Yerli ve Milli Gündelik Hayat [1 ed.]
 9789750521157

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview





0 .....J .....J � w > • .....J o::: w >-

Derleyen

Mesut Yücebaş

lletişim Yayınlan 2404 • Araştırına-İnceleme Dizisi 399 ISBN- 1 3 : 978-975-05-2 1 1 5-7 ©

20 1 6 lletişim Yayıncılık A. Ş.

1. BASKI 20 16, İstanbul EDlTôR Tanıl Bora YAYINA HAZIRLAYAN Erkan Küçük DlZl KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç KAPAK Suat Aysu KAPAK FOTOCRAFI Hüseyin Türk UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZEL Tl Remzi Abbas BASKI Ayhan Matbaası SERTiFiKA NO. 22749

Mahmutbey Mahallesi, Devekaldırımı Caddesi, Gelincik Sokak, No: 6/3 Bağcılar, İstanbul Tel: 2 1 2.445 32 38 • Faks: 2 1 2.445 05 63 CiLT Güven Mücellit SERTiFiKA NO. 11935 Mahmutbey Mahallesi, Devekaldınmı Caddesi, Gelincik Sokak, Güven İş Merkezi, No: 6, Bağcılar, İstanbul, Tel: 2 1 2.445 00 04

tletişim Yayınlan SERTiFiKA NO. 10121 Binbirdirek Meydanı Sokak, lletişim Han 3, Fatih 34 1 22 İstanbul Tel: 2 1 2.5 1 6 22 60-6 1 -62 • Faks: 2 1 2.5 16 1 2 58 e-mail: [email protected] • web: www .iletisim.com.tr

Derleyen MESUT YÜCEBAŞ

Yerli ve Milli Gündelik Hayat Türkiye'de Gündelik Hayat Pratikleri ve İdeolojisi

�\''',

....

.

iletişim

İÇ1NDEK1LER

7

Giriş

BiRiNCi KISIM

Tarihin Gündelik Sıradanlığı ve Komplolar İdeolojik Bir Okuma Pratiği Olarak Resmi Türk Tarihçiliği ve Gündelik Hayattaki Yansımaları MUHSiN SOYUDOGAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17

Bir Türkiye Masalı:

Metal Fırtına'yı Okuma Denemesi MEHMET NURi GüLTEKIN

. . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

37

iKiNCi KISIM

Taşralı Girişimci Bir Kentin Sıradan Hali Gaziantep'in "Girişimci Kent" Kimliğini Yeniden Okumak MELTEM KARADAG

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .................. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

89

Gaziantep: Muhafazakar Bir Taşra Kenti ve Emekçi Kadınların Zihin Halleri GôKHAN GôKGÔZ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . .

105

Ga:z:iantep'te Yemek ve Mutfağın Toplumsal Üretimi: Et ve Mutluluk AYŞEN U T AN I R

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ............. ................. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .

. .

153

ÜÇÜNCÜ KISIM Gündelik Hayatın Bazı Hüerelm: Aile, Dolmuş, Esnaf Aile, Devlet, Millet Bağının Yeni Görünümleri: Bi:z: Yeniden Hep Büyük Bir Aileyi:z: Hem de Reklamlardayı:z: 169

SEMIRAY YüCEBAŞ

Gündelik Hayatta Kolektif Belleğin İnşası: Minibüs Sembolleri Ü:z:erine Bir Değerlendirme GOKÇEN BAŞARAN İNCE

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .

. . . .

.

. .

195

. .

. .

225

. . . . . . . . . . . . . .

255

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

Gündelik Hayatın Mağdur ve Mağruru Esnaflar: Reklamlarda Esnaf Tipolojileri MESUT YüCEBAŞ

. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .

.

· · · · · · · · · ·· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

DÖRDÜNCÜ KISIM

Gözlenen Gündelik Hayat Post-Televizyon ve Gündelik Hayat: Yeni Bir İzleyici Kimliği İnşası M. EMRE KOKSALAN

. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

Psikopat, Sabıkalı, Umutsuz: Suçun Irksallaştırılması ve Kapkaç O. ÔZGÜR GüVEN

303

YAZARLAR HAKKINDA

349

Giriş

Gündelik hayat nedir? Kendimizi bildiğimiz, tanıdığımız, öz­ nelliğimizin en doğal pratiklerini mi kapsamaktadır yoksa özne olarak nesneye indirgendiğimiz, nesnelerinse kendilerince ba­ ğımsızlaştığı ve bu bağlamda da ayağımız altındaki zemini his­ setme yeteneğini yitirdiğimiz biricik bir zeminsiz alan mıdır? Soruyu başka türlü sormak da mümkün; gündelik hayat ide­ olojinin işleyiş alanı mıdır yoksa ondan kaçışla mı şekillenir? Buradaki derlemede de somut olan/görünen ama soyut düz­ lemlerle inşa edilegelen, her şeyi içeren ama aynı zamanda tüm monotonluğuyla homoj enleştirici etkisini hissettiren muğlak bir alana -gündelik hayata- bakıyoruz. Dahil edebildiğimiz içe­ rikler dışında kalanlar kuşkusuz ki bu derlemenin "başka"ları değil, onların da dahil olduğu evrenin izlerini arıyoruz aslın­ da. Bu nedenle elinizdeki kitap gündeliğin bir parodisi aynı za­ manda . . . Karşımıza çıkması muhtemel olan gündelik deneyim­ lerden, karşılaşmalardan derlenmiş gündelik hayatın belirsizli­ ğinin izlerini taşıyor kısacası. Gündelik yaşam bir kere yazıya (kitaba) dönüşünce/geçince düzensizliğini ve akışkanlığını yansıtmak zorlaşıyor. Ancak yi­ ne de bunu denemeye kalkışmak gerekiyor. Bu gereklilik ise ha­ yatın işleyiş mekanizmasına dair öz bir hakikatin gündelik ya7

şanım içerisinde bulunacağına dair bir iddiaya dayanmıyor. Sa­ dece yaşamın bir yönüne, hem de en sıradan en olağan halinin, o kadar da sıradan olmadığına işaret ediyoruz. Bu da bize gün­ delik hayatın ardında gizlenmiş bir sır perdesini aralamak kah­ ramanlığını bahşetmiyor kuşkusuz. Daha çok, gündelik haya­ tın kendisine, onun sıradanlığına yoğunlaşmak, onunla karşı­ laşmak istiyoruz. Her şey olan ama hiçbir şeymiş gibi görünen ve hatta her şeyliğini bu görünmezliğinden alan bir vakaya kıs­ mi bir bakış geliştirmeye çalışıyoruz. Yazarların da içinde türe­ diği, katkıda bulunduğu bir zaman dilimine, hem onun dışın­ dan üretilmemiş, şifre çözücü bir bakışı hem de gerçekliğin ze­ minsizliğini imleyen bir görüyü dışta bırakarak nüfuz ediyoruz. Belli ki, bir belirsizliğe yanıt arayacağız. Kimilerince içerisin­ den toplumsallığı daha öteye, var olandan güzel günlere taşıya­ cak nüveleri barındırır gündelik hayat ya da akışkanlaşmış iliş­ kilerin uzağında sığınılacak bir liman, bir yuvadır o. Gündelik hayat hakkında konuşmak biraz da önemsiz görü­ nen bir şey hakkında konuşmaktır. Onun hakkında konuşmak ciddi olan makro çözümlemelerin dışına düşün becerisini taşı­ mak anlamına gelir (Lefebvre, 1998: 20) . Günümüzün de mo­ dasıdır gündelik hayat hakkında konuşmak/yazmak. Gerçek­ ten de toplumsal dönüşümler bağlamında tüketim ve gündelik yaşam pratikleri konusunda yapılan çalışmalarda ciddi bir artış görünmektedir (Argın, 2003: 133). Kuşkusuz ki ciddi görün­ meyeni fazla ciddiye almakta da bir sıkıntı bulunuyor. Bu ko­ nuda dengeli bir tutumun oluşturulmasını sağlamak maksadıy­ la Lefebvre'nin gündelik yaşam tanımı faydalı görünüyor: "Ne bir düşüş yönüdür, ne de bir engelleyici ya da durdurucudur; aynı anda hem bir alan hem de bir ara istasyondur, bir aşama­ dır ve bir atlama tahtasıdır, anlardan (gereksinimler, iş, zevk; ürünler ve yapıtlar; edilgenlik ve yaratıcılık; araçlar ve amaçlar, vs. ) oluşan bir andır, olanaklı olanı (olanaklar bütününü) ger­ çekleştirmek için kendisinden yola çıkmanın kaçınılmaz oldu­ ğu diyalektik bir etkileşimdir" (1998: 20-2 1 ). Bir diyalektik et­ kileşim olarak gündelik hayat politikanın da alanıdır. Siyasetin günlük dilinin gündelik yaşamın en olağan biçimiyle gerçek8

leşmesi de bunu göstermiyor mu? Günlük dil aynı zamanda kendimizi en doğal hissetiğimiz yuvamızı oluşturmuyor mu? Estetiğimiz ve etiğimiz bu evrende çerçevelenmiyor mu? "Gündelik hayat mütevazı ve sağlamdır, doğal olandır, kı­ sımları ve parçaları belirli bir zaman kullanımı içinde, kuşku­ ya meydan vermeyecek bir biçimde birbirine bağlanan şeydir. Gündelik hayat tarih taşımaz. Görünüşte göstergesizdir" (Le­ febvre, 1 998: 3 1 ) . O halde gündelik hayatın siyasete aktarılmış dilinde de bir tür tarihsizlik, göstergesizlik, daimlik ve ebedi­ lik söz konusudur. Doğallığın imleyeni olarak bu dil, kendimi­ zi tüm toplumsallığın ve tarihselliğin dışında kurguladığımız yuvamızda/evimizde hissediyor olmamıza işaret etmez mi? Bu durumda evin her türlü başka mefhuma aktarılmış biçimleri ideolojik veya tarihsel bir aktarmaya işaret ediyor olmalı. O ne­ denle gündelik sıradanlığı kuşatan tarihsel, romantik, milli ve yerli perspektifler gündelik yaşamın terk edilmiş alanına, tarih­ dışılığın sunduğu konformizmi kendilerine mal etme çabasıy­ la girmiş olmuyorlar mı? Gerçekten de ev/yuva deyince günde­ lik dilin tarih-dışı konformizmine ulaşırken aynı zamanda belli türlerde tarihsileştirme çabalarıyla karşılaşıyoruz: "Bütün mil­ liyetçi hareketler, (örneğin) evi bir metafor olarak kullanır. Bu­ nunla da kalmaz, bir ev ideali hepsinde vardır. Hem bir evin na­ sıl olması gerektiğini, hem de evin toplumsal düzen içinde na­ sıl bir işlevi olacağını konu eder milliyetçi yazarlar. Milliyet­ çiliğin ve milletin sembolleri, metaforları 'bağır' gibi, 'ana-va­ tan' gibi , 'ana-yurt' gibi, doğrudan doğruya o ilk 'ev'le ilişkili­ dir" (Bora, 20 1 3 : 68) . Kendilerini bu "ev"de olma haliyle ide­ olojisizleştirirler; muhafazakar ve milliyetçi ideolojiler bu bağ­ lamlarıyla doğal olana bağlanırlar, kendilerini en doğal, hakiki kimlik olarak sunabilirler, tarihselliklerini tarih-dışı olma diz­ gesine bu "ev" imgesiyle taşırlar. Bu nedenle tarihin gündelik­ leşmiş pratikleri resmi tarih söylemiyle çerçevelenmiştir. Gündelik dil popülist muhafazakar milliyetçi ideoloj inin "ev"i, "yurt"udur. Gündelik hayat ve ona ait siyasete taşınmış dil, bir tür eylemsizliği, eylem hakkında öz-düşünümsüzlüğü (doğal olanı olduğu gibi yaşamaktan başka ne yapılabilir ki) , 9

sorgusuzluğu , tartışılmazlığı, olduğu gibi olanın olduğu gibi kabulünü de barındırmak durumundadır. Gündelik dilin ikti­ dara taşınması aynı zamanda iktidarla kurulan gündeliklik ara­ sındaki karşıtlığı ve bu bağlamıyla gündelik yaşamın can alıcı en düşük farklılığını/başkalığını ortadan kaldırır. Artık iktidar­ da olmayan her şey, gündeliğin sıradanlığından uzaklaşmıştır. Gündelik yaşamın Türkiye özelindeki deneyimine dair izle­ ğimiz, "ev" ve "yuva" ile birlikte kurgulanan bir yerelliğe ait ol­ ma halidir. Büyük bir şehirde yaşanıyor dahi olunsa yerlilik ve köken kişinin doğasının asli parçası olarak kabul görür. Dola­ yısıyla gündelik doğallık biraz da yerellikle çerçevelenir. Yerele ait olan aynı zamanda bizim kendimizi evimizde hissetmemi­ zi sağlayan "biz" liktir. Ancak bu yerliliğin küresellik veya ulus­ laşma halleri dışında da kurgulanmaması gerekiyor. Küresel ticari bağlamlarda özgüllüğün temsilcisi olarak yerellik otan­ tik ve benzemezliğe gönderme yaparak metalaşırken (Harvey, 20 1 3 : 1 55) , ulusallık açısından ise ulusal kimliğin özlüğünü (yerli ve milli) temsil etmektedir. Bu nedenle toplumsal ve eko­ nomik dönüşümler bağlamında ele alındığında (neoliberal dö­ nüşüm kastedilmektedir) günümüz Türkiye'sinin gündelik ha­ yat estetiğinin iç içe geçmiş iki bağlam tarafından şekillendiril­ diği görülmektedir. Bunlardan ilki küresel piyasa koşulları ara­ cılığıyla belirlenmiş ve yaşamın ekonomik olmayan alanlarına da sirayet eden bir ekonomik kültürlenme biçimi iken, ikincisi ise yine bununla ilintilendirilmiş bir tür kimlik katıcı öz olarak karşımıza çıkan yerlileşme/yerelleşme talebidir. Daha doğrusu , zaman zaman birincinin ikincisiyle tanımlandığı, yerliliğin kü­ resel piyasa mekanizma ve simgeselleriyle bezendiği ve bu bağ­ lamıyla da yerelliğin yeniden üretildiği bir estetizasyon süreci­ dir bu . . . Hatta kendisini merkeze karşıt olarak kurmak duru­ munda olan yerelliğin, bu karşıtlığı yeniden üretme potansiye­ lini açığa çıkaran ve bunu daha sonra siyasetin diline de tahvil eden bir estetize etme biçimiyle karşı karşıyayız (yerli ve milli) . Dolayısıyla taşramıza bakışımız da değişmek durumundadır. O, günümüzde saflığın ve dinginliğin kaynağı olmanın ötesine taşmış, bir kimlik göstereni olarak imajlaştırılmış durumdadır. 10

Bu hal onun özümüze ilişkin kaynak üretme sürecinin gösteri­ leşmesidir aynı zamanda, ama tabii ki tüm ideolojik yükleriyle birlikte. Bu kentlerimiz aynı zamanda ürettikleri yeni yaşam bi­ çimleri, estetik kaygıları ve tüm göstergesel işaretleri ile marka­ laşıyor. Toplumsal cinsiyet kodlarından yeme içme alışkanlık­ larına kadar farklı yaşamsal kodlar bu kent pratikleri içerisinde farklı biçimlerde yeniden üretilebiliyor. Yerel ve milli gündelik estetizasyonun, yuva benzeri niteli­ ğinin açık biçimlerini yuvanın mekanlarında görmemiz müm­ kün olabilmektedir. Bu yuva mekanının inşası aynı zamanda kentlerin yeni türde, yeniden üretimi anlamına da gelmektedir. Gündeliğin deneyimlendiği mekanlar olarak kentler ve kentle­ rin yeni dizaynları (konutları, möbleleri, vb. ) yerel olan ile mo­ dernin buluştuğu mekanizmaları üreterek orta sınıf Türk ti­ pi yaşam biçimlerinin estetize edildiği alanlar olarak karşımı­ za çıkmaktadır. Bu bağlantının özgül bir yönüyse daha mikro alanda ilintilendirilecek olan evin içindekilerin korunaklı sta­ tüleridir. Bu aynı zamanda ailenin de kutsallığının üretildiği ve bu kutsallığın (ve içinde kadına yönelik baskının da) daha ge­ nel düzeylere aktarıldığı bir sürece karşılık gelmektedir. Söz konusu genel düzeyi bir aile olarak Türk milleti şeklinde ifa­ de etmemiz mümkündür (biz büyük bir aileyiz) . Reich'a göre, ahlaki anlamda buyurgan olan aileyi "Devlet"in ayakta kalma­ sını sağlayan bir kurum olarak görmek gerekmektedir (2002 : 1 35) . 1 Ailenin bir uzantısı olarak küçük işletmeciliği de (esnaO bu bağlam içerisinde değerlendirmek gerekecektir (bkz . Reich, 2002: 135) . Bir tür aile işi olarak küçük işletmecilik, Türk gün­ delik yaşamının kutsallaştırılmış içerikleri arasında yer alarak, siyasal söyleme, değer, dil ve yaşam biçimi savunusu üretmeReich'a göre , yeni bir toplumsallığın önündeki engel cinsel gereksinime ket vurmanın bireyi aileye bağlamasıdır. Bu nedenle, öznel coşkusal özleri açısın­ dan ele alındıklannda yurt ve ulus tasanmlan ana ile aile'nin zihinde canlandı­ nlmış simgeleridirler. Küçük kent soylu sınıfta, ana çocuğun yurdunu , aile de "çok küçük boyutlu ulusu"nu canlandım (2002: 87) . Kent soylu (esnaf, me­ mur gibi) sınıfının aynı zamanda ulus-devletin özgül kaynağı olan buyurgan aileye bağlılığı (veya genel düzlemde itaati) üretmesini sağlayan dinamik ise ekonomik alanda eksikliği duyulanın yerini cinsel ahlilksal öğretinin dolduru­ yor olmasıdır (Reich, 2002: 83) . 11

