Sosyalizm Asıl Şimdi [4 ed.]
 9754586446

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

SOSYALİZM ASIL ŞİMDİ

Bu kitabın I. basımı BDS Yayınları (1991, Şubat), 2. basımı (1991, Haziran) ve 3. basımı Bilgi Yayınevi (1995, Eylül) tarafından yapılmıştır. © Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Meşelik Sokağı 2/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Kapak Tasannu Birol Bayram Düzelti Necati Balbay Tasarını re Uygulama Tipograf (0212) 249 01 01 Dördüncü Basım Temmuz 2005, İstanbul ISBN 975-458-644-6 OTM 11042401 Basımeri Ayhan Matbaası (0212) 629 01 65 Yüzyıl Mahallesi MASSİT 5. Cadde 47 Bağcılar 34204 İstanbul

TÜRKİYE

I

BANKASI

Kültür Yayınları

sosyalizm asıl şimdi Attilâ Ilhan

Deneme

İÇİNDEKİLER

Önsöz yerine ..............................................................................

I1

İki Sandalye Arasında... Eski TİP, sp , yeni TİP derken ............................................... Olaylar kimi haklı çıkardı? ................................................. 'İki sandalye arasında’ ........................................................ Yeni *TİP* fena ıskaladı ........................................................ Nasıl oluşuyor? ................................................................... Bu ne iştir? ........................................................................... Türk’ün aklı geç gelir, am a.................................................. ‘Tavan’ ve ‘taban’ ........ Çıkmadık canda .................................................................. Bellice Boran ya da ‘itaat sosyalizmi’ ................................ ‘Sol da üç nesil ..................................................................... Komünistlik diyorlar ya!.............................. Nâzım ‘onların’ adamı mı? .................................................

19 22 24 27 30 33 36 39 42 44 46 49 52

İşçiler Derseniz... İşçi sınıfı sosyalizmin ‘itici gücü’dür ................................. İşçi sınıfı üzerinde oynanan oyun ...................................... Yarın çok geç olacaktır ...................................................... Sosyalist güçbirliği siyasal düzeyde olasıdır .......... ......... CHP ve AP’ye karşı takınılacak tavır .................................. Sendikacılık neden yozlaşır? .............................................. İşçinin nafakasını kısıp ağayı kollamak bu........................ Feodal ‘kafadan’ kurtulmadıkça......................................... İşçisi/, olmaz! ....................................................................... İşçiler derseniz....................................................................... İşçilerimiz bir âlem .............................................................. Güler misin ağlar mısın? ....................................................

5

57 59 62 65 68 71 74 77 80 82 85 88

Tarihsel Yanılgı... Sosyalizm ne zaman ‘yabancılaşma’dır? ........................... Tarihsel yanılgı ..................................................................... Bir sosyal demokratın ‘itirafları’ Bari sosyalistliği işe karıştırmasınlar ................................. İslâm ülkelerinde‘geniş cephe’ zorunluluğu Parti kurmak!......................................................................... Kfendim, neymiş?.................................................................. Meselenin püf noktası ......................................................... Öcüler gerçekten öcü mü? .................................................. Tartışmanın aslı astarı.......................................................... Sosyalizme yanlış itirazlar....................................................

93 96 99 102 105 108 111 114 117 120 122

Silâhlar da Ağlar... Yanlış ölmek ........................................................................ Bu engeli aşmalıyız .............................................................. Şiddetin tohumu ................................................................... ‘Silâhlı eylemin eleştirisi’ ..................................................... ‘Silâhlar da ağlar’ ................................................................

127 129 132 135 138

Yaşayan Görüyor... ‘Azgelişmiş’ sosyalist kafası ................................................ ‘Libertad para Carrillo’ ....................................................... “Yürekler acısı bir iş!..” ...................................................... Ne Amerika seviyor, ne Rusya Madrid ve ötesi ................................................................... Sosyalizm asıl yerine oturunca ........................................... “Murio en su ley!” .............................................................. Portekiz’i kim kurtarır (!) ................................................... Egemenlik ulusun mu, Amerika’nın mı? ........................... Fransız seçimlerini anlamak için ........................................ Bireyi ne sermayeye ne bürokrasiye kul etmek!.. ............ Özgürlükçü sosyalizm önerisi ............................................ I'KP neden değişti? ................................................................ Santiago’nun başarısızlığı ................................................... Fclipe’nin başarısı ................................................................ Yaşayan görüyor....................................................................

6

145 147 150 153 156 159 161 164 167 170 173 176 179 182 185 188

M oskova’da ‘Son Tango’ Evveliyatı var! ...................................................................... Gorbaçof çeşitlemesi Moskova’d a ‘son tango’ ..................................................... Bu bahar başka bahar! ........................................................ ‘Açıklık’sa açıklık!................................................................. ‘Zirve’ye çıkan yokuş............................................................ Günaydın ‘tavariş’ Bukharin! ............................................. N iye‘itiraf’ etmişti? ............................................................ T arihi‘parti’ yazarsa!

193 195 198 200 203 206 209 211 213

Asıl Büyük Çelişki Kautsky’nin intikamı “Menşevikler’in dönüşü” ................................................... Blum’ün ‘erken teşhisi’ ........................................................ Sosyalizm asıl şimdi.............................................................. Gözün aydın Galiyef! .......................................................... Çoğulcu sosyalist demokrasi olmaz mı? ‘Sosyalist sol’un hal i pür-melali.......................................... ‘İmparatorluklar’ gerçekten batıyor mu? Asıl büyük çelişki ................................................................ Özür dilemek yok mu? ........................................................

219 223 226 229 232 236 238 240 243 245

Sosyalizm Tükenmez Moskova’ya uçan kuşlar!..................................................... ‘Sansaryan H an’ı ................................................................. ‘İtaat sosyalizmi’ olur da...................................................... Sosyalizm gündemdedir... .................................................. ‘Öteki’ Türkler... ............................................................... Yıldızın karardığı anlar........................................................ Neye niyet, neye kısmet? ..................................................... Sosyalizm tükenmez! ........................................................... “Demokrasinin ekonomik yönü sosyalizmdir” ‘Dikta’ nerede başlar! ......................................................... Sosyalizmin ‘evrensel modeli’ yoktur

251 254 256 258 261 263 266 268 271 273 276

Rusya’ya Doğru Bakmak Rusya’da neler oluyor? ........................................................ 281 İşin ‘evveliyatı’ var! ............................................................. 283

7

‘Başka türlü düşünmek!’ ..................................................... Acele işe ‘şeytan’ karıştı ............... ı.................................... İntiharlar neyi gösterir? ...................................................... Yeltsin’e dikkat! .................................................................. ‘Parti’n in ‘idam hükmü!’ ..................................................... Her şeyin başı, demokrasi ................................................... Gorbaçof’ıın suçu: ‘sosyalistlik’ ......................................... ‘Boris, tıy nı prav!’ .............................................................. Ruslar da anlayacak! ........................................................... Gorbaçof’un ‘hakkı’ Gorbaçof’a ....................................... Rusya’ya ‘doğru’ bakmak!................................................... Rusya ‘faktörü...’ ................................................................ ‘Akbabalar’ üşüşünce............................................................

286 288 291 293 296 298 301 303 306 308 311 314 316

Yoksulluk Patlaması Rezillik paçadan akıyor ...................................................... ‘Geçiş dönemi’ ..................................................................... İlk ‘işaret’ Litvanya’dan!.. .................................................. İkinci ‘işaret’ Polonya’dan.................................................... Devlet, ekonomiden ‘çekilmiş,’ ama... ............................. Kırk katır mı, kırk satır mı? ............................................... ‘Özelleştirme’nin sonucu: ‘Yoksulluk patlaması!’ Sıra Bulgaristan’ındı.............................................................

323 325 328 331 334 336 339 342

Asya Türkleri Uyanıyor Hey koca Türk!..................................................................... Ankara / Baku ekseni .......................................................... Asya Türkleri uyanıyor! ...................................................... Bir ‘tuhaflık’ yok mu? ........................................................ Aliyef’e haksızlık!.................................................................. Aliyef’in ‘Hakkı’, Aliyef’e....................................................

347 350 352 355 358 360

‘Mazlum Milletler’ O ldukça... ‘Üçüncü dünya’c ı ‘radikal söylem...’ ................................ ‘Mazlum milletler’ oldukça.................................................. Gerçek ‘sol a çıkar yol ......................................................... ‘Sosyalist’ sol birleşebilse!.................................................... Sosyalistler neden ‘ıska geçiyor?..’ ..................................... İki taraflı‘yozlaştırma...’ .................................................... ‘Dönekler’ nereden çıkar? ...................................................

8

367 369 372 375 378 381 383

‘Yükselen değerler’ ne zaman caziptir? ............................. 386 2000‘li yılların Türk solcuları ............................................ 389 Türk ‘devletçiliği’ sosyalist değil, anti-emperyalisttir!....... 391

Meraklısı İçin Ekler ‘Londra enternasyonale ...................................................... 397 ‘Brüksel enternasyonale ...................................................... 399 ‘Enternasyonal’lar savaşı...................................................... 402

9

ÖNSÖZ YERİNE

İşin garibi, bazen, aklıbaşında sandıklarım da söylerdi: “— Kafaları neden karıştırıyorsun?” Kafa karıştırm ak dedikleri, benim, sosyalizm üzerin­ de iyi kötü düşündüklerim i, dünyanın sayılı kuram cıla­ rından okuduklarım ı, Türk okurlarına aktarm aktaki ıs­ rarım. Bilenler bilir, 1950’lerden beri, fırsat buldukça bu­ nu yaparım ; dahası, ‘sosyalist’ geçinen kimselerin, daha doğru, daha gerçekçi düşünmelerine, olayları daha k ap ­ samlı değerlendirmelerine, yardımcı olduğuma inanırım. Acaba bu onları niye rahatsız ediyordu? Dünyanın baş­ ka ülkelerinde, hem en her aydının bildiği bazı gerçek­ lerin, T ürk aydınlarına aktarılm asından niye tedirgin oluyor, bunu ‘kafa karıştırm ak’ sanıyorlardı? Bunu ben çok düşünm üşüm dür. Yö n t e m

ve u yg u la m a

Bir tarihte, (1950’nin ilk ayları olabilir) bana Bakunin’in özgürlükçülüğü üzerine söylev çeken M agda’ya, ‘dog­ m atik’ sosyalizmin bilinen suçlayıcılığıyla karşı çıkm ış­ tım; o terli memelerini, balina yavruları gibi, M ontparnasse’daki D u p o n t Kahvesi’nin terastaki m asasına ya­ yarak, gülmüş: “— ... sen, demişti, militan değil, müminsin: Bunlar­ dan ilki aklını ve m etodunu, rasyonel olarak kullanan-

ıı

dır, İkincisi coşkularıyla hareket eder, eylemlerinin ras­ yonel açıklaması yapılamaz!” Bu iş Paris’te oluyor, kül rengi bir soğuğun, ince buz­ lu bir sis halinde genişlediği, bir kış akşam ında! Sosya­ lizmin temel sorunlarını, açık açık tartışm aya kalkı­ şınca; buna ‘kafa karıştırm ak’ diyenler, bana hep bu söz­ leri hatırlatmıştır. Besbelli bunlar, Türk sosyalistlerinden, rasyonel bir kafayla yöntem i Türkiye gerçeklerine uy­ gulam alarını, uygulam alar üzerinde serbestçe tartışm a­ larını, beklem iyorlardı; bekledikleri birilerinin (artık onlar kimse) gökten vahiy inercesine bulacağı bazı ger­ çeklere, berikilerinin körü körüne inanmasıydı! Aksi hal­ de, sorum luluğunu üstlenerek, bazı önemli şeyleri ta r ­ tışm aya açm ak, niye ‘kafa karıştırm ak’ olsun? Başka türlü ele alınırsa, bu davranış, siyasal düzey­ de katılım cı, elbirliği yapm aya yatkın, bir toplum cu görüşü olm aktan çok; kafası, daha şimdiden sımsıkı bir ‘silsile-i m eratib’in içindeki yerini almış, kendinden aşa­ ğıdakilere düşünm ek ve tartışm ak hakkını tanım ak is­ tem eyen, diktacı b ü ro k rat davranışıdır. Ama bu kadar da değil! O yıllarda bir gece, kirli bir karı yaldızlayan sokak lâmbalarının ışığım, penceremden seyrediyordum . Birden aklım a geldi; aslında bu davra­ nış M arks’ın yöntem i ile yöntem uygulamasını da birbi­ rine karıştırm aktan, yani teoriyi gerçeğiyle bilmekten do­ ğuyordu. İşin doğrusu, toplum sal gerçeklere uygulandı mı, bize geçerli sonuçlar verebilecek olan, M arks’ın di­ yalektik yöntem idir; bilindiği gibi, bu yöntem i, o Hegel’den devralmış, kendi deyimiyle ‘tersyüz ederek, dev­ rimci biçimine sokm uştur’. Adamın verdiği anahtar bu! Sen bir kere yöntem i öğrenebilirsen, onu çeşitli zam an­ larda, çeşitli yerlerdeki toplum sal koşullara uygulayabi­ lir; bu uygulam alardan, çeşitli sonuçlar çıkarabilirsin! 12

Bunu ilk olarak elbette kendisi yapmış; yöntemini uy­ gulayıp, kapitalizmin gelişme yasalarını çıkardığı ortam , 19. yy’da endüstrileşm e hum ması içindeki Avrupa o r­ tamı! Şimdi dünyada artık bilmeyen kalmadı: M ark s’ın yöntemi ne kadar doğruysa, bulduğu toplum sal yasala­ rın çoğu ne kadar geçerliyse; bunların uygulanm ası sı­ rasında, yanlışlığı meydana çıkanlar, düpedüz sırıtanlar, o kadar çok. Bu, yöntem in doğruluğunu kuşkuya düşü­ rü r m ü, sanm ıyorum ; koşulların değişmesiyle, uygula­ maların yetersiz kalması; ya da, uygulayıcıların, toplum ­ sal ve insancıl kuşkuları yeterince ciddiye alm am ası yüzünden ileri gelen bir şey. Payi

b ü y ü k , a m a ...

Ö rneksiz konuşm ayalım mı? M aurice C lavel’de okum uştum : M ark s’ın Engels’le m ektuplaşm alarından anlaşıldığına göre, M arks, ünlü eseri Das KapitaPi, ‘dünya devrim i’ olm adan bitire­ meyeceğinden korkuyormuş! Yıllar yılı, her ne kadar Stalinistler de, Troçkistler de, kapitalizmin hemen yarın, m ut­ laka çökeceğini söylemişlerse de, aradan geçe bunca zam ana rağm en, ‘dünya devrim i’ ufukta görünm üyor; tam tersine, 20. yy bir ‘milliyetçilik’ler yüzyılı oldu. Bu­ nun nedeni, elbette M arks’tan sonraki ekonomik ve sos­ yal gelişmelerin, onun o tarihteki uygulam asıyla vardı­ ğı, sonucu değiştirm esinden doğuyor. İncesini ararsanız, M ark, sosyalist devrimi sanayileş­ miş Batı A vrupa’dan bekliyor; üstelik sonradan kapitalistleşecek ‘üçüncü dünya’ ülkelerindeki gelişmiş kapi­ talizm in, A vrupa’daki sosyalizmi tehdit edeceğinden kaygı duyuyordu. Bildiğiniz gibi, tam tersi oldu bunun! Şimdi bundan ne çıkar, yöntemin yanlışlığı mı; hayır, yön13

teinin o uygulam asından sonra, sonucu değiştiren k o ­ şulların ve etkenlerin m eydana çıktığı! Gerçekçi bir ay­ dına düşen, artık elle tutulur som ut gerçeklere ters, es­ ki bir durum a göre yapılmış uygulam aları, geçerli say­ m akta direnerek; Çavuşesku, Jivkof, H usak, Hoenecker gibi gülünç olm ak değil; yöntem i yeni koşullara ve d u ­ rum lara, doğru olarak uygulam ayı öğrenm ektir! Birinci tutum , dogm atik ve geçersiz tutum dur, nesnel durum u görmemek için, gerçekleri inkâr edip, özgürlük­ leri kısıtlar; giderek, önce ‘Parti’nin, sonra ‘M erkez Kom itesi’nin, sonra ‘P olitbüro’nun, sonunda tek bir a d a ­ m ın, ‘Genel Sekreter’in diktatörlüğüne yol açar; ikinci tutum , diyalektiğe uygun esnek ve geçerli tutum dur ki, uygulam ada sağlam sonuçlara ulaşabilm ek için, özgür­ lüğü ve tartışm a ortam ını zorunlu sayar. Birincisinde, sosyalizm, bir yöntem in çeşitli yerlerde uygulanm asıy­ la elde edilebilecek, çeşitli bir denemeler bütünü olarak ele alınm ıyor; bir kerede olmuş bitm iş, kutsal k itaplar­ da yazıldığı gibi tek satırı değiştirilmez, bir dogm alar bü­ tün halinde ele alınıyor; işte bu yüzden de, sorun, dog­ m alara değil de yöntem e bağlılık olarak kondu mu, adı­ na en hafifinden ‘kafa k arıştırm ak’ deniliyor. Hem galiba, biraz da tembel işi bu, zihinsel konfor­ larını bozmam ak için, hazır bir reçetenin üstüne, yan ge­ lip yatıyorlar; am a bu yan gelip yatm a, toplum sal ve in­ sancıl gerçekler tarafından yalanlanıyorm uş; am a, tek taraflı uygulam alar, kitle halindeki kıyılm alara, yürek­ ler acısı dram lara yol açıyorm uş, ne gam! 20. yy’ın ilk on yılı, (M arks’ın öngörmediği toplum larda da olsa) sos­ yalizm uygulam alarının denenmeye başlandığı bir d ö ­ nem olarak görünm üştü; 20. yy’ın son on yılı, bu dene­ melerden alınan acı sonuçların, nihayet anlaşılıp kabul edildiği bir dönem olarak başlıyor. 14

Sosyalizm, im ana dayanan, m üm inlerinin yum ruk­ la döşlerini dövm elerini öngören, mistik bir tarikat de­ ğildi. Diyalektik, karşıtlıkların aynı yerde ve her yerde, bir şeyde ve her şeyde, çatışmasını ve iç içe olmasını ge­ rektiriyor; her şeyde, her yerde böyle olacaktı da, sos­ yalizmin uygulanıldığı yerlerde, yani kendi içinde olm a­ yacak mıydı? Yanılma payı elbette büyüktür, am a m etoda ait oldu­ ğu şüpheli. Yanılanlar, tarih boyunca olduğu gibi, yine yöneti­ ciler.

15

İki Sandalye Arasında...

ESKİ TİP, SP, YENİ TİP DERKEN 5 M art 1977 Geçenlerde, bir haber: Sosyalist Parti, seçimlere katılm a­ nın yasal koşulu olan, on beş ilde örgütlenmeyi başarmış; sonbahara değin, daha da güçlenip, seçimlerde şansını deneyecekmiş! Sosyalist örgütler öylesine irili ufaklı parçalandı ki, işin ehli olmayanlar bu Sosyalist Parti de hangisi diyebilirler; (ayıp da ederler, partinin lideri M ehmet-Ali Aybar oldu­ ğuna göre, hiç değilse bir yerlerden gözlerine ilişmesi ge­ rekirdi) onun için, isterseniz iki üç kelimeyle özelliğini belirteyim: SP, eski TİP’in bir koludur, 30 Mayıs 1975 gü­ nü kurulduğuna göre hayli genç, bu k ad ar kısa sürede seçimlere katılabilecek bir çapa ulaştığına göre hayli çalışkandır. Genel platform u, özgürlükçü sosyalizm il­ kelerine yatkın görünüyor; böyle olması olağan; çünkü hatırlayanlar olacaktır, eski TİP’te M ehmet-Ali Aybar’la Aren/Boran takımı arasındaki uyuşmazlık, tam da bu öz­ gürlükçülük ve bağımsızlık noktasından çıkmıştı. Aybar, Sovyetler’in Ç ekoslovakya’yı basıp özgürlükçü Dubçek deneyini bozm alarına İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar gibi derhal karşı çıkmış, oysa partinin içinde ba­ zı yönetici ve militanlar bunu uygun görmemişti. İşin içi­ 19

ne başka nedenler de karıştı, sonunda Aybar aşağı yuka­ rı kurduğu, geliştirdiği, yıllarca kazasız belâsız yönetti­ ği, partisinden ayrılm ak zorunda kaldı. İşte Sosyalist Parti eski TİP’i Aybar çizgisinde sürdü­ rüyor. Peki ya ötekiler? Eski TİP, Aren/Boran takımının elinde sendeleyip, bir süre sonra da olm adık bir nedenden kapatılınca; (Kürtçülüktendi sanırım) partinin yöneticileri, yeniden bir par­ ti örgütleyip örgütlem em ek konusunda, uyuşam adılar; sözgelişi Aybar’a karşı Boran’ın yanında yer alan Aren 141/142 durdukça, yeni bir sosyalist partinin daim a es­ ki TİP’in akıbetine uğrayabileceği fikrini savundu, yeni TİP’in kuruluşuna katılm adı. Yeni TİP kuruldu yine de, Behice Boran, Nihat Sar­ gın ve arkadaşları, aralarına katılan Yalçın Küçük gibi genç am a yetenekli toplum cularla, deneylerini yeniledi­ ler. Hangi çizgide mi, daha O rtodoks bir çizgide! Bürok­ ratik m erkeziyetçilik biçimine dönüşm üş, sosyalist de­ nemelerini eleştirm iyor; her ne kadar bağımsız bir sos­ yalizmden yana görünüyorlarsa da, Sovyet deneyine giz­ lem edikleri bir sem pati duyuyorlardı. Ö rgütlendiler, hem de çabuk. Belli başlı illerimizde şubeleri kuruldu. DİSK içinde, onlardan yana bazı sendikacı yöneticilerin olduğu söyleniyordu. Bundan bir yıl k ad ar önce eski TİP’in kaymağını yeni TİP yiyecek deseniz, yadırgam az­ dı kimse. Seçimlerde, bilirsiniz belki, bunlar CHP’yi destekledi­ ler. O kadarla kalm adılar üstelik, bir ara TİP’in Ecevit’in bütün çıkışlarına dayanak olduğu, Türkiye’de gerçek bir dem okrasinin ve sosyalizm olanaklarının ancak Ecevit iktidarı ile gerçekleşebileceğini söylediği görüldü. O ka­ dara vardı ki bu iş, öteki sosyalistler, bu arada Sosyalist Parti yeni TİP’i CHP’nin ‘kuyruğu’ olm akla bile niteledi. 20

Hakseverlik gereği, yeni TİP’in de sözün altında kaymayıp Aybar’ı ve arkadaşlarını her türlü boyayla boyadı­ ğını söylemeliyiz. Hepsi bu k ad ar mı? Hayır, Boran’ın yeni TİP’i daha kurulurken Aybar’a karşı çıkışında giiçbirliği ettiği Sadun Aren takımı (Emek G rubu da derler) tarafından yalnız bırakılm ıştı ya, gi­ derek, ortalıkta siyasal örgütleri parti olarak görünm e­ yen, ama kendilerine ‘Toplumsal İlerlemeciler’, ya da ‘İle­ ri Dem okrasiciler’ (tkp ) adını veren birtakım sosyalist­ ler, el altından yeni TİP’e çelme takm aya başlıyorlar. Bun­ ların yurtdışında da etkinlikleri olduğunu işitiyoruz. Dergileri mergileri çıkıyor, buradaki bazı sosyalist ay­ dınlara ve kuruluşlara iletiliyor. Özellikleri, TİP’e yük­ lenmek! Bir de, esaslı bir Ortodoksluk içinde olmak, Sov­ yet yandaşlığı. Şimdi akıl sahibi herkes der ki, Allah Allah, yeni TİP de Sovyet deneyine saygı gösterdiğine göre, öteki niye buna saldırır. O k ad arla bırakm az, yan örgütlerle o r­ talarda belirip, yeni TİP’in elinde saydığı bazı kaleleri, birer birer düşürm eye koyulur. Bir ara DİSK içinde de hayli etkinleşir. İşin garibi bu Sosyal İlerlemeciler de, tıpkı yeni TİP gibi esaslı bir Ecevit hayranlığı ve izleyiciliği içindedirler, Türkiye’de dem okratik bir ortam ın tek güvencesi o lara k Ecevit’i gördükleri gibi güçlerini handiyse bir CHP iktidarı için seferber etm iş halde­ dirler. Eh, çok kaba hatlarla, eski TİP’i üçe dağıtan eğilim ­ leri çizmiş olduk. Canınız sıkılmazsa, olayların hangisi­ ne hak verdiğini de araştırırız. Yandaşlık etmek amacıy­ la değil, yoo, nesnel olarak durum değerlendirmede, han­ gisinin başarılı olduğunu araştırm ak için. O ldu mu? 21

OLAYLAR KİMİ HAKLI ÇIKARDI? 6 M art 1977 Çekoslovak olayında, A ybar’ın tutum u; Sovyetler’e yö­ neltilmiş, ciddi eleştiriler içerir. D urum u, ağzından din­ lemek istemez misiniz: Çekoslovakya olayları dünya sosyalist hareke­ tine ağır bir darbe indirmiştir. Yaygın ve sert tepkilere yol açmıştır. Program ında bağımsızlığı tüm uluslar için te­ mel bir ilke olarak ilan etmiş olan TİP, Çekoslovakya’nın işgali gibi bir olay karşısında elbet suskun kalam azdı. İnanm ış sosyalistler için Ç ekoslovakya’nın işgalini hoş görmeye olanak yoktu. TİP adına Genel Başkan, işgal­ ci güçlerin başını çeken Sovyetler Birliği’ni kesin biçim­ de k ın a m ıştır...” Aybar, sonradan >eni TİP’i kuracakların kendisine es­ ki TİP içindeki muhalefetlerini şöyle tanımlıyor: “ ... TİP’in 3. Büyük Kongresi’nin yaklaşm akta olduğu o günlerde partinin en yüksek yürütm e kurulu olan M erkez Y ürüt­ me K urulu’nun 5 üyesi ortak bir önerge ile genel başka­ nın konuşm alarında geçen özgürlükçü sosyalizm, güleryüzlü sosyalizm gibi deyim lerin p arti görüşü olmadığı hakkında bir karar alınmasını istediler. Böylece parti için­ de m uhalefet başlatılm ış o lu y o rd u ...” Aybar’ın kanısına göre, “ ... muhalefetin başını çeken­ ler gerçekte sosyalizmin, emekçi yığınların eyleminde ge­ lişen özgürlükçü bir teori olm asına karşıydılar. T artış­ m alarda bu nokta iyice ortaya çıkmıştır. Bize karşı sa­ vunulan sosyalizm görüşü noktalanm ış bir teori yani bir dogm a idi.” Özetlersek, sorun A ybar’ın D ubçek’in ‘insan yüzlü sosyalizm ’ diye anılan özgürlükçü sosyalizm fikrini sa22

yunm asından çıkmıştır, m uhalifleri ise bu deneyi silah zoruyla dağıtan Sovyetizmin kanıtlarını benimser gibi gö­ rünm üşlerdir. O laylar kimi haklı gösterdi? İsterseniz, Yugoslav Komünist Partisi kurucularından Ante Ciliga’nm dediklerini belleğimizden çekip çıkaralım: Sovyetler bu işi, diyordu, Amerika ile aralarındaki 1944/45 antlaşmalarına uygun olarak yaptılar, önce W ashington’a haber verdiler, Johnson, M oskova’ya eski anlaşmaları ge­ çerli sayıp saymadıklarını sordu. M oskova geçerli saydı­ ğını bildirdi, uygulamada da titizlikle uydu zaten. Sovyet tankları Bohem ya içlerinde A m erikan/R us birliklerinin 1945’te buluştukları yerde durdu. Tamam, Ciliga’nın de­ diklerinden ne çıkıyor, Rusya'nın Çekoslovakya davasın­ da hiç de genellikle sanıldığı gibi sosyalizmin çıkarları açı­ sından hareket etm ediği, tam tersine, R usya’nın çıkar­ larını düşünerek, daha da pisi, Am erika ile m utabık ka­ larak hareket ettiği. Bunu bağımsız ve içten bir sosya­ listin kınaması mı geçerli olurdu, onaylam ası mı? Bura­ da Aren/Boran takımı yanılmışlardır. Şöyle bir savunma­ ları olabilir elbet, diyebilirler ki, o sırada Çekoslovakya’da yönetimi elinde tutan kadro güvenilebilir bir kadro değil­ di, Batı Alm anya ile el altından uyuşmuş bir kadro idi, memleketi kapitalizme satacaktı vs... Bakalım İspanyol K om ünist Partisi Genel Sekreteri, kitabında bu konuda ne diyor: Çek olayları başla­ dığı zam an, biz, Ç ekoslovakya’da sosyalizm in tehlike­ de olm adığına, D ubçek’in ve öteki arkadaşların Sovyet Rusya ilişkilerini kesmek istemediğine, sadece siyasal yö­ netim sistemini daha geniş sosyalist bir dem okrasi doğ­ rultusunda değiştirm ek istediğine emin bulunuyorduk. Bu değişme sırasında sosyalist olm ayan bazı güçler işe karışmış da olsalar, onları tehlike saym ıyorduk. Ç ünkü biz N ovotny dönem i Ç ekoslovakya’sını da, o tarihler­

de yığınlarda görülen siyasal isteksizliği de, buna mu­ kabil 1968 1 Mayıs törenlerinde partinin yeni yöneti­ cilerini coşku ve heyecanla kuşatmış halk yığınlarının kendiliğinden doğan ve gerçek yakınlığını da görmüştük, hissetmiştik ki bu adamlar, halkın da desteği ile sosya­ lizme karşı olan akımları dizginleyebilirler. Dubçek, sscb ’de sosyalizmin kurulmaya başladığı ilk yıllarda, bu işe babasının yanı başında katılmış gerçek bir devrimci sosyalistti. Son zamanlarda ölen Smirkovski’nin karde­ şini İspanya iç savaşı sırasında tanımıştık. 1950 yılları baskısı sırasında çok çeken, yaman bir katlanma gücü gösteren Pavel’i ise iç savaşın ünlü Uluslararası Tugaylar’ından biliyorduk. Bu adamlar rejimi değil siyasal yö­ netim sistemini değiştirmek istiyorlardı.” Hal böyle olunca, o tarihte durum a doğru teşhisi TİP içindeki gruplardan hangisi koymuştu, açık: Aren ve Bo­ ran yanılm ışlardı. Aren ortalarda, şimdilik, acemi bir yazarın yazmış ol­ duğu izlenimi veren, kötü gazete yazılarıyla görünüyor; kendisini sevenleri, bilgisinden ve siyasal “ ih ata ” yete­ neğinden kuşkulandırıyor. Ama Boran, bir partinin ba­ şındadır, Çek olayındaki yanılgısı örgütünü de önemli yanılgılara sürüklem ektedir. En azından, tereddütlere!

‘İKİ SANDALYE ARASINDA’ 7 M art 1977 Kefere mefere am a, Fransızların sevdiğim sözleri vardır; sözgelişi şu, rahatsız durum ları anlatm ak için kullandık­ ları, “İki sandalye arasına oturmuş gibi” deyimi! M ü­ 24

barekler sanki yeni TİP için söylemişler bu sözü; ne va­ kit partinin siyasal durum unu düşünsem, hemen dilimin ucuna geliyor. N eden diyeceksiniz? Bakın, neden: Yeni TİP, bir yerde, ‘bağımsız’ parti olmak derdinde, Türk sosyalizmi yapm ak niyetinde; bir yerdeyse, Sovyet yandaşı tutum u sürdürm ek istiyor; oysa içte de dışta da, sosyalizm düzeyindeki gelişmeler, bu iki tavrı k a rş ıla ş ­ tırm aktadır. A nlatm asam da biliyorsunuz, günüm üzde bağımsız sosyalizmler, iktidardaki sosyalist deneylere, eleştirel yaklaşım ları geliştiriyorlar; bırakın sosyalistle­ ri komünistler bile, o ki bağımsızlıklarını ellerine alıyor­ lar, başlıyorlar Sovyetizmi, Mao sosyalizmini kendileri­ ne göre eleştirmeye! Bu yolda son derece ileri gidenleri oluyor. Buna karşılık, uygulamada eleştiriden kaçınıyor­ lar. O nlara da gittikçe ‘uydu’ lafını, bu kere A m erikan propagandası değil, sosyalistlerin çoğunluğu yakıştırı­ yor; sözün kısası, hem bir tarafı tutm ak, hem bağımsız sosyalizm yapm ak m üm kün olm aktan çıktı. Yeni TİP’e gelince, liderinin (haksızlık etm eyelim, yöneticilerinin) Çekoslovak olayındaki tutum u, so n ra­ sı için partisini bağlıyor. O tarihte Sovyetler’i haklı gör­ mediler mi bunlar, “ Güleryüzlü sosyalizm”, “İnsancı sos­ yalizm” deyimlerine karşı çıkmadılar mı; kendileriyle tu­ tarlı olm ak için, bu tür sosyalizm uygulam alarına k a r­ şı olmak zorundalar; oysa dünyadaki gelişmeler, bağım­ sız sosyalist m odellerin, tam da bu güleryüzlü, insancı, özgürlükçü sosyalizm çizgisinden geldiğini gösteriyor; kalıyorlar mı “İki sandalye arasında”? Ya tü kürdükle­ rini yalayacaklar, diyecekler ki biz yanılmışız, o zam an eski TİP’in asıl yönetici kadrosu haklıymış, bağımsız ve özgürlükçü sosyalizm ancak m erkeziyetçi bürokrasi diktalarına eleştirel bir yaklaşım la beraber yürütülebi­ 25

lirmiş ya da bağımsızlık iddialarından, Türkiye için sos­ yalizm tavırlarından vazgeçecekler; diyecekler ki yok ar­ kadaş, biz yeni Türkiye İşçi Partisi filan değiliz, Sosyal İlerlemeciyiz ve de Sovyetler Birliği sosyalizminin hınk deyicisiyiz. H oppala, bu ‘Sosyal İlerlemeci’ lafı da nereden çıktı? Bu da yeni TİP’in öteki dramı! Çeşitli yayın organları (en önemlisi Atılım), çeşitli ku­ ruluşlar içinde görülen, bu sosyalizm akımı; klasik, O r­ todoks bir akım: Bağımsızlık filan bildiği yok, (tkp ) dü­ pedüz Rusçu; besbelli, Türkiye koşulları içinde sosya­ lizmin küt diye olam ayacağını anladığından, eskisine oranla ileri dem okrasicilik stratejisine yatm ış bir hare­ ket. Güçlenir gibi bir hali var. Pratikçe CHP’yi destekli­ yor. Şimdi görüyor m usunuz yeni TİP nasıl açmaza düş­ müş: Boran takım ı da CHP’nin ardına takılm ıştı. H a t­ ta seçimlere bile girmedi, bu kere girer mi girmez mi bi­ linmez, girse de girmese de, kuruldu kurulalı Ecevit izleyici 1iğini gözden silemez, Ecevit’in neyi nereye g ötü­ receği gittikçe belirsizleştiğine, üstelik Sosyal İlerleme­ ciler bu rolü yeni TİP’ten çaldığına göre, şimdi ne yapa­ cak? CHP’yi eleştirmek, Ecevit’in soldan bakılınca görü­ lebilen açıklarını göz önüne sermek; bu arada iyice ba­ ğımsızlığı benim seyip, gerekirse merkeziyetçi b ü rokra­ silerin sosyalist eleştirisine geçmek akıllı bir tutum ; akıllı bir tutum am a, bu tutum u Behice Boran ve ark a­ daşlarından çok evvel, taa Çek olayı sırasında bugün Sosyalist Parti’yi sürdüren Mehmet-Ali Aybar ve ark a­ daşları tutm uşlar, yeni TİP yine “ İki sandalye arasında” kaldı mı sana? Boran takımı, yukarı tiikürse Sosyal İlerlemecilere bu­ laşıyor, aşağı tükiırse Sosyalist Partisi’ne, bu iki ekip, hem kendi içlerinde tutarlı, hem eylemlerinde: İlki bağımsız

mağımsız değil, özgürlükçülükten anlam az, bürokratik, hınk deyici bir akım ; İkincisi, bağım sız, özgürlükçü, insancı, gerçekten Türkiye koşullarına göre tasarlanm ış bir sosyalizmden yana, bürokratik sosyalizmin her bi­ çimini de -ara la rın d a babası da o lsa - eleştiriyor. Yeni TİP ne yardan geçebiliyor ne serden, bu neden­ den de, “İki sandalye arasında” son derece huzursuz, git­ tikçe bocalıyor. Üstelik, T ürkiye’de daim a çok etkili ol­ muş Batı A vrupa’daki sosyalizm gelişmelerinin özgür­ lükçülüğe yönelmesi, tabanındaki tedirginliğini artırm ak­ tadır. Peki, ne yapm alı? Hep söylerim , nasıl “ Biraz ge­ be” olunmazsa, tıpkı onun gibi “ Biraz özgürlükçü” , “ Bi­ raz dem okrat” olunm az, ya bağımsızlığı, özgürlükçülü­ ğü bütün sonuçlarıyla benimsersiniz, ya da gider sosyal ilerlemecilere katılırsınız.

YENİ ‘TİP’ FENA ISKALADI 31 M art 1977 Hoş geldin, arkadaş, m erhaba, geç, şöyle otur, biliyorum TİP üyesisin, daha önce yazdığım bazı şeyler canını sık­ tı, tartışalım istiyorsun, haklısın da, insanın kafasına bir şey takıldı mı, gidip tartışmalı! Yoksa arkadan konuşmak olur, dedikodu olur, aklı başında insanlara yakışm az. Nasıl, fikrime katılıyor m usun, sana katıl diyen kim, bu senin en doğal hakkın, ama istersen sorunu biraz aça­ yım, işçi hareketlerinin daha gelişmiş olduğu memleket­ lere de bir göz atarak konuyu elleyelim külleyelim. Sanırım, sosyalizmin bir işçi hareketi olduğunda m u­ tabıkız. 27

Bu, bir ülkedeki sosyalist hareketler işçi tabanına oturm adıkça, havagazı demektir. İşçi tabanıysa bir an­ lamda sendikalar, sendika konfederasyonları, tam am mı? Sosyalizmin doğduğu, büyüdüğü, geliştiği batılı toplum lara bakıyoruz, gördüğüm üz nedir, bazılarında işçi tabanı sosyal dem okrat dediğimiz tatlısu sosyalistleri ta­ rafından denetlenm ektedir, bazılarında ise solcu sosya­ listler ya da kom ünistler tarafından, yok, olm adı, gali­ ba şöyle söylemek daha doğru olacak, bazılarında işçi ta ­ banı sosyal dem okrat eğilim gösterdiği için sendika kon­ federasyonları o havada, bazılarında solcu sosyalist, ya da kom ünist eğilim gösterdikleri için, bu havada. M utabık olacağımızı sandığım bir şey daha söyleye­ ceğim; sosyal dem okratlar, kapitalizm i tem elde kabul edip, şurasını burasını onarm akta işe yarar kılabilece­ ğini sanan, bir akım ı oluştururlar. Şimdi bak, bir ülkede eğer işçi tabanı sosyal dem ok­ ratlar tarafından denetleniyorsa, o ülkede solcu sosya­ lizm de, devrimci sosyalizm de gelişemez oluyor, güdük kalıyor, üstelik tutuculara, liberallere, hatta faşistlere kar­ şı devrimci sosyalizmden gelen giiçbirliği, işbirliği öne­ rileri karşı tarafça ya cevapsız bırakılıyor, ya da kibar­ ca reddediliyor. Buna karşılık işçi tabanının devrimci sos­ yalizm tarafından denetlendiği ülkelerde, sağcı sosyalizm eğer açıkça ihanet halinde değilse, solcularla ve devrim­ ci sosyalistlerle işbirliğine talip oluyor, işin güzeli, bu iş­ birliği gerçekleşiyor. Tam am haklısın, som utlaştıralım . Al eline Almanya’yı! Bu ülkede, bildiğin gibi, işçi hareketi kökeninden başlayarak sosyal dem okrattır. Hal böyle olunca, sosyal dem okrat partisiyle özdeşleşmiş, bu partinin Bad Godes­ berg program ından bu yana da gittikçe sağa kaymıştır. 28

A lm anya’da solcu sosyalistler ve devrimci sosyalistler, istedikleri kadar solun güçbirliğine heveslensinler. Sos­ yal Dem okrat Partisi onlara cevap bile vermez, gider H ür Liberal bilmem ne partisi ile koalisyon yapar. Aynı to p ­ lumsal gerçek, İngiltere için de geçerli, orada da bildiğin gibi, L abour P arty adındaki sosyal dem okratlık işçi sendikalarıyla içli dışlıdır. H atta Labour Party’yi, bu sos­ yal dem okrat sendikalar gerçekleştirmişlerdir. Peki hiç orada sosyalistler arası güçbirliğinden söz edildiğini duy­ dun mu sen, hayır mı, hayır ya, sosyal dem okrasi ken­ disini güçlü hissettiği sürece, hele işçi tabanını elinde tu ­ tuyorsa daha solundan gelen güçbirliği önerilerine k u ­ lak tıkam ayı âdet edinmiştir. Güçbirliği işine gelmez de ondan, aklı pastayı kendi başına yiyebileceğini kestiğine göre, niye kalkıp da bu­ nu kendisinden daha güçsüz olduğuna hükm ettiği ö te­ ki solcularla paylaşsın? Şimdi gelelim T ü rk iy e’ye! DİSK bir ölçüde TİP’in bir ölçüde SDP’nin denetimi al­ tında iken, CHP, TÜRK-İş’le tam bir özdeşleşmeye gideme­ diği sürece, TİP’ten ya da SDP’den gelecek bir güçbirliği önerisi CHP için ilginç olabilirdi. Ama DİSK’i -kim bilir bel­ ki de Genel-İş’i sırf bu amaçla bu konfederasyona kaydı­ ra ra k - içinden fethettikten sonra, daha solundan gelebi­ lecek bir güçbirliği önerisine evet demesi olm ayacak bir şey. Yeni TİP’in yöneticileri işte bunu saptayamadılar. Bir de neyi, CHP’nin seçim kam panyasını solda, kendi koy­ duğu kurallar altında değil, sağda, AP’nin koyduğu kural­ lar altında sürdüreceğini! Hal böyle iken, nasıl kalkar da Ecevit, TİP’le güçbirliği yapar? Olm ayacak duaya amin. O zam an nasıl Çek olayında doğruyu gören bugün­ kü SDP’nin yöneticileri ise, chp ile güçbirliğinin hem bu parti tarafından reddedileceğini kestirdikleri, hem de da­ 29

ha ilk gününden seçime katılacaklarını ilan ettikleri için, bu defa da durum a doğru teşhis koyup kararı doğru alan sd p (Sosyalist Parti, yeni adıyla Sosyalist Devrim Par­ tisi) yöneticileri olmuşlardır. Şimdi sen Tİp’li olarak Behice B oran’ın Ecevit’in nazik fakat soğuk red m ektubu­ nu aldıktan sonra, “ Sosyalist bir partinin ilk am acı se­ çime girmektir,” demecine güler misin ağlar mısın? Böyleydi de, niye üç seçim dir CHP’ye çalıştılar? Solcu sosyalizm, devrimci sol, işçi sınıfının gücünü ar­ kasına almadığı sürece, sosyal dem okrasiden ona hayır gelmez. Aldı mı güçbirliği hazırdır: Fransa’ya, İtalya’ya, İspanya’ya baksana!

NASIL OLUŞUYOR? 22 Temmuz 1977 CHP kazığını yedikten sonra ‘kuyrukçuluktan’ vazgeçen TİP’in Genel Başkanı, Boran demiş ki, iş Türkiye’de bir hükümet oluşturmak gibi sadece siyasal bir iş sayılma­ malıdır, bunun kökeninde toplumsal çelişkiler, sınıflararası ilişkiler, Türk burjuvazisinin kapitalist yoldan kal­ kınma deneyinin fiyaskosu yatıyor. D osdoğru bir laf. Ben Behice H anım ’ın şu sözü üzerinde durm ak istiyo­ rum: “ap/ chp koalisyon önerisinin CHP’den gelmesi şa­ şırtıcı değildir, CHP bir kez daha büyük burjuvaziye ve dış güçlere güvence vermiş onların nezdinde kendi lehine pu­ an kaydetmiştir. ” (Gülmeyin, gülm enin sırası mı, CHP’ııin ‘burjuvazi­ ye ve dış güçlere güvence verm e’ tabiatını biliyordu da, ne demeye kalktı yıllardır CHP’nin düm en suyunda git­ 30

ti diye sormanın âlemi yok, yanılgısını anladı o kadar an­ ladı ki m aşallah o ve partisi, yanılgıyı sürdürenleri eleş­ tirmeye bile başladılar.) CHP, usulen sosyal dem okrat etiketini edinmiş olan, bu eski b ü rokrat partisi; tabanındaki gerçek toplum cu­ luk eğilimlerini yönetim kadem elerinden uzak tu tarak , sade suya tirit bir reform culuğu savunuyor ya; asıl m a­ yası, İnönü döneminden kalma kom prador ilericiliğidir; bununsa, üstyapısal bir çağdaşlaşm a m odelini, her za­ m an, altyapısal bir dönüşüme yeğlemek, demek olduğu­ nu biliyoruz: Koca Reşit Paşa’dan beri, böyle gelmiş böy­ le gidiyor. İlginç gördüğüm , epeydir CHP’yi handiyse kom ünist sayıp da karşısında diş bileyen kom prador kapitalizm i­ nin, durum nazikleşince onu desteklemesi olduğu kadar; söm ürü aracı, tefeci edebiyatıyla büyük sermayeye k ar­ şı çıkar görünen CHP’nin de ko m p rad o r kapitalizm ine ‘güvence vermesi’, böylelikle geleneksel kom prador k a­ pitalizmi kom prador kültürü beraberliğini gerçekleştir­ mesidir. Burada galiba Maozedun’dan birkaç satır okuyacağız. “Milli burjuvazi ikili bir karakter taşır, bir yandan em­ peryalizmin baskısı altında bulunmakta, ayağı feodalizm tarafından çelinmektedir, demektir ki her ikisiyle de çe­ lişkisi vardır. Ama öbür yandan, emperyalizme olsun, ka­ pitalizme olsun karşı çıkma cür’etini gösteremez, göste­ remez zira hem siyasal ve ekonomik bakımdan zayıftır, hem de emperyalizmle ve feodalizmle hâlâ bağlantısı var­ dır. (...) Milli burjuvazi bu iki karakterinden dolayı belirli zamanlarda, belirli miktarlarda emperyalizme ve bürokrat savaş beyleri hükümetlerine karşı devrime katılabilir, devrimci bir güç haline dönüşebilir, ama başka zamanlarda komprador büyük burjuvaziyi izle­ 31

mesi ve onun suç ortağı haline gelmesi tehlikesi de va­ rittir.” H ayret, adam sanki CHP’nin toplum sal kesitini veri­ yor, önceleri daha çok bürokratların yönetim inde olan bu parti 1950’den bu yana küçük ve orta burjuvaziden bir taban edinm edi mi, tepkileri de bu sınıfsal doğrul­ tuda oluyor. Bazen bakıyorsun, işçi sınıfına yakın, halk kesimlerinin baskısıyla dönüşüm cü, toplum cu bir tavır takınıyor, ama işler büyüyüp çelişkiler keskinleşince, ‘ör­ gütünde toplumculuğu temizleyip ortanın bir parmak so­ lundaki güvence verici’ yerini alıyor. O zam an kom pra­ dor kapitalizm i, kom prador kültürü ilke olarak ulusal olması gereken küçük burjuvaziyi de bütün bütün etki­ si altına alm akta, işe küçük burjuva aydınları da k arı­ şınca uzunca bir süredir tanık olduğum uz genel teslimi­ yetçilik havası oluşm aktadır. Şimdi burada birisi çıkar der ki, kardeşim sen karşı­ sın anladık, Aybar da karşı, şimdi B oran da karşı, am a yine de ülkede ucu TKP’ye kadar uzanan bir CHP destek­ çisi sosyalist sol var, buna ne buyrulur? Diyeceklerimi iyi dinleyin! D ünyadan habersiz çoğu sağcıların sandığı gibi Türk sosyalizmi çoğunluğu itibariyle Rus kökenli değildir, bu­ gün ülkem izde örgütlenm iş partiler de, örgütlenm eye uğraşan akım lar da, M arksizm ’in Bolşevik yorum unu tam kabullenm iş sayılam azlar, içlerinde M a o ’cular gi­ bi Sovyet m odeline basbayağı düşm an olanlarından tutun da, Vietnam gibi bağımsız bir modeli benimseyen­ ler, A rnavutluk gibi kendine özgü bir modelden yana çı­ kanlar, hatta A vrupa Kom ünizm i çizgilerini savunan­ lar çoğunluktadır. Hal böyle olunca örgüt ve örgütlü si­ yasal akım olarak bir türlü sesini yeterince duyuram ayan tkp türünden eğilimlerin Türkiye’deki gerçekleşme 32

umutlarını reformcu bir CHP iktidarının kendilerine sağ­ layacağı legalleştirmeye bağlayabilirler, onun için de ne kadar yanlış bir platform u savunsa yine de hınk deyi­ cisi olabilirler. Bu düşünce, gerçekte T ürkiye’yi sanayi­ leşmenin tam bağımsız kılacağını bildikleri için MC h ü ­ küm etlerine bile destek olm aktan çekinmeyen Rus blokunun, Ecevit’in geçici iktidarına palas pandıras elekt­ rik yardımı yapmasını açıklamak bakım ından da geçerlidir. Ağır sanayileşmesiz tam bağım sızlık, tam bağım sız­ lıksız dem okratikleşm e olmaz, T ürk sosyalistleri her ikisini birden istemektedirler. Bu da emperyalizm e tes­ limiyetçiliği içeren tutum larla gerçekleşmez, M üdafaa-i H ukuk ruhu, Kuva-yı Milliye tutum u ile olur, yani em ­ peryalizme karşı direnerek!..

BU NE İŞTİR? 24 H aziran 1979 Önce biraz tarih. Yıl 1946, İnönü, diktasını gevşetme­ ye meylediyor. Bunun ilk belirtisi, ‘sınıf esası üzerine ce­ miyet kurm a yasağının’ kaldırılm ası. Böylelikle, sendi­ kalar, sosyalist kökenli partiler kurulabilecek. K urulu­ yor da. Bir de bakıyoruz, Türkiye Sosyalist Partisi k u ­ rulm uş, lideri Esad Adil, yönetici k a d ro su n d a ‘Sarı’ M ustafa gibi, H üsam ettin Ö zdoğu gibi ünlü kişiler bu­ lunuyor. A rkasından pat, Türkiye Sosyalist Emekçi Par­ tisi kuruluyor, lideri Şefik H üsnü, başlı başına bir prog­ ram. Takrir-i Sükun Yasası’ndan beri, solda ezici bir bas­ kı yaşam aya alışmış olan herkes, iki sosyalist partinin, 33

bir sürü sendikanın doğuşunu sevinçle karşılıyor. Sendi­ kasız, sosyalist partisiz demokrasi olur mu? Eh, değil mi İsmet Paşamız efendimiz demokrasiye karar vermiş, el­ bette ülkemizde bunlar da kurulacak. Bizim gibi bu işin heveskârları, o sendikanın bu partinin gazetesini iz­ liyor, öteki sendikanın beriki partinin toplantısına gidi­ yor, filan. Ayrıntıya girmeye gerek yoktur sanıyorum . Pekâlâ tahm in edebileceğiniz gibi, çok geçmeden bu iki sosya­ list parti arasında hır çıkmıştır. H er ikisi de, ayrı ayrı, ‘asıl’ sosyalist partisinin kendisi olduğunu iddia etmiş, ötekini ‘sahte’ sosyalist parti olm akla suçlamıştır. Böy­ le diyorum ya, galiba, bu iddia ve suçlam ada ileri giden, hatta bazı sanatçı ve yazarlara öteki partinin yayın o r­ ganlarında yayın yapm a yasağı koyan Şefik Bey’in partisiydi. Giderek, iki parti arasındaki uyuşm azlık, ta ­ rafların yayın organlarında birbirlerini hırpalamasına ka­ dar varmıştı ki, İsmet Paşamız efendimizin dem okrasi anlayışı bu kadar fazla sosyalistliğe besbelli katlanam adığından, her iki parti, yayın organları ve sendikalar pal­ dır küldür kapatılarak, ‘sorumluları’ tutuklandı. Sen sağ, ben selamet. İçimde sorulacak bir soru kalmıştı ama. Türkiye Sosyalist Partisi, o davadan, (m ahkûm iyet kararı Y argıtay’dan iki kere döndüğü için) sonunda beraat etmiştir. Esad Adil Bey, fikrini izleyen bir adam ­ dı. Beraat edince, partiyi yeniden açtı. Yıl 1950 filan ol­ malı. Bir gece, Firuzağa’daki evinde, yemekteyiz: ‘Sarı’ Mustafa var, ben varım, Haşan Tanrıkut, Reşit Menteş, belki Alboran var. O gece, içimde sakladığım soruyu Esad Bey’e yöneltiyorum : İki sosyalist partinin hangi koşul­ lar altında ortaya çıktığını biliyoruz. (Meraklısı Topçuoğlu’nun Neden 2 Sosyalist Parti? adlı kitabını okusun.) 34

Türkiye ortam ında bu iki parti bir an önce birleşecek, sıkı bir iş ve güçbirliğine gidecek yerde, niye takışm ış, birbiriyle uğraşm ışlardı? Esad A dil’in cevabı şudur: H ayır efendim, iki p a rti­ nin birleşm esi fikri ciddiyetle ele alınm ış, h a tta bu am açla iki parti arasında görüşm eler yapılmıştır. T ü r­ kiye Sosyalist Partisi, her iki partinin kendisini lağvet­ mesini, ikisinin birden, sonra tek sosyalist parti olarak kurulm asını önerm işti. Şefik H üsnü’nün partisi ise, bu­ na yanaşmaz, Türkiye Sosyalist Partisi’nin kendisini lağ­ vedip, Emekçi Partisi’ne katılmasını şart koşar. Esat Adil ise, bu koşulda açık bir haksızlık ve eşitsizlik, (kim bi­ lir belki de, gizli bir tahakküm eğilimi) görerek p artisi­ ni lağvetmeyi doğru bulm az. Bunun üzerine Sosyalist Emekçi Partisi tarafı bir yandan Sosyalist Partisi ta ra ­ fının üyelerini çelmeye uğraşır, bir yandan da karşı ta ­ rafı ciddi bir karalam a kampanyasıyla gözden düşürm e­ yi dener. Anhası minhası, birkaç aylık mevcudiyetten son­ ra, İnönü sayesinde her iki partinin yöneticileri bir de ba­ karlar ki, cezaevinde birleşmişler. Bunu niye anlatıyorum ? A nlayanlar anlam ıştır bile: Şu günlerde, mevcut sosyalist partiler arasında benzer bir olay geçiyor: Basma yansıyan haberlere, kulağımıza ça­ lınan dedikodulara bakılırsa T ürkiye Sosyalist İşçi Par­ tisi, Türkiye İşçi Partisi’ne birleşmeyi, iş ve güçbirliği yap­ mayı önermiş. Bu öneriye, Türkiye İşçi Partisi, karşı ta ­ rafın gelip kendisine katılması şartıyla olumlu cevap ve­ rebileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine TSİP hem basın­ da, hem ilerici çevrelerde, sosyalistler arası iş ve güçbir­ liği çağrılarını yenileyerek, durum u açıklıyor. Demek istiyor ki, eşit koşullar altında işbirliğine de güçbirliği­ ne de hazırız, fakat TİP bizi kendinden aşağı görüyor ki, işbirliğini sadece kendisine katılm am ız biçiminde anlı­ 35

yor. TİP’in cevabı, TSİP’in seçim üstü bazı manevralar çe­ virdiğini iddia etmek. İnanılır gibi mi yahu, otuz yıl sonra, ülkede koşullar bu kadar değiştiği halde aynı filmi seyrediyoruz. Bu na­ sıl bir sosyalistliktir? Bu nasıl değişen yurt ve dünya ko­ şullarına uymaktır? Geçen otuz küsur yıl içinde, Türk sos­ yalizmini yönetm e iddiasında bulunan bazı kişiler, n a­ sıl olmuş da hep bıraktığımız yerde otlamışlar? H ayret... 1965’te T ürkiye’nin iktidar adayı sosyalist partisi TİP’i bugünkü güdük, burnundan kıl aldırm az hale düşüren de bu kafa değil midir? Türkiye Sosyalist H areketi bu yüzden bin bir parçaya bölünm edi mi? Şu son on yılda yaşanm ış olanlar bile, sosyalist soldakilerin aklını başı­ na almasına yeterli iken, birleşip ortaklaşa bir eylem tu ­ tum u tutm ak için, daha ne beklerler? H azır CHP’nin ipliği de pazara çıktı işte.

TÜRK’ÜN AKLI GEÇ GELİR, AMA... 26 H aziran 1979 “ O tarihte, Şişli’den M ecidiyeköy’e kadar, kır kahvele­ ri sıralanırdı. ‘Sarı’ M ustafa’yla (Börklüce) ara sıra otu­ rur, sosyalizmden, sosyalizmin sorunlarından söyleşirdik. Sık sık, şuna benzer bir sözü tekrarladığını dünm üş gi­ bi hatırlıyorum: ‘Sosyalist harekette birlik esastır, bir avuç kum u bir pencereye atsan savrulur, dağılır gider, ama onu bir torba içine koyup fırlatsan, cam lan k ırar’. ..” “N e yalan söylemeli, o zamanlar, henüz ‘birlik’le ‘bü­ tü nlük’ (yekparelik, monolithisme) arasındaki farkı bil­ mez, dediklerine gönülden katılırdım. M ustafa, eski ekol­ 36

den bir militandı, birlik dediği zaman; o ünlü, ‘kadife el­ diven içindeki dem irden el’ disiplinini anlıyor olm alıy­ dı; bununsa, harekette birliğe değil, bölünm elere neden olduğu olaylarla kanıtlanmıştır. Senin gibi düşünmeyen sana düşmandır, sen de ona düşman olursun, al sana bir­ birine düşm an bir sürü hizip... Bana sorarsanız derim ki, sosyalist harekette birlik önemlidir, ama bütünlük ko­ şul sayılmaz... Sayılmamalıdır da. Birlik önemlidir çün­ kü, İngiliz gizli servislerinin dünyaya hükm etm ek için buldukları kuralı hiç akıldan çıkarm am ak gerekir: ‘Böl, kolay hükm edersin’. . . ” “ ... Kurulmuş sosyalist partisi sayısı beşe yükselmiş oluyor. Bu arada her ağızda bir parola, bölünm e iyidir, hayır belirtisidir filan. D oğrusu ben bu iyimserliğe k a­ tılm ıyorum . Parti olarak ayrı ayrı örgütlenm iş olm ala­ rına bir diyeceğim yok, kuşkusuz aralarında kişisel ol­ m aktan öte, kuram sal ve kılgısal (pratik) görüş ayrılık­ ları vardır da, o yüzden ayrı ayrı örgütlenmişlerdir, ama hiç değilse eylem düzeyinde birlik kurm am aları, kuram am aları, besbelli şanslarını zayıflatıyor. Bunun uygu­ lama düzeyinde şimdiden kanıtlandığını söylemek de ola­ sı: Siz kurulan beş partinin ismini bile bir solukta saya­ mazsınız, nerede kaldı ki örgütlenm e olanaklarının n a ­ sıl geliştiğini bilesiniz. Yalnız görülen odur ki, henüz bu partilerden hiçbirisi, kendisini bütünüyle kamuoyuna ka­ bul ettirebilm iş değildir; en azından, eski TİP etkinliği­ ne kavuşabilm eleri için bile, çok uğraşm aları gerek­ m ektedir.” “ ... Şimdi bir m eraklısı, partisiz sosyalistleri saysa, elbet partililerden fazla çıkacaktır. Bunun da hareket için bir sağlık işareti olduğuna kimse beni inandıram az. Üçüncü sakınca, seçimlerde çıkacak: Eski TİP’in beş yüz bin oyundan önemli (ve sanırım kırsal ve gecekondusal) 37

bölüm ü CHP’ye akm ıştır bile ya, kaym ayanları, bu beş partiden hangisine oy verecek? Verirse, parti başına kaç oy düşecek? Bu sakıncalara işçi tabanındaki kararsızlı­ ğı, sendikaların bölünm esini vs. katm ıyorum . Yalnız kattığım kadarı bile, fikrimce sosyalistler arasında bir ortaklaşa eylem program ını zorunlu kılm aktadır.” “Nedeni de, belli.” “Tutkusal önyargılardan, insanlara vergi kıskançlık­ lar, öfkeler ve hasetlerden arındırılm ış bir akıl, ilk ba­ kışta görür ki T ürk sosyalistleri arasında ortaklaşa bir eylem program ı için fikir birlikleri, fikir ayrılıklarından çoktur. Şöyle desek olmaz mı, T ürk sosyalistlerinin ay­ rılıkları genellikle ya uzak amaçlar, ya tarihsel yorum ­ lar, ya yeğlenecek m odeller konusundadır, ki bunların hiçbirisi yakın eylem beraberliklerini, seçim tutum ları­ nı etkilemez. Hele düşm anlığa varan davranışları bas­ bayağı ayıplar.” “ Bana öyle geliyor ki, hangi partiden olursa olsun, bir T ürk sosyalisti şu aşağıdaki noktalar üzerinde m ut­ laka öteki partiden bir sosyalistle m utabık kalacaktır: a. Sosyalizm bilimsel bir tutumdur, metodu bilimseldir, siyasal uygulama bu metodla yapılır, b. Sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir, işçi sınıfının katkısı olmaksızın, sos­ yalizm olmaz, c. Türk sosyalizminin birinci görevi bi­ linçlenme işini sürdürmek, bunu tabanın örgütlenmesi biçimine dönüştürebilmektir. d. Bunun için 1961 Ana­ yasasının tam uygulanması, eski haline getirilmesi, de­ mokrasinin bütün sonuçlarıyla gerçekleştirilmesi baş ko­ şuldur. e. Türkiye Cumhuriyeti antiemperyalist bloklaş­ malara da, savaş kışkırtıcılığına da karşı çıkmalıdır, f. Ge­ rek yerli sermayenin tekelleşme eğilimleri, gerekse yaban­ cı sermaye ile bütünleşme ve yurdu sömürme niyetleri ke­ sinlikle önlenmelidir, g. Faşist ya da faşizan heves ve ha­ 38

reketler, yasayı karşısında bulmalıdır, h. Yurdumuzdan sömürünün kaldırılabilmesi için, üretimin bütün düzey­ lerde üreticilerin denetimine verilmesi yolunda güçbirliği yapılmalıdır, i. Türk yurdu her türlü yabancı üslerden arındırılmalıdır, vs. v s ...” “İnanır mısınız, bu kadar ortaklaşa noktayı, yazımı sürdürürken, bir an bile duraklam adan sıralayıverdim. Alın elinize kalemi, bir deneyin, daha ortaklaşa ne nok­ talar bulacaksınız. Şu halde, kuram sal sınırları içersin­ de özgürlükçü bir çoğulculuğu deyimleyen sosyalist çok partileşmeyi, siyasal bir özdenetim niyetine alıp, sevin­ sek de, bu partiler arasında bir eylem uyum u ve ayarı­ nın yapılmasını istem ekten vazgeçemeyiz. Ama, bunu ‘ortak program ’ biçiminde yaparlarm ış, ‘halk birliği’ bi­ çiminde yaparlarm ış, ‘güçbirliği’ biçiminde yaparlarm ış kendi bilecekleri iş.” (Nasıl, bu yazıyı beğendiniz mi? 8 H aziran 1975 [evet yetmiş beş] tarihinde ‘Güçbirliği Deneseler’ başlı­ ğı altında Yeni Ortam 'da yayımlamıştı. Sosyalist sol, dört yıl sonra, bu noktaya hâlâ gelebilmiş değil. T ü rk ’ün ak­ lı geç gelir, malum ama, Türk sosyalistinin aklı galiba da­ ha geç geliyor.)

