, bu işlemi altı aydan önce tekrarlayamam. Ama yine de bir rast­ lantı bizi tam 21 Martta bu denizlere getirdiğine göre, eğer öğle saatinde güneş bize yüzünü gös­ terirse, bu gözlemi yapmak daha kolay olacak. " "Neden Kaptan?" "Çünkü güneş havada bu kadar uzun yaylar çizdiğinde, ufkun üzerinde onun yüksekliğini ke­ sin olarak ölçmek çok zordur. Bu işlem için kulla­ nılan aletler hatalı ölçümler yapabilir. " "Peki ne yapacaksınız o zaman?" "Yalnızca kronometremi kullanacağım," diye cevap verdi. "Eğer yarın, yani 21 Mart günü, öğle olduğunda, ışık kırılmasını da göz önünde bulun­ durmak kaydıyla, kuzey ufku güneş çizgisini tam olarak keserse, Güney Kutbu'nun merkezindeyim demektir. " "Aslında doğru," dedim. "Ama yine de bu yargı matematiksel açıdan kesin bir yargı değil. Çünkü gün ve gece eşitliği illa ki öğle saatine denk gel­ miyor. " "Kuşkusuz öyle, beyefendi. Ama burada hata payı yüz metre bile değil; ee bu kadarı da bize ye­ ter. O halde yarın görüşürüz." Kaptan Nema gemiye döndü. Conseil'le ben, kumsalı karış karış dolaşmak için saat beşe kadar orada kaldık. Gözlem ve araştırma yaptık. Merak­ lısının bin franktan fazla para vereceği kadar dik­ kat çekici bir büyüklükteki penguen yumurtasını saymazsak etrafta ilginç hiçbir şeye rastlamadım. 5 56

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bu sütlü kahverengi yumurta, üzerini hiyeroglif gibi süsleyen çizgi harflerle eşine az rastlanır bir biblo olabilirdi doğrusu. Yumurtayı Conseil'in eli­ ne verdim. Emin adımlarla yürüyen bu dikkatli delikanlı, bu yumurtayı değerli bir Çin porseleni gibi taşıyarak gemiye getirdi. Gemiye gelince, eşine az rastlanır yumurtayı müzenin vitrinine yerleştirdim. Tadı domuz eti­ ne benzeyen fok ciğeriyle hazırlanmış akşam ye­ meğini büyük bir iştahla yedim. Sonra da yattım ama yatarken kendisine yardım etmesi için gü­ neşe yakaran bir Hint gibi davranmadığımı söy­ lemeyeceğim. Ertesi gün, 21 Martta, sabahın beşinde sahanlı­ ğa çıktım. Kaptan Nemo'yu orada buldum. "Hava biraz açıyor," dedi. "Bu sefer ümitliyim. Kahvaltıdan sonra gözlem yeri seçmek için kara­ ya çıkacağız." Kaptan'ın söyledikleri biter bitmez Ned Land'ı bulmaya gittim. Onu da yanımda götürmek is­ tiyordum. İnatçı Kanadalı teklifimi reddetti. Ke­ yifsizliği de tıpkı suskunluğu gibi günden güne artıyordu; bunu görüyordum. Her şey bir yana, bu koşullar altında inatçılık etmesine memnun olmuyor da değildim. Gerçekten de karada çok fazla fok vardı ve bu düşüncesiz avcıyı öldürme dürtüsünün eline teslim etmemek gerekiyordu. Kahvaltı bitince karaya çıktım. Nautiius gece boyunca kıyıdan birkaç mil daha uzaklaşmıştı. Açıkta, dört ya da beş yüz metre yükseklikteki bir sivri tepenin eteğinde uzanan kumsalın bir fersah kadar uzağındaydı. Filika benimle birlik­ te Kaptan Nemo'yu, mürettebattan iki adamı, bir 557

JULES VERNE

kronometre, bir dürbün ve bir barometreden olu­ şan aletleri taşıyordu. Kıyıya doğru yolculuğumuz sırasında çok sayıda balina gördüm. Bunlar Güney denizlerine özgü üç türe ait balinalardı: İngilizlerin "right-whale" adını verdikleri, sırt yüzgeci olmayan gerçek balina ya da dişsiz balinalar; karnında oluk bulunan, geniş yüz­ geçli bir balaenoptera cinsi olan beyazımsı kam­ bur balinalar ve son olarak da bu deniz memelileri arasında en hareketlileri olan kahverengimsi Fin balinaları. Bu güçlü hayvanlar, gemilerin duman burgaçlarına benzeyen hava ve buhar sütunları­ nı yükseklere püskürttüğü zaman etrafa yayılan ses, çok uzaklardan duyulabilir. Bu hayvanlar, sa­ kin sularda sürüler halinde oynarlar. Güney Kutbu havzasının avcıların çok sık tuzağa düşürdüğü bu hayvanlara sığınak olduğunu görüyordum. Bu yolculuk sırasında, balinalardan başka, öbekler oluşturan yumuşakçalar olan salpların meydana getirdiği uzun, beyazımsı şeritleri ve kendilerini dalgaların kucağına bırakmış büyük medusaları fark ettim. Saat dokuzda karaya vardık. Gökyüzü aydınlanı­ yor; bulutlar güneye doğru ilerliyordu. Sis, suların soğuk yüzeyini terk ediyordu. Kaptan Nema, gö­ zetleme noktası olarak kullanmak istediği sivri te­ peye doğru yöneldi. Fümerollerden çıkan kükürtlü dumanın etkisiyle yoğunlaşmış havanın ortasında, sivri lav kütleleri ve sünger taşlarının üzerinde zor bir tırmanış oldu bu. Kaptan, karaya uzun süredir ayak basmayan bir adama göre, en dik yokuşlara benden çok daha hızlı, adeta bir dağ keçisi avcısını kıskandıracak kadar ustaca tırmanıyordu. 5 58

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Yarı porfir yarı bazalt olan bu tepenin doru­ ğuna ulaşmak iki s aatimizi aldı. Tepeye varın­ ca önümüz de alabildiğine uzanan engin denizi izlemeye koyulduk. Denizin kuzeydeki bitiş çiz­ gisi açıkça görülüyordu. Ayaklarımızın altın­ da uzanan buzullar beyazlıklarıyla gözlerimizi kamaştırıyordu. Başımızın üzerinde ise, sisler 559

JULES VERNE

arasında z aman zaman ortaya çıkan soluk bir gökyüzü vardı. Kuzey yönünde, bir ateş topuna benzeyen güneş kursunun kenarlan ufkun etki­ siyle daha şimdiden kırılmış gibi görünüyordu. Suların içinden demetler halinde yüzlerce fıski­ ye yükseliyordu; hepsi de çok güzeldi. Nautilus, uzakta uyuyan bir deniz memelisini andırıyor­ du. Arkamızda, güneye ve doğuya doğru dev bir kara p arçası, kayalar ve buzulların oluşturduğu , ucu bucağı görünmeyen kaotik bir yığın uzanı­ yordu. Doruğa ulaşan Kaptan Nema, barometre yar­ dımıyla tepenin yüksekliğini ölçtü; çünkü koordi­ natları belirlemek için yapacağı gözlem sırasında bulunduğu yerin yüksekliğini de göz önünde bu­ lundurması gerekiyordu. On ikiye çeyrek kala , yalnızca ışık kırılması sonucunda görülen güneş, altın bir çember gibi ortaya çıktı ve bu ıssız karanın, insanlann henüz dolaşmadıkları bu denizlerin üzerine son ışıkla­ nnı saçtı. Kaptan Nema, bir ayna yardımıyla ışık kırıl­ masını düzelten mikrometreli dürbünüyle, çok uzun bir eğri çizerek ufukta batmaya başlayan güneşi gözlemledi. Ben kronometreyi tutuyor­ dum. Kalbim hızla çarpıyordu. Eğer güneşin tam yarısının ufukta kaybolduğu an, kronometrenin gösterdiği öğle saatiyle kesişirse; kutup noktasın­ dayız demekti. "Öğle ! " diye bağırdım. Kaptan Nemo, ufuk çizgisinin güneşi tam iki eşit parçaya böldüğünü gösteren dürbünü bana vererek: 560

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Güney Kutbu! " diye cevap verdi ciddi bir sesle. Güneşten yayılan son ışıklarının üzerinde durduğumuz tepeyi nasıl çevrelediğine ve gölge­ lerin yavaş yavaş yokuşlardan yukarı tırmanışına baktım. Tam bu sırada, Kaptan Nemo elini omuzuma koyarak: "Beyefendi," dedi, "Hollandalı Gheritk, 1600 yılında fırtına ve akıntılarla sürüklenerek, 64° güney enlemine ulaştı ve Güney Shetland'i keş­ fetti. 17 Ocak 1773' te , ünlü Cook, otuz sekizinci meridyeni takip ederek 67° 30' enlemine geldi ve 30 Ocak 1774'te yüz dokuzuncu meridyen üzerinden 71° 1 5 ' enlemine ulaştı. 1819' da Rus B ellinghausen altmış dokuzuncu paralel üze­ rinde bulunuyordu ve 1 821'de de 111° b atı boy­ lamı üzerinden altmış altıncı p araleli kesmişti. 1820' de İngiliz Brunsfield altmış beşinci derece­ de durduruldu. Aynı yıl anlattıkları birbiriyle çe­ lişen Amerikalı Morrel, kırk ikinci meridyen üze­ rinde ilerlerken 70° 14' enleminde serbest denizi keşfetti. 1825 ' te İngiliz Powel altmış ikinci dere­ ceyi geçemedi. Aynı yıl, basit bir fok avcısı olan İngiliz Weddel, otuz beşinci meridyen üzerinde 72° 14' enlemine ve otuz altıncı meridyen üze­ rinden 7 4 ° 15' enlemine kadar ilerledi. 1829' da Chanticleer'in komutanı İngiliz Forster, 63° 26' enlemi ve 66° 26' boylamına vardığında az kal­ sın Antarktika kıtasını ele geçiriyordu. 1 Şubat 1813 'te İngiliz Biscoe , 68° 50' enlemine vardı­ ğında Enderby topraklarını, 5 Şubat 1832' de 67° enleminde Adelaide topraklarını ve 21 Şub atta 64 ° 45 ' enleminde Graham topraklarını keşfetti. 561

JULES VERNE

1839'da 62° 5 7 ' enleminde b ankizin önünde dur­ mak zorunda kalan Fransız Dumont d'Urville, Louis-Philip topraklarını buldu. D 'Urville , bun­ dan iki yıl sonra 21 Ocakta, güneyde başka bir noktada 66° 30' da Adelie topraklarına ve bundan sekiz gün sonra da 64° 40'da Clarie kıyısına adı­ nı verdi. 1838'de İngiliz Wilkes beşinci meridyen üzerinde seyrederek altmış dokuzuncu p aralele kadar ilerledi. 1839' da İngiliz B alleny kutup dai­ resinin sınırları üzerindeki Sabrina topraklarını keşfetti. Son olarak, 1842'de , İngiliz James Ros s , Erebus ve Terror adlı gemiyle bölgeye giderek 12 Ocakta 76° 56' enlemi ve 17°1 7 ' doğu boy­ lamında Victoria topraklarını buldu . Ross , aynı ayın 23'ünde, yetmiş dördüncü paralele ulaştı; burası dünyanın o gün e kadar ulaşılan en al­ çak noktasıydı. Rossi, sırasıyla ayın 27'sinde 76° 8' ya, 28'inde 77° 32'ya, 2 Şubatta 78° 4'ya indi. 1842 yılında yetmiş birinci dereceye ulaştı ve bu noktayı aşamadı. Peki ya ben, Kaptan Nemo, 21 Mart 1868 günü, doksanıncı derece üzerinde Güney Kutbu'na ulaştım ve yeryüzünün bilinen altıncı kıtası olan bu bölgeye el koyuyorum." "Kimin adına Kaptan ?" "Kendi adıma, beyefendi!" Kaptan Nemo bunu söyledikten sonra üzerin­ de altından kocaman bir N harfi yazılı olan siyah bir bayrak açtı. Sonra son ışıkları ufukta süzülen güneşe doğru dönerek: "Elveda güneş ! " diye bağırdı. "Artık gözden kaybol parlak yıldız ! Bu özgür denizin altında uy­ kuya dal ve bırak yeni topraklarımın üzerinde altı aylık bir gecenin gölgeleri yayılsın! " 562

xv

KAZA MI YOKSA BASİT BİR OLAY MI?

Ertesi gün, yani 22 Martta, henüz sabahın altı­ sında yol hazırlıklarına başlamıştık. Şafağın son ışıklan gecenin içinde kaybolup gidiyordu. Kes­ kin bir soğuk vardı. Takımyıldızlar gökyüzünde şaşırtıcı bir yoğunlukla ışıldıyordu. Zirvede, An­ tarktika bölgesinin kutup yıldızı olan Güney Haçı parlıyordu. Termometre sıfırın altında on iki dereceyi gösteriyordu. Rüzgarın hızı arttıkça insanın canı derisine iğneler batmış gibi acıyordu. Serbest suların üzerindeki buz parçalan çoğalmış; de­ niz her yandan donmaya yüz tutmuştu. Suyun yüzeyinde biriken çok s ayıda siyahımsı tabaka, yeni buzların oluşmakta olduğunun habercisiydi. Kışın altı ay boyunca tümüyle donan Güney Ku­ tup havzası hiçbir şekilde aşılamaz hale geliyor­ du; peki bu süre zarfında balinalar ne yapıyordu acaba? Herhalde yaşamaya daha elverişli yerler aramak için bankizin altına geçiyorlardı. Fok ve morslara gelince, onlar en sert iklimlere dayan­ maya alışkın olduklarından buzlarla kaplı bu bölgede kalıyorlardı. Bu hayvanların, buzlalarda delikler açmak ve bunları sürekli olarak açık tut564

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

mak gibi bir içgüdüleri vardı. Nefes almak için bu deliklere geliyorlardı. Soğuktan kaçan kuşlar ku­ zeye göçtüğü zaman bu deniz memelileri Güney Kutbu'nun tek hakimi oluyorlardı. Bu arada, Nautilus 'un su depolan dolmuştu ve gemi yavaş yavaş suya dalıyordu. Bin ayak derinliğe ulaşınca durdu. Pervane sulan dövme­ ye, gemi de saatte on beş mil hızla kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Akşama doğru, bankizin uç­ suz bucaksız kabuğunun altında yol almaya baş­ lamıştık bile. Nautilus'un gövdesinin suya gömülü bir buz kütlesine çarpma ihtimali karşısında önlem olarak salon camının kapaklan kapatılmıştı. O günü not­ lanmı temize çekerek geçirdim. Aklım kutup anı­ lanyla doluydu. Bu ulaşılmaz noktaya hiç yorul­ madan, hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan, sanki yü­ zen vagonumuz tren raylannın üzerinde kayıyor­ muş gibi kolayca ulaşmıştık. Şimdi de gerçekten dönüşe geçmiştik. Dönerken bizi nasıl sürprizler bekliyordu acaba? Denizlerin altında karşılaşılan harikalar sınır tanımadığına göre, bizi bekleyen başka sürprizler olmalıydı! Bir rastlantının bizi sürüklediği bu gemide geçen beş aydan bu yana, on dört bin fersah yol katetmiştik; Ekvator'un çev­ re uzunluğundan daha fazla olan bu yol boyunca karşılaştığımız pek çok ilginç ve korkutucu olay yolculuğumuza renk katmıştı. Crespo ormanla­ nndaki av, Torres Boğazı'nda karaya oturuşumuz, mercan mezarlığı, Seylan'daki inci tarlalan, Vigo Körfezi'nde gördüğümüz milyonlar, Atlantis, Gü­ ney Kutbu! Gece boyunca tüm bu anılar rüyaları­ ma girdi ve bana bir an bile rahat vermedi. 565

JULES VERNE

Sabah s aat üçte, şiddetli bir sarsıntının etki­ siyle uyandım. Yatağımda doğrulmuş karanlığın ortasında etrafı dinliyordum ki tam o sırada bir­ den şiddetle odanın ortasına devrildim. Muhte­ melen Nautilus bir darbe almış ve sonrasında yan yatmıştı. Duvarlara tutuna tutuna koridorlardan sürü­ nerek tavanındaki ışığın aydınlattığı salona kadar gittim. Mobilyalar yere devrilmişti. Ayaklanndan sıkıca yere tutturulmuş olan vitrinler yerlerinde duruyordu neyse ki. Geminin sancak tarafındaki resimleri sarsıntının etkisiyle halılara yapışmış­ tı. İskele tarafındakilerin ise alt kenarları duvar­ dan bir ayak açılmış, çivilerine asılı olarak ayakta sallanıyordu. Demek ki Nauti1us sancak tarafına doğru yan yatmıştı; üstüne üstlük tümüyle hare­ ketsizdi. Geminin içinde ayak sesleri ve belli belirsiz bazı sesler yankılanıyordu. Ama Kaptan Nema ortalıkta görünmedi. Tam salondan aynlacağım sırada Ned Land ile Conseil içeri girdiler. Onlara hemen: "Ne oldu?" diye sordum. "Ben de beyefendiye onu sormaya geldim," dedi Conseil. . "Hay aksi şeytan! " diye bağırdı Kanadalı. "Ben ne olduğunu çok iyi biliyorum! Nauti1us bir yere çarptı. Ama geminin yan yatışına bakılırsa, bu kez Torres Boğazı'nda olduğu gibi ucuz kurtula­ cağımıza inanmıyorum ben." "İyi ama," dedim, "en azından su yüzeyine çı­ kabildik mi?" "Bilmiyoruz," diye cevap verdi Conseil. 566

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Bunu anlamak kolay," dedim. Manometreye baktım. Büyük bir şaşkınlıkla üç yüz altmış metreyi gösterdiğini gördüm. "Bu da ne demek oluyor şimdi? " diye bağırdım. "Kaptan Nemo'ya sormak gerek," dedi Conseil. "Nerede bulacağız onu ? " diye sordu Ned Land. "Beni takip edin," dedim. Salondan çıktık. Kütüphanede kimsecikler yoktu. Orta merdivenler ve mürettebat odası da bomboştu. Kaptan Nemo'nun dümenci köşkünde görev başında olabileceğini düşünüyordum. En iyisi beklemekti. Üçümüz de salona döndük. Kanadalının yakınmalarından hiç söz etmeye­ ceğim. Çılgına dönmek için fırs at bulmuş gibiydi. Ona hiç cevap vermeden, içindeki bütün öfkeyi açığa vurmasına izin verdim. Yirmi dakika boyunca gemide çıkan en ufak sesi bile duymaya çalışarak bekledik; tam o sıra­ da Kaptan Nemo içeri girdi. Bizi fark etmiş gibi görünmüyordu. Sakinliğine alıştığımız Kaptan'ın görünüşü bu kez kaygı duyduğunu ele veriyordu. Sessizce pusulaya, manometreye baktı; parma­ ğını haritanın güney denizlerini gösteren bölü­ mündeki bir nokta üzerinde gezdirdi. İşine karışmak istemedim. Biraz sonra bana doğru dönünce, Torres Boğazı'ndayken bize söy­ lediği şeyi tekrarlayarak ona: "Önemsiz bir olay mı, Kaptan? " diye sordum yalnızca. "Hayır beyefendi," diye cevap verdi. "Bu kez bir kaza söz konusu. " "Mühim bir hadise mi?" "Belki." 567

JULES VERNE

"Tehlike yakın mı?" "Hayır." "Nautiius karaya mı oturdu? " "Evet." "Kaza nasıl oldu?" "Doğanın bir oyunu sonucunda; insan hatası değil. Yaptığımız manevralarda en ufak bir yan­ lışlık yok. Bununla beraber, doğadaki dengelerin etkisini engelleyemezdik. İnsanların koyduğu ka­ nunları hiçe sayabilirsiniz ama doğa kanunlarına karşı direnmek imkansızdır." Kaptan Nemo, bu felsefi akıl yürütmeye giriş­ mek için tuhaf bir zaman seçmişti doğrusu. So­ nuç olarak, bana verdiği cevaptan hiçbir şey öğ­ renememiştim. "Peki bu kazanın nedenini öğrenebilir miyim, Kaptan? " diye sordum. "Devasa bir buz kütlesi, daha doğrusu bütün bir dağ ters döndü," diye cevap verdi. "Buzdağla­ rının altı daha sıcak suların ya da düzenli olarak tekrarlanan darbelerin etkisiyle oyulduklannda, ağırlık merkezleri yükselir. O zaman bir bütün ha­ linde devrilip ters dönerler. İşte şimdi de olan bu. Buz kütlelerinden biri ters dönerek suyun altında yüzen Nautilus ' a çarptı. Daha sonra bu kütle, göv­ desinin altına doğru kayarak gemiyi karşı konul­ maz bir güçle yukan kaldırdı ve yoğunluğu daha az olan katmanlara sürükledi. Şimdi burada, buz kütlesinin üzerinde yan yatmış duruyoruz. " "Nautilus'un su depolarını boşaltarak kurtula­ maz mıyız ?" " Şu anda biz de bunu yapıyoruz, beyefendi. Pompaların çalıştığını duyabilirsiniz. Manomet5 68

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

renin ibresine bakın; Nautilus 'un yukarıya doğru çıktığını gösteriyor ama buz kütlesi de onunla birlikte yükseliyor. Buz kütlesinin yükselmesini durduracak bir engel ortaya çıkmadıkça bizim durumumuz da değişmeyecek." Gerçekten de Nautilus hala sancak tarafına doğ­ ru yatmış durumdaydı. Kütle kendi kendine dur­ duğunda, kuşkusuz gemi yeniden doğrulacaktı. Ama şu an bankizin üst kısmına çarpıp çarpama­ yacağımızı, iki buz kütlesi arasında korkunç bir biçimde ezilip ezilmeyeceğimizi kim bilebilirdi ki? Bu durumun doğurabileceği bütün sonuçlan düşünüyordum. Kaptan Nema manometreden gözünü ayırmıyordu. Buzdağının devrilmesin­ den bu yana Nautilus, yaklaşık yüz elli ayak kadar yükselmişti. Ama hala dengede değil; eğik du­ rumdaydı. Birden geminin gövdesinde hafif bir hareket­ lilik hissettik. Nautilus biraz doğrulmuştu kuşku­ suz. Salonda asılı resimler gözle görünür biçim­ de eski halini almıştı. Duvarlar da yeniden dikey konumlarına kavuşuyordu. Hiçbirimiz konuşmu­ yorduk; yüreğimiz ağzımızda geminin yavaş ya­ vaş doğrulduğunu hissediyorduk. Ayaklarımızın altındaki zemin de yatay durumuna dönüyordu. Aradan on dakika geçti. "Sonunda doğrulduk! " diye bağırdım. Kaptan Nemo salonun kapısına doğru giderken: "Evet," dedi. "Yüzecek miyiz peki?" diye sordum. "Kuşkusuz, " diye cevap verdi Kaptan, " ama depolarımız henüz tam boşalmadı; boşalır boşal­ maz Nautilus deniz yüzeyine çıkacaktır. " 569

JULES VERNE

Kaptan dışan çıktı. Çok geçmeden Kaptan'ın emirleri doğrultusunda Nautilus'un yukan doğru ilerleyişinin durduğunu fark ettim. Çünkü nere­ deyse bankizin alt kısmına çarpacaktık; dolayı­ sıyla bu durumda gemiyi su yüzeyinin hemen altında tutmak daha mantıklıydı. "Ucuz kurtulduk!" dedi Conseil. "Evet," dedim. "Bu buz kütlelerinin arasında ezilebilir ya da en azından hapis kalabilirdik. O zaman da havayı yenileyemediğimizden dolayı . . . Evet! Bütün bunlardan ucuz kurtulduk! " "Eğer tehlike geçtiyse tabii! " diye mırıldandı Ned Land. Kanadalıyla gereksiz bir tartışmaya girmek is­ temediğim için ona cevap vermedim. Zaten tam o sırada kapaklar açılmış, dışarıdan gelen ışık ge­ niş pencerelerden içeriye dolmuştu. Söylediğim gibi etrafımız tamamen sularla kaplıydı. Ama Nautilus'un dört bir yanı, on met­ re ötemizde uzanan göz kamaştırıcı parlaklık­ taki buzdan duvarlarla çevriliydi. Geminin hem yukarısında hem de aşağısında aynı duvarlar vardı. Bankizin alt yüzeyi, geminin üzerinde dev bir tavan gibi uzanıyordu. Altımız da duvardı; çünkü devrilen buz kütlesi yavaş yavaş kaymış, yan duvarların üzerinde onu şimdi bulunduğu durumda tutan iki dayanak noktası bulmuştu. Nautilus, içerisi durgun suyla kaplı yaklaşık yirmi metre genişliğinde gerçek bir buz tünelinde hap­ solmuştu. Yani geminin öne ya da arkaya doğru giderek buradan çıkması ve böylece birkaç yüz metre aşağıda, bankizin altında serbest bir geçit bulması kolaydı. 570

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Tavandaki ışıklar sönmüştü ama salona yine de yoğun bir aydınlık hakimdi çünkü borda fene­ rinden çıkan ışık, buz duvardan yansıyarak içeri doluyordu. Pillerden elde edilen ışığın, bu büyük kütlelerde yarattığı etkiyi tasvir etmek çok zor. İçindeki kıvrımların yapısına bağlı olarak buz küt­ lesinin her kenarından, her köşesinden, her kü­ çük yüzeyinden farklı bir ışık yansıyordu. Burası, özellikle de safırlerden çıkan mavi ışık demetleri­ nin zümrütlerin yeşiline karıştığı, göz kamaştırıcı bir mücevher madeni gibiydi. Etrafta süt beyazı renkler oynaşıyordu. Bu renklerden yansıyan ışık göz kamaştıran ateş rengi elmasları andırıyor­ du. Borda fenerinden sızan ışığının gücü, bu buz tüneli içinde liman fenerlerindeki merceklerden geçen ışıklar gibi yüz katına çıkmıştı. "Ne kadar güzel! Ne kadar güzel! " diye bağırdı Conseil. "Evet! " dedim. "Bu harika bir manzara. Öyle değil mi Ned?" "Eh! Aksi şeytan! Evet!" diye karşılık verdi Ned Land. "Harika bir manzara! Bu konuda sizinle aynı düşünceyi paylaşmak zorunda kalmak beni deli ediyor. Böylesi bir güzellik daha önce görül­ memiştir. Ama unutmayın ki, böyle bir manzara bize çok pahalıya mal olabilir. Ne düşündüğümü söylemem gerekirse, Tann'nın insan gözüne ya­ sakladığı şeyleri gördüğümüze inanıyorum! "

Ned haklıydı. Bu görüntü fazlasıyla güzeldi. Bir­ den Conseil'in çığlığı üzerine ona doğru döndüm: "Ne oldu?" diye sordum. "Beyefendi gözlerini kapatsınlar! Beyefendi bakmasınlar! " 571