nin mihmandarlığını üstlenmektedir. Mahallenin dinamiği/ışıl­ dayan girişimi, samimiyetin ve bizden olanın (ailemizin) bak­ kalı, berberi, kasabı, esnafı değil midir? Hatta gündelik haya­ tımızın çerçevesini çizen, bu küçük boyutlu ama hayalleri ve beklentileri büyük olan, samimiyet kadar sıradan alacaklı ola­ rak da kültürel pratiğimizin gündelik biçimlerini şekillendiren bu tipolojiden hareketle üretilmiş değer ve söylemlerin siyase­ tin diline aktarılmış olduğunu da görebiliyoruz. Muhtarın top­ lumsal belirleyiciliğine yönelik herhangi bir atfı da dükkan sa­ hibi bir esnafa yüklenen anlamla birlikte düşünmek gerekiyor kuşkusuz. Peki ya, her gün işten eve giderken kullanmak duru­ munda kaldığımız hareket halindeki , mobil esnafları yani top­ lu taşıma araçlarını, onları da benzer bir dinamiğin (eve ait, ai­ levi -bacılı, ağabeyli , yengeli- ve yerli-milli olanın) sürdürücü­ sü olarak okuyamaz mıyız? Gündelik deneyimlerimizin bize özgü -yerli ve milli- biçim­ lerine bakarken medyayı ve medyada üretilmiş popüler kültür öğelerini de unutmamak gerekiyor. Medya, günümüzde günde­ lik hayatı şekillendiren büyük bir ağın adı aynı zamanda. Bura­ daki öğeler birbirleriyle bağlantılı. Aynca bizlerin de (izleyicile­ rin) katkıda bulunduğu ideolojik kabullerin kendilerini yeniden ürettikleri mecralar olabiliyor bunlar. Özellikle reality şovlar, ya­ rışma programları gündelik yaşam deneyimimizin sanal evren­ deki uzantıları gibi konumlanabiliyor. Bunlar yerli ve milli dav­ ranış biçimlerimizin yeniden üretildiği alanlar olabiliyor. Sevgi­ lerimiz, beğenilerimiz, korkularımız, neşemiz, endişemiz burada tesis ediliyor. Suçun aleni halleri, davranış kodlarımızın balans ayarlarını oluşturuyor buralarda. Gazeteler bu bağlamda suç ve gözetim arasındaki ilişkiyi tahlil etmemizi sağlayan mecraları da sunmuş oluyor. Üçüncü sayfa haberleri, bizlerin korkudan, ke­ derden ve endişeden haz üreten yerelliğimize sesleniyor. Elinizdeki çalışmada Türkiye'de gündelik yaşamın yerli ve milli içeriğini farklı boyutlarıyla ele almaya çalışıyoruz. Elbet­ te ki sınırlı, yetersiz ve noksan . . . Ancak gündeliğin yerli halle­ rine yoğunlaşırken, göz önünde bulundurulması gereken temel mecralara uzanabildiğimizi düşünüyoruz. Türkiye'de gündelik 12

yaşamın yerli ve milli içeriklerini; resmi tarihin gündelik işle­ yişinden, milli kimliklerin ve milli mefkürelerin, endişelerin ve beklentilerin gündelik yaşama aktarılmasını sağlayan komplo teorilerini içeren popüler romanlardan, yerli ve milliliğin ma­ yası tutmuş şehirlerinin bazı yeni içeriklerinden, buralarda­ ki toplumsal cinsiyet kodlarından, girişimcilik hikayelerinden, mutfak kültürü gibi yerel farklılıklardan, yerelliğimizi biçim­ lendiren kuşatıcı ailemizden , esnafımızdan, dolmuşumuzdan ve ayrıca evlerimize her akşam konuk olan medyanın popü­ ler içeriklerinden ve son olarak gazetelerin sıradan üçüncü say­ fa içeriklerinden tartışmaya açabiliriz diye umuyoruz. Öte yan­ dan hukukun gündelik biçimlerini, siyasetin mikro alanlara ya­ yılış düzeylerini, kültür sanatın kitchleşmiş biçimlerini ve daha birçok içeriği buraya sıkıştıramadığımızı da belirtmemiz gere­ kiyor. Ancak yine de ele aldığımız kadarıyla Türkiye'nin siya­ sal ikliminin kimi hallerinin gündelik hayatla quluştuğu ve bu­ radan süzülerek tekrar egemen alana taşındığı özgül bağlarını tartışmaya açmış olduğumuza inanıyoruz. Bu kitabın şekillenmesinde , Hamdoş Amca'nın (Hamdi Do­ ğan) Türkiye işçi Partisi'ne Aşık Oldum kitabının imza günü için Gaziantep'e gelen ve buradaki gündelik deneyimleri sıkıştırıl­ mış bir zaman diliminde pratik etmeye çalıştığımız Tanıl Bo­ ra'ya açılmamız etkili oldu. Ayrıca yine bu deneyimlerin müm­ taz müdavimi Mehmet Nuri Gültekin'in cesaretlendirmesi de işe koyulmamızda önemli bir rol oynadı . Her ikisine sonsuz te­ şekkürler ve tabii tüm emeği geçen dostlara da . . .

KAYNAKÇA Argın, Ş. (2003) Nostaiji ile Ütopya Arasında, Birikim, İstanbul. Bora, A. (20 1 3 ) " Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner" , Alkan, A . (der . ) Cins Cins Mekan içinde, Varlık, İstanbul, 63-75. Harvey, D. (20 1 3 ) Asi Şehirler, Temiz , A. D . (çev . ) Metis, İstanbul. Lefebvre, H . (1 998) Modern Dünyada Gündelik Hayat, Gürbüz, 1. (çev.) Metis, İs­ tanbul. Reich, W. (2002) Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Onaran, B. (çev.) Payel, İstanbul.

13

Bi R i N C i KISIM

Tarihin Gündelik Sıradanlığı ve

Komplolar

İdeolojik Bir Okuma Pratiği Olarak Resmi Türk Tarihçiliği ve Gündelik Hayattaki Yansımaları MUHSİN SOYUDOGAN

Ve eğer diğer herkes Parti'nin dayattığı yalanı kabullenseydi -eğer bütün kayıtlar aynı masalı söyleseydi- o zaman yalan tarihe dönüşecek ve gerçek olacaktı. "Geçmişe hakim olan," diyordu Parti sloganı, "geleceğe de hakim olur; şimdiye ha­ kim olan, geçmişe de hakim olur." (Orwell, 1977:

34-35)

Ankara'da kaldığım evin boyanması için gelen boya ustası bir taraftan malzemelerini hazırlayıp duvarın boyasının dökülme nedenleri hakkındaki bilgilerini aktarırken, bir taraftan da ko­ ridorda bulunan kitaplıklardaki kitaplara bakmaktan kendini alamıyordu . En sonunda bana ne iş yaptığımı sordu . Osmanlı tarihi üzerine doktora yaptığımı söylediğimde, içi içine sığma­ yarak: "Biliyor musun en çok ne hoşuma gider? lstanbul'u ku­ şatmaya almışız. Bir de bakıyorlar ki Fatih Sultan Mehmet da­ yanamamış, su üzerinde yürümeye başlamış. Arkadan askerler: 'Sultanım ! Sultanım ! Nereye gidiyorsun?' diyor ya . . . Ebette ki en ilgilisinden en alakasızına herkesin şu veya bu düzeyde tarihe dair bir malumatı vardır. Muhtemelen ilkokul mezunu bir boya ustasının, tarihi yanlış bilmesi ya da çarpıtma­ sı , çok da garip olmasa gerek. Yine kimi olayların bir süre son­ ra şehir efsanesine dönüşerek kendi bağlamından farklılaşma"

17

sı da anlaşılır bir şeydir. Ancak akılla izahı mümkün olmayan, su üzerinde yürünebileceğinin kabulü açıktır ki bireysel bir ya­ ratıcılıktan ziyade kişinin içinde büyüdüğü toplumun kısmen sistematik, kısmen spontane geliştirdiği kolektif bir zihin dün­ yasıyla alakalıdır. Bu yazı bu tarz tarihsel kurguların gelişimi­ nin daha çok tesadüfi olmayan yanlarına değinecektir. Daha açık bir ifadeyle belli bir tarihi algının belli bir tedrisatın çıktı­ ları olarak nasıl şekillendiğini irdelemeye çalışacaktır. Toplumun tarihsel bir gerçeklik olduğu sosyolojik bir ya­ sa derecesinde kabul edilebilir bir önermedir; aynı şekilde , ta­ rihin şimdinin bir kurgusu olduğu da tarihsel bir yasa mahiye­ tindedir. Bu iki önerme hem tarihin hem de toplumun ne oldu­ ğuna dair paradoksal bir durum ortaya koymaktadır. Öyle ya, nasıl olur da bizler kendimizi yine kendimizin oluşturduğu bir araç (tarih) üzerinden var edebiliyoruz? Bu durumu , epistemo­ lojik bir çerçeveden bakıldığında , bilginin gelişmesiyle ya da Thomas Kuhn'un ( 1 996) "paradigma değişimi" fikriyle açıkla­ yabiliriz: Tarih ilerledikçe yeni yöntemler ve yeni bilgiler kabul görür, geçmiş de bu yeni bilgi ışığında yeni bir değerlendirme­ ye tabi tutulduğunda daha farklı bir gerçeklik ortaya çıkar. An­ cak, bu denli saf bilimsel bir açıklamadan ziyade siyaset sosyo­ lojisi bağlamında ele alındığında, söz konusu olan tarih-toplum paradoksunun esasen toplumun başka bir gerçekliğiyle alakalı olduğu görülür: Toplum diyalektik bir ilişkiselliğin ürünüdür. Yani , ideal anlamda homoj en ya da çatışmanın olmadığı bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir. Bu yüzdendir ki, ça­ tışmayla esas olarak sınıf çatışmasını anlayan Marksist kuram­ cılar, kabile şeklinde örgütlenmiş sınıfsız toplumlardan ya da sınıf çatışmalarının belirgin görülmediği toplumlardan bir nevi durağan ya da tarihsiz toplumlar diye söz ederler (Marx ve En­ gels, 1 979: 2 1 7) . Sınıflı toplumun en önemli özelliği siyaset kurumunun geliş­ miş olmasıdır. Daha doğru bir ifadeyle, bir kişinin ya da azın­ lık bir grubun toplumun geri kalanım etkileme, manipüle et­ me ve organize etme yetisi olarak tanımlanabilen iktidar olgu­ su , bu tarz toplumların en başat karakteristiğidir. Söz konusu 18

toplumlarda iktidarın baskı ve ikna gibi iki ayrı daynağından söz etmek mümkündür (Gramsci, 1997; Althusser, 20 10) . Bu iki dayanak, bilginin biri teknik, diğeri ideoloj ik iki yönüne te­ kabül eder: Baskı araçları ve onların üretimine dair bilgi ile bu araçların iktidarı elinde tutana karşı değil de onun için kulla­ nılmasını temin etmek için toplumun belli bir şekilde örgütlen­ mesini sağlayan bilgi. . . Esasında bilginin iktidarın esas kaynağı ya da meşrulaştırıcı aracı olduğu düşüncesi bizim yeni öğren­ diğimiz bir şey değildir. Bilakis, neredeyse iktidarın kendisi ka­ dar eskidir. Sümerlilerin "binlerce yıl" hükmetmiş krallarının soy kütüğünü yazması, ya da Mısırlıların, firavunları tanrılar­ la özdeşleştirmesi , sıradan dini bir pratikten ziyade, belli bir ik­ tidara dayanak oluşturma çabası olarak görülebilir. Bizim için yeni olan, bilginin, daha doğrusu fikrin, bilgi-iktidar ilişkisini kastedecek şekilde "ideoloji" adı altında yeniden kavramlaştı­ rılmasıdır. O halde, iktidar için girişilen mücadelenin bir aya­ ğının kaçınılmaz olarak bilgi üzerine verilen mücadele olduğu­ nu iddia etmiş oluyoruz. Bütün bunlardan ideolojiye bulanmamış bir bilginin varlı­ ğından bahsedemeyeceğimiz sonucunu çıkarabilir miyiz? Ki­ mine göre ideolojik olanın dışındaki bir bilgi arayışının kendi­ si ideolojiktir; bilinçli ya da bilinçsizce belli bir ideolojiye hiz­ met etmektir Q enkins, 2003 ) . Gerçekliğe dair arayışı naiflik­ le veya ikiyüzlülükle suçlayacak bu postmodern bakış bilimin üzerine ne zaman serpildi? Biliyoruz ki, insanlar doğru bilgiye olan inançlarını çok uzun bir süre muhafaza ettiler. Henüz bi­ limsel yöntemlerin gelişmediği bir dönemde bazıları çıkıp akıl yürütmeyle elde edilen bilginin daha değerli olduğunu keşfet­ miş ve felsefe adını verdikleri uğraşının bilim ile bilgeliğin bir arada olmasıyla mümkün olacağına inanmışlardı. Sofistlerin bilgiyi servet ve güç edinme aracı olarak kullanmaları , buna karşın Sokrates'in eleştirileri ve siyaset erkiyle düştüğü ihtilaf, bilimin henüz erken dönemlerde bile iktidarın bir aracı ola­ rak kullanıldığını göstermektedir. Nitekim Platon'un mağa­ ra analojisiyle anlatmak istediği şey, kişinin siyasi iktidarın ya da toplumun sunduğu belli şablonlar üzerinden dünyayı dene19

yimlediğidir. Her ne kadar burada ideoloj inin varlığı sezilmiş olsa da bir kurtuluş kapısı olarak bilimsel yöntem ve eleştiriye olan inanç hala güçlüdür ve bu inanç aydınlanma düşüncesiy­ le doruğuna çıkacaktır. Tam da bu dönemin düşünürlerinden Destutt de Tracy, "ideoloji" kavramını , bilimsel olan düşün­ ce ile bilimsel olmayan düşünceyi ayıran fikirlerin bilimi anla­ mına gelecek şekilde tasavvur etmişti. llkin ideoloji kavramı­ nı bu anlamıyla benimseyen Napolyon, iktidarı ele geçirdikten sonra kavrama aşağılayıcı bir anlam yükleyerek kendi muha­ liflerinin "yanlış" düşünceleri şeklinde kullanmaya başlamıştı (Althusser, 20 1 0 : 75) . Napolyon'un bu tavrı karşıt fikre iktidar kavgası çerçevesin­ de yaklaşımın tipik örneğidir. Buna göre karşıt fikir, gerçek­ liği perdeleyen , insanı kandıran bir ideolojidir. Napolyon'un karşıtlarının da onun görüşlerini aynı şekilde olumsuzladığı­ nı düşünecek olursak, ideolojinin her zaman için hem kurtu­ luş yolu sunan fikir, hem de kurtulmayı engelleyen fikir anla­ mına geldiğini söyleyebiliriz. Yani fikirlerin eleştirisinden ziya­ de mutlak bir göreceliliğe tekabül etmekle ideoloji bilgiye kar­ şı normatif bir tutumu meşrulaştırır. Bu anlamda dinler, tarih­ teki en tipik ideoloji örnekleridir. Bir din aynı toplumsal alan­ da daha önce var olan dinsel açıklamaları tümden ya da kısmi reddederek yeni bir açıklama getirir. Her din kendi inananları tarafından mutlak doğru ve kurtuluş yolu olarak kabul edilir­ ken, diğer dinlerin müritleri tarafından doğruya ulaşmayı en­ gelleyen fikirler olarak algılanabilir. Bu çekişmeden dolayıdır ki hemen hemen her zaman için dinler iktidarla tümleşik ola­ rak karşımıza çıkar. Öte yandan, her daim iktidar mücadelele­ ri var olduğundan dolayı bu çatışmaların sonucunda dinler sü­ rekli çeşitlenmiştir. Doğruya karşı olan bu tutum tam da ideolojiyi bilimselliğin dışına iten noktadır. Bu yüzdendir ki Karl Marx, gelmiş geçmiş tüm ideoloj ilerin ya da felsefi yaklaşımların üstünü çiziyordu. Marx Aydınlanma Çağı'nın estirdiği havanın da etkisiyle akla ve deneye olan inanca bağlıydı. "insana dair gerçek nedir?" di­ ye sorduğunda karşısına sadece bir gerçeklik çıkar; o da insa20