‘TAVAN’VE ‘TABAN’ 26 H aziran 1986 Sultan Galiyef, daha 1918 ilkbaharında, R usya’daki ‘Türk esirleriyle’ ilgileniyor. Sağ kolu M ustafa Suphi’ye, Yeni Diinya'yı yayımlanmıştır (17 Nisan 1918). Temmuz­ da, onun yardım ıyla, M oskova’da ‘T ürk sosyalistlerini’ 39

örgütler; bir yıl sonra da (Ağustos 1919), ‘İslamın Kur­ tuluş Birliği’ kurulm uş; Anadolu’daki Sivas Kongresi’ne, Mahmudof ‘delegat’ gönderilm iştir (Eylül 1919). Resmi Sovyet ve Türk sosyalistlerinin es geçmeyi sevdik­ leri bu olayları, ben ‘Sarı’ Mustafa’dan (Börklüce) dinlemişimdir: Başından beri M ustafa Suphi’nin yanınday­ dı; Galiyef’in de hocalık ettiği KUTv’de (Şark İşçileri Üni­ versitesi) eğitim görm üş, sosyalist hareketin ilginç sima­ larından birisi olm uştur. Haşan mı (Tanrıkut) tanıştırm ıştı, Esad (Adil) Bey mi, unutm uşum ; öldüğü yıla değin, zam an zam an bu­ luşup, söyleştik; hatıralarını yaz deyince dehşete düşer, ‘hafızası kuvvetli’ bir genç bulunca, bildiklerini a n la t­ mayı severdi. İşte bu ‘Sarı’ Mustafa henüz du tlu k ları­ nı ve incirliklerini kaybetmemiş eski Mecidiyeköyü’ndeki bir kır kahvesinde, bir akşam demişti ki: hazin fa­ kat gerçektir: Sosyalist hareket, Mütareke’deki tramvay grevleri zamanında da, A y d ı n l ı k çıkarken, Şevket’in (Sü­ reyya) KUTv’ye okusun diye amele gönderdiği zaman da, münevver hareketidir: Darülfünun muhiti, şairler, edip­ ler, talebeler... Aslında üç büyük şehrin dışına çıkama­ d ık ...” Doğu söylüyordu: 1950’lere doğru Siyasi Polis’in baş­ lıca meşgalesi, şair izlemek, şiir kitabı toplam aktı. Sosyalistlik ilk defa, 1960’tan sonra, ‘yurt sathına’ ya­ yılacak gibi olm uştur. Ö nünü çabuk kestiler. Aybar’ın TİP’i, ‘yurt sathında’ iyi kötü bir seçmen tabanı elde ede­ bilmiştir, FKF üzerinden gençliğe sarkabilm iştir. İnönü, CHP’yi ‘ortanın soluna’ çekerek, seçmeni; çeşitli gizli ser­ visler, FKF’yi silahlı eyleme iterek gençliği, sosyalistlik­ ten; ya sulu sosyal demokratlığa, ya karanlık bir terö­ rizme kaydırdılar. Sen sağ ben selamet! 1980 öncesi son seçimlerde, ‘legal’ partiler, o da Alsancak, Şişli, Ç anka­ 40

ya ağırlıklı olm ak üzere, hepi topu birkaç yüz bin oy­ da kalm ışlardır. T erörizm in akıbetini hiç k o n u şm a­ yalım. Gerçekte kırsalın dağılm ası, feodal köklerini yitir­ miş, am a değerlerinden henüz kurtulam am ış (kapalı, mert, onurlu, haysiyet ve namusa düşkün) garip bir ‘ka­ saba radikalizmi’ doğurm uştur; o tarihlerde hem eylem­ ci sağı, hem eylemci solu bu kaynak besliyordu; ‘aydın’ partilerini, ‘seçkinci’ bürokrat, lafebesi ve miskin ve ec­ nebi bularak küçüm sediler; oysa inanılm az stratejileri benimseyip, dehşet verici taktik yanlışlar yaparak p ro ­ vokasyonların tuzağına düştüler ve ezildiler. Bana öy­ le gelir ki, o hazin m aceranın, 1960/1980 arasında ge­ ride bıraktığı, sosyal demokrasi şakasını ciddiye alma­ yan, feodal köklerinden kopmuşsa da sanayileşme ge­ ciktirildiğinden işçileşememiş (yarı lümpen); fakat her­ halde ağzı sütten yanmış, yoğurdu üfleyerek yiyecek olan, ‘kasaba solculuğudur’: Bağımsızlığa düşkün, ke­ sinlikle antiemperyalist, dinamik ve ‘yurt sathına’ ya­ yılmış bir ‘tabandır’ bu; ‘tavanda’, yeniden sosyalist par­ tisi kurmayı tartışan aydınların, her şeyden önce bu ‘ta­ banla’ dirsek temasına geçmesi, onun sorunlarını gün­ deme alıp dinlemesi, sosyalistliği, aydınlar arası bir oyun olmaktan çıkarmak bahsinde, gerçekçi bir adım ol­ maz mıydı diye düşünüyorum . Kim bilir, belki de böylece, -b irk a ç büyük şehrin dışında- ciddi köprübaşları kurm ak im kânı sağlanmış olur. M alum ya, sosyalist­ lik bir yığın hareketidir, salon hareketi değil. M eyha­ ne hareketi, hiç değil.

41

ÇIKMADIK CANDA 10 Ağustos 1986 Behice Boran, Uğur M umcu’ya demiş ki: Marksizmi öğrenmeye devam edince, anladım ki, toplumu de­ ğiştirmek ve geliştirmek, tek başına bireyin yapacağı bir iş değil, örgüt işidir, yani parti işidir.” Akranları arasında, aynı fikre gelen, daha pek çok ay­ dın vardır; yüzyılımızın ilk yarısı, toplum u düzeltmek için ‘iktidarı elde etm ek’, bunun için de ‘örgüt kurm ak’ gereğine inanan, yerli yabancı pek çok ünlü isimle d o ­ ludur. Peki, nasıl bir örgüt olacaktı bu? H a, işin bu ya­ nı tartışılm azdı pek, çünkü ‘başarılı’ bir ‘M arksist’ par­ ti modeli m evcuttu: Bolşevik Partisi! Komintern, 30’lu yıllarda, bütün M arksist partileri aynı m odele göre şe­ killendirmiştir; oysa o model, yarı feodal, azgelişmiş ka­ pitalist bir toplum da (Rusya), epeyce Neçayevstiy nihi­ listliğinden, biraz da Narodnaya Volya narodnikliğinden ‘alarak’ oluşturulmuştu; demokratlığı ağır basan, bir özyönetim halinde değil! Kısacası bir örgüt değil, aygıt­ tı o (appareil): Yarı askeri, hiyerarşik düzeni ağırlıklı; ‘demokratikliği’ lafta kalıp, ‘bürokratlığı’ geçerli olan! O ka­ dar örgüt değil aygıttır ki bu m odel, ürettiği partili ti­ pine bizzat Ruslar ‘apparatçik’ adını takmışlardır, yani ay­ gıtın parçası! Behice Boran, 1940’larda, parti seçmesi gerekince, Şefik H ü sn ü ’nün ‘p a rtisin i’ seçm iştir; yani, ‘aygıtını’; TİP Genel Başkanlığı’nı üstlenince, partiyi aynı zihni­ yetle yönetm eye çalıştığı biliniyor. Yüzyılın sonlarına doğru, böyle bir zihniyet, şaşılacak şey midir? Acele et­ meyin! 1917 deneyinin, ‘kendi ülkeleri için geçerli olm adı­ 42

ğını’ açıklayıp, ‘bağımsız politikalar izleyeceklerini’ ilan etmiş, bazı Batılı ‘M arksist’ partiler de, ‘bürokratik m o­ deli’ aynı şiddet ve hışımla işletiyorlar. Şu ara, Antonietta M acciocchi’nin (kod ismi Anita) hatıralarını o k u ­ yorum . (Deux Mille Ans de Bonheur / İki Bin Yıl Mut­ luluk) Neler anlatmıyor ki! Aşağı yukarı Behice Boran’la aynı yıllarda, harekete katılmış; cerbezeli bir kadın, ki­ şiliği renkli, önemli eylemleri, İKP’de esaslı bir yeri var; milletvekili filan da olmuş; disiplin diye yutturulan adam kayırmaya, açık haksızlığa, yanlış bağımlılığa taham m ü­ lü yok; basıyor itirazı; kitap m itap da yayım lıyor (Parti’den Mektuplar, Marks'tan Sonra Nisan)-, sen misin bunları yapan, paldır küldür kovuyorlar! O görmüş ge­ çirmiş, o iğneleyici üslubuyla; yum uşak, ağırbaşlı Berlinguer’in, itiraz ve muhalefete nasıl katlanam adığını bir anlatm ış ki, görm ek lazım! H atırlarsınız, ünlü İspanyol yazarı Gcorgc Semprun da, parti h atıraların ı aktardığı Federico Sanchez’in Hayatı' nda, o tatlı, o bağımsız Santiago Carrillo için, benzer suçlamalarda bulunmuştu: Sanchez (Semprun) ve Claudin, daha barışçı yöntemleri savundukları için, ‘d i­ siplini bozm uş o lu y o r’, kovuluyorlar; bir süre sonra, Carrillo onların dediğini uygulayacaktır, am a tabii o başka! Mehmet-Ali Aybar benzer bir dra.m yaşam adı mı? Aren ve B oran’la işe başlam ış, aygıtla örgüt arasında­ ki farkı, İkincisiyle sosyalizm filan yapılam ayacağını görm üş, fikrini açıklayınca başına gelmedik kalm am ış­ tır. Bakıyorum da, aslında, M acciocchi ve Semprun’un ‘geleceğini’ pek güzel saptamış imiş: Avrupa Komü­ nizmi partilerinden hiçbiri, Leninist örgütlenme ‘mode­ lini’ suçlu sandalyesine henüz oturtmamıştır. Yeni bir ör­ gütlenme modeli olmadan, sosyalizmin ne 1917 devri­ 43

mi yoluyla, ne çoğulcu demokrasinin kurallarına saygı­ lı olarak, kurulamayacağını, henüz hiçbiri kavramış gö­ rünmüyor. (Leninist Parti M od eli...)” Ne denir, çıkm adık canda um ut vardır.

BEHİCE BORAN, YA DA ‘İTAAT SOSYALİZMİ’ 25 Ekim 1987 N asip değilmiş, Behice Boran’la tanışam adık; oysa fır­ sat ayağıma gelmişti; yalnız tanışmış olm akla kalm aya­ cak, biraz gayretle, birlikte cezaevine bile düşebilecektim. 1950 yazı, heyecanlı yaz: ‘Milli Şef’ devrilmiş, M en­ deres tek parti diktasını tasfiye ediyor, ortalık hürriyet havası, T aşlık’taki kır kahvesinde, ‘sorum lu ark a d a ş’, kurulacak ‘B arışseverler D erneği’nde görev alm am ı ‘uygun gördüklerini’ bildirdi; hiç niyetim yok, DP ikti­ darının görünüşte liberal ve dem okrat, gerçekteyse ya­ m an bir ‘soğuk savaş’ taraftarı olduğunu ileri sürüp, ‘derneği’ kötü bir akıbetin beklediğine işaret ederek, özür diliyorum . Behice Boran derneğin başını çekiyordu, herhalde öy­ le uygun görmüşler; Menderes paldır küldür derneği ka­ patınca, (Temmuz 1950) hapse düştü; olaya karışmış ol­ saydım , 7 0 ’li yıllarda Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda, onunla bulunan Sevgi Soysal’ın yazdığı gibi, “... dizlerinin altında tutturduğu çorapları, terlikleri, durgun ve donuk bakışlarıyla, hayatla nasıl başa çıka­ cağını düşünen, bezgin bir ev kadınına,” benzeyip ben­ zemediğini görmüş olacaktım. Uzaktan böyle görünmez­ di, çünkü o, Prof. Saffet Korkut, Prof. Elalet Çambel, 44

Prof. Mina Urgan vb... ‘harekete’ 40'lı yıllarda katılmış olan ‘aydın kadınlardandır, çoğu fiili siyasete buluşm ayıp, üniversite kariyerlerini sürdürdüler; Behice Boran, ‘solcu profesörler’ davasından sonra (1947) ilmi siyaset lehine terk etm işti. Öncüleri arasında, saysak saysak, 30’lu yıllardan be­ ri adı bilinen Sabiha Zekeriya’yı (Sertel), Suat D erviş’i (Saadet Baraner) sayabiliriz; kökenleri ya bürokrat, ya tüccar, çoğu ecnebi mektep (kolej) mezunu, iyi tahsil gör­ müş ‘kızlardır’ bunlar; Sabiha Hanım, Behice hanım Amerika’da, Suat Derviş Alm anya’da bulunm uştur; M arksizm e, 2 0 ’li, 3 0 ’lu yılların ‘sosyalist kadınları’ gi­ bi ‘aşağıdan’ değil, ‘yuk arıd an ’ gelirler. KUTV neslinden o çilekeş kadınları, artık kim h atır­ lıyor? Çoğu halk kökenli, M oskova’da eğitim görm üş, ünlü bazı sosyalistlerin ‘yakını’, çetin kadınlardı: Osman Topçuoğlu’nun kızı, İbrahim Topçuoğlu’nun kardeşi Melek; ‘Sarı’ M ustafa’nın kardeşi Hüsamettin (Özdoğu) U sta’nın karısı Zehra; önce Kerim Sadi, sonra Ke­ mal Tahir’in karısı, Sıdıka (Semiha); Hamdi Şamilof’un karısı Emine Alev, vs! ‘M ünevver’ diye biraz da küçüm ­ sedikleri, yazar çizer sosyalist kadınlardan, yapıları da formation’ları da farklıdır; devrimin heyecanlı yılların­ dan bir şeyler taşırlar; ‘hareket’ Batılı ve Batıcı ‘aydın­ lar oligarşimizin’, ‘muhalif kanadına’ dönüştükçe, önem ­ lerini yitirirler; ‘alafranga ve münevver’ olanları, üste çı­ karan; yoksa ‘Stalinciler’ mi? Behice Boran, elbette en önemlilerinden birisidir; hır­ sı, fikir selabeti, sabrı ve sadakati meşhur; tabii, itaati da! Komintern’in 5. Kongresi’nden sonra, mahalli örgütler­ den halkla özdeşleşmesi eylemini ona göre ayarlaması de­ ğil, düpedüz ‘itaat’ bekleniyordu, bilmem Aybar’ın TİP’iııi, bu kalıba sığdırabilir misiniz? Bence ulusal taban arayan, 45

nispeten bağımsız, Türkiye’de ilk defa halka yayılabilmiş bir partiydi; biraz H alk İştirakiyim Fırkası ile benzeşir, bi­ raz M ustafa Suphi çizgisindedir (bu çizgi G aliyeften ge­ liyor), ‘güleryüzlü bir sosyalizm’ yapm ak istiyordu. Çekoslovakya müdahalesinde ‘ita a t’ gündeme gelin­ ce, bir iki tereddütten sonra Behice Boran ‘itaat’ı seçmiş; daha da müthişi, yıllardır burnu bile kanamadan serpi­ lip büyümüş TİP’i, önce karıştırmış, başkanı olduktan az sonra da ortadan kaldırmayı başarmıştır; giderayak, itaatkârlığı son mertebesine çıkarıp kongre ınongre topla­ maya lüzum görmeden, TİP’ten elinde ne kaldıysa, TKP’ye, -başka bir itaat şampiyonuna- teslim etmiştir; diğer bir­ çok talihsiz Türk sosyalisti gibi ‘gönüllü sürgününde’ ve­ fat ettiği sırada, Türkiye Birleşik K om ünist Partisi’nin şeref başkanı bulunuyordu; yoksa sscb/ kp’sİ, TBMM’nin tarihte ilk defa saygı duruşunda bulunduğu sosyalist ce­ nazesine ne diye çelenk göndersin? N e dersiniz, -A llah geçinden versin- M ehmet-Ali A ybar’ın bir emir-i H ak vâki olursa, glasnost m lasnost lakırdısıyla, ‘tavariş’ G orbaçof ona da bir çelenk gönde­ rir mi?

‘SOL’DA ÜÇ NESİL 15 Kasım 1987 İçinde köm ür tozları uçuşan, ağır bir dum an; tel tel ef­ latun, alacalı m or Beyoğlu’ııdan bütün şehre dağılırdı. Nemli soğuk kış karanlığı, ışıklı vitrinlerde paskalya çö­ rekleri ve lakerdalar. Türkiye Sosyalist Partisi’nin o ta ­ rihte Süslüsaksı Sokağı’ndaki Genel M erkezi’nden çık­ 46

mışız. H aşan T anrıkut’la Osm anbey’e doğru yürüyoruz; harıl harıl, aram ızda tartıştığım ız 11e midir, bakın ne: ‘H areket’in ‘eskileriyle’ ‘yenileri’ arasında, handiyse ‘mahiyet farkı’ var. Kısaca, “ kutv N esli” dediğimiz ‘es­ ki tüfekçiler’ hem halk adam ı, hem 1917’nin heyecanlı özgürlükçülüğünü yaşıyorlar; 1930’lardan itibaren d u ­ rum hayli değişti, Stalin ağırlığını koyduysa da, eşeledi­ ğiniz mi, gönüllerindeki Troçkiy, B ukharin, Zinovyet, Kam enet, R adek vs. hayranlıkları, hissediliyor. H ay at­ ları basit, çoğu yoksul; ‘içeriye’ düştüler mi, bakanları edenleri olm adığından ‘resm en’ sürünüyorlar; alttan al­ ta, ‘hareket’in ‘aydınlarına’ küskün, hatta muğber olduk­ larını fark etm emek, imkânsız, bunu açıkça söyleyenler de, az değil! O yılların ‘yeniler’i ilginçtir, ‘M illi Şef’ diktası ‘ileri­ cileriyle’ (İnönü A tatürkçüleri), tehlikeli benzerlikler gösteriyordu. Sonraları düşünm üşüm dür acaba Stalin sosyalistliği de, İnönü cumhuriyetçiliği de, sonuçta m er­ keziyetçi bir bürokrasi diktasında ‘seçkin aydınların’ oli­ garşisidir de, ondan mı? 4 0 ’lı yıllardan itibaren, ‘hare­ k et’, hemen tam am iyle aydınların ‘tekeline’ giriyor: KUTV Nesli’nin ihtiyarları, biraz da içine düştükleri müzayekanın tesiriyle devre dışı kalm ış, ‘hareket’ üniver­ siteli öğrenciler ve öğretim üyeleriyle, sanat çevrelerinin bazı ‘fedai’ şair ve yazarlarına mal olmuştur. 1946 ve sonrasının bütün ‘tevkifatlarındaki’ önemli kişiler, as­ lında CHP’nin kültür sloganlarını benimsemiş, ‘b ü ro k ­ ra t’ aydınlardı; savaş yıllarının ve ertesinin kaçınılm az gerçeğine uyarak, üç aşağı beş yukarı Stalin’ciydiler; ço­ ğu orta, hatta yüksek burjuvaziye m ensuptu; ‘içeriye’ düştüklerinde (öğretm enler hariç) pek de bunalm am ışlardır. H asan’la sorunu tartıştığımız zam anlar (1950’ler) öncekilerle sonrakiler arasındaki farkın, Lenin’le Stalin, 47

Mustafa K em al’le İsmet İnönü dönem leri arasındaki farktan kaynaklandığını, belki sezmiştik am a, ‘Perestroika’yı okurken, şimdi benim yaptığım gibi, açıkça for­ müle bağlam ıyorduk. Mihail Gorbaçof kitabında, Sov­ yet sistemine, hemen hemen benim 6 0 ’h yıllarda Han­ gi Sol?’da yazdığım eleştirileri getirmektedir; hadi canım, ben de kim oluyorum ; ‘hareket’in nice nice önde gele­ ni, bu arada Troçkiy (sscB’de Bürokrasiye Karşı Savaş), Milovan Cilas (Yeni Sınıf), Charles Bettelheim (Sovyetler Birliğinde Sınıf Savaşları) ile, aynı olguların altım çizmemişler miydi? Kabahatleri, olayı, iktidarda bulun­ m adan saptamış olmaları mıdır. M etot doğru, sosyalizm iyi, gel gör ki üretimi ve tüketim i bizzat üretici ve tüke­ ticilerin yönetim ve denetimine vermedikçe; kısacası, de­ m okrasiyi siyasi düzeyde vazgeçilmez sayıp iktisadi dü­ zeye de yaym adıkça, ulaşılacak olan yer sosyalizm filan değil; ya seçkinler oligarşisi ya da m erkeziyetçi bir bü­ rokrasinin egemenliği oluyor ki, Gorbaçof’un yangır yas yakındığı da budur. Buradan baktınız mı, neden dolayı bizde eskiden CHP, şimdi SHP ile mesela TKP’nin ya da TİP’in, türdeş aydın­ lar tarafından benim senip desteklendiğini açıklam amız da m üm kün; aralarında jargon ya da term inoloji deği­ şebilir am a, toplum sal köken (sınıf), öğretim ve eğitim farkı kesinlikle yoktur; temelde hepsi neo-tanzimatçı, ‘Ba­ tıcı’ kafalı, ilericiliği başka ülkelere ve kültürlere (ABD, SSCB, Çin vs. fark etmez) özenm ek, onları taklit etmek sanan, çoğu avukat, hekim, m ühendis, öğretm en ve öğ­ renci; önemli bir kısmı yeteneği sınırlı sanatçı ya da kongre turizmine düşkün gazeteci olan, ‘seçkinler’ kala­ balığı! Yani, üretimi dolaysız geliştiren halkın dışındaki -tav ırların a bakılırsa biraz da ü stündeki- kişiler! 1960’lardan başlayarak sahneye çıkan yeni solcu ku­ 48

şağı, toplum sal kökeni bunlardan farklı (çoğunluğu kır­ sal, yani feodal), kültürel dünyalarıysa maalesef benze­ ri, karm a bir kuşaktı; en eskilerin ve eskilerin, o rta k ­ laşa yanı şehirli olm aları ve silahlı eylemi kesinlikle kü­ çümsem eleri ve dışlam alarıysa; bunlar, belki de feodal olduklarından, o vahim yanlışa düştüler, çok da p a h a ­ lı ödediler. Sizi bilmem am a, ben, gelmiş geçmiş toplumcu kuşak­ ların üzerinde, ciddi araştırm aların yapılması zam anı­ nın geldiğine inanıyorum. Özellikle işçi sınıfının, niye ‘hareket’e yan oturduğunu anlayabilm ek için.

KOMÜNİSTLİK DİYORLAR YA!.. 27 Kasım 1987 (Nasıl gaddar bir soğuktu! Hangi kapıdan çıksanız, yü­ zünüzle, sanki rakı mavisi bir buz duvarına çarpardınız; havada belli belirsiz, kar tozları uçuşuyor, yıl 1963, Pa­ ris. Evde Berdiayef’in o ilginç kitabından, -Rus Komü­ nistliğinin Mana ve Kaynakları- bir tesbite takılm ıştım, kafam onunla meşgul; diyor ki, sosyalizm fikri Rusya’da meydana çıktığı zaman, herkes onu Batı’dan aktarm a bir fikir diye değerlendirdi; Batılı yani Rus olm ayan, belki de R usya’ya karşı!..) Ne garip, bizde tersinedir: Komünistliği M oskofluk sayarız, sanki d ah a R usya’da kom ünistliğin K’sı yok iken, Selanik’te ve İstanbul’da düpedüz M arksist hare­ ketler olmamış! Pat! Gözlerim in önünde bir resim; o uğursuz 4 Aralık günü, Tan'ı, Yeni Dünya'yı, ABC ve Ber­ rak Kitabevlerini talan etmişler; İstanbul’da olağanüs­ 49

tü günlerin heyecanı, tram vayların üzerinde tebeşirler bir yazı, “ Sertel’ler M osk o v a’ya!” Şu anda bile, gaze­ telerde neyi okusam iyi, TKP Sorum lusu N abi Yağcı’ya (kod ismi H ay d ar Kutlu) Siyasi Polis, SSCB’nin partiyi destekleyip desteklem ediğini sorm uyor m uym uş; oysa bizde komünistlik (o zam anlar adı henüz sosyal dem ok­ ratlık) İttih atçılar’ın Almancı kanadında başlam ıştır; başlatan da kim, O sm anlı’ya sığınmış ünlü Alman dev­ rimcisi (ajanı) Parvüs Efendi, asıl adıyla A lexander İsrael Alpahd! Teşkilat-ı M ahsusa, Çarlık Rusyası’ndaki Türkleri ve M üslüm anları, m üstakbel Turan Devleti’ni oluşturm ak üzere, isyana kışkırtıyor; W ilhem strasse’nin am acı, Osm anlı’yı, (Halife’yi) kullanarak, çoğu Rus ve İngiliz ege­ menliğindeki M üslüm anları ayaklandırm ak, böylece on­ ları sarsıp, Cerm en emperyalizm ini öbürlerine üstün kılmak! İki olay işi ciddileştiriyor; biri, Çarlığın beklenmedik şekilde devrilişi; R usya’ya Bolşevikler’in egemen oluşu; İkincisi, O sm anlı’nın çöküşü, İttih atçılar’ın tutunacak yeni bir dal aramaları! Derhal Teşkilat-ı M ahsusa’nın As­ ya içlerindeki odaklarıyla tem asa geçiyorlar, o toz d u ­ m an arasında, üç ana fikir billurlaşıyor: 1) Bütün T ürk âlemini kapsayacak T uran Sosyalist C um huriyeti fikri, 2) A nadolu’da Türkleri kapsayacak Ulusal Sosyalist H a­ reketi, 3) O sm anlı’yı sürdürebilecek sosyalist bir hare­ ket! Hemen anlaşılm adı mı, birinci fikir Enver Paşa’nın, İkinci fikir M ustafa Kemal Paşa’nın tasvibine m azhar ol­ m uştur; üçüncü fikri pek tutan çıkm amış! İş eyleme döküldü, kimden yararlanılacak? Şüphesiz Teşkilat-ı M ahsusa’dan! Hem de nasıl yararlanıyor: En­ ver Paşa, Teşkilat-ı M ahsusa-i H arici’ye el koym uştur (Dr. B ahaeddin Şakir), M ustafa Kem al Paşa ise, Teşki­ 50

lat-ı Mahsusa-i Dahili’ye (Rauf Bey); iki örgüt, ayrıca birbiriyle de dalaşıyor. Enver Paşa’nın hayallerini gerçekleştirebilmesi için, Sovyetler’de başka düzeyde aynı fikrin öncülüğünü ya­ pan Sultan Galiyef’le uzlaşması zorunlu görünüyor; hal­ buki Galiyef, T ürkiye’den gitme M ustafa Suphi Bey’le çalışm aktadır, bir; M ustafa Suphi Bey, Enver Paşa’nın hasm-ı bi-am anı’dır, iki; Enver Paşa tarafından, zam a­ nında Sinop’a sürülm üştür, üç; Lenin, Troçkiy ve Stalin ise, ufak tefek, G aliyef’in Turan Sosyalist C um huriye­ ti fikrinden, MÜSKOM’dan (M üslüm an K om ünist Parti­ si) rahatsız olm akta; A nadolu’daki hareketin ulusal ve yöresel kalmasını, Sovyetler’in çıkarına daha uygun bul­ m aktadır, dört! Neticede, Sultan Galiyef ve Enver Paşa, ayrı ayrı şart­ larda ve düzeylerde, fakat aynı gerekçeyle tasfiye edile­ ceklerdir. Dahası var am a, o sırada K afkasya’da iki tam teçhizatlı Türk tümeni mevcut, Rusya’nın çeşitli yerlerine d a­ ğılmış, 1.500 kadar tutsak subayı, 15.000 kadar tutsak eri; özellikle sonuncular, M ustafa Suphi’nin kurduğu ‘Fırka’nın, hareketli taraftarı olm ak eğilimini gösteriyor­ lar; M ustafa Suphi’nin ve ‘F ırka’nın, Sultan Galiyef’in inisiyatifiyle belirdiği de, bir gerçek; gerek ‘Fırka’ (tki>), gerekse bu tu tsak kalabalığı, A nad o lu ’daki M üdafaa-i H ukukçu harekete meyletseler, Sovyetler’in daha bir gönlü olacak! Teşkilat-ı M ahsusa-i D ahili’den Baha Sait, Dr. Fuat Sabit, Bolşevikler’le tem asa geçiyor; m utabakat hasıl olunca, M ustafa Suphi Bey etrafında, Sovyetler’deki komünist Türklerin hareketinden bağımsız, başka bir ha­ reketin geliştirilmesi am acıyla; yine Teşkilat-ı M ahsusa’daıı Ethem N ejat Bey’le, ‘A rap’ H akkı Bey, Rusya’ya 51

gönderiliyorlar; o halde TKP (o zam an TKF) aslında Sul­ tan Galiyef’le M ustafa Kemal arasında bir yerde Enver P aşa’ya ise şiddetle karşıdır. (Sabah sis bastırınca, sis düdükleri başlar; cam lardan bakıyor, bir bulutun içinde yüzdüğünü sanıyorsun, ken­ di kendime, şu anda tkp Genel Sekreteri sıfatını taşıyan N ab i Yağcı’nın, şu aklından geçirdiklerim i bilip bilm e­ diğini soruyorum ; 7 0 ’li yılların ‘hızlı’ devrimci gençle­ ri gelir, K üba’daki ya da Ç in’deki hareketin akıl almaz ayrıntılarını anlatır, Türkiye’deki hareketin bir kuşak ön­ cesi serüvenlerini bile bilmezlerdi; kim bilir, belki de bu yüzden, her nesil m erdiveni yeniden icat etmeye kalkı­ şıyor; hiçbir bilgi birikimi ve deneyimi olmadığı için de, daha işin başında çuvallıyor. Ben size bir şey diyeyim mi, ister liberal olsun, ister sosyalist, ister kom ünist, eğer ciddi bir tarih ve yurt bi­ lincine sahip değilseniz, sizden ne köy olur, ne kasaba; akıntıya kürek çekersiniz, ya da sizi fena halde kulla­ nırlar!)

NÂZIM ‘ONLARIN’ ADAMI MI? 25 O cak 1988 Tam iki yıl olmuş, ‘Ayakta Ölen Şair’ diye bir yazım da, N âzım için şunları yazmışım: “ Batı T ürklerinin ‘çağdaşlaşm a’ savaşında, Nâzım H ikm et kalesi; aynı ‘ateş h attın d a’ bulunsa da, N am ık Kemal ve Tevfik Fikret kalelerinin ilerisindedir: tam ba­ ğımsızlık, siyasi özgürlük ona yetmez, iktisadi özgürlük de ister! Bu ‘fark tan ’ yola çıkıp, sağ ve sol propaganda, 52

onu öyle uysal, öyle evcil bir TKP ‘neferi’ görüntüsüne sokmuştur ki; İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?'nun öfkeli eleştirel yaklaşımı, bilmeyene, ‘şok etkisi’ yapabi­ liyor. N âzım M arksisttir, tam am ; acaba o kadar m ıdır; gösterilm ek istenildiği kadar ‘onların adam ı’ mıdır? İşin evveliyatına göz atacaksınız!” TKP içinde, ‘M o skova’nın A dam ı’ sayılan Süleyman N uri, (T ürkiye’de casus diye yakalanm ış, on küsur yıl yatmıştı; çıkar çıkmaz Rusya’ya dönm üştür) M ete Tunçay’ın R usya’da bulduğu Hatıralar'inda, 1919’daki o r­ tam ı şöyle anlatıyor: “... TKP Teşkilât Bürosu, kendi üyelerinden İsmail Kadir’i şahsen m em ur ederek, adları N âzım H ikm et ve Vâlâ N urettin olan iki genci, B akû’ye getirtti. B akû’ye va­ rınca, her ikisi de okum ak için Sovyet R usya’ya geldik­ lerini beyan ettiler. Gelir gelmez, sanki pantürkistlerle işbirliği için, Türkiye’den gönderilmiş birer ajan gibi, Kaf­ kasya’da ve B akû’de, Ahmet Cevat ve Şevket Aydemir’in de dahil olduğu, M em duh Şevket’in idaresinde bulunan adam lardan, pantürkist m uhitine dalm ışlar ve bunların kafilesine katılarak, hep beraber D oğu H alkları K om ü­ nist Üniversitesi’nde (kutv) okum ak veya okutm ak üze­ re, Teşkilât B ürosu’nun haberi o lm adan, M osk o v a’ya gelm işlerdir...” İşin başındaki tavır budur, ya ortasındaki? O nu da, K om intern’de en faal olduğu tarihlerde, TKP Genel Sek­ reteri Dr. Şefik H üsnü’nün, K om intem ’in Rundschau ad­ lı dergisinde, (1933, sayı 28) B. Ferdi imzası ve ‘Kemalistlerin Yeni Baskı D algası’ başlığıyla yazdığı m akale­ den okuyalım : “ ... T ü rk burjuvazisi, çeşitli büyük burjuva dönek gruplarını, özellikle N âzım H ik m et’in Troçkist m u h a­ lefet grubunu, K om ünist Partisi’ne karşı kullanm asını

biliyor. Bu grup sadece K om ünist Partisi’ne karşı yürü­ tülen karalam a kam panyasına hizm et etm ekle kalm a­ maktadır. Bu grubun üyelerinin defalarca polis ajanı ola­ rak kullanıldıkları da saptanm ıştır. (...) Bu grubun ö n ­ deri olan şair Nâzım H ikm et’e gelince, (birçok kere tutuklanıp, daha sonra serbest bırakıldı, uzun süre ken­ dini kom ünist olarak tanıttı ve daha sonra Kemalist top­ lantılara konuşm acı olarak katıldı) Kem alist hüküm et onunla, tıpkı İngiliz hüküm etinin H in d ista n ’da küçük burjuva dönek Roy’la oynadığı oyunu oynam ak istemek­ tedir; yani Nâzım H ikm et’i, ‘devrimci önder’ olarak gös­ term ek am acıyla, yargılam ak!” Bilindiği gibi, Nâzım , ‘m uhalefet’ nedeniyle Şefik Hüsnü ve takımı tarafından, aynı yıllarda TKP’den çıka­ rılm ış, onun ve arkadaşlarının, Komintern tarafından, ‘savunm ası’ talep edilmiştir. Peki Nâzım hapisten çıktıktan sonra, Rusya’ya k a ­ çınca tavır ne oldu? Şair o tavrı ve buna karşı kendi tav­ rını, 1920’li yıllarda Kom intern’den tanıdığı eski bir mi­ litan dostuna, Joseph Berger’ye şöyle anlatm ıştır: evet, muhakkak, şahane bir kabuldü; memleke­ tin bütün zenginliklerini emrime verdiler; görkemli bir apartman, yazlık diye bir datcha tahsis ettiler; lüks şö­ lenlere çağrıldım, evimde özel bir aşçı kadınım, emrim­ de özel bir arabam vardı; gazeteler beni öve öve gökle­ re çıkarıyor; eserlerim Rusça olarak yüksek tirajlarda ba­ sılıyordu. “Ama, (sözün burasında güzel yüzü gerildi) ama ya­ nıldılar, ağır bir şekilde yanıldılar, beni (böyle) ‘satın al­ mayı’ başaramadılar; hiçbir zaman da başaramayacak­ lar!..” Şu ara N âzım ’ın T ürk uyrukluğuna alınması tartışı­ lıyor da, oradan hatırladım . 54

İşçiler Derseniz...

İŞÇİ SINIFI, SOSYALİZMİN ‘İTİCİ GÜCÜ’DÜR 12 Ağustos 1977 İşçi sınıfı (bunu bir kenara yazın ve hiç unutmayın), sos­ yalizmin itici gücüdür. A rkasında işçi sınıfı olm adı mı, herhangi bir sosyalist hareket istediği kadar atsın tutsun, etkili olamaz! O zam an, bir soru; bir toplum da sosya­ lizmi geriletm ek, kaydırm ak, gelişme yolundan sap tır­ mak istedin mi, ne yapacaksın? İşçi sınıfı ile sosyalist ha­ reketin arasım açacaksın, işçi sınıfını başka bir hareke­ tin kiçına takacaksın. O nun önemli toplum sal gücü, ‘kendinin o lm a y a n ’ bir partiyi ik tid ara götü rü rk en ; ‘kendinin olan’, sosyalist parti(ler), havanda su dövecek. ‘Sosyalistler T ü rk iy e ’de ne yapm alı’ sorusuna ce­ vap aranırken, bence, üzerinde durulm ası zorunlu n o k ­ talardan biri işte bu. T ürk işçi sınıfı, yanılm ıyorsam , 1940’lardan bu yana ‘kendinin olm ayan’ partilere itici güç olm uş, onlara oy vermiştir. 1965 ve 1969 seçimle­ rinde eski TİP varken, iyi kötü ona oy vermeye doğru yö­ neliyor, DİSK’in ilk kurulduğu sıralarda ‘kendinin o la­ bilecek’ bir partiye dayanak oluyordu ama, iyi saatte ol­ sunlar bırakır mı, allem ettiler kallem ettiler, ‘devrim ci’ adıyla kurulm uş konfederasyonun sürüklediği, işçi yı­ ğınlarını sosyalistlerden alıp, bu kere de CHP’nin ardına 57

taktılar. Bugün, eskisine oranla çok daha bilinçlenmiş ol­ duğu halde, Türk işçi sınıfı asıl olması gereken yerde, sos­ yalist hareketin arkasında değildir; dönüşüm cü olm ak­ tan çok uzlaşmacı, devrimci olm aktan çok reformcu, da­ ha da tehlikelisi iktidar olabilm ek ve kalabilm ek için ödünlere hazır bir örgütün arkasındadır. Bunun sorum luluğu ‘tabanda birlik’ sloganını o rta ­ ya atan, bunu sosyalizme yarayacak sanan kişilerin ve örgütlerin üzerinde olmalı. Oysa bugün işçi sınıfı ve sos­ yalizm açısından durum nedir? İktidara gelm esinde sosyalizm ve işçi hareketi bakı­ m ından yarar görülen CHP sosyalist solu hiç iplemiyor, TİP’in ve TBP’nin girişim lerini elinin tersiyle itmiştir, ilk fırsatta kaldıracağı sanılan 141/142’yi kaldırm aktan vazgeçebileceğini ima etmiştir, bir aylık deneme iktida­ rı, sola dönük görünmediği gibi, hem AP’yle iktidarı pay­ laşabileceğini belli etmiş, hem de uluslararası politika açı­ sından sosyalizmin amaçlarına aykırı bir tavrı olduğu gö­ rülm üştür; tek kelimeyle CHP işçi sınıfı partisi olm aktan vazgeçtik, bir halk partisi gibi bile hareket etm emekte; o portünist bir küçük burjuva b ü ro k ra t partisi özellik­ leriyle karşım ıza çıkm aktadır. Bence bundan kötüsü var, işçi hareketi CHP kuyruğun­ da kaldıkça ötedenberi yakındığım bir şey büsbütün kök­ leşiyor; sosyalist solun siyaset sorunlarımızı koyuşu, ele alışı, tartışma biçimi ile CHP’nin koyuşu, ele alışı, tartış­ ma biçimi karışıyor; bir de bakıyoruz ki, sosyalist san­ dığımız kişi ve örgütlerin ağzında Cumhuriyet Halk Partjsi’nin ortalıkta dolaştırdığı içi boş sloganlar, solcumsu görünüp de hiçbir somut içeriği olmayan lakırdılar. Bu, ister istemez, militan tiplerini de etkilemektedir. Sözge­ lişi, DİSK’in önemli çoğu yöneticileri, gerçekte sosyalist değil, içinde yetişmiş oldukları TÜRK-iş formasyonludur, 58

zaten konfederasyonun ipe sapa gelmez zikzaklarının ne­ deni de bu, sorunlara sosyalistçe yaklaşm ıyorlar, örgüt­ leri ve adam ları sosyalistçe değerlendirm iyorlar; sadece dem okratikleşm e um udu üzerine ardına takıldıkları, iş­ çileri de taktıkları CHP’nin; onları bugün W ashington’un Ortadoğu politikası, Türkiye’deki sermaye ve işveren çev­ resi ve eski 12 M a rt’çılarla aynı siyasal düzeye getirmiş olm ası, yeterli kanıt sayılmamalı mıdır? O halde birinci görev, işçi sınıfını ‘kendinin olm ayan’ siyasal örgütlerin arkasından kurtarm ak! Bana sorarsa­ nız, T ürk işçisi öyle bilinçlidir ki çok geçmeden bu yo­ la girer; bir kere girdi mi de, ‘kendinin o lan ’ siyasal ö r­ gütü ya da örgütleri gecikmeden yaratır, bulur. El elin eşe­ ğini türkü çağıra çağıra ararm ış, CHP sosyalistlerin eşe­ ğini hiç aram az, aram ayacağını zam anında söyledik, o sıra inanm ayanların şimdi durum u gözleriyle g ö rd ü k ­ lerini, inandıklarını sanırız. O halde içinde fırt sosyalist­ lik olan her kişinin üstleneceği başlıca iş, işçi sınıfını sos­ yalist rayından çıkaranları birer birer teşhir etm ek, sos­ yalist siyasal hareketle işçi sınıfı arasında bir süredir ko­ parılm ış görünen bağlantıları yeniden kurm aktır. Ötesi nedir bilir misiniz, ham hom şarolop!

İŞÇİ SINIFI ÜZERİNDE OYNANAN OYUN 13 Ağustos 1977 (Anılardan mı söz açsam diyorum , bizim kuşağın sosya­ listleri, en büyük kederi, önemli eylem lerinde işçi sınıfı­ nı, hiç değilse temsilcilerini yanlarında bulamayınca duy­ muşlardır. 1920’lerde, hatta 30’larda, varlığını duyum sa­ 59

tan ‘sosyalist’ işçiler, 4 0 ’larda dum an edilmiş, 50’lere he­ men hemen kimse kalm amıştı. Bakın büyük tutuklam a­ ların listesine, işçiden çok aydın adına rastlarsınız. Eylem diye koğuşturulan çoğu şey, o zam ana göre kanunsuz grev, fabrika hücresi vs. değil, şiir kitabı, dergi, gazete vs’dir. 5 0 ’lerde, M avi H areketi sırasında, T ürk sosyalist hare­ ketinin kendi içine katlanışını, bu yüzden de bozuluşu­ nu, işçi sınıfıyla bu sağlıklı bağlantının kopuşuna bağla­ yarak açıklam aya çalıştığımı hatırlıyorum . Bildiğim kadarıyla, sosyalist aydınlarla sosyalist iş­ çiler arasında bir kaynaşma olanağı bir tek kere doğmuş­ tu: 1946’da, sosyalist partilerle sınıf esası üzerine kurul­ muş dernek ve cemiyetlere izin çıktığı zam an! Gerek Emekçi Partisi’nin gerekse Sosyalist Partisi’nin İstan­ b ul’un her yerinden m an tar gibi sendika fışkırttıkları­ nı, eğer birkaç ay içinde faşizan CHP bunları kapatıp ile­ ri gelenlerini hapse atm asaydı, Türk sendikacılığının çok başka, bütünüyle sosyalist bir rayda gelişeceğini düşün­ müşümdür.) . Sosyalizmin ‘itici gücü’ olan işçi sınıfı bugün sosya­ listlerin değil de, sosyal dem okratların arkasında ise, bunda sosyalistlerin bir ve beraber kalam am ak, işçi sı­ nıfıyla ilişkilerini, bu birlik ve beraberlik içersinde ge­ liştirememek küsurlarının da etkisi olmuştur. Allahın bil­ diğini kuldan niye saklam ak, daha eski TİP zam anında bile 27 Mayıs ilericileri başka ve ‘tepeden inmeci’ bir sos­ yalizm havası çalıyor. TİP dışında kalm ış ‘eski tüfekçi­ ler’ başka bir davula oynuyor, böylelikle işçi sınıfı be­ lirgin bir duraksam aya itiliyordu. DİSK bir yerde bu du­ raksam adan işçileri kurtaracak kuruluştu am a, eski sos­ yalist işçi m ilitanı kuşağı harcanıp gitm iş, yeni yöneti­ ciler, ap/ chp türü particilik kulisleriyle, TÜRK-İş türü sen­ dikacıların çerçevesi içinde yetişmişti, o yüzden ‘devrim­ 60

ci’ konfederasyon bence hiçbir zaman adının başına eklediği sıfata lâyık olamadı: dgm eyleminde bile! (Kısa bir açıklama ister misiniz? Genel grev, ya çok !zayıf bir hükümete karşı onu devirmek için yapılır, so­ nuç kesindir, ya da belirli sürelerde sık sık tekrarlanmak üzere kısa süreli yıpratma grevi biçiminde yürütülür, so­ nuç dalgalanmaya bırakılmıştır, dgm olayında, DİSK hem sorumluluğunu yüklenmemiş örgütüne, daha doğrusu tabandaki işçinin sırtına bırakmıştır, hem hükümetin kuvvetli olduğunu devrilmeyeceğini hesaplayamamıştır, hem de bu eylemin kendisini sonunda CHP’nin kucağı­ na oturtacağını kestirememiştir. Neyse konumuz başka, bırakalım.) Hal böyle olunca, sosyalistlerin siyasal dağınıklığı, vu­ rucu ve itici gücün sistemli ve gelişen bir beraberlik için­ de bulundurulan sosyal demokratlara kaymasına el­ bette yol açacaktı. DİSK, örgüt olarak, kendini yeni TİP’ten, Sosyalist Devrim Partisi’nden, Türkiye Em ek Partisi’nden, V atan Partisi’nden, T ürkiye Birlik P arti­ si’nden ayrı ayrı, hatta beraber olarak daha güçlü his­ settiği anda, siyasal kadrolar davayı kaybediyorlar, T ü rk ler tipindeki ‘sendika ağaları’ kazanıyorlardı. Ka­ zanmaları ise ne demek, devrimci sosyalizmden reform­ cu sosyal demokratlığa aktarma olmak demek, eşi dos­ tu kandırmak için de, iri gövdesine oranla karınca me­ sabesindeki ‘Sosyal İlerlemeciler’in ‘havasını’ basarak. Şimdi m adalyonun öteki yüzünü çevirelim. Evet, sosyalistlerin dağınıklığı itici gücün sosyal de­ m okratların kıçına takılm asına yol açm ıştır am a, h an ­ gi dem okrasiye baksanız görürsünüz ki, sosyal dem ok­ ratlar bir kere işçi sınıfını ele geçirirlerse kolay kolay bı­ rakmazlar, üstelik ondan sonra sosyalistlere yüz de ver­ mezler. Ö rnek mi, dolu: İşte Batı A lm anya, işte İngilte­ 61

re, işte İsveç! Bu ülkelerde sosyal dem okrat partiler kon­ federasyonları ele geçirm işlerdir, iktidara tek başına oynarlar, sosyalist partileri de iplemezler, işçinin ‘itici gü­ c ü n ü ’ elden çıkarm ış olan sosyalist ve kom ünist p a rti­ ler de siyasal yelpazede aksesuvar olarak bulunur, esa­ mileri okunm az. Türkiy e’dc oynanan oyun budur. Sosyalistleri itici güç­ ten yoksun bırakmak, bu gücü sosyal demokratların ar­ dına alarak, sosyalistliği siyasal arenada süs olarak alı­ koymak! Kim ki, DİSK’in CHP’nin kıçında gitmesine al­ kış tutar bilsin ki bu oyuna katılmakta, işçi sınıfının ‘ken­ di partisi (leri)’ ile bağlantısını torpillemektedir. Sosya­ listler, DİSK’i (ya da DİSK’e benzer başka sosyalist bir iş­ çi konfederasyonu) arkalarına almadıkça, ne siyasal pa­ zarlıklarda seslerini duyurabilirler, ne de CHP ile ulusal demokrasi cephesi filan kurabilirler, zira kurulacak cep­ he fille serçenin evlenmesine benzer, sonunda serçe mut­ laka ezilir. Sosyalist işçileri ve sendikaları sosyalist siyasal k ad ­ ronun arkasına alabilm ekse, bu k adronun önce tutarlı bir beraberliğe ve bütünlüğe kavuşm asına aynı zam an­ da sosyalist strateji ve taktiği beraberce saptamasına bağ­ lıdır.

YARIN ÇOK GEÇ OLACAKTIR 14 Ağustos 1977 Sosyalist Intelligentsia’nın ‘tarihsel m isyonu’ nedir? Amma ukalaca söze başladım ha, gelgeldim sorunun böyle konm ası zorunlu: Eğer, özellikle son on - on beş 62

yılda ciddi ve büyük bir birikim sağlam ış olan sosyalist aydınların top u n a intelligentsia diyorsak, bunların ya­ şadığımız dönem de vazgeçilmez bir tarihsel m isyonla­ rı olduğunu da kabul edeceğiz. N e m idir bu misyon, el­ bet onu tartışacağız ya, önce bana öyle geliyor ki, işçi sınıfıyla öteki siyasal kadrolar arasındaki ilişkiyi ele al­ m am ız doğru olacak. Şüphesiz lafı uzatm adan, allam e­ liğe dökm eden, kısa kısa, çabuk ve derinlemesine! İşçi sınıfı, 5 0 ’den bu yana liberal burjuva siyasal kad­ ronun ardından gitmemiş değildir, hem ben size bir şey söyleyeyim mi, yadırgam ıyorum da bunu, yükselen sını­ fın burjuvazi olduğu bir toplum da, ilk sıralar, öteki to p ­ lumsal güçlerin, bu arada işçi sınıfının onun çekimine kapılması pekâlâ olasıdır, eh, T ü rk iy e ’de de değil mi ki tutuculaşm ış, İnönü toplum una dönüşm üş bir toplum ­ sal ortam da, üretim ilişkilerini değiştirecek güç olarak ticaret ve sanayi burjuvazisi beliriyordu, toplum sal sınıf olarak şekillendikçe işçi sınıfının da başlangıçta ona destek olm asından olağan bir şey yoktu, taa sınıfsal çe­ lişkinin bütün heybetiyle kendini duyum sattığı, p o tan ­ siyel olm aktan çıkıp ‘fiili’ olduğu ana kadar. Bu an ga­ liba 70 başlarına tesadüf ediyor, ya da 65/70 arasına! Artık işçi sınıfının toplum sal gelişmede söylenecek ‘kendi’ sözü vardır, daha doğrusu var olan bu söze sahip çıkacak endüstri proletaryası T ü rk iy e’de de etli kem ik­ li bir toplum sal gerçek haline gelmiştir, böyle olunca öz­ lemlerine en uygun çözüm leri öneren siyasal kadroyla bütünleşmesi kuşkusuz en akla yakın olasılıktır, bu kad­ ro hangi k ad ro diyeceksiniz, elbette sosyalist kadro! Gerçekte de 6 5 ’ten itibaren, TİP, işçi sınıfı arasında gü­ cünü ve etkisini göstermiş; öteki partilerin siyasal çeki­ mine kapılmış işçi oylarının, yavaş yavaş sosyalizme yö­ neldiği saptanm ıştır. 63

İşçi sınıfı için siyasal bilinç nasıl tanım lanır, hele bir düşünün, işçi hareketi ile sosyalizm in kaynaşm ası diye değil mi? Ancak sosyalizmdir ki işçi sınıfının istediği ana­ yasal düzen değişikliği sağlar, ancak sosyalizm dir ki sö­ m ürüyü kaldırır, ülke için tam bağımsızlığı ve özgürlü­ ğü gerçekleştirir. O zam an ‘tarihsel m isyon’ lafı nereden çıkıyor? Şuradan: T ürk işçi sınıfını, alavere dalavere K ürt M ehm et nöbete ayaklarına düşürüp, özlemlerini gerçek­ leştiremeyecek, daha doğrusu bu özlem leri um ursam a­ yan siyasal ekiplerin kıçına takm aya kalkışıyorlar. Kal­ kışıyorlar ne laf, kırk yıllık b ü ro k rat ve küçük burjuva partisi CHP ortanın solu postuna büründüğü andan iti­ baren kalkıştılar, sosyalist sol ufalana ufalana etkisini yi­ tirdiği için, artık bütünüyle işçileri CHP’niıı ‘itici gücü’ rolüne sokmaya, sosyalizmle irtibatlarını iyice koparm a­ ya hevesleniyorlar. İşte tam burada, sosyalist aydınlar, sosyalist siyasal kadro sesini yükseltmeyecek de kim yük­ seltecek? Üstelik, toplum sal ve siyasal koşullar, son derece elverişli, şöyle ki: Liberal burjuvazi olsun, gittikçe sos­ yal dem okrat kılığına bürünen bürokrasi olsun, içinde bulunduğum uz o rtam da ülkenin ve halkın en yararına olan siyasal çözüm leri, önerm ek şurada dursun, düşü­ nem iyor bile. AP de, CHP de, ana hatları ve temel nite­ likleriyle, em peryalist sistemin içinde ve düm en suyun­ da bir program a sahip ve talipler. H er iki siyasal k ad ­ ro evcilleştirilmiş, AP geçirdiği iktidar tecrübesiyle her ne kadar Washington’a karşı çıkıyor, bunda elbet iç di­ nam iğin (gelişmekte olan ve büyüm ek isteyen sanayi burjuvazisinin) etkisi görülüyorsa da, ancak sosyalist­ lerin önerebilecekleri kadar tam bağım sızlıkçı, özgür­ lükçü, ilerlemeci, em peryalizm e ve söm ürüye karşı bir 64

tavır alamıyor, tabiatı icabı bu tavrı bütünüyle hiçbir za­ m an da alam az. Kalıyor CHP, dem okratik sol hareketinin tabanda yü­ rüdüğü sıralar, sanm ıştım ki, Ecevit liderliğindeki k a d ­ ro evcilleşmeyecek, partiyi en azından İspanyol ya da Fransız Sosyalist Partisi çizgisinde d ürüst ve em perya­ lizme karşı bir parti niteliğine kavuşturacaktır. 1972’den sonra bunun hayal olduğu, tabandan gelen bu yöndeki isteklerin Ecevit ve ekibi tarafından şiddetle bastırıldı­ ğı anlaşıldı. CHP, bugün, ne işçi sınıfının istediği toplum ­ sal dönüşüm leri gerçek anlam da yapabilecek bir p a rti­ dir, ne de proletaryanın gelişmesi ve güçlenmesini sağ­ layacak sanayileşm eyi önerm ektedir. Tam bağım sızlık, em peryalizm e karşı olm ak gibi konulardaki tavrı ise, AP’den çok daha kötü ve işbirlikçi. Tam bu sırada, Sosyalist Intelligentsia’nın tarihsel misyonuna sahip çıkması, kendi içinde birleşerek, işçi sı­ nıfına onun özlem lerine en uygun bir siyasal program ı önermesi gerekm ez mi? Bunu yapm azsa, tarih karşısın­ da sorum lu olm az mı? İşte göz göre göre, işçi sınıfı bi­ lincinden uzaklaştırılıyor, yanlış bir doğrultuya saptırı­ lıyor.

SOSYALİST GÜÇBİRLİĞİ SİYASAL DÜZEYDE OLASIDIR 15 Ağustos 1977 Şimdi biri çıksa dese ki, arkadaş, sen ne konuşuyorsun, işçi sınıfı sosyalizmin itici gücüdür, Sosyalist intelligentsia ‘tarihsel misyonu’nu es geçmemeli, işçi sınıfına özlem65

lerine uygun öneriler ve çözümlerle yardım cı olmalıdır, âlâ, iyi am a o intelligentsia’nın ne türlü bölünm üş, ne türlü ikircikli, ne türlü alıngan olduğunu bilmez misin? Haklıdır. İster dış etkenlerle, ister iç etkenlerle olsun, gerçek şu ki, T ürkiye’de sosyalist sol hiç olmadığı kadar parçalanm ış, hiç olm adığı kadar birbirine düşm an edil­ miştir. Z aten dem edik mi, işçi sınıfını um utsuzluğa d ü ­ şüren nedenlerden biri de budur diye. Sadece siyasal par­ ti olarak ortaya çıkm ış örgütleri hesaba alırsak, T ü rk i­ ye İşçi Partisi var, Sosyalist Devrim Partisi var, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi var, Türkiye Vatan Partisi var, T ü r­ kiye Birlik Partisi var. Var diyorum ya, görece (nispi) var­ lıklar bunlar, dağınıklık militan kadrolarının gücünü de düşürüyor, entelektüel ve siyasal kadrolarının gücünü de: Dergilerini ne zorluklarla çıkardıklarını, çıkanları ne zor­ luklarla doldurduklarını bilirim. Üstelik iyi dağıtam az, iyi satam azlar. Yine sosyalist gururları yenilgilerini iti­ rafa engel olur, sanki yarın iktidara adaym ışlar gibi, ilk beş yıllık planın hangi yönde olacağı konusunda anlaşa­ maz, birbirlerine girerler. Peki bunlar mı, işçi sınıfına birleşik sosyalist bir öne­ riyle gelecek? Evet, onlar. Hem en işaret edeyim , birbirleriyle olan uyuşm azlık­ ları, bazı hallerde son derece vahim dir am a bu vaham et siyasal düzeydeki iş ve güçbirliklerini önlemez. Başka bir deyişle, bizdeki sosyalist parti ve akım ların aralarında çekiştikleri, tartıştıkları, uyuşam adıkları konular, siya­ sal düzeyde değil, ideolojik düzeydeki konulardır: Sov­ yet modeli mi iyi, Ç in modeli mi yararlı, Avrupa kom ü­ nizm inden T ü rk sosyalizm i bir şeyler kapabilir mi, öz­ yönetim mi daha elverişli bir sosyalist uygulam a yönte­ midir, yoksa merkezi planlam a mı vs? Bunların, günde­ lik siyasal sorunlarla ilişkisi, hemen görüleceği üzere, do­ 66

laylı. O ysa bizim sosyalist liderlerim iz ve partilerim iz, devrim den on yıl sonra gündem e gelebilecek sorunlar için ciddi ciddi birbirini suçlar, işi ihanet ithamına kadar vardırır, ayrı parti kurup çekilirler; bu, en azından, d ü ­ şünsel ve kuram sal düzeydeki sorunlarla, siyasal düzey­ deki sorunlar arasındaki ilişkileri, açıklıkla çözem em ek değil midir? Evet m alum , devrimci kuram olm azsa, devrimci uy­ gulam a da olm az. Am a kuram ın içinde yaşanan dö n e­ me ilişkin kısmını iyi bilmek, iyi tanım lam ak, siyasal dü­ zeyde eylem örgütlerken ideolojik ve kuramsal varsayım­ ları olduğundan daha büyük görm em ek zorunludur. İş böyle konursa, bence, m evcut sosyalist partilerim iz de, sosyalist dernek ve akımlarımız da, pekâlâ siyasal bir güçbirliğiniıt sosyalist esasları üzerinde anlaşabilirler. A n­ laşmalıdırlar. Bunu zorunlu kılan, bir kere hepsinin to p ­ lumsal çözümleme yöntem i olarak diyalektiğe ve bilim­ sel sosyalizme inanm ış olm aları ise, İkincisi T ürk siya­ sal yaşantısında sosyalistlerin dağınıklığından sosyal de­ m okratların yararlanm ası, işçi sınıfını kendi saflarına sü­ rüklem eye kalkışm asıdır. Yanlış mıyım? İki yıl kadar önce, Yeni Ortam'da yazmıştım, bizim sosyalist partilerimizi birleştiren şeyler, ayıran şeylerden çoktur diye. O zaman da bir güçbirliği zorunluluğun­ dan söz etmiştim, aldıran çıkmadı, CHP’nin zikzakları, beceriksizlikleri ortaya döküldükçe, SDP’den, TSİP’ten, Tİp’ten, V atan P artisi’nden sesler yükselir oldu: Sosya­ listler birleşmeli, sosyalist bir cephe kurulmalı, sosyalist şûra toplanmalı vs. ne kadar sevindiğimi anlatamam. Biz bu şûra düşüncesini bir iki yıldır Ilhami ve M üm taz (her ikisi de Soysal) ile konuşur konuşur, niye olmadığına, ni­ ye yapılamadığına şaşarız. Hepsi türlü mihnete uğramış, 67

haksız suçlamalarla hayatının en güzel yıllarım harcamış, söylediklerinin doğru olduğu günüm üzde apaçık o rta ­ ya çıkmış, eski emektar ve şanlı sosyalistlerimiz sosyalizm için bir araya gelip de, ortaklaşa bir eylem program ı, iş­ çi sınıfı için bir çözüm önerisi getiremezler mi? Getirebi­ lirler. Getirmediler. Getirmeleri şarttır. Anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçık, sanayileşmeci, söm ürüye karşı, b a­ rışçı, demokratik, özgürlükçü, işçi sınıfına ve yoksul köy­ lülüğe dayanan, en büyük çoğunluğa en büyük m utlu­ luğu sağlam ak için toplum sal dönüşüm ler öneren ger­ çek çözüm elbette sosyalistlerden gelir. Şu sıraladıkla­ rım bile, herkesin tartışm asız benimseyebileceği ne çok o rta k şeyin olduğunu gösterm iyor mu? Benden söyle­ mesi.