JULES VERNE

Conseil, bunları söylerken, bir yandan da elleriyle gözlerini örtüyordu. "Neyin var, oğlum? " "Gözlerim kamaştı efendim, kör oldum. " Bakışlarım istemsizce cama doğru yöneldi ama gördüğüm ışığa dayanamadım. Ne olduğunu anlamıştım. Nautilus hızla çalış­ maya başlamıştı. Buzdan duvarların üzerinden yansıyan bütün o s akin parıltılar şimdi şimşek gibi çakan çizgilere dönüşmüştü. Binlerce elmas­ tan çıkan bu ışıltılar birbirine karışıyordu. Per­ vanenin itişiyle ilerleyen Nautilus, şimşeklerden oluşan bu kının içinde yol alıyordu. Salonun kapakları kapandı. İnsanın gözleri güneş ışığından fazlasıyla etkilendiği z aman re­ tinanın önünde birtakım ışıklar uçuşur; şimdi de benzer bir şey olmuştu ve gözlerimizi ellerimizle kapatıyorduk. Gözlerimizin eski haline kavuşma­ sı için bir süre geçmesi gerekirdi. Sonunda ellerimizi indirebildik. "İnanın, böyle bir şey aklıma bile gelmezdi," dedi Conseil. "Ya ben, böyle bir şeye hala inanamıyorum! " diye karşılık verdi Kanadalı. "Gördüğümüz bütün bu doğa harikalarına doymuş olarak yeryüzüne dönünce," diye ekledi Conseil, "o sefil kara parçalan ve ins an elinden çıkmış bütün o küçük şeyler hakkında acaba ne düşüneceğiz? İnsanların yaşadığı dünya artık bize göre değil! " Bu sakin Flamanın ağzından böyle sözler dö­ külmesi, hayranlığımızın hangi noktaya ulaştığı­ nı gözler önüne seriyordu. Ama Kanadalı araya 572

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

girmekten ve söyledikleriyle üzerimizde soğuk duş etkisi bırakmaktan geri kalmadı. "İnsanlann yaşadığı dünya! " dedi başını salla­ yarak. "Sakin ol dostum Conseil; zaten oraya hiç dönmeyeceğiz ! " Saat sabahın beşiydi. Tam o sırada, Nautilus 'un pruvasında bir sarsıntı meydana geldi. Mahmu­ zun bir buz kütlesine çarptığını anladım. Yanlış bir manevra yapmış olmalıydık çünkü buz kütle­ leri ile çevrili bu su altı tüneli içerisinde kolayca ilerlemeye elverişli değildi. Kaptan Nemo'nun yolunu değiştirerek buzdan engellerin çevresini dolaştığını ya da buz tünelinin kıvnmlannı izle­ yerek ilerlediğini düşündüm. Her durumda ileri doğru yol almak durumundaydık. Fakat Nautilus hiç beklemedik bir şey yaparak, belirgin bir bi­ çimde geriye doğru gitmeye başladı. "Geriye doğru mu gidiyoruz ? " diye sordu Conseil. "Evet," diye cevap verdim. "Tünelin bu tarafı kapalı olmalı." "Yani? " "Yani," dedim, "yapacağımız manevra çok ba­ sit. Geri döneceğiz ve tünelin güneydeki ağzından çıkacağız. İşte hepsi bu. " Böyle konuşarak aslında hiç de olmadığım kadar emin görünmeye çalışıyordum. Bu arada Nautilus 'un

geriye doğru yol alışı hızlanmıştı, per­

vane tersine doğru dönerek bizi büyük bir hızla sürüklüyordu. "Biraz gecikeceğiz," dedi Conseil. "Ne fark eder? Ha birkaç saat eksik ha birkaç saat fazla. Yeter ki buradan çıkalım. " 573

JULES VERNE

"Evet," diye tekrarladı Ned Land, "yeter ki çı­ kalım. " Birkaç dakika boyunca, s alonla kütüphane arasında mekik dokudum. Dostlarım yerlerine oturmuş, hiç konuşmuyorlardı. Biraz sonra ken­ dimi koltuğa attım ve elime bir kitap aldım. Kitabı okumuyor, yalnızca gözlerimi üzerinde gezdiri­ yordum. On beş dakika sonra Conseil yanıma yaklaşıp: "Beyefendinin okudukları ilginç mi?" diye sor­ du. "Çok ilginç, " diye cevap verdim. "Sanının öyle. Beyefendi kendi kitaplarını okuyorlar! " "Benim kitabım mı?" Gerçekten de elimde Denizaltı Derinliklerinin S ırları nı tutuyordum. Farkında bile değildim. Ki­ tabı kapattım ve yeniden dolaşmaya başladım. Ned ve Conseil gitmek üzere ayağa kalktı. Onları durdurarak: "Benimle kalın dostlarım, " dedim. "Bu çıkmazı aşana kadar birlikte olalım." "Beyefendi nasıl isterlerse," diye cevap verdi Conseil. Birkaç saat geçti. Sık sık salonun duvarına asılı aletleri gözden geçiriyordum. Manometre Nautilus 'un üç yüz metre derinlikte olduğunu, pu­ sula sürekli güneye gittiğini, parakete ise saatte yirmi millik bir hızla ilerlediğini gösteriyordu; bu hız böylesi dar bir alan için oldukça fazlaydı. Ama Kaptan Nemo, fazla gecikmemesi gerektiğini ve burada geçen her dakikanın bir yüzyıla denk ol­ duğunu biliyordu. '

574

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Sekizi yirmi beş geçe, bu kez pupa tarafından ikinci bir darbe hissedildi. Rengim sararmıştı. Dostlanm bana doğru yaklaştılar. Conseil'in eli­ ni tuttum. Birbirimize baktık. Eğer konuşsaydık düşüncelerimizi bu kadar açıkça paylaşamazdık herhalde. Tam o sırada Kaptan salona girdi. Ona doğru ilerledim. "Güneye giden yol kapalı mı?" diye sordum. "Evet beyefendi. Buzdağı dönerken bütün çı­ kışları kapatmış. " "Sıkıştık mı?" "Evet. "

575

XVI HAVASIZLIK

Nauti1us'un her tarafı, üstü, altı, aşılmaz bir

buz duvarla örtülüydü. Bankizin esiriydik! Ka­ nadalı güçlü yumruğunu masaya vurdu. Conseil susuyordu. Bense Kaptan'a bakıyordum. Yüzün­ de her zamanki soğukkanlı ifade vardı. Kollarını kavuşturmuştu. Düşünüyordu. Nautilus hareket­ sizdi. Kaptan söze girdi: "Beyler," dedi sakin bir sesle, "içinde bulundu­ ğumuz koşullarda iki şekilde ölebiliriz. " Bu garip adam, derste öğrencilerine ispat an­ latan bir matematik öğretmeni edasıyla konuşu­ yordu. "Bunlardan ilki," diye sürdürdü konuşmasını, "ezilerek ölmek. İkincisi ise, havasızlıktan boğu­ larak ölmek. Açlıktan ölmeyi hesaba katmıyo­ rum, çünkü Nautiius'taki erzak, bizden daha uzun süre dayanacaktır. O halde ezilme ve boğulma ih­ timalleri üzerinde duralım." "Kaptan," dedim, "bo ğulma ihtimalinden kay­ gı duymamıza hiç gerek yok; çünkü hava depola­ rımız dolu." "Doğru," diye devam etti Kaptan, "ama yalnız­ ca iki günlük havamız var. Otuz altı saattir su5 76

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yun altındayız. Nautilus 'un havası daha şimdiden ağırlaştı ve artık yenilenmesi gerekiyor. Kırk se­ kiz saat içinde yedek havamız tükenmiş olacak." "Pekala Kaptan! Biz de kırk sekiz s aat içinde kurtuluruz o zaman! " "Bunu deneyeceğiz, en azında etrafımızı çev­ releyen duvarı delerek. " "Hangi noktasından deleceğiz? " diye sordum. "Bunu bize iskandille yaptığımız denemeler söyleyecek. Nautilus'u alttaki buz kütlesi üzerine oturtacağım; adamlarım da dalgıç giysilerini gi­ yip buzdağının en ince yerini kıracaklar." "Salonun kapaklarını açabilir miyiz? " "Hiçbir s akıncası yok. Daha fazla ilerleyemiyo­ ruz zaten." Kaptan Nemo çıktı. Çok geçmeden duyduğum ıslık seslerinden, depolara deniz suyu doldurul­ duğunu anladım. Nautilus yavaşça alçaldı ve üç yüz elli metre derinliğe varınca zemindeki buza oturdu. Üç yüz elli metre, altımızda kalan buz kütlesinin denizin içinde durduğu derinliğe işa­ ret ediyordu. "Dostlarım," dedim, "durumumuz gerçekten ciddi ama ben sizin cesaretinize ve gücünüze gü­ veniyorum." "Beyefendi," diye cevap verdi Kanadalı, "za­ man suçlamalarımla sizi sıkacağım zaman değil. Herkesin iyiliği için elimden ne geliyorsa yapma­ ya hazırım." Kanadalıya elimi uzatarak: "Güzel, Ned," dedim. "Zıpkın kadar," dedi Kanadalı, "kazma kullan­ makta da usta olduğum için, eğer bana gereksi577

JULES VERNE

nim duyarsa, Kaptan'a yardımcı olabileceğimi de eklemek isterim. " "Yardımınızı reddetmeyecektir. Gelin Ned." Kanadalıyı mürettebatın dalgıç giysilerini giy­ diği odaya götürdüm. Ned'in önerisini Kaptan'a ilettim. Kaptan da kabul etti. Kanadalı deniz giy­ silerini giydi ve çok geçmeden çalışma arkadaş­ lan gibi o da hazırdı. Her birinin sırtında depo­ lardan temin edilmiş temiz havayla dolu birer Rouquayrol aracı vardı. Nautilus'un yedek ha­ vasından önemli ama bir o kadar da gerekli bir miktarı ödünç alınmıştı. Borda fenerinin her yeri aydınlattığı, etrafa ışıklar saçan bu sulann orta­ sında Ruhmkorff aletlerine gereksinim yoktu. Ned giyinince, kapakları ardına kadar açılmış olan salona döndüm. Conseil'in yanına oturup Nautilus'un bulunduğu bu yerdeki buz tabakala­ rını incelemeye koyuldum. Biraz sonra buz setinin üzerine inen on iki kişi­ yi gördük. Bu adamların arasında Ned Land, uzun boyuyla kolayca seçilebiliyordu. Kaptan Nema da onlarla birlikteydi. Adamlar buz duvan delme girişimlerinden önce, Kaptan onlara çalışacaklan yeri bulmalannı sağlayacak sondajlan yaptırdı. Uzun burgular yan duvarlara daldınldı ama bu duvarlar burgulara on beş metreden sonra bile geçit vermiyordu. Tavan yüzeyini denemekse gereksizdi çünkü burası yük­ sekliği dört yüz metreden fazla olan bankizin ken­ disiydi. Bu yüzden Kaptan Nema adamlanna altı­ mızdaki yüzeyi deldirtti. Burada, dışarıdaki suyla aramızda on metre vardı. Bu, buzlanın kalınlığıy­ dı. Şimdi zemindeki buzun içinde Nautilus'un su 578

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kesimi çizgisinin yüzeyine denk gelecek bir parça kesmek gerekiyordu. Yani geminin buzun altına inebileceği bir delik açmak için toplam altı bin beş yüz metreküp buz kazılmalıydı. Çalışmalar hemen başladı ve bitmek tüken­ mek bilmez bir inatla sürdürüldü. Kaptan Nema, daha büyük güçlüklerin doğmasına neden olabi­ leceği düşüncesiyle dev çukuru Nautilus 'un çev­ resi yerine , geminin kıç iskelesinden sekiz metre uzağa kazdırdı. Daha sonra adamlar, belirlenen çukurun çevresini pek çok noktadan aynı anda delmeye başladılar. Aradan çok geçmeden, sivri kazmalar bu sert maddenin üzerine indi ve buz kütlesinden büyük parçalar kopup etrafa yayıl­ dı. Özgül ağırlığın ilginç sonuçlarından birisi ge­ reği, sudan daha hafif olan buz parçaları tünelin tavanına doğru uçuşuyordu; bu durumda aşağı taraf incelirken yukarısı kalınlaşıyordu. Ama alt duvarın kalınlığı aynı oranda azaldığı müddetçe bunun pek bir önemi yoktu. Ned Land, var gücüyle iki saat çalıştıktan son­ ra yorgunluktan bitkin bir durumda gemiye dön­ dü. Onun ve çalışma arkadaşlarının yerini, Con­ seil ile benim de katıldığımız yeni bir grup aldı. Bizi geminin ikinci kaptanı yönetiyordu. Su, tuhaf bir biçimde bana soğuk geldi ama kazmayla cebelleşirken hemen ısındım. Otuz at­ mosfer basınç altında olmama rağmen oldukça rahat hareket edebiliyordum. İki saatlik çalışmadan sonra biraz yemek yiyip dinlenmek için gemiye döndüğümde Rouquayrol aletinden soluduğum saf havayla daha şimdiden karbon asidiyle dolmuş olan Nautilus'un hava579

JULES VERNE

sı arasında belirgin bir fark olduğunu hissettim. Geminin içindeki hava kırk sekiz saatten beri ye­ nilenmemişti ve canlılığı sürdürebilmek için ihti­ yaç duyulan nitelikleri çoktan azalmıştı. Bu arada on iki s aatlik bir sürenin sonunda, çevresinin işa­ retlediğimiz yüzeyin üzerinde yalnızca bir metre kalınlığında, yani yaklaşık altı yüz metreküplük bir buz tabakası kırabilmiştik. On iki saatlik sü­ reler içinde aynı çalışmayı gerçekleştirebileceği­ miz savını kabul edersek, bu tünelden kurtulma girişiminin başarıya ulaşması için daha beş gece, dört güne ihtiyaç vardı. "Beş gece, dört gün ha! " dedim dostlarıma. "Ama depolarda yalnızca iki günlük hava kaldı." "Bu kahrolası hapishaneden çıktığımızda," diye atıldı Ned Land, "temiz havaya ulaşmadan önce bankizin altında bir süre daha kalmamız ge­ rektiğini hesaba katmazsak tabii! " Ned Land'ın söylediği şey tümüyle doğruydu. O halde kurtulmamız için gereken en kısa süreyi kim öngörebilirdi ki? Deniz yüzeyine çıkmadan önce havasızlıktan boğulmayacak mıydık? Yok­ sa Nautiius , içindeki her şeyle birlikte bu buzdan mezarda yok olmaya mahkum muydu? Durum korkunç görünüyordu. Ama her birimiz bununla yüzleşmeye hazırdık ve üzerimize düşeni sonuna kadar yapmaya kararlıydık. Tahmin ettiğim gibi gece boyunca dev yuva­ nın içinde bir metre derinliğinde bir tabaka daha kırılmıştı. Ama s abah yine dalgıç giysile­ rimi giymiş bir şekilde, sıcaklığı sıfırın altında altı ya da yedi derece olan suyun içine indiğim­ de, tünelin yan duvarlarının yavaş yavaş birbi580

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

rıne yaklaştığını fark ettim. Adamların çalış­ masının ve aletlerin işlemesinin ısıtamadığı çukurun uzak yerlerindeki sular donmaya me­ yilliydi. Bu yeni ve çok yakın tehlike karşısında kurtulma olasılığımız neydi? Nautilus'un iç du­ varlarını cam gibi patlatacak olan bu donma olayını nasıl engelleyebilirdik?

581

JULES VERNE

Bizi bekleyen bu yeni tehlikeden dostlarıma hiç söz etmedim. Zaten zor şartlarda yürütülen kurtarma çalışmasında kullandıkları gücü kırmak ne işe yarardı ki? Ama gemiye dönünce, Kaptan Nemo'ya bu durumu bildirdim. En korkunç olay­ lar karşısında bile değişmeyen sakin ses tonuyla: "Biliyorum, " dedi. "Bu yeni bir tehlike ama bu durumdan kurtulacak bir çözüm yöntemi göre­ miyorum. Kurtuluş için tek şansımız, suyun don­ masından daha hızlı davranmak. Çözüm, bu ya­ nşta birinci gelmekte. Hepsi bu. " Birinci gelmek! Aslında bu konuşma biçimine alışmış olmalıydım ! O gün saatler boyunca inatla kazma salladım. Bu çaba beni ayakta tutuyordu. Zaten çalışmak; aynı zamanda Nautilus'tan dışan çıkmak, doğru­ dan depolardan alınan ve sırtımızdaki araçların bize sağladığı temiz havayı solumak, geminin içindeki ağırlaşmış ve bozulmuş havadan uzak­ laşmak anlamına geliyordu. Akşama doğru çukur bir metre daha kazılmış­ tı. Gemiye döndüğümde, havayı kaplayan kar­ bon asidiyle az kalsın boğuluyordum. Ah! Neden bizi bu zararlı gazdan kurtaracak kimyasal yön­ temlere sahip değildik s anki! Oksijenimiz zaten vardı. Bizi çevreleyen sular çok miktarda oksijen içeriyordu ve eğer güçlü pillerimiz yoluyla bu maddeyi çözündürmeyi başarabilsek, bize hayat verecek havayı elde edebilirdik. Bu konuda çok düşünmüştüm ama bu neye yarardı ki; nefes alıp verişimiz sonucunda ortaya çıkan karbon asidi, geminin bütün bölümlerini kaplamıştı bile. Ze­ hirli gazı soğurmak için depoları potas kostikle 582

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

doldurmak ve onları hiç durmadan sallamak ge­ rekiyordu. Gemide ne bu madde vardı ne de bu­ nun yerini tutabilecek herhangi bir şey. Kaptan Nemo'nun o gece gemideki hava de­ polarının musluklarını açıp içeriye biraz saf hava vermesi gerekiyordu. Eğer bu önlem alınmazsa sabaha uyanamayacaktık. Ertesi gün, 26 Martta, beşinci metrenin kırıl­ masına başlanılan kazma işine döndüm. Ban­ kizin yan duvarları ve alt yüzeyi gözle görülür biçimde kalınlaşıyordu. Nautilus buradan kurtu­ lamadan birleşecekleri kesindi. Bir an içimi bir ümitsizlik kapladı. Neredeyse kazma elimden düşecekti. Vahşilerin bile henüz icat etmediği bir işkence biçimiyle burada boğularak, taşa dö­ nüşen suların altında ezilerek öleceksem eğer, kazma neye yarardı ki? Bir canavarın karşı konu­ lamaz biçimde birbirine yaklaşan iki çenesi ara­ sındaydım s anki. O sırada işi idare eden ve kendisi de çalışan Kaptan Nema yanımdan geçti. Onu durdurdum ve hapishanemizin duvarlarını gösterdim. San­ cak tarafındaki duvar, Nautilus 'a çok yaklaşmıştı; arada sadece dört metre kalmıştı. Kaptan ne demek istediğimi anladı ve onu iz­ lememi işaret etti. Gemiye girdik. Dalgıç giysimi çıkarıp salona gittim. "Bay Aronnax, ,, dedi kaptan, "kahramanca

yöntemler denemeliyiz, yoksa çimento gibi do­ ,, nan suyun içinde gömülüp kalacağız. "Evet! " dedim. "Ama ne yapmalı?" "Ah ! " dedi Kaptan. "Keşke gemim bu basınca ezilmeden dayanacak kadar güçlü olsaydı! " 583

JULES VERNE

Kaptan'ın ne demeye çalıştığını anlayama­ mıştım. "Yani? " diye sordum. "Suyun donmasının aslında işimize geleceği­ ni anlamıyor musunuz ? " dedi. "Su donarak bizi hapseden bu buz kütlelerini patlatırdı; tıpkı do­ narak en sert kayaları parçaladığı gibi! Böylece bi­ zim için felaket değil kurtuluş yolu olurdu; bunu görmüyor musunuz ! " "Evet Kaptan, belki de. Ama Nautilus ezilmeye karşı ne kadar dayanıklı olursa olsun, bu korkunç basıncı kaldıramaz, bir sac tabakası gibi dümdüz olurdu. " "Biliyorum, beyefendi. Demek ki doğanın yar­ dımına bel bağlamaktansa, kendimize güvenme­ liyiz. Suyun donmasına karşı koymalıyız. Bunun önünü almak zorundayız. Yalnızca yan duvarlar sıkıştırmıyor bizi; Nautilus'un pruvasının ve pu­ pasının önünde on ayak su bile kalmadı. Her ya­ nımız donuyor." "Geminin depolarındaki yedek hava daha ne kadar süre nefes almamıza yetecek ? " diye sor­ dum . Kaptan yüzüme bakarak: "Yarından sonra," dedi, "hava depoları boşal­ mış olacak." Soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Aslında bu cevaba şaşırmamam gerekmiyor muydu? Na­ utilus kutbun serbest sularına 22 Martta dalmıştı. Bugün ayın 26'sıydı. Beş gündür geminin depo­ larındaki havayla idare ediyorduk! Solunabilecek nitelikteki havayı da çalışanlara ayırmak gereki­ yordu. Bunları yazdığım şu anda, izlenimlerim o 584

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kadar canlı ki; aynı dehşet duygusu elimde olma­ dan bütün varlığımı ele geçiriyor ve şimdi bile ci­ ğerlerimdeki hava bana yetersizmiş gibi geliyor! Bu arada Kaptan Nema hiç kıpırdamıyor, ses­ sizce düşünüyordu. Aklında bir şey olduğu yüzün­ deki ifadeden belliydi. Ama sanki aklından geçen bu düşünceyi kovmak istiyor; kendi kendine bu­ nun imkansız olduğunu söylüyor gibiydi. Sonun­ da dudaklannın arasından şu sözler döküldü: "Kaynar su! " diye mırıldandı. "Kaynar su mu?" diye sordum. "Evet, beyefendi. Dar bir alan içinde sıkışmış durumdayız. Nautilus'un pompalanndan aralık­ sız olarak püskürtülen kaynar su buranın ısısını yükselterek suyun donmasını geciktirmez mi? " Kararlı bir biçimde: "Denemek gerek," dedim. O sırada termometre dışarıdaki ısının sıfırın altında yedi derece olduğunu gösteriyordu. Kap­ tan Nema beni, buharlaşma yoluyla içme suyu üreten büyük damıtma aygıtlarının çalıştığı mut­ fağa götürdü. Aygıtlar suyla doluyor ve pillerden elde edilen elektriğin bütün ısısı, sıvı dolu s armal­ ların içine boşalıyordu. Buradaki suyun sıcaklığı birkaç dakikada yüz dereceye ulaşmıştı. Kaynar su pompalara ulaşır ulaşmaz aygıta yeniden so­ ğuk su dolmaya başladı. Pillerden elde edilen ısı öyle yüksekti ki , denizden alınan soğuk su aygıt­

tan geçince pompaya kaynamış olarak geliyordu. Sıcak su dışarıya verilmeye başlandı. Üç saatin sonunda, termometre dışarıdaki deniz suyunun sıfınn altında altı dereceye yükseldiğini gösteri­ yordu. Bir derece ısı kazanmıştık. İ ki saat sonra 585

JULES VERNE

ise termometre sıfırın altında dört dereceyi gös­ teriyordu. Bu işlemin başarılı olmasını çeşitli uyarılarda bulunarak izledikten sonra Kaptan'a: ,, "Başaracağız, dedim. "Ben de öyle düşünüyorum, " dedi. "Buzların altında ezilmeyeceğiz. Geriye kaygılanacak bir tek havasızlıktan boğulmak ihtimali kaldı." Gece boyunca suyun sıcaklığı eksi bir derece­ ye kadar yükseldi. Yani dışardaki suyun ısısı bir derece daha yükselmişti. Deniz suyunun donma noktası eksi iki derece olduğundan sonunda bu­ rada donma fikrinin getirdiği kaygılardan kurtul­ muştum. Ertesi gün, 27 Martta, kazılan buzun derinliği altı metreye ulaşmış, geriye kazılması gereken dört metrelik bir buz tabakası kalmıştı. Kırk se­ kiz saat daha çalışmamız gerekiyordu. Bu arada Nautilus'un içindeki hava artık yenilenemiyordu. Bu yüzden o gün her şey daha da kötüye gitti. Üzerimde dayanılmaz bir ağırlık vardı. Saat üçe doğru bulantı hissim dayanılmaz bir hal al­ mıştı. Esnemekten çenem ayrılacaktı. Geminin içindeki oksijen oranı öylesine azalmıştı ki, ciğer­ lerim, sağlıklı bir solunum için gerekli olan bu ga­ zın yokluğundan soluk soluğa kalmıştı. Ruhumu bir uyuşukluk kapladı. Bitkin, neredeyse bilinçsiz bir halde uzanmış yatıyordum. Aynı belirtilerle kıvranan, aynı acıları çeken zavallı Conseil hiç yanımdan ayrılmıyordu. Elimi tutarak bana cesa­ ret veriyordu. Hala mırıldandığını duyuyordum: "Ah! Keşke beyefendiye daha fazla hava kalsın diye nefes almamayı başarabilseydim! " 586

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Onun böyle konuştuğunu duyunca gözlerim yaşarıyordu. Gemide hepimizin durumu öylesine dayanıl­ mazdı ki sıra bize gelip de çalışmaya giderken bü­ yük bir heves ve aceleyle dalgıç giysilerimizi gi­ yiyorduk! Kazmaların sesi donmuş yüzeyde yan­ kılanıyordu. Kollarımız sızlıyor, ellerimizin derisi soyuluyordu. Ama bu yorgunluk, bu yaralar umu­ rumuzda bile değildi! Ciğerlerimize taze hava do­ luyordu ya! Nefes alıyorduk! Nefes alıyorduk! Yine de hiç kimse çalışmasını gereğinden fazla uzatamıyordu. İşi biten, sırtındaki hava deposu­ nu nefesi kesilmiş bir diğer arkadaşına devredi­ yordu. Kaptan Nemo, bu sıkı düzene en çok uyan kişiydi ve herkese örnek oluyordu. Zamanı ge­ lince hava aygıtını başka birine veriyor, hep aynı sakin tavrıyla, hiç söylenmeden, tek bir bitkinlik belirtisi bile göstermeden geminin kirli havasına dönüyordu. O gün her zamanki kazı çalışması daha büyük bir gayretle tamamlandı. Çukurda kazılması ge­ reken yalnızca iki metrelik bir tabaka kalmıştı. Serbest denizle aramızda yalnızca iki metre var­ dı. Ama geminin hava depolarında neredeyse ta­ mamen boşalmıştı. Kalan çok az hava da işçilere ayrılmalıydı. Nautilus' a ayrılacak tek bir oksij en atomu dahi yoktu! Gemiye döndüğümde yan baygın haldeydim. Nasıl bir geceydi; bunu anlatamam! Böyle acılar tarif edilemez. Ertesi gün göğsüm sıkışıyordu. Ba­ şımın ağrısına beni sarhoş eden baş dönmeleri ek­ lenmişti. Dostlarımda da aynı belirtiler vardı. Mü­ rettebattan bazıları acıdan hırıltılar çıkarıyordu. 587

JULES VERNE

O gün, burada hapsoluşumuzun altıncı günü, Kaptan Nemo kazma çalışmalarının yavaş iler­ lediğini anladı ve çareyi deniz suyuyla aramız­ da bulunan buz katmanını ezerek parçalamaya karar vermekte buldu. Kaptan her durumda so­ ğukkanlılığını ve gücünü koruyabiliyor; ruhs al gücüyle bedensel acılan alt etmeyi iyi biliyordu. Düşünüyor, tasarlıyor ve uygulamaya geçiyordu. 588