nın kendisini ve bunun için gerekli olan araçları yeniden üret­ mesidir. Ve bize bunun kanıtını sunacak en büyük belki de ye­ gane kaynak tarihtir. "Tarihsel materyalizm" diye isimlendir­ diği yaklaşım "bilimin ta kendisidir" , diğer tüm fikirler insa­ nı bu gerçekliğe yabancılaştıran kandırmacalardan başka bir şey değildir. "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yo­ rumlamışlardır," diyordu Marx, "oysa sorun onu değiştirmek­ tir," (Marx ve Engels , 1 999: 28) . Marx insanı özgürleştirme mücadelesinde gerçekliğin olmazsa olmaz olduğunu söyleye­ rek bilgiyle iktidarı buluşturuyordu. Marx'ın burada kabul et­ mek istemediği şey kendi dünya görüşünün de bir ideoloji ola­ rak sayılabileceği gerçeği idi . Marx'ın ideolojiyi bilim karşıtlı­ ğında mutlak yanlış olarak ele alan tutumu onun takipçilerin­ den Gramsci ( 1 997) tarafından revize edilecekti. Gramsci'nin hegemonya olarak adlandırdığı şey esas olarak iktidar sahipleri­ nin ideolojisidir. Bu ideolojiye karşı iktidardan dışlanan, sömü­ rülen sınıflar da kendi hegemonyasını geliştirmek zorundadır. Yani burada bilimsel olup olmamasından ziyade iktidar müca­ delesinin kaçınılmaz bir aracı olarak ideoloj inin gerekliliğini kastediyordu . Öyleyse, önemli olan doğru tarafta yer almaktır (Çulhaoğlu , 1 999: 1 3 ) . O halde, ideolojinin her yönüyle bilgiyi ya d a bilimi kuşat­ tığını kabul edip kendi ideolojik saflarımızı mı sıklaştıralım; yoksa dümeni nihilizme ya da mutlak göreceliliğe kırıp bilimin imkansızlığına razı bir şekilde tası tarağı toplayıp, -kimi gaze­ tecinin yaptığı gibi- retoriğe sarılarak insanları ne kadar ikna edersek o kadar haklı, onların dimağlarında ne kadar tat bıra­ kırsak o kadar doğru mu sayalım kendimizi? Bu iki yoldan bi­ risini seçtiğimizde sıkça kullandığımız akademik unvanlarımı­ zı sırf bizleri bir haleyle bezeyip söylediklerimize daha bir iti­ bar kazandırsın diye almış olduğumuzu kabul etmiş oluruz. Bu iki yolu reddedip, bilimsel bir bilginin olabileceğine inandığı­ mızı söylediğimizdeyse ideolojisizliğin ideolojisini yapmak gibi bir paradoksun içinde bulabiliriz kendimizi. Bu çıkmaz sokağa bizi götüren esas neden, öyle görünüyor ki ideolojiyi anlamaya fazlaca odaklanırken; bilimselliğin ne menem bir şey olduğunu 21

bildiğimizi varsayıp üzerinde fazla durmayı gerekli görmeme­ mizdir. Neuman bu konuda haklı bir uyanda bulunur: Pek çok kişi, sosyal bilimsel kuramla sosyopolitik ideolojiyi birbirine kanştınr . . . [B] ilimsel topluluk, bilimsel bilginin net­ leştirilmesi ve oluşturulması için kuramı zorunlu olarak görür, ideolojiyi ise bilime karşıt olan gayrimeşru bir şaşırtma olarak kınar. Her ikisi de dünyadaki benzer olaylan açıkladığı ve ba­ zı yerlerde çakışabildiği için kafa karışıklığı yaşanır. . . Her ikisi de dünyadaki pek çok olayı açıklar: neden suç işlendiğini, ne­ den bazı insanların yoksul olduğunu , neden bazı yerlerde bo­ şanma oranlarının yüksek olduğunu , vb. Her ikisi de toplum­ sal dünyada neyin önemli olduğu ya da neyin önemli olmadı­ ğı üzerine odaklanır, bir fikirler ya da kavramlar sistemi içe­ rir ve kavramlar arasındaki ilişkileri belirtir. Her ikisi de olan­ ların neden böyle olduğunu ve koşullan değiştirmek için ne­ lerin değiştirilmesi gerektiğini açıklar (Neuman, 2006: 77-8).

Görünen o ki , bilimselliğin ne olduğuna dair etraflı bir çer­ çeve çizilmediği vakit kişinin bilimsel bilgi üretme adına , bi­ linçli ya da bilinçsiz , ideolojinin şerbetini içmesi kaçınılmaz olacaktır. Ne de olsa ideoloji denilen şey, "gerçek bir bilimsel kuramdan beklenen eleştirel özelliklerin eksik olduğu bir ya­ rı kuramdır" (Neuman, 2006: 78) . Neuman ideolojinin kapa­ lı oluşu , mutlakçı eğilimi, çelişkiler içermesi gibi özellikleriy­ le bilimsel kuramdan ayrıldığını (2006: 78) belirtse de gerçek­ te farklılık daha da muğlak olabilir. Örneğin egosu yüksek bir akademisyen söylediklerinin arkasında durmak için bu hata­ lardan herhangi birisini pekala işleyebilir. O halde kişiyi suç­ lamadan ya da karşıt bir ideoloji geliştirmeden bilimsel bir me­ tin eleştirisi nasıl yapılıyorsa bir ideoloji de o şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir. Bu anlamda bu yazı resmi Türk tarihçili­ ğine alternatif bir görüş ortaya koymaktan ziyade bu bağlamda ortaya konan tarihçiliğin bir bilimsel değerlendirmesini yap­ maya çalışacaktır. * * *

22

Hemen hemen herkesin duyduğunda hoşuna giden bir Afri­ ka atasözü şöyle der: "Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, tarih hep avcıyı haklı gösterecektir" Burada muktedirin kendi tarihini mazlumun tarihinden daha farklı sunup kendi iktida­ rını meşrulaştırdığını anlar, bu yüzden mazlumun kendi tarihi­ ni yazma hakkını savunuruz. Oysa burada esas kabul ettiğimiz şey tarihin, dolayısıyla öznelerinin, mutlak uyuşmazlığı sonu­ cu tarih yazımının kimin tarafından yazıldığına göre değiştiği­ dir. Böyle bir ikilemde ne kadar bilimsel düşünürsek düşüne­ lim kendimizi taraf olmak zorunda hissederiz. Bazen ikilem o kadar derin olur ki, taraflardan birinin işine yaramayanın diğer tarafa yarayacağı sonucuyla karşı karşıya geliriz . Ve bu konu­ da sözcükler hiç de yardımcı olmazlar, zira toplumsal çelişkiler dilin kendisine yeterince sirayet etmiştir zaten. Belki de bizleri ideolojinin girdabına çeken en önemli faktördür bu . Örneğin, İstanbul istila mı edildi yoksa fetih mi edildi? Ermeni meselesi­ ne "oh olmuş ! " diyemeyeceğimize göre mukatele (karşılıklı kı­ yım) mi desek, soykırım mı desek; traj edi mi desek, yoksa vah­ şet mi desek? Hikayelere konu olan avcılar da, aslanlar da var oldukları sürece, biliyoruz ki bu tür tabirlerden hangisini ter­ cih edersek edelim, bir tarafın ideolojisi için dayanak oluştur­ muş olacağız. Burada yapılması gereken belki de en temel şey bir tabirin evrensel tanımını bulup kanıtlarla kıyaslama yapa­ rak ele alınan fiilin tanımla ne derece örtüşüp örtüşmediğini ortaya koymaktır. Tarihten vazgeçmek bir çözüm olamaz mı? Neden geçmişin acılarını ya da kahramanlıklarını ya da geçmişin yaşantısını ha­ tırlamak zorundayız ki; geçmişe bir set çekip her şeye sıfırdan başlamak mümkün değil mi? İster farkında olalım ister olma­ yalım, tarih günlük hayatımızın öyle ayrılmaz bir parçasıdır ki bir tarihi silmek bile yine tarihin kendisiyle mümkün olabilir. İnsanlar türlü türlü saiklerle tarih yazımına girişmişlerdir: Bu , geçmişin hesabını tutma gibi teknik bir amaç da olabilir, ba­ sit bir merak da . . . Ya da okuyucuya ahlaki bir ders vermek is­ tenebileceği gibi, var olan bir düzenin ya da fikrin meşrulaştı­ rılması için de olabilir. Bu nedenlerden hangisiyle yapılırsa ya23

pılsın, bu haliyle tarih, elit bir uğraş olurdu. Ancak bunu gün­ delik hayatın bir parçası yapan esas nokta belki insanın doğa­ sıyla alakalıdır: tanımlama isteği, nedensel düşünebilmesi. Bel­ li bir yaştaki çocukların büyüklerinin kafasını "bu nedir, şu ne­ dir? " gibi bitmek bilmeyen sorularla şişirdiğine hemen herkes şahit olmuştur. Çocuk her ne kadar kendi varlığını içselleştirse de belki de bütün bu sorularla ulaşmaya çalıştığı esas şey ken­ disinin ne olduğu bilgisidir. Ve bu sorunun kaçınılmaz cisim­ leşmesi "ben nerden geldim? " ya da "ben nasıl sizin oldum? " sorusudur. Ebeveynlerin yaratıcılığına ya da sahip olduğu kül­ türe bağlı olarak bazen çocuk kendisinin leylekler tarafından getirildiğini, bazen bir çerçinin heybesindeki bir sürü çocuğun içindeki en şanslısı olduğunu öğrenir. Bazen tarihle kurduğu­ muz ilişki tam da bunun gibi çocukçadır. Yüzyıllar boyunca in­ sanların oluşturduğu mitolojik anlatılar bu safiyane cevapların daha gelişmiş halidir. Bizler her zaman için bu hikayelere takılıp kalmayız elbet, kendi varlık nedenimizin "acı" gerçeğiyle bir gün eni sonu yüz­ leşmek zorundayızdır. Ancak bu süre zarfında "ben kimim? " gibi bir sorunun aradığı cevap daha da genişler: "Ben neden bu renkteyim? '' , "Ben neden sünnetliyim? " ya da "Boynumda ne­ den halkalar taşıyorum? " ve nihayet bu sorular dizgesi sosyal­ leşmeyle birlikte evrim geçirip "Biz kimiz? " sorusuna dönüşür. Sosyalleşme süreci egonun yanına süper egonun, bireysel kim­ liğin yanına toplumsal kimliğin konumlanması; toplumun ku­ ral ve kültürünü öğrenme ve benimseme sürecidir. Kültür ta­ rihsel bir birikime tekabül ettiğine göre aslında bu süreç insa­ nın tarihlenme sürecidir. Bu yüzdendir ki insanı insan yapan en önemli ögelerden biridir tarih, aslında insan tarihsel bir var­ lıktır. Sorunun odağının "ben"den "biz" e dönüşmesi beraberinde soruya yanıt vericilerin sayısında da bir çeşitlenme getirir. Bir arkadaş bizi biz yapacak bir tarikata ya da politik bir söyleve davet eder, birisinin tavsiye ettiği kitap bu anlamda hayatımız­ da dönüm noktası olur, ya da başımızdan geçen bir olay bütün algımızı yerle bir eder. Bu anlamda insan kaptıkaçtı masasında24

ki bir iskambil kartından başka bir şey değildir. Bunu bilen si­ yasi elitler kendi vatandaşını küçük yaştan itibaren sistematik bir eğitimden geçirirler. Eski dönemlerde bu daha çok dolay­ lı yoldan yapılırdı. Ama milli devlet bunu bir aşama ileri götü­ rerek çocuğun anlama, anlamlandırma becerilerinin gelişmesi­ nin ilk evresinden itibaren standart bir müfredata göre yetiştirir hale geldi. Teknoloji ve psikolojinin gelişmesiyle de görüntülü ya da sesli cihazlarla bu eğitim sürecini neredeyse çocuğun her anının bir parçası haline de getirdi. Milli devlet bu müfredattan bir sapma olması halinde müdahale de gecikmez.

Geçen yıllarda "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizideki bazı görün­ tülerin uygun bulunmaması sonucunda kelli felli tarihçilerin, tarihi malumata sahip gazetecilerin, amatör araştırmacıların, si­ yasetçilerin ve din adamlarının TV programlarında oturup Ka­ nuni Sultan Süleyman\ sanki bir arkadaşlarından bahsediyor­ muşçasına ayrıntılarla tarif ettiklerini, o dönemi yaşamışçasına dönemin ruhunu nasıl anlattıklarına şahit olduk. Bir kısmı diziyi son dönemlerde oluşmaya başlayan Osman­ lı'ya dönük olumlu imajı yıkmaya yönelik bilinçli bir manipü­ lasyon yaptığı gerekçesiyle eleştirirken; bazılarıysa diziye yöne­ lik bu türden eleştirilerin altında yatan esas nedenin, padişah­ ları kutsal birer varlık olarak yansıtan algıya ters düşmesiyle alakalı olduğunu savunuyorlardı. Nitekim bazı tarihçiler padi­ şahların kendileri için kutsal olduğu gerekçesiyle bu türden bir müdahaleyi savunmakta beis görmediklerini ifade ediyorlardı. Bu savunma Max Weber'in, modemiteye evrilişin ya da Aydın­ lanmanın en büyük göstergesi saydığı rasyonelleşme, seküler­ leşme öngörüsünü adeta yerle bir etmektedir. Zira tarih alanı kendisini muhafazakar diye tanımlamayan tarihçiler için "ef­ sunlu bir bahçe" den başka bir şey değildir. Bu bakış açısı ironik bir şekilde kendilerine Aydınlar Ocağı diyen bir grup tarihçinin Türk-lslam sentezi olarak adlandırdıkları ideolojik bakış açısı­ nın tipik tezahürlerinden birisidir. Bu ideolojinin fikirsel teme­ li 1970-SO'lerde hüviyet kazanmasından çok öncesine dayanır. 25

Antik dönemlerin geçmişi anlatan metinlerinde gerçekliğin sürreal bir çeşniyle sunulup anlamlandırıldığı mitolojik öğe­ ler sıkça karşımıza çıkar. Neredeyse tüm topluluklarda görülen -dünyanın ya da insanın nasıl ortaya çıktığını anlatan- yaratı­ lış efsaneleri bu minval üzere yazılmıştır. Bir yönüyle bu gele­ neği sürdüren ama sistematik kayıt tutuculuğuyla daha da ge­ lişerek şematik ve hiyerarşik bir üslupla insanın genel bir tari­ hini "ilk insan"dan başlatarak anlatan lsrailiyat ataerkil bir şe­ cere sunuyordu . Modem öncesi dönemleri domine eden bu ba­ kış, her topluluğun kendi geçmişini hanedanlar üzerinden geri­ ye götürüp başlatabileceği bir başlangıç noktası sunuyordu. Bu başlangıç noktası bütün dünyayı sular altında bırakan bir tufan­ dan kurtulan Nuh'un oğullarıdır. 1 5 . yüzyılın ortalarından iti­ baren kaleme alınmış Osmanlı ve Selçuklu hanedanlarının tari­ hini anlatan metinlere (Yazıcızade, 2009; Aşık Paşazade, 2007) bu görüşün sirayet ettiğini görmek mümkün. Örneğin Osman­ lı Hanedanı'nın şeceresi Kayı Boyu üzerinden Oğuz'a oradan Nuh'un oğlu Yafes'e kadar götürülmüştür. Bu tarih anlatısın­ daki esas amaç ebette ki Osmanlı hanedanının köklerini keşfet­ mekten daha ziyade onu meşrulaştırmaktır (Imber, 1987) . Os­ manlı'nın kendi tarihini Kayı Boyu'na kadar uzatması, esasın­ da Selçuklu artığı diğer beyliklerle girilen güç mücadelesinde­ ki bir manevradır. Daha önce Osmanlı tarihçileri Osmanlı ha­ nedanının Selçuklu sultanları tarafından bağımsızlık alametle­ riyle ödüllendirildiğini işlemişlerdi. Bu manevrayla da, özellik­ le Selçukluların mirasında hak iddia eden Konya merkezli Kara­ manoğulları'na karşı Osmanlı hiyerarşik olarak daha üstteki bir boyu sahiplenerek, bir nevi Anadolu beyliklerinin çatı örgütlen­ mesine , onlar üzerinde bir hegemonik güç oluşturmaya aday oluyordu. Yani bu tarih yazımı Osmanlı'nın emperyal ideolojisi­ nin tarih yazımındaki tezahürüdür. Öbür yandan, Osmanlı ha­ nedan tarihi anlatısında devletin, Osman'ın soyunun bir kaderi olduğu işleniyordu. Osman'ın büyük bir cihan devleti kuracağı, gördüğü rüyayla müjdelenmişti. Hakeza lstanbul'un fethi hak­ kında bir hadis vardı. Osman kendisi peygamberlere yaraşır va­ sıflara sahip erdemli bir Müslümandı: aza kanaat eden, adaletli 26

ve Allah yoluna (gaza, cihat) kendini adayan bir şahsiyetti. Böy­ lelikle, Osmanlı hanedanının daha geleneksel meşruiyetin ya­ nında dinsel bir meşruiyeti de sağlamaya çalıştığını söyleyebili­ riz. lşte Osmanlı tarih geleneğine hakim olan bu paradigma mo­ dem ana akım Türk tarih yazıcılığının esas temelini oluşturur. Aydınlanmayla birlikte bilginin doğasına yönelik sorgulama­ lar neticesinde akıl ve deneye dayanan bilginin daha muteber sayılması, tarihi bu tarz söylencelerin ötesine geçip daha ciddi bir araştırma alam haline getirmeye zorluyordu. Zira artık mo­ dem tarihçilikte söylenceler üzerinden yürüyen hikaye anlatı­ cılığı çok da ciddiye alınamazdı. Bundan dolayı yeni kurulan Kemalist rejimin ilk yaptığı şeylerin başında Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'ni (Türk Tarih Kurumu) kurmak oldu. Bu kurumun temel işlevi Osmanlı lmparatorluğu'ndan geriye her ne kalmış­ sa onun üzerinde hak iddia etmeyi yeni rejim lehine meşrulaş­ tırmaktı. Bu anlamıyla , Selçuklu mirasından pay almaya çalı­ şan Osmanlı'yla benzer bir amaç güttüğünü söyleyebiliriz. An­ cak yeni koşullarda geleneksel devletten modem ulus-devlete dönüşmeye paralel olarak tarihin öznesi de hanedandan mille­ te dönmüştü . Dolayısıyla, yeni rejimin dayandığı Türk mille­ tinin kim olduğunun tanımlanması en önemli hedeflerden bir diğeriydi. Fransız aydınlanması ve Alman romantizminin etki­ siyle geliştirilen bu resmi ideoloji, milliyeti laik bir perspektif­ ten tanımlıyordu (Özdalga, 20 14: 9) . "Türk Tarih Tezi" olarak adlandırılan bu tez , dönemin fazlaca ciddiye alınan sahte bili­ mi öj eni doğrultusunda Türk'ü aynı kandan gelen ve birbiri­ ne benzeyen, kültürün en büyük ögesi olan dilini (Türkçe) ko­ rumuş bir millet olarak tanımlıyordu (Türk Tarihinin Ana Hat­ lan, 1 930: 34-39) . Türk'ü Türk yapan ana unsur dinden ziya­ de dildi, zira bilinen birçok Türk topluluğu değişik dinleri ka­ bul etmişler, hatta lslam'ı büyük bir direniş ardından bedeller ödedikten sonra kabul etmişlerdi, buna rağmen ortak özellikle­ ri olan dillerini muhafaza etmişlerdi. Türkçe'de "köklü olmak" fiiliyle bilindik ve uzun bir tarihe sahip olmanın bir saygınlık göstergesi olduğu anlatılır. O ne­ denledir ki , Cumhuriyet dönemi tarih araştırmalarında Etrüsk27