CHP VE AP’YE KARŞI TAKINILACAK TAVIR 16 Ağustos 1977 ... Neymiş, nasılmış, yok efendim yok, ideolojik saplan­ tılardan, ‘m odel’ etkilenm elerinden arındırırsak, T ürk sosyalistlerinin siyasal program ını içinde bulunduğumuz dönem in koşulları içinde iki ana ilkeye kadar indirge­ yebiliriz: D em okratikleşm ek, sanayileşm ek! Aslında bu iki şeyin birbiri içinde, birbirini tam am ­ lar süreçler olduğunu elbette bilenler bilir, bu süreçleri Batılı dem okrasilerde liberal dem okrat iktidarların ger­ çekleştirdiğini de! N e var ki T ü rk iy e’de bu işe hevesle­ nen sözüm ona liberal iktidarlar, belki faşizan İnönü diktasından sağı solu budanm ış eciş bücüş bir toplum devraldıkları için, belki hemen kucağına oturdukları em­ 68

peryalist sistem onlara, “Böylesi daha iyidir,” dediği için, belki de işlerine öylesi daha çok geldiği için, kalkınm a yani sanayileşme ile demokratikleşmeyi birbirinden ayır­ mışlar, çarpık bir kalkınm a m odeline uym aya çalıştık­ ları sırada, demokratikleşmeyi yaygın bir anti-kom ünist histeri ile basbayağı frenlemişlerdir. O zaman, demokratikleşme kala kala kimlere kalmış, (vah zavallı Türkiye) ülkeye en azından on beş yıl kan kusturm uş bir merkeziyetçi bürokrasi diktasının a rtık ­ ları olan İnönü takım ına! Sosyalistlerin bir kere bu n la­ rın gerçek bir demokratikleşmeyi isteyeceklerine geçmiş deneylerine dayanarak inanm am aları gerektir ya, insan­ lar da, tek başına dem okratikleşm enin, sözgelişi ülkede bir komünist partisinin kurulmasına izin vermenin, o par­ tiyi besleyecek, geliştirecek proletarya olm azsa, sanayi­ leşme program a alınm azsa hiçbir anlam a gelmeyeceği­ ni de kestirm eleri şarttır. O halde, sosyalistler arası bir giıçbirliğinin Türkiye’de varlığı bilinen iki büyük siyasal güce karşı tavrı kendi­ liğinden m eydana çıkıyor. Hatırlar mısınız? De Gaulle’den örnek vererek, dış iliş­ kilerinde em peryalist sistemle uyuşm azlığa düşm üş bir sağın; sosyalist sol tarafından sosyalist blok ve üçüncü dünya ile yeni ilişkiler kurmak yolunda özendirilmesi ge­ rektiğine işaret etmiştim. Türk soluna düşen de budur, AP ile, MSP ile ilişkilerde, bu partilerin em peryalist sisteme karşı ‘bağımsızlık’ eğilimleri desteklenmeli, sanayileşme­ yi (hele kamu sektörüyle yapılırsa) gerçekleştirmeleri için gösterecekleri çabalar yüreklendirilmelidir. Sanayileşme tam bağımsızlığı, em peryalist sisteme karşı özgürlüğü, proletaryanın nicel ve nitel olarak büyümesini, yani sos­ yalist birikim in artm asını getirecektir, sosyalist güçbirliğinin bunu desteklem emesi enayilik olur. 69

Buna karşılık, iktidardaki sağ sanayileşmeyi özel te­ şebbüsle gerçekleştirm ek eğilimleri gösterdiği her alan­ da sosyalist güçbirliğini karşısında bulacaktır. Yalnız on­ da mı? Sosyal adalete aykırı davrandığı zam an, m utlu azınlığa çalıştığı zam an, üm met kültürünü kapitalizm in kültürü sanmak gericiliğini yaptığı zaman, kısacası, Türk sağının çağdışı nitelikleri sözkonusu olduğu her an! Ba­ na sorarsanız, İnönü toplum unun donm uş bürokrat/eşraf ilişkilerini, ticaret ve sanayi burjuvazisini geliştire­ rek değiştirdiği için, aslında bu beğenmediğimiz sağ, so­ nunda şimdi savunduğu ümmetçi üstyapıyı da değiştire­ cek, bir çağdaş burjuva kültürüne ulaşacaktır ya, bu ulu­ sal bileşimin yapılması, bir kere emperyalist sistemin küt­ laştırıcı etkilerinden sıyrılmamıza, İkincisi dem okratik­ leşmenin gerçekleşm esine bağlıdır. İşte burada da, sosyalist güçbirliğine sağcı iktidara karşı savaşım verm e alanı açılıyor. H a tta belki de, sos­ yalist güçbirliğinin liberal burjuva ulusal sağa karşı asıl m ücadele alanı dem okratikleşm e alanıdır. CHP’ye gelince, durum tersine dönecek! Bildiğiniz gi­ bi bunların iyi kötü bir demokratikleşme programları var da, sanayileşmeyi es geçiyor, D ünya B ankası’nın ‘kırsal kalkınma’ modeline yatıyorlar. Buysa, hemen dış ilişki­ lerde T ürkiye’nin tam bağımsızlığı, bunun için de sana­ yileşmesi konusunda olacaktır. İşte koskoca bir seçim kampanyası yaşadık, ne Ecevit, ne öteki CHP sözcüleri, bu kampanyada NATo’ya karşı tek satır laf edebildiler, ne de A m erika’yı eleştirebildiler. Şimdi soruyla gitseniz, yine kaytarırlar. Sanayileşme konusunda belirli bir prog­ ramları olmadığını ise dünya âlem biliyor. O zaman CHP’ye bu alanda savaşım verilecektir. Nedeni de belli, ‘sisteme’ bağlı'bir CHP iktidarının T ür­ kiye’ye getireceği dem okratikleşm e, T an zim at’ın Os70

manii toplumuna getirdiği demokratikleşmeden farklı değildir ki: Özgürlük yasal düzeyde çoğalacak, ama dı­ şa bağımlılık ekonomik ve siyasal düzeyde artacak. Bu­ nu bir sosyalistin kabul etmesi olasılığı var mıdır? O hal­ de, CHP ile sosyalist güçbirliği, demokratikleşmenin tam bağımsızlıkla, yani sanayileşmeyle atbaşı gitmesi soru­ nunda kapışacaklardır. Demokratikleşme konusunda çe­ lişmeyebilirler. Ama bana sorarsanız, ideal çözümün, CHP’nin ‘ılımlı, uysal ve ilerici’ geçinen yöneticileri ba­ şından sepetleyerek, tabandaki gerçek toplumcu eği­ limlerini yönetimine aktarmasıyla gerçekleşeceğine ina­ nırım. Yönetim kadroları anti-emperyalist, ulusal sana­ yileşmeye ve teknolojiye gönül vermiş, özgürlükçü sol bir CHP, o haliyle, sosyalist güçbirliğinin demokratikleş­ me alanında doğal müttefiki haline gelebilir. Sosyalist so­ lun işçi sınıfını elinde tutması, CHP’ye karşı siyasal ve ide­ olojik bağımsızlığını koruması şartıyla!

SENDİKACILIK NEDEN YOZLAŞIR? 1 H aziran 1978 Solculukta, işçi sınıfına toz kondurulm az. Bizimki gibi, daha hâlâ kapitalizm e geçiş dönem ini yaşayan toplum lardaki, hiç de türdeş olm ayan, yarısı lüm pen işçi sınıf­ larına bile! İşçi sınıfı dendi mi, şapkanı çıkaracaksın. N i­ ye? Tarihsel olarak toplum u kapitalizm den sosyalizme dönüştürm enin itici gücü odur da, ondan. Hal böyle olunca, hanidir sosyal dem okrat geçinen, işçi konfede­ rasyonlarını ardına alabilm ek için türlü fırıldak çeviren CHP’nin, birden toplu sözleşmelerde işçilerin karşısına 71

çıkar görünm esi, büsbütün ters! Tepkinin hayli sert, oldukça etkili olm ası da bundan doğm uyor mu? Ben bizim sendikacılığım ızın pek de geçerli olduğu­ nu sanmıyorum. Doğuşu hastalıklı ve m uhataralı olm uş­ tur. 4 0 ’larda başından geçenleri birkaç kere anlattığım ­ dan tekrar dönmeyeceğim, am a iki nedenden Türk sen­ dikacılarının işçi sınıfına hizm et etmeyi ona ücret a rtı­ şı sağlam aktan ibaret saymasını olağan bulduğum u söy­ leyeceğim. Ne m idir o iki neden, birisi birazcık kuram ­ sal, İkincisi daha çok kılgısal (pratik) ve yöresel. Hadi bir bakalım . Benim Hangi So/’dan aktaracağım şu sa­ tırları dikkatle okur m usunuz lütfen: Önce İtalyan kuram cılarının üstünde durdukla­ rı, giderek Serge M allct ve Andre G orz’un inceleyip da­ ha da geliştirdikleri bir başka görüş, bu iddiayı (işçi sı­ nıfı eyleminin yetersizliği ve yön değiştirmesi) tarihsel bir gelişim süreci içinde alıyor.” “ Bakın nasıl! İşçi sınıfının başlangıçtaki eylemleri doğrudan siyasal eylemlerdir. Öyle ya, hatırlayın anarcho-sendicalism e dönem inin hızlı sendikacılarını; ne is­ tiyorlardı onlar, üretim i ellerine geçirmek, üretim üze­ rinde sendikaların denetim ini kurm ak değil mi? Üstelik istekleri doğrudan üretim araçlarına, işyerine yönelik­ ti bunların, varsa yoksa, üretimdi ilgilendikleri. Oysa ka­ pitalizm in bolluk toplum una, tüketim toplum una doğ­ ru gelişmesi, işçi sınıfının isteklerini de üretim den çevi­ rip tüketime doğru yöneltti, işyerinden çevirdi, oturduk­ ları semtlere, yaşadıkları gündelik h ayata a k ta rd ı.” “ Bu da besbelli şöyle oluyor: Sendikalar artık üretim üzerinde denetim savaşı verm iyorlar, kendilerinin ve ailelerinin yaşam a düzeylerini yükseltebilmek için, tüke­ tim olanaklarını artırm a savaşı veriyorlar, buysa sendi­ kacılığı bütünüyle ana am acından k a y d ırıy o r...” 72

“Aynı satırları galiba şöyle özetlemek de mümkün: Kapitalist düzeni sürdürmek isteyenler, sendikacılığın bu yöne sürüklenmesinde yarar görüyorlar, bir bakıma iş­ çileri terfii müemmen maaşa bağlıyorsun, düzeni kurta­ rıyorsun! Türk sendikacılığı öyle uzun boylu anarcho-sendicalisme dönem filan yaşamamıştır, şimdi orta­ larda dolaşan sendikacılar gözlerini açtıkları günden be­ ri ücret sendikacılığı yapıyorlar, onun için aralıksız zam istemelerini yadırgamak yanlış.” Gelelim ikinci ve kılgısal (pratik) nedene! Türk toplum u, kapitalizme geçiş sürecinde em perya­ list sisteme tutsak düştüğünden, ne burjuvazisi burjuva­ zi gibi davranabilm ektedir, ne işçi sınıfı işçi sınıfı gibi. Bu bakım dan da, sendikacıların davranışı anlayışlarıy­ la tutarlı. Nasıl mı, anlatayım kardeşim . İşadam ları bildirisinde bile, bizim burjuvazim iz, d ö ­ viz darboğazını aşm asını devletten istemiyor m uydu? Adama gülerler. Bilirsiniz, özel sektörün bir adı da şah­ si teşebbüs/bireysel girişimdir, yani işadamı işini serbest­ çe kendisi kuracak, kendisi geliştirecek, devlet ona göl­ ge etmeyecek. Ama bizim işadam larım ızı bildiğiniz gi­ bi devlet yarattı, bu yüzden m übarekler, m allarını dışa­ rı satıp dövizlerini kendileri bulacaklarına, onu da dev­ letten istemeye utanm azlar. Şahsi teşebbüs diye cart cart atıyorlardı ya, hadi gösterseler ya teşebbüs yetenek­ lerini! Gösteremezler. O nların gücü bol bol televizyon reklamı yapıp, toplum u savurganlığa özendirm eye ye­ ter. İşte işçi sınıfının dram ı da bu özenmede saklı zaten. Bana, bir işyerindeki uzlaşmazlık nedeninin, sendika­ ca istenen üç ayda bir bornoz isteğini, işverenin karşı­ lam ak istem esinden doğduğunu söylediler. Üç ayda bir bornoz, evet! Ç ocukları için ayakkabı isteyip, fiyatının şu kadar liradan aşağı olmamasını şart koyanlar varmış. 73

Olur, hiç şaşma. Gelişmekte olan bir toplum , böyle dan­ galakça tüketim hırsına sürüklenir, b u n d a da burjuva­ zi başı çekerse, yükselen sınıf o olduğu, henüz onun de­ ğerler sistemi toplum a egemen bulunduğu için işçi sını­ fının aydedeyi istemediğine şükretmeli. Kaldı ki, yeni olu­ şan burjuvazim izde de, proletaryam ızda da, feodal kır­ sal toplum dan, kasaba ve köyden kalm ış öyle bir üstya­ pı var ki, görgüsüzlüğü, başka bir deyimle tüketim gös­ terisini m utluluk sanıyor. Bunlar da işin bir başka yanı.

İŞÇİNİN NAFAKASINI KISIP AĞAYI KOLLAMAK BU... 2 H aziran 1978 Peki kabul, işçi sınıfımız bir kapitalizme geçiş toplumundaki bilinçli işçi sınıfı gibi davranm ıyor da, burjuvazi­ nin yarattığı tüketim toplum u efsanesine kendisini k ap ­ tırmış, daha çok sınıf değiştirme am acına yönelik bir iş­ çi sınıfı gibi davranıyor; peki, bu, Ecevit’in o dedikleri­ ni haklı çıkarır mı; başka türlü söylersem, memleket bun­ ca darlık içindeyken, işçilerin yüksek ücret isteklerinde bulunm ası aklın alam ayacağı bir şey midir? Bu soruya önce kolay, biraz da dem agojik bir cevap verebiliriz: Uluslararası istatistikler Türkiye’yi pahalılık hızında birinci gösterir, sadece son üç ay içinde bizzat hü­ küm etin önayak olduğu zam lar ve yaptığı devalüasyon lirayı lira olm aktan çıkarırken, sendikaların üyelerine sürdürdükleri yaşam a koşullarını sağlam ak için başvu­ rabilecekleri hangi çare vardır ki? A dam lar 1 M ayıs mi­ 74

tingi yapsa adı ihtilâl provası oluyor, greve başvursa boz­ gunculuk; Allah m uhafaza, yanılıp yakılıp ağzına sınıf savaşımı sözünü alacak olsa, handiyse topunu kom ita­ cı sayıyoruz; bu durum da, önlerinde açık bıraktığım ız tek kapı ücret artırm a isteği değil midir? Eh, onlar da bu­ nu yapıyorlar işte. N e kızıyorsunuz beyim? Kaldı ki, kendini demokratik solcu sayan bir iktida­ rın, memleket ekonomisini düzeltmeye kalkışınca ilk ya­ pacağı şey, iMF’nin önerilerine uyarak köylülerin taban fiyatlarıyla işçilerin ücretlerini kısmak mı olmalıdır? Yoksa onları hiç değilse kabul edilebilir bir düzeyde yükseltip, burjuvazinin yıllardır sürdürdüğü yağma sofrasını bir düzene koymak mı? N e hikmetse CHP bir tarafı çok ılımlı önlemlerle idare edip (yine de çığlıklar atıyorlar ya o ayrı bahis!) beri tarafın üstüne gidiyor. Nedenmiş o, işçiler de bu ülkenin evlatları oldukları­ na göre, çektiğimiz sıkıntılara onların da katılmaları ge­ rekirmiş! A m enna, am a acaba herkes katılıyor mu? Biliyorsunuz, T oprak ve T arım R eform u Yasası gü­ rültüye geldi, zam anında yenisini çıkaram adılar, eskisi­ nin geçerlik süresi bitmişti. Anayasa M ahkem esi’nin ip­ tali tam bir iptal oldu çıktı. Geçen gün, bu işe bakan Dev­ let Bakanı Akova yenisini hazırladıklarını açıklıyor, ku­ lak kesiliyoruz, eh daha ‘reform cu’ bir iktidarca hazır­ lanıyor ya, bakalım ne gibi değişiklikler göreceğiz? Bo­ şuna zahmet! Değişiklik yapılm asına yapıyorlar am a, doğrusu topraksız köylü lehine olm aktan çok, toprak ağası lehine! Nasıl inanmaz mısınız, buyurun konuşalım. Bir kere kamulaştırmanın maliyetini yükseltiyorlar, çünkü vergi değeri yerine rayiç bedelle kamulaştırma il­ kesini getiriyorlar, ağaların dediği olacak, herif malım şu kadar eder dedi mi, tamam, devlet paraları sökülecek. 75

Bu dediğim de laf olsun diye söylenmedi ha, eksiden pe­ şin ödeme 60 bin liraymış, şimdi 250 bin lira oluyor, es­ kiden 19 taksitte ödenirmiş, şimdi 12 taksitte bitirilecek. Oh oh, ne âlâ memleket! Türkiye ekonom ik sıkıntı için­ dedir, hepimiz bu sıkıntıyı ortaklaşa paylaşalım değil mi? İşte böyle olur ortaklaşa paylaşm a! D ahası var, bir de m adde eklemişler, efendim devir ve tem lik yasağı süre­ sinde mal sahibi isterse toprağını m üsteşarlığa o alm az­ sa topraksız ve az topraklı çiftçilere satabilirm iş, h ari­ ka mı, evet harika, böylelikle muvazaa yolu açılıyor, he­ rif şıh, çağırıp adam larından biriyle bir uyduruk satış mukavelesi yapam az mı, arazisini reform dan kurtardı gitti. Bunlar hep fedakârlık, darlığı ortaklaşa paylaşmak! Hele şu yeni m addeye bayılacaksınız: Eğer ağalar, ö n ­ ceki kam ulaştırm alarda topraklarına gereken bedelin ve­ rilm ediği k anısındaysa, m ahkem eye b aşv u ru p daha yüksek kam ulaştırm a bedeli isteyebilecek! Nasıl, bu ka­ darına pes mi? Şimdi eğri o tu ru p doğru konuşalım . Ecevit ağzıyla kuş tutsa, işçilere karşı tavrının içten­ liğine kimseyi inandıram az. Evet işçilerimiz yeterince bi­ linçli değildir, sendikacılarımız da oportünist, tamam ama, onların isteklerine ekonomimiz sıkıntıda bunları istemek ayıptır diyen bir iktidarın, üstelik adı bir de ile­ riciye çıkmış iken toprak reformu tasarısında açık açık toprak ağalarını desteklemesi, bir anlamda işçilerden kıs­ tığını toprak ağalarının cebine aktarmaya kalkışması de­ ğil de nedir? Buna cevap isterim, hem de öyle fazla Ça­ ğatayca olmayan, bildiğimiz Türkçe bir cevap! Kardeşim sen memleket darboğazdan geçiyor diyor musun demiyor musun? Bu yüzden üretici küçük köy­ lüye düşük taban fiyatı, işçiye toplu sözleşme kısıtlama­ sı önerdin mi önermedin mi? Tamam, kabul. Biz mem­ 76

leketimizi severiz, onun için ölmeyi göze almışız da üç beş kuruş eksik almayı mı göze alamayacağız. Yalnız, bu iş ortaklaşa ve eşit olmalı. Her zaman yapıldığı gibi ala­ vere dalavere Kürt Memed nöbete yöntemiyle değil! Sen toprak ağalarına ödenmiş kamulaştırma bedellerini bi­ le yeter bulma, fazlasını ödeme yolunun kapısını aç, son­ ra da kalk işçilerin toplu sözleşme istekleri ile devleti ba­ tıracaklarını söyle, bu darlığın yükünü paylaşma olmaz, iş çevrelerine yaranma, burjuvazinin ekmeğine yağ sür­ me olur. Başından beri CHP’nin solcu m olcu olm adığını söy­ ler dururum , bundan âlâ kanıt bulunur mu?

‘FEODAL’ KAFADAN KURTULMADIKÇA... 15 Tem muz 1979 Çalıştığınız yerde hiç grev oldu mu? Olduysa, anlatacak­ larımı zaten yaşamışsınızdır: Daha toplu sözleşme görüş­ meleri başlayınca, işyerini de, işçileri de bir sıtm adır tu ­ tar. H akları yok m u, elbette var, var am a bu sıtma gizli düşmanlıkların, başı kıçı belirsiz dedikoduların, olmadık söylentilerin yardımıyla öyle bir şiddete ulaşır ki, ipin ucu kaçar: Ne doğru dürüst bir çalışma planı yapabilirsin, ne üretimi denetleyebilirsin, ne de randım an diye bir şey ka­ lır. Var mı yok mu, toplu sözleşme lafı, ya da grev. Bir tür­ lü sendikalı işçiler, işi sendikanın görevlileriyle işverenin görevlileri arasında bir m üzakere olarak alam azlar? İş­ veren takım ı farklı mı, yooo, onlar da üç aşağı beş yu­ karı aynı şey: El altından adam ayartmaya çalışmalar, pos­ ta koym alar vs. Kısacası, toplu sözleşme pazarlığı o h a­ 77

le gelir ki, grev ilan edilm eden işyerinde bir iş bırakm a havası oluşur, kimse doğru dürüst işe elini sürmez, süre­ ne de iyi gözle bakılmaz. Grev tabii ayrı bir âlem. Sizi bil­ mem ama, ben dünyanın başka yerinde bizde olduğu gi­ bi davullu-zurnalı grev yapıldığını bilm iyorum. Kim ka­ rar vermiştir, neden k a ra r vermiştir, bilemem. D aha ilk gün öyle bir ortam yaratılır ki, en soğukkanlı gözlemci bile, işçiyle işveren arasında handiyse elle tutulabilecek bir gerilimin doğduğunu saptar. Grev sonrasında, yeni­ den işe başlanınca, işverenin bir türlü kendine gelemedi­ ği, iş disiplininin ve çalışma ritminin bir türlü kurulam a­ dığı da, bilinen şeylerden. Peki, kim örgütlüyor bu grev­ leri? İşi bırakm adan bile bir sürü iş saatinin kaybına yolaçtığına göre, kom ünistin dom uzu sendikalar mı? Ne münasebet. Bizim sendikalarımızın çoğu, öyle kom ünist m om ünist değildirler, kimisi ‘A tatü rk çü d ü r’, kimisi di­ ni bütün M üslüm andır, kimisi de ‘M illiyetçi’. Peki siz hiç kom ünist bir sendikanın büyük bir işye­ rinde gerçekleştirdiği grevi gördünüz mü? Ben gördüm . Ünlü Fransız cgt K onfederasyonum a bağlı (kom ünist­ tir) bir büyük sendika koskoca bir fabrikada işi durdur­ du. Ama nasıl? Grevin başlayacağı dakikaya kadar, iş­ yerinde ne bir dedikodu, ne bir gevşeme, ne bir fiskos. Sanki hiçbir şey yok, olağan işlerini, her zam anki disip­ linle sürdürüyorlar. Saati gelince, iş bırakıldı. Sessiz, efendi gibi, iş tulum ları değiştirildi. Grev gözcüleri kal­ dılar, öbürleri dağılıp gittiler. Sendika toplantısı da, ge­ reksiz bir gerilime ve gerginliğe neden olm am ak için, bir hafta sonra mı ne yapıldı? Şunu da unutm adan ekleye­ lim ki, grev süresinde, m akinelerin bakım ı hiç aksatılmayacaktır, uyuşm azlık çözüm lenip de işbaşı yapılaca­ ğı anda her şey bırakıldığı andaki gibi sessiz, sakin, di­ siplinli ve m ükem m el olacaktır. Şu işe bakın şimdi, biz78

deki sendika kom ünist değil, am a iş saatlerinin harcan­ m asına da, işverenle birlikte ülkenin zarar etmesine de tınmıyor, nispet verir gibi grev başlatıyor, bu yüzden de türlü husum etler doğup büyüyor, oysa keferenin sendi­ kası komünist, buna rağmen iş saatinin gerekli randım an­ la geçmesi için grev anm a kadar d ik k at ediyor, grevini de son derece disiplinle başlatıp, duygusal gösterilerden kaçınıyor. D aha da berbatı olam az mı? O lur: Azgelişmiş (hat­ ta gelişmiş) bir sosyalist ülkede feodal veriler içersinde yaşamak. Hani sosyalist kuram ın çok esaslı bir sözü var­ dır ya, der ki: Altyapıda gerçekleşen değişiklikler üstya­ pıya kolay kolay yansımayabilir, sosyalist bir ekonom ik altyapının insanı, daha bir süre kapitalist m antalite gös­ terebilir. D oğru. A rkadaşın biri R usya’da dolaştı geldi, anlatıyor: A zerbaycan’da, genel yerlerde (kahve, gazi­ no vs.) göze çarpan müşterilerin büyük çoğunluğu erkek imiş. Kadın yok m u, var elbet, var am a bunlar Rus, asıl Azeri kadınlarını görem iyorsun pek. A rkadaş nedenini kurcalayınca ne buluyor? Tahm in ettiğiniz: Azeriler di­ ni bütün M üslüm anlar olarak, devrim den şu kadar yıl sonra bile avratları pek sokağa çıkarm aya yandaş değil­ ler. Al sana sosyalist toplum da üm m et kafası, feodal ka­ fa. İnsanın inanacağı gelmiyor, fak at doğru. Daha önce Ö zbekistan’a gitmiş bir başka arkadaş an­ latmıştı. O rada, ondan Özbekçeye çevrilecek tür rom an­ ları isteyen yetkililer, ‘pek açık saçık olm am ası, terbiye­ li olm ası’ konusunda ısrar etmişler. Yine aynı kafa. Var­ san baksan, A zerbaycan da, Ö zbekistan da, altyapısal ekonom ik sorunlarının çoğunu çözümlemişlerdir, gelge­ ldim üstyapısal kalıntılar öyle kolay kolay gitmiyor. Ya da, eğer bir toplum olağan gelişmesiyle üretim aşam a­ larını yaşam az da sıçram alar yaparsa ciddi bir üstyapı79

sal değerler kargaşalığına uğrayabilir. Ben, ülkem izde­ ki gevşekliğin, nemelazımcılığın, “ Y arabbena, hep ba­ n a ” kafasının, biraz da bundan ileri geldiğini düşünü­ rüm. Ümmet ahlakı gitmiş, yerine ulus ahlakı kurulam a­ mıştır. Ahlak denetimi olm adı mı, duygular ortalığı ba­ şıboş buluyor, olanca çirkinliğiyle at koşturuyor. O nun için de, ne çalışm am ız çalışm aya benziyor, ne grevimiz greve, ne de sosyalistliğimiz doğru d ü rü st sosyalistliğe. D em okrasim izden hiç kapak kaldırm ayalım ...

İŞÇİSİZ OLMAZ! 21 Şubat 1984 Biraz eskiye uzanm ak mı? Ülkemizde, adı belli ilk Sosyal Demokrat Fırkası, 23 Kânunevvel 1334’te G alata’daki Mader H an’da kurul­ m uştur. K urucuları Dr. Haşan Rıza ve Em lâk Bankası M üdir-i Umumisi Cemil Arif beylerdi. Dr. Tunaya’nın verdiği bilgiye göre, bu p a rti... Teşkilâta ve husu­ si bir neşir organına sahip olamamış, bütçesi çok zayıf kalmıştır. 1920 feshinden sonra metruk kalıyor ve da­ ğılıyor.” ‘Tek parti devri’ sona erince, (1946) yine Ce­ mil (Arif) Alpay’ın liderliğinde m eydana çıkıyorsa da, aynı hazin gkıbetten kurtulamıyor: “Zaten gayr-ı faal bu­ lunan partinin lideri öldüğü için, kurucu sayısı üçten aşa­ ğı düşmüş ve parti infisah etmiştir”. Şu işe bakın, şimdi milletin paylaşam adığı ‘sosyal dem okratlığın’ bizdeki başlangıcı, hiç de um ut verici değil! G ünün birinde İsmet Paşa, kırk yıllık CHP’nin ‘orta­ nın solunda’ olduğunu keşfetmeseydi, o parlak dönemi 80

yaşar mıydı dersiniz? 1940’larda CHP, ‘seçkin’ aydınla­ rın kültürel devrimciliğine dayanan, merkeziyetçi bürok­ rat bir örgüt haline gelmişti. Vallahi bilmem am a, bana sorarsanız, ‘ortanın solunda’ iken de, ‘dem okratik sol’da iken de, hep öyle kaldı: Küçük burjuva kökenli aydın­ ların yönettiği bir intelligentsia partisi! Bilmem kaç p ar­ çaya bölünmesi de, bilinmez kaç hizip çıkarması da, ge­ leneksel sosyal dem okrat partilerin kalın işçi tabanına, hiçbir vakit sahip olam ayışındandır sanırım. M alum ya, İngiltere’de Labour Party, Almanya’da Sosyal Dem ok­ rat Partisi, Fransa’da Sosyalist Parti, işçilere, işçilerin çı­ karları düşünülerek kurulm uş sendikal partilerdir ki, ö r­ güte aydınlar katılsa da ağırlık işçi kesim inde kalır. Solda at oynatan bir partide, o ki işçi ağırlığı yok; eti­ ket, küçük burjuva kökenli aydınların eline geçiyor; on­ lar sosyal dem okrat, sosyalist, hatta kom ünist term ino­ lojiyi kullansalar da; işi sonunda, seçkin aydınların ağır bastığı, bürokrasi diktalarına dönüştürüyorlar; ya da am ipler gibi bolüne bolüne, siyaset sahnesinde ufalanıp gidiyorlar. Ö rnek mi? Ö rnekten bol ne var. Bolşeviklik, Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin, küçük burjuva aydınlarının elinde, b ü rokrat merkeziyetçiliği­ ne yozlaşmasıdır. Bunu ben söylemiyorum, daha o zaman (1920’ler mi?) ‘İşçi M uhalefeti’ söylem işti, bu arada Aleksandra Kollantai! 1934’te ‘Solcu Komünistler’, der­ gileri Raetekorrespondenz’de diyorlardı ki, “Rusya’da gerçekleştirilen sosyalizm değildir, küçük burjuva aydın­ ları kurdukları jacobin bir örgütle, işçi ve köylüleri çar­ lığa karşı kullanarak, iktidarı ele geçirmişlerdir; Rusya’da­ ki ‘proletarya diktası’, aslında bürokrasinin proletarya üzerindeki diktasından başka bir şey sayılamaz.” İşin tuhafı, N aziler de benzer bir term inoloji kullan­ 81

mışlardır, faşistler de! H itler’in partisi, Nasyonal Sosya­ list İşçi Partisi idi, evet hem sosyalist hem işçi; oysa ö r­ güte küçük burjuva aydınlarıyla büyük sanayi tekelleri egemen idiler. Mussolini’ye gelince, eski ve ateşli bir İtal­ yan sosyalisti olduğunu kim bilmez? Sosyalist lider Pietro N enni’nin anılarında, ‘sosyalistlikten’, birlikte ha­ piste yattıklarını okumuşumdur. Mussolini de, Fascio’sun­ da, küçük burjuva aydınlarını, kilit noktalara getiriyor. Sonuç, her iki ülkede, dünyanın benzerine nadir rastla­ yacağı birer m erkeziyetçi bürokrasi diktasıdır. Neyse ki her zam an böyle olmuyor! İşçi hareketinin henüz siyasal bilince ulaşam adığı ülkelerde, küçük bur­ juva aydınları sosyal dem okratlığa soyundular mı, ta ­ mam : Birbirlerini kadem e kadem e, cahillikten hainliğe kadar suçlam alarla küçük düşürüp, sonunda sosyal de­ m okratlığı hem sevimsiz, hem etkisiz bir hale getiriyor­ lar (aynı şey, sosyalistler için de geçerlidir). İşçi desteği olmadığından, iktidar olmak ve kalmak olasılığı zayıf da ondan mı, orasını siz araştırın. Yalnız ülkem izde Meşrutiyet’te ve M ütareke’de durum bu! 1946 sonrasında böyle olm uştu, 1960’larda ve 1970’lerde de böyle oldu. K orkarım , işçiler sosyal dem okratlığa ağırlıklarını koyuncaya kadar da, böyle olacak!

İŞÇİLER DERSENİZ... 10 Eylül 1985 Sendikacılığımız, öm ür! Baksanıza, işçilerin içine düştüğü acıklı durum u, kimler dile getiriyor: Odalar Birliği Başkanı Faralyalı de­ 82

miş ki, işçi ve m em ur ücretlerinde yeni bir düzen­ lemeye gidilmesi gerekir, bu yeni düzenlem elerin yapıl­ ması, m utlaka, enflasyon üzerinde bir iki puanlık a rtı­ şa yol açacaktır; ancak bu olacak diye, daha boyutlu, sosyal p a tla m a la ra yol açacak gelişm eleri d ik k atten uzak tutarak, bu düzenlem eden de vazgeçemeyiz.” K o­ nuşan yalnız o mu? Hayır! Öte yandan TİSK Genel Baş­ kanı N arin, T ü rk iy e ’nin gelir dağılımı tablosunda, nüfusta en düşük paya sahip olan sermaye ve serbest mes­ lek sahiplerinin, milli gelirden en büyük payı aldıkları açıkça görülm ektedir. Ü cretliler ile küçük üreticilerin, toplam nüfus içindeki payları, gelirden aldıkları payla­ rın çok üstündedir. Buna karşılık, nüfusun yalnız yüzde 10,7’sini oluşturan serbest meslek sahiplerinin, gelirler­ den aldıkları pay, yüzde 36,2 ile nüfus paylarının üç ka­ tından ço ktur,” diyor. Doğru söze ne denir? H üzünlü olan, epeyce bir za­ m andır süregelen işçi aleyhtarı bir tutum a ve uygulam a­ ya karşı; işçi k uruluşlarından çok, işveren kuruluşları­ nın seslerini yükseltm iş olm aları! H adi haksızlık etm e­ yelim, zam an zam an, en büyük işçi kuruluşum uz olan Türk-İş’ten de, bunlara benzer yakınmalar duymuyor de­ ğiliz; değiliz am a, nedense, T ü rk -İş’in karşı çıkm aları, yakınm aları; k o rk an çocukların karanlıkta ıslık çalm a­ larına ya da öksürm elerine benziyor; İşçi-işveren k o n u ­ larıyla ilgilenen herkes de bilir ki, işçi haklarının savu­ nulması dendi mi T ü rk -İş’in, öyle pek ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. N eden mi? Bakın, neden... Sınıf esası üzerine cemiyet kurm a serbestisi 1946’da kabul edilince, ortalığı ‘sosyalist’ eğilimli sendikalar kap­ lamıştı. Zam anın iktidarı, telaşa kapılarak -kaşla göz ara­ sın d a- bunların hepsini kapattı; yerlerine, ‘resmi m ahi­ 83

yette’, birtakım ‘işçi dernekleri’ kurdu ki, bu dernekler ‘iktidarın yan kuruluşları’, ya da ‘devlet bürokrasisinin resmi uzantıları’ halinde çalışıyorlardı. T ürk-Iş, onu oluşturan sendikaların çoğunluğu, işte bu derneklerin te­ melleri üzerinde kurulm uştur, onların bütün ‘evcillik’ ni­ teliklerini içeriyor. Aksini kim söyleyebilir ki? Esasen, ayıptır söylemesi, sendikacılığım ız uzun sü­ re kullandığı işçi haklarının birçoğunu, bileği hakkına kazanmamıştır. Bu haklar ona, ‘yukardan aşağıya’ çıka­ rılan yasalarla ‘ihsan edildi’; onun içindir ki, ne Türk-Iş’te yasaların çizdiği çerçeve dahilinde işçi hakları için m ü­ cadele alışkanlığı var, ne de öteki işçi kuruluşlarım ızda! En sert geçinenlerin bile ne kadar ‘m ülayim oldukları­ nı’ son yılların olaylarını yaşarken hepimiz gördük. D a­ hası, ülkemizin gelişme koşulları da, sendikaların (genel­ likle işçilerin), gelişmiş ülkelerdeki benzerlerinden, fark­ lı davranışlar gösterm elerinde, önemli rol oynuyor. Son söylediklerimi, galiba, biraz açmalıyım: Klasik ge­ lişme şem asında, şehirleşme ile sanayileşm e atbaşı yü­ rür; bu da kırsaldan kente yığılan nüfus kalabalığının ‘işçileşme’ sürecini kolaylaştırır. T ü rk iy e’de sanayileşme, şehirleşme ile aynı hıza hiçbir zam an kavuşam am ış (ya da kavuşturulm am ış); bu sebepten de, kırsaldan kente nüfus yığılması ‘gecekondulaşm a’ biçimine dönüşm üş­ tür: Yani, ‘lüm penleşm e’. Bu, fikrim ce, iki anlam a ge­ liyor: Birincisi, işçileşebilenlerin dahi, kırsal/feodal ni­ teliklerinden henüz kurtulamamış olmaları; İkincisi (bur­ juvazi henüz tam oluşam adığı için), işçileşemeyenler açısından, her zam an ‘sınıf atlam a’ im kânlarının var ol­ ması! Nitekim , gerek gecekondu ‘lüm penleri’ arasında, gerekse Alm anya’daki ‘işçiler’ arasında yapılan tüm an ­ ketler; bunlarda ‘köşeyi dönm e’ eğiliminin, çok yüksek olduğunu gösterm iştir. Yani, işçi hakları için mücadele 84

etmektense, ‘burjuvalaşmayı’ tercih ediyorlar. Büyük işadam larım ız arasında, ‘yakın m azide’ onların durum un­ da olanların bulunm ası, doğrusu tercihlerini güçlendirmektedir. O zam an gel de sen bu ‘tab a n d a n ’, klasik iş­ çi hakları mücadelesi için, hayır um! U m utların çokluk boşa çıkar. Öyle olm uyor mu? Peki, Faralyalı ile N arin bunu bilmezler mi? Bilmez olur mu? Bir tarihte işverenlerin ‘fazla aleyhine’ işçile­ rin ‘fazla lehine’ buldukları iş hukukunun değiştirilm e­ sini isterken de; daha sonra, bu yasalar değiştirilirken de; ‘sosyal patlam aların’ hiç sözünü etmişler miydi? Yooo! Öyleyse şimdi niye ediyorlar? Sakın bu, Ö zal ik ti­ darının, eski işadam ları oligarşisini altüst edecek gibi görünen, a la tu rk a liberalliğe, bir ‘m uhalefet’ gösterisi olm asın? O lm asına olur ya, eskilerin dediği gibi, ‘o bahs-i diğer’.

İŞÇİLERİMİZ BİR ÂLEM 13 Eylül 1987 Beni nasıl çarpm ış olmalı ki, o haberi Milliyet'ten kes­ miş, bir kenara ayırmışım: “İşçiler iki uca gidiyor: C a­ miye ve m eyhaneye!” Trak! O n altı yaşında çocuk bir siyasi olarak eski İz­ mir Hapishanesi’ndeyim, (1941 M a rt’ı mı?); 2. Ferâne’de kutv neslinden ‘T ornacı’ Ö m er, gözlerinde pırıltılar, C em şid’le bana, ‘amele sınıfının tarihi m isyonu’nu a n ­ latıyor; ‘sanayileşm enin, sanayileşm edeki insafsız istis­ m arın sonucunda, dünya işçileri el ele verip, sosyalizm­ 85

le özdeşleşecek; dünyanın kaderini değiştirecekmiş!’ D u­ daklarımızda, sık sık, Nâzım ’ın ünlü şiirlerinden, yarı/slogan m ısralar; “Köylünün toprağa hasreti var / Topra­ ğın hasreti makinalar”; ya da, “Trummm trummm takatiki tak / makinalaşmak / istiyorum.” Bizim neslin (40 nesli) sosyalistleri, Abidin’in, Fâris’in, Kemal’in (Sönmezler); elleri nedense kafasından koca­ m an, işçi resimleriyle büyüm üştür; acaba böyle bir idealizasyonun, işçileri sadece kol gücünden ibaret, handiy­ se ‘kafasız’ gösterm iş olabileceğini düşünm ezler miydi; sonraları, kendi kendim e sorm uşum dur; gerçek şu ki, T ürkiye’deki işçiler, soldaki ‘resm i’ övme ve övünmeler ne olursa olsun, siyasette çok da çıkarları doğrultusun­ da, yani ‘kafalı’ davranm adılar, sendikayı boşlayıp ca­ milere ya da m eyhanelere ‘takıldıklarına’ bakılırsa, de­ ğişen fazla bir şey yok! T opçular’daki Esatağa Cam ii’nin müezzini, demiş ki: “— ... Etrafımız atölye dolu, cemaatimiz haliyle işçiler­ den ibaret, son yıllarda artış vardır, aralarında evvelce yönünü bize döndürmeyen çok kişi görüyorum.” Rami’de Tekel Büfesi’ni işleten Em. Assb. ise, “— ... Çev­ redeki atölye ve imalathanelerin işçileri, bizden ucuz iç­ ki alır, işyerlerinde gizlice içerler. Ruhsatım olsa satışı­ mız artacaktır. Şimdilik ayda 55 şişe kadar bira, 200 şi­ şe şarap satıyorum ,” diyor. Kendilerine başvurulan iş­ çiler, olayı doğrulamışlar; 19 yıllık Şişe Cam işçisi Ah Akkaya, “— ... Geçim sıkıntısından ne yaptığımızı bilmi­ yoruz,” demiş; 15 yıllık gıda işçisi Şükrü Er ise, “— ... Ar­ tık işçilerin uğrak yerleri kahveler, meyhaneler,” diyor, “ ... Eskiden iş dışında sendikalarla, derneklere ve par­ tilere uğrayıp, sorunlarımızı tartışırdık, şimdi bu parti­ nin ilçe kurulundayım, en yakın arkadaşlarımı bile par­ tiye götüremiyorum, korkuyorlar...” 86

Neden mi öyle oluyormuş? Biri işçiden, biri hocadan, iki izahı var bunun. 13 yıllık otom otiv işçisi Ekrem Yay demiş ki: “— H ak aram a yollarımız tıkanınca, bir kısmı­ mız meyhaneye, bir kısmımız camiye yöneldi”; Prof. Su­ na Kili’ye göre şaşılacak bir şey yok, çünkü: “— ... Ken­ disini güvensiz hisseden insanlarda, alkol bir kaçıştır, din ise bir sığınak! Böylesi bir kaçış ve sığınak aram a, toplum içindeki koşulları aynı olan kesim lerde, örneğin işçiler­ de, daha toplu halde görülür. (...) 12 Eylül’den sonra, işçi kesimi bir kol k an at kırıklığı içindedir. Bir ülkede yöneticilerin belirli kesimlere güvenilir, başka kesim le­ re güvenilmez diye bakm ası, anlaşılır şey d e ğ ild ir...” Bu açıklam alar size yetti mi? Bana yetmiyor: Kırk yıl­ dır sosyalist hareketin içindeyim, işçilerin dürtüşüz, ken­ diliğinden gelişmiş, bilinçli bir hak aram a teşebbüsüne rastlam adım ; sonradan, sendikaların zaferini paylaşa­ m adıkları sosyal kazançların hemen hepsi (sendika ku r­ m a, grev hakkı, 8 saatlik iş günü, üç haftalık ücretli ta ­ til, sosyal sigorta vs.) işçilerimize siyasi iktidarlar ta ra ­ fından yukardan aşağıya verilmiştir; mücadeleyle elde edilemeyen haklar, besbelli aynı kolaylıkla geri alınabi­ liyor; onun için mi nedir, bizim işçi ‘hareketi’ de, yine yu­ kardan aşağıya bazı kısıtlamalara uğradıkça, gık demez, ya T ürk-Iş gibi devekuşu politikasına yatar ya da sela­ meti canını cam iye ya da m eyhaneye atm ak ta bulur. Bunda başka şeylerin hiç mi rolü yoktur? Vardır el­ bet: Endüstrideki gecikmelerden doğan sayısal yetersiz­ lik, sosyalist aydınlarım ızın ‘alafran g a’ yabancılaşm a­ sı, ülkem izde sosyal akışkanlığın henüz sınıf atlam aya im kân tanım ası vs, m utlaka etkili oluyor; gel gör ki ger­ çekte işçilerimiz, sosyal dayanışm a ve siyasi örgütlenm e yollarını arayacaklarına, meyhane ya da camiye sığınma­ yı yeğliyorlar. 87

Tabii, çoktan işadam lığına soyunup, ‘köşeyi dönm e­ nin’ çaresini bulm adılarsa!

GÜLER MİSİN AĞLAR M ISIN ? 28 O cak 1988 M illi, Şef, ‘sınıf esasına müstenit cemiyet kurm a kararı alan’ CHP Olağanüstü Kurultayı’nda (1946) bile, tavrı­ nı açık seçik koymuştur: “Partimizin programı, sınıf esa­ sı üzerine cemiyet kurulmasını men etmiştir. Bu madde­ nin kaldırılmasını tetkik edeceksiniz. Biz kendi progra­ mımızda sınıf mücadelesi istemeyen ve sınıf menfaatle­ ri arasında ahenk arayan esasta kalacağız.” Hem de nasıl kaldılar; o yaz, pat p at pat, yerden bitercesine kuruluveren sendikalar, asla iyi gözle görülmez­ di; hele sendikacıların, o sıra kurulm uş TSEKP (Dr. Şe­ fik Hüsnü) ve TSP (Av. Esad Adil) şöyle yazmıştır: “Sendikalizm umumi olarak, parlamentolarla ve siyasi par­ tilerle ilgilenmez; ihtilâlci sendikalizm, sınıf mücadele­ sini maksat edinen bir harekettir; fakat sendikalizm da­ ha yaygın olan ‘ıslahatçı’ şeklinde ihtiyatlı ve itidalcidir.” (Çalışma dergisi, N isan 1946.) Çalışma Bakanı Sadi Irmak, bağımsız sendikaları hoş görmediğini, 18 Kasım 1946’da yaptığı radyo konuşm a­ sıyla belli ediyor: “İşçi meslek demeklerinin (Sendika de­ memişti) siyasi ceryanlar dışında kalmalarını sağlayacak hükümler, yeni hazırladığımız tasarıya konulmuştur.” H ava nasıl bozulm uş olm alı ki, Cumhuriyetim 25 Ka­ sım 1946’da açtığı başlık şu: “Sendikalar Lağvediliyor.” Lağvetmediler, düpedüz kapattılar, hem de sıkıyöne­ 88

tim kararıyla; üstelik gazeteleri, dergileri, işçi kulüple­ rini ve siyasi partileri de aralarına katarak! Ünlü 16 A ralık 1946 ‘tevkifatı’ budur. (17 Aralık sabahı, Nişantaşı’ndaki Venüs Berberi’nde, tıraş oluyorum ; cam larda, dum an rengi soğuk, ince in­ ce yağmur iğneleri; aynalarda, komşu koltukta oturan za­ tın gazetesi: ‘tevkifatı’ sekiz sütuna m anşet vermiş! N a ­ sıl fırlayıp kalkm ak istediğimi nasıl yerimden bile kımıl­ dayam adığım ı, dünm üş gibi hatırlıyorum ; son ayların, gerçekliğine inanam adığım ız serbestlik havası, sosyalist tartışm a ortam ı, bir anda mazi olm uştu; işçilerin h an ­ diyse ‘kendiliğinden’ kurdukları ‘bağımsız’ sendikalar da! Perşembe’nin gelişi, Ç arşam ba’dan belliydi am a yine de bu kadar çabuk ve ani bir darbe beklem iyorm uşum de­ mek: Berberden çıkınca, yağmur iğnelerini yiye yiye, bir zam an sokaklarda dolaştım !) İşçiler kendi hallerine bırakıldı mı? Ne gezer! M illi Şef’in sadık Çalışma Bakanı Irmak, N isan 1947’de der ki: “Türk Devleti’nin sosyal hayatı nizamlamasını tabii ve zaruri görüyoruz.” CHP, acele bir “ İşçi B ürosu” ih­ das edip, Dr. Rebii Barkın ve Sabahattin Selek’in çaba­ larıyla, iktidara sıkı sıkıya bağlı, ‘işçi dernekleri’ kurar; yani sosyalistlere tanımadığı hakkı, fazlasıyla kullanm ak­ tadır; açıkça da, seçim bildirgesinde söyler bunu: “Sen­ dikalar, birlikler, iş mahkemeleri kurduk” (1950); işte bu evcil ‘işçi dernekleri’, zam anla ‘işçi sendikaları birlikleri’ne, onlar da şu bildiğimiz Türk-İş’e dönüşecek­ lerdir; hem de ne zam an, ABD İş Federasyonu Ekonomi Uzmanı ve Marshall Planı Avrupa Temsilcisi Müşaviri ve abd Büyükelçisi’nin, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’ni ziyaret etm esinden sonra! Üşenmeden bunları niye mi özetledim? Bilin bakalım! Baksanıza T ürk-İş Başkanı, kasıla kasıla ‘teslim olm a89

dik’ buyurmuş, ‘işçi sınıfının haklarını savunuyorlarmış’! G üler inisin, ağlar mısın? Yahu onlar daha kurulurken ‘teslim olm uşlardı’, ‘elleri h a v a d a ’ örgütlendiler; bu yüzden de, öğrenci dernekleri, esnaf ve meslek dernek­ leri gibi, onlar da, kendiliğinden bir kitle örgütlenmesi değil; merkeziyetçi bürokrasi diktasının, tabii uzantısı­ dır; bunu anlam ak için, 27 M ayıs, 12 M a rt ve 12 Eylül sonrasındaki davranışını gözden geçirm ek yeter de a r­ tar bile!

90

Tarihsel Yanılgı..

SOSYALİZM NE ZAMAN “YABANCILAŞMA”DIR? 14 A ralık 1977 Geçenlerde okurlara kitap imzalam aktayım , gençler gel­ miş, aralarında solcular, sağcılar, dudakları kıpır kıpır! N edir dedim, kafalarını kurcalayan şeyler varmış, sora­ caklar. Edindiğim izlenim odur ki, T ürkiye, özellikle gençler hum m alı bir arayış içindeler. Önlerine çıkan bü­ tün kapıları yokluyor, kimisini çalıyor, kimisini kırıyor, kimisini açm aya uğraşıyorlar. Yanlış bilgi çok, bilinçten çok inanç geçerli, önyargıdan geçilmiyor, suçlam a k a­ ralam a gırla, yine de bu curcunanın, totaliter faşizmle­ rin ya da m erkeziyetçi diktaların ölü sessizliğinden iyi ve sağlıklı olduğu, kesin! Bundan mıdır nedir, o gece bas­ bayağı keyfim yerindeydi. Nasıl olmasın, bu zamanki za­ m anda, tekm esiz yum ruksuz hem sağcı hem de solcu gençlerle tartışabilm ek her kula müyesser mi? Eh, bu k ad ar övünm ek yeter. Şimdi gelelim diyece­ ğime, o gün sorulan sorulardan birisi kapsam ı geniş bir soruydu, üç beş kişiyi değil kalabalıkları ilgilendiriyor­ du, ayaküstü şöyle yoklayıp geçtik, oysa üzerinde ne ka­ dar durulsa yeridir, hem sorun açıklık kazanır, hem de başka ve belki daha geçerli yaklaşımlar ortaya çıkar. Fa­ kat, soruyu koym am ız gerekm ez mi? 93

Delikanlı konuya, yavaş yavaş sokulm uştu. Önce de­ di ki, ağbiy sen diyorsun ki Tanzim at’tan başlayarak ül­ kemizde bir kü ltü r yabancılaşm ası yürürlüğe girmiştir, batılılaşm ayla çağdaşlaşm ayı karıştırm ışız, giderek b a­ tılı ülkelerin kültür em peryalizm ine tu tsak olmuşuz! Bunları dediğim doğru. O zaman, sağcı olduğunu hisset­ tiğim delikanlı, kafasını kurcalayan asıl soruyu ortaya atıyor: Öte yandan, sosyalizmi savunuyorsun, bu da ba­ tıdan gelme bir kü ltü r ‘m etaı’. O zam an sen de, kültür yabancılaşm asına düşm üş olm uyor m usun? Nasıl, güzel soru değil mi? Ah, keşke hepsi tabanca dinam it çıkaracaklarına, böyle güzel sorular çıkarsalar da, tartışsak! (Bir başkası da m ektup yazmış, yazılarımı beğendiğini söylüyor, hem de bana sövüyor.) Diyalog, iki tarafa da yararlı olabiliyor çünkü, bir tarafın kuşku­ sunu giderirken, öbür tarafın kesinlemesine gölge düşü­ rebiliyor, hiç olmazsa onu bir kere daha sınamasına, için­ den de olsa tartışm asına yol açıyor. Aydın dediğimiz ya­ ratığın işi ne, düşüncelerini her dakika gerçekle sınamak, sen de bunu sağcısıyla, solcusuyla tartışa tartışa yapa­ caksın. Peki, ben o çocuğa ne dedim? Bir kere şunu: Sos­ yalizm bir bilim dir, bilim in em peryalizm i olm az, bi­ limsel gerçek her yerde gerçektir, elma yeryüzünün her yerinde bırakılınca düşer, yeryüzünün her yerinde iki hid­ rojenle bir oksijen voltam etreden geçerse su olur, diya­ lektik eski Y unan’dan günüm üze değin geçerli sınanmış bir yöntem dir, bu yöntem in T ürk toplum una uygulan­ ması, Türk toplum sal gerçeklerin diyalektiğe göre değer­ lendirilmesi batı kültür emperyalizmine tutsak olm am ı­ za yol açmaz, tersine bu tutsaklıktan kurtulm am ıza yar­ dımcı olur, zira diyalektiğin en başta gelen özelliği “ ko­ şullara özel” oluşu, dogm alara değil gerçeğin oynak de­ ğişkenliğine dayanışıdır. 94

O zam an başka bir soru: Peki, sosyalizmde kültürel tutsaklık hiç mi olmaz? Bal gibi olasıdır, yaşanmıştır da: Diyelim ki sen sosyalizm bilimini, Rus toplum una uy­ gulamışsın, bunu yaparken elbette bu toplum un özellik­ lerini göz önünde tutacak, o özelliklere uygun uygulama süreci başlatacaksın, bu süreç de kendi niteliklerine ya­ kışan, onların ürettiği kuruluşları getirecek. O o rta m ­ da, o tarihsel koşullar içinde, o toplum da bir sosyalizm modeli ortaya çıkmış oluyor öyle mi? Sen eğer, tamamiyle farklı toplum sal ve ekonom ik koşullar altında bulun­ duğun halde, kendi toplum una Rus (ya da Çin, ya da ne bileyim Küba) toplum unda varılmış sonuçları aynen ak­ tarm aya kalkarsan, o zam an sosyalizm bilimini ülkene, ülkenin koşullarına bilimsel olarak uygulam am ış olur, diyelim ki Rus kültürünün etkisine girersin, yaptığın dogm atikliktir çünkü, bilimsel yöntem i alıp kendi koşulla­ rından bir bileşim çıkaracak yerde, başka koşullara göre çıkarılmış bir bileşimi olduğu gibi toprağına ak tar­ m ak istiyorsun: Bu kültürel tutsaklıktır ya, yalnız kül­ türel tutsaklık mıdır, orasını bilm em . Osmanlılar -d a h a doğrusu ay d ın ları,- Batılı burju­ va kültürünü içimize aktarırken de bu yanılgıya düşmüş­ ler, aralıksız çuvallayışım ız bundan: Fransız ya da İngi­ liz to p lu m u n d a, o n ların pozitif bilim sel düşünce ve yöntemlerle ulaştıkları sentezleri görüyor, kurdukları ö r­ gütleri ve okulları beğeniyorlar, sonra da, kendi koşul­ larımızı hiç dikkate alm adan, o örgütleri ve okulları ol­ duğu gibi içimize göçürerek, aynı kalkınm a sonucunu alabileceklerini sanıyorlar. O layın kökeninde, bilimsel düşüncenin sanayiye uygulanm asının olduğunu fark et­ miyorlar; güçlülüğü, okullar ya da Yunan/Latin Kültü­ rü getirmiyor, bilimsel düşüncenin sanayiye uygulanm a­ sı getiriyor, yöntem bu, ne var ki Osmanlı aydını dogm a­ 95

tik kafalı olduğundan, (daha çok em peryalizm in işine böylesi geldiğinden) batının bileşimlerini içimizde geçer­ li kılm aya çalışıyor, sonunda toplum una ve halkına ya­ bancılaşıyor. Sosyalistler arasında bu yanılgıya düşmeyecek olan­ lar gittikçe çoğalm aktadır.

TARİHSEL YANILGI 15 Aralık 1977 (Dissidence’ın O sm anlıcası M u ’tezile, D issident’a ise M u ’tezil denirmiş, Osmanlıca zengin dil, nüansı bol, böy­ le deyince aşırı özleştirmecilerimizi kızdırıyorum , tındı­ ğım yok, şimdi b ü tü n batılı basında dissident diye ge­ çen kişileri ajanslar ve gazeteler m uhalif diye çeviriyor­ lar, oysa m uhalif o p p o sa n t’ın karşılığı, üstelik o da Osm anlıca. Neyse derdim o değil, geçelim.) Venedik Belediyesi’nin işi yok, tutm uş, Sovyet blokundan batıya kaçan ya da gitmesine izin çıkan Sovyet m uhaliflerini bir araya toplam ış, aslında am aç başka, kültür muhalefeti (dissidence’ı) üzerine bir kongre yap­ m ak! Bundan y a ra rla n ıp -İta ly a n kom ünistlerinden bir grup o la n - İl M anifesto birkaç gün önce, ‘Devrim sonrası to p lu m ların d a ik tid ar ve m uhalefet (oppositi­ on )’ diye başka bir toplantı düzenliyor. İl M anifesto bi­ liyorsunuz, önce bir dergiydi, partiye bağlı, giderek araları açıldı, bunlar M a o ’culuğa kaydılar, sonunda ay­ rı grup ve örgüt oluşturdular. Bu to p lan tıd a yaptıkla­ rı ilginç bir şey, çeşitli eğilimdeki batılı M arksist, sosya­ list ve kom ünistlerle, Doğu B loku’ndan kaçmış ‘m uha­ 96

lifleri’ bir araya getirmişler, am açları galiba kaçanların aslında sağcı olm adıklarını, kaçış nedenlerinin solculuk ve sağcılık sorunundan çok, sosyalizm anlayışı sorunu olduğunu vurgulam ak! A m erikan propagandası her kaçanı sosyalizmden kaçmış diye damgalıyor. Rusya da bunlar sağcı hainlerdir demekte ondan geri kalmıyor ya, ondan. H er iki toplantı son derece ilginç, sosyalizme ilgi du­ yan herkesin m utlaka öğrenm ek isteyeceği tartışm alar­ la geçmiş, dergi ve gazetelerimiz nedense (en azından ben şu satırları yazdığım ana kadar) birer özet olsun verme­ diler, benim konuya bulaşm am toplantıları özetlem ek­ ten çok, ele aldığımız sorunun bir uzantısı olduğundan; gerçekte tartışılan, sosyalizmin bir yöntem mi, yoksa bir uygulam a biçimi, bir model mi olduğu değil mi? Türkçeye çevrilmesine önayak olduğum önemli bir kitap vardır, Beş Komünizm , bu kitabın yazarı, şu anda Fransız Sosyalist Partisi Ulusal Sekreteri Gilles M artinet, zam anında bom ba gibi bir söz etm iş, Jean Daniel Venedik toplantıları izlenimlerini aktarırken onu anıyor: “D oğuda kom ünizm uygulam asının içinde yaşayan ay­ dınlarla Batıda kom ünizm teorisini tartışan aydınlar ara­ sında daim a trajik bir mesafe olm uştur.” Bu söz gerçek­ te, yaşadığım ız çağın bir başka ve önem li dram ını içe­ riyor: A sya’da, A frika’da, Latin A m erika’da halkların geleceklerini ve kurtuluşlarını sağlam ak için dört elle sa­ rıldıkları sosyalizm, uygulandığı iddia edilen ülkelerden harıl harıl ‘m uhalif’ ihraç etm ektedir. Bunu nasıl açık­ lamalı? D oğrusu ben, adı Yunanlıya benzer kendisi Çekoslo­ vak bir tarihçinin sözlerine takıldım, adam diyeceğini so­ ru biçim inde demiş am a, açıkça demiş. Y annakakis’in altını çizdiği şu: “ N asıl oluyor da, çeşitli ülkelerde, ya97

ni tarihsel koşullar birbirinden farklı yerlerde uygulanan aynı Stalinci ilke, her yerde aynı sonucu veriyor? Bu, ta­ rihten (tarihsel koşullardan) çok, ilke üzerinde durma­ mızı, gerektirmez mi?” Sanırım, daha önce üzerinde ko­ nuştuğum bir noktaya geldiğimi fark ettiniz: Sosyalizmin Sovyet uygulam ası, Üçüncü Enternasyonal kanalıyla, kendi uygulama biçimini dünyanın öteki ülkelerine ‘sos­ yalizmin gerçek ve son modeli’ olarak kabul ettirm ek is­ tenmiştir. Buysa, sosyalizm in, başka ülkeler aydınları için, bir yabancılaşma olmasını hazırlamakta en etkili yol. Nasıl mı, şöyle: Türk sosyalisti cahilliğinden yöntemi kendi toplum una uygulam ayı bilemeyip de Rus uygulam asını geçerli sanm asa. Stalinci ona diyor ki doğru uygulam a bu be­ nim kidir senin ülkenin koşulları ne olursa olsun bunu alıp uygulayacaksın! Başka deyişle, ‘tarihsel yanılgı’ içer­ den değilse, dışardan, çoğu sosyalistin, önüne tuzağım kurm uş, bekliyor. Uygulamaların yapıldığı ülkelerdeki aydınları dehşe­ te düşürense başka bir şey, M arks’ın, bir sanayileşme sonrası projesi olarak tasarladığı sosyalizm, çoğu azge­ lişmiş olan bu ülkelerde bir sanayileşme projesi olarak uygulanıyor. Ne mi demek, bakın size dolaylı olarak na­ sıl somutlaştıracağım: Türk dem okratik devrimi bir bur­ juva devrim idir am a yapıldığı sırada T ürk burjuvazisi yoktur, yok kadar az ve zayıftır, nasıl o günden bugü­ ne Türk iktidarları bir burjuvazi yaratm ak için çalışmış­ larsa; o ülkelerde proletarya adına devrim yapan örgüt­ ler bir proletarya yaratm ak, sonra da iktidarı ona ver­ mek için çalışm ışlardır. Bizde nasıl bürokrasi yarattığı burjuvaziye iktidarı dolaysız olarak pat diye bir türlü ve­ remiyorsa; oralarda da, parti bürokrasisi, iktidarı yarat­ tığı proletaryaya pat diye veremiyor. Verdim diyor. Ve­ 98

receğim diyor. İktidar herkesindir diyor am a yeni a n a ­ yasasında Silahlı Kuvvetler deyim ini, Parti deyimi gibi büyük harfle yazıyor. Buysa oralarda hâlâ m erkeziyet­ çi bürokrasi diktasının geçerli ve etkili olduğunun baş kanıtı, zaten çoğu Sovyet ve Doğu Avrupalı aydınları sos­ yalist oldukları ve kaldıkları halde (değilseler, batıdaki sosyalist ve kom ünist toplantılarında işleri ne?) kendi ül­ kelerine yabancılaştıran da bu! Totaliter diktalar, is­ terse etiketi sosyalist olsun, insanı şeyleştirir, insanlık­ tan çıkarır, buysa sosyalizmin yeryüzünden kaldırm ayı am açladığı bir yozlaşm adır, sosyalizm değil. O zaman tarihsel yanılgı ne oluyor: Sosyalizmi lider, lideri parti, partiyi işçi sınıfı, partinin iktidarım prole­ taryanın iktidarı sanmak, bir; böyle tutulmuş bir sosya­ lizm uygulamasını başka tarihsel ve toplumsal koşulla­ ra aktarmaya kalkışmak, iki!