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Verdiği bir emir üzerine Nautilus 'un ağırlığı azal­ tıldı; başka bir deyişle depolardaki sular boşaltı­ larak geminin özgül ağırlığı değiştirildi. Böylece gemi yükselerek yüzmeye başladı; sonra halatlar yardımıyla su kesimi çizgisine denk düşecek şe­ kilde açılmış dev çukurun üzerine çekildi. Daha sonra depolar yeniden dolduruldu, gemi aşağıya doğru indi ve buzdan yuvasına yerleşti. Bu sırada bütün mürettebat içeriye girmiş ve çifte giriş kapısı kapatılmıştı. Nautilus , burgular yardımıyla belki bin yerinden delinmiş ve kalın­ lığı bir metreden daha az olan buz katmanının üzerinde duruyordu. Sonra depoların muslukları sonuna kadar açıl­ dı ve depoların içine yüz metre küp su doldu. De­ polara dolan sular Nautilus 'un ağırlığını yüz bin kilogram daha artırdı. Çektiğimiz acıları unutmuş bir halde ümit­ le bekliyor, etrafımızda olan biteni dinliyorduk. Kurtuluşumuz bu son denemeye bağlıydı. Kafamın içindeki uğultulara rağmen, çok geç­ meden Nauti1us'un gövdesinin altında yer alan buz katmanındaki titreşimleri hissetmeye başla­ dım. Zemin artık düz değildi. Nihayet buzlar, yır­ tılan kağıt sesine benzer sesler çıkararak kırıldı ve gemi aşağıya doğru indi. Conseil kulağıma: "Geçiyoruz!" diye fısıldadı. Ona cevap veremedim. Elini tuttum ve istem­ siz bir kasılmayla sıktım. Nautilus , bu aşırı yüklenmenin etkisiyle bir top güllesi gibi bir anda sulara daldı. Daha doğrusu, sanki boşluktaymış gibi düştü! 589

JULES VERNE

O zaman geminin bütün elektrik gücü pom­ palara verildi. Pompalar depolardaki suyu he­ men dışarı boşaltmaya başladı. Birkaç dakika s onra geminin düşüşünün önüne geçilmişti. H atta manometre geminin yukarı doğru yük­ seldiğini gösteriyordu. Pervane var gücüyle çalıştığı için geminin s ac gövdesi cıvatalarına kadar titriyor ve gemi bizi kuzeye doğru sürük­ lüyordu. Acaba bankizin altındaki yolcuğumuz serbest denize vanncaya dek daha ne kadar devam ede­ cekti? Bir gün daha mı? Oraya varmadan çoktan ölmüş olurdum! Kütüphanedeki divanlardan birinin üzerine yan uzanmış, güçlükle nefes alıyordum. Yüzüm, dudaklarım mosmor olmuş, adeta bütün mele­ kelerim durmuştu. Göremiyor, duyamıyordum. Zaman kavramı aklımdan uçup gitmiş, kaslarım boşalmıştı sanki. Bu halde kaç saat geçirdiğimi bilemiyorum. Ama can çekişmeye başladığımın farkındaydım. Öleceğimi anladım . . . Derken, birdenbire kendime geldim. Ciğerleri­ me temiz hava dolmuştu. Su yüzeyine mi çıkmış­ tık? Bankizi aşmış mıydık? Hayır! Ned ile Conseil, benim sadık dostlarım, beni kurtarmak için kendilerini feda ediyorlardı. Bir solunum aygıtının dibinde kalan birkaç hava atomunu kendileri solumak yerine bana sakla­ mışlardı. Kendileri boğulurken, bana damla dam­ la hayat veriyorlardı! Aygıtı itmek istedim. Elleri­ mi tuttular ve birkaç saniye boyunca, büyük bir açlıkla nefes aldım. 5 90

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Gözlerim duvar saatine ilişti. Saat sabahın on

biriydi. Günlerden 28 Mart olmalıydı. Nautilus sa­ atte kırk mil gibi korkunç bir hızla ilerliyordu. Su­ yun altında acıdan kıvranıyordu. Kaptan Nemo neredeydi? Yoksa ölmüş müy­ dü? Dostları da onunla birlikte ölmüşler miydi? 591

JULES VERNE

O sırada manometre su yüzeyinden yalnızca yirmi ayak aşağıda olduğumuzu gösterdi. Havay­ la aramızda yalnızca ince bir buz tabakası vardı. Bu buzu kırabilir miydik? Belki! Ne olursa olsun, Nautilus bunu dene­ yecekti. Mahmuzunu yukarı kaldırarak pupasını aşağı doğru indirdiğini ve eğik duruma geçtiğini hissediyordum. Geminin dengesini bozmak için biraz su alması yeterli olmuştu. Sonra güçlü per­ vanesinin itişiyle muhteşem bir koçbaşı gibi buz­ laya aşağıdan saldırdı. Buzu yavaş yavaş parçalı­ yor, geri çekiliyor, sonra olanca hızıyla yeniden saldırıyordu. Nihayet son bir gayretle buz tutmuş su yüzeyinin üzerine atıldı ve buz tutmuş yüzeyi ağırlığıyla parçaladı. Adamlar geminin kapaklarını açtılar, parçala­ dılar da diyebiliriz ve Nautilus'un her yerine adeta bir sel gibi taze hava doldu.

5 92

XVII HORN BURNU'NDAN AMAZON'A

Sahanlığa nasıl çıktığımı bunu hatırlamıyo­ rum. Belki de Kanadalı taşımıştır. Ama denizin taptaze ve yaşam dolu havasını soluyor, içime çe­ kiyordum. Dostlarım da yanımda taze hava mo­ leküllerden adeta sarhoş olmuşlardı. Uzun süre yiyecekten yoksun kalan zavallılar, kendilerine sunulan yiyeceklerin üzerine öyle hemen düşün­ cesizce atlayamazlar. Ama bunun aksine biz ken­ dimizi tutmak zorunda değildik, hava atomlarını ciğerlerimize istediğimiz gibi doldurabilirdik. De­ nizden esen meltemdi bizi s arhoş eden, meltemi içimize çekerken sarhoş olmuştuk! "Ah ! " diyordu Conseil. "Ne kadar güzel; oksi­ j en bu! Beyefendi nefes almaktan çekinmesinler. Herkese yetecek kadar oksij en var." Ned Land'a gelince, hiç konuşmuyordu ama çenesini köpekbalıklannı bile ürkütecek kadar açmıştı. Nasıl da güçlü nefes alıyordu! Kanadalı, temiz havayı gürül gürül yanan bir soba gibi için­ de "çekiyordu" doğrusu. Çok geçmeden eski gücüme kuvvetime kavuş­ tum. Çevreme baktığımda, sahanlıkta yalnız oldu­ ğumuzu gördüm. Mürettebattan kimse yoktu, Kap5 93

JULES VERNE

tan Nemo bile. Nautilus'un garip denizcileri içeride dolaşan havayla yetiniyorlardı. Aralarından hiçbiri açık havaya çıkma ihtiyacı duymamıştı. Ağzımdan çıkan ilk sözler, dostlarıma teşekkü­ rümü ve minnetimi belirtmek için söylediğim söz­ lerdi. Ned ve Conseil, bu uzun can çekişmenin son saatlerinde beni hayatta tutmayı başarmışlardı. Böyle bir özveri için ne kadar teşekkür etsem azdı.

5 94

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"Tamam, sayın Profesör! " dedi Ned Land. "Bu konuda daha fazla konuşmaya değmez ! Biz bu sözleri hak edecek ne yaptık ki? Hiçbir şey. Bu bir aritmetik sorunuydu. Sizin hayatınız bizimkin­ den daha değerli; bu durumda da sizinkini koru­ mak gerekiyordu." "Hayır, Ned," diye cevap verdim. "Daha değerli değil. Benim gözümde hiç kimse sizin gibi cömert ve iyi bir adamdan daha kıymetli değildir! " Kanadalı rahatsız olmuştu: "Tamam! Tamam! " diyordu sürekli. "Ya sen, sadık dostum Conseil, sen de çok acı çektin. " "Beyefendiye doğrusunu söylemem gerekir­ se, çok da acı çekmedim aslında. Birkaç nefes eksik aldım ama s anırım bu kadarıyla iyi idare edebildim. Zaten beyefendinin kendinden geç­ tiğini gördükçe , nefes almak isteğim de kalmı­ yordu. Nasıl söylenir, bu durum benim nefesimi . ,, k estı. . . Bilindik şeyleri tekrar etmekten sıkılan Conse­ il, cümlesini tamamlamadı. Çok duygulanmıştım. "Dostlarım," dedim, "bundan böyle sonsuza dek birbirimize bağlandık. Artık üzerimde hakkı,, nız var. . . "Bundan yararlanacağımı bilin," diye atıldı Ka­ nadalı. "Ha?" dedi Conseil. "Evet," diye konuşmasını sürdürdü Ned Land, "bu cehennem gibi gemiden kaçarken, sizi de be­ raberimde götürme hakkım doğdu." "Yani," dedi Conseil, "doğru yolda mıyız ? " 595

JULES VERNE

"Evet, " diye cevap verdim, "çünkü güneşe doğ­ ru ilerliyoruz. Burada güneş, kuzey demektir. " "Kuşkusuz, öyle, " diye söze girdi Ned Land, "ama bilmemiz gereken bir şey daha var; Pasifik'e doğru mu Atlantik'e doğru mu gidiyoruz ? Yani iş­ lek denize doğru mu yoksa ıssız olanına mı yol alıyoruz ?" Buna nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum ama Kaptan Nemo'nun bizi hem Asya hem de Amerika'ya kıyısı olan engin okyanusa doğru götürdüğünü düşünüyordum. Böylece deniz altı dünya gezisini tamamlamış ve de Nautilus 'un tam bağımsızlığına kavuştuğu denizlere dönmüş ola­ caktı. Peki ama ya insanların yaşadığı yerlerden uzak olan Pasifık'e dönersek Ned Land'ın kaçma planları ne olacaktı? Zaman kaybetmeden bu önemli noktayı ka­ rarlaştırmamız gerekiyordu. Nautilus hızla yol alıyordu. Çok geçmeden kutup dairesini aştık ve rotamızı Horn Burnu'na doğru çevirdik. 31 Mart­ ta, akşam saat yedide Amerika'nın güney ucunu döndük. Geçmiş bütün acılarımız aklımızdan uçup git­ mişti; buzların içinde hapsoluşumuz aklımızdan silinmişti. Artık yalnızca önümüze bakıyorduk. Kaptan Nema ortalıkta yoktu, ne salonda ne de sahanlıkta görünüyordu. İkinci kaptanın harita üzerinde işaretlediği nokta, Nautilus 'un rotasını anlamama yardımcı oluyordu. O akşam haritaya bakarken büyük bir sevinçle Atlantik üzerinden kuzeye döndüğümüzü artık açıkça anlamıştım. Kanadalıya ve Conseil'e gözlemlerimin sonuç­ larını söyledim. 596

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

"İyi haber," dedi Kanadalı, " ama Nautilus nere­ ye gidiyor?" "Bunu bilemiyorum, Ned." "Yoksa Kaptan, Güney Kutbu'ndan sonra şim­ di de Kuzey Kutbu'nu aşıp ünlü kuzeybatı geçidi yoluyla Pasifık'e dönmeyi mi amaçlıyor?" "Bu işe kalkışmasa iyi olur," dedi Conseil. "Pekala! " dedi Kanadalı. "O zaman biz de on­ dan önce davranır ve gemiyi terk edip gideriz." "Her ne olursa olsun," diye ekledi Conseil, "bu Kaptan Nemo insan gibi insan ve onu tanıdığımı­ za hiç pişman olmayacağız." "Özellikle de onu terk ettiğimiz zaman! " diye atıldı Ned Land. Ertesi gün, 1 Nisanda , Nautiius öğle vaktinden birkaç dakika önce deniz yüzeyine çıkınca, batı yö­ nünde bir kıyı gördük. Burası Tierra del Fuego'ydu. Buradan geçerken yerlilerin kulübelerinden yük­ selen dumanları gören ilk denizciler, bu kara par­ çasına "ateş topraklan" anlamına gelen bu adı vermişler. Tierra del Fuego, 53° 56' güney enlemi ve 67° 50' ile 77° 15' batı boylamları arasında yer alan ada topluluklarından oluşmuştur. Bu ada­ lar toplam otuz fersah boyunda ve seksen fersah eninde bir alan kaplar. Kıyı gözüme alçak görün­ dü ama uzakta büyük dağlar yükseliyordu. Hatta deniz seviyesinden iki bin yetmiş metre yükseğe kadar uzanan, şistten oluşmuş piramit biçiminde bir kütle olan Sarmiento Dağı'nı bile gördüm sanı­ yorum. Ned Land bana dağın zirvesinin sisle kaplı olup olmamasının havanın iyi mi yoksa kötü mü olacağını haber verdiğini söyledi. "Bu harika bir barometre, dostum," dedim. 597

JULES VERNE

"Evet, beyefendi," dedi Kanadalı, "Macellan Boğazı'nın geçitleri arasında seyrederken beni asla yanıltmamış olan doğal bir barometre." Biz oradan geçtiğimiz sırada dağın zirvesi gök­ te açık seçik görünüyordu. Bu durum, havanın gü­ zel olacağının habercisiydi. Nitekim öyle de oldu. Nautiius suya daldı ve yalnızca birkaç mil uza­ ğımızdaki kıyıya yaklaştı. Salonun camlarından uzun su sarmaşıkları ve Güney Kutbu'ndaki ser­ best sularda da birkaç örneğine rastladığımız va­ rekleri görüyorduk; boylan dümdüz ve yapışkan lifleriyle birlikte üç yüz metreyi buluyordu. Baş­ parmaktan daha kalın olan bu bitkiler gerçek birer kablo niteliğindeydi ve gemilerde palamar olarak kullanılıyordu. Dört ayak uzunluğunda yaprakla­ n olan ve velp adıyla bilinen başka bir ot, mercan salgılarının arasına gömülmüş, denizin dibini bir halı gibi kaplamıştı. Velpler, binlerce kabuklu hay­ vana ve mürekkepbalığına hem yuva hem de yiye­ cek olanağı sağlıyordu. Foklar ve denizsamurlan burada İngilizlerin beslenme biçimine uygun ola­ rak balık eti ve deniz sebzeleriyle besleniyorlardı. Nautiius, zemini kaplayan bu besleyici ve bere­ ketli ot topluluğunun üzerinden müthiş bir hızla geçiyordu. Akşama doğru Falkland Adalarına yak­ laştık. Adaların keskin doruklarını ancak ertesi gün görebildim. Deniz burada ortalama bir derin­ likteydi. Bu durum bana çok sayıda adacıkla çevrili olan bu iki adanın bir zamanlar Macellan toprak­ larının bir bölümünü oluşturduğunu düşündürdü. Falkland Adalan büyük olasılıkla ünlü John Davis tarafından bulunmuştu ve Davis-Southern-Islands adı da yine Davis tarafından verilmişti. Daha son598

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ra Richard Hawkins bunlara Maiden-Islands, yani Bakire Meryem Adalan adını koymuştu. Adalar, on sekizinci yüzyılın başında Saint-Malolu balıkçılar tarafından Falkland Adaları, en sonunda da bugün ait olduğu İngilizler tarafından Falkland Adaları olarak anılmaya başlanmıştı. Falkland Adalan açıklarında ağlarımıza bir­ birinden güzel alg örnekleri, özellikle de kökleri dünyanın en güzel midyeleriyle kaplı bir tür fu­ cus takıldı. Gemi sahanlığına düzinelerce kaz ve ördek üşüştü; bunlar da çok geçmeden mutfakta­ ki yerlerini aldılar. Balık olarak, kayabalıkları tü­ ründen kemikli balıklar, özellikle de iki desimet­ re uzunluğunda, üstü beyazımsı ve sarı lekelerle kaplı saz kayabalıkları gördüm. Burada gördüğüm çeşit çeşit medusaya, özel­ likle de türünün en güzeli olan ve Falkland deniz­ lerine özgü chrysaoralara da aynı şekilde hayran kaldım. Bunlardan bazıları yarım küre şeklindey­ di; tıpkı bir şemsiyeyi andırıyordu. Üzerleri uç kısımlarında on iki adet fisto bulunan kızılımsı çizgilerle kaplıydı. Bazılarıysa içinden zarif geniş yapraklar ve kırmızı uzun dallar çıkmış ters dön­ müş bir sepeti andırıyordu. Bunlar, yaprak görü­ nümlü dörder bacaklarını oynatarak ve gür bir saçı andıran dokunaçlarıyla salınarak yüzüyor­ lardı. Bu muhteşem bitkimsi hayvanlardan birkaç tanesini alıp saklamak istedim ama medusaları içinde doğdukları ortamdan koparırsanız geriye, eriyen ve buharlaşan bulutlardan, gölgelerden ve görüntülerden başka bir şey kalmaz. Falkland Adalarının son tepeleri de ufukta kaybolunca, Nautilus yirmi-yirmi beş metre derine 599

JULES VERNE

daldı ve Amerika kıyısını izleyerek ilerlemeye baş­ ladı. Kaptan Nema hala ortalarda gözükmüyordu. 3 Nisana kadar Patagonya civarından ayrıl­ madık. Bazen suyun altında, bazen de suyun üzerinde ilerliyorduk. Nautiius , La Plata Nehri'nin ağız kısmında oluşan geniş halici aştı. 4 Nisan­ da Uruguay'ın yakınlarında ama buradan elli mil açıktaydık. Rotamız sabitti; Güney Amerika'nın kıvnmlı kıyılarını takip ederek kuzeye doğru iler­ lemeyi sürdürüyorduk. Japon Denizi'nde başla­ yan yolculuğumuzdan bu yana on altı bin fersah yol aşmıştık. Sabah saat on bire doğru Yengeç Dönencesi­ ni otuz yedinci meridyenden kestikten sonra Frio Burnu'nun açığından geçtik. Kaptan Nema her­ halde bundan hiç hoşnut olmadı, belli ki insan­ ların yaşadığı Brezilya kıyılarının yakında bulun­ mayı pek sevmiyordu; çünkü buradan müthiş bir hızla geçiyorduk. Bu yüzden ne bir balık ne de bir kuş görebildik. Ne kadar hızlı olurlarsa olsunlar hayvanlar bize yetişemiyordu. Sonuç olarak bu denizlerdeki doğa harikalannın hiçbirini incele­ yemedik. Gemi bu hızı birkaç gün boyunca korudu. 9 Ni­ san akşamı, Güney Amerika'nın en doğu ucuna ulaştık. Burası San Roque Burnu'nu oluşturuyor­ du. Ama Nautiius burada kıyıdan tekrar uzaklaş­ tı ve bu burunla Afrika kıyısındaki Sierra Leona arasında yer alan bir deniz altı vadisini aramaya koyuldu. Vadi Antillerin yakınında ikiye ayrılı­ yor ve kuzeyde dokuz bin metrelik çok büyük bir çöküntüyle sona eriyordu. Okyanusun bu bölge­ deki jeolojik yapısına bakılınca Küçük Antille600

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

re kadar uzanan altı kilometrelik dimdik bir yar göze çarpıyordu. Bu yar, yüksekliği bakımından batık Atlantis kıtasının tamamını kaplayan Cape Verde Adalarının yakınında yer alan duvarı arat­ mıyordu. Bu dev vadinin engebeli zemininde bir­ kaç dağ vardı. Bunlar suda resmedilecek kadar güzel görüntüler oluşturuyordu. Bütün bunları, Nautilus'un kütüphanesinde bulunan, büyük olasılıkla Kaptan Nemo'nun elinden çıkmış, onun kendi gözlemleri sonucu kaleme aldığı haritalara referansla anlatıyorum. İki gün boyunca, geminin bordasında yer alan eğik düzlemler sayesinde ıssız ve derin sularda gezdik. Nautiius, uzun voltalarla her tür derinliğe iniyordu. Ama 11 Nisanda gemi birdenbire yukarı çıktı ve Amazon Nehri açıklarında karşımıza ye­ niden bir kara parçası çıktı. Debisi deniz tuzunu fersahlar boyunca azaltacak kadar fazla olan bu nehrin oluşturduğu geniş haliçteydik. Ekvator'u aşmıştık. Fransız Guyanası yirmi mil batımızda kalmıştı. Burası, şayet Nautilus'tan kaçmayı başarabilirsek, rahatça sığınabileceği­ miz Fransız topraklarıydı. Ama rüzgar çok şid­ detli esiyordu ve dalgalar basit bir filikanın aşa­ mayacağı kadar yüksekti. Kuşkusuz Ned Land da durumun farkında olmalıydı ki bana tek söz etmedi. Ben de ona kaçma planlarından hiç bah­ setmedim; çünkü onun eninde sonunda başarısız olmaya mahkum bir kaçış denemesine girişmesi­ ni istemiyordum. Geminden kurtulma planlarımızın sekteye uğ­ ramasından ilginç çalışmalarımı sürdürmek için yararlandım. Nautilus 1 1 ve 12 Nisan günleri bo601

JULES VERNE

yunca deniz yüzeyini terk etmedi. Sürtme ağla­ rıyla gemiye harika bitkisel hayvan, balık ve sü­ rüngen örnekleri çekildi. Ağlarının demirlerine takılan birkaç bitkisel hayvan özellikle dikkat çekiciydi. Bunların çoğu actiniidae familyasından güzel phyctallinalar­ dı. Başka birçok phyctallina türü arasında, ok­ yanusun bu bölümüne özgü, silindir biçiminde küçük ağaç gövdelerini andıran, vücutları enine çizgilerle bezeli ve dokunaçlarının etrafı kırmızı beneklerle kaplı Phyctalis protexta'ları fark ettim. Yumuşakçalara gelince, bunlar arasında daha önce de inceleme fırsatı bulduğum turritellar, canlı kızıl lekeleri ten rengi bir fon üzerinde iyi­ ce kendini gösteren ve vücutları birbirini kesen düzenli çizgilerle bezeli porfir olivalar, taşlaşmış akrepleri andıran pteroceraslar, yarı şeffaf hya­ lellalar, argonautalar, tadı enfes mürekkepbalık­ ları, antik çağ doğabilimcilerinin uçan balıklar arasında sınıflandırdığı ve özellikle morina balığı avında olta yemi olarak kullanılan bazı kalamar türleri vardı. Bu yöreye özgü balıklar arasında daha önce in­ celeme fırsatı bulamadığım çeşit çeşit balık tür­ leri de kaydettim. Kıkırdaklı balıkların arasında; bir tür yılanbalığı olan, on beş parmak boyunda, baş kısmı yeşilimsi, yüzgeçleri mor, sırtı mavi­ gri, derisi canlı renkte lekelerle dolu, karın kısmı kahverengi, gözlerinin etrafındaki renkli halka­ lar altın rengi birer hareyle çevrili bufa balıkla­ rını sayabilirim. Aslında tatlı sularda yaşayan bu ilginç hayvanları, Amazon Nehri'nin akıntısı denize kadar sürüklemiş olmalıydı. Bu bölgede 602

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yaşayan diğer balıklar ise şöyleydi: sivri burunlu, uzun ince kuyruklu, tırtıklı ve uzun birer iğneleri olan, derileri pütürlü kedibalıklan; bir metrelik, gri ve beyazımsı derili, sıra sıra dişleri geriye doğ­ ru dönük ve halk arasında "terlikçi" adıyla anılan küçük camgözler; yanın metre boyunda, eşkenar dörtgenleri andıran, etli uzantılara s ahip, kırmı­ zımsı sırt yüzgeçleri nedeniyle yarasaya benze­ yen ama burun deliklerinin hemen yanında yer alan boynuzumsu çıkıntılar yüzünden "boynuzlu denizatı" olarak adlandırılan fenerbalıklan; son olarak da birkaç çütre balığı türü, karınlarının iki yanında altın rengi noktalar parlayan leopar ba­ lıklan ve güvercin boynu gibi yanardöner renkli açık capriscuslar. Bu kısa ama eksiksiz sıralamayı, gözlemledi­ ğim bir dizi kemikli balıkla burada tamamlıyo­ rum: apteronotidae türüne ait, yuvarlak ve beyaz burunlu, gövdesi tatlı siyah renkte, çok uzun ve hafif yayvan etli kuyrukları olan neştere balıkları; parlak gümüş renkli üç desimetre uzunluğunda bir sardalye balığı türü olan iğneli tirsi balıkları; iki anal yüzgeci olan uskumrular; siyah renkli, iki metre uzunluğunda, eti beyaz, yağlı ve sert olan, tazeyken yenildiğinde yılanbalığını, kurutulmuş olarak tüketildiğinde füme somonu andıran, sa­ mandan yapılmış meşalelerle avlanan siyah cent­ ronotalar, derilerinin yalnızca sırt ve anal yüz­ geçlerinin hemen etrafındaki kısmı pullarla kaplı olan, yarı kırmızı renkli labros balıkları; altın ve gümüşün ışıltılannın yakut ve topaz renklerine karıştığı chrysopteralar; etleri gerçekten oldukça lezzetli olan, fosforlu derileri nedeniyle suda he603

JULES VERNE

men göze çarpan altın-kuyruk-çipuralar; dili çok sevilen bir yiyecek olan, turuncu renkli çipuralar; kuyruk yüzgeçleri altın renginde olan eşkineler; esmer doktorbalıkları; Surinam analepsleri vb. "Ve benzeri" dedim ama yine de Conseil'in aklından, haklı olarak, uzun süre çıkmayacak olan bir balıktan söz etmekten kendimi alamayacagım. Ağlardan birine, kuyruğu kesik, ağırlığı yirmi kiloyu bulan, yamyassı ve neredeyse mükemmel bir daire biçiminde bir tür kedibalığı takılmıştı. Balığın alt tarafı beyaz; üst tarafı ise kırmızımsıy­ dı. Pürüzsüz derisinin üzerinde koyu mavi büyük yuvarlak lekeler vardı; bu mavi beneklerin etrafı siyah bir şeritle çevrelenmişti. Balık sahanlıkta çırpınıyor, gövdesini kasarak dönmeye çalışıyor­ du. O kadar çabalamıştı ki, son bir kez sıçrasa ne­ redeyse denize düşecekti. Ama balığı gözüne kes­ tiren Conseil, onun üzerine atıldı ve benim engel­ lememe kalmadan, hayvana iki eliyle yapıştı. Kısa bir süre sonra Conseil, bacakları havada, bedeninin yarısı felç olmuş, bağırıyordu: "Ah efendim, efendim! Bana yardım edin! " Zavallı delikanlı, benimle ilk kez "üçüncü tekil şahıs" eki kullanmadan konuşuyordu. Kanadalıyla birlikte onu ayağa kaldırıp bede­ nini ovalamaya başladık. Bu ebedi sınıflandırma­ cı kendine gelir gelmez mırıldanmaya başladı. "Kıkırdaklı balıklar sınıfı, sabit solungaçlı chondropterida takımı, köpekbalıkları alt takımı, kedibalıkları familyası, torpilbalıklan cinsi!" "Evet, dostum ! " diye cevap verdim. "Seni bu hale getiren şey bir torpilbalığı." ...

604

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Ah ! Beyefendi bana inansınlar," diye atıldı Conseil, "bu hayvandan öcümü alacağım. " "Nasıl peki?" "Onu yiyerek. " Conseil o akşam dediğini yaptı ama yalnızca intikam almak adına; yoksa hayvanın eti taş gibi sertti.