ler, Iskitler, Medler, Sümerler gibi muğlakta kalan neredeyse bütün topluluklar Türk olarak addedilip Türklük olgusu bir­ çok medeniyetin tohumu olarak kabul edilmekteydi. Okullar­ da öğretilmesine karşın ana akımdan sayılabilecek tarihçilerin kendileri bile, birçok yönü destekten yoksun bu görüşleri çok da ciddiye almadılar. Kemalist tarih okumasının en büyük çe­ lişkisini Osmanlı tarihi, dolayısıyla Islam'ın rolü oluşturuyor­ du . Dil temelli millet anlayışı, sözde dili bozulmuş olan Os­ manlı'nın nasıl oluyor da bu kadar güçlü olduğunu açıklaya­ mıyordu . İslami kimliği alternatif bir açıklama olarak sunuyor­ du aslında, 1 ancak pozitivizmin tavan yaptığı bir dönemde di­ ni vurgulamak çok da doğru olmazdı. Osmanlı hanedanlığı, ta­ rihin gereklerine ayak uyduramadığı için yok olmuştu, bu da tarihi olarak onları yok saymayı haklı kılıyordu . Hatta o kadar ileri gidilmişti ki, 1 93 l 'de Osmanlı arşivlerinden çıkan binlerce belgenin Bulgaristan'daki bir kağıt fabrikasına satılmasında bir beis görülmemişti (bkz. Bulgaristan'daki Osmanlı Evrakı, 1994: XIII) . Buna rağmen Osmanlı'dan beri süregelen Islam-Hanedan geleneği Türk-Islam geleneği olarak ana akım tarihçiler arasın­ da kabul görmeye devam etti. Kemalist rejimin en büyük çekincelerinden birisi dinin siya­ sette bir araç olarak kullanılmasında kontrolün kaybedilme ih­ timaliydi. Bu da ister istemez resmi tarih yazımına yansıyor­ du . Ancak 1 980 darbesiyle birlikte sosyalist fikirlere karşılık İs­ lamcılığın önünün açılmasıyla, Türk-Islam sentezi Türk tari­ hinin esas ideolojisini oluşturacaktı. Bu bakış özetle şunu söy­ lüyordu: Türklerin karşısına nice dinler çıktı ancak hiçbir din Islam kadar tatmin etmedi , çünkü Türklerin esasında eskiden beri inandıkları inançlar bir nevi Islam'ın özellikle de Hanefilik mezhebinin adı konulmamış haliydi. Türklerin lslam'la tanış­ masıyla oluşan sentez Türk'ü Islam'ın, lslam'ı Türklüğün koru­ yucusu yapmıştır. Türkler her ne zaman kendi özlerini oluştu­ ran kültürden ve töreden vazgeçmişlerse o zaman gücünü yitir­ mişlerdir (Kafesoğlu , 1996: 143- 187) . l 900'lerin başında yazılan hemen hemen tüm tarih kitaplarında lslam'ın Os­ manlı'nın güçlenmesi üzerinde oynadığı rolün altı çiziliyordu. 28

* * *

Tarihin nesnesi tarih denilen oluşun tam olarak ne gibi bir gerçekliğine tekabül eder? Eğer yazmamız gereken, bir kişinin biyografisi olsaydı o kişinin doğumundan şimdiki zamana ka­ dar, görüp geçirdiği her şey işimize yarardı. Hayat dediğimiz ol­ gu belli bir kişinin deneyimlediği eylemlerin toplamı olup kişi­ ye ait olan bir alandır. Kişinin kendi geçmişi onun gerçekliği­ dir. Ama tarih hemen hemen hiçbir zaman tek bir aktörün sı­ nırlı bir zaman dilimiyle iktifa etmez, kişinin tarihi, yaşamın­ dan öteye geçecek şekilde daha da derinlemesine incelenir. O zaman söz konusu kişinin ebeveynleri, daha sonra onlann ebe­ veynleri şeklindeki bir silsile kişinin gerçekliğini yaratanlar olarak onun tarihinin bir parçası olurlar. Böylece ne kadar geri­ ye doğru gidilerse, kişinin varoluşunu sağlayan soy silsilesi dal­ lanıp budaklanır; o kişinin gerçekliğinden o kadar çok uzak­ laşılmış olunur. ldeoloji dediğimiz şey işte bu noktada devre­ ye girip, kişiyi kendi yaşamının ötesindeki tarihi oluşla tıpkı kendisine aitmiş gibi bir bağ kurmasını sağlar. Geçmişe doğ­ ru "kendi tarihimizi" ele aldığımızda neden annemizin değil de babamızın soyu üzerinden kendimizi geçmişle ilişkilendiririz? Sırf bunu normal karşılasak bile bir kişi kendi sülalesini kaç kuşak takip edebilir ki? Ya aradaki bir sürü kuşağı atlayıp ken­ dimizi meşhur bir kişiye kestirmeden bağlarız ya da dil-din gibi kültürel kimlikler üzerinden oluşturulmuş bir ana akım tarihin bir kenarında yüzeriz . Böylece geçmişin çelişki ve çatışmaları­ nın bir tarafı olur, gündelik hayatımızda da nasıl bir bakış açı­ sıyla hareket edeceğimizin şablonunu oluştururuz. Tarihin bu şekilde kurgulanışı silsileci ve çizgisel tarihçiliğin tipik özelliğidir. Bu tür tarihçilik özünde iğle pamuk eğirmeye benzer: önce bir parça pamuk burulup ipe dönüştürülür, ucu­ na başka bir parça pamuk tutuşturulup aynı işlem devam eder. lpi eğiren kişi işine yaramadığını düşündüğü pamuk parçaları­ nı bir tarafa koyar, kendi ipini tamamlamak için gerekirse yeni bir pamuk parçası bulmaya da girişebilir. Dışarıdan bakan biri­ sinin, sonuçta üretilen ipin farklı parçalardan oluştuğunu kav29

raması neredeyse imkansızıdır. Bunu bilmek için ancak ip eğir­ me işlemine şahit olmak gerekir. Bu bağlamda bir tartışma, ya­ kın bir zamanda cumhurbaşkanlığı sarayının merdivenlerinde dizilmiş bir şekilde görüntülenen her birisi değişik kostümler giyen on altı kişinin ne için orada durduğu üzerine başladı. Ta­ sarımcının hayal gücüyle de biraz şekillenen kıyafetlerle duran bu kişiler, cumhuriyetin kuruluşunda Türk olduğu kabul edi­ len devletleri sembolize ediyordu . Oysa daha önceki yüzeysel bilgiyle Türk'ün atası olarak kabul edilen bazı devletler aslında şimdilerde kabul görmüyordu . Ya da Türk olduğu kabul edilen bazı devletler nedense bu listede yer almıyordu . Ancak sıradan bir kişi için o "gurur verici" görüntünün kendisi tarihi gerçek­ liğin ta kendisidir. Tarihe bu şekilde yaklaşımın kaçınılmaz bir sonucu olarak devlet merkezli bakış açısı gelişir.2 Gündelik hayatta sıkça duy­ duğumuz "ecdadımız" ile başlayan cümleler aslında bu bakış açısının tezahürüdür. Tarihe bu denli duygusal yönelimler ki­ şinin siyasi ve toplumsal elitlerle özdeşlik kurmasını sağlamak­ la kalmaz, aynı zamanda onları, tabiri caizse , korumaya almış olur. Siyasetçilerin sıklıkla tarihin tarihçiye bırakılmayacak ka­ dar mühim olduğunun altını çizmesi elitlerin korunma çaba­ sıyla alakalıdır. Öte taraftan tarihin diğer gerçek figürleri eşkı­ yalar, köylüler, köleler, azınlıklar vs. sadece kabul edilen ger­ çekliğin kısırlaştırılmış figüranlarıdır. Toplumsal çatışmala­ rın da haksız tarafında yer alırlar: "Beylikler Osmanlıyı arka­ dan vuran, gazayı köstekleyen oluşumlardı; Celaliler ahlaksız­ lığı huy edinmiş, kandırılmış hainlerdi; yeniçeriler doğruluk­ tan dönüp bozgunculuğa başlamış devşirmelerdi; Araplar sırtı­ mızdan vurmuştu . . . . " Üstten tarih dediğimiz, devleti merkeze koyan bu tarihçilik ilk tarih metinlerinin ortaya çıkmasından beri yaygın olan bir geçmişi okuma biçimidir. Oysa Marksist okumalar ekonomi­ nin doğrudan üreticilerini ya da alt sınıfları önemsemişlerdi. l 930'larda Annales Ekolü'nü geliştiren tarihçiler sıradan insa­ nın ve bir devletin kendisinden ziyade ülke sınırlarını aşan bir 2 30

Bu konu üzerine daha detaylı bir tartışma için bkz. Aydın, 200 1 -2.

coğrafyanın tarihinin de önemli olabileceğini göstererek alttan tarih yazımına girişmişlerdi. Bu yüzden Fransa'da milli tarih Fransız tarihi yerine Fransa tarihi olarak daha çok bir coğrafya­ nın tarihi gibi algılanırken, Türkiye'de Türkiye tarihi Türk ta­ rihinin sadece bir evresidir ( Copeaux, 2000: 7) . Bu tarih dizgi­ si siyasetçilerin sıklıkla kullandığı, vatandaşlık bağlarıyla bağlı olan herkesin Türk olduğu gibi bir tanımlamayla da çelişir. Zi­ ra siyaseten tarifi yapılan Türk ile tarihi anlatılan Türk tam ola­ rak örtüşmez. Kişi, tarihçinin Türklük şablonunda yer edinme­ di mi, bu tarihin bir parçası sayılmaz bile. Örneğin Şah lsmail gibi köken olarak Türk olan birisinin kurduğu Şii Safevi devleti reddedilir ama benzer bir şekilde kurulan Sünni bir devlet olan Selçuklular bu tarihin bir parçası olarak görülür. Bu ilişkilen­ dirme ya da dışlamayı daha da sağlam yapabilmek için bir ku­ rumun ya da geleneğin kökeni bir tarafta aranırken diğer taraf­ taki benzerlikler göz ardı edilir. M. Fuat Köprülü gibi bir tarih­ çi, Osmanlı müesseselerinin kökeninin Bizans'la herhangi bir ilişkisi olmadığını belirtmek için şöyle bir mantık kullanır: Eski Türk ve lslam devletlerine bakılır, eğer benzer kurumlar onlar­ da da varsa Osmanlı'daki kurumlar muhakkak onların devamı­ dır (Köprülü, 1 959; Köprülü , 2004) . Örneğin Osmanlı'daki ti­ mar sistemine benzer bir sistem ihta adıyla Selçuklularda bulu­ nurken, pronoya adıyla da Bizans'ta bulunuyordu . Timar siste­ minin önceli ihta olmalıdır çünkü Selçuklu bir Türk devletiydi, Bizans değil. Burada bir paradoks söz konusudur aslında: Hem bu tarz kültürel ögeleri özdeşleştirerek Selçuklu'nun Türk ol­ duğu kanıtlanmakta, hem de Selçuklu'nun Türk olduğu ön ka­ bulüyle bu kültürel kurumların özdeşleştirilmesi meşrulaştı­ rılmaktadır. Oysa iki şeyin türdeş olması onları oluşturan tüm elementlerin de türdeş olacağı anlamına gelmez. Milli devletin penceresinden kurgulanan bu tarz bir tarihin kaçınılmaz bir sonucu da özcülüktür. Sonuçta "biz" olarak ta­ nımlamaya çalıştığımız şeyin "öteki" ile bir farkının olması ge­ rekir. Osmanlı'yı Bizans'tan ayıran dinidir, Arap'tan ayıran dili­ dir, Safevi'den ayıran mezhebidir. Bu ayrımların hepsi toplan­ dığında Türk'ü tanımlayan bazı karakteristik özellikler öne çı31

kar: Hanefi Müslüman, Türkçe konuşan, boyunduruk altında yaşayamayan, iyi teşkilatçı, asker doğan vb. Bu vasıflara ne ka­ dar sahip olunursa toplumun o kadar güçlü olduğu, bu vasıflar­ dan uzaklaştıkça toplumun çözüldüğü gibi totolojik bir hata ya­ pılmaktadır. Bu fikir nazarında toplumsal dönüşümleri anlama­ da genel sosyolojik teorilerin hiçbir önemi yoktur. Örneğin Os­ manlı'nın yükselişi ya da düşüşü ile başka bir toplumun dene­ yimlerinin birlikte düşünülebileceğinin kabul edilmesi zordur. Tarihi, "biz" ve "öteki" üzerinden okuyan tarihçi kendisini bir şeyleri ya da birlerini ya çürütmek ya da savunmak zorunda hissederken; bunu, bilimin gerektirdiği eleştirelliğin bir parça­ sıymış gibi düşünmektedir. Oysa çoğunlukla yapılan şey eleş­ tiri değil tepkisel karşı çıkışlardır. Eleştiriyle tepkisellik arasın­ daki sınır oldukça muğlak olmakla birlikte , ilkinin merkezin­ de daha çok rasyonalite bulunurken, ikincinin merkezinde da­ ha ziyade duygusallık bulunur. Bilimsel bir eleştiri, ele aldığı fikrin mantıksal önermelerini, tutarlılığını ve kanıtlanabilirliği­ ni test ederek onun ne derece geçerli sayılabileceğini anlamaya çalışır. Oysa tepkisellikte, ele alınan fikrin belli bazı normatif kriterlere göre yanlış olduğu gösterilmeye çalışılır. Bu anlamda , bir yanlışa gösterilen tepki, haklı dahi olsa, illa ki doğru olmak zorunda değildir. Hatta çoğunlukla tepkisellik, eleştirilen ha­ tanın aynısının yapılmasına neden olmaktadır. Batılı tarihçile­ rin oryantalizminden şikayet eden Türk tarihçiler romantizmin manifestosunu yazdılar. Bırakın despot olmayı elini şeriatın kı­ lıcının altına uzatan padişahlar, istimalet politikalarıyla (hoş­ görü politikası) Hıristiyan halkı kendi kral ve lordlannın daya­ nılmaz zulmünden kurtaran iyilik ve hoşgörü timsali bilge yö­ neticilerdi. Bunun popüler kültürdeki yansıması ise Tarkan ve Kara Murat tarzı filmlerdeki mutlak iyi ve mutlak kötü betim­ lemeleridir. Yöneten zihniyetin Kemalizm'den lslamcı muhafa­ zakarlığa doğru evrilmesiyle de bu tarih anlatısında sadece uy­ gun rötuşlar yapılmaktadır. Filmlerdeyse yakışıklı Türk kahra­ manlara gönlünü kaptıran Bizanslı Hıristiyan prenseslerin şuh sahneleri yerini binlerce kişinin hep birlikte secdeye vardığı as­ ker sahnelerine terk etmiştir. 32

Milli tarihçilik toplumsal dönüşümün esas motoru olarak evrensel yapılar ve mekanizmalar yerine bireylerin olduğu ak­ tör merkezci bir bakış sunar. Milli tarihçiliğin esas hedeflerinin başında tarihteki "kahramanları" bulup onları yüceltmek ge­ lir. Bu kahramanlar tarihin akışına yön verirler. Ortaçağı kapa­ tan matbaa değil lstanbul'un fethidir örneğin. Nasıl ki iyiliğin, huzurun, gücün sembolü bu kahramanlarsa kötülüğün, zayıflı­ ğın, huzursuzluğun da sembolü olan figürler vardır. Buna göre, 1 7. yüzyıl boyunca tahta oturan padişahların neredeyse tama­ mı, bu dönemin sadrazamları, zaafları olan yeteneksiz kişiler­ dir. Kısacası, Osmanlı nasıl ki yükselişini erdemli ve yetenekli sultanlara borçluysa çöküşünü de kabiliyetsiz sultan ve vezirle­ re borçludur. Bu türden tarihçilik Birinci Dünya Savaşı'nın bir Sırp milliyetçisinin Avusturya arşidüküne düzenlemiş olduğu suikast sonucunda ortaya çıktığını söyler bize. Tarihi iyi ile kö­ tü düalizmi üzerinden okuyan bu bakış açısında tarihin bütün yükü bireylerin omuzlarındadır. Oysa büyük toplumsal dönü­ şümlerin nedenlerini bu denli basit bireysel eylemlere ya da ki­ şiliklere indirgemek tarihin tam olarak ne için öğrenilmesi ge­ rektiğini de ıskalar. Çoğunlukla söylenen, tarihin bize ders ver­ diğidir. Oysa bundan da önemlisi tarih, bugünü oluşturan en önemli bileşenlerden birisidir. Bu gerçekliğin kendisi bile bi­ reye bu denli rol biçilmesini anlamsız kılar. Nitekim bir tarihi olayı ya da yapıyı anlamak yine onun geçmişine inmekle müm­ kün olabilir. Bu geçmişe gidiş ise aslında konjonktürel atmos­ fer ve toplumsal yapıyı anlamakla alakalıdır. Yani bir yandan dönemin ruhu anlaşılmaya çalışılırken, diğer yandan bireyleri belli eylemlerde bulunmaya zorlayan toplumsal zorunluluklar ya da mekanizmalar kavranmalıdır.