BİR SOSYAL DEMOKRATIN ‘İTİRAFLARI’ 2 Kasım 1978 CHP adına Dışişleri Bakanı Ökçün’ün II. Enternasyonal’da bulunacağı sırada, soldan, daha çok da sağdan birisi çıkar da yapar diye bekliyordum, olmadı. Yaptılarsa bile ben görmedim. Şu günlerde, aynı II. Enternasyonal’da üye olarak bulunan Fransız Sosyalist Partisi Ge­ nel Başkanı M itterand’ın E x p r e s s dergisinde bir ko­ nuşması çıktı. Fasulyenin kendisini nimetten saydığı gi­ bi, kendilerini solcu sayan CHP’lilerin, aynı Enternasyonal’da buluştukları partilerle partililerin, liderlerle lider­ lerinin düşüncelerini karşılaştırabilsinler diye, doğrusu, 99

Mitterand’ın dediklerini size ben aktaracağım . O kuyun da görün, analar ne sosyal dem okratlar doğuruyorm uş! Şimdi söz Mitterand’ın. Haksız saldırılara karşı sosyal demokrasiyi sa­ vunduğum, istediğiniz kadar söylevimi demecimi bula­ bilirsiniz. Yeryüzünün bütün sosyalist partileri sosyal de­ mokrasinin mirasçılarıdır, Leninist ayrılma, işçi hareke­ tinin tarihinde daha önce geçmiş olanları bir kalemde silip atamaz. (...) Benim eleştirdiğim, sosyal demokrat­ ların sık sık büyük kapitalizmi hasım (düşman) saymak­ tan vazgeçiveren siyasal stratejileri olmuştur. Büyük üretim araçlarının kamulaştırılmasını gerçekleştirmemiş olmakla yanılgıya düştüklerini düşünüyorum ...” Sosyalist analizde süreklilik vardır. Tarihsel Sos­ yalizm, Marksizm, Leninizm’den öncedir. Kimseyi tak­ lit etmeye ihtiyacımız yok. Kaldı ki, yarım yüzyıl son­ ra, Tours Kongresi’ndeki Leon Blum’a hak veren, da­ ha çok Komünist Partisi olmuştur, gibime geliyor...” “Sosyalist bir hükümetin politikasını uygulayabilme­ si için, büyük sermayenin olanca gücünü yoğunlaştırıp serbest rekabeti yok ettiği ana ekonomi kesimlerinde ka­ mu sektörünün kapsamını planlayıp genişletmesi zorun­ ludur. Kollektivist ülkelerde olduğu gibi (doğu bloku ül­ kelerini kastediyor) pazar ekonomisini ortadan kaldır­ mak istemiyoruz, fakat bu ekonomiyi demokratik pla­ nın kararlarına ve doğrultüsuna bağlamak istiyoruz. Hem de yetkilerin açıkça yaygınlaştırıldığı bir çerçeve içinde... Kapitalizm, hem sermayenin aşırı birikimi ve yoğunlaşmasıyla, hem de insanı hiç sayması ve anarşi içinde bulunmasıyla kendi kendisini yemektedir. Bu ba­ kımdan, insanların ve mülkün yöneticisi olan hüküme­ tin, güçleri, paralı olmaktan gelen özel iktidarlara (pu­ issance privée) ait olması, kabul edilebilir bir şey değil100

dir. Şu var ki, bizim (kapitalizmden) kopma stratejimiz geçiş evrelerini içerm ektedir...” “... Ben kelimesi kelimesine demişimdir ki, ‘gerçi’ Sosyalist Partisi’nin ne başeğdiği dogmalar, ne de resmi doktrini vardır, ama esinlendiği başlıca kuramsal kat­ kı Marksist olmuştur ve olacaktır, ayrıca üzerimizde et­ kisi bulunan öteki düşünce akımlarını, bu arada Hıris­ tiyan düşüncesinin etkisini de, saym ışım dır...” “... Kötü olan, insanın insan tarafından sömürülmesidir. Başlangıç noktalarında sosyal demokratlar kapi­ talizme karşı çıkıyorlardı, (çeşitli ülkelerde) iktidar ol­ dukları zaman bundan vazgeçmediler ama, tavırlarım yumuşattılar. Eğer Fransız Sosyalist Partisi, kendi Bad Godesberg programını yapmak istiyorsa, yapmakta öz­ gürdür tabii, ama ben bu işte y o k u m ...” “... Sosyalizmin amacı devrimcidir, şu anlamda ki kendisinden önceki ekonomik yapılardan bir kopmayı içerir. Bunu bir kalem geçtikten sonra, belirtmeliyim ki aslında tamamlanması lazım gelen insan hakları uy­ garlığına çok bağlıyım. Gerçekleştiği zaman azgelişmiş, okuma yazması kıt bir ülkede, Sovyet Rusya’da, kollek­ tivist türden bir devrimin ortaya neyi çıkardığını çok iyi görüyorum. Orada, azgelişmişlik gerçeği, en az Lenin ka­ dar etkili olmuştur. Bütün azgelişmiş ülkeler, tek parti dö­ neminden, makro-ekonomik plan, bürokrasi egemenliği ve kişiye tapma evrelerinden geçiyorlar. Fransa’nın bu gibi şeylerle bir alıp veremediği yoktur.” “ ... Bugün çokuluslu hale gelmiş kapitalizmin eko­ nomik bünyesinin ve bünyeden doğan üretim ilişkileri­ nin insan gelişmesini engellediğine inanıyorum. Bu yüz­ den de, ona karşıyım. Şu halde düşündüğünüzden da­ ha fazla, ama temenni ettiğinizden daha az sosyal demok­ ratım, Marks’m katkısını temel sayıyorum ama Mark­ 101

sist değilim, sosyalizm benim gözümde ancak insan öz­ gürlüklerinin alanım geliştirebildiği ölçüde bir anlam ta­ şımaktadır. En başta da, insanın kendi kendisi olabilme­ si özgürlüğünün! Kısacası, sosyalistim ben.” Rasgele, belirli bir amaç gözetmeden aktardığım şu sa­ tırları, öyle sanıyorum ki kendini sosyal dem okrat ya da dem okratik solcu zanneden her chp ’İİ dikkatle okum a­ lı, kurultaya kadar da elini şakağına koyup derin derin düşünm elidir.

BARİ SOSYALİSTLİĞİ İŞE KARIŞTIRMASINLAR 27 Şubat 1979 Birden 1939 Eylülüme gidivermişim: M enemen’de bağ­ daydık, siyah incirlerin ballandığı, akşam üstleri erguvan rengine dönen gökyüzünde, takım takım göçmen kuş­ ların garip ötüşlerle güneye aktığı günler, haberi duyu­ yor fakat önemini kesinlikle kavrayamıyoruz: Alman bir­ likleri sabaha karşı Polonya sınırını aşarak bu ülkenin içerilerine doğru ilerlemeye başlamışlar. Polonya Silah­ lı Kuvvetleri’ne alarm verilmiş, gururlu Lehistan süva­ rileri, Üçüncü Reich’in panzer tümenlerine direnmeye uğ­ raşıyor. U m utsuz bir direniş. A caba savaş mı? Savaşsa ne kadar sürecek bir savaş? İster misin, bu yüzden okul­ lar açılmasın? Bak, bu sonuncu olasılık, bizi en çok il­ gilendiriyor. Nasıl ilgilendirmesin, henüz on dört yaşın­ dayım , bir ay sonra da okullar açılacak. Belleğimin yanıldığını sanm ıyorum , Hitler Polon­ y a’ya saldırır saldırm az -so n ra d a n hem en hiçbir hazır­ lığının olmadığı anlaşılan - İngiltere ve Fransa, Berlin’e 102

ültim atom u dayam ışlar, A lm anların çekilmesini, çekil­ mediği tak d ird e savaşa gireceklerini duyurm uşlardı. Almanya, tabii çekilmedi, böylelikle ikinci D ünya Sava­ şı başlamış oldu. Beni 1979 Şubat’ında o günlere kapıp götüren, tahm in ettiğiniz gibi, Çin H alk Cumhuriyeti o r­ dularının, V ietnam D em okratik C um huriyeti sınırları­ nı aşıp içerilere ilerlemesi. Haberi radyodan duydum. Bir an dalm ışım . O dalgınlık anında Sovyetler, V ietnam ’la yakınlarda yapm ış olduğu savunm a ve dayanışm a a n ­ laşması gereğince, Ç in’e çekil diye ültim atom u dayıyor­ lar. Pekin -yakınlarda anlaşmış olduğu- A m erika’ya gü­ venerek reddediyor, al sana Ç in/Sovyet, giderek Sov­ yet/ Amerikan, nihayet Üçüncü Dünya Savaşı... O lur mu olur, olursa ne yaparız? Ertesi gün, ilk işim gazetelere sarılm ak, hayret yahu, çoğu önem sem em iş bile. Üçüncü D ünya Savaşı olasılı­ ğı benim hayal gücüm ün marifeti diyelim , peki K om ü­ nist Ç in’in K om ünist Vietnam’a saldırması da mı önem ­ li değil? Aslında bu Asya’da bir Çekoslovakya ya da M a­ caristan olayı. Ruslar, sosyalizm in geleceği, proletarya dayanışm a­ sı gibi nedenler ileri sürüp (Brejnev D oktrini), herkesin gözü önünde N agy’nm M acaristan’ına, D ubçek’in Çe­ koslovakya’sına baskın düzenledikleri zam an, Pekin il­ kinde kapalı, İkincisinde açık olarak bunu Rusya’nın sos­ yalistliğine yakıştıram adığını ima ediyordu. M oskova ‘büyük devlet’ çıkarlarına düşüyorm uş da, yaptığı ‘sosyal-emperyalizm’in taa kendisiymiş. Kaşla göz arasında, Çin T ü rk ista m ’na, T ibet’e el koyduğu zam an, gelen, K am boçya’daki Pekin yanlısı iktidarın devrilmesinde yardım cı olduğu için H anoi rejim inin cezalandırılm ak istenmesidir. O takdirde bile, işin kom ikliğine bakın, Kam boçya da, Vietnam da, Çin de, kom ünist ülkelerdir, 103

her üç ülkede de ‘dünyanın proleterleri birleşiniz’ slo­ ganı geçerlidir. Bu ‘birleşme’nin silahlı işgal yoluyla ola­ cağını, M arks ya da Engels’in hangi eserinde okum uş­ lar, çok m erak ediyorum . Moskova ve H anoi’nin ağzı, Çin saldırısının Çin/Ame­ rikan yakınlaşm asının bir sonucu olduğudur, böylelik­ le Amerika bir taşla kaç kuş birden vurmuş olacak. A. Vi­ etnam ’ın haddi bildirilecek, B. İki kom ünist ülke sava­ şa tutuştuğu için, komünizmin saygınlığı zedelenecek, C. Rusya, V ietnam ’la olan anlaşm ası yüzünden Ç in ’le sa­ vaşa tutuşursa, başını büyük ve uzun bir belaya sardır­ mış olacak, D. Rusya bu savaşı göze alam azsa, ‘him a­ yesine aldığı’ ülkeleri saldırgana karşı korum adığı fiilen görüldüğü gibi Doğu Avrupa ülkelerinde şöhretli iki pa­ ralık olacak, E. Rusya kendisi dolaysız olarak işe karış­ maz da, M oğolistan, Kuzey Kore gibi yan bir ülkeyle işe karışırsa bu yüzden hem hepsinin m asrafını yüklenece­ ğinden zayıf düşecek, hem kom ünistler arası savaş iyi­ ce dal budak saracağından, Uzakdoğu’da Amerika ve Ja­ ponya bundan yararlanabildiği kadar yararlanacak. Şu satırları yazdığım sırada, Çin Kızıl O rdusunun ön­ cü birlikleri H anoi doğrultusunda saldırıya hazırlanıyor. Vietnam Kızıl O rdusu başkentini savunm aya durm uş, Sovyet Birliği M oğolistan’la kapalı kapılar ardında bir şeyler konuşuyor, K üba’nın Vietnam’a gönüllüler gönder­ meye hazır olduğu söylentisi yaygın. Haberi işitir işitmez gözlerimin önünde canlanan Dünya Savaşı senaryosu he­ nüz sahneye konulmadı. Gelgeldim bu hem hiç konulma­ yacak anlam ına gelmiyor, hem de dünya savaşı patlamasa da, sosyalistliği kimselere veremeyen ülkelerin birbir­ lerinin boğazına sarıldığı somut bir gerçek. 1936’da dün­ yanın her yerinden Ispanya’da Cumhuriyetçileri, halk cep­ hesini savunm ak için gönüllüler gidiyordu, am a kimse 104

karşı, Franco’ya ve arkasındaki H itler ve M ussolini’ye karşı. Şimdi V ietnam ’a gönüllü kam panyası açılırsa, ki­ minle savaşacaklar, Çin Kızıl O rd u su ’yla öyle mi? Ben daha yirmi yıl önce bu işin içinde aksayan önem ­ li bir yan var demiştim de, hızlı solcular bana kızm ışlar­ dı, hâlâ her şeyin tıkır tıkır işlediği kanısında m ıdırlar, çok m erak etm ekteyim ? Yoo, hayır: Çeşitli yerlerde toplantılar yapıp, bir kıs­ mı Pekin’le, bir kısmı M oskova ve H anoi ile, ‘proletar­ ya enternasyonalciliği ve dayanışması’ adına, yumruk kal­ dıracak delikanlıları ciddiye alam ayacağım , buna ne ya­ şım elverir, ne de yaşadığım bunca serüven.

İSLAM ÜLKELERİNDE ‘GENİŞ CEPHE’ ZORUNLULUĞU 28 Şubat 1979 Bazı akşam lar, M aubcuge Sokağına bakan büyük cam ­ ların karşısına oturur, Mısırlı dostum El Barudi ile, hem ufak ufak yağıp duran karı seyreder, hem M üslüm an­ lıkla sosyalistlik arasındaki ilişkileri tartışırdık. Ben bu El B arudi’yi rom anlarım dan birisine olduğu gibi aktarmışımdır. Zeki bir çocuktu, ne var ki M üslüm an ülke­ lerinde sosyalistliğin ‘tutulm ayışını’, o da Batılılar gibi, İslam dininin özelliklerine bağlam ıştı. Benim aklım yat­ m ıyordu buna, bir de açıklam a bulm uştum , sık sık onu tekrarlıyor, üste çıkm aya çalışıyordum . Şimdi elbette benim açıklam am ın ne olduğunu m e­ rak edeceksiniz, yeri düşm üşken söyleyip kurtulayım : Evet, şöyle bakarsanız, M üslüm an ülkelerde M arksizm 105

de, sosyalizm de, itibar görmez pek, ama bakalım bu doğ­ rudan doğruya İslam diniyle mi, yoksa Müslüman ülke­ lerinin içinde bulundukları sosyal ve ekonom ik gelişme aşam asıyla mı ilgilidir? Öyle ya, Hıristiyan Batı ülkele­ rinde sosyalizmin bilimsel anlam ıyla belirmesi için, en azından, bu ülkelerin ticaret kapitalizm inden sanayi kapitalizm i evresine geçmeleri, başka deyişle, bir sana­ yi proletaryasının ortaya çıkması gerekmemiş midir? Tıp­ kı bunun gibi, M üslüman ülkelerin sosyalizmle, ya da Marksizmle yakın ilgisinin doğabilmesi; elbette, toplum­ sal yapılarında güçlü bir işçi sınıfının meydana çıkışıy­ la olasılaşacaktır, oysa ne görüyoruz (hele bunları ko­ nuştuğumuz tarihte, ne görüyorduk, yıllardan 1950 fi­ landı), Müslüman ülkelerin büyük bir kısmı sömürge, yarı sömürge durumundadır, ya da bu durumdan yeni kurtulmuştur, ümmet toplumu aşamasından millet aşa­ masına geçememiştir, göçebe aşiretlerin ya da toprak ağa­ larının egemen olduğu bir ümmet toplumundan sosya­ lizme aşın bir ilgi beklemek bilimselliğe de, düpedüz ak­ la da aykırıdır. Bu açıklamanın doğruluğu yanlışlığı tartışılsa bile, gü­ nüm üzde dahi Müslüman toplum larında sosyalizmin, hele bilimsel anlamıyla Marksizmin, halk yığınlarının bü­ yük ilgisini çektiğini söylem ek zordur: A ralarında, sa­ nayileşmede en ilerlemiş olanı Türkiye, Türkiye’de de sos­ yalizmin yaygınlık derecesi, belli. Ö nce şu saptam ayı h atırlam ak ta yarar görüyorum . Yeryüzündeki bunca İslam ülkesinden ancak ikisinde de­ m okrasi kuralları işlemektedir. Türkiye’de ve Malaysia’da, bu İkincisi şim dilik hesabım ızın dışında bırakı­ labilir, Türkiye’ye gelince, sosyalizmin siyasal akım ola­ rak, hatta örgüt olarak, elli yılı bulan geçmişine rağmen, seçmenlerden çok büyük ilgi gördüğünü söylemek hay106

li güçtür. Eski TİP’in en parlak döneminde bile aldığı oy yarım milyon dolayında kalıyordu, yeni TİP ise kendi­ sini işçi sınıfının tek partisi sayacak kadar şişindiği hal­ de, ikinci kongresinde ancak 36 il ve 223 ilçeden gelen temsilcilerle ortaya çıkabilmekte, böylece T ü rk iy e’nin ancak yarısında örgütlenebildiği açıkça görülmektedir. Sosyalist D evrim Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, ya da Vatan Partisi ile Emek Partisi için koşullar daha da ağır ve kötüdür. Bu neyi gerektirir, iki yıldır burada tekrarlaya tekrarlaya dilimde tüy bitti, elbette sosyalist­ lerin birleşmesini, tutabilecekken geniş çerçeve içersin­ de bir güçbirliğini aramasını ve gerçekleştirmesini. Akla uygunu budur, daha öteye gidelim , uluslarara­ sı sosyalist hareketinin gerektirdiği de budur ama, ne hik­ metse, bizim sosyalistlerimiz ve sosyalist partilerimiz bir­ birlerinden uzak durm akta inat ederler. Bilmem habe­ riniz olm uş m uydu, 1978 Aralık ayında, çoğu M üslü­ m an ve A rap olan ülkelerin toplum cu sosyalist, işçi ve halkçı partileri bir toplantı yapm ışlardı, bu toplantı sonunda bütün partilerin benimsediği siyasal çizgi T ürk siyasal solcu argosunda “ Geniş C epheci” diye adlandı­ rılan çizgi olm uştu, hadi üşenmeyip bununla ilgili m ad­ deyi dilimize aktarayım : “ Başarıya ulaşm ak için siyasal, örgütsel ve ideolojik bağım sızlıklarına karşılıklı ola­ rak saygı gösterm ek koşuluyla, kom ünistlerin, Baasçılar’ın N asırcılar’ın, sosyalistlerin, milliyetçilerin ve öbür ilerici elem anların, ilerici M üslüm an (Arap) cephesini oluşturm aları zorunluluğuna in an ıy o ru z.” Sizi bilmem ama, ben bundan T ürkiye sosyalistleri için de bir hisse çıkarmak eğilimindeyim, kim bilir bel­ ki de bu yüzden yeni TİP’ten son zamanlarda sezdiğim ‘yumuşama’yı, yeni kongrenin açış konuşmasında, bü­ tün öteki sosyalist partileri, anti-emperyalist kuruluşla­ 107

ra ve akım lara, hatta bağımsızlık ve sanayileşme yanlı­ sı M üslüm anlara el uzatacak kadar geliştirm esini bek­ ledim, galiba yanılm ışım , yeni TİP, chp / ap eleştirisi ile yetindi, böylelikle bir ara fena halde dadandığı CHP kuyrukçuluğundan kurtulm uş olduğunu belli etti, ne var ki, öteki sosyalistlere elle tutulur bir yakınlık göstermedi: Hiç değilse, şu satırları yazdığım dakikaya kadar ben böyle bir şey duym adım . O ysa T ürk sosyalist hareketinin, CHP sol k a n a d ın ­ dan kaptığı üstyapısal ilericilik (taklit Batıcılık) illetin­ den kendisini kurtarm ası, O rta d o ğ u ’daki son gelişme­ ler üzerine büsbütün zorunlu bir hal alm aktadır. Evet, ülkemizde sanayileşme olmadığı, proletarya harekete bü­ tün anlam ıyla ağırlığını koyam adığı için, sosyalizm d a ­ ha başlangıçta (Selanik’te) kom prador kültürü çerçeve­ sinde bir hareket olarak belirmiştir, am a, artık orada mı­ yız, bugün çarpık da olsa sanayileşmiş, seçim dem okra­ sisini benimsemiş sosyalist partilerin bu ortam da antiem peryalist İslam ilericiliği dahil b ütün öteki eğilimle­ re el uzatm am ası, kendi gelişmesini kösteklemesi olmaz mı?..

PARTİ KURMAK!.. 23 Kasım 1982 O n yıl oldu? M üthiş bir yaz, G üm üldür’deyim; öğleden sonraları güneşte yatm anın im kânı yok, o kadar sıcak; ne yapılır, G ölpınarlı’nın Mezhepler ve Tarikatlarını okuyorum . Birden neyi keşfettim? Şu bizim partilerim i­ zin su içer gibi kurulup bölünmesi var ya, yahu bu, mez­ 108

hep ve tarik atlarım ızd ak i alışkanlığım ızdan geliyor: D ünkü tilmiz, külahın rengini ya da postun yerini de­ ğiştirdi mi, oluyor sana mürit: Al yeni bir tarik at daha! Din eğitim inden geçmemiş birinin, tarik at kalabalığın­ da kaybolm ası işten midir? O zam an, sadece M ütareke yıllarında otuz küsur parti kurulm uş olm asına, niye şa­ şıyoruz? Abdülbaki Gölpınarlı, tarikatların gerçek sayısını Allah bilir demiş; ‘A llah’a varan yollar, halkın solukla­ rı sayısıncadır,’ demiyorlar mı, gerçeğe en yakını bu! Bak­ sanıza, ‘tem el’ tarikatlar on ikiyi buluyor, hatta geçiyor. Yalnız Kaadiriye tarikatı on ayrı tarikata bölünmüş: Essediye, Eseviyye, Ekberiyye, Yafi’iye, Eşrefiyye, Hilâliyye, İsmailiyye, Garibiyye, Halisiyye! Rıfai tarikatının ise, Haririyye, Keyyalliye, Aziziyye vs... gibi on üç kolu var. H âlâ Osmanlı’dan bugüne kurulm uş bölünm üş siyasal partilerim izin, tarik atları andırm adığından emin m isi­ niz? Abdülhamid, siyasal faaliyeti yasaklam ıştı. Şiddetli baskıya rağm en, sayısız belirsiz ‘kom ita’ teşekkül etm iş­ tir. H ürriyet ilân edilir edilmez, sürü sepet ‘fırka’. Şim­ di kim hatırlar Islahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası’m? Ya da Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nı? İkinci Meşrudyet’te, kaşla göz arasında, on üç ‘fırka’ kurulmuş; da­ ha ilginci, b u n ların birçoğu, birb irin d en türem iştir: Yanlış aklım da kalm adıysa, Teşebbüs-i Şahsi, giderek Ahrar olur, A hrarcılar’dan Sulh ve Selamet’çiler, yeni Ahrarcılar doğar. Demek partilerin amipler gibi bolüne bo­ lüne çoğalm ası, Meşrutiyet’ten müdevver; onlar da her­ halde tarik atlar tarihini örnek almışlar. İttihat ve Terakki, sonunda dikta olup çıkıyor, p a r­ ti marti yok; onun için Mütareke, siyasal iktidar heves­ lerine yeni yeni ‘partileşm e’ yolları açmış. Devlet b atı­ lı»

yor, Dersaadet’teki ‘siyaset esnafının’ ‘fırka k u rm ak ’ merakı, anlatılır gibi değil. Yallah deyip, otuz küsur par­ ti ve cemiyet kuruyorlar, otuz siyasal parti ne demek? Yal­ nız solda örgütlenenler kaç adettir kestirin bakayım: Hü­ seyin Hilmi’nin (İştirak’çi Hilmi) Türkiye Sosyalist Fır­ kası, bir; Şefik Hüsnü Bey’in Türkiye İşçi ve Çiftçi Sos­ yalist Fırkası, iki; Osmanlı Mesai Fırkası, üç; Türkiye Sosyal Demokrat Fırkası, dört; ve ilh... Sağcısı solcusu, Müslümanı, laiki, ne beyannameler yayımlamış, ne prog­ ram lar düzenlem işlerdir; gel gör ki, bir teki bile, garip Anadolu’da kurulm uş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, niyet ve eylem gücüne sahip olam amıştır. Sayıları kaç olursa olsun, iki yüzyıllık ‘dem okrasi’ ta ­ rihimiz, partilerin siyasal öğreti önerileri açısından, hay­ li fakir. İlk bakışta, o ciddi ayrılık dikkati çekiyor. İtti­ hat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf m uhalif am a, ger­ çekte, ikisinin birbirine muhalefeti, İttihat-ı Muhamme­ di Cemiyeti’nin her ikisine muhalefeti karşısında, hiç ka­ lır. A hrarcılar da, İttihatçılar da, ‘teceddütten’ yanadır, yani ‘Batılılaşma’ yandaşı; aralarındaki fark, birisinin İn­ gilizci öbürünün Alm ancı olm asında mıdır? Ne zaman düşünsem, gülerim: ‘H ürriyet’te ya da M ü­ tareke yıllarında, hiç geçinemeyen ‘fırkacı m ünevverle­ rim iz’, öfkeleri ne kadar büyük olursa olsun, aynı alaf­ ranga lokallerde buluşurlar. Satvet Lütfı Bey’le, Şefik Hüs­ nü Bey, Allah bilir Cercle d’orient’da yan yana iki m a­ sada oturuyorlardı. Perapalas’ın, Tokatlıyan’ın ‘lobisin­ de’ ‘Prens’ Sabahattin Bey’le Talat Paşa, muhtemelen ka­ deh tokuştururdu. Buna m ukabil, Volkan’m hızlı yaza­ rı Derviş Vahdeti, Pera’ya çıkmayı küfür sayıyordu. Tür­ kiye’de ‘fırkacılığı’ M eşrutiyet alafrangalığı ile şeriat ala­ turkalığından kurtaran, Müdafaa-i Hukuk sentezi mi ol­ m uştur?

Bunu iyice düşünm eliyiz. Şurası bir gerçek ki, devr-i dil-ârâ-yı demokraside, par­ tiler ve particiler M üdafaa-i Hukukçuların ‘hasbiliğinden’ çok, M eşrutiyet ve M ütareke ‘fırkacılığının’ -dolayısıy­ la tarikatçı' ğ ın - ilkesiz bencilliğine yakın olm uşlardır. Particilik' "ri akli değil, duygusal. Ö nüm üzde, partileş­ menin serbestleşeceği yeni bir dönem açılıyor. Pıtrak gi­ bi yerden biteceklerdir. Acaba bu defa her partinin eko­ nom ik bir taban, siyasal bir bilinç, akıllı bir örgütlen­ me demek olduğunu düşünebilecekler mi?

EFENDİM, NEYMİŞ?.. 1 M art 1987 Ne hikmetse ‘sağımıza’ göre ‘sol’, ulusallık nedir bilmez, tarih ve yurt bilincinden adamakıllı yoksundur, ‘kozm o­ polit’ bir dünya görüşünü savunur; işin acısı, ‘solum uz’ da böyle bir yaklaşımı benimsemiş görünüyor; çoğu sol­ cumuz, bilinmez hangi koşullarda edinilmiş önyargılar­ la ‘beynelm ilelciliğini’ yurt ve tarih bilincine karşı çık­ mak sanır, ya da ulusallığı ve ulusalcılığı faşizme çeyrek kala bir ‘sapm a’ sayar; işin aslını m erak eden yoktur da, ondan mıdır; yoksa dogm acılık aydınlarım ızın ilikleri­ ne işlemiş de ondan mı, bilemiyorum; bildiğim şu ki, ‘ge­ lişmiş’ sosyalizmlerin ulusallığı bakışı son derece farklı­ dır; hele kültür ve sanat açısından ‘ulusallık’, ‘sistem ’in kozm opolit baskısına karşı düpedüz bir direniş olarak görülüyor. Taze bir örneğinden bahsedeceğim . Sosyal Yayınlar üçüncü basım ını yayımladığı ‘Baba’

ııı

Plekhanov’un S a n a t v e T o p l u m s a l H a y a t adlı ünlü ese­ rine (yıl 1949, gri bir tipi St-Germain Bulvarı’nı süpü­ rüyor, Globe Kitabevi’nden koltuğum da üç kitapla çık­ mışım; biri bu, öbür ikisi Çemişevskiy ve Bielinskiy); iki Fransız M arksistinin bir yazısını eklemiş, “Edebiyat bi­ liminin problemleri”, Lecercle ve Albouy! Şimdi o ya­ zıdan bazı satırları size aktarm ak istiyorum ; kim bilir 1960’tan bu yana bazı ‘ilericilerimize’ bir türlü a n la ta ­ madığım bazı gerçeklerin; aslında ne kadar sağlam ve sağ­ lıklı olduklarını açıklam aya belki yararı olur; "... kültür birliği, henüz ulus meydana gelmeden, kavmin bağrında önceden kurulmuş temeller üzerinde teessüs eder. Ortak kültüre ait potansiyel ve dağınık ele­ manlara edebiyat güçlü, istikrarlı ve vahdetli bir ifade ka­ zandırır. Ulusal karakterlerin harikulade dayanma gü­ cüne sahip olduğu bilinen bir şeydir. Bunun için yalnız kapitalist devirde değil, fakat sosyalist devirde de ede­ biyat ulusal bir karakter taşımak zorundadır.” “... herhangi bir edebiyat eseri hakkında yapılan açık­ lama bu eserin bağlı bulunduğu ulusal geleneği hesaba katmadığı takdirde makbul olamaz. Bir yazar sınıfsal du­ rumu dolayısıyla, karşılaştığı problemleri kendi tarzın­ da çözmekle birlikte, bu işi yaparken daima öz yurdu ede­ biyatının ve kültür geleneğinin kendisine sunduğu araç­ lardan yararlanır...” “... bu iş bugün büsbütün zorunlu bir hal almıştır, çünkü Amerikan emperyalizmi dünyaya egemen olmak amacıyla ulusal kültürleri boğmaya, halkların direnişi­ ni kırmak için onları ulusal kültürlerinde yoksunlaştırmaya çabalam aktadır...” “... ulusal kültür geleneğinin savunulması yalnızca bu geleneğin makul yanını kendi çıkarma göre tahrif edip, kullanmak isteyen ya da düpedüz karanlıkta bırakan ve112

ya inkâr eden gerici sınıflara karşı değil, kozmopolit eği­ limlere ve akıntılara karşı da yapılması gerekli bir iştir. Kozmopolitliğe karşı; ulusal kültürün bir ya da birden fazla yabancı kültürün nüfuzuna terk edilmesine karşı mücadele, aynı zamanda bir ulusal bağımsızlık müca­ delesidir. Çünkü ulusları öz karakterlerinden yoksunlaş­ tırmak, onları köleleştirmek isteyen emperyalist güçle­ rin en etkili silahlarından biri de bu d u r...” “... fakat kozmopolitliğe karşı olmakla şovenizmi birbirine karıştırmamak gerekir. (...) Kozmopolitliğe kar­ şı çıkmakla şovenizm arasında fark vardır. Uluslar ara­ sında ayrılık ve düşmanlık gözeten şovenizm, ulusal kül­ tür geleneğinin tercihen en tekelci, en gerici ve en ilkel unsurlarına dayanır, bunlarla beslenir ve ulusal kültür geleneğini koruma şiarı altında bu unsurları muhafaza etmeye çalışır. Bu itibarla şovenizm bir ilerleme unsu­ ru değil, bir gericilik unsurudur ve bu yüzden, özellik­ le ilerleme ve sosyalizm düşmanı karanlık güçlerin çıkar­ larına hizmet eden ideolojik araçtır...” “ ... şovenizmin bu vasfı istese de, istemese de onu anti-tezi olduğu ulus ve ulusal kültür düşmanı kozmopolitizme yaklaştırır. (...) Ulusal kültürlerin bağımsızlığı il­ kesi kozmopolitizme olduğu kadar, uluslar arasında düş­ manlık tohumlan eken şovenizme de karşıdır. Ulusal kül­ türlerin bağımsızlığı ilkesi ayırıcı değil, tersine birleşti­ rici bir ilkedir. Gerçekten de uluslararası sevginin teme­ li başka halklara sevgi ve saygı olduğuna göre, kendi öz halkını sevmeyen bir kimsenin başka halkları sevmesi­ ne imkân olamaz. Bunun gibi, özel ulusal kültürünü sev­ mek, onu korumak, başka başka ülkelerin kültürünü, dünya kültürünü sevmeye engel değildir, hatta bu yol­ da makbul bir sevginin şartıdır...” Efendim, neymiş?.. 113

MESELENİN PÜF NOKTASI 28 Kasım 1987 Efendim, pek eşekten düşmüş bir haliniz var, canınız bir şeye mi sıkıldı? H a, şu G allup A nketi, ‘yasakların kaldırılm asına d air’!.. G ördüm , görm ez olur muyum; her yüz kişinin sade­ ce dördü, ülkedeki bütün yasakların kaldırılm asını is­ temiş (Rezalet!); büyük çoğunluk din derslerinin, m u­ zır yasağının sürmesinden yana görünüyor (Felaket!); he­ le TKP’nin yasak kalmasını onaylayanlar, neredeyse yüz­ de yetmiş (Sefalet!); ‘teselli mükâfatı’ olarak, sendika hak­ larının serbest bırakılm asına doğru, yüzde 4 6 ’lık; başör­ tüsüne karşı, yüzde 53 buçukluk, bir eğilim; hepsi o ka­ dar! ‘İlerici’ yayınlarla beslenip, ‘en tel’ barların a takılıyorsanız; edebiyatı, sinemayı, resmi ve m odayı, yaban­ cı bir dilden izliyorsanız; yandınız K erem ’in arpa ta r ­ lası gibi, bu millet sizi dışlıyor! İyi de Perşem be’nin ge­ lişi Ç arşam b a’d an belli değil miydi? R eferandum so­ nuçları o rtad a, seçim öncesi anketlerin hem en hepsin­ de, ANAP’ın önem li bir çoğunlukla önde gittiği g ö rü ­ lüyor; ne yani, oy çoğunluğunu ANAP gibi ‘m uhafaza­ k â r’ etiketli bir parti üzerine yığacak kalabalığın, ‘ya­ saklar’ konusunda ‘alafranga’ mı davranmasını bekliyor­ dunuz? Gariptir, bunun böyle olmayacağını bilir, her seferin­ de anlaşılmaz bir üm it ve ısrarla, mucizeler umarız. H a ­ di bir hatıram ı anlatayım . (TSP’nin -T ü rk iy e Sosyalist P a rtisi- M erkez organı Gerçek gazetesini çıkaracağız, yıl 1950, İstanbul, Va­ 114

k it Y urdu’nda basık, karanlık, yağm ur yağdı mı şem ­ siyeyle o tu ru lan , bir oda, bir salon kiralandı; oda hem Esat Adil Bey’in m akam ı, hem m isafir kabul odası; sa­ lonsa ‘İstih b ara t S alonu’; akşam ları, geç vakitlere k a ­ dar, tartışm a kıyam et; yıllar sonra, sosyalist olduğunu açıkça söyleyen, ilk gündelik gazeteyi çıkarıyoruz; he­ yecan ve um ut, hepim izi boğacak; o yıllarla, en k a b a ­ dayı gazetenin tirajı altm ış bin mi, biz en azın d an otuz bin ‘ilerici’ o k u r bulacağım ızdan em iniz, Gerçek galiba öyle de basılıyor. Bir gün, iki gün, üç gün; d a ­ ğıtım iyi, tepki fena değil, başardık g alib a... dem eye kalm ıyor; iadeler sökün etmez mi, am a nasıl bir sökün etm ek, m aazallah; kam yon kam yon, tepeleme yığılmış olarak! Yağm urlu, pis bir gündü; akşam üzeri, öğle yem eği­ ni R um eli K öftecisi’nde gecikerek yemiş, Vakit Yurd u ’na dönü y o rd u m ; kalabalığa ulaşam am anın acısı, içimde kara bir bayrak gibi sallanıyor; yeni bir kam yo­ nun, ıslak iade paketleriyle yüklü olarak, gazetenin ka­ pısına dayandığını görünce, öm rüm de ilk defa: “— Biz­ de daha önce, galiba önem li bir yerde, vahim bir y an ­ lış yapılm ış!” diye düşündüm , “ ... bizden öncekiler de onun seyyiatım çektiler, biz de o n u n seyyiatım çeki­ y o ru z.” Diyeceğim, Gerçek'1i çıkarırken bizim uğradığımız ha­ yal kırıklığıyla, G allup A nketi’nin genç ‘ilericileri’ uğ­ ratacağı hayal kırıklığı arasında, fazla bir fark yok; iki­ si de aynı kapıya çıkar. H adi isterseniz, biraz onu k u r­ calayalım!) B atı’yı ‘çağdaş’ yapan nedir, liberal burjuva kültürü; o da, ticaret ve sanayi burjuvazisinin, kiliseye ve feodal beylere karşı verdiği, laik ve demokratik mücadeleden do­ ğuyor, diyalektiğin doğal gereği olarak, eski hükümet kül­ 115

tü rünün içinden; ona karşı ama ondan derece itibariy­ le farklı, m ahiyet itibariyle değil! M eselenin bence pü f noktası buradadır. D oğu’lu B atı’ya (çağdaşlığa) özendi mi, işin bir a lt­ yapı sorunu olduğunu anlam ıyor; dönüşüm e, üstyapı­ dan başlıyor; daha kötüsü, Batı’nın üstyapısını toplumuna aktarm ayı, çağdaşlaşm anın ta kendisi sanıyor, R us­ ya’da da böyle olm uş, Ç in’de de, T ürkiye’de de! Sonuç ne midir, şu: D oğu’lu bürokrasi, ona destek olan aydın­ lar, başka ecnebi kültürlerin, ülkelerindeki gönüllü mis­ yonerlerine dönüşüyorlar; halklarıyla araları açılıyor; de­ ğişme altyapıdan gelmediği için, taban feodal/ümmet de­ ğerleri düzenine sadık kalm ıştır; öyle ki, sözde ‘çağdaş’ aslında raklitçi b ü ro k ra t ve aydınla, halk arasında kül­ tür düzeyinde, düpedüz bir ‘mahiyet’ farkı belirmiştir; iki taraf birbirini inkâr eder durur! T anzim at’tan bu yana, yaşadığımız facia bu! Burjuvazimiz ‘k o m p ra d o r’du, yani kozm opolit; el­ bette ‘sistem ’in kültür değerlerini benim sedi; o zam an, eski kültürden yenisini kim oluşturacak; bürokrasinin seçkinler oligarşisinde pay peşindeki aydınlar mı, h a­ di oradan? Sosyalistler, kom ünistler, aynı intelligent's ia ’nın ‘m uhalif’ kesim ini oluştursalar da, fark etmez, halkın yanında değil, ecnebi geminin içindedirler. E nave va! ‘İlerici’ cuntaların, ‘tepeden inm eci’, ‘ilericiliklerin’, ülkemizde de m aşallah serpilip büyümesi, boşuna mıdır sanırsınız? H adi şimdi tartışın!

116

ÖCÜLER, GERÇEKTEN ÖCÜ MÜ? 3 Aralık 1987 Acaba daha kaç seçim lâzım? Neyi kanıtlam ak için mi? Ülkemizde kom ünistliğin ve şeriatçılığın, yasadışı tutulm asına, inandırıcı hiçbir se­ bep olm adığını k an ıtlam ak için? Başbakan, ağzıyla söyledi, daha önceki seçimlere serbestçe katılm ış ‘aşırı sol’ partiler, hiçbir zaman % 3’ün üzerinde oy alam am ış­ lardı; bu seçimde, epeyce para desteği gören Refah Par­ tisi, onca çabaya rağm en % 7 ’de kaldı. ‘Aşırı solculuk’ bizde ‘Tanzimat alafrangalığının’ m uhalif türü olduğun­ dan, şeriatçılık ise, değişen toplumsal koşullar yüzünden, seçmene besbelli ters geldiğinden, um duğu ilgiyi göre­ miyor: Çok partili, tek dereceli seçimlere başladığım ız 1946’dan bu yana, Allah bilir kaç kere sandık başına git­ tik; Türk seçmeni her defasında oylarının büyük çoğun­ luğunu, ortanın hemen sağıyla, o rtanın hemen soluna yığmadı mı? Dem ek ki, ‘m erkez’ partilerine rağbet edi­ yor. (O halde, gazete radyo televizyon, ikide bir nükseden o ünlü ‘aşırı sağ’ ve ‘aşırı sol’ telaşı niyedir? Dumanlı bir flash-back perdesinde, son elli yılın gazete başlıkları, gö­ rünüp kayboluyor; dehşete düşmem ek elde mi? En ka­ lın çoğunluklarla iktidar olmuş, m erkez sağ ya da m er­ kez sol partiler, ‘vatan haini’ aşırı sağa ve aşırı sola k ar­ şı, yıldırıcı mücadele program ları düzenlemiş; ‘m ünasip’ bir zamanda, fırsat elverdi mi, ‘fesatçıları’ derhal ‘derdest etmişlerdir’. O zaman görülür ki, ‘ülkenin bütünlüğünü’, ‘devletin bağımsızlığını’ ya da ‘medeniyetçi laik düzeni’ tehdit eden o korkunç ‘örgütler’; ya kirası ödenemeyen külüstür hanlarda, zaman zaman toplanıp, kahve çay cı117

gara hayal kuran, cebi delik üç beş aydından; ya da bi­ linmez hangi kaybolm uş gecekondu mahallesinde, han­ gi tatminsiz kadın ve erkeklerle ‘tarikatçılık’ oynayan, üç beş şeyh taslağından ibarettir, hiçbirisinin, hiçbir şekil­ de, siyasal rejime de, toplumsal düzene de, önemli bir za­ rar vermesinin im kânı ihtimali y o k tu r...) Türkiye, büyük bir ülke; elli m ilyonun üstünde, can taşıyor; gizli oy açık tasnif seçimlerde, zar zor Cumhu­ riyet’m ya da Tercüman’’m tirajı kadar oy toplayabilen, siyasi hareketlerin, gizli tarikatçılık ya da gizli kom ita­ cılıkla iktidarı ele geçirebilmesi m üm kün olabilir mi? Boşversenize! Bir kere ortam ı oluşm am ış bunun, bu gi­ dişle oluşacağa da benzemez; siz bakm ayın ‘Kara Ses’in ya da ‘Bizim Radyo’nun alabildiğine abartılm asına, ger­ çekte ikisinin de dem okrasim iz için ciddi birer tehlike oluşturm adığı, kör kör parm ağım gözüne görünüyor; m arjinal mi m arjinal, iyice soyutlanmış, soyutlanmış ol­ m anın kahrıyla ümitsiz densizliklere kalkışan, ‘gariban’ takım ı bunlar; nitekim bu, canı istediği zam an ve yer­ de güvenlik güçlerinin alayının tozunu atm asından bel­ li olm uyor mu? Öyleyse bu abartılm ış korku, ürkütücü propaganda niyedir? ‘Soğuk Savaş’ın kalıntısıdır diyeceksiniz; evet, fikir küçümsenemez: Türkiye’nin tek partiden çok partiye in­ tikali, ‘soğuk savaş’ dönem inin dağdağası içinde olmuş­ tur; DP’nin kurucuları, Tevfik Rüştü Araş aracılığıyla, Tan gazetesiyle ilişkiye girmişlerdi; Görüşler dergisinde, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Cami Baykurt’la beraber olacakları duyuldu; bu kadarı bile, Tan’ın yerle bir edil­ mesine (4 Aralık 1945); daha sonra da, kurulmuş iki sos­ yalist partinin dağılmasına (16 Aralık 1946) yetti; Men­ deres dönem i, tıpkı M illi Şef dönem i gibi, tam bir ‘so­ 118

ğuk savaş’ atm osferinde yaşanmıştır; herhalde ‘aşırı sol­ culuğun’ vatan ihanetiyle bir tutulması, bu iki ‘terör’ dö­ nem inin siyasi m irası; zira M ustafa K em al’in sağlığın­ da kom ünistlik davası, hiçbir zam an bu derece abartılmamıştı. Tersine, ‘şeriatçılık’ o ilk yıllardan itibaren ‘mimlenm iştir’; pek de haksız değildir bu: 2 0 ’li, 3 0 ’lu yılların, cum huriyet rejimine karşı, (İngiliz güdüm lü) bütün is­ yanları, şeriat tabanlıdır, H alife’nin dönüşünü talep eder; cum huriyet hüküm etleri, bu isyanları hışımla bas­ tırmış, geleceğe de ‘şeriatçılık’ korkusunu devretm işler­ dir; buna son zam anlarda, İran’da H um eyni’nin yerleş­ tirdiği Şii tarikatçılığı ekleniyor; el altından, ufak ufak, kışkırtıyor da olabilirler; ama çapının ve gücünün sınır­ ları, seçimle m eydana çıkmıştır. (Telefonda bana diyor ki, öcülerin m uhafazası, biz­ zat aşırı solcularla, şeriatçıların işine geliyor: düşünse­ ne, kom ünist partisi, şeriatçı parti yasallaşsa, barajı hiç­ bir zam an aşam ayacak güdük partiler arasına düşe­ cekler; oysa gizli servisler, siyasi polis, eksik olmasın ya­ zılı basınımız, bir de fiskos gazetesi sayesinde, hiçbir ris­ ke girmeyip, doğru dürüst hiçbir halt etmeden, siyasi bir güçlülük, potansiyel bir tehlike havası yaratabiliyorlar; bu da, yakasını ‘Sistem’e kaptırdığı için, çoğunluğu ne kadar yüksek olursa olsun, başarısı daim a sınırlı kalan ‘m erkez’ iktidarlara, halkın dikkatini dağıtm ak fırsatı­ nı veriyor; hele m üdahaleler ve askeri rejimler için, m ü­ kemmel birer gerekçe! Bezgin, biraz da öfkeli sesiyle ekledi; 141, 142, 163 niye kaldırılsın ki? Alan razı, satan razı, halt etmiş te­ razi!)

119

TARTIŞMANIN ASLI ASTARI... 26 O cak 1988 K apılar çarpılıyor, iri iri lâkırdılar, m asaya indirilen yum rukların kof sesi! Zehirli imâlar, görünm ez oklar gi­ bi uçuşuyor; eski dostlar, işaretparmaklarını uzatmış, kar­ şılıklı ithamlara yönelmiştir; onları kılavuz bellemiş genç­ ler, birer soru işareti, aram ızda dolaşıyorlar: Ne oluyor, sosyalistler niye birbirine düştü? H adi canım , T ü rk iy e’de sosyalistler ne zam an ‘yekpâre’ oldu ki, ünlü birkaç gazetecinin kapışm asıyla bö­ lünm üş olsun? M eraklısı bilir, 2 0 ’li yıllarda bile ‘iştirâkiyun’ ayrı, ‘spartakistler’ ayrı telden çalardı; Galiyef’in uzantısı TKF ise, bam başka bir telden! Dr. Şefik H üsnü, çağrıldığı halde, B akû Kongresi’ne gitm em iştir; ‘öteki­ lerle’, ölünceye kadar yıldızı barışmadı. Daha yakın geç­ mişi, kim hatırlam az? TİP, TSİP, SDP, TİKP, gibi partiler, sosyalistler arasında bir ‘yekpârelik’ olduğu izlenimini veriyor m uydu, Allah aşkına? Dev-Yol’u, Dev-Sol’u, öteki silah ve m ühim m at meraklılarını, hiç saymıyorum; her kafadan bir ses çıkıyor, her kafa, kendi sesini beğe­ nip, en doğrusunun o olduğunda, ısrar ediyordu; ha, ne öncekilerin işçi sınıfı ile ilişkisi vardır, ne sonrakilerin! Öyleyse son günlerdeki tartışm a niye önemseniyor? Tartışanlar bu defa gazeteci/yazar olduğundan, ülkemiz­ de -m a a le se f- sadece gazeteci/yazar takım ı ‘aydın’ sa­ yıldığından mı? Böyleyse, ayıp; değilse, neden. (Sabah sabah, güneşli bir soğuğa çıktım ; K arade­ niz’in uzak ayazı, suratımı ustura gibi yalıyor; henüz er­ ken, tek tük sabah insanları ağzı burnu dum an, bir simit­ çi; otobüs durağında ağaç olmuş, bir iki ihtiyar; eşofman­ lı iki sabah koşucusu; paldır küldür çöpçüler! 120

Yirmi yıldır önüm e gelene anlatm aya çabaladığım, o düşünce, içimde sanki bir arı oğulu: T ürkiye’de çatışma, bürokrasiyle burjuvazi arasındadır; aydınlar, T anzi­ m at’tan bu tarafa, bürokrasinin ya ‘bizatihi’ kendisidirler, ya da uzantısı; seçim dem okrasisini, ancak kazana­ caklarından emin olurlarsa istemiş; aksi halde, Bâbıâli baskınından beri, yeri geldikçe durum a ‘müdahale etmiş­ lerdir’. Basın, gelişmiş ülkelerde olduğunun aksine, si­ vil toplum un değil, ‘zinde kuvvetlerin’ [nam-ı diğer b ü ­ rokrasinin] sözcüsüdür; gariptir am a, genellikle, seçim çoğunluklarına karşı işler. Bu ‘sistem ’ ülkenin kaderinde M illi Savunma, M ali­ ye ve Dışişleri bakanlıklarını; dolayısıyla M ekteb-i M ül­ kiye ve M ekteb-i H arbiye’yi ‘hayati’ önem sahibi y ap ­ mış; seçimler iktidara kimi getirirse getirsin, son söz d a­ ima onların sayılmıştır. Oysa ne görüyoruz, ‘arabesk’ ANAP iktidarı, çeşitli kom binezonlarla bu geleneksel çemberi kırm akta; alışılmış bürokratik m erkeziyetçili­ ğe son verecek o ‘piyasa toplum u’na, o ‘sivil to p lu m ’a [ikisi aynı şeydir] yönelm ektedir. İşte burada Batı yan­ daşı [mason] bürokrasi/him ayesindeki işadam ları/basın üçgeni, eski etkisini kaybediyor; başka çevreler ağır bas­ maya başlıyor: hâlâ üm m et üstyapısını koruyan taşra burjuvazisi/ihracatçı holdingler/televizyon! Üstelik bu de­ fa dönüşüm kesine benzemekte, o yüzden de tedirgin olan bürokrasi, denetiminde çalışması gerektiği halde, seçim­ le oluşmuş iktidarı altından oyacak tertipleri, el altından denemektedir; tıbbi ilk defa olm uyor bu am a, galiba en çarpıcı şekliyle oluyor.) Efendim tartışm a bu, sosyalist aydınların kimisi, ‘ile­ ricilik’ adına; devlet kapitalistliği müsellem, kom prador kültür yandaşı, çoğu mason bürokratları destekliyor ki­ misi ise, iktidarın kapitalist sistemle açık işbirliğine, la­ 121

ikliğe gölge düşürebilecek ümmetçi eğilimlerine rağmen, nihayet T ürkiye’yi klâsik şemaya oturtabilir, ‘sivil to p ­ lum a’ götürebilir diye, arabesk ANAP iktidarım ! Elbet­ te, iki tarafın da işçi sınıfıyla ilgisi ilişkisi yok; aslında burjuvaziyle bürokrasi kozlarını paylaşıyorlar, ‘ilerici’ aydınların bazıları da, onların elleri yanmasın diye, kes­ taneleri ateşten atıveriyor.

SOSYALİZME YANLIŞ İTİRAZLAR... 11 Şubat 1988 Yeniden ortaya bir sosyalist parti çıktı ya, şurdan hur­ dan aynı itirazlar! Neymiş efendim , sosyalizm teorisi bundan elli, bel­ ki yüz yıl önce; başka toplum ların, farklı koşullarına gö­ re tasarlanm ış, bir teoriym iş; hem doğruluğu, zam an içinde saptanam am ış; hem de, bunca eski bir teorinin çağdaş bir toplum a uygulanm ak istenmesi, aslında ‘ile­ ricilik’ filan değil, düpedüz ‘gericilik’ sayılmalıymış! İti­ razcı biraz daha ‘hızlı’ biriyse, işin içine ‘kökü dışarda’lığı bile karıştırabiliyor. Öyle ya, nedir toplum culuk, T ürk tarihi içinde, bir T ürkün bulup çıkardığı bir yön­ tem mi? Değil! Tam tersine, ‘kefere içinde bazı ne idüğü belirsiz kişilerin’, bulup çıkardıkları bir sistem! O halde nasıl olur da onu benimser, toplum um uza mal ederiz? Özeti 11e? Bize bir kere, ‘çağdaş’ düşünceler gerekli­ dir; ayrıca yabancı toplum lara ve düşüncelere göre ta ­ sarlanm am ış, kendi toplum um uza ve düşüncelerimize göre tasarlanmış, bir düşünce sistemi gereklidir! Kuşku­ 122

suz, itirazın böylesinde, esaslı bir gerçek payı var, var ya, onlar bunu ne adına yapıyorlar, hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm , buldum da: Hepsi demokrasi adına yapılıyor; sosyalizmi 19. yy malı, yabancı kökenli sayan­ lar, ‘özgürlükçü, parlam enter dem okrasi’ yandaşları; bunların özgürlükçü demokrasiyi ‘çağdaş’ saydıkları, üs­ telik hiç de ‘yabancı’ saym adıkları, nasıl da belli! Aca­ ba öyle mi? Çocuklar bile bilir ki, demokrasi çağdaş biçimiyle, sos­ yalizmden önce doğm uştur; Fransız (burjuva) devriminden sonra uygulama alanına geçmişse de, gerçekte bu uy­ gulamayı hazırlayan düşüncelerin ‘Aydınlık Yüzyıl’ adı verilen bir önceki yüzyılın malı olduğu, bütün tarih ki­ taplarında yazılıdır; zira demokrasi, liberal burjuvazi­ nin, başka deyişle liberal kapitalizm in siyaset düzenidir ki, ancak m erkantilizm ’den sonra devreye girmiş, uygu­ lanabilmesi 18. yy’ı bulm uştur; buna m ukabil, m eraklı­ sı sosyalizmin ‘çağdaş’ biçimiyle ancak 19. yy’da o rta ­ ya çıkmış olduğunu, elbette hatırlar. Ee, o zam an sosyalizm elli ya da yüz yıl önceki ‘eski­ m iş’ teori oluyor da; nasıl ondan en az yüz yıl, belki iki yüz yıl daha eski olan (liberal) demokrasi, ‘çağdaş’ sayılabiliyor? Buna itirazcıların ne cevap vereceklerini doğrusu bilmek isterdim. Ya öteki mesele? Sosyalizmin ‘kökü’ dışardaymış! Acaba demokrasinin kökü içerde mi? Ceddim iz, Ortaasya’da, kendi icat et­ tikleri bir dem okrasiyle mi yönetiliyorlardı dersiniz? Yoksa bildiğimiz ‘çağdaş’ dem okrasi, Avrupa’da çeşit­ li Hıristiyan toplum larında önce ticaret, sonra manifaktür burjuvazisinin ortaya çıkmasıyla mı, ufukta belirdi? Eğer bir dünya idrakinin, bir düşünce yöntemi, ya da top­ lumsal bir düzen anlayışının, başka bir toplum da mey­ 123

dana çıkması, onun kötü olmasını gerektiriyorsa kökü dışarda diye dem okrasiyi de tu kaka saym am ız gerek­ mez mi? Sosyalizme ve teorisine eskidir ya da yabancıdır di­ ye saldıranlar, demek ki, sırça köşkte oturup, kom şusu­ nun camını taşlayanlardan farksız; ya ne dediklerini bil­ m iyorlar, ya ‘resm en’ saçm alıyorlar, çünkü toplum sal yöntemler, dogma değil birer yöntem oldukları için, için­ den çıktıkları koşullar tarafından belirlenmez; ancak o yöntem lerin, belirli zam an ve yerdeki bir uygulam a bi­ çimi, o zaman ve yerdeki koşulların damgasını taşır; sen yöntemi kendi koşullarına uygular, yeni bir bileşime var­ mayı başarırsan; ortaya yepyeni, çapçağdaş bir sentez çıkar; ulusallık ve gerçekçilik dediğimiz de, aslında budur; yoksa yöntemsizliği yöntem edinip, yöntemlikler es­ kidirler, yabancıdırlar diyerek, elâleme m askara olm ak değil! Hayır, eskiden bu durum lara yalnız ‘soğuk savaş’ pa­ pağanları düşerdi, güler geçerdik, şim dilerde aklı b a ­ şında sanılan kişiler arasında da düşenler çıkıyor; am an, kuram sal düzeyde kesip biçerken d ik k atli olsunlar, sosyalizm bilimsel bir tahlil m etodudur, inanç m inanç değil!

124

Silahlar da Ağlar..

YANLIŞ ÖLMEK 18 Aralık 1976 Tamam arkadaş, haklısın adamın içini kan götürüyor, ne demek Allah’ın günü gencecik bir öğrencinin vurulup, yer­ lere serildiğini görm ek; can mı dayanır? Bunun için ço­ luk çoluk sahibi olm ak da gerekmez, insan olmak yeter. İşin duygusal yanı, hele üst üste ölümlerin birbirine zin­ cirlendiği günlerde, çok ağır basıyor ya; acaba işin baş­ ka yanlarına, akıl yoluyla yeterince eğiliyor muyuz? Ben pek sanmıyorum, şu cepheleşme modası çıkalı, ortada bir olay mı var, bu cephe öteki cepheyi, öteki cephe bunu suç­ luyor, ölen de kim vurduya gidiyor. Berbat bir şey! Şimdi hadi gel, şurada kafa kafaya verip, sorunun di­ bini biraz kurcalayalım . Kim, ben mi? Vallahi bana sorarsan, T ürkiye’de öğ­ renci olaylarının, ‘müzm inleşmesinde’ hem dış nedenler rol oynuyor, hem iç nedenler. Bak, dikkat isterim, ‘m üz­ minleşmesinde’ dedim, neden, çünkü öğrenci olayları her yerde oldu am a, sadece bizim ülkem izde, ‘m üzm inleşti’ bir türlü hakkından gelinemiyor, oysa 1968’de bu işi baş­ latan ülkelerde, A m erika’da, F ransa’da, A lm anya’da, öyle tabancalı bıçaklı öğrenci olayı kalm adı pek. Acaba neden? 127

Öyle sanıyorum ki, biz Türkler’in Tanzimat’tan bu ya­ na sürüp gelen esaslı bir yanılgısı var, o etkili oluyor bu işte; bilirsiniz Tanzimat aydınları, sonrakiler, çağdaşlaş­ mayı, ilerlemeyi, güçlü bir devlet olmayı, hep bir kültür sorunu diye alm ışlardır; hep okul açarak, aydın yetişti­ rerek, bu işin üstesinden geleceklerini ummuşlardır. Yüz­ yıl süren dram atik y anlışm ızdır bu bizim, dizi dizi ay­ dın yetiştirmişizdir ama, yetişen aydınlar ya şu, ya bu ya­ bancı ülkenin kuyruğuna yapışm ış, kom prador aydın­ lar olmuşlardır. Üstelik ülkede çağdaşlaşma bir türlü asıl temeline, sanayileşmeye oturtulam am ış, bu da Türk toplum unun sallanıp durm asına neden olmuştur. Öğrencilere musallat olan siyasal fikirlerin temelinde, sağcı da olsa, solcu da olsa ben yine bu yanlışı görüyo­ rum . Bu şaşkınlar sanıyorlar ki, yetişen öğrenci kuşak­ larına kültür yolundan egemen olm ak önemlidir. Sağ­ cı, Turancılık ilkesini, solcu Marksistliği üniversitelile­ re aşılarsa, iş bitti, Türkiye’nin geleceği Turancı ya da Marksist oldu! Fakülteleri paylaşam ayışlarının, lisele­ re sokulup çocukları kandırarak ellerine tabanca veriş­ lerinin nedeni bu temel yanılgı, bir ülkenin toplum sal ve siyasal gelişmesini kültür düzeyinde belirleyebile­ ceklerini sanmak yanılgısı! O ndan siyasal çekişme ülke­ mizde üniversitelerde geçiyor, ondan zavallı çocuklar ölüyor. Oysa, bir ülkenin kalkınması, bir ülkenin şu ya da bu toplum sal düzene yatm ası, hiç de kültürel düzeyde çö­ zümlenebilir bir şey değildir, iki açık örneğinden biri Tür­ kiye, Tanzimat’tan bu yana kültürel düzeyde batıcı ol­ duğu halde hâlâ batılaşabilmiş değil; ötekisi Japonya, işi endüstriyel düzeyde aldığı için, kültürünü koruduğu halde, kalkınm asını başarm ış! O nun için, üniversitele­ ri aşırı önemsemek, memleketin geleceğini bütünüyle on­ 128

lara bağlı sanmak, Tanzimat’çı yanlışların hem sağda hem solda devamından başka bir şey sayılamaz. Bir de dış neden var dedim, bence var, Türkiye’de ka­ rışıklık ortamının öğrenci çevreleri olduğunu saptayan yabancı gizli servisler, şu ya da bu nedenden kargaşalık çıkarmak istediler mi, kanımca öğrenciler arasındaki kış­ kırtıcı ajanları aracılığıyla işe karışıyorlar, çocukların saf­ lığı ya da heyecanı dolayısıyla başarıyorlar. Dikkat ettiniz mi, bizde böyle vurkırlı öğrenci olay­ ları, hep hükümetlerin merkezi emperyalist sistemle ters düştüğü zamanlara rastlamıştır. Sözgelişi Üçüncü Dünya’ya açılma, Arap-İslam evreniyle yakınlaşma ya da Rusya ve uydularına el uzatma sözkonusu oldu mu, ba­ karsınız gerilim artar üniversite çevrelerinde, ne idüğü belirsiz sağcı ajanlar solcu çocukları vurur, solcu çocuk­ ların ne idüğü belirsizleri arkadaşlarını silahlı ‘mukabe­ leye’ özendirir, al sana bir curcuna! Arkasından üniver­ sitelere el koyalım mı, sıkıyönetim getirelim mi, getirme­ yelim mi tartışmaları! Bir de iktidar zaten dört parçalı olur da, hangisinin hangi ata oynadığı pek belli olmaz­ sa, düşeceği çaresizliği tasarlayın, ortalığı karıştırmak­ tan yarar umanların, ne kadar açıkgöz davrandıklarını bulup çıkarın!

BU ENGELİ AŞMALIYIZ 18 Ağustos 1977

İtalya’ya kulak kabarttığınız oluyor mu?.. Hadi bakalım, beş paralık da bundan al, yahu biz bir­ birimize giriyoruz İtalya neyimize. Bu Özdemir’in dü129

şüncesi, siz de belki böyle düşünüyorsunuz, yine de İtal­ ya’ya kulak kabartın biraz, orada ilginç şeyler oluyor. Neler mi, şiddet hareketleri, bireysel terörizm in türlü çe­ şidi: Adam kaçırmalar, banka soymalar, polisle çatışm a­ lar, sağa sola bom ba atm alar vs... İtalyan basını, genel olarak Avrupa basını konuyla fena halde ilgili, İtalya’da ‘m üzm in’ hale gelmiş bir terörizm dalgasını ülkenin si­ yasal durum uyla ilgili görüyorlar. Açıklaması kolay: İtalyan K om ünist Partisi’nin ağır ve emin adım larla iktidara gittiği m alum , kom ünist bir hüküm et tarafından yönetilen bir İtalya’nın NATo’da bu­ lunmasından Amerika’nın son derece rahatsız olduğu da m alum , memleket öyle altüst edilecek, öyle huzursuz kı­ lınacak ki, ‘kom ünistlerin şerrinden’ kurtulm ak için ya İtalyanlar bir dahaki seçimlerde yığın halinde Hıristiyan D em okratlara oy verecekler, ya da ‘m em leketin yüksek çıkarlarını düşünen, NATo’ya ve CENTo’ya bağlı bir Al­ baylar ya da Generaller G rubu rejimi askıya alacak! Şa­ ka gibi gelir, oysa ciddi: ‘K om ünistlerin şerrinden’ de­ yişim, terörist hareketleri yapanların ‘p artili’ değilseler de kom ünizm in çeşitli fraksiyonlarından oluşu; general­ ler meselesine gelince, çok olm adı İtalya’da bazı gene­ rallerin neo-faşist çevrelerle, giderek CIA ile ilişkilerinin olduğunun ‘ifşa edilm esinden’ bu yana. Sözü nereye getireceğim görülüyor, İtalya gibi ‘geliş­ me halinde’ sayılm ayacak, basbayağı sanayileşmiş, tu ­ zu kuru bir ülke, siyasal durum u bakım ından şaşılacak kad ar T ü rk iy e’ye benzemektedir. Bir farkla... Bu farkı anlam ak için, kendi durum um uza bir göz at­ m ak yararlı olm az mı? T ürkiye 1960’dan bu tarafa sü­ rekli bir sosyal tedirginlik yaşamaktadır. Önceleri M ark­ sist olduğu ileri sürülen, sonraları ülkücü oldukları o r­ 130

taya atılan öğrenci gru p lan silahla oynam akta, sürek­ li sorun çıkarmaktadır. Bu gruplar birbirleriyle çatışıyor­ lar, karşılıklı adam lar öldürülüyor. Bu arada, son dere­ ce kuşku uyandırıcı olaylar, Allah’ın günü gazete sütun­ larında: Büyük yangınlar mı istersiniz, santral aksam a­ ları mı, fabrika bozulm aları mı, türlüsü! Eh, ‘arif olan’ bu olayların da birtakım hain ellerce yaratıldığını kesti­ rebilir. Hepsi birleşince ortaya ‘asayişsizlik’ dedikleri şey çıkm ıyor mu? O çıkınca ne oluyor? İşte üzerinde duracağım nokta burası, çatışm alar, gemi azıya alıp da, sağda solda soygunlar, sabotajlar, bir­ birlerine zincirlenmeye başlayınca, T ürkiye’de m uhale­ fet bir ‘rejim bunalım ı’ lafıdır tutturur, iktidar ise olay­ ları ‘kızıl kom ünistleri’ kanatları altında himayesine alan ‘m uhalefetin’ yarattığını söyler; hele iktidarla m uhale­ fetin başları birbirleriyle kanlı bıçaklı iseler (ki çokluk ne hikmetse böyledir); öğrenciler katında başlamış olan ikili çatışma kısa zam anda basma, oradan siyasal düze­ ye sıçrar, taaa Silahlı Kuvvetleri tedirgin edene kadar, so­ nunda ise ne olduğunu ezbere biliyorsunuz; iktidar ‘meş­ ruluğunu yitirdiği’ için tasfiye edilir, m uhalefet sözümona ‘rejim bunalım ını’ giderir, bürokrasiye yani yandaş­ larına daha çok olanak tanıyan anayasalar getirir, son­ raki ilk seçimi de ya kaybeder ya da iktidar olmayı be­ cerem ediğinden rakipleri iktidar olurlar, oldukları gün de (ne hikmetse) terörizm başlar... Fark işte b u rad a d ır... İtalya hanidir terörizm i yaşıyor, iktidar da m uhale­ fet de bunu rejim bunalımı saymıyorlar, olayları çıkaran­ ların çoğu üç aşağı beş yukarı kom ünist etiketli g örün­ dükleri halde, iktidardakiler bundan Kom ünist Partisi’ni suçlamayı düşünm üyor, böyle bir suçlam anın kendile­ rine bir şey kazandırmayacağını biliyorlar. Komünist Par­ 131

tisi, şiddet olaylarını ‘resm en’ kınıyor, bunu yaptığı an ­ dan itibaren de hiçbir parti onu ‘kanatları altında terö­ ristleri beslemekle’ itham etmiyor. O da, iktidardaki H ı­ ristiyan D em okratlan generaller ve neo-faşistlerle bağ­ lantılı gördüğünü ileri sürmeyi düşünm üyor, alttan al­ ta zaten bilmem kaç yıllık bir birikimi olan ‘faşizmin İtal­ ya’da tırm anm aya geçtiğini’ ortaya atıp iktidara savaş açmaya kalkışmıyor, tam tersine, davranışları yumuşak, hoşgörülü, dem okrasiyi hoşgörüyle olaylara geniş açı­ dan bakm akla koruyabileceğini biliyor. Ç ünkü İtalya gelişmiş bir ülkedir, orada siyasal ilke­ ler yığınlara dönüşm üş som utlaşm ıştır; siyasal partile­ rin dışındaki türlü kurum lar, toplum sal dengeyi sağlar; gizli örgütler ne kadar fişteklese, bu dengeyi, azgelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülkedeki gibi, kolay kolay bo­ zam az, kuvvetleri kutuplaştırıp çatıştıram az. Oysa es­ ki cia ajanı Jo h n M a rk s’ın belirttiği gibi azgelişmiş ül­ kede çağdaş kurum lardan çok, kişiler, görenekler, duy­ gular, yöresellikler güçlüdür, çatışmayı başlatmak için bir iki kıvılcım yeter, sonra onlar sorunu ahm akça duygu­ sal yanından alır, birbirleriyle vuruşa kırışa, CIA’nın is­ tediği sonucu kendi elceğizleriyle alıverirler.