605

JULES VERNE

Zavallı Conseil' e saldıran bu hayvan en teh­ likelisinden bir torpilbalığı olan cumanaydı. Bu garip hayvan suda, yani iletken ortamdayken balıkları birkaç metre uzaktan bile çarpabilir. Bu balıkların elektrik üreten uzuvlarının iki ana yü­ zeyinin toplamı en az yirmi yedi ayak karedir ve işte böylesine bir güce sahiptir. Ertesi gün, 12 Nisanda, Nautiius gün boyun­ ca Hollanda kıyılarına, Maroni Nehri'nin ağzına doğru ilerledi. Bu sularda aileler halinde yaşayan pek çok manat vardı. Bunlar dugonglar ve stel­ leriler gibi denizinekleri takımından memelilerdi. Boylan altı ile yedi metre arasında değişen bu gü­ zel, sakin ve savunmasız hayvanların ağırlığı en az dört bin kiloydu. Ned Land ile Conseil'e, her şeyi önceden hesap eden doğanın bu memeli hayvanlara çok önemli bir görev verdiğini anlat­ tım. Bu hayvanlar, tıpkı foklar gibi denizin altın­ daki çayırlarda atlayarak ot yığınlarının tropikal bölgelerde yer alan nehir ağızlarını tıkamasını önlüyorlardı. "Peki ya insanlar bu canlı türünü neredeyse yok edince ne oldu, biliyor musunuz ? " diye sor­ dum. "Çürüyen otlar havayı zehirledi ve havanın zehirlenmesiyle yayılan san humma bu güzel yö­ releri mahvetti. Zehirli bitki örtüsü bu sıcak sular­ da günden güne çoğaldı; otlann sebep olduğu sarı humma hastalığının önü alınamadı ve bu hasta­ lık Rio de Plata Nehri'nin ağzından Florida'ya ka­ dar yayıldı! " "Toussenel'in söylediğine göre, oluşan bu sal­ gın, denizlerdeki balinalar ve foklar yok olduğun­ da çocuklarımızın yaşayacağı salgının yanında 606

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir hiç. İleride potların, medusalann ve kalamar­ ların aşın artması sonucunda, denizler birer has­ talık yuvası haline gelecek. Bunun nedeniyse de­ nizlerin, Tanrı bunları temizlesin diye görevlen­ dirdiği bu geniş midelerin varlığından yoksun kalmasıdır."

. ; .,,

607



JULES VERNE

Nautilus 'un mürettebatı, Toussenel'in bu te­ orilerini pek umursamasa da yarım düzine ka­ dar manat avladı. Aslında bunu yaparken amaç­ ladıkları şey, geminin mutfağını sığır ve dana etinden bile daha lezzetli olan manat etiyle dol­ durmaktı. Bu av ilginç hiçbir ana s ahne olmadı. Manatlar kendilerini hiç s avunmadan teslim oldular. Avlanan birkaç bin kilo et, kurutulm ak üzere gemiye yığıldı. O gün garip bir biçimde gerçekleşen bir balık avı daha Nautilus 'un erzakını artırdı; bu deniz av yönünden oldukça zengindi. Sürtme ağlarının arasında baş kısımları kalın kenarlı oval birer plakayla sona eren balıklar vardı. Bunlar yapış­ kan balıklardı; malacopterygii subbrachienle­ rin üçüncü familyasına aittiler. Bu hayvanların başlarının üzerinde oval bir yapışma diski var­ dı; yatay hareket edebilen kabuksu bir tabaka­ dan oluşan bu disk s ayesinde b alık, havayı içine hapsedip nesnelere tıpkı bir vantuz gibi yapışa­ biliyordu. Akdeniz'deyken incelediğim remora da bu türe ait bir hayvandı. Ama burada yakalanan ba­ lık, bu denizlere özgü kemikbaşlı yapışkan balık­ tı. Denizcilerimiz balıkları yakalayıp yakalayıp içi su dolu tahta kovaların içine dolduruyorlardı. Nautilus, balık avı bitince kıyıya yanaştı. Kıyı­ daki dalgaların üzerinde uyuyan denizkaplumba­ ğaları vardı. Ama değerli sürüngenleri yakalamak o kadar da kolay değildi; çünkü bunlar en ufak bir gürültüyle uyanıyordu, üstelik kabukları da zıpkın darbesine direnecek kadar sağlamdı. Ama yapışkan balıkları bu işi kolayca ve olağanüstü bir 608

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

başarıyla hallettiler. Aslında bu balık canlı bir olta iğnesi olarak kullanılıyordu, bu yüzden de oltayla avlanan balıkçılar için bir servet demekti. Gemiciler, balıkları kuyruklarına hareketlerini engellemesin diye oldukça geniş birer halka tak­ tılar. Bu halkalara uzun bir ip bağlanmıştı; ipin bir ucu da gemiye bağlıydı. Denize atılan yapışkan balıkları hemen gö­ revlerini yerine getirerek, gidip kaplumbağala­ rın alt kabuklarına yapıştılar. Çekim güçleri öyle kuvvetliydi ki; paramparça olsalar da Üzerlerine yapıştıkları kaplumbağaları bırakmıyorlardı. On­ ları yapıştıkları kaplumbağalarla birlikte gemiye çekiyorduk. Bu yöntemle bir metre eninde, iki yüz kilo ağır­ lığında bir sürü denizkaplumbağası yakaladık. Beyaz ve sarı lekeli, büyük, ince, şeffaf ve kahve­ rengi boynuzumsu plakalarla kaplı kabukları bu hayvanları çok değerli kılıyordu. Üstüne üstlük bu hayvanların eti yenilebiliyordu ve tıpkı kara kaplumbağalarınınki gibi oldukça lezzetliydi. Bu avla birlikte Amazon bölgesindeki yolculu­ ğumuz sona erdi. Nautiius gece indiğinde yeniden açık denize döndü.

609

XVIII AHTAPOTLAR

Bundan sonraki birkaç gün boyunca, Nautilus Amerika kıyılarından uzaklaştı. Kuşkusuz Kap­ tan Nema, Meksika Körfezi sularında ya da Antil Adalarının denizlerinde görülmek istemiyordu. Bu denizlerin ortalama derinliğinin bin sekiz yüz metre olduğunu hesaba katarsak, Nautilus'un bu bölgede birine rastlaması pek de olası değildi. Ama belki de buharlı gemilerin uğrak yeri olan, adacıklarla dolu bölgede dolaşmak Kaptan'ın ho­ şuna gitmiyordu. 16 Nisanda, Martinik ve Guadeloupe'un yak­ laşık otuz mil açığındaydık. Bir an için adaların yüksek zirvelerini görür gibi oldum. Körfezdeyken ya karaya çıkarak ya da adadan adaya yük taşıyan gemilerden birine yanaşarak bugüne kadar kurduğu kaçma planlarını hareke­ te geçirmenin hesabını yapan Kanadalı, buraya vardığımızda soğukkanlılığını çoktan yitirmişti. Ned Land, Kaptan'a fark ettirmeden filikayı ele geçirebilirse eğer, bu gemiden kurtulmamız işten bile değildi. Ama okyanusun ortasındayken böyle bir şeyi düşünmek yersizdi. Ned Land, Conseil ve ben, bu konuda oldukça uzun bir tartışmaya girdik. Altı aydır Nautilus 'ta 610

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

hapistik. On yedi bin fersah yol almıştık ve zıp­ kıncının dediği gibi artık buna son vermemek için hiçbir neden yoktu. Bu sırada Kanadalı bana hiç beklemediğim bir öneride bulanarak, Kaptan Nemo'ya bizi sonsuza dek burada tutmak isteyip istemediğini açık açık sormayı teklif etti. Onun bu önerisi bana hiç makul gelmedi. Bana kalırsa böyle yaparak hiçbir yere varamazdık. Nautilus'un komutanından umulacak bir şey yok­ tu; her şeyi biz kendimiz halletmeliydik. Zaten Kaptan Nema bir süredir daha kederli, daha içine kapanık görünüyordu ve daha az konuşuyordu. Benden kaçar gibiydi. Onunla gittikçe uzayan ara­ lıklarla karşılaşıyordum. Eskiden olsa bana deniz altındaki harikaları anlatmaktan hoşlanırdı; şim­ diyse beni çalışmalarımla baş başa bırakıyor ve salona hiç uğramıyordu. Onda değişen neydi? Neden bu kadar değiş­ mişti? Bunu anlayamıyordum. Belki de gemideki varlığımız artık ona ağır geliyordu, kim bilir? Bu­ nunla beraber, yine de bizi özgür bırakacağını hiç ummuyordum. Ned'den buradan kaçmak için harekete geç­ meden önce bana biraz düşünme fırsatı vermesi­ ni rica ettim. Eğer bu girişim başarıyla sonuçlan­ mazsa, Kaptan'ın kuşkularını üzerimize çekmiş, durumumuzu daha da zorlaştırmış ve Kanada­ lının planlarını tümüyle boşa çıkarmış olabilir­

dik. Bütün bunlara, sağlığımızda şikayet edilecek hiçbir şey bulunmadığını eklemeliyim. Güney Kutbu'ndaki bankizin altında yaşadığımız acı deneyimi bir kenara bırakacak olursak, ne Ned, ne Conseil ne de ben, kendimizi hiç bu kadar iyi 611

JULES VERNE

hissetmemiştik. Sağlıklı yiyecekler, temiz hava, düzenli yaşam ve sabit bir ısı; bütün bunlar hiçbir hastalığa meydan bırakmıyordu. Kaptan Nema gibi karadaki hayata hiçbir özlem duymayan, de­ nizdeyken kendini evinde gibi hisseden, canının istediği yere giden, bir tek kendisinin bildiği ama başkaları için sırlarla dolu yollardan ilerleyerek amacına adım adım yaklaşan birisi için böyle­ si bir yaşamın çok uygun olduğunu anlıyordum. Ama biz insanlarla olan bağlarımızı koparmamış­ tık. Kendi adıma söylemem gerekirse, bu kadar ilginç ve bir o kadar da yeni bilgilerle dolu çalış­ malarımı kendimle birlikte sulara gömmek iste­ miyordum. Ben işte şimdi denizin gerçek kitabını yazma hakkına sahiptim ve bu kitabın er ya da geç gün ışığına çıkmasını istiyordum. Burada, yani Antil sularında, denizin on metre altında, salonun camlarından dışarıyı seyreder­ ken günlük notlarıma ne kadar çok ve ilginç deniz ürünü eklemiştim! Burada başka pek çok bitkimsi hayvanın yanı sıra Portekiz askeri adıyla bilinen pelaik fizalyalar, yani gözlerinden sedefli ışıltılar saçılan, suda rüzgara açılmış yelkenler gibi salı­ nırken arkalarında ipek iplikler gibi mavi doku­ naçlan süzülen, uzun ve kocaman mesaneleri andıran göz alıcı medusalar vardı. Ama bunlar yakıcı bir sıvı salgıladıkları için dokununca tıpkı ısırgan otları gibi bir etki uyandırıyordu. Bu sular­ da karşılaştığım eklemli hayvanlar arasındaysa, pembe birer savunma hortumuyla birlikte hare­ ket etmelerini sağlayan bin yedi yüz organı olan, suyun altında yılan gibi süzülen ve geçerken gök­ kuşağının bütün renkleriyle parıldayan bir buçuk 612

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

metrelik annelidalar gördüm. Balıklara gelince, burada on ayak uzunluğunda ve üç yüz kilogram ağırlıkta, sırt yüzgeçleri üçgen biçiminde ve sırt­ lan biraz kambur, gözleri birbirinden epey ayrık, kıkırdaklı dev hayvanlar arasında sayılan büyük kedibalıkları vardı. Suda yüzen gemi enkazlarını andıran bu balıklar, kimi zaman donuk renkli bi­ rer pencere kanadı gibi gelip cama yapışıyorlardı. Bunlardan başka, doğanın kendilerine yalnızca siyah ve beyaz renkleri bahşettiği Amerikan çüt­ re balıklanyla, uzun kalın gövdeli, san yüzgeçli, çıkık çeneli kayabalıkları ve kısa sivri dişleri olan, üzeri ufak pullarla kaplı on altı desimetrelik or­ kinoslara rastladık. Sonra bedenleri boydan boya altın rengi çizgilerle çevrili, göz alıcı yüzgeçlerini oynatarak bir bulut halinde yüzen tekirler vardı. Tekirler; gerçek birer mücevheri andınrlar ve bu sebeple bir zamanlar tanrıça Diana'ya adanmış­ lardır. "Yakalayan yiyemez ! " sözü de aynı za­ manda zengin Romalılann en beğendikleri balık­ lardan olan tekirler için söylenmiştir. Son olarak, gözlerimizin önünden, üzeri zümrüt rengi şerit­ lerle bezeli, kadifemsi ve ipeksi bir dokusu olan altın denizmelekleri, ressam Veronese'nin çizdiği beyefendiler gibi geçiyorlardı. Mahmuzlu izma­ ritler hızlı göğüs yüzgeçleriyle suda süzülüyor, on beş parmak boyundaki ringa balıkları yaydık­ ları fosforlu ışıkların arasında gizleniyor, kefaller kalın kuyruklanyla denizi dövüyor, kırmızı co­ regonuslar sivri göğüs yüzgeçleriyle suları adeta biçiyor, gümüş renkli aybalıkları adlanna yaraşır biçimde su üzerinde henüz doğmakta olan ve et­ rafa beyazımsı ışıklar saçan ayı andınyorlardı. 613

JULES VERNE

E ğer Nautilus yavaş yavaş denizin daha derin katmanlarına doğru inmeseydi, kim bilir daha ne kadar yeni ve harika deniz ürünü örneği göz ­ lemleyecektim ! Eğik düzlemleri gemiyi iki bin ile üç bin beş yüz metre arasında değişen derin­ liklere doğru sürükledi. Burada canlı yaşamını temsil eden pek az hayvan vardı. B aşka bir de­ yişle burada artık yalnızca derisidikenlilerle, de ­ nizyıldızlarıyla dümdüz saplarında küçük birer çenek bulunan medusa başlı sevimli pentacri­ nuslarla, trochuslarla, kanayan suboynuzları ve fissurellarla büyük türden kıyı yumuşakçalarıy­ la karşılaştık. 20 Nisanda ortalama bin beş yüz metre de­ rinliğe çıkmıştık. Burada en yakın kara parçası, Lucayes Adalarının oluşturduğu dip kayalıktı. Et­ rafta çok yüksek deniz altı yarları, zaman içinde aşınmış geniş taş blokların meydana getirdiği dik duvarlar yükseliyordu. Taş duvarların ortasında gemiden yayılan elektrik ışığının dibini yeterince aydınlatamadığı kara delikler vardı. Bu kayaların üzeri büyük büyük otlarla, dev laminaryalarla ve fucuslarla, yani Titanların dün­ yasına yakışır gerçek deniz bitkileriyle kaplıydı. Sözünü ettiğimiz bu dev bitkilere bakılırsa, Conseil, Ned ve ben sanki buraya denizin en de­ vasa hayvanlarını görmek için getirilmiştik. Bu dev deniz bitkilerinden bazıları başka canlılara besin olmak amacıyla yaratılmış olmalıydı. An­ cak hareketsizce suda duran Nautiius 'un camla­ rından bakarken, bu uzun liflerin üzerinde branc­ hiuralar bölümünün en temel eklemli hayvanları olan uzun bacaklı deniz örümcekleri, morumsu 6 14

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

yengeçler, Antik denizlere özgü cliolar görebildim yalnızca. Saat yaklaşık on bir civarıydı. Ned Land büyük alglerin arasındaki kaynaşmaya dikkatimi çekti. "Güzel, " dedim, "bunlar gerçek ahtapot mağa­ raları, burada bu dev hayvanlardan birkaçını gö­ rürsem hiç şaşırmam." "Ne ! " dedi Conseil. "Kalamarlar mı? Yani ka­ fadanbacaklılar sınıfından basit kalamarlar mı?" "Hayır," diye cevap verdim, "büyük ahtapot­ lardan söz ediyorum. Ama dostumuz Land kuş­ kusuz yanılmış olmalı; çünkü ben hiçbir şey gö­ remiyorum. " "Buna üzüldüm," dedi Conseil. "Hakkında onca şey duyduğum, gemileri denizin dibindeki mağa­ ralara sürükleyebilen bu ahtapotlardan bir tane­ siyle karşılaşmak isterdim. Bu hayvanlara krak . . . " "Krak demek yeterli, " diye söze atıldı Kanadalı alaycı biçimde. Dostunun ona böyle takılmasına aldırış etme­ yen Conseil sözlerini: "Kraken adı verilir," diye sürdürdü. "Böyle hayvanların varlığına," dedi Ned Land, "beni kimse hiçbir zaman inandıramaz. " "Neden olmasın?" dedi Conseil. "Beyefendinin denizgergedanına gayet güzel inanmıştık. " "Yanılmışız, Conseil," dedim. "Kuşkusuz ! Ama başkalarının buna hala inan­ dığı kesin. " "Belki de öyle Conseil, ama ben kendi adıma, bu canavarların varlığına onlara kendi ellerim­ le dokunmadıkça inanmamaya kesinlikle karar verdim. " 615

JULES VERNE

"Yani," diye sordu Conseil, "beyefendi bu dev ahtapotlara inanmıyorlar mı? " "Eh! Böyle hayvanların varlığına inanan kaldı mı ki? " diye bağırdı Kanadalı. "Onlara inanan pek çok insan var dostum Ned," dedim. "Balıkçılar inanmaz. Ama belki bilim insanları inanıyor olabilir! " "Afedersin Ned ama hem balıkçılar hem de bi­ lim insanları onlara inanırlar! " Conseil dünyanın en ciddi adamı edasıyla: "Ama," dedi, "şu anda sizlerle konuşan ben, bir kafadanbacaklının bir gemiyi kollarıyla sarıp denizin içine çektiğini gördüğümü kesinlikle ha­ tırlıyorum. " "Sahiden gördünüz mü?" diye sordu Kanadalı. "Evet Ned" "Kendi gözlerinizle mi? " "Kendi gözlerimle. " "Nerede peki, söyler misiniz lütfen ?" Conseil sakin sakin: "Sain-Malo'da," diye devam etti. "Limanda mı?" diye sordu alaycı bir biçimde Kanadalı. "Hayır, bir kilisede, " diye cevap verdi Conseil. "Kilisede ha ! " diye bağırdı Kanadalı. "Evet dostum Ned. Bu, söz konusu ahtapotun resmedildiği bir tabloydu! " Ned Land bir kahkaha atarak: "Güzel ! " dedi. "Conseil efendi benimle alay ediyor demek!" "Aslında Conseil haklı, " dedim. "Bu tablodan söz edildiğini ben de duymuştum. Ama resmin 616

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

konusu bir efs aneden alınmıştı. Doğabilimini ilgi­ lendiren efsaneler hakkında ne düşünüldüğünü bilirsiniz ! Zaten konu canavarlar oldu mu, hayal gücünün yolundan sapması işten bile değildir. Bu ahtapotların yalnızca gemileri batırdığı iddia edilmekle kalmıyor, mesela Olaus Magnus adlı bir adam, bir mil uzunluğunda, hayvandan çok adaya benzeyen bir kafadanbacaklıdan söz edi­ yor. Bundan başka bir de, Nidros piskoposunun bir gün dev bir kayanın üzerinde bir vaaz kürsüsü yaptırdığı, piskoposun akşam duası bitince kaya­ nın yürümeye başladığı ve denize döndüğü anla­ tılır. Bu kaya meğer bir ahtapotmuş." "Hepsi bu kadar mı? " diye sordu Kanadalı. "Hayır," diye cevap verdim. "Berghemli Pon­ toppidan adında başka bir piskopos da üzerinde süvari alayının manevra yapabileceği büyüklükte bir ahtapottan söz eder! " "Demek ki eski piskoposların akılları pek de yerinde değilmiş! " dedi Ned Land. "Antik çağ doğabilimcileri de kuyruklan bir körfezi andıran ve Cebelitank Boğazı'ndan geç­ meyecek kadar büyük canavarlardan söz ederler. " "Harika! " dedi Kanadalı. "Peki bütün bu anlatılanların doğruluk payı nedir?" diye sordu Conseil. "Bunların hiçbir doğruluk payı yok dostlarım, en azından bu hikayeler gerçeklik sınırlannı aşıp masala ya da efsaneye doğru kaydıkça bu böyle. Yine de bunları anlatanların hayal gücünü hare­ kete geçiren bir şeyler olsa gerek. Çok büyük ah­ tapotlar ve kalamarlann varlığını inkar edemeyiz ama bunlar yine de deniz memelilerinden daha 617

JULES VERNE

küçüktür. Aristoteles beş anşlık, yani üç metre on santimetrelik bir kalamardan söz eder. Bizim ba­ lıkçılarımız da sık sık uzunlukları bir metre sek­ sen santimetreyi aşan kalamarlara rastlar. Tries­ te ve Montpellier müzelerinde iki metrelik ahta­ pot iskeletleri yer alır. Üstelik doğabilimcilerinin hesaplarına göre, yalnızca altı ayak uzunluğunda olan bir hayvanın, yirmi yedi ayak uzunluğunda dokunaçları olması gerekir. Tüm bunlar da ah­ tapotların dev birer canavar olarak anılması için yeterlidir." "Bu hayvanlar bugün de avlanıyor mu? " diye sordu Kanadalı. "Avlanmıyorsa bile denizciler bunlarla karşıla­ şıyorlar. Dostlarımdan biri, Le Havre'dan Kaptan Paul Bos, bana sık sık Hint denizlerinde bu devasa canavarlardan birine rastladığını anlatırdı. Ama başıma gelen en şaşırtıcı şeylerden biri olan ve bu hayvanlann varlığını inkar etme­ mi imkansız hale getiren olay bundan birkaç yıl önce, 1861'de gerçekleşti. " "Nedir bu olay? " diye sordu Ned Land. "Dinleyin o halde. 1861 yılında, Tenerife'in ku­ zey doğusunda, aşağı yukarı şimdi bulunduğu­ muz enlemin yakınlarında bir yerde, Alecton adlı küçük bir savaş gemisinin mürettebatı, geminin çevresinde yüzen dev bir ahtapot fark eder. Ko­ mutan Bouguer komutasındaki gemi, hayvana yaklaşarak zıpkın ve tüfeklerle saldırır ama pek de başarılı olamaz; çünkü kurşunlar ve zıpkınlar hayvanın yumuşak etinden tıpkı bir peltenin içinden geçer gibi geçip gider. Başarısız pek çok denemeden sonra, mürettebat yumuşakçanın 618

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

gövdesinin etrafına gevşek bir ilmek geçirmeyi başarır. İlmeğin düğümü hayvanın kuyruk yüzge­ cine kadar kayar ve burada durur. Böylece dev ahtapotu gemiye çekmeye uğraşırlar ama hayvan o kadar ağırdır ki, ipin çekilmesiyle birlikte kuy­ ruğu kopar. Kuyruğundan vazgeçen ahtapot, son­ ra suların altında kaybolur. "

619

JULES VERNE

"Nihayet gerçek bir olay," dedi Ned Land. "Tartışılmaz bir olay, dostum. Bundan dola­ yı bu ahtapota 'Bouguer ahtapotu' adı verilmesi önerildi. " "Peki uzunluğu ne kadardı? " diye sordu Kana­ dalı. Camın yanına ilişmiş, yardaki geniş çatlaklan yeniden incelemeye koyulan Conseil: "Yaklaşık altı metreydi değil mi? " diye sordu. "Tam tamına," diye cevap verdim. ,, "Kafasının etrafında, diyerek sözüne devam etti Conseil, "yuvalanndaki yılanlar gibi oynaşan sekiz dokunacı yok muydu?" "Kesinlikle. " "Patlak gözleri çok büyük değil miydi? " "Öyleydi Conseil." "Peki ya ağzı, ağzı da adeta bir papağan gagası gibiydi değil mi; ama dev bir gaga?" "Evet Conseil." "Beyefendiyi rahatsız etmek gibi olmasın ama," diye sakince cevap verdi Conseil, "işte ba­ kın, Bouguer'in ahtapotu olmasa bile, en azından onun kardeşlerinden biri orada." Conseil'e baktım. Ned Land cama doğru koştu. "Korkunç bir hayvan! " diye bağırdı. Ben de gidip camdan dışarıya baktım ve he­ men geri çekilmekten kendimi alamadım. Gö­ zümün önünde, canlılarda görülen anomalileri inceleyen bilimin efsaneleri arasında yer alacak türden korkunç bir hayvan duruyordu. Bu, sekiz metre boyunda dev bir ahtapottu. Müthiş bir hızla Nautilus ' a doğru yüzüyordu. Maviye ç alan yeşil gözlerini üzerimize dikmiş , 620

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bizi inceliyordu. Kafa sından çıkan sekiz kolu ya da daha doğrusu s ekiz bacağı, bu hayvanlara kafadanbacaklı adının verilmesi de bu sebeple­ dir, tüm vücudunun iki katı büyüklüğündeydi ve intikam tanrıçası olarak bilinen Erinyaların saçları gibi kıvrılıp bükülüyordu. Yarım küre bi­ çiminde bir kapsülü andıran dokunaçlarının iç bölümünde yer alan iki yüz elli tane vantuzu açık seçik görebiliyorduk. Bu vantuzlar z aman z aman s alonun camlarına yapışıyordu; işte o z aman bunların nasıl bir emme gücü olduğunu anlayabiliyorduk. Canavarın ağzı, daha doğrusu papağanlarınkine benzeyen boynuzumsu gaga­ sı aşağıdan yukarıya doğru açılıp kapanıyordu. Yine boynuzumsu bir m addeden oluşan ve üze­ rinde pek çok sıra sivri dişi bulunan dili, gerçek bir demirci m akasını andıran bu ağzın içinden titreyerek dışarı çıkıyordu. Doğanın hayal gücü ne garip ! Bir yumuşakçada bir kuş gagası! Hay­ vanın orta bölümü şişkindi ve iğsi bedeni, yir­ mi-yirmi beş bin kilogram arası çeken etli bir kütleden oluşuyordu. Ahtapotun rengi öfkesine bağlı olarak büyük bir hızla değişiyor, mora ça­ lan griden b aşlayarak kırmızımsı kahverengiye doğru geçiyordu. Bu yumuş akça neye sinirlenmişti? Kuşku­ suz ondan daha büyük olan ve ne gagasıyla ne de emici kollarıyla yakalayabildiği Nautiius'un varlığıydı onu sinirlendiren ş ey. Ahtapotlar n asıl da güçlü hayvanlardı böyle, doğa onlara n asıl bir güç atfetmişti, hareketleri nasıl da ür­ kütücüydü! E ne de ols a üç kalbi vardı bu hay­ vanların! 621

JULES VERNE

Mademki bir tesadüf bizi bu ahtapotla yüz yüze getirmişti; kafadanbacaklılann bu örneğini özenle inceleme fırsatını asla kaçırmak istemi­ yordum. Bu yüzden hayvanın görüntüsünün ya­ rattığı dehşet duygusunu yendim ve bir kurşun kalem alarak onu çizmeye koyuldum. "Belki de Alecoton'un karşılaştığı ahtapottu bu, " dedi Conseil. 622

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Hayır, " diye cevap verdi Kanadalı, "çünkü bu­ nun vücudunda hiçbir eksik yok, ama öbür hay­ van kuyruğunu kaybetmişti! " "Bu, bir açıklama değil, " diye cevap verdim. "Bu hayvanların kollan ve kuyrukları yeniden çıkar. Bouguer'in ahtapotlarının kuyruğu yedi yıldan bu yana yeniden çıkmaya zaman bulmuş olabilir. " "Eğer," diye söze atıldı Ned, "Bouguer'in gör­ düğü hayvan bu değilse bile, belki de şunlardan birisidir! " Bu sırada s ancak tarafındaki camın önünde b aşka ahtapotlar belirmişti. Yedi tanesini s ay­ dım. Nautilus ' a eşlik ediyorlardı ve sac gövdeyi kemirmeye çalışan gagalarının gıcırtısını duyu ­ yordum. Onların keyfine sunulmuş bir arm ağan gibiydik. Onları resmetme işine devam ettim. Bu dev hayvanlar o kadar yanımızdan yüzüyorlardı ki, rahatça hareket etmedikleri hissine kapılabilir­ dik. Hatta istesem camın üzerinden kopyalarını bile çıkarabilirdim. Ama Nautilus 'un çok hızlı ha­ reket etmediğini de eklemeliyim. Nautilus birden durdu. Sarsıntıdan gemının bütün ıskarmozları titredi. "Karaya mı oturduk? " diye sordum. "Öyle olsa bile, " dedi Kanadalı "sanırım kur­ tulduk çünkü yüzmeye devam ediyoruz. " Nautilus'un yüzdüğü kesindi ama ilerlemesi durmuştu. Pervane kanatları da hareket etmi­ yordu. Aradan bir dakika kadar bir süre geçti. Kaptan Nemo, beraberinde ikinci kaptanla sa­ lona girdi. 623

JULES VERNE

Onu bir süredir görmemiştim. Yine keder­ li gibiydi. Bizimle hiç konuşmadan, belki de bizi görmeden cama doğru gitti; ahtapotlara baktı ve ikinci kaptana bir şeyler söyledi. Adam çıktı. Biraz sonra kapaklar kapandı ve ışıklar yandı. Kaptan'ın yanına doğru gittim. Akvaryum camının önünde duran bir amatö­ rün kayıtsız ses tonuyla: "İlginç bir ahtapot koleksiyonu," dedim. "Aslında Sayın Doğabilimci," diye cevap verdi, "onlarla göğüs göğse çarpışacağız." Kaptan'a baktım. Söylediklerini iyi işitmediği­ mi sanıyordum. "Göğüs göğse mi?" diye sordum . . "Evet beyefendi, öyle . Pervane durdu. Herhal­ de bu ahtapotlardan birinin boynuzumsu gagası pervanenin kollarına takıldı. Bu da bizim ilerle­ memizi engelliyor. " "Ne yapacaksınız ? " "Yüzeye çıkacağız ve bu zararlı hayvanların hepsini öldüreceğiz. " "Zor bir iş. " "Evet zor. Çünkü bu hayvanların eti öyle yu­ muşak ki elektrik mermileri bunlar üzerinde hiç­ bir işe yarmaz; bu mermilerin patlayabilmesi için çarptıkları nesnenin bir direnci olması gerekir. Bu yüzden biz de baltalarla saldıracağız. " "Ve de zıpkınla," dedi Kanadalı, "tabii benim yardımımı reddetmezseniz . " "Kabul ediyorum, Land Usta." "Sizinle geleceğiz, " dedim. Kaptan Nemo'yu izleyerek orta merdivene gittik. 624

DENİZLER ALTINDA 20. 000 FERSAH

Burada bir düzine kadar adam, ellerinde balta­ larla saldırmaya hazır bekliyorlardı. Conseil ve ben de elimize birer balta, Ned Land ise bir zıpkın aldı. Nautilus yüzeye çıkmıştı. En üsteki basamak­ larda duran denizcilerden biri kapağın vidalarını söküyordu. Ama cıvata somunları açılır açılmaz, büyük olasılıkla ahtapotların vantuzlarıyla yapışa­ rak çektiği kapak, büyük bir hızla yerinden fırladı. Çok geçmeden ahtapotun uzun kollarından biri bu aralıktan içeri yılan gibi süzüldü. Yukarıda yirmi kol hareket halindeydi. Kaptan Nema, ba­ samaklardan kıvrıla kıvrıla içeri süzülen bu dev dokunacı bir balta darbesiyle kesti.