Sonuç yerine Geçmiş-şimdi ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde iki tip insa­ nın ruhsal olarak sorunlu olduğu bilinir: Geçmişinde bir trav­ ma yaşayıp bunu bastırmaya ya da saptırmaya çalışanlar, ciddi bir hayal kırıklığı içine düşüp geçmişteki güzel günlerine sap33

lantılı bir özlem duyanlar. Her ikisinde de ne şimdiyle ne de geçmişle kurulan ilişkinin çok sağlıklı olduğu iddia edilebilir. Hakeza toplumların geçmişleriyle ilişkilerinde benzer semp­ tomları görmek mümkündür. Siyaset kurumunun tarihe mü­ dahale biçimleri üzerinden bunu daha rahat görebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri tarihin ne olduğu ya da tarihe nasıl yaklaşılması gerektiği üzerine herhalde kimse siya­ silerden daha fazla kafa yormamıştır. Nitekim Atatürk'ün "ta­ rih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sa­ dık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir ma­ hiyet alır" sözü çok sıklıkla karşımıza çıkar. Kimileri bunu ta­ rihçinin nesnel olması gerektiği şeklinde yorumlasa da siyaset­ çiler ne anlaşılması gerektiğini daha açık ifade ederler: "Tarih tarihçiye bırakılmayacak kadar mühimdir" Yine, aynı siyaset­ çiler ironik bir şekilde, Ermeni meselesinin değişik parlamen­ tolarda soykırım olarak tanınması üzerine , tarihin siyasetçile­ rin değil tarihçilerin işi olduğunu söylemektedirler. Bu , nihayet tarihin bir bilimsel alan olduğunun farkına varıldığı anlamına gelmiyor elbet. Birincisi, ne yapılması gerektiğini söyleyen hala siyasi erktir; ikincisi, tarihçilerin ısrarla devlet arşivlerine yön­ lendirilmesi, devletin tarihin esas referans kaynağı olarak ka­ bul edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Zaten Ermeni mese­ lesi gibi bir travmanın, olanın olduğu gibi anlatıldığı bir tarihin konusu olmasını beklemek saflık olurdu . Öte yandan Cumhuriyet son birkaç yüzyılı uluslararası alan­ da savrulmakla geçmiş bir imparatorluğun yerini almıştır. Ka­ pitalist dünyanın çeperinde gezinen bir ülke için kendi koşulla­ rını kabullenmenin bir yolu o "görkemli" geçmişe olan özlemi diri tutmaktır. Türk dediğin kendi benliğiyle gurur duyan kişi­ dir; zira o, yüzyıllarca dünyanın çok büyük bir bölümüne hük­ metmiş insanların torunudur. Bu anlamda Osmanlı üzerine ya­ zılmış birçok yazının ilk paragrafında "üç kıtaya hükmetmiş" ya da "herkesin önünde titrediği" gibi bir ibarenin kullanılma­ sı bu halet-i ruhiyenin bir tezahürüdür. Coşkulu bir şekilde o görkem anlatılırken, kimi zaman melankolik kimi zaman öfkeli bir dil o görkemi "bozanları" yargılar. Sonuç olarak bu formas34

yonla yoğrulmuş birey, gündelik hayatı "mutlak surette haklı olan biz" ve "her daim bize karşı olan ötekiler" ikiliği üzerin­ den okumaya programlanmış, kendisine ait olana karşı itaatkar olduğu için devlet nazarında makbul bireydir. lşte, yazının başında anlatılan boyacı ustası aslında böyle bir ideolojik okumanın gündelik hayattaki çıktısının nasıl bir şey olabileceğini göstermektedir. Elbette bir kişinin hikayesi üze­ rinden bu denli bir genellemenin yapılamayacağı itirazları ge­ lebilir. O zaman, herkesin pekala şahit olabileceği birkaç anek­ dot daha sunalım: Üniversitede kaldığım yurttaki oda arkadaş­ larımdan birisi, yine heyecanlı bir şekilde, Kıbrıs harekatı sıra­ sında Bursa'nın meşhur bir caddesinde gecenin bir vakti haya­ let bir ordu geçiyormuşçasına dakikalarca nal seslerinin duyul­ duğunu anlatıyordu . Bundan da öte, Kıbrıs semalarında uçan Türk pilotlarının kokpitte yanı başlarında birdenbire beliren ak sakallı insanları nasıl gördüklerini, bunu da zaferin bir ne­ vi ilahi bir mukadderat olduğunu ifade etmek için söylüyordu. Benzer bir şekilde, yüksek lisans dersinde öğrencilerden birisi gördüğü on metre uzunluğa sahip bir türbeyi içinde yatan ev­ liyanın uzun boyluluğuna kanıt olarak sunuyordu . Ve bir baş­ ka öğrenci Sümerler ile ilgili yaptığı sunumda internetten bul­ duğu, sözde Arabistan'da bir yerde çekilmiş, bir kısmı toprağa gömülü dev bir insan kafatasının yanında kazı yapan birileri­ nin olduğu bir fotoğrafı göstererek, "dini metinlerin de belirtti­ ği gibi" , eskiden yüzlerce yıl yaşayan dev gibi insanların varlı­ ğına bir kanıt olarak sunuyordu . Bu hikayelerdeki görünür ortak nokta olağanüstülüğün bir reali teye dönüşmesidir . Ancak daha derindeki ortaklık ise "biz"im ya da "bize ait" olanın özel olarak kabulüdür. Sık sık duyduğumuz "Tanrı Türk'ü korusun ! " söylemi bir temenniden ziyade , bu özel olma halinin dışa vurumudur. Şöyle ki, Allah Türk'ü seçip dininin koruyucusu yaparak onu tarihte nasıl özel ve güçlü kıldıysa; bu kutsal ahde bağlı olduğu sürece de Türk'ü her daim güçlü ve özel kılacaktır. Buradaki Türk lafzı tek tek kendini Türk hisseden bireyleri değil hepsini birden kapsayan daha soyut bir olgu olan devlete karşılık gelir. O halde bu ahde 35

bağlı olması gerekenler bireylerken , kutsanansa devlettir. in­ sanların bu anlamda yapması gereken esas şeyse bu kutsal dev­ lete bağlı olmaktır. Bu, bir nevi kurgulanan toplumsal sözleş­ menin esasıdır.

KAYNAKÇA Althusser, L. (20 10) ideoloji. Tümertekin, A. (çev. ) , l thaki, İstanbul Aşık Paşazade ( 2007) Tevclrih-i Al-i Osmcln, Saraç, Y. (haz . ) , Gökkubbe, İstanbul. Aydın, S. ( 200 1 -2) "Aydınlanma ve tarihselcilik problemleri arasında Türk tarihyazıcılığı: Feodalite örneği", Toplum ve Bilim, 9 1 : 39-80. Copeaux, E. (2000) Türk Tarih Tezinden Türk-lslam Sentezine, Tarih Vakfı Yurt, Ankara. Çulhaoğlu, M. ( 1 999) ideolojiler Alanı ve Türkiye Ôrneği, Öteki, Ankara. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ( 1 994) Bulgaristan'daki Osmanlı Evrakı, Ankara. Gramsci, A. ( 1 997) Hapishane Defterleri, Belge, İstanbul. Imber, C. ( 1 987) "The Ottoman dynastic myth" , Turcica, XIX: 7-27. jenkins, K. (2003) Re-thinking History, Routledge, London ve New York. Kafesoğlu, 1. ( 1 996) Türk-lslam Sentezi, Ötüken, İstanbul. Köprülü , M. F . ( 1 959) Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu , Ankara. Köprülü, M. F. ( 2004) Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Akçağ, Ankara. Kuhn, T. S. ( 1 996) The Structure of Scientific Revolutions , University of Chicago Press, Chicago. Marx, K. ve Engels, F. ( 1979) Collected Works 1 2 , Intemational Publishers, New York. Marx, K.ve Engels, F. ( 1 999) Alman ideolojisi [Feurbach] , Sol, Ankara. Neuman, W. L. (2006) Toplumsal Araştırma Yôntemleri (2 Cilt), Yayın Odası, ls­ tanbul. Orwe ll G. ( 1 977) 1 984, Signet Classic, New York ,

Özdalga, E. (2014) Kimlik Denklemleri: Türkiye'nin Sosyo-Kültürel Anlam Haritası üzerine, Uetişim, İstanbul. Türk Tarih Heyeti ( 1 930) Türk Tarihinin Ana Hatlan, Devlet Matbaası, İstanbul. Yazıcızade Ali (2009), Tevclrih-i Al-i Selçuk, Bakır, A. (haz . ) , Çamlıca, İstanbul.

36

Bir Türkiye Masalı: Metal Fırtına'yı Okuma Denemesi1 MEHM ET NURİ GÜLTEKİN

Eğer illa bir tarihsel dönem ayırımı yapmak gerekirse, 2000'le­ rin ilk on yılı da, pek çok bakımdan yeni özellikler ve durum­ lar barındıran ama daha önceki uzun, sancılı ve son derece kar­ maşık olgular silsilesinin şekillendirdiği bir zaman dilimi ola­ rak pekala hatırlanabilir. Gerçi, Türkiye'nin son iki yüz yıllık tarihinde olağanüstü veya ilginç olmayan zaman dilimleri yahut dönemler neredeyse hiç yok; her dönem mutlak suretle, içinden geçilmekte olunan çok zor ve meşakkatli bir zaman olarak, siya­ setçisinden askerine, ekonomistinden tarihçisinin diline pele­ senktir. Öğretilen, anlatılan ya da yaşanılan her dönem veya za­ man bu toplumun toplumsal hayatının olağanüstülüğünün te­ zahürü olsa gerek. Ve şurası net: Ülkenin yaşadığı ve yaşamak­ ta olduğu bütün zamanlarda, olağanüstülük bir olağan hal ise is­ tisna da en az skandalsızlık kadar çok nadir bir durumdur. Do­ layısıyla ülke-toplum yahut düşünce hayatı olarak son iki yüz yılın muhasebesi, siyasetten ekonomiye oradan tarihe, her da­ im olağanüstülüğün şerhi gibidir. Tıpkı 2000'li yıllar gibi. Yaklaşık on beş yıl sonra , bugünden dönüp 2000'lere bak1

Bu kitapta yazma daveti başta olmak üzere, yaptığı eleştiri, okuma ve değerlen­ dirmelerle birlikte gösterdiği sınırsız sabırdan dolayı Mesut Yücebaş'a ve metni okuyup görüşlerini paylaşan Semiray Yücebaş'a teşekkür ederim. 37

mak isteyen birisi, ekonomik krizler, 90'lardan tevarüs etmiş kadim meseleler, umutsuzluk ve belirsizlik kadar, AKP'li yılla­ rın başlaması ve derinleşmesi, tüketim, teknoloji ve refah dü­ zeylerindeki değişme kadar, sağcısından solcusuna İslamcısın­ dan milliyetçisine kadar hemen bütün toplum ve ülke sathın­ da, değişik doz ve etkilerde, aleni ya da gizli kendini gösteren, dışa vuran derin bir komplocu anlatılar dönemi olarak da hafı­ zalarda yer ettiğini çok rahatlıkla görecektir (Altun ve Erensü , 20 14; Sustam, 20 14) . Türkiye'deki gündelik hayatın ve popüler kültürün dizilerden, yazılan ve çoğuna fiziki şeklinden dolayı (yazı, mürekkep, kağıt, fiyat, okuyucu , çok satmak, vs.) roman veya edebiyat denilen bütün kültürel endüstri ürünlerine kadar değişik doz ve boyutlarda, farklı dil, anlatım ve araçla dolaşıma sokulan neredeyse bütün ögelerde , derin bir komplo perspek­ tifinin , imanının olması tesadüf olmasa gerek (Baştürk, 20 1 4 ; Gürpınar, 20 1 3 ; Sustam, 20 14) . 2000'li yılların Türkiye'sinde popüler kültürün en güçlü ar­ gümanlarından birisi, komplo teorileriyle iç içe geçmiş dizi , roman, gazete ve dergi yazıları, konferanslar ya da İnternet ve sosyal medya platformlarının yaygınlaşmasıyla dolaşıma giren makale ve bilimsel gerçek iddiasındaki yorumlar veya gerçeği görme çağrılarından oluşur. Adını, sanını çoğu kimsenin bilme­ diği, bilmem kaçıncı kez forward edilen maillerde ilk kez duyu­ lan, coğrafi ve fiziki mekan olarak Türkiye'nin, kimlik olarak da Türk'ün düşmanlannca en çok hedeflenen yeraltı zenginlikle­ ri ve madenler üzerinden nasıl oyunlann döndüğünün anlatıl­ dığı pasajlar 2000'lerin başından itibaren tedavüle girdi. Fakat bu hususta asıl zirve, AKP'nin geldiği , iktidarda kalıcı olduğu ve giderek de güçlendiğinin anlaşıldığı 2002 sonrası dönemdir. Kemalist-Ulusalcı cenahın sözcülüğünde mitinglerle, kitaplar­ la, gösterilerle sivil ( ? ) hayatta bu türden anlatılar üretilip do­ laşıma sokulmaya devam ederken, müesses nizamda (o zaman­ larda adı statük o 'ydu İslamcıların gözünde ! ) Anayasa Mahke­ mesi'yle , bürokratik zihniyetiyle, gazetecisiyle, Cumhurbaşka­ nı'yla, eski ve yeni savcılarıyla, rahatsız olduğunu sırdaş bası­ na fısıldayan genç ve yaşlı subaylarıyla farklı aktör ve enstrü38

manlarla bir tedirginlik hasıl oldu. 2007 seçimleri, Post-modem muhtıra, kapatma davaları vesaire derken lslamcı-Türkçü siya­ set ve onun bütün aktör ve kurumları, yaratılan yeni (müteah­ hit) ekonomi politik, ideoloji ve söylemsel güç kendini konso­ lide etti, daha da güçlendi ve en önemlisi de kendisinin yetiş­ tirdiği toplumsal aktörlerin varlığı belirginleşti (Türk, 20 1 4 ; White , 20 13) . Eskide ısrarın işe yaramayacağını iyi okuyan Kemalist-Ulu­ salcı cenah, gittikçe güçlenen AKP'li bir idareyi veya ekonomi politiği yıkma umudunu kaybetmeye başlayınca, 20 1 6'daki ale­ ni ittifakla taçlandırılacak bir yola girildi. Yeni bir sinerji doğ­ du ; zira muhafazakar-İslamcı Türkçü cenahın yeni yaratılan kesimleri, komplo , milliyetçilik ve militarizm konularında pek de Kemalist/Ulusalcı kesimden geri kalmıyordu . Ama şu he­ men not edilmeli: 2000'lerin başından itibaren Türkiye' de, soy­ sop kütüklerini karıştırmalardan her türlü damgalamaya ka­ dar, her yolun mübah olarak denendiği ve uygulandığı zaman­ larda, yeni teknolojik imkanların da katkısıyla komplo teori­ leri en çok konuşulan, yazılan, tartışılan ve satılan endüstriyel kültür argümanları olmaya başladı. llk başlardaki açık milliyet­ çi veya ulusalcı ama bazen latent bazen de zahiri ırkçı perspek­ tif, pek çok toplumsal ve politik nedenden dolayı itibar gördü . 2000'ler komploların kurumsallaştığı bir on yıllık dönem­ di ve 20 1 0 sonrasında bu kurumsal yapının, AKP'nin özellik­ le Recep Tayyip Erdoğan şahsında temsil edilen lslamcı-Türk­ çü kadroların dahliyle, cephenin epey genişlediğine , (görünüş­ te) çeşitlendiğine tanıklık edildi (Türk, 20 14) . 2000'lerde dün­ yadaki pek çok gelişmiş-demokratik toplum için tuhaf sayılabi­ lecek Hitler hayranlığı ve Kavgam'ın envai çeşit yayınevince ba­ sılan on binlerce kopyasının peynir ekmek misali okuyucu bul­ ması, kitap satış rakamlarının belli olduğu bir toplumda, hüs­ nü kabul görmesi, dikkat çekiciydi. Komplonun kurumsallaş­ tığı bu mümbit toprağa çok ürün ekilmesi gerekiyordu , ekil­ di ve ekiliyor (hala) . Komplonun kendi içindeki tutarsızlıkları pek tabii dikkat edilecek hususlar değil (Başaran, 20 1 4) ; zaten komplonun okuyucusu bilgiden yola çıkmış bir anlama ve kav39

ramadan ziyade korku, bilinmezlik, görünmezlik ve giz perde­ sinin arkasına inanmak isteyen bir hazır bulunmuşlukla malul olmalı (Tepeli ve Demirok, 20 1 4) ve vehme hakikat olarak bağlanmalı ki işlerliği ya da piyasası olsun. Dolayısıyla bu ku­ rumsallaşmış komplo kültürünü işlemek, ona yeni öğeler ekle­ mek veya oradan yeni sonuçlar çıkararak bunu dolaşıma sok­ mak son derece kolay(dı) . Bu bir tür çağrışım özgürlüğü de ve­ rir yazar ve okuyucuya. 2000 sonrasındaki televizyon dizilerin­ de ve tartışmalarında, biyografi çalışmalarında ve yazılı ürün­ lerde bu net olarak izlenebilir. Türkiye'deki (neredeyse) bütün lslamcı-Milliyetçi-Ulusalcı veya sağ-muhafazakar düşüncenin mevcut ve son doksan/yüz yıllık en büyük fobilerinin başın­ da Kürt kimliği veya Kürtlük gelirken, tarihsel geriye yaslan­ mada 1 9 1 5 üzerinden Ermenilik sarsılmaz tabanı oluşturuyor. Fakat Ermenilerin namevcut hale getirilmesi, sadece tanıma/ha­ tırlamama bağlamında yönetilebilir diplomatik bir meseleye in­ dirgenmesi, anlaşılabilir ve kolay aşılabilir bir durum doğurur­ ken, Kürtlerin somutluğu , sözünü ettiğimiz milliyetçi-ulusalcı söylemde bir soruna karşılık geliyor. l 940'lar sonrasında lsra­ il'in kurulması, Ermeni ve Kürt öznenin yanına Yahudi/Siyonist kimliğinin eklemlenmesini getirdi ve acil durumlarda başvurul­ ması gereken anahtar düşman kavramlarda bir artış oldu (Pek tabii, bu durum, kombinasyon imkan ve olasılığının da artma­ sı demekti) . Fakat tablo, tamamlanmıyor henüz ! Egemen söy­ lemin, bu üç aktörün (en çok da Kürtlerin) birbirlerinin oyun­ cağı/ortağı olduğu yönündeki ezberini sağlamlaştıran, güçlen­ dirense (Türkiye'deki politik söylemin en meşhur ve "yaratı­ cı" buluşu) "dış mihrak"lardır. Genel-geçer kabule göre, bu dış mihraklann, reel politikadaki Türkiye'yle dostluk ve müttefik­ liğinin altında her daim zımni, gizliden akan derin bir nehir bu­ lunur ve sözünü ettiğimiz söylemlerce oluşturulan komplo ku­ rumu bu derin düşmanlığı görür. Ve görmeye başladıkça, içeri­ deki değişmez düşman öznelerin bazen dönemsel bazen de eze­ li ve ebedi dış mihraklan, bağlantıları ifşa olur. Türkiye'ye da­ ir derin emelleri olanlar, Türk'ten gayrı herkestir. Çin, Ameri­ ka, Masonlar, lngiltere, Rusya . . . liste uzar gider (Uğur, 20 13) . 40