ŞİDDETİN TOHUMU 19 Ağustos 1977 Hiç düşündünüz m ü, İttihat ve Terakki dönem inden bu yana kökü kurum uş görünen bireysel terörizm , T ürki­ ye’de neden yeniden filiz vermiştir? Bizim kuşağım ızın kulağı ‘İttihatçılar sokakta adam 132

vuru rd u ’ lâfıyla doludur. Kemal Paşa karşı devrim cile­ ri sokaklarda salkım salkım sallandırmış, ama bu işi si­ yasal cinayete başvurarak değil, usul ve erkânıyla, ya­ ni adalet yoluyla yapmıştır. Sık sık onun için devrimciy­ di am a ‘M eşruiyetçiydi’ denilmesi, boşuna mı? CHP’nin onun ölüm ünden sonra, öğrencileri bazı si­ yasal amaçları için kullandığı görülmemiş değildir am a, (özellikle Tan olayını söylemek istiyorum ) sistemli bir komitacılığı benimsediği söylenemez, daha ziyade yasal bir diktayı yeğlemiş, İsm et Paşa dönem i yukardan aşa­ ğıya uygulanan bir şiddet dönem i olmuştur. Peki, terörizm nasıl birden ortaya çıktı da, dalbudak salıverdi? Bunun hem toplum sal ve ekonom ik nedenle­ ri olmalı, hem de siyasal. U cundan kıyısından bir açık­ lam a denemesine girsek mi? Alıştığımız biçimiyle bireysel terörizm 65 sonrasının işi, o kadar böyledir ki bu, 27 M ayıs’ta CHP’nin el altın­ dan örgütleyip m eydanlarda bağırttığı gençlik kolları ha­ reketinin, esamisi bile okunm az. Bu dönem , toplum sal bakım dan neyi gösteriyor, hele bir bakalım . a. Çarpık m arpık, burjuvazi oluşuyor, yarı-feodal bir düzeyde dondurulm uş, Anadolu toplum unun düzeni, sü­ ratle kapitalist düzene dönüştürülüyor, eski değerler sis­ temi altüst olm uştur, sanayinin gelişmeye başlam ası iş­ çi sınıfını hem nicel hem nitel olarak büyütm ekte olgun­ laştırm akta, bu da sınıf olarak onun siyasal arenaya ye­ ni isteklerle girm esine yol açm aktadır. b. İsmet Paşa toplum u, ‘aşırı sağdan ve aşırı soldan’ yapay olarak arındırılm ış donuk bir baskı toplum u idi, bu toplum un serbest bir düzene geçmesi, hele 1961 Ana­ yasasının sağladığı temel özgürlüklerin kullanılabilir ha­ le gelmesi, toplum sal çalkantının giderek siyasal düzeye yansımasını olanak içine sokuyor, yıllardır dondurulm uş 133

her türlü özlem ve hareket su yüzüne çıkıyor: sosyalist partilerin, sosyalist akım ların varlıklarını duyum satm a­ sı da bu dönemdedir, bölgecilik vs. hareketlerinin kımıl­ dam aya koyulması da. Hepsi birer ikişer örgütlenirler. D em okrat Parti dönem inin ‘kulis politikacısı’ tipi eskir, yerine kitle içinde çalışan daha solcu bir ‘eylem politika­ cısı’ tipi m eydana çıkar. c. Türk toplumu bir geçiş dönemini yaşamaktadır, ge­ çiş dönem lerinde her türlü ekonom ik çalkantının to p ­ lumsala, toplumsalın siyasala dönüşmesi, bunların da ya­ sal çerçeve içersinde partileşm esi olağandır ve olasıdır. Bu bakım dan Türkiye’deki gelişmeye sağlıksız denemez. Sağlıksızlık, bence, özlemler ve istekler paketiyle bilinç ve olanaklar arasındaki çelişiklik büyüyünce ortaya çı­ kıyor, nasıl mı şöyle: Kırsal bölge çocuğu, taze işçi, sö­ m ürüldüğünü öğrenince, düzenin değişmesi gerektiğine aklı kesince, bu işi demokrasinin olağan süreci içinde ger­ çekleştirmeyi içtenlikle benimseyip partisinde efendi efen­ di çalışarak yerde, en kısa yoldan ve tezelden, kaba kuv­ vete başvurarak yapabilirim sanıyor. M utlu olmak özle­ mi çok büyük ve şiddetli, oysa düzeni değiştirebilmek için iktidar olabilm esinin olanakları kıt ve sınırlıdır, şiddetır tohunnım ı akla düşüren bu. o5 sonrasında, solda, genellikle TİP’in gençlik örgü­ tünde yer almış olan delikanlıların aklını fıttıran, dev­ rimci bir acelecilik olmuştur. Doğruydu, yanlıştı, ben bu­ nu H a n g i S o r da uzun uzun tartışm ışım dır. Nesnel ola­ rak görülen, toplumsal dönüşümün siyasal yoldan ve sağ­ lıklı bir gelişmeyle gerçekleşmesi yerine, bireysel zorla­ m alarla ve kestirm eden gerçekleştirilm esi girişim idir denebilir. Yine de bu, tek tük birkaç çıkış, önemsiz bir­ kaç olay olarak kalabilirdi. Yaygınlaşması ve kronikleş­ mesinin nedenleri, galiba şunlar oldu: 134

a. D ünya, genel olarak, bir şiddet hareketleri döne­ mi yaşıyordu; Amerika’dan Avrupa’ya atlamış olan genç­ lik hareketlerinin Türkiye’yi de sarması olağan sayılma­ lıydı (Marcuse-Guevera-Marighella-Debray). b. Türk solunun içinde yuvalanm ış, am açları sosya­ lizm filan olm ayan, aslında T ürk toplum unda kargaşa­ lık yaratm ayı, bu kargaşalık sayesinde iktidarı değiştir­ meyi düşünen kışkırtıcı ajanların bolluğu ve etkenliği. c. Güvenlik servislerini terörizm le mücadeleyi yasal bir etkinlik içinde yürütecek yerde, ciA’dan öğrenilmiş ya da devralınmış sivil savaş yöntemleriyle, ‘yardımcı güç­ ler’, ‘karşı öğrenci hareketleri’ yaratarak önlemeye kal­ kışm aları. d. Feodal toplum dan, hele feodal üstyapının k a b a ­ dayılık efelik, yiğitlik, namus, silah vs. gibi değer ve kav­ ram larından kopamam ış, bir anlam da ‘lümpen’ delikan­ lıların uzun süreli (çokluk nankör) kitle ve taban uğra­ şı yerine, tehlikesi kadar fiyakası da büyük ‘silahlı eylem ’e daha çabuk ısınm aları. Bütün bunlar bir araya gelince, basının ‘şiddet hare­ ketleri’ adını taktığı bireysel terörizm aldı yürüdü.

“SİLAHLI EYLEMİN ELEŞTİRİSİ” 29 Eylül 1978 Hızlı devrimcilerin bildiği kesindir ya, pek tekrarlam az­ lar. Ünlü Küba devrimi kahram anlarından Emesto ‘Che’ Guevera dem iştir ki: “Bir ülkede yalancıktan bile olsa demokratik bir iktidar, bir parlamento, serbest seçimler varsa, o ülkede silahlı eylemin şansı yoktur. Buna kar­ 135

şılık faşizmin bütün kurumlarıyla işlediği, halka hiçbir muhalefet hakkının tanınmadığı diktalarda, vardır.” Nikaragua, demek ki silahlı bir halk hareketinin şans­ lı olabileceği ülkelerdendi. Somoza ülkeyi 42 yıldır sö­ m ürüyor ve eziyor. Üstelik ulusal çıkarlarını Amerika'ya peşkeş çekiyordu. Z aten Sandinista hareketinin bu ül­ kenin uyduruk parlam entosunu basabilecek, milletve­ killerini kaçırabilecek kadar güçlenmesi, iş silahlı kal­ kışmaya varınca en azından ülkenin üç büyük şehrini on, on beş gün elinde tutabilm esi ancak böyle açıklayabi­ lirsiniz. Nikaragua bir bakım a Franco Ispanya’sına, bir bakım a Mussolini İtalya’sına benzem ekteydi. Ülke di­ key örgütlenm iş, üçgenin tepesine de diktatör oturm uş­ tu. T abandan geniş katılm ayla iyi yönetilm iş bir silah­ lı halk eyleminin ortalığı silip süpürm esi gerekiyordu. Olmadı. Peki, neden? Bu sorunun cevabı, yeryüzünün öteki ülkelerindeki silahlı eylem m eraklıları için de önemli değil midir? Benim Hangi Sol'un bir köşesinde vardır, bundan üç yıl kadar önce İspanyol Komünist Partisi lideri Santiago Carrillo demişti ki: “Silahlı çatışmayla başarıya ulaşmak şansı, çağdaş devletlerde çok azalmıştır. N e kadar örgüt­ lenirse örgütlensin, işçi sınıfının geliştirilmiş iletişim ola­ nakları, ulaşım olanakları, hareket yeteneği ve hızı, son derece artmış çağdaş profesyonel ordularla baş etmesi olmayacak bir şeydir.” Buna hemen, yine o tarihte henüz hayatta olan Andre M alraux’un, (bu eski devrimcinin) dediklerini ekle­ mek gerekiyor: “ ... Günümüzde Lizbon’da olduğu ka­ dar Prag’da da başkaldırmalar molotof kokteylleriyle yü­ rütülmek istenmektedir. Verdiği sonuçlar ise meydanda­ dır: Sıfır. Ben fazla iyimser değilim, kolay bir geçişe inan­ mıyorum. Çünkü, çağdaş bir ülkede niteliği ne olursa ol­ 136

sun bir isyanın, hangi türden olursa olsun bir devletten, hele bu devlet kararlıysa, daha güçlü olabileceğinden emin değilim, her şeyin esası b u d u r.” M alraux, başkaldıranlar haklı bile olsa, iktidardaki gücünden dolayı onlardan daha avantajlı durum da b u ­ lunacaklarını da lafla değil, deneyim görm üş devrimci mantığıyla şöyle açıklam akta idi: Bastırm a aygıtı dendi mi, ilk önce tankları düşü­ nüyorum . Benim için temel sorun budur. Ama çağımız­ da ana sorun, tanklar var mıdır, onu bilmekten çok, tank­ ları kullanacaklar mıdır, bunu bilm ektedir. (...) N ispe­ ten yakın bir devrim olan Ekim Devriminde proletarya­ nın başkaldırm ası teknik bakım dan hâlâ savunulabilir durum daydı. G ünüm üzde böyle mi ya? Böyle bir şeye ancak ne zam an kalkışm ayı düşünebilirsiniz, biliyor m usunuz? K arşınızdakiler ateş emri vermemeyi garan ­ ti ederlerse. Z ira iki tank taburunu önünüze yığdılar mı, ne proletarya kalır ortada, ne başkaldırısı... Ekim Dev­ rimi 19. yüzyılın son devrim idir zaten .” M alraux’un sözlerine, Guevera’nın yanında gerilla sa­ vaşlarına katılm ış, ünlü Fransız devrimcisi Régis Debray’nın şu sözlerini de eklemeliyim: “İşin kötüsü, düzen­ li orduyu halk kendi ordusu sanıyor, ondan yana çıkı­ yor. Bizim kurduğum uz halk kurtuluş ordusundan ya­ na değil.” Sonuç: Klasik başkaldırm a, ancak m üstebit yöneti­ min vurucu gücü, süvari iken etkili olabilirdi. Bugün ik­ tidar sokakta tan k , havada uçak gücünü elde tuttukça iş, başkaldırmayı ezmek isteyip istemediğine kalır. Ezme­ ye karar verebilecek kadar kendini güçlü hissediyorsa, bu kararı verir, verince de, m olotof kokteylleriyle hafif piyade silahlarıyla devrim yapm aya kalkışan gerillalar um utsuz bir savaşa düşerler. N ikaragua’da da böyle ol­ uz

muştur. İşte, Sandinista hareketi, halktan geniş destek ve yardım gördüğü, liberal burjuvazinin bir kısmı bile onu desteklediği halde, sivil m uhafızların tankları ve uçakları karşısında, bütün yiğitliğine ve devrimci bilin­ cine rağmen tutunam am ış, ele geçirdiği şehirleri birer bi­ rer kaybederek, Som oza’nın köpeklerine yem olmuştur. Kanları yerde kalır mı? O başka bir hikâye... Somoza gibi bir m üstebit, elbette günün birinde devrilecektir. Ama çağdaş bastırm a aygıtının olanakları, elverişli ve nesnel koşulların hüküm sürdüğü ortam da bile bir halk ayaklanmasını boşa çıkarabiliyorsa, Regis Debray’ın de­ diği gibi silahların eleştirisi gündem dedir...

“SİLAHLAR DA AĞLAR” 13 Temmuz 1982

Sekiz Sütuna Manşet'i seyretmiş miydiniz? Dizinin çekil­ meyen bölümlerinden birisi, ‘Silahlar da Ağlar’ adını ta ­ şıyordu. ‘K östebeğin G özleri’nde uyuşturucu m adde ve silah kaçakçılığı m afia’sını ele alm ıştık ya, ‘Silahlar da A ğlar’da, bu m afia’nın terörist örgütlerle ilişkileri­ ni irdeliyoruz. N asip değilmiş, ekrana getiremedik. Ka­ çakçılık davaları görüldükçe, terörist örgütlerle mafia arasındaki korkunç ilişkiler m eydana çıkıyor. Bu da, te­ rörizmin ve kaçakçılığın önlenmesi için çeşitli yasal ted­ birlerin (cezaların artırılm ası vs.) düşünülmesine yol aç­ m aktadır. Sizce bu yeterli mi? Bence hayır! Toplumsal o rtam elverişli olm asa, şiddetin tohum u yeşermez! Şu halde işe, toplum sal ortam ı irdelemekle başlam ak gere­ kiyor. 138

Üç yıl kadar evvel (12 Temmuz 1979) şunları söyle­ mişim: toplum kapitalistleşir, kırsaldan kentsele geçer­ ken adına ‘lüm pen’ dediğimiz bir kesim var ki, ne b u r­ juva olabiliyor, ne de proleter: İşte sonradan işe şidde­ te dökenler bunlar. Çünkü biliyorsunuz, çağdaşlaşma de­ diğimiz olay, endüstrileşmeyle atbaşı gidiyor; sonucun­ da da ‘batılı’ anlam da ortaya çıkan şehir uygarlığında in­ sanlar ya burjuvaziyi ya proletaryayı oluşturuyor. İki­ sinden de olm ayan ara tabakalar, anarşinin doğup b ü ­ yüdüğü yerler. Birisi küçük burjuvazi, ötekisi gecekon­ du h alkı.” D aha biraz ötede, şu sözler: “ ... işçileşememiş kırsal kesim lümpeni zenginleşmek, kendisine ‘güneşte bir yer edinm ek’ için silah kaçakçı­ lığı yapıyor; hayat koşulları yüzünden, gittikçe işçileşmek tehlikesiyle karşılaşan, oysa burjuvalık özlemleri ta­ şıyan küçük burjuva lümpeniyse, onun sağladığı silah­ larla banka soyup şunu bunu kaçırarak, sözde devrim ­ cilik, gerçekte ise basbayağı ‘asilik’ y a p ıy o r...” Beş yıl önce (27 Haziran 1977) ‘asi’nin tanımım araş­ tırmışım: “ ... asinin toplum sal çevreye duyduğu tepki, öfkesi­ ni hemen som utlaştırm aya itiyor onu, hareket noktası uzun sürede gerçekleştirilecek ve toplum sal bir dönüşü­ mü gerektirecek bilinçli bir örgütlenm e değil, hayır, ona ‘güneşte bir yer ayırm ayan’ düzene şiddetli tepki, böy­ lelikle hem varlığını kanıtlam ak, hem de düzenin duva­ rında büyüyeceğini um duğu bir çatlak yaratm ak. Dev­ rimci, halk yığınlarıyla özdeşleşmek mi istiyor, o tam ter­ sine, kendisini o yığınlardan soyutluyor. Öyle sanıyorum ki, ideolojik bir açıklam a çabası, tek kelimeyle ideolo­ ji gereksinmesi de, burada ortaya çıkıyor zaten. Aksi hal­ 139

de ban k a soyup sağa sola dinam it atan gangsterlerden farkı kalm ayacak. O da yalnız, bu da yalnız. O da ku r­ tuluşu her defasında daha ‘ileriye kaçm akta’ buluyor, bu da. ikisinin de toplum la ilişkileri kopuk. Am a işi birey­ sel terörizm e dökm üş ‘devrim ci’ kötü bir ideolojiye sa­ rındı mı, bireysel terörizm in sıradan bir gasp, bir b an ­ ka soygunu olm adığını önlediğini s a n ıy o r...” Siyasal eylem de şiddetin ‘b a b a la rı’ kim ler? Şiddet ideolojisini oluşturanlardan, çağdaş toplum cu hareket­ lerin alabileceği şey var mıdır? Varsa nedir? O dağda­ ğalı 1979 Temmuz’unda, bu sorulara verdiğim cevap şu olm uş: “ ... Rus narodniklerinin bir kesimiyle, sanırım Stirn er’ci anarşistler, bir de ünlü Neçayev ve tayfası, birey­ sel terörizm den toplum sal değişim için hayır um m uşlar­ dır, ama, umdukları ne geçen yüzyılda gerçekleşmiştir, ne de bu yüzyılda. Anarşizm , bireyci sosyalizm olarak, en son savaşını İspanya İç Savaşında verdi, orada da yenil­ di. P ro u d h o n ’dan B akunin ve K ropotkin’e kadar (bel­ ki Sorel’i de eklem em gerekirdi) anarşizm in büyük ku­ ramcılarından, çağdaş toplumcu hareketlerin, önemle göz önünde tutm aları gereken şeyin, ‘özgürlükçülük’ oldu­ ğu a n laşılm ıştır...” Türkiye’de şiddetten hayır um anların, ne büyük hüs­ rana uğradığını, bir de onların ağzından işitince, insanın eski söylediklerini hatırlam am ası m üm kün mü? ‘M arksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği Ö rgütü ’nün üst düzey yöneticilerinden, Şemsi Ö zkan ifade­ sinde demiş ki: “ ... aslında tam uygulansa bile başarıya ulaşam aya­ cak eklektik/soyut bir teorinin peşinden koşan örgüt, bu teoriyi bile uygulayabilecek siyasi yeterlikten uzak, fe­ odal karakterli bir genç insanlar grubu olarak doğmuş, 140

öyle gelişmiş ve bitmiştir. Aslında bu durum , THKP-C kö­ kenli tüm örgütlenm elerde hem en hem en aynıdır. Aynı teoriden farklı yorum larla yola çıkan tüm örgütler için yenilgi, 1972’dekinden çok daha açık, kesin ve trajik ol­ m uştur.” Şemsi Ö zkan, Türkiye’nin 12 Eylül öncesi d u ru m u ­ nu, ‘toplumsal cinnet sayılabilecek bir ortam ’ diye değer­ lendirmiş. O na göre, “ insan, gençlik aile ve toplum a ra ­ sındaki ilişkilerde görülen uyum suzluk ve aradığını b u ­ lam am anın oluşturduğu toplum a yabancılaşm a, giderek ‘toplumsal düzene öfke’ niteliğine dönüşmüş! Birazcık ta­ rih ve toplum görüşü olabilenin, on yıl, beş yıl öncesin­ den görebildiği bu durum u anlayabilm ek için, bunca in­ sanın, bunca acı çekmesi mi gerekirdi?” Sanayileşmenin geciktirilmesinden doğan, toplum sal huzursuzluğun ce­ remesini, ne kadar ağır ödediğimiz, apaçık görülüyor. Her defasında ‘yabancılaşm ış’ gençler, merdiveni yeniden mi icat edecek? MLSPB’nin ‘üst düzey yöneticisi’ Şemsi Ö z­ kan, ifadesinde benim , ‘Silahlar da A ğlar’da bir gence söyletmeyi düşündüğüm sözleri mi söylemiş? O kuyun­ ca, insan bir tu h af oluyor: “... evet biz suçluyuz, cezamızı çekeceğiz. Ama insan kıyımının yaratılmasındaki sorumluluk paymı saptarken, tarihi sorumluluk isteyen yargının kriteri ne olacaktır? Silahlı mücadele emperyalizminin zararına değil, ta­ mamıyla yararına olmuştur ve olacaktır. Bizler, 1972’nin acı sonunu 1980’lerde yeniden yaşadık ve halkımıza ya­ şattık. Ülkemiz ve halkımız bu acılara, bu trajik sonla­ ra lâyık değildir. Olmamalıdır.” Silâhlar dem ek böyle ağlıyormuş!

141

Yaşayan Görüyor...

‘AZGELİŞMİŞ* SOSYALİST KAFASI 28 Aralık 1976 M ehm et’le söyleşiyorduk, lâf arasında Pliyuşç adı geçti. Bu dediğim, birkaç aylık hikâye! Ruslardan, arada sı­ rada, rejime m uhalif bazı aydınlar batıya gönderilir; ka­ pitalist basını ve ajansları, olay üzerine Sovyetler’e ve ko­ münizme karşı propaganda yapabilmek için, gürültü ko­ parırlar ya, Pliyuşç olayı, öyle bir şeye benziyor. Hiç de­ ğilse, tek tük bizim basına düşen haberlerden, görülen o. M ehm et de, öyle sanmış, tesadüf o gün Fransa’dan son gelen Observateur dergisi masamın üstünde duruyordu, az önce karıştırmış, olayla ilgili ilginç bilgiler edinmiştim, derginin o sayfasını açtım, Pliyuşç’un resmini gösterdim, M ehm et şaştı kaldı. N eden mi? Resimde Sovyet m uhalifi, ‘H ürriyeti seç­ m iş’, R usya’da rejimin türlü gadrine uğrayıp deli diye tım arhanelerde süründürülm üş Pliyuşç, Fransız K om ü­ nist Partisi’nin kapısı önünde, bu partinin önemli yet­ kililerinden birisiyle beraber görünüyordu. D aha sonra, basın toplantısı yaptı, yum ruğunu kaldırm ış solcu selâ­ mı verirken, resm ini de gördük. İyi mi? İşin içyüzü nedir? Pliyuşç, Rusya’da uygulanan bürok145

rasi diktasının şimşeklerini üstüne çekmiş, özgürlükçü bir sosyalist. Ruslar böylelerini deli diye içeri atıyor, tım ar­ hanelerde, ‘tedavi ediyorlar’. Ne var ki Pliyuşç sorunu ba­ tılı kom ünist partileri tedirgin etmektedir, ‘Gayr-ı resmi’ haberlere göre İtalyan ve Fransız Komünist Partileri el al­ tından M oskova’ya başvurup adam ın serbest bırakılma­ sını istiyorlar, o kadar ısrarla ve inatla bir isteyiş ki bu, sonunda M oskova razı oluyor, Pliyuşç uçağa bindirilip batıya gönderiliyor. Paris’e gelir gelmez, ayağının to­ zuyla Fransız Komünist Partisi’ni ziyaret etmesi de, ba­ sın toplantısında yum ruğunu kaldırm ası da bundan. Türkiye, bu önemli olayı atlamıştır. Observatcur der­ gisi, Türkiye’ye gelmez mi? Gelir, çok da satılır. Hemen bütün gazete bürolarında bulursunuz. Öyleyse neden olayı asıl boyutlarıyla yansıtm azlar? H a, işte bu da bi­ ze vergi bir hastalıktır, solcularımız arasında Sovyetler’in aleyhine yorum lanabilecek haberleri vermemek, es geç­ mek, uyutmak marifet sayılmıştır. Pliyuşç batıya geçti, ne­ den, sağcı da ondan, hiç solcu olsa Rusya’yı bırakır da batıya geçer miydi? Kafa bu! Oysa Sovyetler’de sağcı ol­ duğu kadar solcu bir m uhalefetin var olduğunu bugün Ruslar bile dünyadan saklamıyorlar. Bizimkiler, ya den­ sizlikten, ya cahillikten, saklam aya kalkışır, gülünç de olurlar. Hepsi bu mu? Hayır, bir örnek daha vereceğim. Fransız Komünist Partisi’nin Bilimsel Danışma Ku­ rulu Başkan Yardımcısı Jean Elleinstein diye bir bilim adam ıdır ki, tarihçilikte üstüne az bulunur, sosyalist ku­ ram ı hatm etm iştir, partisinin tam güvenine sahiptir, za­ ten FKP’nin yayımladığı Sovyetler Birliği Tarihi’ni de o yazmıştır. Kısacası, adam ın toplum culuğundan kuşku­ lanmak olanak dışı! İşte bu adam, geçenlerde dedi ki, Rus devriminin ilk dönemlerinde Lenin’in vardığı sonuçla146

n n hepsine katılm ak yanlış olabilir, Stalin’cilik sadece Stalin’in, ‘Şahsıyla’ açıklanamaz, bunun o toplum sal ortam ­ la ilgili nedenleri vardır ki, bu da sosyalizmin azgelişmiş, henüz feodal nitelikler taşıyan bir toplum da uygulanmak istenmesiyle ilgilidir, Fransız Kom ünist Partisi üyelerin­ den çok kişi R usya gibi ‘Kamu özgürlüklerinin b u lu n ­ duğu’ bir ülke yaşam ak istemez falan filan! Nasıl, yaman mı? Bir de şunu ekleyelim: Berlinguer, bileceksiniz, İta ly an K om ünist P artisi’nin NATO’dan çıkmayı düşünmediğini söylemişti, müthiş bir gerekçe­ si de vardı, İtalyan Sosyalizm deneyinin Rusya tarafın­ dan Çek deneyi gibi baskınla yıkılmasını önlemek NA­ TO sayesinde mümkün olabilir diyordu. Eh, Jean Elleinstein de buna katılıyor, ona göre de F ran sa’da sosyalist/komünist koalisyonu iktidarı alırsa NATO’dan çıkma­ sı gerekmez! G ördüğünüz gibi, sosyalistler için son derece önem ­ li, son derece ‘hayati’ sözler bunlar, T ürk basınında oku­ yabildiniz mi? H ayır! Ne sağcısı verdi, ne solcusu! H a ­ di vermek sağcıların işine gelmiyor diyelim , solcuların işine niye gelm iyor acaba, çözebiliyor m usunuz? Adama siz ne biçim ‘özgürlük’ yandaşısınız diye sor­ m azlar mı?

‘LIBERTAD PARA CARRILLO’ 4 O cak 1977 D aha başından sarmıştı beni kitap, yazarın acılarını, se­ vinçlerini, düş kırıklarını paylaşa paylaşa 144. sayfaya gelmiştim ya; o sayfayı okurken, başka türlü heyecanlan­ 147

dığımı, tüylerim in diken diken olduğunu çok iyi h atır­ lıyorum. Kitap, Yarın İspanya... / Demain l’Espagne adlı ki­ taptır, yazarı İspanyol K om ünist Partisi Genel Sekrete­ ri Santiago C arrillo, sözünü ettiğim sayfaysa, iKP’nin Rusların Ç ekoslovakya’yı D ubçek ilkbaharı dolayısıy­ la basm aları karşısındaki tepkisini anlatır, aynen şöyle: takındığım ız tavırlar tartışıldı, burası açık. Sov­ yet Partisi’ne oldum olası çok bağlı bir p arti içinde bu türden bir tavrın takm ılm ası, elbet bir çalkantı doğurur. 1 9 6 8 ’de, M oskova dönüşü, m ilitanlarla yaptığım ız ilk toplantıyı hatırlıyorum . O lup bitenler beni altüst etmiş­ ti. R aporum a, ‘sizden ricam beni ne alkışlam anız ne de m utabık değilseniz protesto etmenizdir, sadece dinlemenizdir,’ diye başladım . Sonra, her aşam adaki tepkileri­ mizle olayın tarihçesini anlattım , öyle bir yer geldi ki, o zam an şunları söyledim: ‘... eğer biz iktidarda olsaydık, sosyalist bir ülkenin askeri birlikleri (böyle) sınırlarım ı­ zı geçselerdi, kendim izi savunm ak için, ben orduyu on­ lara karşı harekete geçirm ekte tereddüt etm ezdim ’. . . ” “ ... O devirde, bir kom ünist partisinin içinde böyle bir şeyi söylemek korkunçtu. Bazı ark ad aşlar b an a di­ yorlardı ki, ‘Ç ok ileriye gitm iyor muyuz? Azınlıkta kal­ m aktan korkm uyor m usun?’ O tarihte böyle bir riziko­ yu göze almıştım. Fakat, geniş tartışm alardan sonra, par­ ti durum u anladı ve bizi destekledi ve bugün diyebilirim ki bağım sızlık ilkesi konusunda p arti içinde tam bir uzlaşm a egem endir.” İspanyol halkının M adrid’in duvarlarına ‘Libertad pa­ ra C arrillo’ (C arrillo’ya özgürlük) diye yazılar yazdığı adam , işte bu adam dır; Franco artığı bir iktidarın bü­ tün dem okrasi tıraşlarına rağmen M ad rid ’de basın top­ lantısı yaptığı diye tutukladığı da, o adam . 148

Bilir misiniz R uslar ne yaptılar? C arrillo ile partinin, İspanya savaşından kalm a ün­ lü yöneticisi D olores İb a rru ri’ye karşı (Passionaria), Lister diye parti içinden bir uşak buldular, İspanyol Ko­ m ünist Partisi’ni bölmeye kalkıştılar, am a işin güzeli odur ki, azınlıkta kalan Lister oldu. Carrillo değil! M os­ k o v a’nın el altından yaydığı C arrillo’nun iKP’sini tem ­ sil etmediği iddialarına karşı da, onlar, biri Fransa’da bi­ risi İsviçre’de olm ak üzere iki dev toplantı düzenlediler, bu toplantılara İspanya’nın içinden, on binlerce üye ve yandaş getirdiler. Bugün, Avrupa Komünizmi (Eurocom munisme) ha­ reketinin en ünlü üç yöneticisinden, -öteki ikisi Berlinguer ve M archais- biridir Carrillo. Özgürlükçü bir sos­ yalizmin gerçek sosyalizm olduğunu savunmakta, benim Hangi Sol’a aldığım bir demecinde, şunları söylemekte­ dir: “ ... Burjuvazi, toplum üzerindeki egemenliğini çok­ luk diktaya başvurm adan, dem okratik usuller ve yollar­ la sürdürm enin çaresini bulabiliyor; işçi sınıfı aynı şe­ yi yapabilecek yetenekte değil m idir ki ille zora başvu­ racak olsun? Solun tarihsel görevini yerine getirmesi için diktatörlüğe ihtiyacı olacağını sanm ıyorum .” Dem okrasiyi böylesine savunan, ortanın sağındaki partilerle birlikte ‘dem okratik güçbirliği cephesini’ ku­ ran böyle bir lidere, dem okrasiye geçmek iddiasındaki İspanyol faşizm inin tepkisi niyedir? Amerika, Ispanya’yı NATo’ya alacaktır. Dokuzlar da O rtak Pazar’a alm ayı kuruyorlar, ‘hür dünya’nın, özel­ likle Am erika’nın yandaş diye alacağı ülkelerden biçim­ sel bir demokrasiyi istediği malum, İspanya bu geçişi ger­ çekleştiriyor am a, o ülkede iç savaştan bu yana K om ü­ nist Partisi güçlü, faşizme rağm en ezilmemiş, şimdi bile yasak sayıldığı halde siyasal polisin burnu dibinde genel 149

sekreterine basın toplantısı yaptırıp seksen küsur gaze­ teciyle konuşturabiliyor. Ispanya’daki bazı siyasal grev­ lerin kökeninde K om ünist Partisi var. Peki niye, niyesi açık, A m erika’nın İspanyollara, ‘empoze ettiği’ dem ok­ rasi tıpkı bize ‘empoze ettiğine’ benziyor, demokrasi ola­ cak ama Komünist Partisi olmayacak, onun için çok par­ tili rejime geçecek Ispanya’da Komünist Partisi’nin legalleşmesiıte izin çıkmıyor. Carrillo, işte her şeye rağmen seçimlere gireceğiz di­ ye ondan dedi, ondan basın toplantısı yaptı, ondan tu ­ tuklandı. Dönen dolapları bilen İspanyol halkı da, ko­ m ünisti, sosyalisti, liberali, dem okratı ile ondan Carrillo ’ya özgürlük diye sokaklara döküldü.

“YÜREKLER ACISI BİR İŞ!..” 13 Ocak 1977 Yooo, hayır, Vladimir Bukovski, hani gazetelerde, Şili Ko­ münist Partisi Lideri Luis Corvalan’la değiştirildiğini okuduğunuz Rus, daha önce sözünü ettiğim Pliyuşç gi­ bi sosyalist değil. Zürich’de onu M oskova’dan getiren uçaktan iner inmez, ayağının tozuyla yaptığı basın top­ lantısında bunu soran gazetecilere gülümseyerek, “Hiç­ bir zaman komünist de, sosyalist de olm adım ,” demiş, anlattığına göre onun derdi özgürlük derdi, her yerde si­ yasal özgürlükler tam olsun istiyor, R usya’daki m uha­ lefetin söz hakkını savunuyor. Öyleyse niye bu konuya giriyoruz, batı basınında ola­ yın yankılarıyla ilgili son derece ilginç haberler çıkıyor, ve -b erm u tad - bunlar bizim basınımıza yalan yanlış yan­ 150

sıyor da, ondan. İster sağcı olsun, ister solcu, şu a k ta ­ racağım şeyleri okuyunca bir yaşınıza daha gireceksiniz. Bir kere daha dünyadan nasıl habersiz yaşadığımızı görüp, üzüleceksiniz. N eresinden başlayalım? Şili’nin cellât diktatörü Pinochet, Allende’ye om uz vermiş, onun özgürlükçü sosyalist rejimini desteklemiş olan Şili Komünist Partisi lideri Luis Corvalan’ı, Rus­ ya’da yıllardır cezaevi cezaevi sürünm ekte olan, rejimin m uhaliflerinden Vladimir Bukovski ile değiştirebilece­ ğini ilân ediyor, uzun pazarlıklardan, aracılardan, hesap­ tan kitaptan sonra, bu değiştokuş gerçekleşiyor. Corvalan ’la, Bukovski, İsviçre’de değiştiriliyor. Peki, böyle bir olay karşısında, sözgelişi Fransız Ko­ münist Partisi’nin tepkisi nedir? Hele bir düşünün, en azından ‘Hele şükür Yoldaş Corvalan kurtuldu’ filan ol­ malıdır değil mi? Yanlış! Parti’nin gazetesi ünlü l’Huma­ nité olaylı şu başlık altında veriyor: “Kabulü imkânsız bir pazarlık!” Ne o, şaştınız mı? O halde FKP Genel Sekre­ terinin konuyla ilgili sözlerini öğrenince daha da şaşa­ caksınız! George Marchais kelimesi kelimesine şöyle demiş: Yürekler acısı bir iş! Kişioğlunun en vazgeçilmez haklarını kullandıklarından koğuşturmaya, soruşturma­ ya uğratılmış iki adamın, kaderini belirlemek için giri­ şilen bu pazarlığın savunulur bir tarafı yoktur.” Nasıl, iyi mi? Marchais’nin öfkelendiği, Bukovski’nin de, Corvalan’ın da siyasal haklarını kullanm alarından dolayı koğuşturulm uş, soruşturulm uş, bir de bu yetmiyormuş gibi, sosyalist olduğunu ileri süren bir ülke ile faşist ol­ duğu açık bir ülke arasında pazarlık konusu edilmiş ol­ ması! Ne dersiniz, ‘eski’ komünistlere benziyor mu bunlar? 151

Bizde ‘hızlı’ çok, şimdi biri çıkar der ki, ‘M archais ne de olsa aydından sayılır, parti yöneticisidir, carttır curttur, siz asıl işçi sınıfına bakın, Fransız işçi sınıfı ne de­ miş?’ Tamam, bakalım: yıllardır FKP ile omuz omuza ya­ şayan, onu desteklem iş olan ünlü işçi konfederasyonu CGT adına bir sorum lusu, René D uham el, şöyle demeç veriyor: bir kimsenin doğru olduğuna inandığı fikirlerin­ den dolayı Bukovski ya da Corvalan gibi sürgüne gitmek zorunda bırakılm ası kabul edilemez, bunun gibi, Doğu Alm anya uyruğundan çıkarılmış şarkıcı B ierm ann’a uy­ gulanan ceza da kabul edilecek bir şey değildir, öte yan­ dan geçenlerde Polonya’da grev yaptıkları için bazı işçi­ lerin çok ağır hapis cezalarına çarptırılmış olmalarını da onaylam ıyoruz.” Şimdi fark ettiniz mi, Bukovski/Corvalan değiştokuşunu ilginç yanını? H erhalde Bierm ann konusuna me­ rak sardıran da çıkacaktır içinizde, fikrimce o ayrı bir iş, genel olarak Doğu A lm anya’daki son çalkantılarla bir­ likte ele alınması, değerlendirilmesi doğru olur, başka bir gün konuşuruz, izninizle Zürih değiştokuşunu öteki kah­ ram anının durum una da bir fırt eğilelim. Öteki kahram an dediğim Luis Corvalan, Allende’nin ö zg ü rlü k çü sosyalizm ini desteklem iş, P in o c h e t’nin elinde ölüm ünü bekliyordu, am a arkadaşları ve p a rti­ si Şili’ye ulusal bağlılıklarını gösterm ek için m ücade­ le ediyorlar, bu ara d a canlarını veriyorlardı. A nlaşılı­ yor ki, C o rv alan ’a değiştokuş bildirildiği zam an, a d a ­ mın ağrına gitmiş bu, istememiş, yani arzusu hilafına ya­ pılıyor. Ama istemeyişinin nedeni güzel, ŞKP ülkeyi özgürlü­ ğüne kavuşturm ak için ulusal bir mücadeleyi sürdürür­ ken, M oskova’nın C o rvalan’ı kurtarm ası, Pinochet’ye 152

hangi propaganda silahını verecek bakalım , hele düşü­ nün, C orvalan da, partisi de, arkadaşları da ‘Rusların adam larıdır’ propaganda silahım değil mi? Corvalan, Pinochet’ye bu lâfı dedirtm em ek için, ölmeye razı gitmek istemiyor, am a dinleyen kim!

NE AMERİKA SEVİYOR, NE RUSYA! 21 O cak 1977 A vrupa’daki özgürlükçü sosyalist hareketi W ashingto n ’daki ‘şahinleri’ arpacı kum rusu gibi düşündüredursun, Doğu Bloku’nun ‘şahinleri’ni pek gönendirm iyor hani! Bunu, telefondaki bir dost sesi, hani Biermann olayı üstünde duracaktın, unuttun m u?” deyince düşün­ düm. Unutm asına unutmamıştım elbet, yalnız Doğu Av­ rupa’daki olaylar öylesine üst üste zincirlenmişti ki, ara ­ ya girmeye vakit bulam am ıştım . Şimdi, hepsini acaba şöyle derleyip toparlayabilecek miyim? Wolf B ierm ann Doğu A lm anya’lı bir şarkıcı, geçmi­ şi ilginç: Bu ülkeye Batı A lm anya’dan (H am burg’dan) 16 yaşında iken ‘sosyalist A lm anya’yı yeğlediğini’ ta n ­ tanayla ilan edip gelmiş, yıl 1953! Doğu Alm an Stalincileri bunu bağırlarına basmışlar! G elgeldim , özgür­ lüksüz yaşam a koşullarında gittikçe bunalan Biermann, başlıyor şarkılarıyla ülkedeki bürokrasi diktasını eleş­ tirmeye! M alum , böyle şeylere katlanam az Stalinciler, önce şarkı söylemesini yasaklıyorlar Bierm ann’ın, arka­ sından partiden çıkarıyorlar, sonunda ‘giderse iyi olaca­ ğını’ ima ediyorlar, fakat gitm iyor delikanlı, ona kalsa gitmeyecek de, ne var ki K öln’den bir sendika to p lan ­ 153

tısına çağrılıyor, şarkı söylemeye elbet, izin mizin, Ba­ tı Almanya’ya geçer geçmez de Doğu Almanya onu uy­ rukluğundan attığını açıklayıvermez mi? Biermann kah­ roluyor, oyuna geldiğine mi yansın, Doğu Alman resmi m akam larının güleryüzüne inanacak kadar saf olduğu­ na mı? Buraya kadarı pek değişik, özgün bir şey sayılmaz, benzerleri görülm üştür. Görülm em iş olan, Biermann olayının yüz kadar kom ünist Doğu Alman yazar ve sa­ natçı tarafından resmen protesto edilmesi. Evet, diyor­ lar ki bu sanatçılar, ‘ülkelerinin dayandığı sosyalizm il­ keleriyle bağdaşmayan bu karar geri alınmalıdır’. Bir kı­ yam ettir kopm uş tabii, araştırm a, soruşturm a, tu tu k la­ ma filan!.. Bu yetmezmiş gibi 1932’den beri Komünist Parti üyesi olan bir kimya profesörü, Prof. Havemann da Biermann’dan yana demeç verdi diye, ‘takibata ta ­ bi tu tu lu y o r’, Doğu Berlin’de ‘ikam ete m em ur edili­ yor’. Doğu Almanya, Doğu Almanya olalı böyle bir çal­ kantı yaşamamış! Belli ki bir şeyler kım ıldıyor ülkede! Alın size birkaç anlamlı olay daha! Geçen Eylül’de Do­ ğu Berlin’de Avrupa Komünist Partileri toplantısı yapıl­ mıştı ya, o sıralar partinin ünlü Stalinci gazetesi Nene Deutschland bir satıyor, bir satıyor, am an Allah, kimse anlam ıyor nedendir? Meğerse toplantıda söz alan Avru­ pa Komünizmi yandaşı partilerin sözcüleri konuşm ala­ rının tam metin olarak bu gazetede çıkm asına karar al­ dırmışlar, konuşm alar yayımlanınca millet gazeteleri ka­ pışıyor ne dediklerini okum ak için: Anlayın özgürlük su­ suzluğunu! Helsinki Konferansı, biliyorsunuz, Avru­ p a ’da fikirlerin ve kişilerin serbest dolaşım ını öngörü­ yor, eh bilmem kaç yüz bin Batı Almanya’lı buna daya­ narak Doğu Almanya’ya gelmiş, bu defa yüz bin kadar Doğu Almanya’lı öte tarafa gitmek için ‘resm en’ hükü­ 154

mete başvurm az mı? Dahası, Doğu Berlin’den bazı ko­ m ünistlerin gizlice Avrupa Komünizmi liderlerine ulaş­ tırdıkları demeçler, bildiriler: Kendilerinin de Avrupa ko­ münizminden yana olduklarını duyuruyorlar. Bu dediklerimin ışığında, son günlerde çıkan ve D o­ ğu A lm anya’nın Doğu Berlin’e batıkların geçişlerini kısıtladığını yeniden bildiren haberlerin anlamı daha iyi anlaşılıyor sanırım . Doğu B loku’ndaki yerleşik bü ro k ratik diktaların ‘Avrupa Komünizmi’ni hiç sevmedikleri bu diktaların en katisı sayılan Bulgaristan’da Todor Jivkof’un ağzını açıp gözünü yum masından da anlaşılıyor zaten, olurmuymuş öyle şey, sosyalizme ihanetmiş bu, estek köstek! Oysa ba­ kıyorsunuz, Dubçek zam anında özgürlükçü bir kom ü­ nizm deneyine kalkışıp bunu Rus işgaliyle ödemiş olan Çekoslovakya’da aydınlar ülkelerinde insan haklarına saygı gösterilm ediğini, ‘gtileryüzlü sosyalizm ’den yana olanların eziyete uğratıldığını bildirir bir demeç hazır­ lıyor, bunu batılı sosyalist partilere, kom ünist liderlere, gazetelere ulaştırıyorlar. İyi mi? Tepki, Doğu Alman­ y a’daki tepki, bütün diktaların tepkisi: A raştırm a, so­ ruşturm a, tutuklam a! Bütün bunlar, Yugoslavları bile rahatsız etti, baksa­ nıza: Parti organı Komünist gazetesinde bir yazı çıkmış, Todor Jivkof’un Avrupa Komünizmine yandaş partile­ re çatm asını eleştiriyor am a, Avrupa Komünizmi kav­ ramını da pek doğru bulmuyor; acaba neden, Yugoslavların bir türlü vazgeçmedikleri tek parti diktasına özgür­ lükçü sosyalistlerin pek yüzverm em esinden mi? Dönüp dolaşıp ilk sözüme geliyorum, demokratik öz­ gürlükleri, çoğulculuğu koruyarak, seçim yoluyla ger­ çekleştirilecek sosyalizm, Amerika’yı da ürkütüyor, Rus­ ya’yı da! Amerika, sultası altındaki ülkelere kom üniz­ 155

min ille Rusya’daki gibi bir dikta olacağını belletmiş, öz­ gürlükçü bir modeli çıkar da yaşar diye ürküyor; R us­ ya ise, kendi halkına ve Doğu Bloku halklarına sosya­ lizmin Sovyetizm olduğuna tem inat vermiş, elinoğlu çıkıp özyönetimci ve özgürlükçü bir sosyalizmi gerçek­ leştirirse, benim durum um ve iktidarın ne olur diye düşünerek ürküyor.

MADRİD VE ÖTESİ 24 M art 1977 Olayın çapı büyük, üstünden zaman geçse de, tartışılıyor: Üç Avrupa Kom ünist Partisi’nin M adrid toplantısın­ dan söz ediyorum. Öncesini bir hatırlayın hele, herkes­ te bir m erak, bir merak: Avrupa Kom ünizm ini tanım la­ yacaklar mı? Rusya’ya ve Doğu Avrupa ülkelerine kar­ şı çıkacaklar mı? Bir Akdeniz Enternasyonali fikri geliş­ tirilecek mi? Ben de amm a yaptım ha, sadece merak mıy­ dı o, içinde sağcıların kaygıdan korkuya uzanan duygu­ ları, Sovyetizm yandaşlarının sinirlilikleri yok muydu? Vardı elbet, fazlası bile vardı, özgürlükçü ve çoğulcu bir kom ünizm den şiddetle ürken uluslararası kapitalizm in (ve emperyalizmin) birtakım Alicengiz oyunları! Neler mi onlar, birincisi şu sözgelişi, biliyorsunuz Carter yönetim i insan haklarını savunacağım diye tu ttu R usya’nın içişlerine burnunu sokm aya kalkıştı, bu ara ­ da üç büyük Avrupa K om ünist Partisi’nden bu doğrul­ tuda gelebilecek sert bir eleştiri ne de işine gelecekti ya, buna göre hazırlıklar yaptılar, kışkırtm alar düzenlediler, çıkacak bildiride Doğu Avrupa ve Rusya bir ‘yargılan156

sa’ tam am , defe koyup çalacaklar! Yalnız o mu, her yer­ de dönüp dolaşıp emperyalizmin maşası haline düşen si­ lahçı, solcu ve M a o ’cu azınlıkları ele alıp bu büyük par­ tilerin üzerine saldırtmalarını ne yapalım, hızlı kom ünist­ lik adına B erlinguer’i, M archais’yi, C arrillo’yu karalı­ yorlar, böylelikle dillerini sürçtürüp eskisi kadar kötü, karanlık ve hain komünistler olduklarını kamuoyuna ka­ nıtlam ak istiyorlar. Bütün bu Alicengiz oyunları tutm adı, toplantı ılım­ lı bir hava içinde geçti, bildiri sıradan sudan bir bildiri gibi çıkarıldı, bu yüzden de (bizdekiler dahil) bütün sağ­ cı gazeteler M adrid toplantısının um ulanı vermediğini söyledi. Sahiden vermedi mi? Bu, um ulana bağlı. Madrid toplantısından yeni bir ‘komünist manifesti’ bekleniyorduysa, olmadı bu, olmadı ya gazetelere ba­ karsanız, sözgelişi İtalyanlar olm ayacağını daha M ad­ rid’e gitmeden biliyorlarm ış, şart koşmuşlar. Buna k ar­ şılık, toplantının üç büyük kom ünist partisinin özgür­ lükçü ve çoğulcu dem okrasiden yana olm alarını ‘teyid edeceğini’ um anlar, um duklarını buldular. Bildiride al­ tı çizildi bu noktanın. Daha da önemlisi yapıldı, Batı Av­ rupa’nın dörtnala kalkmış enflasyona, işsizliğe, üretim düşüklüğüne çare bulam ayıp gittikçe daha beter bir bunalım içinde yuvarlandığına işaret edilip, mevcut dü­ zenin bu bunalımdan çıkış gözümünü getiremeyeceği, an­ cak dem okratik bir sosyalizmle çözüm ün sağlanabilece­ ği ileri sürüldü. Berlinguer, basın toplantısında, baksanıza ne demiş: “Batı Avrupa, bir yozlaşma dönemine girmek, bir çeşit çağdaş barbarlığa sürüklenmek tehlikesiyle karşı karşı­ yadır.” Bu tehlikeden kurtulm anın yolu, onlara göre de­ 157

m okratik bir sosyalizm, fakat sosyalizm dedin mi K.S. Karol da işaret ediyor ya, öteki sosyalizmleri nasıl hesa­ ba katm ayacaksın? Bu konuda, İspanyol Kom ünist Partisi’nden Fernando C laudin’in Por Favor dergisinde şu yazdıkları bana çok ilginç göründü, siz de okum ak istemez misiniz? “ Bilindiği gibi altmış yıl önce Rus devrim inin gelişme­ si batı devrim inin başarısızlığa uğram ası yüzünden ka­ tıldı kaldı; bugün ise, Batı Avrupa’daki sosyalist dönü­ şüm ler (transform ation), bütün Sovyet bloku ölçüsün­ de yeni bir ‘Prag ilk b ah arı’ patlak verm ezse, katılıp kalm ak tehlikesiyle karşı karşıyadır.” Yaman olmasına yam an bir saptam a am a, M oskova’nın aynı düşüncede olm adığı Pravda'm n M adrid toplantısına soğuk, hatta ‘hasm ane’ davranm asından belli: Toplantıyı M ad rid ’te izleyen K.S. Karol, Pravda'm n tutum unu, 1960’da Çin Kom ünist Partisi’ne saldırdığı sıralardaki tutum una ben­ zetiyor. (Bunları okur düşünürken, pat, kafam a bir soru ta ­ kıldı. Yazının sonunu onunla bağlayacağım .) İspanya faşist bir ülke, Franco öldü am a faşist siya­ sal ve toplumsal yapı hâlâ yıkılmadı, bu faşist ülkenin de­ mokrasiye özenen hükümeti ülkesinde henüz yasak olan K om ünist P artisi’nin liderine A vrupa’nın en güçlü öte­ ki iki Kom ünist Partisi’nin liderini çağırm ak, onlarla bir kom ünist zirvesi yapm ak olanağını tanıyor, adam lar buluşup konuşuyor, takır takır basın toplantısı yapıyor­ lar, bütün gazeteler yazıyor, radyolar söylüyor vs. T ürkiye dem okrasisi hanidir bu iddiada, B aşbakan ikide bir dünyadaki on beş özgür ülkeden birisi oldu­ ğum uzu söyler, övünür, ne dersiniz, acaba M archais ve Berlinguer’in A nkara’da İsmail M ara ile toplanıp M ad­ rid ’te yaptıklarını yapm asına olanak tan ır mıydı? Ta158

nımazsa T ürkiye’deki demokrasiye hangi batılıyı inan­ dırabilir? Kararı siz verin.

SOSYALİZM ASIL YERİNE OTURUNCA 27 M a rt 1977 Sosyalizm konusunda özgürlükçülüğün yararı bir kere de Fransa’da kanıtlanm ış oldu. Eski bir tartışm adır bu, son dünya savaşından ülke­ lerinin en güçlü partileri olarak çıkmış bulunan kom ü­ nist partileri, Fransa’da ve İtalya’da Stalinci merkeziyet­ çiliğe boyun eğdikleri için sürekli oy kaybetmişler, önem ­ li partiler olarak kaldılarsa bile, doğru dürüst hiçbir za­ m an iktidara oynayam am ışlardır. Niçin? Bazı sosya­ listlere göre bunun nedeni basit ve açıktı: M arksizm , en­ düstri ülkelerinde burjuvazi sonrası iktidarını tasarlayan bir ideolojiydi, buysa dem okrasinin toplum a getirip kattığı özgürlükçü değerlerini sürdürmeyi, hatta zengin­ leştirmeyi gerektirir; oysa M arksizmin Bolşevik yorumu, hele bunun Stalinciliğe dönüşen dogm acı biçimi-proletarya diktası kavram asına, M arks dönem inde olm ayan bir anlam veriyor; kimseye nefes aldırm ayan bir d ik ta ­ törlüğü, sosyalizm diye insanlara sunarak özgürlükleri silip atıyordu. Batı Avrupa ülkeleri, dem okrasiyi ve burjuva kültü­ rünü yaşamış ülkeler. Ö zgürlükçü gelenekleri var! Sos­ yalist ya da kom ünist partiler ne kadar ilerici, ne kadar sağlam ekonom ik önerilerle gelirlerse gelsinler; proletar­ ya diktası kavram ına Rusların verdiği anlam ı verdikçe 159

bu gelenekleri bozuyor, seçmenlerin çoğunu ürkütüyor­ lar. Peki bu işin çaresi? Çaresi basit, sosyalizmi asıl ye­ rine oturtacak, özgürlükçü niteliğini kazandıracaksın, bak halk nasıl geliyor. Geldi de! Önce İtalya’da geldi, biliyorsunuz, seçim­ lerden en kazançlı çıkan parti Berlinguer’in partisi ol­ muştu, şimdi Fransa’da geliyor: Belediye seçimlerinin so­ nuçları, kom ünist/sosyalist işbirliğinin başarısını vurgu­ lam aktadır. Çoğumuz bilmeyebilir, Fransız Komünist Partisi n a­ sıl Batı Avrupa’nın en ‘Stalinci’ partisiyse; Fransız Sos­ yalist Partisi (sfio ) de, Batı Avrupa’nın en sağcı sosyal dem okrat partisiydi: Jaures’lerin, Blum’ların geleneği bı­ rakılmış, Guy M ollet’nin yönetim inde bu parti Cezayir savaşını sürdüren, Süveyş harekâtına kalkışan gerici, em­ peryalist, boktan bir parti olup çıkmıştı: Fransız Komü­ nist Partisi lideri Thorez, Fransız M eclisi’nde, ‘Fransa Sovyetler’e karşı asla savaşmayacaktır,’ diye kürsüye yumruklarken; Guy M ollet Amerikalılarla türlü fırıldak­ lara giriyor, İtalya’da Hıristiyan Demokratlar’ın gerçek­ leştirdikleri yönetimsel yozlaşmanın bir benzerine neden oluyordu. Peki, nasıl değiştiler? Önce Mitterand sosyalistlerin kaderine el koydu, yeni Sosyalist Partisi yaratıldı. Bu özgürlükçü, özyöne­ timci, sosyal dem okrat değil solcu sosyalist bir partiy­ di ki Ii. Enternasyonal içinde bile yeni bir eğilimi tem ­ sil ediyor, sosyal dem okratların kapitalizmle işbirlikçi tu­ tum larına şiddet karşı çıkıyordu. Kısa zam anda Berlin­ guer’in tezleriyle Fransız sosyalistlerinin pekâlâ uzlaş­ tıkları görüldü, görüldü am a Fransız Komünist Partisi hâlâ eski katılığını koruduğundan solda bir güçbirliği düşünülemiyordu. Düşünülebilmesi için, Marchais’nin Ber160

linguer’le buluşm ası, bu tarihi buluşm adan sonra Fran­ sız Komünist Partisi’nin de hızla özgürlükçü ve bağım ­ sız bir sosyalizme yanaşm ası gerekti... A rkasından o rtak program ı gerçekleştirdiler. Belediye seçimlerinde solu ciddi bir başarıya ulaştıran bu ortak program dır, ama bunun kadar -belki bundan da önemli o larak -, Fransız Komünist Partisi’nin; radyo­ da, televizyonda, basın organlarında, hanidir sürdürdü­ ğü, demokrasiye bağlılığı bilinmekteydi, ama Marchais?.. Şimdi anlaşılıyor ki, epeydir Marchais’nin giriştiği özgür­ lük kampanyası, bağımsızlık gösterileri, nihayet etkili ol­ muş, Fransız seçmeni ülkesindeki kom ünist partisinin de özgürlükçü ve dem okrat olduğuna inanmıştır. Bu vesileyle, sık sık tekrarladığım ana konuya dönü­ yorum: Sosyalizm demokrasinin anti-tezidir, diyalektik yasalara göre, onu içerir; sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisinin insanlığa kazandırdığı bütün iyi şeyle­ ri koruyacak, onlara daha iyilerini katacaktır. Aksi hal­ de, toplumsal ilerlemeden nasıl söz edilebilir? Avrupa’da gelişmekte, aşama aşam a, iktidara yaklaşm akta olan ger­ çek sosyalizm, bu dediklerim i tarih önünde kanıtlıyor. Amerika’nın da, Rusya’nın da bunu kaygıyla izlemesi ne­ dendir sanırsınız?

“MURIO EN SU LEY!” 27 Ekim 1977 Kaç gündür içimde bir hicran, belki anlatırsam açılırım. O haberi gazeteler önem sem em işti pek, bazıları hiç koym adı, bazıları iç sayfalarında verdi, bu yüzden far161

kına bile varmamışsınızdır. Oysa ben okur okum az çar­ pıldım: “Beatriz Ailende, H avana’da kendisini tabanca ile vurarak intihar e tti.” D ünyada her an şu kadar insan ölürken, Beatriz Allende’nin kendini vurması beni niye bu kadar etkiliyor? D arbe sabahı, Ailende saat 07:40’ta karısına telefon eder: “— M o n ed a’dan telefon ediyorum . D urum ciddi. Deniz Kuvvetleri ayaklandı. Ben burada kalacağım. O ra­ dan ayrılma, Başkanlık Sarayı’ndan çıkm am hemen he­ m en olanaksız.” Az sonra, radyoyla Şili halkına seslenip şunları söy­ lemiştir: “— ... İstifa etmeyeceğim. Silahlı Kuvvetler olarak vermiş oldukları sözde durm ayan ve yüküm lülüklerini reddeden askerlerin bu akıl almaz davranışlarını b ütün ulusun önünde takbih ederim. Şili’yi savunm a kararım ­ dan asla vazgeçmeyeceğim bilinmelidir. Haksız bir dav­ ranışla, kaba kuvvete dayanarak harekete geçenlere kar­ şı tarihe geçecek bir örnek olması için, her türlü yola baş­ v urarak hayatım pahasına olsa bile direneceğim .” D aha bu sözleri söylerken bazı uçaklar M oneda’nm üzerinde ‘tehditkâr’ biçimde uçuyorlardı. Ailende teslim olmayı reddedince sarayı bombaladılar. Saat 12:40’ta bir grup tank ateş açarak saraya doğru ilerlemiş ve saray­ da yangın çıkm asına neden olmuştur. Üç saatlik direnmeden, üç saat süren amansız bir ateş ve bomba yağm urundan sonra, M arksist lider Allende’ye isyan eden Pinochet’nin köpekleri Başkanlık Sarayı’nı ele geçirmişlerdir. Tabii, Allende’yi de, am a ölü olarak. D aha bir haf­ ta önce, birlikte bilardo oynadığı devrim ci yazar Regis D ebray’e: “— Sırtında pijam asıyla görevini bırakıp ka­ 162

çan devlet baş kanlarından olm ayacağım ,” diyen o değil miydi? Sözünün eri adammış. H avana’da kendini vuran Beatriz Ailende, onun kızıydı. Olayın beni neden çarptığını (yalnız beni mi, konuy­ la ilgilenen herkesi) anlam ak için, sanırım bom bardım an sırasında M o n e d a ’da geçen bazı şeyleri bilmeniz ge­ rek. İş kızışınca, Ailende başına bir miğfer geçirir, eline bir tabanca alır, çevresindekileri mevzilenmeye çağırır. Bu arada, sarayda bulunan kadınların uzaklaşmasını em­ retmiştir. Olay sırasında Telam H aber A jansı’nın verdi­ ği bilgiye göre, bu kadınlar arasında, B aşkan’a özel sek­ reter gibi hizmet eden öz kızı Beatriz de bulunm aktadır. O ve öteki kadınlar, sarayı terk etme em rine uym ak is­ temezler. Bunun üzerine Ailende emri tekrarlam ış, ay­ rıca kadınların saraydan uzaklaştırılm ası için ordudan bir jeep gönderilm esini istemiştir. O zaman Beatriz ne yapar bilir misiniz, babasına di­ renir; sen bizi gönderiyorsun am a, diyecek olur, darbe­ ciler bizi tutsak edip rehine diye kullanarak seni teslim etmeye zorlayabilirler. Telam H ab er A jansı’na göre, o zam an Allende’nin kızına cevabı şu olm uştur: “— Böyle bir şey yaparlarsa o n lara rehineleri öl­ dürmelerini ben söylerim. Tarih de Allende’nin kendi kı­ zım bile feda etm ekten çekinm ediğini yazar.” Devlet B aşkanı’nın ısrarı karşısında, kadınlar, piya­ delerin hücum undan birkaç dakika önce saraydan ay­ rılmışlardır. D ışarda hiçbir taşıt bulunm adığından, baş­ larını bir yere sokabilm ek için koşm aları gerekiyor. Beatriz babasından, böyle ayrılm ıştı. İnsanların kaderi bir tuhaf! İntiharını duyar duymaz, Beatriz’i öldüren kurşunun darbe günü onun vücudunu babasının yanında bulması lâzım gelen kurşun olduğu­ nu düşündüm. Hiç değilse, Beatriz’in bunu böyle düşün­ 163

düğünü sandım : Dem ek o çıldırtıcı sabahtan bu yana hep babasıyla birlikte kalm ayışının, babasıyla birlikte silah elde cum huriyeti, demokrasiyi ve sosyalizmi savu­ narak ölmeyişinin acısını çekmiş durm uş. O rada onun­ la ölmeliydim diye düşünüyor, sağ kaldığından dolayı kendini bağışlamıyor. Sıktığı kurşun, gerçekte babasının kızı olduğunu gösteren kanıt. Diyeceksiniz ki Şili halkı­ nın kaç yıldır çektiği acının, yaşadığı dramın, verdiği kan­ lı kaybın yanında Beatriz Allende’nin kendini vurması nedir ki? Bir yerde doğru bir söz, am a bir başka yerde eksik: Öyle bireysel dram lar vardır ki, çok büyük kap­ samlı toplum sal tragedyaları içerir. B eatriz’in ölüm ü de bunlardan. Regis Debray, Ailende öldüğü zam an, onun için İs­ panyolca bir deyiş kullanm ıştı, Latin A m erika’da, ‘ölü­ m ün şaşırtam adığı kişilere saygı olsun diye’ öyle derler­ miş, kendi yasasına uygun öldü anlam ına bir söz bu, ‘M urio en su ley’, aynı sözü H avana’da kendini vuran Be­ atriz Ailende için de söyleyemez miyiz? Toprağı bol olsun.