625

JULES VERNE

Sahanlığa çıkmak için birbirimizi ittiğimiz sı­ rada, başka iki kol, bir ıslık sesi çıkararak Kaptan Nemo'nun önündeki denizciye dolandı ve karşı konulmaz bir güçle adamı çekip aldı. Kaptan Nema bir çığlık attı ve hemen dışanya fırladı. Biz de peşinden gittik. Ne korkunç bir manzaraydı bu! Ahtapotun dokunacıyla yakaladığı ve vantuzlarıyla yapıştığı zavallı adam, bu dev hortumun keyfine göre ha­ valarda sallanıyordu. Bu sırada hırıltılar çıkıyor ve bağınyordu: "Yardım edin! Yardım edin! " Fransızca söylenen bu sözler karşısında a fal­ layıp kalmıştım! Demek bu gemide bir, belki de birçok yurttaşım vardı! Bu iç parçalayıcı yardım çağrısı ömrümün sonuna kadar kulaklanmdan silinmeyecek! Zavallı adam mahvolmuştu. Onu bu güç du­ rumdan kim kurtarabilirdi ki? Bu sırada Kaptan Nema ahtapotun üzerine atılmış, bir balta darbe­ siyle hayvanın bir kolunu daha koparmıştı. İkin­ ci kaptan ise Nautilus'un bordasından tırmanan başka canavarla çılgın gibi savaşıyordu. Tüm mü­ rettebat ellerinde baltalarla dövüşüyordu. Kana­ dalı, Conseil ve ben silahlarımızı bu et kütlelerine saplıyorduk. Havayı yoğun bir misk kokusu kap­ lamıştı. Bu korkunçtu. Bir an için ahtapotun yakaladığı z avallı, hay­ vanın güçlü vantuzlarından kurtulacak s andım. Hayvanın sekiz kolunun yedisi kesilmişti. Tek bir kolu kalmıştı; o da, kurb anını tüy gibi h avaya kaldırdığı koluydu. Kaptan Nemo'yla ikinci kap­ tan onun üzerine atılınca, ahtapot karnındaki 626

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bir bezden s algıladığı siyahımsı bir su kütlesini üzerimize fışkırttı. Bir an için hepimiz kör ol­ muştuk. Üzerimizdeki bu bulut dağıldığında, ahtapot z avallı yurttaşımla birlikte çoktan göz ­ den kaybolmuştu !

627

JULES VERNE

Bu durumun yarattığı öfkeyle canavarlara çıl­ gın gibi saldırmaya başladık! Herkes kendini kay­ betmişti. Geminin sahanlığının yanında on-on iki tane ahtapot vardı. Sahanlık kan ve siyah mürek­ kep gölüne dönmüştü. Bu kan gölünün ortasında kıvrılıp duran bu yılan gövdelerinin arasında yu­ varlanıyorduk. Bu yapışkan dokunaçlar, yedi başlı ejderhanın başlan gibi s anki yeniden doğuyordu. Ned Land, her bir zıpkın darbesiyle hayvanlardan birinin mavi-yeşil gözlerini oyuyordu. Ama benim cesur yürekli dostum, bir canavarın dokunaçlann­ dan kendini koruyamayarak birden yere serildi. Ah! O anda kalbim heyecandan ve korkudan nasıl durmadı! Ahtapotların dev ağzı Ned Land'ın tam üzerinde sonuna kadar açılmıştı. Zavallı zıp­ kıncının ikiye ayrılmasına ramak kalmıştı. He­ men yardımına koştum, ama Kaptan Nema ben­ den önce davranmıştı. Baltası hayvanın iki çenesi arasında görünmez oldu. Bu olaydan mucize ese­ ri kurtulan Kanadalı ayağa kalktı ve zıpkını ahta­ potun üçlü kalbine sonuna kadar sapladı. "Size borcumu ödemem gerekiyordu! " dedi Kaptan Nema. Ned karşılık vermeden eğilip ona selam verdi. Bu çarpışma on beş dakika sürmüştü. Yenilen, yaralanan, ölümcül darbeler alan ahtapotlar so­ nunda bizi rahat bırakarak, dalgaların arasında gözden kayboldular. Kan içinde kalan Kaptan Nema, borda fenerin yanında kıpırdamadan duruyor, dostlarından bi­ rini yutan denize bakıyordu. O sırada gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. 628

XIX GULF STREAM

20 Nisan günü yaşadığımız bu korkunç olayı hiçbirimiz asla unutmayacağız. Bugün yaşadık­ larımızı kağıda dökerken bile içimde aynı şiddeti hissediyorum. Sanki aynı şeyi yeniden yaşıyor gi­ biyim. Yazdıklarımın bu kısmını Conseil ve Ka­ nadalıya okuduğumda, olayı olduğu gibi, eksiksiz anlattığımı ama bu durumun üzerimizde yarat­ tığı etkiyi bütünüyle aktaramadığımı söylediler. Böylesi bir manzarayı tasnif edebilmek için şair­ lerimizin en ünlüsünün, yani Deniz İşçil e ri nin ya­ zarının kalemine sahip olmak gerekiyordu. Kaptan Nemo'nun denize bakarak ağladığını söylemiştim. Acısı çok büyük olmalıydı. Gemiye gelişimizden bu yana ikinci dostunu kaybediyor­ du. Nasıl korkunç bir ölümdü bu! Bir ahtapotun dev kolu tarafından ezilerek, boğularak, parçala­ narak, hayvanın demir gibi gagalarının arasında parça parça olarak ölen dost, arkadaşlarıyla birlik­ te mercan mezarlığının sakin sulannda yatama­ yacaktı! Bana gelince, tüm bu hengamenin ortasında yüreğimi parçalayan asıl şey, zavallı adamın ölür­ ken attığı yardım çığlığıydı. Bu zavallı Fransız, gemide her zaman kullandığı anlaşma dilini bir '

629

JULES VERNE

kenara bırakarak, kendi ülkesinin dilini, anadilini konuşmaya başlamıştı! Demek Nautilus 'un hem ruhen hem de bedenen Kaptan Nemo'ya bağlı olan ve tıpkı onun gibi insanlardan kaçan mü­ rettebatının arasında bir yurttaşım varmış ! Farklı uluslardan kişilerin oluşturduğu bu gizli birliğin içindeki tek Fransız o muydu acaba? Bu soru da durmadan zihnimde dönüp duran çözümsüz so­ rular arasında yerini almıştı! Kaptan Nemo odasına çekildi. Bir süre onu hiç görmedim. O, Nautilus'un sadece kaptanı değil, aynı zaman da ruhuydu da. Kendisiyle aynı duy­ guları yansıtan bu gemiye bakarak, onun ne ka­ dar üzgün, ümitsiz ve çaresiz olduğunu tahmin edebiliyordum! Nautilus artık belirli bir rotada ilerlemiyordu. Gidiyor, geliyor, dalgaların insafı­ na terk edilmiş bir kadavra gibi suda yüzüyordu. Pervanesi dönüyordu dönmesine ama bu pek de bir şey ifade etmiyordu. Gemi sanki başıboş bir halde oradan oraya seyrediyordu. Ancak ne bu son çarpışmanın geride bıraktığı etkiden ne de içinde yaşayanlardan birini yutan bu denizden bir türlü kopamıyordu! On gün böyle geçti. Nautilus, ancak 1 Mayıs günü, Bahama Kanalı'nın açıklarındaki Bahama Adalarını gördükten sonra rotasını doğrudan ku­ zeye çevirdi. Böylelikle kendine has kıyıları, ba­ lıklan ve ayrı bir sıcaklığı olan denizdeki en bü­ yük nehir akıntısını izleyerek ilerlemeye başla­ dık, yani Gulf Stream akıntısını. Esasında Gulf Stream, Atlantik'in ortasında serbestçe akan, suları okyanusun sularına karış­ mayan bir ırmaktır. Tuzlu bir ırmaktır bu; hatta 630

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bu akıntıdaki tuz oranı onu çevreleyen denizde­ kinden daha fazladır. Gulf Stream'in ortalama derinliği üç bin ayak, ortama genişliği altmış mil­ dir. Bu nehrin akıntısının hızı bazı bölgelerde sa­ atte dört kilometreyi bulur. Sulannın sabit debisi, yeryüzündeki bütün ırmaklarınkinden fazladır. Gulf Stream'in esas kaynağı ya da isterseniz Komutan Mury tarafından keşfedilen başlangıç noktası diyelim, Biskay Körfezi'nde yer alır. Rengi ve sıcaklığı henüz kendini fark ettirmeyen akın­ tı, burada oluşmaya başlar. Sonra güneye iner; Afrika'nın Ekvator çevresinde kalan kısmı boyun­ ca uzanır; sulannı bu sıcak bölgeye vuran güneş ışınlanyla ısıtır; Atlantik'i geçer; Brezilya kıyısın­ da San-,Roque Bumu'na ulaşır ve bir tanesi An­ til Denizi'nin sıcak su molekülleriyle iyice ısınan iki kola aynlır. Böylece farklı sıcaklıklar arasın­ da bir denge kurmak ve tropik bölgelerin sulan­ nı kuzeydeki sularla kanştırmak görevini üstle­ nen Gulf Stream dengeleme işine başlar. Meksi­ ka Körfezi'nde fazlasıyla ısınan akıntı, Amerika kıyılarından kuzeye doğru akmaya başlar, New Foundland'e kadar ilerler, Davis Boğazı'nda hakim olan soğuk akıntının etkisiyle yolunu değiştirir, dünyanın en büyük dairelerinden birinin üzerin­ den ilerlerken loksodromi yayını izleyerek yeniden okyanusun yolunu tutar ve kırk üçüncü derece ya­ kınlarında iki kola aynlır. Bunlardan biri, kuzey­ doğu alizelerinin yardımıyla Biskay Körfezi'ne ve Asor Adalarına varır. Diğeriyse, İrlanda ve Norveç kıyılarını ısıttıktan sonra, sıcaklığın dört derece düştüğü Spitzberg'den daha uzağa, serbest deniz­ leri oluşturmak üzere kutba doğru gider. 631

JULES VERNE

İşte Nautilus, okyanustaki bu ırmak üzerinde ilerliyordu. Bahama Kanalı'nın çıkışında, kıyıdan on dört fersah açıkta ve yüzeyin tam üç yüz elli metre altında, Gulf Stream'in hızı s aatte sekiz kilometredir. Kuzeye doğru gittikçe bu hız dü­ zenli olarak azalır. Bu düzenliğinin böyle devam etmesini ummak gerekir; çünkü eğer gerçekten söylenildiği gibi, Gulf Stream'in hızı ve yönü de­ ğişmekteyse, Avrupa iklimleri, sonuçlarını bugün kolay kolay hesaplayamayacağımız kadar karışık bir durumla karşı karşıya kalacaktır. Öğleye doğru Conseil'le birlikte sahanlıktay­ dım. Ona Gulf Stream'in kendine özgü özellik­ lerinden söz ediyordum. Bu konuda söyleye­ ceklerim bitince de, elini akıntıya daldırmasını söyledim. Conseil dediğimi yaptı ve suda ne bir sıcaklık ne de soğukluk hissettiği için çok şaşırdı. "Bunun sebebi," dedim, "Gulf Stream'in sula­ rının ısısının, Meksika Körfezi'nden çıkarken, in­ san kanının ısısından pek farklı olmamasıdır. Bu akıntı, Avrupa kıyılarının her zaman yemyeşil ol­ masını sağlayan büyük bir ısıtıcı görevi görür. Ve Maury'nin söylediğine göre, Gulf Stream'in sıcak­ lığı tamamen kullanılsa, erimiş demirden oluşan ve Amazon ya da Missouri nehirleri kadar büyük bir nehri ergime durumunda tutmaya yetecek ka­ dar büyük bir ısı elde edilirdi. " Bulunduğumuz yerde Gulf Stream'in hızı sa­ niyede iki metre yirmi beş santimetreydi. Nehrin akıntısı onu çevreleyen denizden öyle farklıydı ki, sıkıştırılmış suları okyanus yüzeyinde çık�ntı yapıyor ve denizin soğuk suyuyla arasında bir dü632

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

zey farklılığına sebep oluyordu. Akıntının esmer tuz bakımından zaten zengin olan suları, çevre­ sindeki yeşil denizi çivit mavisi rengiyle bölüp geçiyordu. Hatta nehir ve deniz suyu arasındaki sınır çizgisi öylesine belirgindi ki, Kuzey ve Güney Carolina yakınlarında seyrederken, Nautilus'un mahmuzu Gulf Stream'in sulannı yırtarken per­ vanesi hala okyanus sularını dövüyordu. Akıntı, beraberinde bir dünya canlıyı da sürük­ lüyordu. Akdeniz' de çok görülen argonautlar bu­ rada çoklu sürüler halinde seyahat ediyordu. Bu akıntıdayken karşılaştığımız kıkırdaklı balıklar arasında en dikkat çekici olanlar, püsküllü kuy­ rukları gövdelerinin neredeyse üçte birini oluştu­ ran ve yirmi beş ayak uzunluğunda geniş baklava biçimli kedibalıkları; bunlardan başka, iri kafalı, kısa ve yuvarlak ağızlı, sıra sıra sivri dişleri olan ve gövdeleri pullarla kaplı, yaklaşık bir metre bo­ yunda küçük camgözlerdi. Kemikli balıklara gelince, bunlar arasında bu denizlere özgü kır renkli labros balıklarını, göz­ bebekleri ateş gibi parlayan sinaritleri, küçük dişlerle kaplı geniş ağızları olan ve hafif bir çığlık sesi çıkaran bir metre boyundaki eşkineleri, daha önce de sözünü ettiğim siyah centronotaları, altın ve gümüş rengi benekleri olan mavi lambukaları, en zarif tropikal kuşlarla bile yarışabilecek kadar canlı renkleriyle okyanusun gök kuşları diyebile­ ceğimiz papağanbalıklarını, kafaları üçgen biçim­ li horozbinaları, mavimsi renkli pulsuz kalkan­ ları, gövdelerinde Yunan alfabesindeki O harfine benzeyen enlemesine bir sarı şerit taşıyan kur­ bağabalıklarını, üzeri kahverengi noktalı, karın633

JULES VERNE

ca gibi kaynaşan küçük akınkayalannı, san kuy­ ruklu, gümüş başlı dipterodonları, Lacepede'nin hayatının aşkı olan eşine adadığı çeşitli türden sombalıklannı, etrafa tatlı bir parıltı s açan, bir o kadar da çevik olan altın başlı kefalleri, son ola­ rak da kurdele ve süslemeye pek itibar etmeyen bu ulusun kıyılarında çok rastlanan, her türden kurdele ve süslemeyi üzerinde barındıran, Ame­ rikan uskumrusu adını taşıyan oldukça güzel bir balığı notlarımın arasına kaydettim. Bütün bunlara, Gulf Stream'in fosforlu su­ larının gece boyunca borda fenerinden yayılan ışıkla yarışır parlaklıkta olduğunu da eklemeli­ yim. Özellikle de bizi sık sık tehdit eden fırtınalı havalarda. 8 Mayıs günü hala, Kuzey Carolina'nın bu­ lunduğu enlemdeki Hatteras Burnu'nun yakın­ lanndaydık. Bu bölgede Gulf Stream'in genişliği yetmiş beş mili, derinliği ise iki yüz on metreyi buluyordu. Nautilus macera peşinde koşmaya devam ediyordu. Gemide hiçbir güvenlik önlemi alınmıyor gibiydi. Bu şartlar altında kaçma giri­ şiminin başarıyla sonuçlanabileceğini düşünü­ yordum. Etrafımızda bulunan kıyılar bize kolayca sığınabileceğimiz bir sığınak imkanı sunuyordu. Deniz, New York ya da Bostan ile Meksika Kör­ fezi arasında durmadan çalışan pek çok buharlı gemiyle ve gece gündüz Amerika'nın çeşitli nok­ talarına mal taşıyan küçük guletlerle doluydu. Bu gemilerden herhangi birinin bizi alıp kurtarabile­ ceğini de umabilirdik. Nautilus ve Amerika ara­ sında hala otuz millik bir mesafe olsa da, burası kaçmak için çok uygun bir yerdi. 6 34

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Ama yine de ortada Kanadalının kaçma plan­ larına engel teşkil eden can sıkıcı bir durum var­ dı: hava çok kötüydü. Gulf Stream akıntısının ne­ den olduğu fırtınaların yanı sıra, hortum ve kasır­ gaların da sık görüldüğü bölgeye yaklaşıyorduk. Dayanıksız bir filikanın üzerinde, kararsız denize meydan okumak kuşkusuz ölüm olurdu. Bunu Ned Land da kabul ediyordu. Dolayısıyla yalnızca buradan kaçarak kurtulacağını bildiği korkunç bir sıla hasreti çekmesine rağmen sabrediyordu. "Beyefendi," dedi o gün, "bütün bunların artık sona ermesi gerekiyor. Artık içimin rahat etme­ sini istiyorum. Sizin Nemo karadan uzaklaşıyor ve kuzeye doğru çıkıyor. Ama bakın size söylüyo­ rum; Güney Kutbu bana yetti ve onunla birlikte Kuzey Kutbu'na gitmeyeceğim." "Şu anda kaçmak için fırsatımız bulunmadığı­ na göre, ne yapabilir ki Ned? " dedim. "Dönüp dolaşıp aynı fikre varıyorum. Kap­ tanla konuşmak gerek. Sizin ülkenizin denizle­ rinde yüzerken, siz hiçbir şey söyleyemediniz. Şimdi benim ülkemin denizlerinde olduğumuz için ben konuşmak istiyorum. Birkaç güne kal­ madan Nautilus'un Yeni İskoçya yakınlarında olacağını, oradan Newfoundland'e doğru büyük bir koyun açıldığını, Saint Lawrence Nehri'nin bir koya aktığını, bu nehrin benim nehrim olan Que­ bec nehri olduğunu, yani doğduğum toprakların nehri olduğunu düşündükçe . . . İşte bütün bunları düşündükçe öfkeyle doluyorum, tüylerim diken diken oluyor. İnanın, beyefendi, kendimi denize atarım daha iyi! Artık burada kalmayacağım! Bu­ rada boğuluyorum! " 635

JULES VERNE

Kanadalının sabn gerçekten de tükenmişti. Sert doğası, gittikçe uzayan bu tutsaklığa daya­ namıyordu. Dış görünüşü günden güne değişiyor; ruhu gitgide karanlığa gömülüyordu. Ne kadar acı çektiği anlıyordum çünkü özlem duygusu beni de ele geçirmişti. Karadan hiçbir haber al­ mayalı neredeyse yedi ay olmuştu. Üstelik Kap­ tan Nemo'nun kendi kabuğuna çekilmesi, özel­ likle ahtapotlarla dövüştükten sonra iyiden iyi­ ye değişen ruh durumu, sessizliği, bütün bunlar olanlara yeni bir gözle bakmama neden oluyordu. Gemideki ilk günlerin heyecanından eser kalma­ mıştı. Deniz memelilerine ve diğer deniz hayvan­ larına özgü bir yaşam sürdürdüğümüz böyle bir ortamda, durumu olduğu gibi kabul etmek için tıpkı Conseil gibi bir Flaman olmak gerekiyordu. Gerçekten de bu cesur delikanlının ciğer yerine solungaçları olsaydı, kesinlikle hepsinden üstün nitelikli bir balık olurdu! Ned Land, kendisine cevap vermediğimi gö­ runce: "Ee beyefendi?" diye sordu. "Ned, Kaptan Nemo'ya bizimle ilgili niyetinin ne olduğunu sormamı istiyorsunuz, öyle mi? " "Evet, beyefendi." "Bize daha önce söylemiş olmasına karşın, bunu ona tekrar mı sorayım? " "Evet. Son bir kez duymak istiyorum. İsterse­ niz yalnız benim için, benim adıma sorun. " "Ama onunla pek nadir karşılaşıyorum. Hatta benden kaçıyor. " "Alın size gidip onu görmek için bir neden daha." 636

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Ona bunu soracağım, Ned." Kanadalı ısrarcı bir tavırla: "Ne zaman?" diye sordu. "Onunla karşılaştığım zaman." "Bay Aronnax, benim gidip onu bulmamı mı istiyorsunuz? " "Hayır tamam, bana bırakın. Yann . . . " "Bugün," dedi Ned Land. "Peki öyle olsun," diye cevap verdim Kanadalı­ ya. "Onu bugün göreceğim." Kanadalı eğer kendi başına hareket etmeye kalkışırsa her şeyi berbat edebilirdi. İkisi de gitti; yalnız kaldım. Mademki kararımı vermiştim; hemen uygulamaya geçmek gerekir­ di. Yapılmış işleri, yapılacak olanlardan daha faz­ la severim. Odama döndüm. Kaptan Nemo'nun kendi odasında yürüdüğünü duyuyordum. Onu görme fırsatını kaçırmamam gerekiyordu. Kapısını çal­ dım. İçeriden hiç cevap gelmedi. Yeniden çaldım, sonra kapının kolunu çevirdim. Kapı açıldı. İçeri girdim. Kaptan odasındaydı. Çalışma masasına doğru eğilmişti, beni duymamıştı bile. Onunla konuşmadan dışan çıkmamaya karar verdiğimden yanına yaklaştım. Birden kafasını kaldırdı, gözlerini kıpıştırdı ve oldukça sert bir ses tonuyla: "Burada ne işiniz var? Benden ne istiyorsu­ nuz?" dedi. "Konuşmak, Kaptan. " "Ama meşgulüm beyefendi, çalışıyorum. Siz­ lere sağladığım yalnız kalma özgürlüğünden, acaba ben de yararlanamaz mıyım? " 637

JULES VERNE

Beni karşılama biçimi biraz cesaretimi kırdı ama istediğim cevapları alabilmek için her türlü şeyi işitmeye kararlıydım. "Beyefendi," dedim soğuk bir sesle, "daha faz­ la geciktiremeyeceğim bir konu hakkında sizinle konuşmam gerek. " "Neymiş bu konu?" diye sordu Kaptan alaycı bir ses tonuyla. "Benim gözümden kaçan bir bu­ luş mu yaptınız? Deniz size yeni sırlarını mı açtı?" Konudan çok uzaktık. Ama henüz ona cevap veremeden, masasının üzerinde açık duran bir elyazmasını göstererek bana daha da ciddi bir ses tonuyla: "İşte, Bay Aronnax, birçok dilde kaleme alınmış elyazması. Denizde yaptığım bütün çalışmaların özetini içeriyor ve eğer Tanrı izin verirse, benimle birlikte yok olmayacak. Benim imzamı taşıyan ve yaşam öykümle son bulan bu elyazması, sugeçir­ mez küçük bir aletin içine konulacak; Nautilus 'ta hayatta kalan son kişi onu denize atacak ve alet sular onu nereye sürüklerse oraya gidecek. " Bu adamın adı! Kendi eliyle yazdığı öyküsü ! Demek bu adamın sırrı bir gün çözülecekti, öyle mi? Ama şu an için bu konuşmanın bizim konu­ muzla hiçbir ilgisi yoktu. "Kaptan," diye cevap verdim, "sizi buna iten düşünceyi onaylamaktan başka bir şey söyleye­ mem. Çalışmalarınızın sonuçlarının kaybolma­ ması gerek. Ama bunun için kullandığınız yön­ tem bana çok ilkel geldi. Kim bilir rüzgarlar bu aleti nereye sürükleyecek, alet kimlerin eline dü­ şecek? Siz ya da belki adamlarınızdan biri. . . " Kaptan sözümü keserek: 638