2000'lere gelindiğinde, 1990'lardan tevarüs eden ve toplumun bütün parçalan arasında uyumsuzluğu dışa vuran şiddet, savaş ve onun zoraki kardeşi ekonomik ve politik krizler Türkiye'de ciddi sonuçlar doğurdu. Politik düzeyde AKP'nin tek başına, sü­ rekli güçlenerek devam eden iktidar sürecinin başlamasıyla eski ve yeni güç mücadeleleri de yaşandı. llk dönemde AKP/Milli Gö­ rüş geleneği veya sağ muhafazakar kesimler, çoğu zaman Kürt­ lerin büyük bir kısmının da desteğiyle, (eski) Kemalist-Ulusalcı kesimle mücadeleye girişti. 20 13 sonrasında AKP koalisyonun­ daki Fethullah Gülen Cemaatinin diskalifiye edilmesiyle, bir­ kaç yıl evvelinden rakip olan ama bu oyuncu değişikliği fırsatı­ nı iyi değerlendirerek takım oyunu oynayacağına lideri bütün hal ve hareketleriyle ikna eden, geçmişteki mühim tecrübelerini tek­ rar iktidar/devlet/lider hizmetine sunan Ulusalcı-Kemalist kesim (ebedi) iktidar bloğuna (yeniden) eklemlendi. Böylece 20 1 6 yılı ortalarındaki mevcut tablo ve kompozisyon tamamlandı. Şu anda çok genel hatlarıyla vaziyet bu olsa da 2000 sonrası Türkiye'deki popüler kültürün komplolardan teşkil etmiş dev­ let, millet, vatan, düşman, kahraman imgelerinin işlendiği pek çok ürün bulunuyor. Televizyon çağını 1 990'lardan itibaren çok hızlı yaşayan Türkiye'de, özel kanallar, yeni ifade ve imge imkanlarının kapısını ardına kadar açtı. Televizyonlarda Deli Yürek'le başlayıp Kurtlar Vadisi'yle zirveye çıkan kahraman, va­ tansever, devlet, millet, hain-düşman imgeleri, çoğu zaman ta­ rihsel arka planı yeniden yorumlamaya ve (yeniden) bir anlam inşasında bulunmaya girişti. Turgut Özakman'ın kurtuluş mi­ tosunu yeniden ele aldığı ve popülerleştirdiği Şu Çılgın Türkler kitabı pek çok çalışmaya kapı araladı denilebilir. Beklenmedik başarı yeni fikirlere de ilham vermiş olmalı ki, dünyadaki tari­ hi roman furyasının da etkisiyle, AKP'nin yükselişine paralel, Osmanlı tarihindeki bütün meşhur figürler bir yeniden-anlatı­ ma tabi tutulup yeni bir tarih okumasının imkanlarını doğurdu (Uğur, 20 1 3 ; White , 20 1 3 ) . Fakat yazılı metinler alanında Şu Çılgın Türkler (Kemalist-Ulusalcı) rüzgarına çok ciddi bir rakip çıkıyordu ve Türkiye toplumunda gri, bulanık ve kasvetli oldu­ ğu kadar, Türk'ün kahramanlığını ve devlet kültürünü hatırla41

tan, her koşulda yekpare fedakarlık abidesi bir kurgu ütopya ortalığı kasıp kavuruyordu. Bu kasırganın adı Metal Fırtına'ydı. Metal Fırtına, az önce sözünü ettiğimiz 2000'li yıllarda bil­ lurlaşan genel zihni perspektifin önemli bir olgusu (Sagas­ ter, 2009; Uğur, 20 1 3 ; Yücel, 20 1 4) ; bir düşünme (çoğunluk­ la inanma) biçiminin kitaba, hikayelere dönüşmüş hali. Dolayı­ sıyla Metal Fırtına'nın nasıl bir anlam dünyası inşa ettiğini anla­ maya çalışmak bu yazının asıl gayesi. Olay, karakterler, zaman­ mekan, coğrafya ya da dil ve diyalog gibi roman örüntüsünün ana bileşenleri üzerinde hareket ederken, daha doğrusu Fırtı­ na'nın içinde ilerlerken, yazarların nasıl bir tahayyül sunduğu­ nu okumaya çalışacağız; fakat henüz en başta , olay ve örüntüye dalmadan, netleştirilmesi zaruri bir durum söz konusu . Çün­ kü Metal Fırtına, Türkiye'deki okuyucu piyasasına sunulurken, öyle anlaşılıyor ki (yazarların toplumdaki komplo boşluğunu ne kadar iyi görmüş olsalar da) bu kadar tutacağını ve gündem oluşturacağını pek tahmin etmemiş olsa gerek; kolektif başla­ yan bir yazı ortaklığının, medyatik teveccühten, daha doğru­ su ünlü olup çok satmasından sonra yola değişik ciltlerde te­ kil devam ettiği görülüyor. Burak Turna ve Orkun Uçar'ın Me­ tal Fırtına'yla (ilginçtir, ilk ve tek ortak yazılan cildin adı Me­ tal Fırtına-1 değil, roman tuttuktan sonra 2. ve diğer ciltler ta­ kip ediyor) başlayan macerası kısa sürüyor. Bu Metal Fırtına­ l'den sonra ortaklık bozuluyor.2 Her yazarın kendi Metal Fırtı­ nas ı 'nda yol aldığı bir seri başlıyor. Şöyle ki : Metal Metal Metal Metal Metal Metal Metal Metal 2

42

Fırtına ( 1 ) Fırtına-2 Kurtuluş Fırtına-2 Kayıp Naaş Fırtına-3 Karşı Saldırı Fırtına-3 Kızıl Kurt Fırtına-4 Gizli Güç Fırtına-4 Turan Fırtına-5 Tengri

Orkun Uçar ve Burak Turna Burak Turna Orkun Uçar Burak Turna Orkun Uçar Burak Turna Orkun Uçar Orkun Uçar ve Umut Altın

Metal Fırtına serisinin kısa değerlendirmesi için bkz. 30 Ekim 20 1 4 tarih­ li Milliyet. http://blog. milliyet. com. tr/metal-firtina-serisi--8-kitap- l -arada/ Blogl?BlogNo=4784 10, Erişim Tarihi: 25 Nisan 20 1 6 .

Metal Fırtına-5 Karanlık Savaş : Burak Turna Burak Turna Metal Fırtına-6 Uyanış Görüldüğü üzere , okurlar olarak, son derece karmaşık bir

fırtınayla karşı karşıyayız. Ne tek bir Metal Fırtına serisi ne de yazar(ları) var. Serinin ilk kitabından sonra bozulan ortaklık ana tema ve karakterler aynı (Gri Takım) olsa da gidilen iki ayrı yol ve serüven söz konusu .3 Burak Turna'nın 6. kitabı ( Uyanış) yazdığından yola çıkarak bu yarışta bir adım öne geçtiğini söy­ leyebiliriz. Ama yazarlarından, yayımlanma biçimlerine, yarat3

Metal Fırtına serisinin gerçekten ne demek istediği, kitabın ya da seri okuyucu­ lanndan gelen romanın gerçekliğine dair tartışmalar da yapılıyor. llk kitabın ti­ cari başarısı ve şöhret tartışmalan Burak Turna ve Orkun Uçar'ın yollannın ay­ rılmasıyla sonuçlanıyor. Burak Turna 2004'te Metal Fırtına'yı Kim Yazdı? Ad­ lı bir çalışmada işi netleştirmeye çalışıyor (Turna, 2005). llk cildin yayımlan­ masından bir yıl sonra, böyle bir kitabın yazılması ilginç. Ve yine Metal Fırtı­ na'nın "gerçekliği" ya da "edebi değerinden " dem vurarak Türk halkının ulusal duygularıyla oynama gayesi güttüğüne' dair bir çalışma daha bulunuyor (Er­ doğ, 2005). Erdoğ'un kitabına yazılan rumuzlu iki okuyucu yorumu, Metal Fır­ tma'nın nasıl algılandığına dair iyi ipuçlan veriyor (yazım yanlışlan düzeltilme­ miştir! y.n.): "ABD'nin Metal Fırtına Fiyaskosu Metal Fırtına'yı okuyunca çok büyük hayal kınklığına uğramıştım çünkü dünyanın sayılı ordularından bi­ ri olarak gösterilen Türk Silahlı Kuvvetlerini küçük düşürüyor ve TSK'ne ade­ ta aşık biri olarak Metal Fırtına benimde aklımda şüpheler bırakmaya başlamış­ tı bu kitabın yazım amacı ne diye.Amerikan ordusu övülüyor Türk ordusu kü­ çük düşürülüyor ve MlT Amerikaya terorist gibi ajan gönderiyor Amerika ku­ şatmayı yaptıktan sonra size özgürlüğü getirdik diye sokaklarda anons yapıyor­ lar ve bu kitabın yazanda bu konulan ve bunun gibileri çok güzel şekilde ayırt ediyor ve adeta gerilim romanı tadında CIA komplosu olduğunu size çok akı­ cı ve sade bir dille anlatıyor.Metal Fırtına'yı sırf konusuna kampta alıp okuyan­ ların ve haliylede beğenmeyenlerin ve Metal Fırtına'yı en sevdiği kitaplar arası­ na koyanların bu kitabı okuyup tekrardan Metal Fırtına'yı düşünecekleri gerçek­ tende böyleymiş diyecekleri bir kitap.Herkese tavsiye ederim bu kitap dünyanın en büyük ırkı olan Türklerin bu tip palavralara inanmayacağını gösteren bir ki­ tap" (mithandir2 1 , 3 1 .08.2007) derken, başka bir okuyucu tehlikenin kokusu­ nu nasıl aldığını anlatıyor: "Metal fırtınayı ilk okuduğumda tuhaf bir şeyler ol­ duğunu sezmiştim. Ben de Amerika'nın bizi bu kadar kolay işgal edeceğine inan­ mamıştım ancak kitap hiç de öyle demiyordu. ABD'nin Metal Fırtına Fiyaskosu adlı kitabı alıp okuduğumda tamamen gerçeklerle karşılaştım. lşin uzmanları­ nın yaptığı tesbitler(kitabın cümle cümle tercüme koktuğu vb.) beni çok şaşırt­ madı. Gerçektende kitap tam bir psikolojik baskı oluşturmak amacıyla yazılmış­ tı. Kitabı okuduğunuzda sanının siz de buna katılacaksınız. Okumanın tüm yur­ dumuza dalga dalga yayılması dileğiyle. " (bilgisatan, 2 1 . 10.2005).Kaynak:http:I/ www .kitapyurdu.com/kitap/abdnin-metal-firtina fiyaskosu/73230.html&filter_ name=metal%20f"ı6C4%B l rt%C4%B l na Erişim Tarihi: 25 Nisan 20 16. 43

tığı tartışmalardan oluşturmaya çalıştığı imge ve anlamlara ka­ dar Metal Fırtına çok daha dikkatli bir okumayı hak etse de bu yazının sınırlan içinde ancak serideki ilk ortak eseri yani (öz) Metal Fırtına-l 'i okumaya, ele almaya çalışacağız.4 Dolayısıyla, Metal Fırtına'nın gri tadını ve genel anlam dünyasını bu seçilen ilk kitapta da bir ölçüde yakalamaya çalışmak mümkün. Gün­ delik milliyetçi kültürün çoğunlukla açık ırkçılıkla iç içe geç­ miş olay örüntüsünü , anlatım ve diyalog klişelerini, fırtınayı başlatan birinci kitaptan itibaren takip edebiliriz.

Amerika'nın "gizli düşmanlığı" ifşa olurken: Tanklara karşı nükleer silah !

Metal F ı rt ı n a ' yı başlatan kitabın "ABD'nin Türkiye'yi İşga­ li . . . ABD Türkiye'yi Vurdu . . . Bombardıman Sürüyor. . . Kıskaç 4

Bu hususta üslup ve genel ideolojik perspektif dışında fazla bir anlam kaybının olmayacağını söylemek mümkün. Çünkü Metal Fırtına serisinde, Burak Tur­ na ve Orkun Uçar arasında ilk kitap sonrasında netleşen çok bariz bir ideolojik perspektif söz konusu. llk kitapta (Burak Turna'nın etkisiyle olacak ki, Orkun Uçar'ın izleyen ciltlerinde olmayan hatta hiç anılmayan) lslami referansı son derece ağır basan bir olay ve diyaloglar silsilesi varken, Orkun Uçar'n 2, 3 ve 4. ciltlerinde Türklük, Türk ırkı, Şamanizm, Orta Asya ve Turan vurgularının çok bariz olduğu bir anlatım ve olay/karakter örüntüsü söz konusu. Aynca Burak Tuma'nın bu yazı kapsamına alınmayan Metal Fırtına 2 Kurtuluş, Metal Fırtı­ na 3 - Karşı Saldın, Metal Fırtına 4 - Gizli Güç adlı kitaplarında birinci kitaptaki lslamcı-Türkçü perspektif ağırlığı dikkati çeker. Örneğin, Metal Fırtına 2 Kur­ tuluş'ta, Birinci kitaptaki macerada, Türkiye'ye savaş açması döneminde ABD'de gözaltına alınan ("enterne edilen) Dışişleri Bakanı Abdullah Gül başkanlığında­ ki Türk heyetinin "kurtarılması" anlatılır. Fakat Burak Turna daha ilginç (ön­ görü mü? ) şekilde, Türkiye-Suudi Arabistan işbirliğini de işler. Az önce söyle­ diğimiz İslamcı damar Turna'da daha belirgindir (Turna, 20 14a) . Metal Fırtına 3 Karşı Sal d ı n 'da bu kez Türkiye'nin dolayısıyla süper ajanların coğrafyası Af­ rika'dır. Afrika'da pek çok düşmanla, 'karanlık güçlerle' veya rakiplerle mücade­ le edilir (Turna, 20 14b) . Türkiye'nin Somali'ye asker göndermesiyle yeni mer­ haleye geçmiş Afrika perspektifinin 2000 sonrası dış politika dili ve ideolojisiy­ le paralellikleri ise dikkat çekici. Bu hususta ilk göz atılması gereken kitap, kuş­ kusuz, Davutoğlu'nun kristalize ettiği lslamcılık bazlı Osmanlı!fürk milliyetçi­ liği paradigmasıdır [özellikle de sayfa 206 ve sonrasında sözünü ettiğim Afri­ ka'ya dair paradigmanın izleri net olarak bulunabilir) (Davutoğlu, 200 1 ) . Yine Metal Fırtına 4 Gizli Güç'te Burak Turna, Elan Rau adındaki bir karakter üze­ rinden dünyadaki zenginlerin, karanlık bağlantılarını ve onların ön planda gö­ rünmeyen güçlerini ve pek tabii MlT'in iki süper ajanı Gökhan ve Mert'in on­ larla mücadelesini merkeze alan bir örüntü oluşturuyor (Turna, 20 13b) . -

-

-

-

44

Daralıyor. . . " şeklindeki alt başlığı çok şaşırtıcı değildi elbette 2004'teki Türkiye için. Çünkü bu alt başlık, uzun süredir, en­ va-i çeşit komplo ve izahatlara maruz kalmış bir toplum için (deneysel bir başan sonucu olarak) pek tuhaf değildi. Peki, ka­ bul edilen, metinde anlatılanlar neydi? Bütün seriye adını veren Metal Fırtına, ABD'nin Türkiye'ye büyük saldırı ve işgal planının adı. Hikaye, 2007'nin 23 Ma­ yıs'ında Islamcı, seküler, milliyetçi, ulusalcı bütün resmi söy­ lemlerin hülyası, ezberi Kerkük'te ( tabii ki, bu tür bir roman örgüsü için en münasip zaman olarak, gece yarısı) başlıyor. Kerkük tesadüfi bir seçim değil. Egemen deyimle Kuzey Irak Türk milliyetçi-devletçi söylemde , engel olunamayan, tehdit, haksızlık ve masa oyunlanyla elden gitmiş bir Osmanlı ama en çok da Türkmen bölgesi/kenti olarak ele alınır. Kerkük bir mi­ tostur; her seferinde yeniden kurulur. Daha ilk sayfada yazarlar, Cumhuriyet'in ilk döneminden iti­ baren üretilen Kuzey Irak, peşmerge, Kürt, zorlu coğrafya, kar­ maşıklık (ki, son derece modern ve oryantalist öğelerle beze­ li yani erkek, beyaz, ileri, kültürlü, eğitimli, medeni) şablonlarını kullanarak girişiyor işe. imgelem ve anlatım tanıdık ama ilginç: Irak'ın dağlık kuzey bölgesinin sınırındaydı burası. Çölün so­ na erdiği topraklarda düzlükler ve yükseltiler birbirine ka­ rışmaya başlıyordu , ufuk çizgisindeki dağlık alan, karanlığın içinde ancak bir gölge olarak beliriyordu . Geniş düzlük alan­ lan ara ara tepeler kesiyordu. Zor bir coğrafyaydı; hem toprak, hem de insan olarak. (Uçar ve Turna, 20 1 4 : 5 )