PORTEKİZ’İ KİM KURTARIR (!) 30 Aralık 1977 Ekonomik göstergelere bir göz atıyorsunuz, berbat: “Enf­ lasyon oranı yüzde 40, işsizlik oranı yüzde 15, ödeme­ ler dengesi açığı 1,2 m ilyar dolar. Dahası, elde döviz ye­ deği kalm am ış, altın yedekleri yabancı b ankalara rehin edilm iş.” Peki çare, iktidar istese de istemese de Ulusla­ rarası Para F onu’na (im f ) ve D ünya B ankası’na başvu­ 164

ruyor, onlar kredi açmaya yanaşıyorlar ama, ellerinde bir ‘kemerleri sıkma’ önerisi var, özeti şu: Kalkınma hızı yüz­ de 7’den yüzde 4 ’e düşürülm eli, ticaret açığının k ap a­ tılması için ithalat iyice kısılmalı, enflasyon oranı düşü­ rülmesi ve işçi ücretleri yüzde 20 dolaylarında dondurul­ malı. Bunlar gerçekleştirilirse, IMF önce 50 milyon d o ­ lar borç verecek, iMF’nin yeşil ışığından sonra batılı bü­ yük bankaların (çoğu Amerikan ve Alman) oluşturduğu bir konsorsiyum 750 milyon dolar kredi açacak, böy­ lelikle düze çıkacaklar. Hiç değilse iddia b u ... (Biliyorum, yaptığım sululuk: Şimdi siz sanıyorsunuz ki, Türkiye’den, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çık­ m azdan söz ediyorum , benzeyiş o kadar kesin ve açık, zaten geçen defa da aynı oyunu yapmış, Portekiz’i gün­ deme alırken, Türkiye ile aralarındaki garip benzerliği böyle bir aldatm acayla sergilemiştim. Şaka bir yana, her ikisi de NATO üyesi, her ikisi de ‘otoriter’ rejimlerden çık­ mış, her ikisi de ‘gelişmekte olan’, her ikisi de ‘sistem ’e dahil bu iki ülke arasında ne benzerlik değil mi? İşin tu ­ hafı, benzerlik IMF koşullarının kabulünün tartışıldığı sırada hüküm etin düşmesine kadar varıyor. Mario Soares’in o yedi ay önce kurduğu azınlık hükümetinin, Por­ tekiz parlam entosunda IMF sorunundan düştüğünü bir yerlerde okum am ış, bir yerlerde dinlemem iş olam azsı­ nız. Z aten niye tam da bizde kabine değişikliği sorunu tartışılırken konuya eğilmek gereğini duyuyorum , bu acayip benzerlikten değil mi?) Önce biraz bellek tazeleyelim. Soares, II. Enternasyonal sosyalisti, partisi başlangıç­ ta solcu sosyalist eğilimi etkin bir partiye benziyordu. Amerikan ve Alm an baskısıyla sağa kaydı, o kadar kay­ dı ki, kendi içinde bir sol kanat belirdi. Lopes Cardoso ve Calidas Barreto, parti içinde ilerici bir hizip gerçek­ 165

leştirdiler, am açları sollarındaki örgütlerle işbirliği sağ­ lam ak. Buna karşılık M ario Soares, gittikçe sağındaki merkezci sosyal dem okratlarla halkçı dem okratlara ze­ bun oluyordu. Önem li dönemeç noktası, Portekiz p ar­ lam entosunun daha önceki devrim hüküm etleri sırasın­ da benimsediği ilerici toprak reformunu ılımlılaştıran de­ ğiştirme tasarısının tartışılm ası sırasıdır. K om ünist Par­ tisi değiştirmeye şiddetle karşı çıkıyor, bu karşı çıkış an­ lamlı, zira sosyalist azınlık hüküm eti, PKP’nin çekimser kalm asıyla ayakta durabilm ektedir. Ö te yandan Porte­ kiz’in en büyük işçi örgütü (cgtp) Intersindical kitle ey­ lemleriyle direniyor bu gerilemeye, direniyor am a, So­ ares ve yandaşları öteki sağcı partilerin desteğiyle to p ­ rak reform unun içine ediyorlar, bu, sonun başlangıcı. Çünkü, nerede ‘sistem’e bağlı azgelişmiş iktidarlar sa­ ğa kaymaya başlar, bağımlılıklarını artırırlarsa, orada ekonom ik darboğazlar belirir. Portekiz bu kaderden ka­ çabiliyor mu? Hayır! Çok geçmeden söze başlarken ak­ tardığım ekonom ik göstergeler kendini duyuruyorlar? Çare? Dış kredi. O da IMF aracılığıyla gelecek, gelecek ya, iMF’nin önerdiği önlem leri alm ak gerek, hadi ister­ seniz onlara da bir göz atalım , benzerliğine şaşalım: Te­ mel maddelere yüzde 4 0 ’lık bir zam. Vergilerin artırılm a­ sı. İthalatın daraltılm ası. Banka kredilerinde kısıntılar. Kamu harcam alarının (yatırımların) yüzde 20 oranında kısıtlanm ası. Fakat en önemlisi kam u denetim inde bu­ lunan ve borç içinde yüzen işletmelerin iflasına izin ve­ rilmesi, durum u kötü öteki firm aların da toplu sözleş­ meleri feshetmesi, işçi çıkarm ası ve ücretleri indirmesi. Şenliği görebiliyor m usunuz? M ario Soares düşmeden önce işte böyle bir önlem pa­ ketini parlam entodan geçirebilmek için destek arıyordu. Kom ünistlerin beklediği desteği vermeyecekleri apa166

çık, önlemlerin en etkilisi işçileri ‘mutazarrır’ ediyor, ay­ rıca devletin ekonomisini ‘sistendin denetimine sokuyor. Hem parti, hem IntersindicalIMF müzakerelerine kar­ şı çıktı. Bu sırada Spinola yandaşı faşizan örgütler, el­ lerinde, ‘iM F’yle anlaşalım’, ‘Portekiz’i ancak IMF kur­ tarır’ yazılı dövizlerle sokaklara dökülmüşlerdi. Bu ger­ çi bir bakıma Soares’in sağındaki partilerden destek bu­ labileceği izlenimini uyandırabilirdi ama, yanlış bir izle­ nimdi bu, çünkü o sağcı partiler Soares’in komünist des­ teğini yitirmesinden yararlanarak iktidara ortak olma­ yı kuruyor, sosyalistleri sıkıştırıyordu. O zaman Soares her şeyi her şeye karşı oynamak kararını aldı, güveno­ yu istedi: Hükümet bunalımının iktidarı kendisinden başka kimsenin dolduramayacağını, iM F’yle de ancak kendisinin uzlaşabileceğini görmek istiyor olabilirdi, pe­ ki, IM F’nin isteklerini uygulayacak teknokratlar ve as­ kerlerden kurulu bir ara kabineye fırsat vermek istiyor olamaz mıydı? M alum ya, bu takdirde ne şiş yanar ne kebap!

EGEMENLİK ULUSUN MU, AMERİKA’NIN MI? 31 Aralık 1977 Biri İngiliz, öteki Fransız, iki önemli yayın organı, birbi­ rinden habersiz olarak niye aynı şeyi yazarlar? Haber kay­ nakları çok iyi olduğundan mı, yoksa son otuz yıl içer­ sinde benzer uygulam aları ‘sistem ’in birçok gelişmekte olan ülkede yinelemiş bulunm asından mı? İngilizlerin ünlü The Economist dergisi, Portekiz’de Soares’in düşmesi ve ekonom ik gerilimin artm ası sonu167

cu doğan ‘m u h ataralı’ durum u çözüm lem ek için as­ kerler ile teknokratlardan oluşan, partilerdışı bir hükü­ m etin düşünüldüğünü yazıyor. Yazının çıktığı tarih 10 Aralık. Bu sırada Paris’te çıkan ünlü Le Nonvel Observatenr ise aşağı yukarı şunları dem ektedir: ‘Portekiz’de yeni hükümeti yeniden kurması Soares için söz konusu olabilir, bu takdirde Soares bunu sağındaki iki örgütün iktidar olabilme yeteneğinin olmadığını kamuoyuna ka­ nıtladıktan sonra üstlenecektir. Ama çıkmaza bir başka çözüm alternatifi şu da olabilir: Düşen Soares kabine­ sinde Savunma Bakanı olan Spinola’nm has adamların­ dan Yarbay Mario Firmino Miguel, pekâlâ askerlerden ve teknokratlardan oluşturulacak bir hükümetin başı­ nı çekebilir.’ Bu yazının çıktığı tarih ise 12 A ralık... Bu neyi düşündürüyor size, ‘sistem ’in denetlediği ül­ kelerde, bazı acı şurupları içirmek için sık sık ‘askerle­ ri’ ve ‘tek n o k ratları’ aracı olarak kullandığını mı? H adi konuyu biraz açalım. Bir ülke düşünün, (Portekiz de olabilir, bir başkası da, fark etmez) iktidara ‘oynayan’ siyasal partiler dışardan kendilerine kabul ettirilen politikaları uygulayarak iş sar­ pa sardırmalardır. Bu gibi hallerde belli süreler içinde uy­ gulanması gereken acı operasyonlardan birisi uygulana­ cak: Para Fonu heyeti gelmiş kapıda, elinde reçete ha­ zır, önlem ler belli, hepsi de son derece sevimsiz, üstelik eski uygulam alardan bir işe yaram ayacakları, birkaç yıl sonra yine benzer operasyonların zorunlu olacağı bili­ niyor! Partiler ne haltetsin? Önlemleri aynen kabul et­ seler, kam uoyunda saygınlıkları azalır, seçmen kaybeder­ ler, etmeseler ‘sistem’le araları büsbütün açılır, işler sar­ pa sarar. O zam an C um hurbaşkanının önayak olacağı, ‘tecrübeli’ devlet adam ları, uzm anlar ve askerlerle oluş­ turulm uş bir hüküm et nasıl im dada yetişir? 168

H er ülkede elde birkaç başbakan adayı vardır böy­ le, çeker hükümetin başına getirirsin, çevresini de uzm an­ larla, emekli generallerle doldurursun, al sana seçim se­ rüvenine girmeyeceği için saygınlığını yitirmesi hiç de za­ rarlı olmayan bir hüküm et türü. O iktidar oldu mu, ver­ gi de artırır, kalkınmayı da yavaşlatır, sanayileşmeden de vazgeçer, kam u kuruluşlarım da satar, gözünü de kırp ­ maz. O b se rv a te u r, Portekiz’de bu olasılığın Cum hurbaş­ kanı (o da asker, bu makama geçmesini Batı Almanya’nın desteğine borçlu,) Ram alho Eanes’in önünde ciddi ola­ rak açık bulunduğunu yazıyor. Yalnız Portekiz’de mi? iMF’yle aynı türden ilişkiler ve sıkıntılar içersinde bulu­ nan bütün gelişmekte olan ülkelerde. Ne dersiniz? IMF’nin Portekiz’e önerdiği önlemler paketini gözden geçirirken bir şey dikkatinizi çekti mi? ‘Kemerleri sık­ m ayı’ her alanda hararetle önermişler de silahlanma ko­ nusunda es geçmişler. Vay canına! iMF’nin başka ülke­ lere önerdiği önlemlere de bakıyorsunuz, kalkınmayı ya­ vaşlatıyor, kam u kuruluşlarını dum an ediyor, işçi ücret­ lerini donduruyor, zart zurt, hepsi tam am , ama ilaç için olsun bu askeri harcam alar çok fazladır, şunları da k ı­ sın, bu kadar askeri niye besliyorsunuz, çoğunu terhis edin, gidip üretime katılsınlar demiyor. Bunda bir hinoğ­ lu hinlik yok mu acaba? Genellikle önleyici savaş öğre­ tisine göre koşullandırılmış bu güçleri, uygulamaya koy­ dukları önlem lerle halktan gelecek tepkilere karşı kul­ lanm ak am acını besliyor olm asınlar? Fakat en güzeli, O b s e r v a te u r ’ü n Lizbon’dan a k ta r­ dığı bir gözlem. Geçen hafta içinde, Portekiz Devrim Kon­ seyi danışm anlarından birisi, durum u özetlerken, şöyle demiş: “ H üküm eti ister Soares kursun, ister başkası, ye­ ni hüküm et C um huriyet M eclisi’nden güvenoyu alm ak 169

zorundadır, ama asıl galiba iMF’den.” Adam haklı, Por­ tekiz’de bir dem okrasi olduğuna göre, egemenlik elbet ulusundur, o da Meclis’te somutlaşır, iyi ama IMF neci olu­ yor? Egemenlik ulusun m u, A m erika’nın mı?

FRANSIZ SEÇİMLERİNİ ANLAMAK İÇİN 15 M a rt 1978 Televizyonda De G aulle’ün anılarını izliyor m usunuz? Bence, kaynayıp gidiyor: TRT’nin bu tür belgeselleri su­ narken, gerekli özeni gösterdiği söylenemez. Oysa önem ­ li bu diziler, Avrupa’nın ve dünyanın yakın tarihinden il­ ginç kesitler veriyor. Yakın geçmişin toplum sal ve eko­ nom ik yapısını, geçirdiği aşam aları bilmeden, günüm ü­ zü nasıl değerlendireceksiniz? Ulusal düzeyde bu türden çalışm alarım ız olm adığına göre, yabancıların yaptıkla­ rını eleştirel bir sunuşla göstermem izde, (ama bunu ya­ parken, belgeselin anlaşılabilmesi için, yapıldığı ülkeye ilişkin özelliklerin ve kişilerin tanıtılm asında) yarar var. En kaba örnek şu: TV seyircilerinden yüzde kaçı M are­ şal Petain’i tanır? M ers-el-Kebir olayının asıl anlam ını bir görüşte kavrayabilir? Diyeceğim, aslında elbet, ül­ kemize ve bölgemize ilişkin bu türden belgeselleri, TRT’nin kendi yapması zorunluluğu ama, dışardan aldıklarını da, hiç olmazsa, herkesin tadına varabileceği yan çalışmalar­ la destekleyerek sunsun! Bunu bir kalem geçiverelim. Yanaşacağım sorun bu değil: Fransız seçimleri yüzünden güncelleşen bazı ko­ nular. Bu ara d a F ra n sa ’nın kendisi. G eneral De Gaul170

le’ün anılarını izleyenler, Türkiye’de otuz yıldır handiy­ se unutulm uş bir gerçeğin farkına varm ışlar m ıdır aca­ ba, Fransızlar kendilerini hâlâ yeryüzünün en önem li ülkelerinden birisi sayarlar, dünyanın kaderinde söz sa­ hibi olduklarını ileri sürerler. De Gaulle’ün, kurtarıcı olarak da, yönetici olarak da, bütün prestij ve b a şa rı­ sı, gerçekte bun d an kaynaklanır. Savaş içinde De Ga­ ulle, Petain’in teslimiyetçiliğine karşı Fransa’nın yücelini (grande ur) nasıl ustalıkla simgelemişse, savaştan sonra, soğuk savaş dönem inin iki süper devletine k a r­ şı, aynı ustalıkla simgelemiştir. Öyle sanırım ki, D ör­ düncü Cumhuriyet’in başarısızlığı, beşincisini yine de De Gaulle’ün kurması, gerçekte, soğuk savaş dönemi bo­ yunca geleneksel siyasal partilerin çözüm olarak ya bir ya da öbür tarafa ‘teslimiyeti önermeleri’ sayesinde ol­ muştur. Bu saptam a, son seçimlerin önemini kavrayabilm ek açısından da yararlı bir saptam a, biraz açsak mı? De Gaulle, siyasal partileri de, parlam entoyu da son derece küçüm serdi. D uverger’nin onun kurduğu C um ­ huriyete ‘Kralı C um huriyet’ demesi bundandır. K u rtu ­ luştan sonra F ransa’nın geleneksel siyasal örgütleri ye­ niden kam uoyuna egemen olunca, bilindiği gibi De G a­ ulle küsm üş, C olom bey’deki evine çekilmişti. D ö rd ü n ­ cü Cum huriyet, iktidarda MRP ve SFlo’nun m uhalefet­ te ise FKP’nin egemen olduğu bir C um huriyet oldu. O l­ du ya, Fransız halkı için anlamı neydi bunun, hiç düşün­ dük mü? Bir gün, Paris’te Fransız arkadaşlarla tartışıyoruz (ha­ va cam mavisi, kaldırım lara taşmış kahveler, bardaklar­ da şarap) içlerinden biri, yanlış hatırlam ıyorsam André diyor ki: “— Şimdi bak, MRP bildiğin gibi Katolik yani Hıris171

tiyan Dem okrat bir örgüt, SFIO ise Sosyal Dem okrat, fa­ kat bunların ikisinin soğuk savaş dönemi boyunca Fran­ sa’da uyguladıkları politika bir A tlantik politikası; FKP ise, yakından bilirsin, A vrupa’daki büyük kom ünist partilerinin en Stalincisi. D ördüncü C um huriyet’in b a ­ şarısızlığı için bu n d an âlâ neden mi o lu r?” Atlantikçi olm ak, aslında Amerikancı olm ak dem ek­ ti, gerçekten de o tarihlerdeki Fransız politikası genel çiz­ gileriyle NATO politikasıdır denebilir, ne var ki bu, ‘bü­ yük devlet’ olarak F ran sa’yı hiçe sayan bir durum u içe­ riyordu: İngiltere ve Fransa, kendilerini büyük sayarak Sü­ veyş H arekâtına k arar verdikleri zam an, Amerika o n ­ ları şıp diye durdurm uş, dünyaya rezil etmişti. Ilımlı, or­ tanın hemen sağı ile (m rp ) ortanın hemen solu (sfio /E ski Sosyalist Partisi) temsil eden iktidarlar, Fransa’yı da­ hil olduğu ittifak sistemi içinde sürekli ‘küçük düşürmek­ teydiler’. Kom ünist Partisi ise, kayıtsız şartsız M oskova ekseni üzerindeki politikasıyla, gelecek bir iktidar ola­ rak aynı seçeneği sunmaktaydı: Komünistler iktidara ge­ çerse bu kere, Varşova Paktı içinde, aynı küçüklüğe düş­ müş olm ayacaklar mıydı? H adi kişisel bir anım ı anlatayım : Savaş ertesinde F ran sa’nın en büyük partisi K om ü­ nist Partisi’dir. Ben, l’Humanite’nin 600.000 sattığı za­ manı yaşadım (O zam an çok büyük rakam ). H er seçim parlam entoya sürü sepet kom ünist milletvekili getiriyor­ du. O ara, soğuk savaş gereği Ruslar T horez’den sosya­ lizme, yani III. E nternasyonal’a yani Sovyetler Birliği’ne bağlılığını göstermesini istediler. Adam Meclis kürsüsün­ den çıkıp dedi ki, “— Fransa, Rusya ile savaşmak zorun­ da kalırsa, Fransız kom ünistleri R usya’nın safında ola­ cak tır.” D üşünebiliyor m usunuz? Bu jest partinin hem önem yitirmesine yol açtı, hem oy, sonunda soyutlanmış 172

bir örgüt durum una düştü. Ancak 1968’den sonra topar­ lanabildiler. Diyeceğim K om ünistler doğuya, Sosyalist ve H ıris­ tiyan D em okratlar batıya bağım lı birer seçenektiler, oysa ülkesini bağım sız ve büyük görm ek isteyen F ran­ sız halkı bağımsız ve büyük bir seçenek arıyordu, bu iş­ te General De Gaulle’dü: Her zam an Rusya ile de, Ame­ rika ile de, ilişkisini belirli bir mesafe dahilinde geliştir­ miş, Fransa’nın yüceliğini tekrarlamış durmuş bir adam! De Gaulle’cülüğün Fransa’da yıllar boyu o kadar geçer­ li olması boşuna mı? Altında, elbet, böyle bir olay ya­ tıyor. Peki, sonra niye geriledi bu hareket? Bana sorarsanız, hepimizi ilgilendiren nedenleri var, am a sanırım tartışacağız.

BİREYİ NE SERMAYEYE NE BÜROKRASİYE KUL ETMEK!.. 16 M a rt 1978 Şimdi bakın, batı Intelligentsia’sının (düşünen kafaları diyelim) 20. yüzyıl bunalım ının kökeninde, kapitalizm ya da sosyalizm alanındaki birtakım aşırılıklardan baş­ ka şeyin yattığını düşünmeye başlaması, soğuk savaş dö­ nemine rastlar. Ufak ufak, deniyordu ki: Yahu kardeşim, Am erika ve Rusya, ikisi de birer teknoloji devi, ikisi de sanayileşm enin ötesine geçmiş birer toplum , am a to p ­ lumsal gelişmenin son aşam asına ulaşmış dediğimiz bu toplum ların ikisine de bakıyoruz, öyle pek ahım şahım bir m utluluk içinde yüzm üyorlar. T am am , dünya dev­ leti olmuşlar, boruları her yerde ötüyor; ama insanların­ 173

da içten içe bir huzursuzluk, içten içe bir rahatsızlık ol­ m asa; her iki toplum da da, aşırı m akineleşmiş, aşırı ö r­ gütlenmiş, aşırı merkeziyetçi birer düzen bulunm asa; sa­ vaş sonrasında, bunca çalkantıya uğrarlar mıydı? Bu sorudan tutturdunuz mu, yanlış bir sanayileşme­ nin -iste r kapitalist, ister sosyalist (am a m utlaka m er­ keziyetçi) yoldan gerçekleştirilmiş o lsu n - insanları bel­ ki de m utlu edemediği sonucuna varılıyor. Bu sonuçtan özyönetim ci, özgürlükçü, hatta kargaşacı ve m istik çözümler, iki adım lık yer! Bu d urum , Batı Avrupa’da, hem em peryalist kapitalizm e hem Stalinci bürokratik merkeziyetçi diktası türünde sosyalizmlere, iki yönlü bir eleştirinin gelişmesine olanak sağlıyor. Bu eleştiriler, gi­ derek 1968 hareketlerini doğuracak, sonunda savaşın hemen ertesinde m utlak çözümler gibi görünen Ameri­ kancılık ve Rusçuluk eğilimleri yavaş yavaş terk edile­ cektir. Bunda, bu iki dev ülkenin kırdıkları siyasal potlar da rol oynar elbet. Hangileri mi? Hangi birine saymalı: Sovyetler açısından, ‘genişleme’ Çekoslovakya’nın ele geçi­ rilmesi ile başlıyor, ardından Macaristan, ardından Ro­ manya, vs. iş bununla kalsa, iyi, ya Macaristan isyanı, Polonya’daki kıyım ve bastırılm ası, nihayet Dubçek ve arkadaşlarına karşı girişilen baskın? A m erikalılar açı­ sından, tek başına Vietnam başlı başına bir yüzkarası ya, Küba’da yaptıkları, öteki Güney Amerika ülkelerine uy­ guladıkları, ondan aşağı kalır mı? Sonuç nereye mi varıyor? Bakın nereye: Önce kuramsal açıdan, teknik devle­ ti, sanayi toplumunu daha insan, daha özgür kılmak için kafa yoruyorlar. Bu, ister kapitalist olsun, ister sosyalist, merkeziyetçi bürokrasinin aradan çıkarılmasını gerek­ tiriyor, insanları ne sermayenin ne de bürokrasinin dik­ 174

tası altında tutacaksın, onlara, kişiliklerini özgürce ge­ liştirme olanaklarını sağlayacak, yönetimi ve üretimi de­ netimleri altında tutabilecekleri yeni bir toplum mode­ li önereceksin; buysa, 20. yüzyıl serüvenine bulaşmadan önce ilke olarak konmuş, bir türlü geliştirilmemiş nice düşüncede saklı! H adi bunları yeniden ele alıyor ve ge­ liştiriyorlar. Bir de bakıyorsun, Avrupa K om ünist Par­ tilerinde Sovyet m odeline karşı bir soğukluk başlam ış. Sosyal Demokrat ve Sosyalist Partiler ise, elbet hepsi de­ ğil, ama ciddi ve önemli olanları, kapitalizmle özdeşleş­ menin özgürlükçülükle ilgili olmadığını kavram aktadır­ lar yavaş yavaş, önce Atlantikçi politikaları eleştiriyor, giderek sfio türünden partilerin yakın zam anlardaki tu ­ tum larını yerip kınıyorlar. Böylelikle ne oluyor, De G aulle’cülerin m utlak ege­ menliğine kalmış Fransa’da önce SFlo’yu, eski Sosyalist Partisi’ni soldan eleştiren bir yeni sosyalist partisi beli­ riyor. Şu şimdi M ittera n d ’ınki var ya, işte o. Belirmek­ le kalmıyor, hızla gelişiyor. Savundukları ilkelere bakı­ yorsun, ilginç: Bir yandan bürokrat Stalinci sapmayı eleş­ tirmektedir, bir yandan kapitalist sosyal dem okrat sap­ mayı! Ö zyönetim fikrini kılavuz gibi önüne almış! Be­ ride, İtalyan kom ünistlerinin gittikçe dem okratikleşen, gittikçe M oskova çizgisinden ayrılan tutum ları var. Bu tutum a paralel düşen Fransız Sosyalist P artisi’nin tav ­ rı Fransa’da her seçimde bu partiyi biraz daha K om ü­ nist Partisi aleyhine büyütmeye başlam ıyor mu; ister is­ tem ez, Fransız kom ünistleri de b ü ro k ra tik sapm ayı, proletarya diktası kavramını merkeziyetçi bir diktaya dö­ nüştüren kafayı, eleştirmeye koyuluyorlar. Solda, savaş ertesine oranla, inanılm ayacak kadar değişik ve yeni bir toplum modeli tartışılm aktadır artık, elektronik endüst­ risi proletaryasının öncülük edeceği özgür ve sosyalist 175

bir toplum dur ki bu, bireyi ne sermayeye kul edecektir, ne de bürokrasiye! Bizdeki şaşkın sağcıların türlü iftirayla kirletmeye ça­ lıştıkları Fransız solu, doğrusunu isterseniz, işte böyle bir toplum ideali için savaşıyor. Bu, farklı bir sosyalizmdir. Buradan baktık mı, De Gaulle hareketini bitirenin ne olduğunu görebiliyorsunuz aslında: Bu, generalin ölü­ mü değildir, o ölmeden, onu başkanlık seçimlerinde ballotage’a düşüren ortam , onu çekilmeye zorlayan dip dal­ gasıdır. Yeni ve bağım sız bir Fransız solu belirince, ço­ ğu A m erikan tekelleriyle ilişkilere girm iş Fransız kapi­ talistlerinin, sırtlarını Atlantikçi bir politikaya vermek istemeleri olağan sayılmalı, Am erika için ise, daha ön­ ce birkaç kez belirttiğim gibi, çare önce sosyalistlerle ko­ m ünistleri birbirinden bölmeye çalışm ak, sonra sosya­ listleri gittikçe Flıristiyan d e m o k ratların yerini alan G iscard’cılarla güçbirliğine götürm ektir. Rusların arzusu da bu olam az mı?

ÖZGÜRLÜKÇÜ SOSYALİZM ÖNERİSİ 17 M a rt 1978 Pietro N enni adı size bir şey anlatır mı? Yaman bir sos­ yalisttir, İtalyan Sosyalist Partisi’nin en ünlü liderlerin­ den birisi... İlginçliği neredeydi dersiniz, bakın an lata­ yım: İki sosyalist E nternasyonal II. ile III., Stalin dün­ ya kom ünist hareketine egemen olduktan sonra, kediy­ le köpek gibi düşm an hale geldiler. Çoğunuz bilmez, sa­ vaş öncesi kom ünist partileri uzun süre sosyal dem ok­ ratlara ve sağcı sosyalistlere sosyal-faşist demişlerdir, şim­ 176

di M ao’cu tayfasının Rusçulara dediği gibi. Eh Enternas­ yonal partileri de, onlardan aşağı kalmıyor, berikileri Stalin ’in uşakları diye karalıyordu. Z am an zam an, Avru­ p a ’da faşizmin iki savaş arasındaki yükselişinde, sosya­ list cephede görülen bu bölünmenin, hayli etkili olduğu­ nu düşünm üşüm dür. Nasıl düşünm em , Hitier’i iktida­ ra getiren seçimde bile, sosyal dem okratlarla kom ünist­ lerin ayrı ayrı aldıkları oyların toplam ı, Hitler’in aldık­ larından fazlaydı. Demek ki... Nenni’nin özelliği, ülkesi Mussolini faşizmine düşer düşmez, partisini yeraltına çekmek, anti-faşist mücade­ le cephesinde, Togliatti’nin komünist partisi ile güçbirliği yapmaktı. Sonuna kadar da öyle kaldı: Soğuk savaş Avrupa’sında, sosyal demokrat ve sosyalist partiler git­ tikçe daha çok Amerikancı kesilirken, sadece Nenni’nin partisi, psi, bu oyuna gelmiyor, solundaki İtalyan Komü­ nist Partisi ile dirsek temasını muhafaza ediyordu. Par­ tisi giderek bu tu tu m u bıraktı, H ıristiyan d em okratlar­ la bağdaşm aya kalkıştı, akıbeti korkunçtur: Bugünkü İtalya’da sosyalist partisinden önemli bir siyasal güç ola­ rak söz edilemez. Bunu niye anlattım peki? Mitterand’ın Fransız yeni Sosyalist Partisi’ne verdiği doğrultu, zam anında N enni’nin partisine verdiği doğrul­ tuyu andırdığı için! Gerçekten de, Fransız sosyalistleri, Mitterand’ı başlarına getirdikten sonra, SFlo’dan dev­ raldıkları kötü mirası en kısa yoldan nasıl elden çıkara­ bileceklerini araştırdılar ve buldular: Bir kere Atlantik’çilikten vazgeçeceklerdi. En azından batılı politikasına eleş­ tirel bir yaklaşım deneyeceklerdi. Bu kadarla kalm ıyor­ lardı am a, bunun yanısıra SFlo’nun Guy M ollet zam a­ nında sadece laf olsun diye ara sıra andığı Marksizmi ye­ niden gündem e getirdiler, zira Fransız toplum u günde177

me getirmişti bunu: Aydınlar (Althusser, Bettelheim, Castoriadis vs.), Moskova damgalı M arksizmi bir kenara it­ miş, eski m etinlerden sosyalizmin gerçek özelliklerini araştırmaya girişmişlerdi. Kemikleşmiş kom ünist işçi ha­ reketinin yanı sıra (cgt ), başka özyönetim e yatkın, öz­ gürlükçü sosyalist bir işçi konfederasyonu gittikçe güç­ leniyor, böylelikle yeni sosyalist hareketi tabandan des­ tekleyecek bir yığın örgütlenm esi m eydana geliyordu (cfdt ), dahası, öteden beri SFIO ve FKP dışında M arksist bir sosyalizm için savaşım vermiş önemli adlar, yeni par­ tiyle ilgilendiler, giderek üye oldular. (Gilles Martinet, Mic­ hel Rocard vb.) Bunları yeni kuşaktan genç sosyalist li­ derler izledi. (Chevenement Motchane vb.) Al sana SFIO ile bağlantısı hayli zayıflamış, hem özgürlükçü hem Marksizme yatkın bir tür sosyalist parti! Bu sosyalist örgütün, halk yığınları arasında inanıl­ mayacak bir ilgi görmesi neyle açıklanacak? Hiç kuşku­ suz özgürlükçü ilkeleriyle geleneksel M oskova Marksizminden ayrılmasına, anti-emperyalist ve anti-kapitalist eleştirisinin ciddiliğiyle SFio’dan çok farklı olmasına! Aca­ ba bu iki özelliğin bu partiye verdiği asıl büyük niteli­ ğin ne olduğunu fark ettiniz mi? Kim, sen mi, tamam söy­ le bakalım M ehmet! Mitterand’ın partisi hem sosyal demokrat klasik tu­ tuma, hem komünist M oskova’cı tutuma belirli eleşti­ riler getirmekle, gerçekte ne yapmış oluyormuş bakalım, Mehmet’e göre bağımsız ve Fransız bir özgürlükçü sos­ yalizm önerisi getirmiş oluyormuş. Doğru. Partinin gör­ düğü büyük ilgiyi buna bağlamak da hiç yanlış sayılma­ malı: Z am anında SFIO (o zam anki sosyalistler) Am eri­ kancı, FKP ise Rusçu iken, Fransız halkı bağımsız ve öz­ gürlükçü saydığı için büyük kalabalıklar halinde De Ga­ ulle hareketinin çevresinde toplanmış mıydı; Fransız bü­ 178

yük sermayesinin, giderek sağının, ulusal özelliklerinden soyunup Amerikancılığa yatmasıyla, De Gaulle hareke­ ti anlam ını yitirmeye başlıyor, buna karşılık bağımsızla­ şan sosyalistlerin halk arasındaki saygınlığı artıyor. Am­ ma iş be! Şu Fransızlara bak, her şeyin önünde özgürlük­ lerini, bağımsızlıklarını, başka bir deyişle Fransızlıkları­ nı tutuyorlar. İşin en alengirli yanı, solun öteki kanadı için de (ko­ münistleri kastediyorum ) durum u aynı olması, FKP, Avrupalı kom ünist partileri arasında Stalinci çizgisini en uzun süre koruyan parti, ama bu süre boyunca eşek kuy­ ruğu gibi ne uzuyor, ne kısalıyor, o ki M archais, Berlinguer’le ünlü mülakatını yapıp partisini özgürlükçü bir ze­ mine kaydırıyor, seçim tabanında bir oynam a, dışardan bir ilgi, gençlikle bir itibar. Sorunun üzerine bu kadar ya­ yılışım, elbet yalnız Fransız seçim lerinin önemiyle ilgi­ li değil, işin ucu bize dokunuyor. Bu bakım dan, hele şu Kom ünist Partisi’nin durum una da eğilelim, arkasından neresinin bize dokunduğuna ilişiriz.

FKP NEDEN DEĞİŞTİ? 18 M art 1978 Velodrome d ’hiver sözlerini kısaltıp, “Vel’d ’hiv” demiş­ lerdi: Bisiklet yarışları için kapalı spor salonu, bizim an­ layacağım ız. Fransızlar bisiklet yarışlarının hastası ya, kışları bundan yoksun kalm am ak için böyle kapalı sa­ lonlar yapmışlar: Yayla gibi bir yer. FKP, büyük m iting­ ler yapacak oldu mu, toplantıyı burada düzenlerdi: Ban­ do takım ı, parti inzibatları, gençlik korolarından grev 179

fonuna yardım toplayan militanlar, çeşitli kitap satışla­ rı arasında, akıl alm az bir kalabalık, gelir ortalığa yığı­ lır: H er tarafta kızıl bayraklar, ünlü sosyalistlerin söz­ lerinden dövizler, parti flam aları filan. Ö nce Enternas­ yonal söylenir, arkasından Marseillaise, nihayet miting başlar. Yıl 1948, aylardan aralık olm alı, kalabalığın içinde soğuktan titriyorum , garibim e giden ne: K ürsünün a r­ kasında upuzun bir m asa, bu masaya partinin bütün ile­ ri gelen liderleri (politbüro üyeleri) dizilmişler, konuş­ ma sırası gelen kürsüye gidiyor, öbürleri mitingi oradan izliyorlar. Fransız arkadaşım a işte o rad a, liderleri birer birer işaretle gösterip kim olduklarını, ne iş yaptıkları­ nı sordum ? Şaşkınlığımı hâlâ hatırlarım : Partinin Genel Sekreteri Thorez eski bir maden işçisiydi, başyardım cı­ sı Duclos eski bir fırın işçisiydi, öteki yardım cı Rochet eski bir tarım işçisiydi... Uzatmayalım, aralarında bir ya da iki b ü ro k rat çıktı, ancak o kadar da aydın. Bu anıyı Fransız Komünist Partisi’nin tabandan ta­ vana çok iyi örgütlenmiş gerçek bir işçi partisi olduğu­ nu anlatmak için anlatıyorum. Ülkenin en büyük, en yaygın işçi örgütü olan CGT savaş sonrasından bu yana sürekli olarak FKP denetim i altındadır, gücünün ne ol­ duğunu anlam ak için de Fransa’da bir gün genel grev ya­ şam ak yeter, ben yaşadım , bilirim. Ö nce yerinde edindiğim bir izlenimi söylemeliyim: FKP, tabanından tavanına Stalinci bir örgütlenme tutu­ mu içindedir, Thorez öldükten sonra Duclos ve Rochet geleneği sürdürmüş, FKP Uluslararası Komünist Parti­ ler toplantılarında daima M oskova’ya en yakın partiler­ den birisi olarak görünmüştür. Palmirio Togliatti, daha savaşın hemen ertesinde çok merkezli sosyalizm öneri­ lerini Ruslara vermeyi tasarlarken, Fransızlar şu son za180

inanlara kadar işçi hareketinin birliği etiketi altında es­ ki Stalinciliklerini sürdürm eyi am açlam ışlardı. Peki niye değiştiler? İsterlerse değişm esinlerdi: İtal­ ya ve İspanyol (hatta Romen) yani öteki Latin Komü­ nist Partileri M oskova’yla aralarına gittikçe daha çok mesafe koyar iken, kendisini Latin ülkelerin anası sayan Fransa ne kad ar karşı çıkabilirdi acaba? D oğrusu Mitterand’ın parti girişim i olm asa, hayli uzun süre diyebi­ lirdim, am a vardı bu girişim, işin tuhafı İtalyan Komü­ nist Partisi’nin tezlerine yakın tezlerle ortaya çıkıyor, se­ çimlere giriyor, gürbüz bir bebek gibi seçimden seçime büyüyordu. İtalyan halkı gibi, Fransız halkının da, as­ lında sosyalist ilkelere ve siyasetlere susadığı, ne var ki, bunları iki önem li ilkenin dışında düşünem edikleri an ­ laşılıyordu: Ö zgürlük ve bağımsızlık. Sanırım Georges Marchais’ye karan verdirten bu ol­ muştur. Yoksa partinin ya yeniden soyutlanacağını ya da ufalanacağını kabul etmesi gerekiyordu. İyisi mi, Mitterand’ın sola çektiği özgürlük ve bağımsızlık tezlerini o da benimsedi. Bir Komünist Partisi için özgürlükçülük de­ mek, parti diktası kavramını demokratik bir içerikle an­ laması demektir, bağımsızlık demekse siyasal politikası­ nı olduğu kadar ekonom ik politikasını da Sovyetler’in yöntem ve uygulamalarından farklı düşünüp önerebil­ mesi, Marchais ve partisi, hanidir klasik proletarya dik­ tası kavramını Fransız Komünü esprisi içinde anlamlan­ dırıyor, son komünist partileri toplantılarında ise Sovyet tezleriyle yüzde yüz mutabık değildi. Eski militanlar, uslanm az Stalinciler, partideki bu de­ ğişmenin hiç de iyi sonuç vermeyeceğini iddia ediyorlar­ dı. H aklı çıktılar mı? Pek sanm am , FKP, eğer son yıllar­ da girdiği seçimlerden başarılı çıktıysa bağımsızlığı ve öz­ gürlüğü sayesinde sağladı bunu. 181

. Fransa’da bu olup bitenlerin sosyalistlerin tümüne ver­ diği ders ne olm alıdır? Şu: Fransa’da sosyal demokrasi Amerikancı, komünizm Rusçu olduğu sürece, başarı ba­ ğımsız ve özgürlükçü görünen De Gaulle’cü harekete git­ ti; sosyalistler Amerika’dan koptukları, komünistler Rus­ ya’dan ayrıldıkları zaman, hele özgürlükçü bir platform­ da birleşince halk yığınlarının kendilerini bağrına bas­ tıklarını gördüler. İşte böyle M ehmet, ister sosyalist ol ister kom ünist, am a ülkende halkınla bütünleşm ek istiyorsan, Fran­ sa’daki olayların verdiği dersi kulağına küpe edeceksin: Bağımsız ve özgürlükçü olacaksın. T ürk halkı Fransız halkından geri kalm ayacağına göre, bugün değilse ya­ rın, m utlaka hakkını teslim edecektir. Ama önce sen onun hakkını teslim etmelisin.

SANTİAGO’NUN BAŞARISIZLIĞI 6 Kasım 1982 Gece, fıkır fıkır kısa dalga istasyonlarını karıştırırken, ne­ resi olduğunu çıkaramadığım bir yerden, İspanyol seçim­ lerinin sonuçlarını öğrenm iştim . D ışarda, hırçın bir rüz­ gâr, ağaçların sararm ış yapraklarım savuruyor. Göğün acı lâciverdinde, küf yeşili bir hilâl. Radyoyu k ap attık ­ tan sonra, birden neyi fark ettim , bilir misiniz? Felipe Gonzalez’in başarısından ziyade, Santiago Carrillo’nun başarısızlığı üzerinde durduğum u! Carrillo’nun İspan­ yol Komünist Partisi, önceki seçimlerde oyların yüzde 1 0 ,4 5 ’ini alarak, Cortes’e 23 milletvekili sokm uştu; bu defa, ancak yüzde 3 ,8 ’ini alarak, beş milletvekili 182

sokabiliyor. İsp ah y a’daki ilk dem okratik seçimde; o zam anki başarı, kısmen iç savaş anılarının tazelenm e­ sinden ileri geliyordu; kısmen C arrillo ’nun, M o sk o ­ va’ya kafa tu ta n , bağımsız kom ünist davranışından; peki, bu başarısızlık nereden geliyor? Üstünde durm ayalım mı? Sosyalist İşçi Partisi’nin lideri Felipe G onzalez’le il­ gili olarak, ünlü yazar George Semprun (nam-ı diğer Fe­ derico Sánchez) şöyle diyor: " ... Felipe’yi 1 9 7 5 ’ten beri tanırım . O sıralar Genel Sekreterliğe seçileli bir yıl olm uştu. M ad rid ’te, Franco’nun bir türlü ölçmediği o uzun günlerde, solun gele­ ceğini tartıştığımız toplantılarda, sık sık rastlaşırdık. Yan­ lış aklım da kalm adıysa, Fernando C laudin, Javier P ra­ dera, Clemente Auger, Enrique M ugica da gelirlerdi. Ya bu söyleşilerimizde, ya da daha sonra başka bir m üna­ sebetle, Felipe bana demiştir ki, Louvain Üniversitesi’nde öğrenciyken, yani 1965’e doğru, az kalsın Komünist Partisi’ne girecekm iş; fak at C la u d in ’le Sanchez’in (yani benim) parti politbürosundan kovulmamızla sonuçlanan tartışm aları öğrenince vazgeçmiş. Bana, ‘Sizin yüzünüz­ den, sizin tecrübeniz yüzünden, partiye girm edim ,’ de­ m iş ti...” Claudin’le Sanchez’in iKP’den atılışlarına yol açan ge­ lişmeleri, tartışm anın dayanaklarını, 26 Aralık 1977’de şöyle anlatm ışım : “ ... Başlangıçta doğrudan doğruya ve kiliseye, bir de Falanj Partisi’ne dayanan İspanyol faşizmi, bizim İnö­ nü diktası dönemi gibi, daha çok bürokratik nitelik gös­ teriyordu. İkinci D ünya Savaşı’ndan sonra, hele turizm salgını bu ülke üzerine yoğunlaşınca, önemlice bir serma­ ye birikim i doğdu. Bir de bak tık sanayileşmeye yöneli­ yorlar; aralarından, liberal sayılabilecek burjuvalar, bun183

la n temsil eden politikacılar çıkıyor: K ralın dönm esini istemek bunlarda, usul usul dem okratikleşm eyi istemek bunlarda; O rtak Pazar’a ve NATo’ya heveslenmek, bun­ larda! D urum bu olunca ne görünüyor, katı bir faşiz­ m in, iç yapısal gelişme sonucu, dem okratikleşm e süre­ cine girişi mi? Hiç değilse C laudin’le Sanchez’in düşün­ cesi bu, bu olunca, partilerinin ‘şiddetli’ dem okratik devrim tezini gözden geçirmesi gerektiğini, dem okra­ siye geçişin usul usul gerçekleşebileceğini, eski kindar ve sert tutum yerine, İspanyol yurttaşlarını ürkütm eyecek bir tutum tutm anın harekete daha yararlı olabileceğini ortaya atıyorlar; am a parti, daha ona hazır değildir, an­ cak 7 0 ’li yıllarda hazır olabilecektir, böyle olunca is­ ter istemez Sanchez/Sem prun ve C laudin p artiden çı­ k a rılır.” Jorge Semprun -k i ünlü bir rom ancı, Z gibi, İtiraf gi­ bi ünlü filmlerin se n aristid ir-M o sk o v a’ya karşı bağım ­ sızlığı savunan Santiago C arrillo’nun, parti yönetim in­ de, M oskova’ya bağlı partilerin oto riter yöntem inden, ayrılmadığını ileri sürüyor. Bir bakım a, iKP’nin bu kadar oy kaybetm esi, ‘bağım sız’ da olsa; kam uoyunda ‘dikta­ cı’ bir parti olduğu görüntüsünü, silemeyişinden. Daha önce Fransa’dan cereyan eden olay, Ispanya’da tek ra r­ lanıyor: Halk, özgürlükçüden, katılm acıdan yanadır; III. E nternasyonal tipi partileri, M o skova’ya karşı da çık­ salar; davranışlarını değiştirmezlerse, tutm uyor. Peki, davranışlarını değiştirm iyorlar mı? Değiştirdikleri söylenemez. Santiago C arrillo ki, ko­ münist yöneticilerin en insancıl olanlardan biridir, 1974’te Regis D ebray’e C laudin/Sanchez olaylı dolayısıyla şun­ ları söylüyordu: " ... Elbette partim izin bir iç dem okrasi modeli oldu­ ğu söylenemez, çünkü illegaliz. Bazı önemli kararlar, par­ 184

tinin bütünü toplanm adan, merkez komitesince alınıyor. Yalnız, yarın legale çıktığımızda, âni karar almayı gerek­ tiren bunalımlı durum larla karşılaşırsak, yine bütün par­ tinin olayı tartışm asını beklem eden, önem li k a ra rla r almak zorunda kalabiliriz. Tarihin seyri hızlandı mı, dev­ rimci bir parti, dem okratik olacağım diye, zam anında hareket etm ek fırsatım kaçırm am alıdır.” İspanyol K om ünist Partisi’nin uğradığı ağır yenilgi­ nin altında; işte bu katılık, bu otoriterlik, partiyle lide­ ri özdeşleştiren bu bürokratik kafa yatıyor.

FELİPE’NİN BAŞARISI 9 Kasım 1982 Seçim otobüsü, M adrid’ten M urcie’ye doğru yol alırken, Fransız gazeteci, Felipe G onzalez’e sorm uş: Program ını yeterince sosyalist bulm ayanlara, bir cevabı var mıdır, varsa nedir? Felipe Gonzalez, biraz sinirli cevap veriyor: “— Program ım ı yeterince sosyalist bulm ayanlara ceva­ bım vardır ve şudur: H aklıdırlar!” bilmem haberiniz ol­ du mu? İspanyol Sosyalist İşçi Partisi, seçimlere şunları vaat ederek gitmişti: “Aralıksız dem okratikleşm e, dev­ letin ulusallaştırılması, idarenin ve üretim aygıtının çağ­ daşlaştırılm ası.” Bunun, neresi mi sosyalist? Aynı Fran­ sız gazeteciye, Felipe’nin partisinden bir yetkili, şu son derece önem sediğim , karşılığı vermiş: “İspanya’da b u r­ juva partileri, liberal devrim i gerçekleştirem em işlerdir, bundan âcizdirler; gariptir am a, galiba bu iş, biz sosya­ listlere düşüyor.” İktidar olunca ne yapacağını, Felipe G onzalez, Ge185

orge Sem prun’la söyleşiyor; Sem prun, darbe olasılıkla­ rından, bazı çıkar çevrelerinin ekonom ik b altalam ala­ rından, bunalım koşullarından söz edince, aldığı cevap şudur: “— ... bütün bu sorunlara birer birer yanaşaca­ ğız. Çatışm a anlan olacak elbet, önüne geçmek m üm kün mü? ik tid ard a olm anın getireceği bir sürü sorunla k ar­ şılaşacağız, am a üstesinden gelmek için, elimizde iktidar olacak. Önce, demokratikleştirme için dört yıl; daha cid­ di şeylere sonra sokulacağız.” Şu 20. yüzyıl! Nasıl 1960’lı yıllarda Ernesto Che Guevera’nın ‘silahlı eylem’ arkada­ şı Regis D ebray bugün bağımsız, özgürlükçü, katılm a­ cı Fransız Sosyalist Partisi’nin iktidarında, M itteran d ’ın kültür danışmanı ise; çok yakın zam anlara kadar, iKP’de Santiago Carrillo ile çalışmış olan George Semprun / Fe­ derico Sanchez, öyle Felipe G onzalez’in yakın destekçi­ si! Sem prun’un, Ispanya’yla ilgili şu satırlarına bir göz atar mısınız lütfen: “ Bugün İspanya’da demokrasiden daha ileri, dem ok­ rasiden -m adem ki kelime üzerinde d u ruyorsunuz- da­ ha devrim ci, hiçbir şey yoktur. H em de başka bir şeye (bilinmez hangi soğuk ütopyaya ya da otoriter devletçi modele) geçiş dönem i, bunun aracı olarak değil; amacı kendisi olan, bir demokrasiden! Çoğulcu yani tartışm a­ cı (conflictuel) bir toplum da, vatandaşların kaderlerini serbestçe belirleyebilecekleri, gelişme halindeki bir ya­ pı olarak, dem okrasiden!” İsterseniz adına, ‘Akdeniz sosyalizm i’ diyelim; am b­ lemi, ‘gül tutan yum ruk’: Derece derece Fransız, İtalyan, Yunan, İspanyol, Portekiz sosyalist partileri, bu bağım ­ sız, özgürlükçü, özyönetim ci, sosyalizmi savunuyorlar. N e bürokrasi diktası M oskova kom ünistliğe benziyor, ne kapitalizm denetimindeki H. Enternasyonal sosyal de­ m okratlığına! Gerçi bu partilerin çoğu II. Enternasyo­ 186

nal’a üyedirler, am a uzun süredir, başka bir uygulama bi­ çim inin, başka bir sosyalizm m odelinin başını çekiyor­ lar: H er ülkenin koşullarına göre şekillendireceği, insan haklarına dayalı bir sosyalizm bu! İnsan hakları dedim de! Sosyalistlik, aslında, dem ok­ ratlığın insana kazandırdığı, temel hak ve hürriyetleri, hem güvence altına alır, hem bunlara yenilerini ekler. Ge­ lişmeyi bilirsiniz, m onarşide halk ‘kul’, vatandaş değil; onu vatandaşa dönüştürüp, ülkenin siyasal yönetim in­ de söz sahibi eden, dem okratik devrim ler; sosyalistlik, vatandaşın o haklarını m ahfuz tu ta rak , onun ayrıca ekonom ik yönetim üzerinde de, birtakım hak ve özgür­ lüklere sahip olmasını sağlayacaktır. Oysa, II. Enternas­ yonal uygulaması, demokratik haklarla yetiniyor; III. En­ ternasyonal uygulaması ise, ekonomik hakları vereceğim diye, dem okratik hak ve özgürlükleri, ‘gargaraya’ geti­ riyor. Akdeniz sosyalistleri, hem d em okratik hak ve özgürlükleri koruyorlar, hem yenilerini kazandırıyorlar. Son zamanlarda Avrupa seçmeninin, sürekli onlardan ya­ na çıkm ası, bunun sonucu. İspanyol seçimlerinde Felipe Gonzalez’in başarısı iki şeyi gösterdi: 1. H alk, dem okratikleşm enin yaygınlaştı­ rılıp kurum laştırılm asını da, sosyalistlerden beklem ek­ tedir; çünkü otoriter geçmişli liberal ve m uhafazakâr par­ tiler, bunu başaram ıyor (Aynı olay, Portekiz, Yunanis­ tan vs. gibi ülkeler için de geçerlidir). 2. III. Enternas­ yonalci otoriter, aşırı merkeziyet düşkünü, M oskova’ya yüzü yum uşak solcu partiler, Avrupa’lı seçmenlere, git­ tikçe daha sevim siz gelm ektedir, o n lard a n yüz çeviri­ yorlar. Felipe G onzalez’in geleceği, program ındaki bağım ­ sızlığını ve özgürlükçülüğünü, ulusal ve uluslararası plan­ daki gerçekleştirm e yüzdesine bağlı! 1X7

YAŞAYAN GÖRÜYOR... 18 H aziran 1985 Polis Vazife ve Selahiyet K anunu’nun, ‘madde-i m ahsu­ suna tevfikan’, Sansaryan H anı’ndaki hücrelerde, on se­ kiz aydır ‘g ö zaltında’ bir sendikacı görm üştüm ; sendi­ kacı deyişim lafın gelişi, o tarihte sendika m endika ya­ sak, adam işçi, -yıl 1943 filan, yani ‘M illi Şef’ dönem i-, kapalı yaşam aktan yüksek sesle konuşm a kabiliyetini kaybetm iş, hiç gerekm ediği halde herkesle fısıltıyla k o ­ nuşuyor. D üşünebiliyor m usunuz? ‘Demokrasiye Geçiş Dönemi’, (1945/1950) baştan so­ na, ‘anti-dem okratik kanunların kaldırılm ası’ tartışm a­ sıyla doludur. D em okrat Parti, ‘M illi Şef’in otoriter po­ lis devleti kanunlarıyla, özgürlükçü ve çok partili dem ok­ rasinin bağdaşam ayacağını öne sürüyordu; 1960’a doğ­ ru, muhalefet, onu bir ‘tahakküm devleti’ kurm akla suç­ ladı. 27 M ayıs’tan, 12 M a rt’tan sonra da, devletin otoriterliği, dem okratlığı tartışılm ış durm uştur. Diyeceğim şu sıra, profesyonel politikacılarla basının sürdürdüğü ‘polis devleti’ tartışması, bizim kuşağın aynı plağı bilmem kaçıncı izleyişi oluyor. Bürokrasiyle, burjuvazi, rejimin yapısında bir türlü anlaşam ıyorlar da, ondan mı; m uha­ lefetler, yığınları çekebilmekte başarılı olamayışlarını, re­ jim deki disiplinde buluyorlar da, on d an mı? Varın siz düşünün? Tam üstüne, Budapeşte’den ‘alışılmadık’ bir seçim ha­ beri: Meclis seçim lerinde, ‘p a rti’, her sandalye için iki­ şer aday göstermekle yetinmemiş, ‘bağım sızların’ da ka­ tılm asını öngörm üş; şaka m aka, M acar parlam entosu­ na 25 ‘partisiz’ üye giriyor. Dünyanın sonu mu ne? H er­ halde, Imre N agy’nin, mezarında, kemikleri tatlı tatlı sız188

lamıştır. O M acaristan ki, özgürlükçülük ve bağım sız­ lık heveslerinin Rus tanklarınca çatır çutur ezildiğini ya­ şamış, ‘m eşru’ başbakanının koltuğundan alınıp kurşu­ na dizildiğini görmüştür. Peki nasıl oldu da, o katı işgal­ ci diktasından, bu ülke, bugünkü ‘nispi’ özgürlüğe u la­ şabildi? Aslında bu uzun, ibret verici bir hikâyedir. François Fetjö, Halk Demokrasileri Tarıhi’nde, M acaristan’daki 1956 ihtilaline dair yaygın bir yanlışı düzeltiyor: Kruşçev - k i Stalinciliğe karşı 20. K ongre’de ciddi bir kam p an ­ ya başlatm ıştı-, M acaristan’a ünlü ‘m üdahalesini’, aşı­ rı Stalinci olduğu bilinen M athyas R akosi ve G erö’nün yönetimini korum ak ve kurtarm ak amacıyla yapm am ış­ tır; aslında nefret ediyordu onlardan, Budapeşte’ye gön­ derdiği M ikoyan ve Suslov, önceden ‘ılımlı’ bir yönetim hususunda Yanoş K adar ve Imre N agy ile m utabık kal­ mışlardı. N agy, gittikçe yayılan isyanı, o ‘ılımlı’ çizgide tutabilse, yasallaştıracak, müdahaleye filan da lüzum kal­ m ayacaktı; gel gör ki, tutam ıyor: Pal M eleter ve benzer­ leri, ‘çok partili dem okrasi’ ve ‘Varşova Paktı’ndan çık­ mak gibi talepleri ortaya atıyorlar; Ruslar, sonu ‘sistem’in çatlam asına varacak böyle aşırılığa izin verirler mi, o za­ m an gelsin m üdahale! İşin ilginç yanı, o kanlı m ü d ah a­ le (binlerce ölü, bir o kadar sürgün ve hapis) sonrasın­ da, yönetim in bir yerde N agy’ci sayılan Yanoş K adar’a bırakılmasıdır ki, bugünkü nispi serbestlik onun eseri sa­ yılabilir. Son yıllarda, kimin yolu B udapeşte’ye düşse, şehrin ‘D oğu B loku’nun en ‘Batılı başkenti’ olduğunu, yazıp söylüyor: Halkın güleryüzlülüğünü, giyim kuşam serbest­ liğini, gençlerin ro ck ’ın roll m erakını vs. Yanoş K adar yönetimi, acımasız bürokrasi diktasını, aşırı devlet m il­ liyetçiliği ve merkezi planlam acılıktan, yavaş yavaş, kı­ 189

sıtlı özel m ülkiyete ve yöresel yöneticilere k arar hakkı tanıyan bir özgürlükçülüğe kaydırıyordu. Şimdi, M ec­ lis seçim lerinde tek sandalyeye çift aday gösterm ekle, en önemlisi bağım sızlara M eclis’e girm ek im kânı sağ­ lam akla, bu gidişe siyasal düzeyde de bir tutarlılık ge­ tirm iş oluyor. Nagy, daha 1954’te ‘P arti’nin yanı sıra, partisizlerin de katılacağı bir vatansever halk cephesi dü­ şünm em iş miydi, gerçekleşen âdeta odur. Ç ünkü Nagy siyasi program ını ‘sosyalizm denince hemen akla gelen insancılık ve ahlaki dürüstlük ilkelerine dayandırmak’ isterdi. Bağımsızlık ve özgürlükçülük de, bunun içinde tabii.

190

Moskova'da (Son Tango’

EVVELİYATI VAR! 17 Tem muz 1982 Sovyetler’de, ulusal halklara sanat ve kültürün yaygın­ laşması, ne sayesinde olmuş okudunuz mu? Ben okudum , hiç de şaşırm adım , M üm taz Soysal M oskova izlenim ­ leri arasında yazıyor: Sovyetler Birliği’nin değişik köşelerinde yaşayan insanların, bunu B üyük Ekim D evrim i’ne bağlayacak­ larını sanırsınız. Hayır, resmi öğreti, federe cum huriyet­ lerdeki yöneticilerin, neredeyse ezberlemişçesine tekrar­ ladıkları açıklam a, farklı. Yalnızca ‘ihtilal oldu da, biz kendi kültürüm üzü geliştirm ek ve çağdaş ölçüler için­ de yaygınlaştırm ak olanağını b u ld u k ,’ dem iyorlar. D a­ ha gerilere giderek, bir de şunu ekliyorlar: ‘T oprakları­ mızın Ç arlık R usya’sı to p rak ların a katılm ası, ağabeyi­ miz durum undaki ileri Rus halkının öncülüğünde, çağ­ daş uygarlığa geçişimizi kolaylaştırm ıştır’. . . ” M ümtaz Soysal, ‘Çarlık Rusya’sı emperyalizminin, bir çeşit kültür ağabeyliğine dönüştürülmesini, ‘iğrenç bir şey’ diye vasıflandırm ış. H aksız mıdır? H aklıdır da, Ekim Devrimi’nin Rus Bolşevik yöneticileriyle T atar Bolşevik yöneticileri arasında, daha o zaman geçenleri bilenler için, bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur. İşte söz burada, Ka193

zanlı Bolşevik lideri M ir Said Sultan Galiyef’e gelip d a­ yanmaz mı? O Sultan Galiyef ki Çarlık M üslüm anlarını, Kazan, B uhara ve Kırım hanlıklarıyla Azerbaycan’ı içe­ ren sosyalist bir T u ran C um huriyeti’nde toplam ayı ta ­ sarlam ış, SSCB’nin büyük T ürk federe devletini oluştu­ racak bu tasarı konusunda Lenin ve Troçkiy’le anlaşmış, ‘hürriyet ve istiklâl’ tutkusu yüzünden Stalin tarafından ‘tasfiye edilm iştir.’ Sultan Galiyef ‘m azlum m illetler’in önderiydi. Özel­ likle ‘sömürgeleştirilmiş’ M üslüm an ülkelerin! Sömürge­ leştirilmiş derken, Ç arlık R usya’sı tarafından söm ürge­ leştirilmiş, M üslüm an ve T ürk Asya milletlerini de kas­ tediyordu. Ona göre, ‘M üslüm an toplum un hemen tüm sınıfları bir zam anlar fark gözetilmeden ezildiği için, sö­ mürgeleştirilmiş tüm M üslüm an halkları proleter toplu­ luklardır. Hepsi proleter olarak anılmaya layıktır’ (M art 1918). Zaten ‘Avrupa toplum unda bir sınıfın, yani bur­ juvazinin yerine konacak bir proletarya yönetim i m az­ lum ulusların durum unda hiçbir değişiklik yapm ayacak­ tır. Böyle bir değişildik olduğu takdirde, bu mazlum ulus­ lar için, iktidara yeni bir efendinin geçm esinden başka bir anlam ifade etm eyecektir’ (1922). Oysa, ‘M üslüm an halklar, proleter halklardır. Ö rneğin, İngiliz ya da Fran­ sız proleterleriyle, Afgan ya da Fas proleteri arasında, bü­ yük ekonom ik fark vardır. Dolayısıyla denebilir ki, M üs­ lüm an ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları ile sosyalist niteliği taşır’ (1918). Kaldı ki, yandaşı Veli İshakov’un 1926’da dediği gibi, ‘T atarlar, nesnel olarak R uslardan d ah a ileri devrimcidirler. Ç arlar onları R uslardan daha fazla ezm iştir.’ D aha önce de yazm ıştım , Sultan G aliyef ve yandaş­ ları, emperyalizme karşı bir sömürge milletleri enternas­ yonali kurm ayı tasarlam ışlardı. Ç ünkü ‘devrim ’in Ba­ 194

tı ülkelerinde şansı olmadığını, ancak ‘ezilmiş’ Doğu ül­ kelerinde şansı olabileceğini ileri sürüyorlardı. En çok güvendikleri de, elbet, Ç arlık R usya’sınca ezilmiş olan, Asyalı M üslüm an ve T ürk ülkeleri. Bunları örgütlem ek için, bir M üslüm an Kom ünist Partisi, bir M üslüm an Kızılordu’su örgütlemeyi denediler. Kısmen başardılar da, SSCB sınırları içinde, en azından özerk, ulusal kültür ve sanatını bağımsızca geliştiren, bir ülkeyi amaç edinm iş­ lerdi. H er halkın kendi kaderini kendisinin belirleyece­ ğini ilke olarak benimsediğini iddia ve ilan eden Rus Bolşevikleri, onu bağışlam adı. O rtad a n kayboluncaya k a ­ dar Sultan Galiyef’in başına gelenler, akla durgunluk ve­ ren bir film olur. Ö ldü m ü, öldürüldü m ü, tam olarak saptanam am ıştır. Şurası bir gerçek ki, Sultan Galiyef ve arkadaşları, ‘Çarlık Rusya’sının em peryalizm ini, bir çe­ şit kültür ağabeyliği olarak, benimseyecek türden ‘sos­ yalistler’ değillerdi. ‘H ürriyet ve istiklâl, onların k arak ­ teriydi’. M oskova’nın bu adam lara o gün hazırladığı kader, bugün M üm taz Soysal’ın saptadığı ‘iğrençliği’, çok ö n ­ ceden haber verm iyor mu?