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

"Asla, beyefendi." "Ama ben, dostlanm, bu elyazmasını sakla­ maya seve seve hazırız; tabii eğer bizi özgür bı,, rakırsınız . . . Kaptan Nemo ayağa kalkarak: "Özgürlük! " dedi. "Evet beyefendi," dedim, "ben de sizinle bu konuyla ilgili konuşmak istiyordum. Yedi aydan bu yana geminizdeyiz. Bugün buraya, arkadaş­ lanm ve kendim adına, niyetinizin bizi sonsuza dek burada tutmak olup olmadığını sormak için geldim." "Bay Aronnax, " dedi Kaptan Nemo, "size yedi ay önce söylediklerimin aynısını söyleyeceğim: Nautilus 'a giren bir daha buradan çıkamaz . " "Am a bize uyguladığınız b u şeyin adı köle ­ liktir." "İstediğiniz gibi adlandırabilirsiniz." "Ama dünyanın her yerinde, köleler özgür­ lüklerini arama hakkına sahiptir! Önlerine çıkan fırsatlardan ne pahasına olursa olsun yararlana­ bilirler! " "Bu hakka sahip olduğunuzu kim inkar edebi­ lir? Sizden bu konuda şeref sözü almayı hiç dü­ şündüm mü?" Kaptan kollarını kavuşturmuş bana bakıyordu. "Beyefendi," dedim, "ikinci kez aynı konuya dönmek ne benim hoşuma gidiyor ne de sizin. Ama madem başladık, bitirelim. Size tekrar söy­ lüyorum, burada söz konusu olan yalnızca ben değilim. Çalışmak benim için bir sığınak, etkili bir avunma yöntemi, bir tür alıştırma, bana her şeyi unutturan bir tutkudur. Ben de sizin gibi insan639

JULES VERNE

lardan uzak yaşayan, kapalı bir insanım; tıpkı si­ zin gibi ben de bir gün çalışmalarımın son uçlarını denizin ve rüzgarların keyfine bırakılmış bir alet yoluyla geleceğe miras bırakma ümidi taşıyorum. Kısacası size hayran olabilir ve yalnızca bazı nok­ talarını anlayabildiğim görevinizde, hiç şikayet etmeden sizi izleyebilirim. Ama sizin hayatını­ zın başka bir veçhesi daha var; daha karmaşık ve gizemli bu yönünüze ne arkadaşlarım ne ben erişebiliyoruz. Bazı acılarınızdan etkilenip ya da dehanız ve cesaretinizi kanıtlayan olaylarda he­ yecana kapıldığımız, yüreğimizin sizin için çarp­ tığı zamanlar oldu. Böyle zamanlarda her insa­ nın, güzel ve iyi olanın dosttan ya da düşmandan geldiğine aldırmayarak duyduğu hisleri içimize gömmek durumunda kaldık. İşte, içimizdeki size dokunan her şeye yabancı olma duygusu, bizim içinde bulunduğumuz durumu Ned Land için, as­ lında ben bile böyle düşünüyorum, kabul edile­ meyecek, hatta imkansız bir şey haline getiriyor. Her insan, önce insan olduğu için başkalarının onu düşünmesini ister. Kendinize şunu sorun; özgürlük tutkusu ve köleliğe duyulan öfke Kana­ dalınınki gibi bir doğaya sahip olan bir insanın kafasında hangi intikam planlarının doğmasına sebep olur; böyle bir adam neler düşünür, nelere girişir, neleri dener . . . Sustum. Kaptan Nemo ayağa kalktı. "Ned Land ne düşünürse düşünsün, neye gi­ rişirse girişsin, ne isterse denesin," dedi. "Benim için ne önemi var? Onu ben istemedim� Gemide de keyfimden tutmuyorum ki! Size gelince, Bay Aronnax, siz her şeyi anlayabilen insanlardansı"

640

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

nız; hatta sessizliği bile. Artık size verilecek bir cevabım yok. Bu konuyla ilgili konuşmaya bu ilk gelişiniz, aynı zamanda son gelişiniz olsun. Çünkü bir daha geldiğinizde sizi dinlemeyece­ ğim bile. " Kaptan'ın yanından ayrıldım. O günden sonra durumumuz daha da gergin bir hal aldı. Aramız­ da geçenleri dostlarıma ilettiğimde: "Şimdi," dedi Ned, "bu adamdan hiçbir şey bek­ lemeyeceğimizi biliyoruz. Nautilus , Long-Island'a yaklaşıyor. Hava nasıl olursa olsun, kaçacağız." Ama gökyüzü gitgide daha korkutucu bir hal alıyordu. Kasırga alametleri yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Hava süt gibi bembeyaz olmuştu. Ufukta sıra sıra dizilmiş yaygın tüybulutlarını bo­ ranbulutlar izliyordu. Daha alçakta bulunan diğer bulutlarsa hızla uzaklaşıyordu. Deniz kabarmış ve dev dalgalar ortaya çıkmıştı. Havada, fırtına dostu yelkovankuşlarından başka kuş kalmamış, hepsi gözden kaybolmuştu. Barometre belirgin biçimde düşüyor, havada su buharlarının neden olduğu aşırı bir gerilim olduğuna işaret ediyor­ du. Stormglasın içindeki karışım, atmosferdeki aşırı elektriklenme yüzünden ayrışmaktaydı. Ele­ mentlerin savaşı çok yakındı. Fırtına, 18 Mayıs günü, Nautilus New York yakınlarındaki küçük boğazların birkaç mil uza­ ğında, Lon g I s l a nd yakınl arındayken p atladı. Elementlerin savaşını size olduğu gibi anlata­ cağım; çünkü denizin derinliklerine kaçmak yerine , Kaptan Nemo açıklanamaz bir tutumla deniz yüzeyinde kalarak fırtınaya meydan oku mayı seçmişti. -

641

JULES VERNE

Rüzgar güneydoğudan esiyordu. Rüzgarın hızı önceleri saniyede on beş metreyken s aat üçe doğ­ ru saniyede yirmi beş metreye çıkmıştı. Böylesi bir hız fırtına habercisidir. Kaptan Nema, sert rüzgara aldırmadan, sa­ hanlıktaki yerini almıştı. Dev dalgalara karşı ko­ yabilmek için palamarlarla beline kadar gemiye bağlanmıştı. Ben de içimdeki hayranlığı hem fır­ tınaya hem de ona kafa tutan bu eşi benzeri gö­ rülmemiş adam arasında bölüştürerek, sahanlığa iplerle bağlanmıştım. Dalgaların ta içlerine kadar giren büyük bulut parçalan, kabaran denizi süpürüyordu. Denizde büyük dalga çukurlannın dibinde oluşan küçük dalgacıklardan eser kalmamıştı. Aşırı yoğun ol­ malarından dolayı tepelerinde köpük bile oluş­ mayan siyahımsı kıvrımlardan başka bir şey yok­ tu etrafta. Bu kıvrımların da yüksekliği giderek artıyor, bir dalga diğerini doğruyordu. Nautilus, kah yan yatarak, kah bir yelken direği gibi düm­ düz dikilerek sağa sola ve öne arkaya korkunç bir biçimde yalpalıyordu. Saat beşe doğru sel gibi bir yağmur boşandı ama ne rüzgarı ne de denizi yatıştırabildi. Kasır­ ga saniyede kırk beş metrelik, yani saatte yakla­ şık kırk fersahlık bir hızla zincirinden boşandı. Bu koşullar altındayken evleri yerle bir ediyor, çatı kiremitlerini kapılara saplıyor, demir kafes­ leri parçalıyor, yirmi dörtlük toplan yerlerinden oynatıyordu. Ancak kasırganın tam ortasındaki Nautilus, "Sağlam inşa edilmişse eğer, her gemi gövdesi denize meydan okur! " diyen mühendis bilginin sözünü doğrular nitelikte kasırgaya di642

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

reniyordu. Gemimiz, dalgaların parçalayabileceği dayanıklı bir kaya parçası değil; fırtınaya karşı di­ renci olmayan, yelkensiz, itaatkar, kendini fırtı­ nanın kucağına bırakmış çelik bir iğ gibiydi. Bu sırada zincirden boşanmışçasına kabaran dalgaları dikkatle inceliyordum. Yükseklikleri on beş metre civarındaydı. Rüzgar hızının yarısı ka­ dar olan yayılım hızlarıysa saniyede on beş met­ reydi. Dalgaların gücü ve debisi suyun derinliğine göre değişiyordu. İşte o zaman dalgaların aslında ne kadar önemli bir işlevi olduğunu anladım; ha­ vayı içine hapsediyor sonra da onu denizin dibi­ ne boşaltıyor ve böylece deniz dibindeki yaşamı sağlıyorlardı. Yapılan hesaplara göre, dalgaların basınç şiddeti öyle noktalara ulaşabilir ki, şiddet­ le çarptıkları herhangi bir yüzeyin her karesinde üç bin kilogramı bulur. Yeni Hebrides'te kırk iki bin kiloluk bir kütleyi yerinden oynatan dalgalar işte bu türden dalgalardır. 23 Aralık 1864'te mey­ dana gelen fırtına da, Japonya'daki Yeddo kenti­ nin bir bölümünü yıktıktan sonra, saatte yedi yüz kilometre ilerleyerek aynı gün Amerika kıyılarını vuran da bunlardır. Geceyle birlikte fırtınanın şiddeti de arttı. Ba­ rometre 7 10 milimetreye düştü . 1860 yılında Re­ union Adası'nda yaşanan bir kasırgada da böy­ le olmuştu . Gün batarken, ufukta fırtınayla güç bela baş etmeye çalışan büyük bir gemi gördüm. Dalgaların arasında devrilmemek için ağır ağır ilerliyordu. Bu New York Liverpool ya da New York le Havre arasında çalışan buharlı gemi­ lerden biri olmalıydı. Çok geçmeden karanlıkta gözden kayboldu. 643

JULES VERNE

Gece s aat onda gökyüzü ateş gibi kıpkırmızıy­ dı. Şiddetle çakan şimşekler havada yol yol çiz­ giler oluşturuyordu. Ben bu şimşeklerin saçtığı parıltıya bakamıyordum bile, oysa Kaptan Nemo sanki fırtına ruhunu içine çekmek ister gibi göz­ lerini dikmiş izliyordu. Kırılan dalgaların sesi, rüzgarın uğultusu ve gök gürültüsüne karışarak, 644

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

ortalığı korkunç bir gürültüye boğuyordu. Rüzgar ufkun her yönünden esiyor, doğudan kopan ka­ sırga, güney yarımkürenin döne dene ilerleyen fırtınalarının tersine, kuzeyden, batıdan ve gü­ neyden geçerek tekrar aynı yere dönüyordu. Ah! Gulf Stream! Fırtınaların kralı unvanını nasıl da hak ediyordu ! Bu kasırgaların tek sebebi oydu; bu akıntıyla üst üste yığılan hava katman­ ları arasındaki ısı farklılıklarından kaynaklanı yordu tüm bunlar. Yağmur yerini bir ateş sağanağına bırakmış, su damlacıkları ateş saçan sorguçlara dönüşmüş­ tü. Kaptan Nema yıldırımlarla çarpılmayı bekli­ yor gibi bir tavır içindeydi. Doğrusu tam da ona yakışır bir ölüm olurdu bu. Nautiius korkunç bir biçimde yalpa vururken, paratoner gibi havaya kalkan çelik mahmuzundan uzun kıvılcımlar çık­ tığını gördüm. Bitkin, tükenmiş bir halde yüzükoyun yere ya­ tarak sahanlıktaki kapağa doğru süründüm. Ka­ pağı açtım ve salona indim. O sırada fırtınanın şiddeti doruğa ulaştı. Geminin içinde ayakta dur­ mak olanaksızdı. Kaptan Nema, gece yarısına doğru içeri girdi. Su depolarının yavaş yavaş dolduğunu duydum. Ve Nautilus yavaşça suyun altına daldı. Salonun camından bakarken, ateşten bu sular içinde tıpkı hayaletler gibi hareket eden dehşet içindeki büyük balıkları gördüm. Bazılarına gözü­ mün önünde yıldırım çarptı! Nautilus suyun altına doğru inişini sürdürü­ yordu. On beş metre derinliğe ulaşınca ortalığın biraz sakinleştiğini düşünmüştüm. Yanılmışım. 645

JULES VERNE

Üst katmanlar fazlasıyla hareketliydi. Sakin bir yer bulmak için denizin derinliklerinde elli met­ reye kadar inmemiz gerekti. Burada nasıl bir s akinlik, nasıl bir sessizlik hakimdi, anlatamam. O anda okyanus yüzeyin­ de korkunç bir kasırga koptu ğunu kim söyleye­ bilirdi ki?

646

xx

ENLEMİ VE 28' BOYLAMI

47 ° 24' 17°

Fırtınayla birlikte doğuya doğru sürüklenmiş­ tik. New York ya da Saint Lawrence yakınlarında bir yere kaçma ümidimiz suya düşmüştü. Hayal­ leri suya düşen zavallı Ned de Kaptan Nemo gibi içine kapanmıştı. Conseil'le ben artık onun ya­ nından hiç ayrılmıyorduk. Nautilus 'un doğuya doğru sürüklendiğini söy­ lemiştim. Aslına bakılırsa, doğuya değil kuzey­ doğuya doğru kaymıştık. Sonraki birkaç gün bo­ yunca bazen suyun yüzeyinde, bazen altında, gemicilerin korkulu rüyası olan sislerin içinde amaçsızca bir oraya bir buraya dolaşıp durduk. Sisli hava, buzların erimesinden kaynaklanıyor ve bu durum atmosferin aşırı nemlenmesine ne­ den oluyordu. Bu bölgede, kıyıdan yansıyan belli belirsiz ışıkları görmek için karaya yaklaşan kim bilir kaç gemi batmıştır! Bu sis perdesi yüzünden ne kadar çok felaket meydana gelmiştir! Rüzgarın sesi Üzerlerine çarpan dalgaların sesini bastırdığı için kaç gemi kör kayalara çarpmış; ikaz ışıkla­ rına, düdük ve alarm çanlarının uyarılarına rağ­ men kaç gemi çarpışmıştır! Denizin dibi adeta bir savaş alanını andırı­ yordu; içinde okyanusa yenik düşmüş bir sürü 647

JULES VERNE

gemi vardı. Bunlardan bazıları oldukça eskiydi ve belli ki batalı çok olmuştu. Bazılarıysa yeni batmış olmalıydı; Nautilus 'un borda fenerinin ışığı bu gemilerin demir aksamlarından, ba­ kır karinalarından yansıyordu. Aralarında Race Burnu, Saint-Paul Adası, Belle-ile Boğazı, Saint­ Lawrence'ın halici gibi istatistiksel araştırmala ­ ra dünyanın e n tehlikeli noktaları olarak geçmiş denizlerde, mürettebatıyla, içindeki göçmen yol­ cularıyla birlikte batan nice sağlam gemi vardı! Yalnızca birkaç yıldan bu yana Royal-Mail, In­ mann ve Montreal hatları tarafından yıllık ölüm kayıtlarına ne kadar çok kurban kaydedilmişti. Bunlar arasında karaya çarparak batan Solway, Isis , Paramatta, Hungarian, Canadian , Anglo-Saxon, Humboldt, United-States adlı gemiler, başka bir gemiyle çarpışarak batan Arctic, Lyonnais , henüz bilinmeyen nedenlerle ortadan kaybolan Presi­ dent, Pasifte, City-of-Glasgow gibi birçok gemi var­ dı. Nautilus , tüm bu iç karartıcı manzaranın orta­

sında seyrederken, sanki buradaki ölüleri teftiş eder gibiydi! 15 Mayıs günü, Newfoundland sığlığının gü­ ney ucundaydık. Deniz alüvyonlannın meydana getirdiği bu sığlık, aslında hem Gulf-Stream akın­ tısının Ekvator'dan getirdiği, hem de Amerika kı­ yıları boyunca akan ters soğuk su akıntısının Ku­ zey Kutbu'ndan buraya taşıdığı organik kalıntı­ lardan oluşur. Buzların çözülmesiyle sürüklenen gezici buz kütleleri de burada birikir. Burası aynı zamanda denizde ölen milyarlarca balık, yumu­ şakça ve bitkimsi hayvanın üzerinde yattığı geniş bir mezarlıktır. 648

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Newfoundland sığlığında deniz fazla derin değildir; en fazla birkaç yüz kulaç derinliğinde­ dir. Ama güneye doğru gidildikçe birdenbire de­ rin bir çöküntü, üç bin metrelik bir delik ortaya çıkar. Burada Gulf-Stream genişler ve kollara ay­ rılır. Akıntı hızını ve sıcaklığını kaybeder ve de­ nize karışır. Nautilus'un yanlarından geçerken ürküttüğü balıklar arasında, siyahımsı sırtlı, turuncu karınlı, bir metre boyunda bir cyclopterayı fark ettim; bu hayvan türdeşlerinde rastlanmayan bir sadakat örneği sergiliyordu. Bundan başka, bir murena türü olan tadı enfes kocaman bir unernak, kafası köpeğinkine benzeyen büyük gözlü denizkurtları, yılanlar gibi canlı yavru doğuran horozbinalar, iki desimetrelik siyah akınkayaları ya da siyah kaya­ balıkları, uzun kuyruklu, derileri gümüş gibi par­ layan ve Kuzey denizlerinden uzaklaşarak mace­ raya atılan hızlı macruruslar gördüm. Denize bıraktığımız ağlarla birlikte gemiye, cesur, güçlü, gelişmiş kasları olan, kafası diken­ li, yüzgeçleri iğneli, boyları iki-üç metre arasında değişen, tıpkı bir akrebi andıran, horozbinaların, mezgitlerin ve somonların amansız düşmanı ola­ rak bilinen bir balık çekilmişti. Gövdesi yumru­ larla kaplı, derisi kahverengi, yüzgeçleri kırmızı olan bu balık Kuzey denizlerinin iskorpitiydi. Na­ utilus ' taki balıkçılar, solungaç kapaklarının yapısı s ayesinde solunum organlarını havanın kurutu­ cu etkisinden koruyarak suyun dışında bir süre yaşayabilen bu hayvanı zar zor zapt edebildi. Şimdi bir de, sonradan hatırlamak adına, Ku­ zey denizlerinde gemilere eşlik eden horozbinala649

JULES VERNE

rı, Kuzey Atlantik'e özgü sombalıklannı, iskorpit­ leri sayacağım ve sonra mezgitlerden ve özellikle de burada, onların en sevdiği deniz olan uçsuz bucaksız Newfoundland sığlığında rastladığımda çok şaşırdığım marinalardan söz edeceğim. Bu marinaların dağlarda yaşayan balıklar ol­ duğu söylenebilir; çünkü esasen Newfoundland bir deniz altı dağından başka bir şey değildir. Na­ utiius; aceleyle ilerleyen morina sürüsünün or­ tasından geçerken, Conseil şunlan söylemekten kendini alamadı: "Vay canına! Marinalar bunlar! Ama ben mo­ rinalann pisibalıklan ya da dilbalıkları gibi yassı olduğunu sanıyordum! " "Çok safsın!" diye bağırdım. "Marinalar sergi­ lendikleri balıkçı tezgahlarında yassıdırlar ama suyun içinde kefaller gibi iğ biçimindedirler ve yüzmek için yaratılmış kusursuz bedenleri vardır. " "Beyefendiye inanıyorum, " diye cevap verdi Conseil. "Ne kalabalık, sanki mahşer yeri ! " "Öyle dostum, ama düşmanlan olan iskorpit­ ler ve insanlar olmasaydı çok daha fazla olurlar­ dı! Tek bir dişi morinada kaç adet yumurta vardır biliyor musun? " " İ şimizi iyi yapalım," diye cevap verdi Conseil. "Beş yüz bin." "On bir milyon. " "On bir milyon! İşte, kendim saymadıkça asla inanmayacağım bir sayı. " "Say o zaman, Conseil. Ama bana inansan bu işi çok daha çabuk bitirmiş olursun. Aslında Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Danimarkalı­ lar, Norveçliler binlerce morina avlıyorlar. Yani 650

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bu hayvanlar aşırı miktarda tüketiliyor ve eğer bu denli üremiyor olsalardı çok geçmeden nesilleri , tükenirdi. Yalnızca İngiltere ve Amerika da, yet­ miş beş bin denizci taşıyan beş bin gemi, mori­ na avına çıkar. Her gemi ortalama kırk bin balık tutar; bu da toplam yirmi beş milyon morina de­ ,, mektir. Norveç kıyılarında da sonuç aynıdır. "Tamam," diye cevap verdi Conseil, "beyefen­ diye inanıyorum. Saymayacağım." "Neyi saymayacaksın?" "On bir milyon yumurtayı. Ama yine de bir şey söylemek istiyorum." "Nedir?" "Bütün yumurtalardan gerçekten bir yavru çıksa, İngiltere'yi Amerika'yı ve Norveç'i besle­ mek için dört morina yeterdi." Newfoundland sığlığının dibinde seyahat et­ tiğim süre içinde, her gemiden, ucunda iki yüz tane iğne bulunan düzinelerce uzun oltanın sal­ landığını gördüm. Bir ucundan küçük bir kancay­ la sürüklenen her bir olta, mantardan bir şaman­ dıraya bağlanmış bir halat sayesinde yüzeyde duruyordu. Nautilus, deniz altında oluşan bu olta ağının ortasında ustaca manevralar yapmak zo­ runda kaldı. Zaten gemilerin sık sık uğradığı bu bölgede uzun süre kalmadan kırk iki derece enlemine do ğru çıktık. Burası, Newfoundland'de yer alan Saint Johns'un ve Atlantik ötesi kablonun ulaştığı Heart's Content'in yakınlarında bir yerdi. Nautilus , kuzeye doğru ilerlemek yerine , ro­ tasını doğuya yöneltti; sanki telgraf kablosunun yer aldığı düzlük boyunca ilerlemek istiyordu. 651

JULES VERNE

Bu telgraf hattının döşendiği yer, gerçekleştirilen çok sayıda sondaj sonucunda kesin bir doğruluk­ la belirlenmişti. 17 Mayısta, Heart's Content'dan yaklaşık beş yüz mil uzakta, iki bin sekiz yüz metre derinlikte seyrederken dipte yatan telgraf kablosunu gör­ düm. Conseil'i önceden bu konuyla ilgili uyarma­ mıştım; ilk gördüğünde bu kabloyu dev bir deniz­ yılanı sandı ve her zamanki gibi onu sınıflandır­ maya girişti. Ama delikanlıyı hemen uyardım ve yaşadığı hayal kırıklığını unutturmak için ona, bu kablonun buraya yerleştirilme sürecindeki çeşitli aşamaları anlattım. İlk kablo 1857 ve 1858 yıllarında yerleştirilmiş ama yaklaşık dört yüz telgraf ilettikten sonra işle­ mez olmuştu. Mühendisler 1863'te yeni bir kablo yaptılar. Great-Eastern adı verilen bu ikinci hat, üç bin dört yüz kilometre uzunluğunda ve dört bin beş yüz ton ağırlığındaydı. Ama bu girişim de ba­ şarısızlıkla sonuçlandı. 25 Mayısta, üç bin sekiz yüz otuz altı metre derinliğe dalan Nautilus, tam da bu girişimin ba­ şarısız olmasına yol açan kopukluğun meydana geldiği yere geldi. Burası, İrlanda kıyısının altı yüz otuz sekiz mil açığındaydı. 1863'teki girişimde, öğleden sonra saat ikide, Avrupa'yla iletişimin koptuğu anlaşılmıştı. Gemideki elektrikçiler, kab­ loyu toplamadan önce kesmeye karar verdiler. Gece saat on birde, bozulan bölümü gemiye al­ mışlardı. Buraya bir ek yaptıktan sonra kabloyu yeniden denize saldılar. Ama birkaç gün sonra kablo yeniden koptu ve okyanusun derinliklerin­ den bir daha yukarı çekilmedi. 652

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Amerikalılar hiçbir şekilde yılmadı. Telgraf hattı döşeme girişiminin öncüsü olan ve bütün servetini bu uğurda tehlikeye atan cesur Cyrus Field, bu iş için yeniden kolları sıvadı. Bu fırsat­ tan hiç zaman kaybetmeden yararlanılarak daha iyi koşullar altında üçüncü bir kablo hazırlandı. Yeni kablonun içindeki iletken teller, kauçuktan bir kılıf yardımıyla yalıtıldı, kılıfın üstü de doku­ ma maddeleriyle kaplandı ve böylece tellerin dış etkilerden korunması amaçlanmıştı. En dışta da kabloyu koruyan metal bir boru vardı. Great-Eas­ tern telgraf döşemek için 13 Temmuz 1866'da ye­ niden denize açıldı. Çalışmalar iyi gidiyordu. Ama tam da bu es­ nada can sıkıcı bir olay meydana geldi. Elektrik­ çiler rulo halindeki kabloyu açarken, üzerinde henüz yeni yerleştirilmiş olduğu anlaşılan çiviler olduğunu gördüler; birileri bu kablonun çalışma­ sını engellemek istiyor olmalıydı. Bu olay üzeri­ ne Kaptan Anderson, subayları ve mühendisleri toplandılar; düşünüp taşındılar ve suçlu gemide yakalanırsa yargılanmadan denize atılacağını açıkladılar. O andan sonra bu kötü niyetli girişim hiç tekrarlanmadı. 23 Temmuzda, Great-Eastern, Newfoundland'den yalnızca sekiz yüz kilometre uzaktayken İrlanda' dan, Sadova' daki savaşın ardından Prusya ve Avusturya arasında ateşkes anlaşması imzalan­ dığını bildiren bir telgraf geldi. Ayın 27'sinde, sis­ ler içinde Heart's Content limanı görüldü. Telgraf hattı döşeme girişimi başarıyla tamamlanmıştı. Bu yolla iletilen ilk mesajında genç Amerika yaşlı Avrupa'ya, herkesin kolayca anlayamadığı şu bilge653

JULES VERNE

ce sözlerle sesleniyordu: "Zafer gökteki Tann'nın, banş yeryüzündeki iyi insanların olsun." Telgraf kablosunu, üretildiği fabrikadan çıktı­ ğı en ilkel haliyle bulmayı beklemiyordum. Üzeri kabuk kalıntılarıyla kaplanmış, foraminiferler­ den oluşan dikenlerle örtülü bu uzun yılan, dışını delici yumuşakçalardan koruyan taşsı bir kabu­ ğun içine gömülmüştü. Orada, denizde meyda­ na gelen bütün çalkantılı hareketlerden korun­ muş olarak ve de içinden geçen elektrik akımını Amerika'dan Avrupa'ya saniyenin yüzde otuz ikisine tekabül eden kısacık bir süre içinde ilete­ bilmesine imkan veren bir basınç altında, sakin sakin yatıyordu. Bu kablonun ömrü kuşkusuz sonsuzdu; çünkü güteperkadan yapilan kılıfın deniz suyunda kaldıkça günden güne tiaha da sağlamlaştığı gözlemlemişti. Zaten kablo, bu iş için seçilebilecek en uygun yer olan bu platonun üzerinde, hiçbir zaman ko­ pacağı kadar derine inmemişti. Nautilus, kabloyu bulunduğu en derin nokta olan dört bin dört yüz otuz bir metreye kadar izledi. Burada bile hiçbir ge­ rilme belirtisi göstermeden dibe oturuyordu. Sonra 1863'teki kazanın gerçekleştiği yere yaklaştık. Okyanusun dibi burada yüz yirmi kilometre genişliğinde bir vadi oluşturuyordu; yani Mont Blanc'ı buraya yerleştirsek, su yüzeyinde zirvesi­ ni göremezdik. Bu vadinin batı tarafında iki bin metrelik dik bir duvar vardı. 28 Mayısta buraya geldiğimizde, Nautilus İrlanda'dan yalnızca yüz elli kilometre uzaktaydı. Kaptan Nemo, Britanya Adalanna varmak üze­ re daha yukarı gidecek miydi? Hayır. Kaptan beni 654