Kerkük yakınlarındaki başka bir askeri üs hakkında istihbarat toplamak için 1 2 kişilik Türk ordusu mensubu gözcü timi ken­ di birliğinden uzaklaşmıştır. Görev bölgesine intikal eden birlik­ teki Üsteğmen Alper, Makineli tüfekçi Serdar, komando er Uy­ gar. . . . Amerikan üssünü izlemeye başlarlar. Henüz olay örgüsü­ nün başında, neredeyse bütün ciltlerde ve maceralarda (bir tür zihniyet aynası olarak) benzer tekrarlan olan, hem oluşturulma­ ya çalışılan anlam ve imgeyi sağlamlaştırıcı hem de düşünme ve çağrışım öğelerini yakalamak için dehşet satırlar var: 45

Uygar, - Bunlar peşmerge'yse kafamı keserim, dedi. (. . . ) son zamanda Kerkük'te Kürt olmayan nüfusa karşı sal­ dırılar iyice artmıştı. Ankara'mn uyarılan ne Kürt hükümetin­ de ne de ABD'de ses buluyordu . Amerikan hükümetinin dış politikası tamamen Rum , Ermeni ve Yahudi lobisinin eline geçmiş gibiydi. Kıbrıs konusunda da gerilim iyice tırmanıyor­ du. (Uçar ve Turna, 20 14: 6-7) 5

Yukarıdaki alıntının hepsi bir paragrafta yer alıyor. Kürt hü­ kümeti, ABD, Ermeniler, Rumlar ve Yahudi imgeleri, okuyucu­ yu , halihazırdaki düşmanlan hatırlatarak, daha büyük gerilime ve şoklara hazırlıyor. Üsteğmen Alper'in gözcü timi, bütün kamuflaja rağmen Ame­ rikalılar tarafından (tabii ki, teknolojik olarak çok üstün ! ) fark edilince saldırıya uğrarlar. Telsizle durumu Kerkük yakınların­ daki karargaha bildiren Üsteğmen Alper, yardım ister. Genelkur­ may'la bağlantıya geçen Tugay komutanı Tümgeneral Ihsan Pa­ şa, ne yapılması gerektiğini sorarken, Yüzbaşı Hakkı yirmi asker­ le Üsteğmen Alper'in birliğinin yanına gider ve savaş kıvılcımı ya­ yılır. Fakat yazarlarımız, savaşı ve Türk askerinin kahramanlığı­ nı anlatırken, dış görünüşe odaklanan, biraz da 19. ve 20. yüzyıl romanlarında sıkça karşılaştığımız bir önyargıyı da tekrar eder:6 - Cem, nasıl gidiyor? Az ilerisindeki İstanbullu askere seslen­ di, sesi hırıltılı ve yan çığlık atar gibi çıkmıştı. 5

2000'lerde Kürt-Yahudi-Ermeni kavramlarının yan yana değişik kombinas­ yonlarıyla, pek tabii herhangi bir tutarlılık ya da bilimsel gerçeğe ihtiyaç duy­ madan, yeniden üretilip tedavüle sokulan çok sayıda kitap, makale ve İnter­ net yazısı mevcut. Özellikle Kürt meselesini ya da Kürt siyasi istemlerini anla­ ma (aslında çarpıtma) gayesi içeren bu derin bilimsel sırlar ifşa eden komplo­ cu yaklaşımlar söz konusu (Günaydın, 20 1 0 ) . Doğrusu bu tür yayınların etki­ si azımsanmayacak boyutlardaydı. Bu tartışmaların mantığı veya kurumsallaş­ mış komplo perspektifi, 2000'lerde sadece bu düzlemdeki bakış açılarını adet edinenleri değil, görsel ve yazılı basındaki pek çok kişiyi etkilediğini söylemek mümkündür (Yeğen, 2005).

6

Dış görünüşün romandaki sınıfsal , kültürel, ahlaki ve önyargısal anlatımı­ na örnek Heathcliff karakteri için bkz. Emily Bronte (2002) Uğultulu Tepeler, N .Tunç (çev . ) Oda, lstanbul; ve benzer biçimde Oliver Twist karakteri için bkz. Charles Dickens (200 1 ) Oliver Twist, C. Öner (çev.) Oda, lstanbul.

46

- Düşmana zayiat verdiriliyor komutanım. lstanbullu as­ ker savaşın şoku içindeydi. (. . . ) Alper Üsteğmen, yüzü kaska­ tı kesilmiş halde tetiğe basan temiz yüzlü çocuğa baktı. (Uçar ve Turna, 20 14: 1 2) . Az önce söylediğimiz Kerkük'ün sembolik değeri hatırlatılır­

ken, yazarlar, olay örüntüsünde ABD ile Türkiye'nin Kürtler yü­ zünden anlaşamadığını ve savaşa tutuştuğunu ekliyor örgüye. Pek tabii, Türkiye ve ABD , Kürdistan ve onun da odağında yer alan Kerkük üzerinden karşı karşıya geliyorlar romanda. Her ne olursa olsun, Türk askerleri, dost bilinen Amerikalılar tarafından tuzağa düşürülüyor, savaşa bahane ( ! ) oluşturmak için (s. 23) . Fakat ABD'nin hazırlıkları çok derine ve eskiye gitmekte . Amerikan Başkanı'nın (ilerleyen bölümlerde George Bush ol­ duğunu öğreniyoruz) jack Argosian adlı Ermeni danışmanı , bekleneceği gibi, Türkiye'ye saldırının en büyük destekçile­ rinden biridir. Ama Ermeni danışmandan çok daha etkili baş­ kasıyla karşılaşıyoruz . Asıl azmettirici Adrian Lynam adında­ ki karanlık bir patron. Argosian, Ermeni diasporasının görüle­ bilir hayalinin/intikamının temsilcisi olarak tasvir ediliyor bu kitapta. Ama Türkiye'nin başını belaya sokanların başında Ly­ nam ve Türkiye'ye dair çok derin kinleri ve gizli çıkar beklenti­ leri olanlar var. Amerika'yı asıl yöneten bu güçler pek tabii ki, bütün kurumlarında hala Roma sembolleri kullanmaya devam ediyorlar ! Yani düşmanlık ve kinin kökleri tarihsel bir boyuta sahip ; sadece güncel çıkarlarla ilişkilendirilmeyen bir düşman­ lık söz konusu (s. 26) . Başkan, Air Force One'dan Chicago'ya, Adrian

Ill.

Lynam'a te­

lefon etti. Kamuoyunca pek bilinmeyen bu kişi ülkenin, dola­ yısıyla dünyanın en güçlü insanları arasında sayılabilirdi. Şu sıralar çok büyük faaliyetler içinde bulunmayan Omicon adlı orta ölçekli bir madencilik ve enerji şirketinin dört gizli orta­ ğından biriydi. Başkanın mensubu olduğu Evangelist kilisesi­ nin önde gelen bağışçılarından biriydi. Ve Türkiye'ye açılan bu savaşın, perde arkasındaki planlayıcısıydı ! Gelişmeler, Başka­ nın en büyük finansman destekçilerinden Bay Lynam'a sürek47

li iletilmeliydi, sonuçta bu savaşı dört yıldır bekliyordu ! lstan­ bul'a dünyanın en büyük Evangelist kilisesini yaptırmaya ye­ min ettiği söyleniyordu . Hep şunu söylerdi: "Unutma, biz bu topraklan istiyoruz üzerindeki insanları değil ! " (Uçar ve Tur­ na, 20 14: 27)

Bu ilk kitapta devlet yöneticileri bazen gerçek bazen hayali kahramanlardan oluşsa da 2002 sonrasındaki bazı kişi isimleri gerçek ve pozisyonları da olduğu gibi korunmuş. Mesela, Baş­ bakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül gerçek statüleriyle varken, Genelkurmay Başkanı Hikmet Pars, Deniz Kuvvetleri Komutanı Tahsin Yücesun, Kara Kuvvetleri Komutanı Fahri Sert gibi kurgusal isimler de kullanılmış. Amerikan ve Türk kuvvetleri Irak'ta yani yabancı bir toprak­ ta karşı karşıya gelirken Iraklı devlet görevlilerinin gizli Tür­ kiye sempatisi de örüntüde dikkat çeken bir ayrıntı (s. 37) . Ve asıl vurgulanan, ABD'nin Irak'tan sonra Suriye'yi de ele geçir­ mesidir. Ama nihai hedef, pek tabii ki, Türkiye'dir ! ABD Irak'ta işgalci olarak betimlenirken Türk ordusunun Kuzey Irak'ta bu­ lunma nedeni ise sadece "Kerkük gerginliği" (s. 4 1 ) olarak, do­ ğal ve haklı bir temele oturtuluyor. Türk ordusunun, komuta ve savaşçı düzeyinde, dindar ya da Islami motifleri kullanması bu kitaptaki diğer bir ayrıntı. (Bu konuyla ilgili iki örnek verilebilir: Kerkük'teki Türk birliği­ nin komutanı Tümgeneral Ihsan Paşa, karşı saldırı için izin is­ teyen Yüzbaşıya "Allah hepinizden razı olsun ! " diye izin veri­ yor (s. 48) . Amerikan saldırısının ortasında kalan "Sabahattin yanındaki askerlere baktı, öylece bekliyorlardı. Dudaklarından dökülen dualar sayesinde kendilerini yitirmediklerini anladı , yoksa orada durabilmelerine imkan yoktu . " [s. 56] ) Islami vurgulu cümlelerin yanında en çok tekrar edilen kav­ ramlar da vatan, millet, kahramanlık, tarih. Bütün bunların ör­ düğü anlam dünyası fedakarlık, feragat, savaş, ölümün kutsan­ ması ve şehitlik gibi algılara göndermelerde bulunuyor. Bu kararım kesindir çocuklar. Eğer düşman karşı konulmaz bir biçimde üzerimize gelirse , elimizdeki bütün patlayıcıları 48

bedenimize bağlayacağız ve her kovuğun içine saklanıp sonu­ na kadar onlara kayıp verdireceğiz. Dünyanın bunun kolay bir zafer olduğunu düşünmesine izin veremeyiz değil mi? Türk ulusunun yüzyıllardır kanla yazdığı kahramanlık destanlanna ihanet edemeyiz. (Uçar ve Turna, 20 14: 58-59)

"Paşam, savaşta mıyız?" Kerkük'teki birliğe yapılan ani saldırıyla Türkiye'ye savaş açan Amerika, büyük bir şoka sebep olur. Fakat Türkiye, yönetici­ lerinin dirayeti, asker-sivil uyumu, iman, milli/ulusal bilinç ve Türk devletinin (kimsenin pek haberdar olmadığı) istihbarat ve operasyonel güç kabiliyetleri sayesinde zor da olsa bir çıkış bulmaya çalışır. Her daim sahnede dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan vardır. Her şey onun yetenek, metanet ve devlet adam­ lığıyla (Türk, 20 1 4) yürür. Kerkük'teki savaş , asıl hedefteki coğrafyaya ; Türkiye'ye, Anadolu'ya da yetişmeye başlamıştır. Ordu ve Genelkurmay'la uyumlu çalışan Başbakan Erdoğan , askeri ve istihbarat kurum­ lanyla toplantıdadır. Tayyip Erdoğan haritadan çok Hikmet Paşa'nın yüzüne ba­ kıyordu . Bakışlarında , olanlara inanamadığını belirtir bir ifa­ de vardı. - Paşam, savaşta mıyız? diyebildi ancak. Hikmet Paşa'nın yüzünde karanlık bir ifade oluştu . O bir askerdi, bugünler için yetiştirilmişti. Hayatının hiçbir önemi yoktu doğrusu ama üze­ rindeki ağır sorumluluğu hissedebiliyordu. Hikmet Pars etra­ fındaki komutanlara ve hükümet üyelerine döndü . Masadan birkaç adım uzaklaşmıştı. - Eğer dün gece şehit edilen binlerce evladımıza karşı bir sorumluluğumuz varsa savaştayız. (Uçar ve Turna, 20 14: 62)

ilginç bir detay da , Kerkük yakınlarında Tümgeneral Ih­ san Er komutasındaki Türk tugayına yapılan saldırının ve Tür­ kiye'deki savaşın , sürekli olarak CNN International'dan takip edilmesidir. " Çuval" meselesinden sonra kaleme alınan ve ken49

di döneminin milliyetçi/ulusalcı itirazlarını, hayal kırıklıkları­ nı ve intikam hislerini de hissettiren Metal Fırtına, AKP'nin ve lideri Erdoğan'ın yükselişiyle beraber lslamcı-Türkçü-milliyet­ çi bir yamayla anti-Semitist, Anti-Amerikan, Ermeni ve Kürt karşıtlığını bir araya getirerek çok net bir dost-düşman çerçe­ vesi de çizer. Diğer taraftan, dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus da, CNN Intemational'da yer yer gerçek politik figür isimleri kullanılarak oluşturulmaya çalışılan kurgudur (ya da bir tür kehanet mi? ) : CNN lntemational: Kuzey Irak'ta çatışma . . . 1 3 ABD askeri öldü , 3 0 yaralı var. Ordu yetkilileri, Amerikan güçlerine saldıran 35 Türk askerinin öldürüldüğünü açıkladı . Beyaz Saray, saldırgan tavrı nedeniyle , Türk Hükümeti ile baş­ laması öngörülen ikili görüşme trafiğini iptal ettiklerini belirt­ ti. Başkan, "Suriye ile var olan sorunumuzu halletmeye çalıştı­ ğımız bir dönemde , Türk Ordusunun bu saldırıyı gerçekleştir­ miş olmasını şiddetle kınıyoruz. Gereken yapılacaktır," dedi . . . Amerikan Kuvvetleri bugün itibariyle harekete geçti. . . Suriye sınırını aşan birlikler ilerliyor. Dışişleri Bakanı Condoleeza Ri­ ce, "Esad dönemi sona ermek üzere , Ortadoğu nihai şekline doğru hızla ilerliyor," dedi. Hükümet bir süre önce Kıbrıs'ta­ ki karışıklıklar nedeniyle Türk hükümetini suçlamış, Türk hü­ kümetinin adadaki askeri varlığını 60 bine çıkartmasını ağır bir dille eleştirmişti. ABD hükümet sözcüsü Türkiye'nin AB ile ilişkilerini kopardığından beri hızla uygar dünyanın kar­ şı kampına kaydığını söyledi. Türk hükümeti iki ay önce ABD Kongresi'nden geçen Ermeni soykırımı ile ilgili karar tasarısın­ dan dolayı görüşmeler için büyükelçisini geri çağırmıştı. (Uçar ve Turna, 20 14: 20)

Şu hususun da vurgulanması yerinde olacak: Ö teden be­ ri, birçok sebebi olabilecek, ötekinin dilinde ya da imgesinde , olumsuzu es geçip, hep olumluyu , övüleni görme arzusu ve is­ teği , savaşta olunan Amerikan ordusunun generallerince di­ le getirilmesi ulusal bir haz gibi algılanır. Yabancının, hele de ilim ve fende hep ileri ve gelişmiş olup Türkiye ve Türklüğü be50

ğenmeyenin konuşturulması çok büyük moral motivasyon sağ­ lar. Türkiye ve Türk ordusuna savaş açan Amerikan generalle­ ri kendi aralarında Amerikan ordusunun Türkiye'ye dair saldı­ rısı üzerine konuşuyorlar: ( . . . ) Tanrım, dünyada böyle bir ordunun kalması ne muhte­ şem ! Bu güce karşı koyacaklarından şüphemiz yok. Gerçek gücümüzü görebileceğiz . Düşünün, karşımızda bizi görün­ ce çil yavrusu gibi dağılıp silahlarını bırakmayan, savaşmanın ne demek olduğunu bilen kahraman bir ordu olacak. (Uçar ve Turna, 20 1 4: 22)

Fakat bu kadar kahraman olsa da bir ordunun, Amerika'nın teknik üstünlüğüne karşı koyması (şimdilik) zordur; adım adım yenilgiye doğru gidilir. Bunun yanında Türkiye, hiç bek­ lemediği bir yerden saldırıya uğrayarak "dost ve müttefik" bil­ diklerinden darbe yer. Kerkük'teki ve Irak genelindeki üç Türk tugayı Amerikalılarca yok edilir ancak bu , olayın yalnızca baş­ langıcıdır. Tümen komutanı Ihsan Paşa , çaresizce, Amerikalıların en gelişmiş ve korkunç silahlarını Türk ordusu üzerinde kullan­ malarını izler ve çaresizce kendi ölümünü bekler. Ihsan Paşa'nın gözleri korkuyla açıldı. ( . . . ) İnsanlık dışı bir silahla karşı karşıya o lduklarını anladı. Amerikan askerle­ ri, atom bombasından sonra ürettikleri en vahşi savaş silahı­ nı Türk Ordusu üzerinde kullanıyordu . Bu gerçekle yüz yü­ ze kaldığında kanı çekildi. ( . . . ) Patlamanın şiddet ve ölüm do­ lu dalgaları Ihsan Paşa'ya yaklaşamadan, o da katılmıştı süva­ ri alaylarına. Nereden gelip nereye gittikleri belirsiz atlılar. Nal sesleriyle, toprağı titreten özgürlük savaşçıları . . . hiç gitmemiş­ lerdi belki de, Türk ulusunun özgürlüğünü savunmak ölüm­ le sona eren bir görev değildi belli ki. (Uçar ve Turna, 20 1 4 : 7 1 -72)