GORBAÇOF ÇEŞİTLEMESİ 9 M a rt 1986 Ya güleceksiniz, ya kızacaksınız; sonra, haber vermedi demeyin! Bizim sosyalistlerim izin çoğu, ne hikm etse, kraldan daha kralcıdırlar; diyalektik eleştiriyi her alanda kulla­ nırlar da, iş sosyalist uygulamalara gelip dayandı mı, eleş­ 195

tiriyi filan bir kenara bırakıp, övgüye sıvanır; ezkaza ara­ larında, eleştirel yaklaşım ı benim seyenler çıkarsa, an a­ sından doğduğuna pişm an ederler: N e hainliği kalır, ne dönekliği! Bir garip tecellidir bu? Az buçuk sosyalistiz ya, SSCB K om ünist (Bolşevik) Partisi’nin 27. Kongresi atm osferinde, o ülkenin ekono­ misine şöyle bir göz atalım dedik, pek parlak gözükm ü­ yor; ayrıca, saptam alarım ız hem bir ders saklıyor, hem bir hınzırlık! “ 70’li yıllarda, ekonomide güçlükler, üst üste yığılmış­ tır; büyüm e hızları, hissedilir ölçüde yavaşlam ıştır. 11. Beş Yıllık Plan, dönem inde, tarım ve endüstri dallarının hem en hepsinde üretim , 26. K ongre’de öngörülen he­ deflere ulaşam adı: Kimya, demir, çelik, köm ür, petrol, elektrom ekanik ve elektronik dallarında, ayrıca büyük inşaatlarda ciddi gerilemeler kaydedildi. Bakanlık ya da işletmelerin, yenileşiyoruz diye yeni inşaatlara kalkışıp dem ode olmuş araç ve gereçlerle donattıkları; hiç de el­ verişli sayılam ayacak üretim sonuçları için, pahalı tasa­ rılar geliştirdikleri göze çarpıyor.” “A slında bu durum lar, ekonom ideki değişm eler za­ m anında değerlendirilemediği; bilimsel ve teknolojik ge­ lişmelerin sağladığı imkânlar, yeterince kullanılamadığı; teknoloji/yoğun gelişme yöntem lerine geçmez zorunlu­ luğu iyice kavranamadığı için, m eydana çıkmıştır. Bu ko­ nu d a herkes söylev çekiyordu am a, iş daim a lafta kalı­ y o rd u .” “Çözüm, ekonom inin ta temelinden yeniden yapılan­ m ası, yönetim sistemi ve ekonom ik m ekanizm anın, ye­ niden düzenlenmesi sorunudur. H er şeyden önce yapılan­ m a ve yatırım politikası değiştirilmelidir. Kuruluşlara ve kuram lara, plan gereği ürettiklerini pazarlayabilmekte ol­ duğu kadar; ham m addeleri, kullanılm am ış donatım ları 196

piyasaya sürm ekte özerklik verilmeli; aynı uygulam a, müşteriyle olan ilişkilerinde de gözetilmelidir. Kuruluş­ ların, yaygın tüketim m addelerinin ve hizmetlerinin üre­ tim inde, sahip oldukları özerkliği çoğaltm ak önemlidir: Ücretlerin, dolaysız olarak, üretilen m alın satışından el­ de edilen kâra bağlanm ası gerekiyor; çünkü artık, üreti­ len malla para arasındaki ilişkiler konusundaki önyargı­ lardan kurtulm anın zam anı gelmiştir; planlı ekonom i yandaşıyız diye, bu ilişkileri küçümsem ekten vazgeçilme­ li; onların, üretim in hızı ve çalışanların üretim e göstere­ cekleri ilgi üzerindeki etkisi, inkâr edilm em elidir...” Evet, keyfiyet budur; ‘Yoldaş’ G orbaçof tarafından, 27. Kongre’nin kürsüsünden böyle dile getirilmiştir. Ü n­ lü Le Monde, ‘düzene sadakat içinde espri ve kadro ye­ nileşmesi’ diye vasıflandırmış; Çin’de, M acaristan’da gerçekleştirilenler yanında, yapılması düşünülenleri azımsa­ mış; D om inique D ham bres’sa, ‘M ösyö G orbaçof, k âr­ lılık (rantabilite) kavram ım yeni keşfediyor,” diye, h a ­ fif dalga geçmiş! Z ira, Sovyet ekonom isiyle ilgili o larak -tırn a k için­ de ak ta rd ığ ım - eleştirilerin de, çözüm lerin de tam am ı, G orbaçof’a aittir, Kongre’deki açış konuşm asından alın­ mıştır. O kurken günahım ıza girenler, hapı yuttu; bu m a­ sum hileye ne diyecekler, kestiremeyiz am a, G orbaçof’un bir ara, okuduğu m etnin dışına çıkarak, ‘hazırûna’ şun­ ları söylediği doğru: “— N e o, m alların kalitesizliğinden, işlerin baştansavmalığından bahsettiğimden, bakıyorum , kimse alkış­ lam ıyor; ürettiğiniz malı satam ıyoruz, gittiği yer doğru­ ca çöplüktür, oysa tıkır tıkır paranızı alıyorsunuz; saç­ m alıktır b u !” Saçmalık olmasına saçmalık ya, galiba epeyce de ‘bü­ rokratlık’; yarı feodal bir üm m et toplum una, sosyalizm, 197

tepeden inme bir m erkeziyetçi bürokratlık halinde giy­ dirilmek istenirse, sonucun böyle olacağı kestirilemez mi? M aksim G orki, daha 1917’de Novaya Jizn'âe (Yeni Hayat), savaşın ve iç savaşın Rusya’da sanayii de, sana­ yi proletaryasını da, tahrip ettiğini yazıyordu; sosyalizm, sanayileşme sonrası bir düzen projeksiyonu olm aktan çıkmış, bir sanayileşme projeksiyonuna dönüşm üştü; üs­ telik bunu, m ujiklerle gerçekleştirm eyi deniyorlardı. Başka ne beklenir?

MOSKOVA’DA ‘SON TANGO’ 8 Şubat 1987 Miss Higgins’le tartışırdık, (yoksa Paul’le mi?); 1949 kı­ şı, Panthéon civarında bir öğrenci kahvesi, cam ların a r­ dında ince bir kar yağıyor; sohbetim izde, 1917 ihtilali­ nin ‘kaderi’: Bolşeviklerin “Bütün iktidar Sovyetler’e” slo­ ganını nasıl yozlaştırdıklarını konuşuyoruz: Bilindiği üzere, ‘Sovyet’ dediğimiz, bir çeşit halk şûrası; ihtilalin başlangıcında, ‘iktidarın, bu şûralara ait olması’ savunul­ muş; yeni kurulan devlete, Sovyetler Birliği adının veril­ mesi de, bundan (bizim eski haritalarda Sosyalist Şûra­ lar İttihadı yazardı); Parti şûraların hepsinde (hepsinden geçtik çoğunda bile) durum a hâkim değil; bazılarında narodnik kökenli sosyalistler, bazılarında partisizler Miss Higgins’e göre, ihtilalin yozlaşması, Bolşeviklerin Sovyet­ ler’e egemen olmasıyla başlatmıştır; diyor ki, ‘devrim aşa­ ğıdan yukarıya bir halk hareketi özelliği taşırken, Bolşe­ vik aygıtının Sovyetler’e el koym asıyla, yukarıdan aşa­ ğıya bürokratik bir harekete dönüşmüştür. ‘D aha da ile198

ri giderdi, Stalin’in partiyi ele geçirmesinden sonra, Bol­ şevik aygıtının, gerçekte dünya sosyalistlerinin örgütü ol­ ması gereken K om intern’i de, Bolşeviklerin kontrolüne verdiğini söylerdi. O zaman ben, Türk sosyalistlerinin eze­ li ve ebedi bilgi yetersizliği içindeyim, bu siyah tayyörün om uzları kepekli, erkek elli ve beygir dişli İngiliz ‘karı­ sının’, doğru mu eğri mi söylediğini kestiremiyoruz; yal­ nız, söylediklerinden dehşetli rahatsız oluyorum . Galiba Troçkiy söylemiştir, ‘parti disiplini’ diye bir kere ‘parti haklıdır’ mantığına saplanıldı mı; giderek par­ ti, Merkez Komitesi’yle, Merkez Komitesi, Politbüro’yla, o Genel Sekreter’le özdeşleşir; sonunda, ülke tek adam ın emrine girer; öyle de olmuştur, 1930’lu yıllardan başla­ yarak, Sovyetler’de, eski şûra demokrasisi bütünüyle o r­ tadan kalktığı gibi, merkeziyetçi ve bürokratik bir dik­ ta yerleşmiş, parti aygıtı, yukarıdan aşağıya bütün ülke­ ye el koym uştur. Malraux, o tür Bolşevik yönetim a n ­ layışını, şöyle bir örnekle hicveder. “Bir yerde, öyle bir düğmeye basacaksın ki, bütün ampuller aynı anda yana­ cak”; o tü r ‘partilileri’ eleştiren sözü de, durum u gayet iyi özetliyor; “Eskiden komünist olunduğu için disiplin­ li olunurdu, şimdi disiplinli olunduğu için komünist olunuyor...” Böyle ‘kapalı’ bir sistem in, ne türlü çirkef biriktireceğini anlam ak için, kâhin olm ak gerekmiyordu am a, Kruşçef’in çıkm ası gerekti. Gorbaçof, Kruşçef’in hakkından gelemediği, to p ra ­ ğı bol olsun Cilas’ın ilk defa açıkladığı ‘yeni sınıfın’ hak­ kından gelebilecek mi? Asıl mesele budur. Sovyetler’de ‘iktidarın nim etleri’, herhangi bir m er­ keziyetçi bürokrasi diktasında olduğu gibi, sadece mev­ ki, mansıp, şan, şeref değildir; ‘bal tutanın parmağını ya­ lam asından’ ibaret de sayılmaz; Gilles Martinet yanılmı­ yorsam , şöyle bir açıklam a denemişti: Üretim araçları­ 199

nın kam ulaştırılm ası, artık-değeri o rta d a n kaldırm az; ücretli işçilik devam ettiği sürece, artık-değer yine biri­ kir; yalnız onu kullananlar, artık üretim araçlarının sa­ hibi olan burjuvalar değil, üretimi denetimleri altında tu­ tan bürokratlardır; başka bir deyişle, Sovyet tipi sosya­ list toplum larda, üretim araçlarının kam ulaştırılm ası, sosyalizmi gerçekleştirm iş olm uyor, üretim in denetimi Sovyetler’de (yani halk şûralarında) olm adığı için, artık-değeri dilediği gibi kullanan ‘yeni’ bir sınıfın doğm a­ sına yol açabiliyor. Charles Bettelheim, Sovyetler’de Sı­ nıf Savaşları’m yazdığı zam an, niye şaşırmanın yanlış ol­ duğu, sanırım, bu açıklamayla anlaşılmaktadır. 1936 Stalin A nayasası’nın iddia ettiği gibi, R usya’da sosyalizm ve sınıfsız toplum , daha ‘o tarihte’ gerçekleşmiş değildi; 1920’lerden itibaren, gerilimleri, birikimleri ve sıçrama­ ları ile diyalektik yasalar işliyor; aslında, parti içi m üca­ deleler gibi görünen çeşitli çatışm alar, bu sürecin fark ­ lı yansım alarını oluşturuyordu. G orbaçof, üretim in denetim ini, gerçekten üretim i gerçekleştirenlere aktarabilecek mi? Sosyalist bir dem ok­ rasiden, ancak o zam an söz edilebilir de, ondan soruyo­ rum. Rüşvetçilerle uğraşm ak, bir yerine iki aday göster­ m ek, yaşlıları tasfiye etm ek, sorunu çözmez.

BU BAHAR BAŞKA BAHAR! 12 N isan 1987 R adovan R ichta’yı kim hatırlıyor? H adi canım , bırakın R ichta’yı, doğru dürüst D ubçek’i kim hatırlar? 1968’de Çekoslovakya’yı saran ‘Prag ilkbaharı’nın liderini? Dub200

çek, sanayi sonrası sosyalist toplum u için, ‘güleryüzlü bir sosyalizm ’ projeksiyonu tasarlam ıştı. Ruslar bunu ona çok fena ödettiler, siyasi hayatı söndürüldü, menkûp düştü, R adovan R ichta, aslında o projeksiyonun, arkasında olan beyindi; sanırım , adını benden başka anan olm adı: 7 0 ’li yıllarda, fikirlerini özetlemeye çalış­ mıştım! Eski bir kom ünist, A rthur K oestler söylem iştir zan­ nederim: ‘Önem li bir gerçeği, ilk görüp söyleyen kom ü­ nistin, başı belâdan kurtulam az,’ diyor; ya da, ona ben­ zer bir şey: İnsan, G orbaçof’un dediklerini ve yaptıkla­ rını işittikçe, hem R ichta’yı O ta Şiki ve D ubçek’i, hem de K oestler’in dediklerini düşünüyor: K abahatları, ba­ zı gerçekleri R uslardan önce görüp söylemek miydi? R ichta’nm ana saptam ası şudur: İlk ‘sosyalist uygu­ lam aları’, M ark s’ın düşündüğünün aksine sanayi önce­ si toplam larında denendiği için, amaç sanayileşmek (pro­ leterleşmek) olmuştur. Bunu nasıl yapacaklar, sanayileş­ miş kapitalist gelişmelerin m etodlarıyla elbet! Öyle de yaparlar, Lenin Taylorizm ’i filan övmüştür, Ford’un üre­ tim sistemini vs. Sonuçta iş bölümü aşırılaşıyor, yönetim­ le uygulama ayrılıyor, ayrıcalıklı toplumsal katm anlar ge­ lişiyor, yığınların tüketim eğilimi işgücü üretimi düzeyin­ de tutuluyor, üstelik tabiat kirletiliyor, ‘Sosyalist’ toplumlarda, bu ‘hastalıkların’ hepsi, aynen mevcut! Richta di­ yor ki, klasik dönem de bilim dolaylı üretici güçtür, oy­ sa bilgi toplum unda dolaysız üretici güç haline dönüşe­ cektir; elektronik otom asyonu yaygınlaştırıyor, otom as­ yon işçi sınıfının niteliğini değiştiriyor: Eskiden, aşırı iş bölüm ü yüzünden, dar görüşlü; uygulayan yöneten ay­ rımı yüzünden, hiérarchisé; üstelik, yoksul iken, giderek, üretimi bütünüyle kavrayabilen uzm anlaşm ış bir em ek­ çi türü beliriyor. Kıyameti kop aran da bu! 201

Alışılmış ‘sosyalist’ toplum larda, iktidar lafta işçi sı­ nıfının elinde, gerçekte ise parti kanalıyla m erkeziyet­ çi bir büro k rasin in k o n tro lü n d ed ir; bilim in üretim e dolaysız katkısı ile işçinin bilinç düzeyi yükselir, görüş ufku genişler; o da, toplum sal taleplerinin çoğalm ası­ na ve çeşitlenmesine yol açar. Böylelikle, ayrıcalıklı yö­ netici bürokrasiyle, yeni endüstri to p lu m u n u n , (elekt­ ronik ve otom asyon), uzm anlaşm ış işçi sınıfı arasında; gittikçe kesinleşen, diyalektik bir çatışm a belirir. Bunu önlem enin çaresi, ‘özgürlükçü ve güleryüzlü’ bir sosya­ lizmdir, asık suratlı bir yasaklar, sosyalizmi değil! Dubçek, savunduğu tezlerle R usya dahil, öteki ‘sosyalist’ m erkeziyetçi diktalarının dayandığı ana tem elleri sar­ sıyordu, buna elbette m üsaade edem ezlerdi, etmediler. Gel gör ki, ‘iktisadi ve tarihi z aru retler’, istesek de is­ tem esek de, her yerde varlığını hissettiriyor: R usya’nın son yirmi yılda ulaştığı merhale, 1968’de D ubçek’in sa­ vunduklarını, neredeyse aynen G o rb aço f’a savundurm aktadır. Yalnız G orbaçof’a mı? T urhan Aytul tkp Genel Sek­ reteri Y. N âbi Yağcı (kod ismi H ay d ar Kutlu) ile görüş­ müş, böylelikle TKP’nin de ‘G orbaçof çizgisinde’ oldu­ ğunu öğrenmiş olduk; ayrıca, T ürkiye’nin NATo’da kal­ masına bir itirazı yok, AET’ye girmesine yandaş, basba­ yağı ‘özgürlükçü ve güleryüzlü’ gözüküyor. Söylediğine bakılırsa, TİP’le birleşme görüşmeleri sürüyormuş, öte­ ki sosyalist partilerle de temasları var, demek üç aşağı beş yukarı T ü rk iy e’nin ‘yumuşama’ ortamına uygun, ılım­ lı bir çizgi üzerinde görünmektedir. İyi de, o zam an M ehmet-Ali A ybar’ın günahı neydi? Bilirsiniz Tİp’i adam eden, M eclis’e sokan, burnunu ka­ natm adan T ürkiye çapında siyasi parti haline getiren adam dır; Ruslar P rag’ı bastıkları zam an, TİP’in içinde­ 202

ki A ren/B oran hizbi ve TKP -p a tırtı kıyam et- onu h a n ­ diyse ihanetle suçlam ışlar, partinin dağılm ası pahasına liderlikten düşürülmesine çalışmışlardı. G orbaçof dönüp dolaşıp D ubçek’in ilkbaharına geldiğinden m idir nedir, birden bakıyorsunuz, bunlar da ‘güleryüzlü’ bir ‘ilkba­ har sosyalizm inden’ yana olmuşlar. Evet, K ruşçef Stalin’den, G orbaçof K ruşçef’den d a ­ ha ileri ve demokrattır, ne var ki, Rusların ve onların hınk deyicilerinin, dünyanın gözünün içine baka baka, dün ihanetle suçladıklarının dediklerine, bugün sahip çıkm a­ ları yok mu; yüzyıl içindeki sosyalizm uygulam alarına, bütün inandırıcılığı kaybettiren budur.

‘AÇIKLIK’SA, AÇIKLIK!.. 2 Tem m uz 1987 Denize düşen yılana sarılır denilmiştir ya, 1941/42 kışın­ da Kırım T atarları, Stalin’in zulm ünden kurtulm ak için Hitler ‘yılanına’ sarılmışlardır, önce bu gerçeği saptam ak­ ta yarar var, objektif tarih gerçeğini! N azi ordusu W ehrm acht, R usya içlerinde ilerledik­ çe hem çeşitli halklardan bir sürü esir almış oluyor, hem bazı bölgeleri Sovyet egem enliğinden çıkarıyordu; ra ­ kam lar şöyle, M üslüm an, T ürk kökenli savaş esiri sa­ yısı 31 Ekim 1 9 4 1 ’de 55 bin; 22 A ralık 1 9 4 1 ’de 200 bine yakın! Bu esirlerden, K ızılordu’yla savaşacak gö­ nüllü birlikleri kurm asını B erlin’e öneren yanılm ıyor­ sam , N u ri (Killigil) P aşa’dır: Enver P aşa’nın kardeşi! III. Reich, fikri m üsait karşılıyor, K ırım ’dan önce M il­ li G önüllü Birliği (O cak 1942) oluşturuluyor, sonra 203

162. T ü rk T üm eni: Adı T ürk T üm eni’dir am a, a ra la ­ rında Kırımlı T atarlardan başka, Ermeniler, Gürcüler, T ürkm en, Ö zbek, K azak, Kırgız vs. halklarından esir­ ler de var; kum anda kadem elerinde sadece d ört Alman subayının yer aldığı bu kuvvet Alm an işgal bölgelerin­ deki partizanlarla savaşm ak için eğitilmiştir, yaptığı iş de bu d ur. Fırsat bu fırsat, o tarihte Bağımsız T atar Cum huriyeti’ni kurabilm ek için Nazilerle ‘işbirliği’ yapan Tatar liderleri (Ediğe Kemal, Müstecip Fagil), sonraları Berlin’in Kırım’a hiç de bağımsızlık vermek niyetinde olm adığın­ dan acı acı yakınm ışlardır; belki bu geç de olsa ne tü r­ lü bir yılana sarılm ış olduklarının gösterir am a, Wehrmaclıt’ı ezen Stalin’in intikam ından T atar halkını ku r­ tarabilir mi? Kurtaramamıştır, yüz binlerce Tatar, çoğun­ luğu göç yollarında kırılarak, ibret-i âlem için O rta As­ ya’ya sürüldüler (1944); devrimden sonra kurulmuş olan Tatar Muhtar Cumhuriyeti lağvedilip, Kırım Ukrayna Cumhuriyeti’ne bağlandı. Kızıl M eydan’da gösteri yapan T atarlar, birbirinin sonucu ve sebebi, iki istekte bulunuyor; K ırım ’a d ö n ­ m ek, Tatar M uhtar Cumhuriyeti’nin yeniden ihdası! Ö nce isteklerin, ‘rejim bağlam ında’ ileri sürüldüğünü kaydedelim ; sonra da ilkinin yeni olm adığını; 1960’lı yıllardan bu yana Ortaasya’ya dağıtılm ış T atarlar, ül­ kelerine dönm eyi istem iş, Sovyet yöneticilerine baskı yapmışlardır. Haklıdırlar, çünkü savaşta Tatarların hep­ si, işbirlikçi değillerdi; bazıları işbirliği yaptı diye bü­ tün bir halkı ‘hainlikle’ suçlayıp sürm ek, adalet duygu­ sunu incitiyor; dahası, Wehrmacht’la işbirliği yapmış M üslüm an ve Hıristiyan (Ermeni ve Gürcü) başka halk­ lar varken özellikle T atarların cezalandırılıp sürülm e­ si, Sultan G aliyef’ten beri (o da Tatar, am a Volga Ta­ 204

tarı) bu halkın bağım sızlık tu tk u su n d an rahatsız olan S talin’in biraz da K ırım ’a el koym ak niyetlerine b ağ ­ lanıyordu. Bilindiği gibi Krıışçef, 20. K ongre’de S ta­ lin’in ‘m arifetlerini’ açıklamış ve kınam ıştır; Sovyet yö­ netim inin Kırımlı T atarların hakkını teslim etm esi de hakkaniyet icabı olarak görülüyordu; nitekim bu ya­ pılm ış, Kremlin 1 9 6 8 ’de bazı T atarların dav ran ışları­ nın bütün T atar halkına m aledilemeyeceğini kabul e t­ miştir. Gel gör ki, resm en kabul edilmiş olsa da, o günden bugüne, Tatarların Kırım ’a dönmesi gerçekleşemedi. Ey­ leme geçmeleri de yeni değildir. Cem ilef’in neler çekti­ ğini dünya âlem biliyor; yeni olan G orbaçof’un Açıklık (Glasnost) Politikası çerçevesinde ‘Parti’nin yani yöne­ tim in T atarların ulusal özlem lerini nasıl değerlendire­ ceği sorunu! Ç ünkü Sovyetler Birliği’nde Rus olm ayan halklar, sayısal nüfus çoğunluğunu ele geçirdi geçiriyor; bugün yarın hepsinden çeşitli istekler gündeme gelecek­ tir, gelm ektedir; önem li olan elbette, M oskova’nın k o ­ m ünist eşitlik ilkelerine sadık k alarak, bu yeni so ru n ­ ları barış içinde çözmeyi kabul etmesi; baskıdan uzak durması! Z or kullanmaya kalkışır, bastırm aya yönelirse, Açık­ lık Politikası’nın samimi olm adığının anlaşılm ası bir yana; ulusal bir azınlığın, öteki büyük çoğunluklar üze­ rindeki diktasını sürdürm üş olacaktır ki, buna benzer bir şeyi uyguladığı için Güney Afrika Cumhuriyeti’ni en baş­ ta M oskova yerin dibine sokuyor. ‘Açıklık’sa açıklık!

205

‘ZİRVE’YE ÇIKAN YOKUŞ... 11 Aralık 1987 Fark ettiniz mi, Politbiiro’dan Valentin Şalin (yoksa Falin miydi?) 32. Gün't son derece açık konuştu: “— ... ken­ dimizi silahlanm a yarışına kaptırm ıştık, karşı tara f ne yapıyorsa onu, im kânlar elverirse daha fazlasını yapmak, bize zorunlu görünüyordu; bunun nasıl bir çıkm az ol­ duğunu, artık anlamış bulunuyoruz: Sonu gelmez bir tır­ m anm a! O nun için, önce durm ayı kararlaştırdık, son­ ra da olayın üzerine gitmeyi: O rta menzilli nükleer fü­ zelerin kaldırılması bunun sonucudur, yeni bir dönem in de başlangıcı!” İmza törenini izlediniz mi? Bilmem bana mı öyle gel­ di, M ihail Gorbaçof, Ronald R eagan’dan, hem daha se­ vimliydi, hem daha samimi; o tarihi sahneyi, beriki gi­ bi ‘oynam ıyor’, yaşıyordu; içine kurt düştü mü, sahiden kuşkulanıp; güldü mü, içten gülerek! ‘Perestroika’yı kuş­ bakışı gözden geçirmek bile, adam ın om uzlarındaki yü­ kün ağırlığım, insana hissettiriyor. Evet, ‘Sovyet sistemi­ nin’ özünü oluşturan bürokratik örgütlenmeye, ‘artık de­ ğerin’ bürokrasi tarafından ‘emilmesine’, henüz dokunm am ıştır; daha da berbatı, ‘açıklık’ ve ‘yeniden yapılan­ m a’ dediği süreci, ‘P arti’nin ötedenberi alışılmış ve her­ kese bıkkınlık vermiş ‘oybirliği’ kuralı içinde yürütüyor ama Sovyetler gibi yıllardır handiyse ‘donm uş’ bir toplum ­ da, ucundan kıyısından gerçekleştirmeye kalktığı ‘demok­ ratlaşm a ’ çabaları gerçekten ü rk ütücü, hayli tehlikeli şeyler. Sözgelişi, dünyanın d ö rt bir yanm a bir yandan b a­ rış türküleri söyleyip, öteyandan yıldırıcı bir silahlan­ m a yarışını sürdürm enin, bırakın sosyalistliği m osya206

listliği,) düpedüz ahlâk açısından bile, fevkalâde ters ve aykırı bir siyaset olduğunu, görüp söyleyebilmesi; -e n azından öyle davranabilm esi- az şey midir. Ç ünkü, Ba­ rış H areketi’nin safdilleri hariç, aşağı yukarı kırk yıldır, bunun böyle yürüdüğünü, bütün eski kulağı kesikler bi­ liyordu. A çıklayanları da çıkm adı değil. Ö rnek mi de­ diniz? Ö rnek kolay! (Geçen yıl bu zamanlar, âvâre bir günüm de T ünel’deki ‘ecnebi’ kitapçıları dolaşırken, M aria Antonietta M acciocchi’nin son kitabı, gözüme ilişmişti: İki Bin Yıl Mut­ luluk! İlginç bir kadındır, hemen aldım; eski İstanbul’un o taraflarda unuttuğu, köhne ve ‘Lövanten’ Tünel M ey­ d a n ın d a k i durakta, daha M açka otobüsünü beklerken, sayfalarına şöyle gelişigüzel göz atıyorum ; hain ve sin­ si bir yağmur, toz halinde etrafıma dağılıyor; içimde o da­ kika eski ve ağır hayal kırıklıklarının, ateşten izleri; ağ­ zım da, kül tadı. Macciocchi, az buz değildir: M ussolini faşizmine, da­ ha savaş sırasında, iKP’nin faal m ilitanı olarak direnen­ lerden biri. K urtuluştan sonra Parti’de faal bir rol oynu­ yor; önem li işler görüyor, dergi yöneticiliği gazetecilik vs! U luslararası K om ünist K adınlar H a re k eti’nin li­ derlerinden sayılırdı, hem en her kongrede bulunm uş­ tur; ayrıca, milletvekilliği filan var; sanırım 1977’de Parti’yle ciddi ihtilafa düştü, genellikle böyle d u rum larda olduğu üzere, p atırtı kıyam et ihraç edildi; daha so n ra ­ ları Fransız üniversitelerinde hocalık, A vrupa Parlam en to su ’nda İtalyan radikallerinin tem silciliğini y ap ­ mıştır. K itabının bir yerinde, şaka ederm işçesine, korkunç bir gerçeği açıklıyor: “O yıl, 1943’te lağvedilen eski Kom intem ’in yerini alan Kom inform, dünyadaki bütün fa207

aliyetlerin m erkezini, Barış H areketi’nin teşkil ettiğini kesinleştiren, resm i bir k arar alm ıştı.” Şu satırlar da, yıllar ve yıllar sonra belki G orbaçof’u ve ‘takım ını’ intibaha getiren gerçeğin, M acciocchi ta ­ rafından nasıl keşfedilmiş olduğunu gösteriyor: bana öyle geliyordu ki, farklı yerlerde olsa da Av­ rupalIların bütün hayatı, taa füzeler, Barışseverler [Par­ tisans de la Paix], ‘A nneler Savaş İstem iyor’ hareketle­ rinden beri, tek bir am aca yöneltilmişti: Yumuşama [Detente] ve Silahsızlanm a adına, gittikçe devleşen Sovyet Askeri gücünün artırılm asını savunm ak! Tutku içinde ‘Yaşasın barış’ diye bağırırken, aslında neyi vurguluyorduk: Belki de toplam askeri harcam aları, gayrisafi mil­ li hasılanın neredeyse yüzde on beşini bulan Sovyet as­ keri bütçelerindeki tırmanışı mı? O tırm anış ki, son tah ­ m inlere göre, ABD’nin üç katıdır (Bkz. C ornélius Castoriadis: Devant La Guerre)” M acciocchi sözlerini, hangi tarafından bakılırsa ba­ kılsın, acı bir sonuca bağlıyor: “ ... kızıl bayrakları değil, barışın beyaz bayrağını sal­ laya duralım , ‘askeri’ R usya’nın çizgileri, her gün biraz d ah a kesinleşiyordu. D ünyaya gerçekte savaş tehlikesi egemen olduğu halde; ilk gençlik yıllarım ızdan bu ya­ na, kendim izi ‘barış için çalışm aya’ adayarak, aslında Rusya’nın akıl alm az güçlenmesine destek o lm u ştu k ...” (M acciocchi, s. 36) Yalnız güçlenmesine mi? ‘Perestroika’dan anlaşılıyor ki, devrim den yetmiş yıl sonra bile yokluklar, darlıklar, yasaklar içinde yaşam asına! İnsanın tüylerini diken di­ ken eden bu ikilemin farkına, (yalnız Macciocchi ve ben­ zeri) R usya’nın dışındaki kom ünistler mi varacaktı? Bu sorunun cevabı, belki de M ihail G orbaçof’tur.) Yaşayan görecek! 208

GÜNAYDIN ‘TAVARİŞ’ BUKHARİN! 8 Şubat 1988 (Radyoda, bir haber “Bukharin ve Rikof aklandı!” Po­ litbüro özel kom isyonu, Yüksek M ahkeme’nin bu yol­ da aldığı kararı, onaylamış, sscb Dışişleri Bakanlığı Söz­ cüsü Gerasimof diyor ki: “Bu henüz başlangıçtır. Komis­ yonun davalaruıı inceleyeceği daha birçok kişi var, el­ bet vakit alacak!” Şöyle duraklamışım , on yıl önce Buk­ harin konusunu enine boyuna tartışan kim, ben değil mi­ yim (Bkz: Sağım Solum Sobe, s. 227/228) Esasen ‘M os­ kova Davalardın, aram ızda, ne kadar çok konuşmuşuzdur: İstanbul’da, tütün ve töm beki dum anından boğul­ duğum uz, esnaf kahvelerinde; Paris’te, şarap ve filtreli kahve kokan, öğrenci kahvelerinde; birbirim izi kan ter içinde suçlayıp, basbayağı nefesimizi tüketerek! O ysa gençler ne biliyor, kim dir aklandığı bildirilen Bukharin, nedir M oskova Davaları?) Bunlar üç önemli davadır ki, ilki 20 Ağustos 1936’da, İkincisi 29 Ağustos 1937’de, üçüncüsü 12 M art 1938’de sonuçlanm ış; her üçünde de Sovyet devrim inin yöneti­ ci kadrosundan çok önemli bazı liderler, devrime ihanet­ le, kom plo düzenlemekle; daha da m üthişi, ‘yabancı ve kapitalist casusluk servisleri yararın a’, casusluk etm ek­ le suçlanarak hüküm giymiştir. 1936’daki ilk davada m ahkem enin yıldızları Zinovyef ve Kam enef idi; ayrıca Smirnof, Evdokim of ve Bakayef de suçlular arasında bulunuyordu. D avanın öne­ mini anlatm ak için, Zinovyef ve K am enef’in, devrim in ilk yıllarından itibaren Lenin ve Troçkiy’den sonra, Parti’nin ve H a re k et’in en önemli iki lideri sayıldığını söy­ lemeliyim. İkinci davanın belli başlı sanıkları arasında Pi209

yatakof, Radek, Sokolnikof, Serebriayakof bulunuyor­ du; burada Piyatakof’un önemini belirtmek için sanırım ki, L enin’in siyasal vasiyetnam esinde adı geçen, altı Bolşevik liderden birisi olduğunu belirtm ek yeterlidir. Üçüncü davanın tartışmasız yıldızı Nikolay Bukharin idi; ayrıca Rikof, Krestinkiy, Rakovskiy de sanık arasınday­ dı. Burada da Bukharin’in Parti’de oynadığı rolü belir­ tebilm ek amacıyla, L enin’in kendisinden ‘Partinin Sev­ gili Çocuğu’ diye söz ettiğini söylemek yerinde olur. Ne yanından bakılırsa bakılsın, Stalin’in, bu davalar­ la Sovyet devriınini gerçekleştirm iş lider k ad ro su n u tasfiye ettiği görülür. Peki ya Bukharin, o kimdir? Nikolay İvanoviç Buk­ harin, 1888’de doğm uş, öğretm en ailesi çocuğu; öğren­ ciliği parlak, devrimciliği erken: 1906’dan bu yana bir­ çok kere tutuklanıyor, kaçıyor; 1910/17 arasında Rus­ ya dışında faal, Amerika’da Troçkiy’le Novy Mir'i çıka­ rırlar; 1917’de Merkez Komitesi üyesi, birkaç ay so n ­ ra Pravda'nın Genel Yayın Müdürü, 1919’da Politbü­ ro üyesi, Parti’nin belli başlı kuram cılarından birisi; o k a d a r ki Lenin’in ünlü Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm eserini, d ah a önce Bukharin’in aynı k o ­ nuda yayımladığı bir eserden yararlanarak yazdığım bi­ liyoruz. Devrimden sonra, önceleri Parti’nin aşırı solunda yer alan Bukharin, tu tu k lan d ığ ın d a ‘sağcı sap m ad an ’ k u ­ surlu bulunm uştu; m ahkem esi boyunca hiçbir siyasal sorum luluğunu reddetm edi, kendisini akıllıca, inatla ve ustalıkla savundu; zam an zam an, davanın perde a rk a ­ sındaki polis fırıldaklarını açıklayacak sözler etti; ne var ki ‘casusluğu ve 1918’de Lenin’e sözüm ona suikast d ü ­ zenlemiş olm ayı’ kesinlikle kabul etm edi. S onradan sscb Dışişleri Bakanı olacak, Savcı Vişinski’yi, iddiala­ 210

rı yüzünden terlettiği, zor d u ru m lard a bıraktığı da o l­ m uştu. B ukharin’in eşi ve oğlu, 1961’den beri, onun ‘aklan­ m ası’ için çalm adık kapı bırakm adılar: İlk başvuruları­ na 14 yıl sonra cevap verilmişti; hakkın yerini bulm ası, aşağı yukarı yirm i beş senede m üm kün olacakm ış, ‘ya­ ni bir rubu a s ır ...’

N İY E‘İTİRAF’ ETMİŞTİ? 9 Şubat 1988 (Yoo, işin şaka g ö tü rü r tarafı yok, B u k h arin ’in ve Kiro f’un aklanm ası, ne yanından bakılsa, Bolşevik Devri­ mi tarihinin, Lenin’den sonra yeniden yazılması zorun­ luluğunu getiriyor; dünyanın her tarafındaki, -tabii T ü r­ kiye’deki- ‘resmi tarih ’ savunucuları, kelimenin tam an ­ lamıyla ‘hap yutm uşlardır’; ya ‘izzet-ü ikbal’ ile ortalık­ tan çekilecekler, ya da tükürdüklerini yalayacaklar: çün­ kü gerçek, neredeyse yarım yüzyıldır oppozitsiya’nın -m u h alefetin - ileri sürdüğü şekilde ortaya çıkm aktadır. Bunu bir kalem geçti ya, şimdi gelelim ‘M oskova Davaları’nın, en ilginç yanm a!) Nikolay Bukharin, az sonra onu idam a m ahkûm ede­ cek m ahkem enin önünde, m asum olduğu halde suçunu nasıl ikrar ve itiraf etmişti, bilir miydiniz; ben bunu yaz­ mıştım (15 Aralık 1978), aynen şöyle: “Bu cürümleri be­ raberce işlediğimiz T roçkiy’nin, öteki suç ortaklarım ın ve II. Entem asyonal’ın bizi, özellikle beni savunmaya ça­ balayacaklarını kestirebiliyorum. Savunmaları onların ol­ sun, ben ülkem in, P arti’m in, halkın önünde diz çökü­ 211

yorum, sscB’nin savaşımının bu yeni aşamasında suç­ larımın canavarlığına sınır yoktur; dileğim odur ki bu da­ va son ve acı ders olsun, bütün dünya SSCB’nin müthiş kudretini görsün, SSCB’deki darkafalı karşı/devrimciliğin bir paçavra gibi havada asılı kaldığını anlasın? Bü­ tün dünya Stalin’in ülkeye sağladığı akıllı yönetimi gör­ müyor mu ? İşte kararı bu duygularla bekliyorum; önem­ li olan pişman olmuş bir düşmanın kişisel kaygıları de­ ğil, sscB’nin gelişip büyümesi, onun uluslararası öne­ midir?” Aşağı yukarı elli yıldır herkesin kafasını karıştıran o soruyu Bukharin aklandıktan sonra, bir daha sormamak elde mi? O, -o n u n gibi bütün diğer san ık lar- masum ol­ dukları, Stalin’in fırıldaklarına kurban edildiklerini bil­ dikleri halde, niye bu ‘pişm an’ ağzını kullandılar, bu ‘iti­ rafları’ yaptılar; aleyhlerine verilecek idam cezalarını âde­ ta teyit ettiler? Fransız düşünürü M erleau-Ponty’nin Hümanizm ve Terör adlı eserinde denediği izah tarzını, gençler için bir kere daha aktarm akta, yarar yok m udur? devrimci, devrim ci yönetim in yanılgıya düştüğüne inandı mı, bu onun için facianın doruğudur, çünkü bu takdirde yalnız bir alınyazısı, (bir iradeyi kıran dıştan bir kudret) yok­ tu r ortada, gerçek bir trajedi vardır, (bir adam ın aynı za­ m anda suç ortağı olduğu dıştan bir kudretle m ücadele­ si), çünkü m uhalif ne bütünüyle yönetim den yana ola­ bilir, ne bütünüyle yönetime karşı çıkabilir; sonuç şudur: A rtık uyuşm azlık, adam la dış dünya arasında değildir, adam la kendi kendisi arasındadır. İşte M oskova D ava­ la rın d a k i itirafların b ü tü n s ır r ı...” Oysa, harekete karıştığından işin pratik yanını da, kestirebilen A rthur K oestler’in, B u k h arin ’in dram ını yaz­ dığı Gün Ortasındaki Karanlık isimli m üthiş eserinden 212

çıkarılabilecek izah, biraz daha farklı: ‘Bunlar eski dev­ rimcilerdir, hayatlarını partilerine adamışlardır, uyuşmaz­ lığa düşüp oynadıkları kum arı kaybettilerse bile p a rti­ lerini suçlamayı akıllarına getirmezler; tam tersine, düz­ mece itiraflarıyla ona son bir hizm ette bulunur, böylece partinin yanılm azlığını halka gösterm iş olurlar.” Nikolay Bukharin’in yüksek m ahkem e huzurunda söyledikleri, belki gerçekte Koestler’in de, Merleau-Ponty’ nin de, haklı olduklarını göstermiş oluyor: “.. .ş u sanık sıralarında oturmuş olanlarımızdan her birisi, bana öy­ le gelir ki, garip bir bilinç ikileşmesi yaşamıştır, karşı-devrimci tutumunda tamamlanamamış bir inanç; bu karşı-devrimci bilinç yoktu demek istemiyorum, vardır ama eksikti. Bana öyle geliyor ki, bizler refleksleri belirli bir dereceye kadar ağırlaştırılmış insanlardık; bu yeterince tutarlı fikre sahip olmadığımızdan ileri gelmiyordu; sosyalizmin kuruluşunun nesnel görkemliliğinden ileri geliyordu...”

TARİHİ ‘PARTİ’YAZARSA... 12 Şubat 1988 Telefonda, Emre Kongar’la sohbet: Bukharin yazılarını konuşm aktayız; o, ‘Moskova Davaları’m, siyaset sosyo­ lojisi açısından, daha kapsam lı değerlendiriyor; fikrince, ‘inkılâbın liderlerini yemesi’, Fransız devriminden bu yana, süregelmektedir; devrim öncesinde, geniş bir cep­ he oluşturan politikacı, iktidarı ele geçirdi mi, en büyük ve tehlikeli rakip olarak, devrim ci/kom utanla, devrimci/ideoloğu görüyor; ilki, onu devirebilecek güce sahip­ 213

tir (Bumedyen, Binbella’yı böyle devirm edi mi?); İkin­ cisi, o gücü harekete geçirebilecek fikir dinamiğine! ‘Mos­ kova Davaları’nın ünlü sanıkları, - b u arada Bukharinbesbelli devrimlerin bu acımasız determinizmine kurban gitmişlerdir. (Atatürk, devrim inin hem kom utanı hem ideoloğu olduğundan, istisna teşkil ediyor.) Emre beni aradığında, Bolşevik Partisi tarihini göz­ den geçiriyordum: Moskova baskısı, Fransızca; Özel Ko­ m isyonca hazırlanm ış, 1983’te Merkez Komitesi’nce onaylanm ış; öyle ki, 1950’lerde bile partililere en sağ­ lam tarih kaynağı olarak öneriliyordu; k itapta, önceki baskılarında ‘devrim in m im arları’ diye göklere çıkarıl­ mış Bolşevik liderler, yerin dibine batırılm ıştır; Allah aş­ kına, Bukharin ve arkadaşları için şu yazılanlara bir ba­ kın: “Burjuva istihbarat servislerindeki patronlarının emirleri üzerine, Troçkiy’ci ve Bukharin’ci canavarların, Parti’yi ve Sovyet devletlerini yıkmayı, ülkenin savunma­ sını çökertmeyi, yabancıların askeri müdahalesini kolay­ laştırmayı, SSCB’yi parçalamayı, böylece uzakdoğu ille­ rini Japonlara, Biyelorusya’yı Polonyalılara, Ukrayna’yı Almanlara vermeyi, kolhozcu ve işçilerin elde ettikle­ ri bütün hakları yok ederek, sscB ’de kapitalist köleliği kurmayı amaç edindikleri, bu davalardan anlaşılmıştır” (s. 284). İşte ‘resmi tarih in ’ böyle batırdığı Bukharin, günü­ müzde suçsuz bulunm uş, itibarı iade edilmiştir; o zaman gel de o ‘resmi tarihe’, onun burnundan kıl aldırm ayan hınk deyicilerine inan! İşin asıl tuhafı, Stalin’in ünlü da­ valarını, Bolşevik Partisi içindeki eski tartışm a serbest­ liği ve dem okrasi o rtam ın d an yararlanıp da tertipleye­ bilmiş olması; Pierre Broue, konuyla ilgili kitabında, par­ ti liderlerinin çeşitli dönem lerdeki tavırlarını şöyle özet­ lemiş: “ 1905’de Rikof, Rusya’dan gelmiş, Lenin’in ‘ko­ 214

m itacı’ dediği bir grubun başındaydı, Lenin’i birçok ke­ re azınlıkta bırakm ıştı. 1908’den itibaren, Bukharin, se­ çimleri ve sendikaları boykot etm ek isteyen goşistlerle beraber, Rikof ve Sokolnikof ise, daha çok Troçkiy’in sav­ larına yakın, ‘uzlaşmacı’ eğiliminden oluyorlar. Savaş pat­ layınca Lenin ‘yenilgici’ tavrı almış, Zinovyef ise ona kar­ şı. Devlet ve milliyet konusunda, Bukharin ve Piyatakof, Lenin’le tartışıyorlar. 1917 N isan’ında Lenin, Zinovyef ve B ukharin’le beraber, K am enef ve R ikof’a karşı N i­ san Tezlerini savunur. 1917 Ekim ’inde ise, bu defa Lenin’in ayaklanm a savına, Zinovyef’le Kamenef katılmaz. 1918’de B ukharin, Radck, Piyatakof solcu kom ünistler grubunu k u r u p ...” Stalin, ötekileri ‘yemeyi’ kafaya koyunca, eski özgür tartışm alardaki vaziyet alışları, ya ihanet saymıştır, ya da cürüm ; A rthur L ondon’un o pek ünlü İtiraf mı o k u ­ muş olanlar, bu tutum un yalnız Stalin’in şahsına ve Rus­ ya’daki ‘temizliklere’ ait olmadığını; İkinci Dünya Sava­ şı sonrası Stalin’ci liderler tarafından da benimsenip, uy­ gulandığını bileceklerdir: Rajk Davası nedir, Slanskiy D a­ vası nedir, N agy Davas nedir, ve ilh... Fakat o bahs-i diğer: aynı derecede kanlı, acıklı ve tüyler ürpertici!

215

Asıl Büyük Çelişki

KAUTSKY’NİN İNTİKAMI 18 Şubat 1990 Aldı beni bir gülmek! Ama nasıl, az buz değil: Çizgi filmdeki deryadil ko­ cakarının, sinsi köpeği Değerli gibi, kıs kıs gülüyorum . N edeni, Milliyet'te okuduğum haber: Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesi, ‘Amacımız sosyal dem okratlı­ ğa dönm ek’ diyesiymiş! O kur okum az, yaşam akta oldu­ ğum uz ‘32 kısımlık macera filminin’ adını, buluverdim: “Kautsky’nin İntikamı!” Kautsky kim midir? Pes! M odern sosyalizmin, Marks ve Engels’ten sonra, ‘üçüncü adamı’; ‘II. Entemasyonal’ın temel direği. 1918’de, Proletarya Diktatörlüğü diye, bir kitap yazmıştır. (Bu kitabı da, öteki kitapları da, T ürkçeye çevrilmedi.) Lenin’le fena takışırlar, çünkü bakın ne­ ler diyordu: “... bir sosyalist üretim sistemini inşa etmek için, ge­ rekli temel demokrasidir. Proletarya ancak demokrasi­ nin etkisiyle, sosyalizmi gerçekleştirebilecek olgunluğa ulaşabilir ve demokrasi, proletaryanın olgunluğunu ölç­ menin en güvenilir aracıdır.” Kautsky’ye bakarsanız, ‘Bolşevikler’ M arksizm ’i sap­ tırıyor: 219

bunlar M arksist’tir ve etkileri altına aldıkları pro­ leter saflarda, M arksizm ’e büyük bir ilgi uyandırm ışlar­ dır; ancak onların diktatörlüğü, şu M arksist öğretiyle çe­ lişm ektedir; hiçbir halk, gelişmesinin kadem eli aşam a­ larının önüne çıkardığı engelleri, bir sıçrayışla, ya da bir kararnam eyle aşam az. Nasıl oluyor da, yaptıkları şeyle­ re, M arksizm ’de tem el buluyorlar?” “M ark s’ın 1875’te yazdığı bir m ektuptaki ‘Proletar­ ya D iktatörlüğü’ ifadesini, tam zam anında hatırladılar; gerçekte M arks bu ifadesiyle, bir yönetim biçim ini de­ ğil, siyasi bir durum u anlatm ak istemişti; şimdi bu ifa­ de, Sovyetler’in yönetim inde görüldüğü gibi, bir yöne­ tim in biçimi anlam ında da k u lla n ılm ak ta d ır...” Ya şu kehanetine ne demeli? Sanki G orbaçof ve ta ­ kımının ‘reform larına’, tarihi bir gerekçe olsun diye söy­ lenmiş: “ ... d ik tatö rlü ğ ü n yerine dem okrasi geçerse, devrim in temel kazançları kurtarılabilir.” Lenin tabii ateş püskürm üştür, ünlü cevap kitabının başlığını hatırlam ak kâfi: Proletarya Devrimi ve ‘Dönek’ Kautsky. Tarihin cilvesine bakın, ahretteki Politbüro’sun­ da V ladim ir İliç çevresindeki eski Bolşevikleri, öfke­ sinden kasıp kavursa da, 1920’lerde yaptığı ‘yanlış he­ sap’, bu defa ‘M o sk o v a’dan dönüyor.’ Var olmasına, galiba bir ‘dönek’ var am a, acaba kim? Am an biz bunları, nasıl tartışırdık! 1950, camları soğuktan kırılan, Paris; kötü şarap bu­ ğusu ve siyah tütün dum anı içinde yüzüyoruz. Lâf lâf lâf! N eresinden bakarsan, bak: M arksizm , sosyalistliği, en­ düstrileşm iş bir to p lu m d a, bir endüstri sonrası projek­ siyonu olarak tasarlam ış; halbuki Leninizm’de sosyalist­ lik, yarı feodal bir toplum da, bir endüstrileşm e projek­ siyonudur. D aha kötüsü, iktidara ulaşacak aygıt, ‘proleter’ tu ­ 220

tulm am ış: İşçi sınıfını dilinden düşürm ez ya, Lenin as­ lında ‘görevi’ başkalarına, ‘profesyonel devrimciler’e ve­ riyor. ‘Profesyonel devrimci’, geçimini partinin üstlendi­ ği, kom ünist m ilitana verilen ad; M ihayil Voslenskiy’e göre Lenin, bunların işçi sıfatından kurtulm alarını iste­ miştir, dermiş ki; az buçuk yeteneği olan, ilerisi için biraz üm it veren her m ilitan işçi, on bir saatini fabrika­ da harcam am ak; geçimini, partinin üstlenm esini sağla­ malıyız.” Aynı ilke aydınlar için de, liberal meslekler için de geçerli; ‘devrim ci’yi parti besleyecek, o da ‘devrim ci­ liği’ meslek edinecek! Voslenskiy, Sovyet aristokrasisinin seçkinlerinden bi­ risiyken, vazgeçip, onun eleştirisini yapan Sovyet yaza­ rı, La Nomenklatura adlı kitabında (Hay Allah, bu ki­ tap da Türkçeye çevrilmedi) diyor ki: " ... bu profesyo­ nel devrim ciler örgütü, Rus toplum unun hangi sınıfındandı, hiçbirisinden! D aha işin başında Lenin bu örgü­ tü, o dönem toplum unun dışına yerleştirmişti; bağımsız, sosyal bir organizm a olmasını, kendi kurallarına göre iş­ lemesini ö n g ö rü y o rd u .” D aha sonra, ne mi olmuş? bu örgütten, son de­ rece kapalı bir grup m eydana çıktı, hiçbir sınıfa ait sa­ yılamazdı; toplum sal üretim sistemi içindeki rolü, onu devirm ekten ibaretti, oysa geleceği çok parlak gözükü­ yordu, hazırladığı devrim gerçekleşirse, otom atik olarak grubu, profesyonel bir yöneticiler örgütüne dönüşecek­ ti. Lenin, yönetici yeni bir sınıfın tohum unu işte böyle a tm ış tır...” Voslenskiy’e göre Lenin, ne M arksizm ’den esinlenmiş, ne de işçi sınıfının çıkarlarından! Saplantısı ‘iktidar’, ö r­ güt modeli ise eski Rus N arodniklerinin (Halkçılar) N arodyana Volya adlı terörist örgütü, evet! O ndan çok ön­ ce Berdiayef, profesyonel Bolşevik m ilitanın, Necayevt221

siy nihilist örgütünün, yani Sergey Neçayef’in davranış­ larını benimsediğini yazmıştı. (Yoksa, o kitap da mı Türkçeye çevrilmedi?) 70 yıllık uygulam aya bakıp, hangisinin haklı oldu­ ğuna, siz karar vereceksiniz. Elbet tarihi gerçekleri, göz önünde tutarak! 1917 Devrimi, siyasi bir azınlığın, ‘hüküm et darbesi’dir: Profesyonel Bolşevik devrimciler, o tarihte M en­ şevik ve SR’lere (Devrimci Sosyalistler) göre, bir avuç azın­ lıktılar; ‘nam ına’ eyleme geçtikleri, işçilerse, eski R us­ ya’nın uçsuz bucaksız köylülüğü içinde, bir tutam lık bir azınlıktı. Lenin, ‘Bütün İktidar Sovyetler’e, yani ‘işçi konsey­ lerine’ demiş; en kısa zamanda iktidarı Sovyetler’den alıp, profesyonel devrimcilerin totaliter bürokrasisine vermiş­ ti, Korsch, Pannakoek, Ruhle, M attick vb. ‘İşçi M u h a­ lefeti’ önderleri, 2 0 ’li yıllardan başlayarak, bunu yazma­ m ışlar mıdır? O nlara bakarsanız, Bolşevik partisi, ‘Jakobeıı bir burjuva partisidir’, ‘İşçi sınıfını kullanır’; ‘p ar­ ti işçi sınıfının iktidar aracı değildir, işçi sınıfı partinin iktidar aracıdır.’ (Bunların kitapları da Türkçede bulu­ nam az!) İyi de kardeşim, Türk solunu ‘aydınlatan’, hızlı ve ‘ile­ rici’ yayıncılarım ız, neleri Türkçeye çevirip yayınlatır­ lar? M oskova ve Pekin’in, ‘resmi’ Stalin’ci kitaplarını mı; yoksa, ‘kefere’nin gönül eğlencesi diye keneflere çiziktirdiği, ‘duvar yazıları’nı mı? D arılm aca yok!

222

“MENŞEVİKLER’İN DÖNÜŞÜ” 25 M a rt 1990 D uvarda Lenin’in büyük portresi, kürsüde G orbaçof Yoldaş, söylevinin hızına kapılmış, neler söylemiyor ki: Lenin yapm ıştı diyerek, yapılanları m azur göster­ m ek istiyorlar; o şartlar altında, Lenin böyle yapm ışsa, yanlış yapm ış!..” Ya arkasından söyledikleri: “ ... burjuva devletinin tersine, devrim ci geçiş dönem inin devleti, çoğunlukça azınlığın denetlenebileceği bir aygıt, kuram sal olarak ço­ ğunluğun yönetimi olmalıdır. Sovyet devleti ise, eski dev­ let gibi, bir azınlığın (tabii başka bir azınlığın) yönetim aygıtı olmayı sürdürüyor; yavaş yavaş Parti, temel dev­ let kurum u, bütün Sovyet cumhuriyetleri sisteminin çer­ çevesi ve m ihveri o lm u ş tu r...” “ ... zaten 3 Tem m uz 1917 başarısızlığı, Sovyetler’in (işçi konseyleri) Bolşevik baskısına inatla d iren­ diğini ortaya koyunca, Lenin, ‘Sloganlara D air’ b ro şü ­ ründe gerçek yüzünü göstermiş, ‘B ütün İktidar Sovyetler’e!’ çağrısının eskidiğini, yerini ‘B ütün İk tid ar Bol­ şevik Partisi’ne sloganının alm ası gerektiğini ilân etm iş­ t i r ...” Kusura bakm ayın, sizi ‘işletiyorum’, yazdığım son iki paragrafı G o rb aço f söylem edi; onları 1919’da H ark o f’ta yayım lanan Mysl dergisinde, ünlü M enşeviklerden Yuli Osipoviç M arto f yazmış! Am a, elinizi kalbini­ ze koyup da, söyleyin: G orbaçof un söylediklerine ve yap­ tıklarına, eldiven gibi uym uyor mu? sbkp M erkez K om itesi’nden, B o b ro h o to f Yoldaş boşuna “— Gidiş geliş, M enşevikliğe dönüyoruz!” de­ memiş! 223

(Ah o yıllarda M enşeviklik, ne büyük hakaret sayı­ lırdı! 1949 yazı. Bulut kabası bir lodosun, sokaklarından karanlık bir nehir gibi gürül gürül aktığı Ayvansaray’da, bir işçi toplantısına gidiyoruz. Haliç vapurunun toz m a­ vi güvertesinde, M ırç’a [Cahit Güçbilm ez] M a rto f’tan bahsedecek olm uştum ; abartılm ış ‘Partili’ heyecanıyla, sözüm ü ağzıma tıkadı; hâlâ atıp tutuyor: ... o bir haindir, bir hain! İşçi sınıfının düşm anı!” İki yıl sonra mı, ne: Türkiye Sosyalist Partisi’nin Süslüsaksı Sokağı’ndaki [yeni adı, İmam Adnan Sokağı] Ge­ nel M erkezindeyiz; bilmem hangi toplantı dağılmış, ta h ta iskem lelerin garip iskeletler gibi gezindiği tenha loşlukta, ben varım , H aşan T anrıkut var; eski Bolşevik, M ustafa Suphi’nin ‘askerlerinden’, ‘Sarı’ M ustafa var; Şefik H üsnü ‘fraksiyonu’, Tsp’yi ‘M enşevik Sapm a’ ile suçlam ıyor m u, konuştuğum uz o! ‘Sarı’ M ustafa, kırmızı ve kirpiksiz, o uzun gözlerini kırpa kırpa, diyor ki: “— ... M artof mu, o herif Lenin’in hasm-ı bî-am anıdır, çok fena kapışm ışlardır; Sovyetler Birliği’ni, daha 1920’lerde terk etti, dışarda bir mecmua çıkarm ış, tam bir ihanet vesikası a d d o lu n u r...” Derginin adını, yıllar sonra Paris’te, Sovyet,mülteci­ si M ark A pter’den öğrenecektim: Sotsiyalistiki Vestnik /Sosyalist Haberci; Troçkiy’in Hayatım ’ını okurken de, ona dair şunları söylemiş olduğunu: “ M a rto f yetenek­ li bir yazar, zeki bir politikacı, so ru n lara nüfuz etm esi­ ni bilen bir düşünür; tarih onu bir devrim sırasında si­ yasetçi yapmış, am a bunun için gerekli olan irade gücü­ nü, kendisine verm em iştir.” N e hazin! 20. yüzyılda sosyalizm in ‘gerçeğini’, dün­ ya, belki de ‘hainler’de aram ak gerektiğini; bunca acı, kan ve gözyaşı pahasına, yeni yeni öğreniyor.) 224

M enşevik, R usçada ‘azınlık’ anlam ına gelir. Rus S osyaldem okrat Partisi’nin azınlık ‘fraksiyon u ’dur, bunlar; (1930 Brüksel Kongresi) kuram sal ola­ rak II. Entem asyonal’a daha yakın dururlar. M artof, Rus ihtilâlinin ‘beynelmilelci’ karakterine inanm am ıştı, ona göre Rusya, dönüp dolaşıp, ulusal bir sosyalizme gele­ cekti. Gelmedi mi? Stalin’in ünlü, ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ tezlerini hatırlayınız! Ayrıca o, sosyalizmin öncü ve seç­ kin bir kadronun, (‘profesyonel devrim cilerin’) egemen­ liği altında, gerçekleştirilebileceğine de ihtim al verm e­ miştir; Jacobin (Lenin’ci) çözümü reddediyor; hele ‘p ro ­ letarya dik tatö rlü ğ ü ’ kavram ıyla, ‘profesyonel devrim ­ cilerin fiili diktatörlüğünün’ karıştırılmasına, şiddetle kar­ şıdır. Devrim den iki yıl sonra, aynı Mysl dergisinde, ‘p ro ­ letarya diktatörlüğü’nden ne anladığını, şöyle özetliyor: iktisadi yönden güçlü bir azınlığın (burjuvazinin) di­ rencini, devlette yoğunlaşması sayesinde kırarak, güçlü çoğunluğun bilinçli iradesini gerçekleştirebilecek, etki­ li güç! Marks’m öğretisi ışığında, bu başka türlü olamaz! Böyle bir ‘diktatörlük’, demokratik bir rejime uyum sağ­ lamakla kalmaz; üstelik ancak demokrasiyle, yani an­ cak bütün yurttaşların, mutlak siyasi eşitliğinin sağlan­ dığı koşullarda var olabilir.” Ne dersiniz, Gorbaçof Yol­ daş, bu sözlerin altım da im zalam az mı? Yuli Osipoviç M artof’un bir resmini, ilk defa nerede görm üştüm ? Galiba 1952 ilkbaharı, Paris’te güneşli bir öğle sonu: Alliance’dan çıkmış, Troçkist dostum M ark A pter’le Lu­ xembourg Bahçesi’ni geçiyoruz: K üçük, buğday sarışı­ nı kız çocukları, ellerinde rengârenk balonlarla, çevre­ mizde dolaşıyorlar; çimler henüz biçilmiş, havada taze ot kokusu! M a rk A pter’in gösterdiği resim, hem soluk, 225

hem buruşuk: M artof, tahta sakallı, beyzi gözlüklü, in­ sanda baktıkça, iç içe geçmiş dikdörtgen çağrışım ları uyandıran, bir ‘evvel zam an’ ihtilâlcisi! 1873 İstanbul (evet, ne sandınız ya?) doğumlu, bir Ya­ hudi olduğunu bilir miydiniz? Asıl soyadı başkadır, Soderbaum !