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

çok şaşırtan bir hamle yaparak güneye doğru indi ve yeniden Avrupa denizlerine döndü. Emeraude Adası'nın çevresini dolaşırken bir an için Clear Burnu'nu, Glasgow'dan ya da Liverpool'dan yola çıkan binlerce gemiye yol gösteren Fastent fene­ rini gördüm. O zaman,- aklımda oldukça önemli bir soru belirdi. Nauti1us, Manş Denizi'ne gitme cesaretini gösterecek miydi acaba? Kara boyunca seyrettiği­ mizden beri yeniden ortalığa çıkan Ned Land, bana durmadan sorular soruyordu. Ona nasıl cevap ver­ meliydim? Kaptan Nemo yine görünmez olmuştu. Yoksa Kanadalıya Amerika kıyılarını gösterdikten sonra, bana da Fransa kıyılarını mı gösterecekti? Bu arada Nautilus sürekli olarak güneye ini­ yordu. 30 Mayıs günü, geminin s ancak tarafında İ ngiltere'nin en uç noktasıyla Scilly Adalan ara­ sında yer alan Land's End göründü. Eğer Nautilus , Manş Denizi'ne girmek istiyorsa rotasını dümdüz doğuya çevirmesi gerekiyordu. Ama öyle yapmadı. 31 Mayısta gemi, gün boyu denizin üzerinde bir dizi çember çizdi. Bu durum beni gerçekten de meraklandırdı. Bulmakta biraz zorlandığı bir yeri arıyor gibiydi. Öğle olunca, Kaptan Nemo bulun­ duğumuz koordinatları kendi işaretledi. Benimle konuşmuyordu. Daha önce hiç görmediğim kadar kederli görünüyordu. Onu böyle üzen şey neydi acaba? Avrupa kıyılarına bu kadar yaklaşmış ol­ mamız mı? Geride bıraktığı ülkesine dair anılar mı canlanmıştı gözünde? Ne hatırlatıyordu bura­ sı ona? Pişmanlıklarını mı yoksa özlemlerini mi? Bu düşünce uzun zaman aklımı meşgul etti ama 655

JULES VERNE

içimde kaderin çok geçmeden Kaptan'ın sırlarını ortaya çıkaracağına dair bir his vardı. Ertesi gün, 1 Haziranda, Nautilus yine denizin üzerinde çember çizip durdu. Okyanusun belli bir noktasını bulmaya çalıştığı aşikardı. Kaptan Nema, bir önceki gün yaptığı gibi gelip güneşin yüksekliğini ölçtü. Deniz sakin, gökyüzü berrak­ tı. Doğuda, sekiz mil uzağımızda, ufuk çizgisinde gölge gibi büyük bir buharlı gemi görünüyordu. Bayrak taşımıyordu; bu yüzden hangi ulustan ol­ duğunu anlayamadım. Kaptan Nema, güneş bulunduğumuz meridye­ ni geçmeden birkaç dakika önce, eline sekstantı­ nı aldı ve güneşi çok büyük bir dikkatle gözlem­ ledi. Dalgaların kıpırtısız olması işini kolaylaş­ tırıyordu. Hareketsizce denizin üzerinde duran Nautiius'ta hiçbir yalpalama belirtisi yoktu.O sı­ rada sahanlıktaydım. Kaptan Nema, koordinat belirleme işini tamamladıktan sonra yalnızca şu sözleri söyledi: "İşte burası! " Sonra içeri girdi. Acaba yolunu değiştirerek bize doğru gelen gemiyi görmüş müydü? Bunu bilemiyorum. Salona döndüm. Kapaklar kapandı ve depolara dolan suyun çıkardığı ıslık sesini duydum. Nauti­ lus , dikey bir çizgi çizerek dalışa geçmişti. Birkaç dakika sonra, sekiz yüz otuz üç metrede durdu ve zemine oturdu. O sırada salonun ışıkları söndü ve kapaklar açıldı. Camdan bakınca denizin gemiden yansı­ yan fener ışığının etkisiyle yarım mil çapta aydın­ landığını gördüm. 656

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

İskele tarafından dışarı bakarken sakin suların enginliğinden başka bir şey göremedim. Sancak tarafındaysa, denizin dibinde beliren büyük bir kabartı dikkatimi çekti. Beyaz deniz ka­ buklarının adeta bir kar örtüsü gibi üzerini kapla­ dığı gizli gemi kalıntılarıydı bunlar. Bu yıkıntıları dikkatle incelerken, sanki burun üzerine batmış, direkleri kırılmış bir geminin kalın gövdesini gö­ rür gibi oldum. Bu deniz kazası kuşkusuz çok ön­ ceden gerçekleşmişti; çünkü bu enkazın denizde657

JULES VERNE

ki kalkerli tabakaya bu denli gömülebilmesi için okyanus dibinde uzun yıllar geçirmiş olması ge­ rekiyordu. Hangi gemiydi bu? Nauti1us neden bu mezarı ziyarete gelmişti? Bu gemiyi suların altında sü­ rükleyen bir kaza değil miydi yoksa? Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Bu sırada ya­ nımda duran Kaptan Nemo'nun kısık bir ses to­ nuyla şunları söylediğini duydum: "Bu gemi eskiden Marseillais adını taşıyor­ du. Yetmiş beş topu vardı ve denize 1762'de indirilmişti. 1778'de, 13 Ağustos günü, Poype­ Vertrieux'nün komutasındaki bu gemi, Preston' a karşı cesurca savaştı. 1779'un 4 Temmuzun­ da, Amiral d'Estaing'in deniz filosuyla birlikte Granada'nın fethine katıldı. 5 Eylül 1781'de, Gras­ se Kontu'nun Chesapeak Körfezi'ndeki savaşına katıldı. 1794'te, Fransa Cumhuriyeti geminin adı­ nı değiştirdi. Aynı yıl 16 Nisanda, Amiral van Sta­ bel komutasında Amerika'dan gelen ve buğday taşıyan gemi kafilesine eşlik etmek için Villaret­ Joyeuse'ün filosuna katıldı. il. yılın 11 ve 12 prai­ riar günlerinde filo, İngiliz gemileriyle karşılaştı. Beyefendi, bugün 13 prairal, yani 1 Haziran 1868. Bu gemi , bundan günü gününe yetmiş beş yıl önce, tam bu noktada, yani 47 28' enlemi ve 17 28' boylamında, kahramanca savaştıktan sonra, üç direği kırılmış, ambarlan su dolu, çatışma sı­ rasında mürettebatının üçte birini kaybetmiş bir halde, teslim olmak yerine üç yüz elli altı denizci­ siyle sulara gömülmeyi tercih ederek bandırasını *

Fransız Devrim Takvimi'nde mayıs ayını temsil eder -çn. 658

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

pupasına çiviledi ve 'Yaşasın Cumhuriyet! ' haykı­ rışları arasında battı." "Vengeur ! ". diye bağırdım. "Evet, beyefendi! Vengeur! Bu güzel bir isim oldu! " dedi Kaptan Nemo kollarını kavuşturarak.

�- -

... . _

· · · "

-� "'.'�

-5

.:, . ,,.. ,

*

Vengeur (Fr.) Öç alan kişi anlamına gelir -çn. 659

XXI BiR KIYIM •

Kaptan'ın bu anlattıklan, benim burada gör­ düğüm manzaraya hazırlıksız yakalanmış ol­ mam, bu yurtsever geminin öyküsü, bu garip adamın son sözlerini söylerkenki duygulu hali, anlamını aklımdan çıkaramadığım Vengeur adı, bütün bunlar beni derinden etkilemişti. Gözleri­ mi Kaptan'dan ayıramıyordum. O ise, ellerini de­ nize doğru uzatmış, panldayan gözlerle bu şanlı geminin enkazına bakıyordu. Kaptan'ın kim ol­ duğunu, nerden geldiğini, nereye gittiğini belki de hiçbir zaman öğrenmeyecektim ama karşım­ da duran bu bilge adamın gitgide insana dönüş­ tüğünü görebiliyordum. Kaptan Nemo'yu ve ar­ kadaşlarını Nautilus ' a hapseden şey, insanlardan kaçmalan değil; zamanın hiçbir şekilde hafiflet­ mediği korkunç ya da yüce bir kin duygusuydu. Bu kin intikam peşinde koşmaya devam ede­ cek miydi? Gelecek günler, bana bunu çok geçme­ den öğretecekti. O sırada N autilus yavaş yavaş deniz yüzeyine doğru çıkıyordu. Vengeur'ün belli belirsiz silueti­ nin gitgide gözden kayboluşunu izliyordum. Ara­ dan çok geçmeden, geminin hafifçe yalpalama­ sından yüzeye çıktığımızı anladım. 660

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Tam o esnada boğuk bir patlama sesi duyuldu. Kaptan'a baktım. Yerinden kıpırdamadı. "Kaptan? " dedim. Cevap vermedi. Yanından aynldım ve sahanlığa çıktım. Conseil ve Kanadalı benden önce çıkmışlardı. "Bu patlama sesi nereden geldi? " diye sordum. "Top atışından," diye cevap verdi Ned Land. Daha önce gördüğüm o geminin bulunduğu yöne doğru baktım. Nautilus'a yaklaşmıştı ve is­ timini arttırdığı belli oluyordu. Aramızda altı mil vardı. "Ne gemisi bu, Ned? " "Donanımına, direklerinin uzunluğuna bakı­ lırsa," dedi Kanadalı, "bunun bir savaş gemisi ol­ duğuna iddiaya girerim. Umanın bize saldınr ve gücü yeterse şu uğursuz Nautilus'u batınr! " "Dostum Ned," diye cevap verdi Conseil, "Nautilus 'a ne yapabilir ki bu gemi? Suya dalıp saldırabilir mi? Denizin dibinde top ateşine tuta­ bilir mi onu?" "Söyleyin bana Ned," diye sordum, "bu gemi­ nin hangi ulusa ait olduğunu anlayabilir misiniz?" Kanadalı kaşlannı çatarak gözlerini kıstı ve birkaç saniye boyunca gemiye gözlerinin bütün gücüyle baktı. "Hayır beyefendi," diye cevap verdi. "Han­ gi ulusa ait olduğunu söyleyemeyeceğim çünkü gemi bayrak çekmemiş. Ama büyük direğinin ucunda bir flama sallandığı için bunun bir savaş gemisi olduğunu söyleyebilirim. " On beş dakika boyunca üzerimize doğru gelen bu gemiyi incelemeyi sürdürdük. Bununla birlik661

JULES VERNE

te, geminin bu mesafeden Nautilus'u fark ettiğini ya da gördüğü şeyin bir denizaltı gemisi olduğu­ nu anladığını hiç sanmıyordum. Biraz sonra Kanadalı, zırhlı, çift güverteli, mahmuzlu büyük bir gemi olduğunu söyledi. İki bacasından da yoğun siyah dumanlar çıkıyordu. Camadan· vurulmuş yelkenleri serenlerin ipleriy­ le karışıyordu. Gemi gönderine çekilmiş bayrak yoktu. Aramızdaki mesafe yüzünden ince bir şe­ rit gibi havada dalgalanan flamanın renklerini de seçemiyorduk. Gemi hızla ilerliyordu. Kaptan Nemo yaklaş­ masına izin verirse, bu bizim için bir kurtuluş şansı demekti. "Beyefendi," dedi Ned Land, "bu gemi yanımı­ za bir mil yaklaşır yaklaşmaz denize atlayacağım. Sizi de aynını yapmaya zorlayacağım. " Kanadalının bu önerisi karşısında sessiz kalıp yaklaşmakta olan gemiye bakmayı sürdürdüm. Ona ulaşmayı başarırsak eğer, ister İngiliz, ister Fransız, ister Amerikan ya da Rus gemisi olsun, bizi iyi karşılayacağı kesindi. "Beyefendi hatırlarlarsa," dedi Conseil, "bizim biraz yüzme deneyimimiz olmuştu. Eğer beyefen­ di dostumuz Ned Land'ın söylediğini yapmaya karar verirlerse, kendileri dinlenirken anlan ge­ miye kadar çekme görevini bana bırakabilirler." Tam Conseil'e cevap verecektim ki, savaş ge­ misinin pruvasında beyaz bir duman belirdi. Bir*

Şiddetli rüzgarlı, fırtınalı havalarda yelkenin uçlarına ca­ madan düğümü atarak küçültmek, böylece yelkenin yırtıl­ ması ya da aşın rüzgar nedeniyle kontrolden çıkıp sürük­ lenmesi önlenir -çn. 662

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

kaç saniye sonra, ağır bir cismin düşmesiyle ka­ nşan sular Nautilus 'un pruvasını ıslattı. Hemen ardından da kulağıma bir patlama sesi geldi. "Nasıl? Gemidekiler bize ateş ediyor! " diye ba­ ğırdım. "Cesur adamlar! " diye mırıldandı Kanadalı. "Demek ki bizim bir enkaza tutunmuş kazaze­ deler olduğumuzu düşünmüyorlar! " "Beyefendiye karşı gelmek . . . " diye söze başla­ yan Conseil, yakınımıza düşen ikinci bir topun sıçrattığı sulan silkeleyerek: "Harika," dedi ve sözüne devam etti: "Beyefendiye karşı gelmek gibi olmasın ama onlar denizgergedanını fark ettiler ve top ateşine tutuyorlar. " "Ama," diye bağırdım, "karşılarındakinin ın­ san olduğunu gayet iyi görüyor olmalılar. " Kanadalı bana doğru bakarak: "Belki de bunun için ateş ediyorlardır!" diye cevap verdi. Birdenbire kafamda her şey tüm çıplaklığıyla beliriverdi. Canavar sandıkları şeyin aslında ne olduğu konusunda kesin bir fikre varmış olmalıy­ dılar. Denizgergedanı Abraham Lincoln'e çarptığı sırada, Kanadalı canavarı zıpkınladığı zaman Ko­ mutan Farragut, karşısındakinin doğaüstü bir de­ niz memelisinden çok daha tehlikeli bir denizaltı gemisi olduğunu anlamış olmalıydı kuşkusuz. Evet evet, bu kesinlikle böyle olmalıydı. Kuş­ kusuz şimdi de bütün denizlerde bu korkunç yı­ kım aracının peşine düşmüşlerdi! Nautilus 'un korkunç olduğu doğruydu; özellik­ le de Kaptan Nemo'nun onu bir intikam makinesi 663

JULES VERNE

gibi kullandığını varsayarsak! Hint Okyanusu'nun ortasında, bizi hücreye hapsettiği o gece boyunca gemilere s aldırmamış mıydı? Şimdi mercan me­ zarlığına gömülü halde yatan o adam, Nautilus'un neden olduğu bir çarpışmanın kurbanı değil miy­ di? Evet, tekrar söylüyorum; bütün bunlar doğ­ ruydu. Böylece Kaptan Nemo'nun sırlarla dolu yaşamının bir bölümü aydınlanıyordu. Kimliği henüz bilinmiyor olabilirdi ama ona karşı bir­ leşmiş olan uluslar, şimdi en azından hayali bir yaratığın değil, kendilerine karşı amansız bir kin besleyen bir adamın peşindeydiler! Birden bütün olanları anladım. Bu yaklaşan gemide bizi bekleyen dostlar değil, acımasız düş­ manlardan başka bir şey bulamayabilirdik. Bu arada bize doğru fırlatılan ve etrafımıza dü­ şen topların sayısı gittikçe artıyordu. Bazıları su yüzeyinden sekerek çok uzaklara gidip gözden kayboluyor ama hiçbiri Nautilus 'u isabet ettiremi­ yordu. O sırada zırhlı gemi yalnızca üç mil uzağımız­ daydı. Geminin şiddetli top bombardımanına rağmen, Kaptan Nemo sahanlıkta görünmedi. Bununla birlikte geminin koni biçimindeki gülle­ lerinden biri, Nautilus 'un gövdesine çarparak so­ nunu getirebilirdi. O zaman Kanadalı: "Beyefendi," dedi, "bu durumdan kurtulmak için elimizden geleni yapmalıyız. İşaret verelim! Kör şeytan! Belki bizim iyi insanlar olduğumuzu anlarlar! " Ned Land havada sallamak üzere mendilini çı­ kardı. Mendili henüz açmıştı ki, adeta demirden 664

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

bir el onu tutup yere serdi. Çok kuvvetli bir adam olmasına rağmen Kanadalı güverteye sırt üstü devrilmişti. "Zavallı adam," diye bağırdı Kaptan Nemo, "gemiye saldırmadan önce seni Nautilus'un mah­ muzuna çivilememi mi istiyorsun? "

Kaptan Nemo'nun bu söylediklerini işitmek korkunçtu ama onun bunlan söylerkenki halini görmek daha da korkutucuydu. Kalbi duracak ka­ dar sıkıştığı için yüzü bembeyazdı. Gözbebekleri korkunç biçimde küçülmüştü. Sesi konuşur gibi değil de sanki kükrer gibi çıkıyordu. Bedeni öne doğru eğilmişti; elleriyle Kanadalının omuzlann­ dan tutmuştu. 665

JULES VERNE

Sonra onu bıraktı ve üzerine toplar yağdıran savaş gemisine doğru dönerek, güçlü sesiyle: "Ah! Benim kim olduğumu biliyorsun değil mi, lanetli ulusun gemisi!" diye bağırdı. "Benim seni tanımak için bayrak renklerini görmeye ihtiyacım yok! Bak! Ben sana kendi renklerimi göstereceğim! " Bunları söyledikten sonra sahanlığın ön tara­ fında, daha önce Güney Kutbu'na diktiğine ben­ zer siyah bir bayrak açtı. O sırada Nautilus'un gövdesine çarpan ve sekerek Kaptan'ın yanından geçen bir top denize düştü. Kaptan Nema omuz silkti. Sonra bana dönerek: "Siz ve arkadaşlannız , aşağı inin," dedi. "Beyefendi," diye bağırdım, "yani bu gemiye saldıracak mısınız ? " "Onu batıracağım. " "Bunu yapamazsınız! " Kaptan Nema soğuk bir sesle: "Yapacağım," dedi. "Beni yargılamayı bırakın, beyefendi. Kader size şahit olmamanız gereken bir şeyi gösterdi. Gemime saldırdılar. Bunun kar­ şılığı korkunç olacak. İçeri girin. " "Bu gemi hangi ulusun gemisi?" "Bilmiyor musunuz ? Güzel! Bu daha iyi! En azından bu geminin hangi ulustan olduğu sizin için bir sır olarak kalacak. İnin. " Kanadalı, Conseil ve benim boyun eğmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. On beş ka­ dar denizci, Kaptan Nemo'nun çevresini sarmış, kendilerine doğru ilerlemekte olan gemiye doğru tarifsiz bir nefretle bakıyorlardı. Bu denizcilerin ruhunun da aynı intikam ateşiyle yanıp tutuştu­ ğunu hissediyorduk. 666

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Başka bir top Nautilus'un gövdesini sıyınp geç­ tiği sırada aşağı indim. Kaptan'ın şöyle bağırdığı­ nı duydum: "Toplarını ateşle, akılsız gemi! Hiçbir işe yara­ mayan toplarını etrafa savur! Nautilus 'un mah­ muzundan kaçamayacaksın. Ama sulara gömü­ leceğin yer burası değil! Kalıntılarının Ve n g e u r ' ün kalıntılarına kanşsın istemiyorum! " Odama döndüm. Kaptan Nema ve ikinci kap­ tan sahanlıkta kalmışlardı. Pervane dönmeye başladı. Nautilus hızla uzaklaşarak geminin sa­ vurduğu topların menzilinden çıkmıştı. Ama ta­ kip sürüyordu; Kaptan Nema aradaki uzaklığı ko­ rumakla yetindi. Gece saat dörde doğru beni yiyip bitiren sabır­ sızlığı ve kaygıyı daha fazla içimde tutamayarak, orta merdivene gittim. Kapak açıktı. Yukarı çıka­ rak kendimi tehlikeye attığımı biliyordum. Kap­ tan hala oradaydı ve hızlı adımlarla sahanlıkta bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Rüzgaraltında beş ya da altı mil uzağında olan gemiye bakıyordu. Nau­ tilus tıpkı vahşi bir hayvan gibi geminin etrafında dönüyor ve onu doğuya çekerek peşinden gelme­ sine izin veriyordu. Ama yine de ona saldırmıyor­ du. Yoksa hala tereddüt mü ediyordu? Son bir kez kaptanla konuşmak istedim. Ama seslenir seslenmez bana susmamı söyledi. "Hukuk benim, adalet benim! " dedi. "Ben ezi­ lenim, ezen de işte orada! Bütün sevdiklerimin, bağlı olduğum, saygı duyduğum her şeyin, yurdu­ mun, karımın, çocuklarımın, babamın, annemin, hepsinin onun elinde yok olduğunu gördüm! Nef­ ret ettiğim her şey orada! Şimdi lütfen susun! " 667

JULES VERNE

Gücünü sonuna kadar zorlayan s avaş gemisi­ ne son bir kez baktım. Sonra Ned ve Conseil'in yanına gittim. "Kaçacağız ! " diye bağırdım. "Tamam," dedi Ned. "Peki bu gemi hangi ulusa ait?" "Bilmiyorum. Ama hangi ulustan olursa olsun, gece yansı olmadan batırılacak. Her halükarda, onunla birlikte yok olmak, haklı olup olmadığını asla bilemeyeceğimiz bir misillemenin suç ortağı olmaktan daha iyidir." Ned Land soğuk bir sesle: "Ben de öyle düşünüyorum," diye cevap verdi. "Geceyi bekleyelim. " Gece oldu. Gemide derin bir sessizlik hakimdi. Pusula Nautilus 'un rotasının değişmediğini göste­ riyordu. Düzenli bir hareketle sulan döven perva­ nenin sesini duyuyordum . Nautilus su yüzeyinde seyrediyordu ve hafif bir yalpalamayla bir sağa, bir sola yatıyordu. Dostlarımla birlikte gemi, sesimizi duyurabile­ ceğimiz ya da bizi görmelerini sağlayabileceğimiz kadar yaklaştığı zaman kaçmaya karar vermiştik. Çünkü üç gün sonra dolunay olacaktı ve ay ortalı­ ğı aydınlatıyordu. Bir kez gemiye çıktık mı, onlan tehdit eden bu tehlikeyi öngörmelerini sağlaya­ masak bile, durumumuzun izin verdiği her şeyi yapacaktık. Birçok kez Nautilus 'un saldırmak için hazırlandığını sandım. Ama o yalnızca düşma­ nının yaklaşmasına izin vermekle yetiniyor, çok geçmeden yeniden kaçmaya başlıyordu. Gecenin bir bölümü olaysız geçti. Harekete geçme fırsatını bekliyorduk. Çok heyecanlı oldu668

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

ğumuzdan pek konuşamıyorduk. Ned Land'a kal­ sa bir an önce denize atlayacaktı. Onu beklemeye zorladım. Bana kalırsa Nautiius savaş gemisine suyun yüzeyindeyken saldıracaktı. O zaman kaç­ mak yalnızca mümkün değil, aynı zamanda ko­ lay da olacaktı. Gece saat üçte, kaygılı bir halde sahanlığa çık­ tım. Kaptan Nemo hala oradaydı. Pruvada, rüzgarın başının üzerinde dalgalandırdığı bayra­ ğının hemen yanında, ayakta durmuş, gözlerini ayırmadan gemiye bakıyordu. Bakışları öyle etki­ leyiciydi ki, sanki gemiyi kendine çekiyor, büyü­ lüyor, adeta peşinden sürüklüyordu!

669

JULES VERNE

O sırada ay meridyeni aşmaktaydı. Doğudan Jüpiter yükseliyordu. Bu sakin doğanın ortasın­ da, gökyüzüyle okyanus sanki dinginlikte birbir­ leriyle yarışıyorlardı. Deniz de ayın görüntüsünü daha önce hiç yansıtmadığı kadar güzel yansıtan bir ayna gibiydi. Denizin sakin derinliklerini düşünüyor, ora­ daki huzuru Nauti1us'un için için taşıdığı büyük öfkeyle karşılaştırıyor ve birden bütün varlığımın ürperdiğini hissediyordum. Savaş gemisi iki mil ötemizdeydi; N auti1us'un bulunduğu yeri işaret eden fosforlu parıltısını ta­ kip ederek bize doğru yaklaşıyordu. Geminin kır­ mızı ve yeşil renkli seyir lambalarını ve mizana yelkeninin istralyasına asılı olan fenerinin etrafa yayılan beyaz ışığını görüyordum. Belli belirsiz bir yansıma gemideki makinelerin donanımını aydınlatıyor ve ocakların sonuna kadar yandığını gösteriyordu. Geminin bacalarından çıkan kıvıl­ cımlar, yanan kömürlerin saçtığı dumanlar hava­ yı yıldızlara boğuyordu. Sabah saat altıya kadar, Kaptan Nemo beni fark etmeden öylece sahanlıkta durdum. Gemi aramızda bir buçuk millik bir mesafe kalacak ka­ dar yaklaşmıştı ve günün ilk ışıklarıyla birlikte, yeniden top atışına başladı. Nautilus'un düşmanı­ na saldıracağı ve bundan yararlanarak dostlarım­ la birlikte bu yargılamaya cesaret edemediğim adamı bir daha görmemek üzere terk edeceğimiz vakit çok yakındı. Dostlarımı uyarmak için aşağı inmeye hazırlan­ dığım sırada, ikinci kaptan sahanlığa çıktı. Berabe­ rinde pek çok denizci vardı. Kaptan Nemo onları ya 670

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

görmedi ya da görmek istemedi. Nautilus'un "savaş hazırlığı" diyebileceğimiz birtakım önlemler alındı. Çok basit önlemlerdi bunlar. Sahanlığın çevresinde korkuluk görevi yapan tel indirildi. Dümenci köş­ künün ve borda fenerinin kafesleri de güvertenin üzerinde yalnızca hafif bir çıkıntı oluşturacak bi­ çimde içeri itildi. Sacdan yapılmış uzun düzeneğin üzerinde, geminin kolay manevra yapmasına en­ gel olacak tek bir çıkıntı bile kalmamıştı. Salona döndüm. Nautilus hala su yüzündeydi. Sabah güneşinin ışıkları denizin içine süzülüyor­ du. Doğan güneşin kızıllığı, sular dalgalandıkça camlara vuruyordu. Böylece o korkunç 2 Haziran günü başlamış oldu. Saat beşte, paraketeye bakarak Nautilus'un hı­ zının düştüğünü gördüm ve Kaptan'ın geminin yaklaşmasına izin verdiğini anladım. Zaten top sesleri de daha güçlü geliyordu. Fırlatılan toplar çevremizdeki sularda çizgiler bırakıyor ve garip bir ıslık sesi çıkararak döne döne suyun dibini boyluyordu. "Dostlarım," dedim, "vakit geldi. El sıkışıp ve­ dalaşalım ve Tanrı bizi korusun! " Ned Land kararlı, Conseil sakindi. Bense sinir­ liydim ve kendimi zor tutuyordum. Kütüphaneye geçtik. Merdiven boşluğuna açı­ lan kapıyı ittiğim sırada, dış kapağın hızla kapan­ dığını duydum.