Bütün bu olanlardan sonra Başbakan Erdoğan, Amerika'nın artık Türkiye'ye savaş açtığını halka açıklamak üzere kamera­ lar önündedir. 51

- Sayın yurttaşlarım, ( . . . ) Öyle görünüyor ki, Amerika Birleşik Devletleri bu bölgede ve ülkemizde hain emellere sahiptir. Bir süredir bilinçli olarak saldırgan tavır geliştirmiştir ve nihayet bunu alçakça bir saldırıyla neticelendirmiştir. (. . . ) Tayyip Erdoğan, açıklamanın burasında sanki boğazına bir şey takılmış gibi yutkundu, gözleri nemlenmişti. - Biz Türk milleti olarak her zaman badireleri defettik. Sesindeki heyecan tonu artmaya başlamıştı. Arkasında du­ ran hükümet yetkililerinin bazılarının gözlerinde yaşlar görü­ lebiliyordu . Yaşlı gazetecilerden kendini tutamayıp ağlamaya başlayanlar bile olmuştu. (. . . ) - Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye savaşa girmiş­ tir. Amerika, Türkiye'yi işgal edebilir ama bizim kolay yutu­ lur lokma olmadığımızı anlayacaktır ! (Uçar ve Turna , 20 14: 74-75)

Yukarıdaki alıntıdan pek çok özellik, şahıs, davranış veya laf­ zın, Türkiye' deki son on beş yirmi yıllık siyaset hayatında ya da düşüncesinde hemen akla gelmesi, doğrusu , Metal Fırtına nın iyi kotardığı bir imge. Öyle ki, siyasi liderlerin parti toplantıla­ rında konuşurken, izleyicilerin, özellikle de erkek bakan veya vekillerin, ağlama ve hıçkırmalan gibi, sarf edilen sözler, yara­ tılan imgeler de çok tanıdık. Ağlayan yaşlı gazetecilerin de va­ tanperverliği ve tecrübesi pekala, Kıbns Ha rekatı ndaki tecrü­ beyi çağrıştırabilir. Savaş ilanından sonra, zor olan dönem başlarken, MiT Müs­ teşarı Çetin Kutlu, Başbakan Tayyip Erdoğan'a, zamanında ku­ rumdaki (MlT'teki) gerçek vatansever istihbaratçılar tarafından gerekli yerlere yazılmış ama her nasılsa sümen altı edilen, Ame­ rika'nın Türkiye'ye saldıracağına dair bilgileri içeren bir dosya­ yı veriyor. '

'

- Çok önemli efendim, dedi. Lütfen iyice okuyunuz. Başbakan Tayyip Erdoğan dosyayı açıp, ilk satırları okudu­ ğunda yüzü kızardı. ABD'nin Türkiye'ye saldıracağına ilişkin rapordu bu. Esasında dobra bir insan olarak bilinmesine rağ­ men çok nadir kontrolünü kaybederdi. Çetin Kutlu onun ken52

disini nasıl tuttuğunu sıkılı yumruklannda bembeyaz kesilen eklem yerlerinden anlıyordu. (. . . ) - Dosyayı inceleyeceğim Çetin Bey, dedi. Sizden ricam, bu dosyanın hasır altı edilmesinden kim veya kimler sorumluysa bir an önce bulmanız. Çetin Kutlu sadece, - Emredersiniz Başbakanım, dedi. (Uçar ve Turna, 20 14: 76)

Daha önce edinilmiş bir istihbaratın, bazı hainler tarafından hükümete ve orduya bildirilmemiş olmasından sonra , Metal Fırtına'nın hem bu cildinin hem de diğer kitaplannın ana tema­ sını oluşturacak MiT ve onun çok gizli ajan grubu Gri Takım'ın görev ve maceraları başlıyor.

Maden meselesi, memleket meselesi ya da Gri Takım iş başmda

Metal Fırtına, Amerika'nın Türkiye'ye savaş açarak başta An­ kara olmak üzere pek çok kenti tahrip etmesinden sonra baş­ ka bir hikaye boyutuna geçiyor. Başbakan Erdoğan, Genelkur­ may Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MiT müsteşarının (dev­ letin gerçek yöneticilerinin) gizli yerlerde toplandığı bir dönem başlıyor. Türkiye, bir şekilde, Amerika'dan intikam alıp onları Türkiye'den çekilmeye zorlamak istiyor. Pek tabii, Türk ordu­ su , kahramanca direnmesine rağmen, Amerikan ordusunun so­ fistike teknolojisi karşısında pek başarılı olamıyor. 7 Ama Tür­ kiye'nin (de) bazı hesapları ve gizli silahları vardır, elbette. Bu silahların en güçlüsü ve en nadir rastlanılanı tabii ki sü­ per ajanlardır. MiT yıllardır çok gizli ve başarıyla sürdürdüğü bir gelenekle , çok güvendiği ve bildiği yerlerdeki ailelerden ze­ ki, güçlü ve gözü pek gençleri, Türkiye'nin kuzeybatı bölgesin­ de, çok gizli bir yerdeki kampta her türlü savaş tekniğinden ya7

Gerek anlatımdaki muğlaklık ve gerekse de olay örgüsündeki kopukluklar ro­ manda ciddi sıkıntılar yaratıyor. Çok değişken karakterlerin güçlü bir roman tekniğinin ve anlatımının yokluğunda yol açacağı bütün handikaplar bu kitap­ ta söz konusu . Serideki pek çok kitap için, iyi bir hikayenin iyi anlatım olma­ dan nasıl boşluklar ve açıklıklar yaratacağına dair bolca örnek barındırdığını söylemek abartı ve önyargı olmasa gerek. 53

hancı dillere kadar eğitim verilerek süper ajanlar yetiştirmekte ve bunları günü gelince vatan hizmetinde kullanmak için uyu­ yan hücreler şeklinde örgütlemektedir. Bu kişilerin, kendileri­ ni sadece vatan ve millet uğrunda feda etmekten başka istek ve gayeleri yoktur. Vatan için, en sevdiği varlığı bile gözünü kırp­ madan öldürmeyi öğrenmişlerdir (Kampta eğitim gören gele­ ceğin süper ajanı her çocuğu kamp sonunda köpek yavrularını öldürtüyorlar [s. 97]) . Bunlar her an görev beklemektedirler ve zaman da onların iş başı yapmaları için müsaittir. Gri Takım, MİT'in en seçkin, en gözü pek gizli ajan timinin adıdır ve vatan onlardan hizmet beklemektedir . . . İsveçli bir kadınla evlenmiş olan Frank Consal, Fransa'da bir okulda öğretmenlik yapmaktadır. Pek tabii, popüler kültürde­ ki egemen genel geçer kodlarla (Yücel, 20 1 4) donatılmıştır ya­ ni çok yakışıklı, zeki ve çekici biridir. Bir hafta sonu jean-Paul Bevay sahte kimliğiyle Rotterdam'a doğru yola çıkar. Ona Aram Bogosian adlı bir iş adamını , Alman bir ajanın yardımıyla öl­ dürmesi görevi verilmiştir. Bogosian'ı öldüren Frank Consal, gerçek kimliğine dönmüştür: Gökhan Birdağ. MİT'in uzun yıl­ lar evvel mükemmel şekilde yetiştirip Frank Consal kimliğiyle Fransa'ya uyuyan hücre olarak gönderdiği süper ajanı Gökhan Birdağ uyanmıştır! (Aslında Frank Consal adında bir zamanlar gerçek bir Fransız vatandaşı vardır ama çok gizli plan için Gök­ han Birdağ onu öldürür ve artık Frank Consal olur. ) Gökhan Birdağ'ın Alman istihbarat görevlisi Gerard Wer­ chtmann'ın desteği ve planıyla öldürdüğü Ermeni asıllı Aram Bogosian'dan çok gizli bir belge alır. Alman ajan, bu dosyanın mutlaka Türkiye'ye ulaştırılmasını ister. İşte , Başbakan Erdo­ ğan'a verilmeyip sümen altı edilen dosya, Amerika'nın Türki­ ye'deki çok değerli maden yataklarıyla ilgili antlaşma ve hesap­ larına yönelik bilgiler içermektedir. Yani Amerika'nın Türki­ ye'ye neden saldırabileceğini gösteren belgeler! Ayrıca, Alman ajanın ya da temsiliyet anlamında Almanya'nın, Türkiye/Türk dostluğu , bu serideki kitaplarda altı çizilmesi gereken önem­ li arka plan temalardan biri . Çünkü Çin, Yahudi, İsrail, Mason, Evangelist, Ermeni, Kürt (Kuzey Irak) , Rus, Amerikan, İtalyan, 54

İngiliz . . . neredeyse bütün düvel-i muazzamaya karşı savaşan ve onlara, istihbarat servislerine Türk'e düşmanlığın bedelini en ağır şekilde ödeten MlT'in Gri Takımı 'nın Alman ajanlarla arası iyidir. Ve bu iyi ilişkilerin bir sonucu olarak Almanlar da Ame­ rika'nın bu planlarından Türkiye'nin haberdar edilmesini ister. Peki , gerçekten sebepsiz yere mi Türkiye'ye büyük bir savaş açılmıştır? Tabii ki, hayır ! Fransız Frank Consal (MlT Gri Ta­ kım ajanı Gökhan Birdağ) Türkiye'ye gelmeden önce Bonn'da­ ki otel odasında, ele geçirdiği dosyayı inceler: (. . . ) sonra aklına Ermeni'nin çantasından aldığı dosya geldi. tık olarak İngilizce anlaşmaların aydıngerlerini okudu . On da­ kika sonra şaşkınlıktan gözleri dört açılmıştı. Amerikan hükü­ meti Türkiye'deki Bor, Toryum ve Uranyum madenlerinin iş­ letim hakkını , 99 yıllığına Ornicron adlı Teksas'ta bir maden­ cilik ve enerji şirketine satıyordu . Anlaşma 2007 Aralık ayın­ dan itibaren geçerliydi. Gökhan, Amerikan hükümetinin ken­ dine ait olmayan madenleri bir şirkete nasıl sattığını merak et­ ti. Bildiği kadarıyla devlet, kamuoyunca bilinmese de özellikle Bor ve Toryum konusunda hassastı. (. . . ) 23 Mart 2003 tarihli bir gazete haberinde Türk hükümetinin Bor madenlerinin iş­ letim hakkını 99 yıllığına almak isteyen Altaium adlı bir şir­ ketin teklifini reddettiği yazılıydı. (. .. ) Dosyanın geri kalanın­ da Bor ve Toryum'un başta uzay ve silah teknolojisinde olmak üzere kullanım amaçlarım ve stratejik önemlerini belirten bi­ lim adamlarının raporları vardı. Bor reaktörlerinin verimliliği anlatılıyordu . Rezervler kısmına geldiğinde dünyadaki kalite­ li Bor'un neredeyse % SO'inin, Toryum'un ise % SO'sinin Tür­ kiye'de olduğu yazılıyordu . (. . . ) Altaium'ın anlaşma teklifinin reddinden sonra, Irak'taki savaş öncesi ABD'nin Türkiye'ye as­ ker yerleştirme isteğini reddeden birinci meclis kararı çıkmış­ tı. Pentagon'a bağlı düşünce kuruluşları, planlarını o tarihte başlatmış olmalıydı. ABD Türkiye'deki madenleri istiyordu . (Uçar ve Turna, 20 14: 99- 1 00)

Türkiye'deki madenlerin varlığı ve yokluğu meselesi ayrı bir

okuma gerektirse de, özellikle 2000'li yılların başından itibaren 55

bu madenler, dolaşımdaki hatırı sayılır komplocu teorinin epey önemsediği bir kurgu öğesidir. Dolayısıyla Metal Fırtına'da da aynı tema, bütün olay örgüsünün temeline yerleştirilmiş. Bu te­ ma ya da anlamla Türkiye'deki hatırı sayılır bir kitlenin kurgu­ sal hazır bulunmuşluğu, romanın ilerleyen bölümlerindeki me­ rak ve heyecana aktarılarak olay örgüsü açısından sıkı bir iş ya­ pıldığı pekala söylenebilir. Nitekim çok gizli amaçlar daha da belirginleşiyor: Bu topraklan istiyorlardı. Kendilerine ait bir yönetim veya bir­ çok açıdan içine nüfuz ettikleri bir Türkiye değil. (. .. ) bu dos­ yanın Ermeni Bogosian'ın eline geçmesinin sebebi, bu plan içi­ ne Ermenilerin de dahil edildiği, belki de ABD'nin işine yara­ yan topraklan aldıktan sonra geri kalanını paylaştıracağı an­ lamına gelebilirdi. Ne de olsa Amerika kurulduğu ilk zaman­ lardan beri ve özellikle dünyada Protestanlığı yaymak için ör­ gütlenen American Board of Foreign Missions adlı kuruluşun 1 8 1 8 yılında yapılan senelik olağan toplantısında aldığı, böl­

genin Protestanlaştınlması karannın hayata geçmesinin ardın­ dan her zaman Ermeniler nezdinde misyonerlik faaliyetleri­ nin ana üssü olmuştu . Ve sonrasında geri kalan bölgelerin bir kısmı belki kurulacak Kürt devletine, bir kısmı Ermenistan'a, bir kısmı Yunanistan'a . . . (. .. ) Parasını büyük ihtimalle Ornic­ ron'dan alan Sentinel adlı bir düşünce kuruluşu Güney Kıb­ ns'ta yapılan bir toplantıda Türkiye karşıtı örgütleri buluştur­ muştu . Vatikan'da yapılan gizli bir toplantıda, Hıristiyanların kutsal hac mekanlanyla dolu Anadolu'nun işgal sonrası tekrar bir Hıristiyan yurdu haline gelmesi planlanmıştı. Gökhan bu­ nu Endülüs Emevi devletinin dört yüz yılı aşkın varlığından sonra lber'in Hıristiyanlık dışı unsurlardan temizlenmesine ilişkin bir rapordan ve Vatikan'da yapılan Yeni Bizans adlı top­ lantılardan çıkanyordu . (. .. ) Afganistan, Irak ve nihayet Tür­ kiye ! Yalnız Türkiye'nin diğerlerinden farkı doğrudan Ameri­ ka'ya bağlanacak olmasıydı. (Uçar ve Turna, 20 1 4 : 1 0 1 - 102)

Yukarıdaki uzun alıntının roman kurgusu açısından teknik sıkıntıları ve anlam kusurları bir tara fa , kullanılan şablonlar, 56

ifadeler, önermeler ve oluşturulmaya çalışılan imgenin nok­ san tarafları, az önce sözünü ettiğimiz hazır bulunmuşlukla he­ men kapatılıyor. Yine daha önce de vurguladığımız gibi, Burak Turna ve Orkun Uçar'ın bu tek ortak cildinde İslami tonlar yer alırken ( "Gökhan kelime-i şahadet getirip gözlerini kapadı" [s. 1 05 ) ) Orkun Uçar'ın sonraki Türkçü ve Irk vurgulu yazdıkla­ rına baktığımızda bütünüyle bir ayrışma da söz konusu. Türki­ ye'nin değerli madenlerinden Endülüs Emevilerine, oradan Va­ tikan'la beraber bütün Hıristiyan dünyanın, önce Türk, sonra Türkiye ve en nihayetinde de Müslümanlara yönelik düşmanlı­ ğına geçişin bu denli hızlı olması, halihazırdaki son derece sert zihniyet kalıplarına ulaşarak olay örgüsünü tamamlama isteği­ nin bir yansıması gibi. Fransa'daki, yıllar süren çok gizli görevinden dönen Gri Ta­ kım üyesi Gökhan Birdağ, Ankara'da, Gri Takım'ı yetiştiren ve asıl yönetici Kurt'un (eski) damadı Cengiz tarafından alıkonu­ lur ve yok edilmek istenir. Cengiz, dosyaları Başbakan Erdo­ ğan'a bilinçli olarak ulaştırmayan ve Gri Takım'dan nefret eden biridir. . . Kurt, son anda yetişir ve Gökhan kurtulur. Uzun sü­ re farklı kimliklerle yurtdışında yaşayan Gökhan'a Kurt tara­ fından, Ankara'da ve istihbarat dünyasında neler döndüğü an­ latılır: - Neler oluyor komutanım Ankara'da? Bu olanlar neydi? di­ ye sorarak başladı. - Her zamankinden değişik bir şey olmuyor Gökhan, dedi Kurt. Sen yıllarca yurtdışında görev aldığın için bilmezsin, bu ülkede tek bir derin devlet ve tek bir istihbarat yoktur. Ken­ di aralarında sürekli mücadele ederler. Şu çiçekbozuğu suratlı herif, yani Cengiz, Amerikalıları arkasına aldı ve gücünü arttı­ rıyor. Hükümete, istihbarat içinden muhbirlik yapıyor. (Uçar ve Turna, 20 14: 1 06- 107)

Ülkenin geleceği konusunda, zaten bildikleri ( ! ) ama ellerine geçen gizli dosyayla artık iyice emin oldukları Amerika'nın Tür­ kiye'ye karşı düşmanlığı için Gri Takım'ın kenara itilmiş komu­ tanı Kurt ve Gökhan kendi aralarında, ne döndüğünü , ne yapıl57