Kanadalı merdivenlere doğru atıldı ama onu durdurdum. Çok iyi bildiğimiz bir ıslık sesinden geminin depolarına su dolduğunu anladım. Bir­ kaç saniye içinde, Nautilus deniz yüzeyinin birkaç metre altına daldı. 671

JULES VERNE

Yapacağı manevrayı anladım. Artık kaçmak için çok geçti. Nautiius, düşmanını kalın zırhlı gövdesinden değil, su kesimi çizgisinin altından, yani metal levhanın korumadığı borda kaplama­ sından vurmayı tasarlıyordu. Hazırlanmakta olan uğursuz bir tiyatro oyunu­ nun zorunlu izleyicileri olarak bu gemide bir kez daha tutsak düşmüştük. Üstelik bu sefer düşünmek için zamanımız bile yoktu. Benim odama sığınmış, tek bir söz etmeden birbirimize bakıyorduk. Zihni­ mi derin bir uyuşukluk hissi sarmıştı, sanki düşü­ nebilme yetimi yitirmiştim. Korkunç bir patlama­ nın hemen arifesinde hissedilen türden bir huzur­ suzluk vardı içimde. Bekliyor, etrafımı dinliyordum; yalnızca işitme duyumla yaşıyordum sanki! Bu sırada, Nautiius'un hızı hissedilir şekilde arttı. Böylece saldırıya hazır bir konuma geçmişti. Gövdesi titriyordu. Birden bir çığlık attım. Bir sarsıntı olmuştu ama görece fazla şiddetli sayılmazdı. Nauti1us'un çelik mahmuzun delici gücünü hissettim. Sür­ tünme, kazıma sesleri geliyordu kulağıma. Nau­ tilus, itiş gücünün etkisiyle savaş gemisinin göv­ desine, bir yelkenci iğnesinin kumaştan geçmesi gibi kolayca girmişti! Kendimi daha fazla tutamadım. Çılgına dön­ müş, aklımı yitirmiş gibiydim. Hemen odamdan dışarı fırladım ve salona koştum. Kaptan Nema oradaydı. Sessiz, kederli ve acı­ masız görünüyor; iskele tarafındaki camdan dı­ şarıyı seyrediyordu. Dev gemi kütlesi sulara gömülüyordu. Onun bu can çekişmesinin her anına şahit olmak is672

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

teyen Nautilus da onunla birlikte denizin derin­ liklerine iniyordu. On metre uzağımda, geminin delinmiş gövdesini gördüm; sular tıpkı bir tu­ fan gibi bu delikten içeri doluyordu. D aha son­ ra, gemideki iki sıra topa ve küpeşteye baktım. Güvertedeyse bir sürü siyah gölge oradan oraya koşturuyordu. Su yükseliyordu. Zavallı adamlar çarmıklara atılıyor, direklere yapışıyor, suların altında acı içinde kıvranıyorlardı. Burası denizin gelip istila ettiği bir karınca yuvasını andırıyordu ama in­ sanlardan oluşan bir karınca yuvasını! Allak bullak olmuş, kederden kaskatı kesil­ miş, tüylerim diken diken, gözlerim yuvaların­ dan fırlamış gibi açık, kesik kesik nefes alarak, çıt çıkarmadan gemiyi izliyordum! Karşı koyamadı­ ğım bir güç beni cama yapıştırmıştı sanki! Bu devasa gemi ağır ağır batıyordu. Nautilus da onun her hareketini izliyordu. Birden bir patlama meydana geldi. Sıkışan hava, sanki gemideki am­ barlar ateş almış gibi güverteyi havaya uçurdu. Patlamanın etkisiyle sular, Nautilus'u yolundan saptırdı. Zavallı gemi daha hızlı bir şekilde batmaya başladı. Geminin ilkin kurbanlarla dolu çanaklık­ ları, sonra üzerindeki insan yükü yüzünden bel vermiş serenleri, son olarak da büyük yelken di­ reğinin tepesi göründü. Sonra bu karanlık kütle gözden kayboldu; gemiyle birlikte büyük burga­ cın içine çektiği mürettebat da . . . Kaptan Nemo'ya döndüm. Bu korkunç yargıç, gerçek bir nefret meleği hala camdan dışarı ba­ kıyordu. Her şey bittiğinde odasına doğru gitti, 673

JULES VERNE

kapıya yönelip açtı ve içeri girdi. Ben de gözümle onu takip ediyordum. Odasının duvarında asılı kahraman resimleri­ nin hemen altında, henüz genç bir kadın ve iki çocuk resmi gördüm. Kaptan Nemo birkaç saniye boyunca bu resimlere baktı, sonra kollarını uzat­ tı, diz çöktü ve hıçkırıklara boğuldu.

674

XXII KAPTAN NEMO'NUN SON SÖZLERİ

Bu korkunç manzaranın ardından kapaklar kapatılmıştı ama salonun ışıklan henüz yakıl­ mamıştı. Nautilus'un içinde yalnızca karanlık ve sessizlik hakimdi. Gemi suyun yüz ayak altındaki bu kıyım mekanından müthiş bir hızla uzaklaşı­ yordu. Nereye gidiyordu? Kuzeye mi yoksa güne­ ye mi? Bu korkunç misillemeden sonra Kaptan Nema nereye kaçıyordu? Odama döndüm. Ned Land ve Conseil sessiz­ ce orada oturuyorlardı. İçimde Kaptan Nemo'ya karşı bir türlü yatıştıramadığını bir nefret vardı. İ nsanlar yüzünden ne kadar acı çekmiş olursa olsun, anlan böyle cezalandırmaya hakkı yoktu. Beni de intikamına suç ortağı değilse bile şahit yapmıştı! Bu bile çok şey demekti. Saat on birde ışıklar yandı. Salona geçtim. Kimse yoktu. Salonda duran aletleri inceledim. Nautilus saatte yirmi beş mil hızla, suyun bazen yüzeyinde, bazen otuz ayak altında seyrederek kuzeye doğru kaçıyordu. Koordinatlanmız haritanın üzerine işaretlen­ mişti; Manş Denizi açıklarından geçtiğimizi, rota675

JULES VERNE

mızın bizi inanılmaz bir hızla Kuzey denizlerine sürüklediğini anladım. Hızla yanımızdan geçtikleri için, uzun burunlu köpekbalıklarını çekiç balıklannı, bu sularda ya­ şayan camgözleri, büyük kedibalıklarını, s atranç oyunundaki atları andıran denizatı sürülerini, havai fişekler gibi döne döne hareket eden yı­ lanbalıklannı, kıskaçlannı kabuklannın üzerinde bağlamış yan yan kaçan yengeçleri, hız kon usun­ da Nauti1us'la bile yanşacak nitelikteki domuzba­ lığı sürülerini şöyle bir görüp geçtim. Ama göz­ lem, inceleme yapmak, sınıflandırmak gibi şeyler artık söz konusu bile değildi. Gece boyunca, Atlantik üzerinde iki yüz fer­ sahlık bir mesafe katetmiştik. Ortalık kararmıştı. Ay doğana kadar denizde zifiri bir karanlık hü­ küm sürdü. Odama döndüm. Uyuyamıyordum. Kabuslar içinde kıvranıyordum. O korkunç sahne gözü­ mün önünde dönüp duruyordu. O günden sonra Nautilus, bizi Kuzey Atlantik Havzası'nda kim bilir nerelere kadar sürükledi? Ve hep aynı inanılmaz hızla! Hep uzak kuzey sis­ lerinin arasında! Spitzberg'in en uç noktasına, Novaya Zembla açıklarına kadar ilerlemiş miydik acaba? Bilinmeyen denizlere, Beyaz Deniz'e, Kara Denizi'ne, Obi Körfezi'ne, Liarrov Takımadaları­ na ve Asya kıtasının bilinmeyen kıyılanna ulaş­ mış mıydık? Bunu bilmiyordum. Bu sürede geçen zamanı kestiremiyordum. Zaman artık geminin duvarında asılı duran saate hapsolmuştu. Benim için gece ve gündüz, tıpkı kutup bölgelerinde ol­ duğu gibi, düzenli akışı içinde ilerlemiyordu. Ed676

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

gar Poe'nun hayal gücünün sınırlarda hareket ettiği tuhaflıklar diyarına sürüklendiğimi hissedi­ yordum. Her an meşhur Gordon Pym· gibi "kutup bölgelerini koruyan çağlayandan aşağı atılmış, dünya üzerinde yaşayan bütün insan yüzlerin­ den daha büyük, o örtülü insan yüzünü" görmeyi umuyordum! Belki de yanılıyorumdur ama bana kalırsa Nautiius'un bu macerası on beş-yirmi gün sürmüş olmalıydı. Ve eğer bu yolculuğun sonunu getiren o felaket olmasaydı kim bilir daha ne kadar süre­ cekti. Kaptan Nema ortalarda hiç görünmüyordu; ikinci kaptan da öyle. Mürettebattan herhangi biri dahi tek bir an bile görünmedi. Nautiius, neredey­ se hiç durmadan suyun altına dalıyordu. Havası­ nı yenilemek için su yüzeyine çıktığında da ka paklar kendiliğinden açılıp kapanıyordu. Koordi­ natlarımız haritanın üzerinde işaretlenmiyordu; dolayısıyla nerede olduğumuzu bilemiyordum. Hatta sabrının ve gücünün sonuna gelen Ka­ nadalının bile ortalıkta görünmediğini söyleye­ bilirim. Conseil, onun ağzından tek bir söz bile alamıyor; hissettiği güçlü sıla hasreti yüzünden bir buhrana kapılıp kendini öldürmesinden kor­ kuyordu. Bu yüzden de gözünü bir an bile üzerin­ den ayırmıyordu. Bu koşullar altında gemideki durumumuzun katlanılamaz olduğunu anlamak hiç de zor de­ ğildi. Bir sabah, tarihi tam olarak bilemiyorum, gü­ nün ilk saatlerine doğru huzursuz ve hastalık•

Arthur Gordon Pym: Edgar Allan Poe'nun, Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in öyküsü adlı romanının kahramanıdır -çn. 677

JULES VERNE

lı bir uykuya dalmışım. Uyandığımda Ned Land üzerime doğru eğilmişti ve kısık sesle şöyle dedi­ ğini duydum: "Kaçacağız. " Hemen doğruldum. "Ne zaman kaçacağız ? " diye sordum. "Bu gece. Nautilus'ta her türlü denetim ortadan kaldırılmış gibi duruyor. Yani içeride tam bir boş vermişlik hakim. Bu gece hazır olacaksınız, değil mi beyefendi?" "Evet. Peki neredeyiz? " "Bu sabah sislerin arasından gördüğüm, yirmi mil doğumuzda bulunan kara parçasının yakın­ larında." "Hangi kara parçasıymış bu?" "Bilmiyorum ama neresi olursa olsun oraya sı­ ğınacağız. " "Evet, Ned! Deniz bizi yutacak olsa bile bu gece buradan kaçacağız ! " "Deniz kötü, rüzgar d a sert ama Nautilus'un hafif filikasıyla yirmi mil gitmek beni hiç korkut­ muyor. Mürettebata çaktırmadan filikaya biraz yiyecek ve birkaç şişe su da koydum." "Sizinleyim Ned." "Hem zaten , " dedi Kanadalı , "eğer bir sürprizle

karşılaşırsak kendimi savunacağım ve ölümüne mücadele edeceğim." "Birlikte öleceğiz Ned. " Her şeye hazırlıklıydım. Kanadalı yanımdan ayrıldı. Sahanlığa çıktım. Şiddetli dalgalar yüzün­ den zar zor ayakta durabiliyordum. Gökyüzü kor­ kutucuydu ama madem orada, sislerin arkasında bir kara parçası vardı, oraya ulaşmamız şarttı. 678

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

Artık kaybedecek değil bir gün, bir s aatimiz bile yoktu. Kaptan Nemo'yla karşılaşmaktan hem korku­ yor hem de için için bunu arzu ediyordum. Sa­ lona gittim. Ona ne söyleyecektim? Ona karşı is­ temsizce duyduğum nefreti gizleyebilir miydim? Hayır! En iyisi onunla hiç yüz yüze gelmemekti! En iyisi unutmaktı! Ama yine de . . . Nautilus'ta geçirmek zorunda kaldığım o son gün bir türlü bitmek bilmedi! Yalnızdım. Birileri onları görür diye N ed Land ve Conseil de yanıma gelmiyordu. Akşam s aat altıda yemek yedim. Ama hiç aç değildim. Midemin bulanmasına aldırış etme­ den, sırf güçsüz düşmemek için kendimi yemeğe zorladım. Saat altı buçukta Ned Land odama geldi. Ve: "Buradan kaçmadan önce bir daha görüşme şansımız olmayacak. Saat onda ay daha doğma­ mış olacak. Karanlıktan faydalanacağız. Filikaya gelin. Conseil'le birlikte sizi orada bekliyor olaca­ ğız" dedi. Kanadalı ona cevap vermeme müsaade etme­ den yanımdan ayrıldı. Nautilus'un rotasını öğrenmek istiyordum. Bu yüzden salona geçtim. Elli metre derinlikte, müthiş bir hızla kuzey-kuzeydoğuya doğru yol alıyorduk. Bu müzedeki doğa harikalarına, sanat eserleri­ ne, anlan buraya koymuş olan kişiyle birlikte bir gün denizin dibinde yok olmaya mahkum bu eşi benzeri olmayan koleksiyona son bir kez baktım. Bu manzarayı hafızama kazımak istiyordum. Ta679

JULES VERNE

vandaki ışıklann etkisiyle bulunduklan vitrinler­ de panldayan bu hazinelerin arasında böyle bir saat geçirdim. Sonra odama geçtim. Burada kalın deniz giysilerimi giydim. Not­ larımı toparladım ve özenle giysimin ceplerine yerleştirdim. Kalbim hızla çarpıyor, bir türlü ya­ vaşlamıyordu. Karşılaşsak, bu huzursuzluk, bu allak bullaklık Kaptan Nemo'nun gözünden asla kaçmazdı. Acaba o anda ne yapıyordu? Odasının kapısı­ nı dinledim. İçeride ayak sesleri işittim. Kaptan odasındaydı. Henüz yatmamıştı. O içeride hare­ ket ettikçe, birden karşımda dikileceğini ve bana neden kaçmak istediğimi soracağını sanıyordum ! Duyduğum her sesi zihnimde büyütüyor, korku­ ya kapılıyordum. Bu his öylesine arttı ki, kendi kendime, Kaptan'ın odasına girip, onunla yüzleş­ menin ve ona hem bakışlarımla, hem hareketle­ rimle meydan okumanın daha iyi olup olmayaca­ ğını sormaya başladım! Bu delice bir düşünceydi. Neyse ki kendime geldim ve belki gerginliğimden kurtulurum diye yatağıma uzandım. Sinirlerim yavaş yavaş gevşe­ di ama aşırı uyarılmış zihnim için aynı şeyi söy­ leyemezdim. Nautilus'tayken yaşadığım bütün anılar, deniz altı avı, Torres Boğazı, Papuasya'da­ ki yerliler, karaya oturmamız, mercan mezarlığı, Süveyş Kanalı, Santorini Adası, Giritli dalgıç, Vigo Körfezi, Atlantis, bankiz, Güney Kutbu, buzlann içine hapsoluşumuz, ahtapotlarla savaş, Gulf Stream'deki fırtına, Vengeur, mürettebatıyla bir­ likte sulara gömülen geminin korkunç sahnesi, kısacası Abraham Lincoln'den düştüğüm günden 680

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

bu yana yaşadığım iyi kötü ne varsa bir bir aklım­ dan geçmeye başladı. Bütün bunlar bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti. Kaptan Nema ise bu garip ortamda büyüdükçe büyüdü. Görün­ tüsü giderek devleşti ve sonunda insanüstü bo­ yutlara ulaştı. O artık benim gibi bir insan değildi; o denizlerin insanıydı, denizlerin dahisiydi! Saat dokuz buçuk olmuştu. Başım ağrıdan çat­ lıyordu. Ağrısı geçsin diye iki yandan bastırdım. Gözlerimi kapattım. Artık düşünmek istemiyor­ dum. Daha yarım saat bekleyecektim! Beni delir­ tecek bu kabusun son yarım saati! O sırada salondaki piyanodan belli belirsiz bir melodinin yükseldiğini duydum. Bu, tasvir edile­ meyecek kadar hüzünlü bir melodi, karayla bü­ tün bağını koparmış bir ruhun hissettiği gerçek iniltilerdi. Bu sesi, zorlukla nefes alarak bütün duyularımla dinledim. Ben de tıpkı Kaptan Nema gibi, onu bu dünyanın dışına sürükleyen müziğin büyüsüne kapılmıştım. Sonra birden kafamda korkunç bir düşünce belirdi. Demek Kaptan Nema odasından çıkmıştı. Salondaydı. Ve ben de kaçmak için salondan geç­ mek zorundaydım. Orada onu son kez görecek­ tim. Beni görecekti; kim bilir belki de benimle ko­ nuşacaktı! Tek bir hareketi beni durdurabilir, tek bir sözcük beni onun gemisine zincirleyebilirdi! Öte yandan saat ona gelmek üzereydi. Odam­ dan ayrılıp arkadaşlarımın yanına gitme zamanı gelmişti. Kaptan Nemo'yla karşılaşacak olsam bile te­ reddüt edecek zamanım yoktu. Kapıyı dikkatle açtım ama yine de kapı açılırken menteşelerin 681

JULES VERNE

üzerinde korkunç bir ses çıkarmış gibi geldi. Belki de bu gürültü hayal gücümün uydurmasıydı yal­ nızca! Her adımda durarak, bir yandan da kalbimin gürültüsünü bastırmaya çalışarak, Nautilus'un koridorlarında ilerledim. Salonun köşesindeki kapıya ulaştım. Kapıyı yavaşça açtım. Salon derin bir karanlığa bürün­ müştü. İ çeride piyanodan yükselen sesler yan­ kılanıyordu. Kaptan oradaydı. Beni görmedi. Or­ talık aydınlık bile olsa beni fark edemezdi zaten. Çünkü öylesine kendisinden geçmişti. En ufak bir ses bile çıkarmamaya gayret ede­ rek, halının üzerinde sürüne sürüne ilerledim. Kütüphaneye açılan kapıya ulaşmak beş dakika­ mı aldı. Tam kapıyı açacağım sırada, Kaptan Nema de­ rin bir nefes aldı. Bu sesle olduğum yerde dona­ kaldım. Ayağa kalktığını anladım. Kütüphanenin ışıklan salona kadar sızdığından onu görür gibi oldum. Bir hayalet gibi sessizce süzülerek bana doğru geldi. Kollarını göğsünün üzerinde kavuş­ turmuştu. Sıkışan göğsü hıçkırıklarla sarsılıyor­ du. Şu sözleri mırıldandığını işittim: "Her şeye gücü yeten Tannın! Yeter artık! Ye­ ter!" Bunlar Kaptan Nemo'nun duyduğum son söz­ leriydi. Acaba bunlar bastırdığı vicdan azabının dışa­ vurumu muydu? Korkudan çılgına dönmüştüm. Hemen kü­ tüphaneye daldım. Sonra sahanlığa giden ana merdiveni tırmandım, üst koridoru takip ederek 682

DENİZLER ALTINDA 20.000 FERSAH

filikaya vardım. Benden önce dostlarımın geçtiği açıklıktan geçtim. ,, "Haydi gidelim! Gidelim! diye bağırdım. Kanadalı: "Derhal! " diye atıldı. Ned Land önce elindeki İngiliz anahtarıyla Nautilus 'un gövdesindeki girişi ve filikanın girişi­ ni kapattı. Ve sonra bizi hala bu gemiye bağlayan cıvata somunlarını sökmeye girişti. Birden içeriden bir gürültü duyuldu. Sesler te­ laşla birbirine cevap veriyordu. Neler oluyordu? Kaçtığımızı mı anlamışlardı? Ned Land'ın avucu­ ma bir hançer koyduğunu hissettim. "Evet," diye mırıldandım, "ölmeyi bilmek ge ­ rek." Kanadalı işini bıraktı. Ama en az yirmi kere tekrarlanan korkunç bir sözle birlikte Nautilus 'u ayağa kaldıran bu huzursuzluğun sebebini an­ lamıştım. Mürettebatın sorunu kesinlikle biz değildik! "Maelström! Maelström! " diye bağırıyorlardı. Maelström! İçinde bulunduğumuz bu koşullar­ da, bundan daha korkunç bir söz duyabilir miydik acaba? Norveç kıyısının en tehlikeli bölgesinde miydik yani? Filika tam gemiden ayrılacağı sıra­ da, Nautilus bu uçuruma mı sürüklenmişti? Sular yükseldiğinde, Far Öer Adalarıyla Lofo ­ ten Adaları arasında sıkışan suların karşı konul­ maz bir hızla aktığı bilinir. Bu sular hiçbir gemi­ nin içinden çıkamayacağı bir burgaç oluşturur. Ufkun her köşesinden dev dalgalar yükselir ve "okyanusun göbek deliği" olarak bilinen ve çe­ kim gücü on beş kilometre uzağa kadar uzanan 683

JULES VERNE

bir girdap meydana getirir. Bu girdaba yalnızca gemiler değil, balinalar ve beyaz kutup ayıları da kapılır. Nautilus, Kaptan'ı tarafından, bilerek ya da bil­ meyerek, buraya sürüklenmişti. Gemi suda yan­ çapı gittikçe daralan bir çember çiziyordu. Onun­ la birlikte, henüz gövdesine bağlı duran filika da büyük bir hızla sürükleniyordu. Bunu hissediyor­ dum. Fazlasıyla uzayan bu dönme hareketinden dolayı başım döndü. Hepimiz korku, dehşet için­ deydik. Kanımız donmuş, sinirlerimiz çekilmiş­ ti. Soğuk soğuk ecel terleri döküyorduk. Kuş gibi hafif filikanın etrafında kopan gürültü tarif edile­ mez cinstendi! Yankısı millerce öteden duyulabi­ len bir uğultuydu bu! Sert dip kayalarına çarpan dalgalardan çıkan sesler dehşet vericiydi. En sert cisimler bile bu kayalara çarpınca paramparça oluyor, ağaçlar, Norveçlilerin tabiriyle, "tüylü bir kürke" dönüşüyordu. Ne korkunç bir manzaraydı! Müthiş bir hızla bir sağa, bir sola savruluyorduk. Nautilus tıpkı bir insan gibi kendini savunuyordu. Çelikten kaslan gıcırdıyordu. Bazen de ayağa kalkıyordu, biz de onunla birlikte doğruluyorduk tabii! "Sıkı tutunun, " dedi Ned. "Somunları da yeni­

den sıkmak gerek; çünkü Nautilus 'ta kalırsak kur­ tulma şansımız artar." Ned sözünü yeni tamamlamıştı, derken birden bir çıtırtı duyuldu. Cıvatalan sıkmak da bir işe ya­ ramadı; filika gemiden koptu ve sapandan fırla­ mış bir taş gibi burgacın ortasına düştü. Kafamı demir bir ıskarmoza çarptım ve bu şid­ detli darbenin etkisiyle bilincimi yitirdim. 684

XXIII SON

Denizler altındaki maceramız işte böyle son buldu. O gece neler oldu, filika Maelström'ün kor­ kunç burgacından nasıl kurtuldu, nasıl oldu da Ned Land, Conseil ve ben bu girdaptan kurtulduk, bunları bilmiyorum. Ama şu kadarını söyleyebili­ rim ki, kendime geldiğimde Loffoden Adalarında yaşayan bir balıkçının kulübesinde yatıyordum. İki dostum da kanlı canlı yanımda durmuş elimi tutuyordu. Sevgiyle birbirimize sarıldık. O anda Fransa'ya dönmekten başka bir şey dü­ şünmüyorduk. Norveç'in kuzey bölgeleriyle güne­ yi arasındaki ulaşım imkanları pek fazla değildi. Ayda iki kez Nord Burnu seferi yapan buharlı ge­ minin buraya varmasını beklemek zorundaydık. Yaşadığımız maceraların hikayesini gözden geçirme işini, orada, o cesur insanların arasın­ da tamamladım. Evet, bu hikayede anlatılanla­ rın hepsi gerçek. Ne atlanmış bir olay var ne de abartılmış bir detay. Bu, suların bugün için kim­ senin henüz ulaşamadığı ama yaşanan gelişme­ lerle birlikte bir gün mutlaka insanlığın erişimine açılacak noktalarında gerçekleşen inanılmaz bir serüvenin gerçeği eksiksiz bir biçimde anlatan hikayesidir. 686

DENİZLER AL TINDA 20.000 FERSAH

Bana inanırlar mı, bilmiyorum. Ama aslında bunun pek de önemi yok. Benim şu anda yap­ tığım, on aydan kısa bir sürede, altında yirmi bin fersahlık yol katettiğim denizden, birbirin­ den güzel sahnelerle hafızamda izler bırakan Pasifik'ten, Hint Okyanusu'ndan, Kızıldeniz'den, Atlantik'ten, Kuzey ve Güney buz denizlerinden geçerek tamamladığım deniz altı turundan söz etmekten başka bir şey değil. Ve bunu yapmaya hakkım var. Nautilus 'a ne oldu? Maelström'ün burgaçla­ rına direnebildi mi? Kaptan Nema yaşıyor mu? Okyanusun altında hala o korkunç intikam plan­ larını sürdürüyor mu? Yoksa yaşanan son kıyım onu durdurmaya yetti mi? Dalgalar bir gün hayat hikayesini anlattığı elyazmasını bize getirecek mi? Sonunda onun adını öğrenebilecek miyim? Batan geminin hangi ulustan olduğunu öğren­ mek Kaptan Nemo'nun milliyeti konusunda ipu­ cu verecek mi? Öyle olmasını umuyorum. Aynı z amanda onun o güçlü aracının denizlerin en korkunç girdabı Maelström'e galip geldiğini ve onca ge­ minin battığı o yerden s ağ s alim kurtulduğunu umuyorum! Eğer öyleyse, yani Kaptan evi gibi gördüğü okyanusta yaşamaya devam ediyorsa, umarım vahşi kalbindeki nefreti öldürmeyi ba­ şarabilmiştir! Denizin dibinde gördüğü o muh­ teşem manzaralar umarın onun gönlündeki intikam ateşini söndürebilmiştir. Ve umarım adalet dağıtan tarafı silinmiştir ve benliğindeki bilgin denizlerdeki s akin araştırm alarına devam eder! Onun kaderi tuhaf olduğu kadar yüceydi 687

JULES VERNE

de. Bunu kendi gözlerimle görmedim mi? Onun gibi ben de on ay boyunca bu doğaüstü yaşamı sürdürmedim mi? Bu yüzden insanlar arasın­ da Zebur'un bundan altı bin yıl önce sorduğu o s oruya, "Uçurumun derinliklerine kim ulaşabil­ miştir? " sorusuna cevap verebilecek yalnızca iki kişi vardır: Kaptan Nemo ve ben.

688