BLUM’ÜN ‘ERKEN TEŞHİSİ’ 29 N isan 1990 Nâzım , ‘gönüllü sürgünü’nde, en güzel şiirlerini Leipzig ve Prag’da yazmıştır; hele ‘Prag’da Vakitler’ şiiri, neden­ se beni, her defasında bir başka türlü etkiliyor: Prag’da, ağır ağır, aydınlanıyor b arok: / huzur­ suz, uzak ve / yaldızlarında kararmış keder / ölen bir yıl­ dızdan uçup gelen kuşlara benziyor / D ördüncü Şarl K öprüsü’nde h ey k eller...” (20 Aralık 1956) Zeynep O ral bir aralık, Prag’da değil miydi, Çekos­ lovakya Kom ünist Partisi M erkez Komitesi Sekreteri ile görüşmüş, konu sosyalist ülkelerdeki değişiklikler, Frantisek Adamek ona demiş ki: “— ... ekonom ik politik bü­ tün hakları, b ü tü n özgürlükleri yok saydık, engelledik! A m a en önemlisi, insanları düşünm ekten alıkoyduk. Son 40 yıldır ülkeyi yönetirken insanlara yalnız Stalin’ciliği, Brejnev’ciliği öğrettik. O ysa b u n lar M arksizm ’e k a rşıy d ı...” (Milliyet, 17 N isan 1990) Marksizm’e karşıymış öyle mi? O son cümle, beni kap­ tığı gibi, ‘Soğuk Savaş’ın buhranlı yıllarına götürüyor. (1950’nin ilk ayları mı? Kafaya koydum, Léon Blum’ü okuyacağım. Blum, SFlo’nun en büyük lideri, sfio , Fran­ 226

sız Sosyalist Partisi’nin öncülü, Brüksel Enternasyonalı’na bağlı bir parti; kom ünistler ne partiyi seviyor, ne liderini; çünkü 1922 Tours K ongresi’nde SFlo’nun ol­ duğu gibi M oskova Entemasyonalı’na [komintern] ‘geç­ mesine’, handiyse o ‘tek başına’ engel olmuş; o kongre­ de söylediği nutuk, bir ‘ihanet belgesi’ sayılıyor. O yüz­ den mi nedir, Blum üzerindeki çalışmamı, eşten dosttan gizlemiştim. Ste-Geneviève Kütüphanesi’nde, belki uzun bir şubat, belki soğuk bir m art sabahı, Tours Kongre­ si nutkunu okuduğum zaman, tüylerimin diken diken ol­ duğunu hatırlıyorum . Ç ünkü Blum, insanı şaşırtan bir netlikle, diyordu ki: “... fikrimizce Marksist Sosyalizm’in ana ve değişmez prensiplerine karşıt ve kendi içinde hatalı; öte yandan, Rus devrimi gibi özel ve yöresel bir deneyden çıkarılmış, belli sayıda kavramm üzerine kurulu, yeni bir sosyalizm söz konusudur; ve bu doktrin, Rus devrimini yapan ve yaşatanlarca, Enternasyonal Sosyalizm için gerekli ve ev­ rensel bir kural haline getirilmek istenmektedir... ” Kongre çoğunluğu, gürültü kıyam et, ona karşı şah­ lanıyor; ellerinden gelse, o sarkık beyaz bıyıklarının al­ tında gülüm seyen sosyalist lideri, tükürükleriyle bo ğ a­ caklar; Léon Blum tınm ıyor am a, SFlo’nun özgürlükçü sosyalistliğini gözler önüne serdikten sonra, ötekilerin kuracağı ‘yeni p a rti’yi irdelemeye başlıyor: yaratmak istediğiniz yeni parti nasıl olacaktır? Tabanda oluşarak, kat kat yukarı çıkan halkçı irade ye­ rine, merkezileştirme rejiminiz bütün organlara, hiyerar­ şide kendine üstün olana boyun eğmeyi getirecek; tepe­ deki birisinin yönetimine tabi kılacaktır. Bu bir askeri komuta biçimidir. Böyle bir sistem içinde, grupların ve federasyonların özerkliği ne olacaktır? Ortaya atılan tez­ ler, bu özerkliğin, yalın ve katıksız bir ‘sapma’ olduğu227

nu söylüyor. Öyleyse, her organın bir üzerindekine tar­ tışmasız boyun eğişi üzerine kurulu, bir ‘yapılanmaya’ gidilecektir...” Léon Blum, daha o tarihte, Bolşevikler’in ‘totaliter’ eğilimlerini teşhis etm ekle kalm am ış; kendine göre, bu eğilimlerin Marksizm’e aykırı nedenlerini de söylemiştir: “ ... M oskova, devrimci dönüşümün koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğini, hiç düşünmemektedir. M oskova, ülkenin geçmişte yaşadığı, içinde bulunduğu ekonomik koşullardan bağımsız olarak, halkı kuvvet kullanmak suretiyle bir olgunluğa, bir yetişkinliğe ulaş­ tırmak istem ektedir...” Léon Blum’ün Fransız kom ünistleri arasında, iki paralık haysiyeti yoktu; halbuki, yanlış hesap işte böy­ le Prag’dan dönüyor, neredeyse yetm iş sene sonra, ko­ m ünist bir sorum lu uyguladıkları kom ünistliğin Mark­ sizm’e karşı olduğunu söylüyor.) H ak yerini bulmuş! H adi biraz övüneyim! 1960’lı yıllarda yazm aya başlayıp, 1970’de H a n g i S o l ? başlığı altında topladığım yazılar, hangi cümleyle sonuçlanır bir tahm in edin: “... Marks’a dayanarak, sos­ yalizmi yeniden tanımlamak gerekiyor diyenleri, bir ka­ lemde silip atabilir misiniz? ‘Üreticilerin özgür ve eşit or­ taklığı’ esasına göre düzenlenmiş bir sosyalizm nerde, bi­ zim sosyalizm diye görebildiğimiz baskı, dehşet ve bü­ rokrasi rejimleri nerde? Ben 1950’den beri bunu bilirim, bunu söylerim: Sosyalizm ya insancı ve özgürlükçü ola­ caktır, ya da olmayacaktır!” Belki de onun için, 70’li yılların ortasında, M ete Tunçay’ın yönetim inde düzenlenen S o s y a l i s t S i y a s a l D ü ş ü ­ n ü ş T a r i h i adlı iki ciltlik eserin ilk tasarım ında Léon Blum ’ün adını görem eyince, hem üzülm üş hem şaşır­ 228

m ıştım ; yayınevinin danışm anı o larak , eksik saydığım birkaç başka sosyalistle birlikte, Léon Blum ’ün de, listeye alınm asını önerdim ; Mete Tunçay, önerimi gün­ deme alm ak inceliğini gösterdi; 12 M a rt ertesinde, öyle bir eseri yayım lam ak da; yeni yeni, tekrar başgösteren ‘m ilitan bağnazlığına’ karşı savunm ak da, kolay değildi pek! Sahi, niye artık öyle eserler okuyam ıyoruz. 12 Eylül gecesi, sivrisineklerin nasıl uçtuklarını ‘ifşa’ eden, üstelik bunu on yıl sonra yapan, ‘sansasyonel’ peh­ livan tefrikaları, biraz kabak tadı verdi de!

SOSYALİZM, ASIL ŞİMDİ... 20 M ayıs 1990 Paskal Bruckner, Doğu Bloku’ndaki gelişmeleri irdeler­ ken; başlığını handiyse kıskandığını kitabında (La Mé­ lancolie Démokratigue) diyorm uş ki: “... özgür Avrupa, gerçekte bu ülkelere karşı bir za­ fer kazanmadı; o kötülük krallıkları, deyim yerindeyse, kendi içlerinden çöktüler; kazandığımız zaferin aktif bir yanı yok, ‘düşman’ın ortadan kalkmış olduğunu sapta­ maktan ibaret, onun için sevinemiyoruz!” (L’Express, 11 M ayıs 1990) O ysa, sevinen çok; sosyalizmi, oldum olası Stalin’ci totaliterlikle bir tutanlar, ellerini o v uştura ovuştura, ‘sosyalizmin iflâsını’ ilan ediyorlar. Ne kolay bir iflâs bu? Aynı despotluğa, II. Enternasyonal’m, sürekli eleştirile­ rini hesaba katmadığı gibi; IH. Entemasyonal’ın (Komintern) sonraki aşam alarında, ona kom ünizm adına k ar­ 229

şı çıkanları da unutuyor; sanki sosyalizm, Stalin’ci Rus­ ya ile uydularından ibaretmiş; onlar ‘pişm anlık dilekçe­ sini’ verdi mi verm edi mi, sosyalistlik öldü, yaşasın k a­ pitalizm! Kazın ayağı öyle değil! H er şeyden önce, Bolşevikliğin dünyayı onca ürkü­ ten iki niteliğinin, ‘M arksistliği’ tartışm alıdır; sosyaliz­ me şiddet kullanarak geçiş, bir; proletarya diktatörlüğü­ nün m ahiyeti, iki! Şiddetin ‘zorunlu olm adığına’ en geçerli kanıt, ‘biz­ zat’ Marks’ın, Enternasyonalin 1872 Hague Kongresi’ni kapatırken söyledikleri: işçiler emeği yeniden örgütleyebilmek için, siya­ si iktidarı bir gün mutlaka ele geçirmelidir, (...) ama bu amaca ulaşma yolunun, her yerde aynı olduğunu, iddia etmiyoruz; çeşitli ülkelerin kurulularının, görenek ve ge­ leneklerinin, dikkate alınması gerektiğini biliyoruz ve İn­ giltere ve Amerika gibi, işçileri bu amaca barışçı yollar­ la ulaşabilecekleri ülkelerin bulunduğunu inkâr etmiyo­ r u z ...” Proletarya diktatörlüğünden Marks’ın ne anladığına gelince, F r a n s a ’d a İ ç S a v a ş adlı eserinde belirtilmiş; Engels, bu kitabın 3. basım ına yazdığı önsözde, Marks’ın kafasındaki ‘m odel’in Paris Komünü olduğunu açıkça yazıyor, zaten o kitabında Marks diyor ki: “... Komün, özünde, bir işçi sınıf yönetimi; üretilen­ lere el koyan sınıfa karşı, üretici sınıfın mücadelesinin bir sonucu, emeğin özgürlüğünün hangi siyasi yönetim bi­ çimi ile sağlanabileceğinin ayrıntılı bir açıklamasıydı...” O nun bu sözlerine, Kautsky, P r o l e t a r y a D i k t a t ö r l ü ­ ğ ü adlı eserinde şunları'eklem iş: “... Paris Komünü, ay­ nı zamanda demokrasinin kaldırılması değildi, tersine demokrasinin mükemmel uygulaması, yani genel oy hak­ 230

kı üzerine kurulmuştu; yönetimin gücü genel oy hakkı­ na tabi k ılınm ıştı...” Eh, Fransız Devrimi’ni az buçuk kurcalam ış olanlar, Komün’de devrim m uhaliflerinin de bulunduğunu, üs­ telik çatır çatır konuştuğunu, elbet hatırlayacaklardır. M eraklısı zaten bilir, Marksizm tem elinde sanayileşmiş ülkelerde, uluslararası bir sanayi sonrası projeksiyonu­ dur; oysa Bolşeviklik, yarı feodal, henüz sanayileşmemiş bir toplum da, bir sanayileşme projeksiyonu olarak al­ gılandı ve uygulandı; hem de ‘Tek ülkede sosyalizm ’ il­ kesi gereği, daha başlangıçta ‘beynelmilel’ özelliğini üze­ rinden atarak! Belki Birinci D ünya Savaşı sonrasında dem okrasile­ rin bütün itibarını kaybetm iş, buna m ukabil, to taliter­ liğin tek geçer akçe olması, Stalin’ci Bolşevikliği, önün­ de sonunda, Hitler ya da Mussolini faşizmleriyle, aynı despotluğa sürüklem iştir. Ne tuhaf! M ussolini eski bir sosyalist, Nazi Partisi’nin gerçek ismiyse, Nasyonal Sos­ yalist İşçi Partisi’ydi; bunu da, sinek pislemedik bir ye­ re yazalım. Savaş sonrasının Avrupa k onjonktürü, sos­ yalistliği, totaliterliği mi yozlaştırıyordu. Rusya’nın az­ gelişmişliği, yarı feodalliği, yozlaşm ayı en üst m ertebe­ sine çıkarm ıştır. Mihail Gorbaçof ve takım ı, sosyalizmden vazgeçmi­ yorlar; sosyalizm etiketini bastıra bastıra kullanmış, oligarşik bir bürokrasi diktasından, sosyalizmin özgürlük­ çü, insancı ve barışçı temel ilkelerine nasıl dönebilecek­ lerini araştırıyorlar; üstelik, kötü bir alışkanlıkla, bunu da ‘yukardan aşağıya’ gerçekleştirmeye çalışarak! Sosyalizm iflâs etmişmiş! Boş lâf! ‘Kıro’ bir şoför, kul­ landığı otobüsü şarampole devirdi diye artık otobüse bin­ m ekten vaz mı geçeceğiz? Vazgeçilecek olan o şoför, onun otobüsü kullanm a biçimi! Sosyalizm, asıl şimdi 231

gündem dedir; testiyi dolduranla kıran, nihayet birbirin­ den ayrılabiliyor. MERAKLISI İÇİN NOT

Marks’ın Hague söylevinde, sosyalizme barışçı yoldan geçişe değin, şöyle bir parantez de var; diyor ki, Marks: içinde bu­ lunduğumuz düzeni daha iyi anlasaydım, bunlara Hollanda’yı da ekleyebilirdim.” Böylelikle, ‘geçiş’te koşulların belirleyici niteliğine, bir kere daha işaret etmiş oluyor. Anlayana sivrisi­ nek saz!

GÖZÜN AYDIN, GALİYEF! 8 Tem muz 1990 Rezaleti, Troçkiy açıklamıştır: “... Kamencf, bir gün ba­ na dedi ki: 1923’te, Halk Komiserleri Tatar Konseyi es­ ki Başkanı Sultan Galiyef’in tutuklanışını hatırlar mı­ sınız? Olay, Stalin’in emriyle, saygıdeğer bir ‘partili’nin ilk tutuldanışıydı; Zinovyef ve ben, ne yazık ki buna göz yum duk.” (S t a l i n , Fransızcası, s. 577) M erkez K om itesi’nce 1938’de onaylanm ış, ‘resm i’ B o l ş e v i k Partisi T a r i h i ' nde, olay şöyle geçiştiriliyor: “ ... 12. Kongre’den az sonra, milliyetler sorununu in­ celemek üzere, çeşitli cumhuriyetlerden bir militanlar konferansı toplandı; Sultan Galiyef ve benzeri, milliyet­ çi burjuva Tatar; Feyzullah Hocaycf ve benzeri, milliyet­ çi burjuva Özbek gruplarının foyası, bu konferansta or­ taya çıkarıldı.” (Fransızca baskı, 1949, s. 292) Galiyef ve Galiyefçilik üzerine yaptıkları ilginç araş­ 232

tırm ada, Beningsten/Quclquejay, tutuklam anın tarih i­ ni saptam aya çalışırlar: Sultan Galiycf’in ilk tutuklama tarihini kesin ola­ rak bilmiyoruz; bu tutuklama, Bolşevik Partisi’nin 12. Kongresi’nden sonra (17/25 Nisan 1923) olabileceği gi­ bi, M o s k o v a T a t a r İ ş ç i G a z e t e s i 'nin ona ilk saldırdığı 25 Mayıs 1923’te de olabilir, çünkü Galiyef sözü geçen kongrede, sadece sabit bir gözlemci olarak yer alıyordu; bu da, daha o zaman yarı yarıya gözden düştüğünü be­ lirtmektedir.” (s. 136) Şu işe bakın, Stalin, Milliyetler Halk Komiserliği’ndeki Müslüman Merkez Komiserliği’nin yönetimine, M ol­ la Nur Vahitof’la Sultan Galiyef’i, ‘bizzat' getirmişti (1 Şubat 1918). O ysa şimdi G aliyefi düpedüz ‘ih an et’le suçluyor, delil o larak da GPu’nun ele geçirdiği, d o ğ ru ­ luğu asla kanıtlanam am ış bir m ektubunu öne s ü rü ­ yordu; güya Galiyef, U fa’daki bir dostuna şunları yazasıymış: “... merkezi hükümeti iyi bilen bir insan olarak, si­ ze şunları söyleyebilirim ki, bu hükümetin Rus olmayan halklara karşı politikası, büyük Rusya yandaşlarının es­ ki emperyalist politikasından farklı değildir. 1917’de ve­ rilen sözler, yerine getirilmemiştir; bu yüzden gelecek kongrede ortak bir cephe meydana getirmek ve ulusal çıkarlarımızı korumak amacıyla, Kazaklar ve Türkistan­ lılarla birleşmek zorundayız.” (E.H. Carr, T h e H i s t o r y o f S o v ı e t R u s s i a , Cilt IV, s. 286-287) Aslında Galiyef’in uğradığı korkunç akıbet bile, yaz­ dığı varsayılan m ektubunda söylediklerinin, ne kadar doğru olduğunu kanıtlam az mı? Tarih bir ibret! (Türkiye’deki ‘harek et’in eskileri, Mustafa Suphi’yi yere göğe koyam az, Sultan Galiyef’den asla söz etm ez­ 233

lerdi. Niçin? Stalin tarafından m ahkûm edildiği için mi? Oysa Galiyef, birçoğuna KUTv’da hocalık etmiş, M us­ tafa Suphi’yi yanına alarak, onun TKP’yi kurm asında ön ayak olmuştu. Beningsten/Quelquejay bunu açıkça yaz­ mıştır: 1918’de, Müslüman Merkez Komiserliği Dış Pro­ paganda Bölümü kuruluyor, organın yönetim i M usta­ fa Suphi’ye veriliyor; başlıca görevi, Türkçe Y e n i D ü n ­ y a gazetesini çıkarm ak: İlk sayısı, 27 N isan 1918. Temmuz 1918’de Sultan Galiyef, M oskova’da Türk Sosyalistleri Konferansı’nı topladı ve bundan kı­ sa bir süre sonra da Mustafa Suphi’nin yardımıyla, Türk savaş tutsaklarını bir araya getirerek, Doğu ve Güney Cephesi savaşlarına katılmak üzere iki gönüllü alayı kur­ maya koyuldu. Bu kişiler ilerde Türk Komünist Partisi’nin kadrosunu oluşturacaklardı.” (s. 100) O n lard an birisinin, Mustafa Suphi’nin ‘askerlerin­ den’ ‘Sarı’ Mustafa’nın (Börklüce); 1952’de mi, 53’te mi ne; sarı kirpikli kırmızı gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, Sul­ tan Galiyef’i andığını, hayal meyal hatırlıyorum : eski M ecidiyeköy, du tlu k lar ve incirlikler arasındaki, köh­ ne kır kahvesi; benim önüm de gazoz, onun önünde bi­ ra; piposunun dum anlarını örtünerek, diyor ki: “Kazan’lı Tatarların rehberi Galiyef, Rusya Türklerini Tu­ ran Sosyalist Cumhuriyeti’nde toplayıp, Sovyetler Ittihadı’na öyle katılm ak tem ayiilündeydi, Stalin bunu af­ fetm edi.” G erçekten böyle mi demişti, yoksa ben mi yakıştırı­ yorum , bilemem; bildiğim şu ki, Sultan Galiyef kesinlik­ le çağını aşmış, geleceği pek güzel seçmiş bir kom ünist aydındır; yoksa 1 9 2 8 ’de şöyle diyebilir miydi: “... Rusya artık devrim yolunda ilerleyemez, ama ne Marksizm’den yüz çevirebilir, ne de devrim öncesine dö­ nebilir; Rusya için tek çıkış yolu kalmıştır, yavaş ve ses­ 234

sizce sağa kaymak ve böylece sağ eğilimli bir rejime ze­ min hazırlamak!” ( M i l l i F ı r k a , Sim ferpol, 1930, s. 83) Ayrıca dem iştir ki: “biliyoruz ki insanlığın değişme­ si için gerekli maddi öğeler sömürgeleşmiş ya da yarı-sömürge durumundaki ülkelerin, sanayi metropolleri üze­ rinde diktatorya kurmalarıyla, ancak elde edilebilir. (...) Sömürgeleşmiş ülkelerin bu dev planı gerçekleştir­ meye hazır olmaları için, komünist ama III. Enternasyonal’dan ayrı, hatta öncekiler gibi sanayi toplumlarının temsilcileriyle dolu olan bu örgüte karşı, bir ‘Sömür­ geler Enternasyonalı’nda birleşmeleri gereklidir. Bu Sö­ mürgeler Enternasyonah, tüm mazlum milletleri içine al­ malıdır. Komünist ama endüstriyel bir güç olan Sovyet Rusya bu örgütün dışında bırakılmalı, ancak Rusya’nın Müslüman toprakları bu örgüte dahil edilmelidir.” (Gabidulin, T a t a r ı s t a n z a S e m ’l e t , Kazan 1927, s. 93) Beningsten/Quelquejay, bunları ak tard ık tan sonra, ne mi diyorlar; kelimesi kelimesine şunu: “... Sömürgeler Enternasyonalinin ilk aşaması, Rus­ ya’da büyük bir ulusal Türk devletinin kurulmasıydı: ‘Turan Cumhuriyeti’. ” (s. 145) Ya, işte böyle. Böyle bir yazıya niye mi gerek gördüm ? O Moskova haberini, öyleyse okumadınız: “ ... Stalin dönemi kıyım­ larını incelemekle görevli Politbüro Komitesi, Stalin’ce Sul­ tan Galiyef’e yöneltilen tüm suçlamaların asılsız olduğu­ na karar vererek, Galiyef’in tüm haklarını ve parti üye­ liğini, iade etme kararı aldı.” ( G ü n e ş , 1 H aziran 1990) Sultan Galiyef ‘aklanm ış’ oldu öyle mi? Ba’del harâb’el Basrâ!..

235

ÇOĞULCU SOSYALİST DEMOKRASİ OLMAZ MI? 22 Tem m uz 1990 (O soğukta, sıcak ve şekerli ‘köylü şa ra b ı’ bardağıyla, avuçlarımızı ısıtır; ağzımız burnum uz dum an, ‘Proletar­ ya D iktatörlüğü’nde çok parti olabilir m i?’, tartışırdık. O tarihte, sanırım 1951, Kautsky’yi okumamışım, Radovan R ichta’yı bilmiyorum; Serge M allet, Andre Gortz vb. ‘yeni işçi sınıfı’ kavram ını geliştirm emiş. M eğer sır, Kautsky’nin o ‘kilit’ cümlesinde saklıymış, hatırlayacak­ sınız: (Bolşevikler) M ark s’m 1875’te yazdığı bir m ek­ tubundaki proletarya diktatörlüğü ifadesini, tam zam a­ nında hatırladılar; gerçekte M arks bu ifadesiyle bir yö­ netim biçimi değil, siyasi bir durum u anlatm ak iste­ mişti; şimdi bu ifade, Sovyetler’in yönetim inde görüldü­ ğü gibi bir yönetim biçimi anlam ında da kullanılm ak­ tad ır.” (Proletarya Diktatörlüğü, 1918) Bunları niye hatırladım ? SBKP’ııin 28. Kongresi, ka­ ranlık suları aydınlatıyor. ‘M üstafi’ M oskova ve Le­ ningrad belediye başkanları, demiş ki: “— Kongre, ül­ keyi yeni bir toplum a dönüştürm e önerilerinde, tüm üy­ le yetersiz kalm ıştır; bu koşullarda çok partili bir sistem yaratm ak için, Kom ünist Parti’den ayrılm aya karar ver­ d ik ...” (Güneş, 17 Temmuz 1990) Toplumsal gelişme, kuram sal tahm inleri doğruluyor. R adovan R ichta, ‘Prag İlkbaharı’ kana ve ateşe bo­ ğulduktan, bir süre sonra gündem e gelmişti. O na bakarsanız, “ ... kimyadaki değişmeler ham m ad­ de kavram ını da, kendisini de değiştiriyor; (...) elektro­ nik, otom asyonu yaygınlaştırıyor, otom asyon ise, işçi sı­ nıfının niteliğini değiştiriyor: Bilim dolaylı üretici güç ol236

duğu aşamada, işçi aşırı iş bölümüne, yönetici/uygulayıcı ayrımına tutulan bir emekçi miydi; bilimin üretime dolaysız katılması yüzünden, (onun sayesinde), işi bü­ tünüyle görebilen, yöneticiyle arasında pek o kadar fark olmayan, uzmanlaşmış bir entelektüel düzeyine yükse­ liyor.” Peki, böyle olunca ne olur? İşçi sınıfının toplum­ sal tavrı başkalaşır, ‘yeni işçi sınıfı’ ufukta belirir; buy­ sa, kendine ‘toplumcu’ diyen, gerçekte bürokrat ve mer­ keziyetçi olan diktalarda, ‘yeni işçi sınıfının’ üretimi ni­ hayet dolaysız olarak denetimi altında tutabilmesi saye­ sinde, iktidarı da dolaysız olarak denetlemek istekle­ rinde bulunmasına neden olabilir.” (Hangi Sol, 1976, s. 91/92) Serge Mallet, işçi sınıfının ‘türdeş’ olmadığı konusun­ da, hepimizi uyandırm ıştır. D iyordu ki, “Bütün Marksist kuramcılar, burjuvazi ya da köylülük içinde, çıkarları farklı kesimler olduğun­ da kayıtsız şartsız birleşirler de; işçi sınıfı gündeme gel­ di mi, içindeki farklılaşmaları belirtmeden tedirginlik du­ yarlar”; niye böyle oluyor, oysa Marks felsefi anlam da ‘işçi sınıfı’ kavram ını oluşturm uş, “ ... ama, siyasi eser­ lerinde, hele belirli durumları irdelerken, incelediği top­ lundan Das Kapital’deki iki büyük sınıfa indirgemek­ ten daima çekinmiştir: Fransa’da Sınıf Savaşı’nda yedi kadarını sıralamıştı; F. Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim’de, sekiz kadarını saym ış.” (La Nouvelle Classe Ouvrière, 1969, s. 25) Bilmem anlaşıldı mı, neden dolayı R usya’da ya da öteki Doğu Bloku ülkelerinde, yeni siyasi partilerin o r­ taya çıkması, ‘sosyalizmin iflası’ sayılamaz; tam tersine, -d a h a yirmi sene önceden- bu, ‘sosyalist dem okrasi’nin, ‘olm azsa olm az’ şartı gibi görünüyordu. 237

‘SOSYALİST SOL’UN HAL-İ PÜR-MELALİ... 2 Eylül 1990 (1946 sonbaharı hum m alı sonbahar! Savaş bitmiş, Tür­ kiye’de ‘sınıf esasına müstenid cemiyetlerin kurulması’ gündem e alınmıştır. Beyazıt’taki öğrenci kahvelerinde, kıvılcımlı sosyalizm tartışm aları üretiliyor. G ariptir ki, İstanbul’daki iki sosyalist dergi, kanlı bıçaklı düşm an: Giin't yazıyorsan, yazıların Yığın'da yayımlanmaz: An­ cak gazetelere ilân verir, Gün le ilişkin kalmadığını açık­ larsan, belki! H enüz çurçur sayılırım ya, durum ağrım a gidiyor. Gün epeydir çıktığı için, orada şiirlerim yayımlanmış; çı­ kınca Yığın a da gönderdim ama, yayımlamıyorlar; efen­ dim neymiş, Cahit Irgat, Suat Taşer vb. gibi, GıVn’le iliş­ kimi kestiğimi gazetelere ilân etmeliymişim! ‘Hizipçi’ görünm ek pahasına, bunu asla yapmadım!) Bizim sosyalizm in tarihi, bölünm elerin tarihidir. Acaba TKP daha kurulurken, iki ayrı eğilimi (Iştirâkiyûn’u da sayarsak, üç) birleştirm ek istemiş de ondan mı? Sultan Galiyef’in, Mustafa Suphi’ye ‘örgütlettiği’, TKP ile; M ütareke’de, Dr. Şefik Hüsnü’nün daha çok ‘Spartakistler’le İstanbul’da kurduğu, Sosyalist İşçi ve Çiftçi Partisi! İlki sosyalizme, ulusal kurtuluş ümitleriyle yaklaşan, çoğu KUTv’da okumuş, eski ‘Türk ocağı’ aydınlarının ha­ reketiydi; İkincisi daha kozmopolit, Benaroya’nın Selânik kökenli ‘levanten beynelmilelciliğine’ yakın, ‘Spar­ takist’ bir hareket. Yıldızları asla barışmadı. Galiyef’in tasfiyesi, Mustafa Suphi’nin katli, üstelik Komintern’e Zinovyef’in egemen olması; başına Şevket Süreyya’nın geçtiği TKP kadrosunun, muhalefete (Oppozitsiya) itil238

meşine yol açmıştı; bu ayrılık, amipler gibi, bolüne bolü­ ne 4 0 ’lı yılların başlarına kadar sürm üştür. 1930’lu yılların ikinci yarısı için, ‘San’ Mustafa (Börklüce), İbrahim Topçuoğlu’na, (ayrıca, kulunuza da) şöy­ le bir değerlendirm e yapm ıştır: beş grup vardı: 1/ Vedat Nedim ’ci ‘burjuva mü­ nevverleri’, 2 / Haşan Ali Ediz’in yandaşları, 3 / Hikmet Kıvılcımlı’nın temsil ettiği, Dr. Şefik Hüsnü takımı, 4 / ‘Güya arabulucu ve birleştirici, oysa tamamen polis ajanlarından kurulu, polis grubu’, 5 / ‘bu grupların bü­ tün uğraşılarına rağmen yıkamadıkları ve ana direği teş­ kil eden, bizim Mustafa Suphi’ci merkez grubumuz’. ” (Neden 2 Sosyalist Parti? 1976, s. 156/157) G ruplar arası husum et o mertebeye varm ıştı ki, her­ kes birbirini, (en çok da Dr. Şefik Hüsnü, Şevket Sürey­ ya’nın ayrılmasından sonra başına Nâzım Hikmet’in geç­ tiği, ‘Parti Merkez G rubu’nu, Troçkist diye Komintem’e) ihbar ediyordu. Eski kulağı kesiklerin iddiasına göre, III. Enternas­ yonal bu ciddiyetsizlikle baş edememiş, TKP’yi 1937’de lağvetmiştir. Bunları sanki niye anlatıyorum ? Gazetede, bir başlık: “Sol Mücadele Birleşi irilmeli!” Devrimci Sosyalist Blok, Sosyalistlerin Birlik Partisi’ni, ‘reform ist bir oluşum ’ olarak tanım lam ış, çeşitli sosya­ list grupların ‘güçbirliğine gitm esini’ önermiş. (Cumhu­ riyet, 26 Ağustos 1990) Allah bilir, niye kaç grup var; birbirlerini nasıl suçluyor? Rusya’da bile herkes birbiri­ ni affetti, Sultan Galiyef dahil, eski ‘hainler’den ak lan ­ mayan hemen hiç kimse kalmadı; T ürkiye’deki bir avuç sosyalist, hâlâ birbirini karalam akla meşgul! Hem ayıp, hem günah! O n lar elbette d ah a iyi bilir am a, olayın altında ül­ 239

kem izdeki sosyalistliğin işçi sınıfından kay n ak lan m a­ yı y a tm ıy o r mu dersiniz? İşçilerin, to p la m nü fu sa o ram , son derece düşük; hep de böyle olm uştur, çü n ­ kü sanayileşm e geciktirildi; daim a yarı kırsal, yani lüm pen kaldılar, buna bir de sosyalizmin, alafranga ay­ dınlara m ahsus B atı’lı ve B atı’cı (aslında levanten) bir züppelik olarak algılanmasını eklerseniz, ‘hareket’in ne­ den dolayı ‘m uallâkta kaldığı’ pek güzel m eydana çık­ m az mı? Böyle tabanı olmayan, ‘muallâkta kalm ış’ aydın grup­ larının, birbirine düşm esinden tabii ne var?

‘İMPARATORLUKLAR’ GERÇEKTEN BATIYOR MU? 30 Eylül 1990 Kruşçef devrildiği zam an, Gnl. De G aulle demişti ki: “— Vasat bir devlet adam ıydı, Stalin ona koca bir im ­ parato rlu k bıraktı, kıym etini bilm edi!..” O tarihte Pa­ ris’teyim, N euilly’deki evin en büyük lüksü, şöminesi: Alevler oynaşır, kütükler çatırdarken, C laude’la tartışı­ yoruz: Yüzyılın başında, ‘halkların k u rtu lu şu ’ anlam ı­ na gelen, ‘Sovyetler Birliği’, ‘im p arato rlu k ’ ha? H ayret bir şey! O ysa, daha 1923’te (Devrim den sadece beş yıl son­ ra) M oskova, özellikle Rus olm ayan halkları ‘tutsak et­ meye’ başlamıştır. O yılın nisanındaki 13. Kongre, ‘resmi’ P arti T arihi’nde şöyle anlatılıyor: Kongre, ‘milliyetçi sapm a’ taraftarlarının; ve, mil­ li azınlıklar söz konusu oldu m u, emperyalistçe iddialar öne süren politikacıların, maskesini düşürm üştür; o dö­ 240

nemde, G ürcü ‘milliyetçisi’ M divani ve benzerleri, Parti’ye karşı ç ık ıy o rla rd ı...” “ K ongre’den az sonra, ‘milli m esele’nin tartışılm ası için, milli cumhuriyetlerden militanların katıldığı bir kon­ ferans toplandı, orda da ‘milliyetçi T atar burjuva’ gru­ bun maskesi düşürüldü: tıpkı, Ö zbek ‘milliyetçisi’ Feyzullah H ocayef ve benzerleri gibi, Sultan Galiyef ve yan­ daşları da devre dışı bırakıldı... (Fransızca baskı, 1949, s. 292) ‘M illiyetçi’ deyimini tırnak içine alan benim , aslın­ da ismi geçen liderler, Sovyet devrim ini heyecanla des­ teklemiş, çoğu Bolşevik Partisi saflarına katılm ıştı; sa­ dece, oluşm akta ve gelişmekte olan, M oskova tah ak k ü ­ m üne direniyorlardı. Yetmiş yıl sonra, Azerbaycan Başbakanı H asanof, ay­ nı gerçeğin altını çiziyor: ” ... Eskiden yetkilerin çoğu Sovyetler Birliği’nin elindeydi; sadece bizim değil, bu tüm sscb cum huriyetleri için böyleydi; şimdiyse, Sovyetler Birliği m erkez hüküm eti yetkilerin hangi cum huriyetle­ re verileceğini ve hangi yetkilerin m erkezde kalacağını a ra ştırıy o r...” (Cumhuriyet, 22 Eylül 1990) Sizce bu, ‘im parato rlu ğ u n ’ sona ermesi mi? Vallahi, ben hiç sanm ıyorum . Çocukluğumda, İzmir’de gördüğüm bir filmin adı, ak­ lım dan hiç çıkm am ıştır: Güneş Asla Batmaz! Gerçekte güneş, İngiliz İm paratorluğu’nun toprakları üzerinde as­ la batm ıyordu: Avustralya’da batsa, K enya’da doğuyor; K enya’da batsa, K anada üzerinde, pırıl pırıl! İngiltere, ‘akıllı’ ülke, yüzyılın, M arks’ın sandığı gibi ‘U luslarara­ sı Proletaryanın Enternasyonalci Yüzyılı’ değil de, ‘Sö­ m ürgelerin U lusal Uyanış Yüzyılı’ olacağını, çarçabuk anladı; eski im paratorluk topraklarına, ‘bağımsızlık’ ta ­ nıdı; hukuken bağımsızlaşan bu ülkeler, aslına bakarsa241

mz İngiliz ekonom isine (yalnız ekonom isine mi, diline, kültürüne vs.) bağımlılıklarını sürdürüyorlardı: Hâlâ sür­ dürürler. 1950’de, gençlik bu ya, Afrika serüvenine kalkışmış­ tım ; beni, E kvator çevresindeki, Ç ad Ç ölü A razisi’ne gönderm eyi taa h h ü t eden firm anın broşüründe, ‘Siyah A frika’ şöyle taksim edilmişti: ‘Fransız E kvator Afrikası’, ‘Fransız Batı Afrikası’ vs. İlginçtir, o toprakların ‘ba­ ğım sızlığını’, K ruşçef’le ‘dalga geçen’, Gnl. De Gaulle tanım ak zorunda kalm ıştır: Senegal, M ad ag ask ar, vb. artık ‘bağımsız’ sayılıyorlar; hukuken bu böyle ama, aca­ ba ekonom ileri, kültürleri vs. de bağımsız mı? Allah aş­ kına, siz benim le dalga mı geçiyorsunuz? Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeleri, bana kalırsa, bu açıdan değerlendirmeliyiz: Gerek eski Doğu Bloku ülkelerinde, gerekse sscB’ye bağlı cum huriyetlerde, ‘ba­ ğımsızlık’ ilânlarının hemen hepsi, yöresel kom ünist par­ tilerince yapılıyor, çünkü M oskova da, ‘im paratorluğun’ eski merkeziyetçi ve yekpare şekliyle kalamayacağını an­ lamıştır; o da, öteki im paratorlukların yaptığını yapıyor, kabuk değiştiriyor: Cum huriyetlerine, bağımsızlık tanı­ yacak, aynen İngiltere’nin, Fransa’nın eski söm ürgele­ rine tanıdığı gibi! Ö zbekistan, A zerbaycan, G ürcistan, Tacikistan vb. görünüşe göre ‘bağım sız’ olacaklar, aca­ ba nereye kadar? Bu ‘bağım sızlığın’ sınırlarını, en iyi H a sa n o f’un bil­ mesi gerekmez mi? H alk Cephesi işi ciddiye alınca, Sov­ yet tankları B akû’de onun kapısına dayandılar.

242

ASIL BÜYÜK ÇELİŞKİ 1 Ekim 1990 40 kuşağının M arksistleri, ‘sosyalist’ ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaki çelişkinin, ekonom ik (altyapısal) ol­ m aktan çok, siyasal (üstyapısal) bir çelişki olduğunu ko­ lay anlayam am ıştır. Kendi hesabım a, Bettelheim ’in uyarısıyla ‘uyandım ’; diyordu ki, ‘sosyalist devrim, bir dünya devrim i olarak gerçekleşmezse, yöresel ‘sosyalist’ ekonom i, küresel li­ beral ekonom inin, ‘kam u sektörü’ gibi kalır ve ona tam amiyle bağım lıdır.’ ‘Sosyalist’ ülkelerin günüm üzde ulaştığı yer, onu yal­ nız haklı çıkarmakla kalmıyor; Stalin’e karşı, ‘dünya dev­ rimi’ zorunluluğunu savunmuş olan Troçkiy’i de aklıyor: ‘tek ülkede sosyalizm’ şiarı, sonuçta, merkeziyetçi bürok­ ratik bir devlet kapitalizm ini geliştirmiştir: Artık/değer, devlet işletm elerinde yine tıkır tıkır birikiyor, yalnız bu defa ayrıcalıklı bürokrasinin cebine giriyordu. Daha o zam an, sorunu, bugün ulaşacağı yeri görerek, başka türlü koyan, birisi daha yok m udur? Vardı elbet, o da son aylarda ‘aklanm ış’ olan Sultan Galiyef’dir. Sultan Galiyef, 1919’da Sosyaliceskaya Revolitsiya-i Vostok dergisinde diyordu ki, “başlangıçtan beri Rus dev­ rimi, bir dünya devrimi olmalıydı, sosyalizmin temel ya­ sası b udur’; ne var ki, ‘Rus yöneticiler Batı’yı, sadece Batı’yı göz önünde bulunduruyorlardı; oysa, ‘en gelişmiş’ olanını, İngiliz proleter sınıfını ele alalım: İngiltere’de dev­ rim zafer kazanacak olursa, bu proletarya söm ürgeleri ezmeye devam edecek ve bugünkü b urjuva hüküm etin politikasını izleyecektir, çünkü sömürgeciliği sürdürm e­ ye niyetlidir.” 243

Galiyef, bu kadarla da kalm am ıştır; 20. yy’ın, öteki­ lerin daha iyi semirmesi için geri bırakılmış bu ülkelerin; ‘intibah yüzyılı’ olacağına da işaret etmiştir. D ahası, şöyle bir ‘eylem planı’ bile öneriyor: bi­ liyoruz ki insanlığın değişmesi için gerekli m addi öğe­ ler, sömürgeleşmiş ya da yarı sömürge durum undaki ül­ kelerin, sanayi ülkeleri üzerinde diktatorya kurm alarıy­ la ancak elde e d ile b ilir...” “ ... Sömürgeleşmiş ülkelerin bu dev planı gerçekleş­ tirm eye hazır olm aları için, kom ü n ist am a III. Enternasyonal’dan ayrı, h a tta -öncekiler gibi sanayi toplunılarının tem silcileriyle dolu o la n - bu örgüte karşı, bir Söm ürgeler E n tern asy o n alı’nda birleşm eleri gerekli­ d i r ...” “ ... bu Sömürgeler Enternasyonali, tüm ‘mazlum mil­ letleri’ içine almalıdır. Kom ünist am a endüstriyel bir güç olan Sovyet Rusya bu örgütün dışında bırakılm ak, Rus­ ya’nın ancak M üslüm an toprakları bu örgüte dahil edil­ m e lid ir...” (G abidulin, Tataristarı Za Sem’let, Kazan 1927, s. 93) Daha sonra, onun bir ‘yoldaşı’ Enbayef, Nasyonal’naya Politika dergisinde şunu yazacaktır: “ ... şuna inan­ dık ki, dünya ölçüsünde sömürgeler devrimi kaçınılmaz bir olaydır. Bu devrim B atı’da sosyalist devrimin başlan­ gıcı olacaktır.” (1922) Batı, hâlâ bildiğimiz Batı; sosyalist olmadı! Oysa, es­ ki sömürgeler, artık Ü çüncü D ünya ülkeleri dediğimiz, büyük bir çoğunluğu oluşturuyorlar. O halde?.. O halde 20. yy’ın büyük çelişkisi ‘sosyalist’ ülkeler­ le, kapitalist ülkeler arasında değildi, başka bir yerdey­ di: 60’lı yıllarda, BM’in çeşitli ekonomik örgütlerde (fao , UNCTAD vs.) varlığını ciddi şekilde hissettirm eye başla­ mıştı: Güney yarım kürenin, yoksul Üçüncü D ünya ül­ 244

keleri; kuzey yarım küresinin varlıklı ve gelişmiş ülkele­ rine karşı, usul usul seslerini yükseltiyorlardı: Dünyanın asıl büyük altyapısal çelişkisi, gizli açık eski sömürge ül­ kelerle, onları söm ürm üş olan; yine de, başka bir yol­ dan söm ürüsünü sürdürm ek isteyen, sömürgeci ülkeler arasında oluşm uştu. ‘Sosyalist’ ülkeler, ‘zevahiri kurtarabilm ek’ için, yıl­ larca ‘Üçüncü D ünya’dan yana çıktılarsa da; daha Kam ­ boçya’da kan gövdeyi g ötürürken, Rus gazetecilerinin kendilerini ‘Batılı’ gazetecilerle aynı taraftan saydıkları saptanmıştı; günüm üzde geldikleri yerse, onların da Kuzey’deki varlıklılar, -d a h a doğrusu eski em peryalistlerarasında bulunduklarını gösteriyor. Gencay Şaylan’a bakarsanız, 1990’larda durum şudur: “ ... dünya nüfusunun yüzde sekseni, geri kalan yüz­ de yirmiye oranla, çok geri ve çok k ö tü koşullarda ya­ şamaktadır. Birleşmiş M illetler’e üye yaklaşık 140 ülke­ nin dörtte üçü, diğer d örtte birine göre son derece geri kalmış; bunların arasında, çoğu A frika’da 45 ülkenin du­ rum u ise, um utsuz!” (Cumhuriyet, 9 Eylül 1990) Kim bilir, belki de ‘Soğuk Savaş’ın tasfiye edilmesi, ge­ zegendeki asıl çelişkinin, nihayet olanca heybetiyle mey­ dana çıkm asını sağlayacak: Kuzey/Güney çelişkisi! T ürkiye’nin yeri nerededir dersiniz?

ÖZÜR DİLEMEK YOK MU? 18 Kasım 1990 O yağmurlu günler, karanlık öğlesonu, iki arkadaş o tur­ muş söyleşiyoruz; telefonda, gazeteci bir dostum , erte­ 245

si gün yayımlanacak bir M ersin haberini - ‘ehemmiye­ tine binaen’- dumanı üstünde bana duyuruyor: TBKP li­ deri H ay d ar K utlu, bir sohbette, ‘alışılmadık’ itiraflar­ da bulunmuş, demiş ki: " ... Geçmiş yıllarda biz yanıldık, M osk o v a’yı kral­ dan fazla kralcı bir tutum la destekledik. B atı’dan alman şabloncu stratejilerim iz, tem eldeki yanlışım ızdı; sosya­ listler T ürkiye’de kendi tarihinden yararlanam adı; biz geçmişte politika değil, p ro paganda yaptık; gerçek ne­ denler yerine, kendi yarattığım ız nedenler vardı, bunla­ ra in a n d ık ...” Bu kadarla kalsa, iyi; eleştirisinin kapsam ına d o k t­ rini de alıyor: “ ... kapitalizm M a rk s ’ın dediğinin tersine gelişti. A rtık zincirlerden başka kaybedecek şeyi yok denilen iş­ çi sınıfı yok. T arihin tekerleği bizden yana dönm üyor, dünyada duvarlar yıkılıyor, maalesef sosyalistler yıktık­ ları duvarların altında kaldılar, insanlar artık şişirilmiş ideallerin peşinde k o şm u y o rla r...” Sözlerini şöyle bağlam ış: “ G eçm işin hataların d an ders çıkarmalıyız!” Ertesi gün, yine soğuk, yağmurlu bir gün. (8 Kasım 1990); gazetelerde, üç aşağı beş yukarı ay­ nı haberi okuyunca; cam lardan, koyu eflâtun ve mor, bu­ lut alacasına dalmışım: “Demek öyle ha, günaydın H ay­ dar ‘yoldaş’; yıllardır söylediklerimizi, hele şükür anla­ yabildiniz; iyi de, özür dilemek yok m u ? ” TKP’nin kaderi bir gariptir, Kom intem ’in ‘hizibi en çok, üyesi en az’ partisi olm akla kalm az; aynı zam anda, en ‘kabız’ partisidir; başlıca iş adam öğütmek! M ustafa Sup­ hi’nin ‘askerlerinden’ ‘Sarı’ M ustafa (Börklüce), bir ta ­ rihte bana demişti ki; (Eski M ecidiyeköy’de dutluklar, Çingene falcıların cirit attığı, kır kahveleri): “ ... Parti, en dirayetli adamlarını, aklın havsalanın al­ 246

mayacağı bir şekilde yemiştir: Şevket Süreyya, Vedat N e­ dim, N âzım H ikm et, su gibi h arcan d ılar!” ‘H arekete’, uzaktan yakından ‘bulaşm ış’ herkes; şim­ di H aydar Kutlu’nun ‘alenen’ kabul ettiği gerçekleri, vak­ tiyle söylemeye kalkıştığı için; kim lerin ve kim lerin, nasıl hainlikle, casuslukla suçlandığını, ne türlü ‘sükût kom plolarına’ kurban edildiğini, elbette bir yerden duy­ muştur. İnsan, unutulm az bir diş ağrısı gibi hatırlıyor: Bir zamanlar, TKP’nin baş adamı Dr. Şefik Hüsnü, Kom intern’in dergisi Rundschau1da, kelimesi kelimesine şunları yazmıştı: T ürk burjuvazisi, çeşitli küçük b u r­ juva dönek gruplarını, özellikle N âzım H ikm et’in Troçkist m uhalefet grubunu K om ünist Partisi’ne karşı kul­ lanm asını biliyor. Bu grup sadece K om ünist Partisi’ne karşı yürütülen karalam a kam panyasına hizmet etm ek­ le kalm am aktadır. Bu grubun üyelerinin defalarca p o ­ lis ajanı olarak kullanıldıkları da saptanm ıştır.” (Sayı 28, 1933) 1940’h yıllarda, kutv kökenli H üsam ettin Ö zdoğu ve M ustafa Börklüce ile ‘legale çıkıp’, Türkiye Sosyalist Partisi’ni kuran Esad Adil; açıkça ‘Am erikan Ajanı’ ola­ rak suçlanm ış, clA’dan para aldığı ileri sürülm üştü. Ya TİP Genel Başkanı, M ehmet-Ali A ybar’ın çektiği o çile? ‘Prag îlk b a h a rı’nı desteklediği, ‘G üleryüzlü bir Sosyalizm’den yana olduğu için, az mı karalandı, az mı h ak a­ rete uğradı? Kabahatları neydi, bu adamların? Şimdi, H aydar Kut­ lu’nun ağzından ‘yanlışlığı’ ilan edilen, ‘kraldan fazla kral­ cı’ M oskova yandaşı tutum u eleştirmek, daha özgürlük­ çü, daha ‘T ürkiye tarihinden y ararlan an ’, bağımsız p o ­ litikalar üretilmesini, savunmak mı? M etodun gereği ola­ rak, T ürk Sosyalizm Sentezini, objektif tarih verileriyle 247

gerçekleştirm ek istedikleri için, Cemil M eriç’e ya da Kemal T ah ir’e, nasıl insafsızca yüklenildiği unu tu lab i­ lir mi? O nların, o gözünü budaktan sakınm am ış sosyalizm mücahitlerinin; ciğeri beş para etmez çakallar tarafından, ‘dışlanm ayı’ göze alıp da geliştirdikleri, eleştirileri; işler iyice boka sarınca, tbkp birdenbire benimseyecek, her şey de yoluna girecek öyle mi? Yağma yok! T ürk sosyalist hareketini, hâlâ içinde de­ belenip durduğu, ‘itaat sosyalizmi’ batağına sürükleyen­ ler; tarih ve toplum önünde, mutlaka bunun hesabını ve­ receklerdir: aynen R akoşi’ler, G ottv ald ’lar, T h o rez’ler, Jivkof’lar, Ç avuşesku’lar gibi!

248

Sosyalizm Tükenmez

MOSKOVA’YA UÇAN KUŞLAR!.. 18 Aralık 1990 Ankara, 70’li yılların ‘kanlı’ karanlığı; gecenin bir sa­ atinde, telefon; zehir zemberek bir ses ne ‘Bolşevikliği­ mi’ bırakıyor, ne ‘M oskova ajanlığımı’; ardından bir de tehdit: ‘Böyle’ yazmayı sürdürürsem, ‘günümü görürmü­ şüm?..’ O tarihte Dünya’ya yazıyorum, o günkü fıkramın baş­ lığı, “Sovyetlerle Saldırmazlık Anlaşması Yapmalıyız!” anlam ı üstünde değil mi? “... ulusal çıkarları bakımın­ dan, kesin ve sağlam kararlar alması gereğine inandığım Türkiye’nin, alacağı en önemli kararlardan birisi de Sovyetler Birliği ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imza­ laması kararıdır...” (30 Temmuz 1977) O rtam , ‘Soğuk Savaş’ ortam ı; yaşadığım ız, anarşi dağdağası; bunları yazm ak, çılgınlık gibi görünüyor. O nun için mi nedir, geçen sabah N u r B atu r’un haberi­ ni okuyunca, dalm ışım : “... Ankara ile Moskova, ‘Soğuk Savaş’ dönemini tü­ müyle kapatmak amacıyla, iki ülke arasında bir dost­ luk ve iyi komşuluk anlaşması imzalamaya karar ver­ diler: Saldırmazlık paktı niteliğini taşıyan anlaşma Cum­ hurbaşkanı Ö zal’ın M oskova’ya yapacağı ziyaret sıra­ 251

sında iki lider tarafından imzalanacak.” ( M i l l i y e t , 13 Aralık 1990) Demek böyle ha! Ağır yağmur, iyice seyrelmiş dallar­ dan, sararm ış son yapraklarını usul usul yere indiriyor­ du; mahzun bir iç hoşnutluğu duydum; sonra aklıma gel­ di, o gece beni tehdit eden ‘yiğit’ acaba şimdi nerdedir, ne yapıyor, hiç mi utanm az, biraz olsun pişm anlık duy­ m az mı? Ö m rüm üz hep böyle, merdiveni yeniden icat etm ek­ le mi geçecek? Biz ki, ‘ateşi ve ihaneti g ö rd ü k ’!.. Biz ki, o barut, gözyaşı, kan ve ter yıllarının, hemen ‘akabinde’ doğmuş; Süleyman Sâmi, Dr. Fuat Sabit, Ethem Nejat, Şevket Süreyya, Nerim an Nerim anof ve Memduh Şevket ‘beylerin’, ‘rüzgârında’ büyümüşüz; ilk gençliklerini, ‘Soğuk Savaş’ yıllarının ‘Görevimiz Tehli­ ke’ atm osferinde geçirmiş olanlar, kuşağım ızın ‘Sovyet Dostluğu’ özlemini anlayam azlar! ‘Geçmiş’te yaşanan­ lar öylesine bulandırılmış, çiğ ‘propaganda’ gerçeğin ye­ rini öylesine almıştır ki; bir zamanlar, Milli Mücadele dö­ nemindeki Türk-Sovyet dostluğunu, hatırlatm ak bile suç sayılmıştı. Oysa M ustafa Kemal Paşa, TBMM Reisi sıfatıyla, d a­ ha o zam an M oskova H ü k ü m eti’ne şöyle yazmamış m ıdır: “Emperyalist hükümetlere karşı harekâtı ve bunların egemenliği ve sömürüsü altında bulunan mazlum insan­ ların kurtuluşu amacındaki Bolşevik Ruslarla çalışma ve hareket birliğini kabul ediyoruz...” (26 Nisan 1920) A radan çok geçmez, bir ay k ad ar sonraki ‘gizli’ bir M eclis celsesinde, m eb’uslara şöyle diyecektir: “ ... evet, demek oluyor ki biz Bolşevikliğe ve hare­ kâtına ve Bolşeviklerden edebileceğimiz istifadeye bigâ­ 252

ne değiliz; binaenaleyh, kemal-i emniyet ve itim adla arzederim ki, Bolşeviklerle ittifak ve itilaf tem ini için, temin-i ve teşvik’i harekât için m addeten H ey’et-i İcraiye (hükümet) esabına tevessül etm iştir...” (29 Mayıs 1920) Hele ‘Tavariş’ General Frunze onuruna verilen yemek­ te, söyledikleri? Acaba niye yıllar yılı gözden kaçırılmış, bir A llah’ın kulu çıkıp da, halka duyurm am ıştır? “ ... Türkiye ve Türkiye halkı, istiklâlini ve m evcu­ diyetini im haya m âtuf elim darbeler karşısında kaldığı gün, insanlık âlem inde dayanacak hiçbir noktaya sahip bulunm uyordu. (...) Bu sırada idi ki m illetler arasında, kendisiyle hem hudut olabilecek bir milletin mevcut olup olm adığını inceledi ve bunun neticesi olm ak üzere Rus m illetinin kendisine hakikaten tabii ve sam im i bir dost olabileceğini anladı. Ç ok geçmeden Rus milleti ve Şû­ ralar H üküm eti ile TBMM H üküm eti arasında tabiaten mevcut olan samimi münasebetleri ifade için anlaşma ya­ pıldı. Efendiler, gerek Rusya ile doğrudan doğruya, ge­ rek Rusya’nın müttefikleri ve dostları olan Kafkas C um ­ huriyetleri ile yapılan anlaşm alar bizce pek ziyade kıy­ m etlidirler, bu anlaşm aların ifade ettikleri dostluk cid­ di ve d a im id ir...” (30 Aralık 1921) Efendim, neymiş? (Ama yine de içimde bir ukde! A n k ara H üküm eti, M ustafa Kemal ile Lenin dönem inde başlamış dostluğu ‘yenilemek’ için, acaba W ashington’ın M oskova ile ‘ba­ rışm asını’ mı beklemeliydi? M u stafa Kemal Paşa bu ‘dostluğu’ yetmiş yıl önce ‘kıymetli’ bulduğunu söylemiş, ‘ciddi ve daim i olm ası’ üm idini izhar etm işti. Bundan sonra, ‘ciddi ve daim i’ olur mu dersiniz?)

253

‘SANSARYAN HAN’I 22 Aralık 1990 Büyük ve dolam baçlı merdivenler, daralarak çatı katın­ da biterdi: İki kanatlı bir kapı, üzerinde birbirine geçmiş iki kırm ızı hilâl, bir emir: ‘İçeriye G irm ek Y asaktır!’ Taşıdığı öneme göre, bir ya da iki ‘tah a rri’ refakatin­ de gelmiş olan ‘m evcutlu’, yıllar boyunca ‘Kısm-ı Siyasi’ye böyle giriyor; ‘b ila h a re ’, sağdaki ilk od ad a kaydı yapılacak, ona önceden ayrılmış olan ‘hücreye’ k o n u ­ lacaktır. (Yoğun bir karanlığa itiliyorum , kapı ark am d an ki­ litleniyor. Dizimi sert bir yere çarptım , el yordamıyla bu­ nun, hücrenin tabanını neredeyse kaplayan, tahta bir ke­ revet olduğunu çıkarıyorum ; otu rm ak tan başka çarem yok, çevremi ansızın büyük bir korku kuşattı; acaba hiç ışık olm ayacak mı? Günlerce olm uyor, gece gündüz farkını kaybediyo­ rum ; işitebildiğim uzak seslere dayanan, birtakım var­ sayımlar: Şirket-i H ayriye vapurlarının çakal havlam a­ ları sıklaştı, herhalde sabah oluyor; B ahçekapı’da m a­ kas değiştiren B ahçekapı/Edirnekapı tram vaylarının vınıltısı, ne kadar net, yarı gece tenhalığından olam az mı? En m üthişi, kim senin uğrayıp niye getirildiğimi söy­ lememesi; günlerce sürecek bu, beden eziyetinden çok ağır bir ruh eziyeti; ıslıklı karanlığın boşluklarında, ver­ dikleri kuru som unu yemeye çalışarak, tahm inler, ta h ­ minler, tahm inler: Fatih randevusuna gelmediğine göre, acaba Ö.F. T oprak da gözaltına alındı mı? Alındıysa ne­ yi ne kadar söyledi? Beni neyle suçluyorlar? Kom şu hücrelerden, zam an zam an, gizli hıçkırıklar yükseliyor; ümitsiz göğüs geçirmeler; bazen ana avrat sü­ 254

lâle, küfür; bir gün tıraş takım larım ızı su şişelerimizi, -h a tta gözlüğüm ü- topladılar; içimizden biri dayanam a­ yıp intihara kalkışm ış, önlem alınıyor; günler geçtikçe körpe liseli sakallarım ın büyüdüğünü hissediyorum , sorguya çağırsalar, ah ne olur sorguya çağırsalar, kendi başım a konuşm aktan usandım! 1943/44 kışı, kirli sarı bir kar, bulgur bulgur, İstan­ bul’un kubbelerine ufalanıyor: ‘İleri Gençler tevkifatı’, İzm ir’deki m aceradan sonra, ikinci tutuklanışım , yaşım henüz on d okuz, Işık Lisesi’nin yatılı öğrencisiyim , okum a hakkım ı zarzor, Danıştay kararıyla alm ıştım , is­ ter misin beni tek rar okuldan kovsunlar?) Gazetede bir haber, gel de okuma: “1897’de Erzurum­ lu Sansaryan Biraderler’in inşa ettirdiği ünlü Sansaryan Han’ı onarılıyor. 1918’den bu yana, türlü şekillerde Em­ niyet Müdürlüğü olarak ‘hizmet veren’ bina, Vakıflar Baş­ müdürlüğümden on yıllığına kiralanmış, gereken tâdilat gerçekleştirildikten sonra, adliye olarak kullanılacakmış; hukuk ve iş mahkemeleri orada çalışacak!” (Cumhuri­ yet , 16 Aralık 1990) H aberin başlığı, kaptığı gibi beni, nerelere sürükle­ di: “Sansaryan H an’ı Geçmişini Siliyor.” C am larda bu­ ğulu bir güneş, eflâtun dam arlı yağm ur bulutlarının gir­ dabında boğuluyordu; çocuklar ilkokuldan çıkmış, gülüşâhenk evlerine dağılıyorlar, hayat sürüyor; elimde olm asızın, dudaklarım dan birkaç kelime döküldü: “ Sile­ bilir mi acaba, m üm kün mü b u ?” Sadece o bunaltıcı 4 0 ’lı yıllarda değil, ‘Soğuk Savaş’ yıllarında da, Sansaryan H an’ına kaç kere kapatılmıştım, hesabını unutm uşum ; ne var ki bilinçaltındaki lâbirent­ ten, istesem de istemesem de; o soğuk kül, kalın cıgara, kirli erkek kokusu; koridorlara sızan telefon zilleri, köh­ ne daktilolar; gece sorgularının, tüyleri diken diken aya­ 255

ğa kaldıran çığlıkları; çıkıp çıkıp, Tutuklunun Günlü­ ğü ve Korkunun Krallığı şiir kitaplarım daki; ya da Bı­ çağın Ucu ve O Karanlıkta Biz rom anlarım daki, yerle­ rini alıyorlar. Yalnız benim şiirlerim de ve rom anlarım da mı? Ne m ünasebet? Tuhaftır am a, ‘Milli Şef İsmet İnönü’nün o anlata anlata bitirem edikleri, ‘kültür ve aydınlık’ çağın­ da; Sansaryan H a n ’ının ‘tab u tlu k ları’na daha çok, şiir­ leri ya da rom anlarıyla, yurdunun insanlarına aydınlık dağıtm aya çabalayan, sanatçıları kapatırlardı: N âzım H ikm et, Sabahaddin Ali, H aşan İzzettin D inam o, Rıfat İlgaz, O.F. T oprak ve daha niceleri, oradan geçtiler. Ya­ şadıklarını, ibret-i âlem için, elbette yazmışlardır. O nla­ rı kim silebilir?

‘İTAAT SOSYALİZMİ’ OLUR DA... 25 Aralık 1990 Yok canım, M oskova komünistliğine, ben durup duru r­ ken ‘İtaat Sosyalizm i’ demedim! François Fejtö, o ilginç ve kapsam lı eserinde, (Halk Demokrasileri Tarihi, 2 Cilt 1971, Paris) olayı ve geliş­ mesini en ince ayrıntılarına kad ar anlatm ıştır: Yalta K o n feran sın ın , Sovyet ‘nüfuz bölgesine’ bıraktığı D o­ ğu Avrupa ülkeleri, kadem e kadem e, nasıl evcilleştirilmişlerdir, ‘Rus M odelini’ uygulam aya nasıl zorlanm ış­ lardır, vs. Stalin, ilk üç yıl, dizginleri gevşekçe tutuyor; öyle ki bazı ülkeler, sosyalizm e geçişte ‘kendilerine özgü’ yol­ lar deneyebileceklerini sanıyorlar. Boş hayal! M oskova’ya 256

bağlı kalarak, M arshall Y ard ım ın d an yararlanm ak is­ teyen Ç ekoslovakya’ya, Stalin demiş ki:

“— Gotwald yoldaş, böyle bir yardım kabul ederse­ niz, SSCB’ne ve sscB’nin çıkarlarına aykırı hareket etmiş olursunuz!” Sonra ne mi olmuştur? Sekiz Doğu Avrupa ülkesi üze­ rindeki ‘dolaylı’ Sovyet egemenliği, ‘dolaysız bir egemen­ liğe’ dönüşm üştür: ‘bağım sız’ ülkelerin, bir ‘sistem ’e nasıl ‘entegre edildiklerinin’ acıklı ve gülünçlü hikâye­ sidir bu! H adi size F ejtö’den birkaç satır aktarayım : “ ...b u dönüşm e sürecinin belli başlı merhaleleri şun­ lardı: K om inform ’un kuruluşu, Prag darbesi ve sonuç­ ları, propagandanın kendisine ‘H ainler M areşali’ adını taktığı M areşal T ito ’nun (Yugoslavya’nın) M oskova’dan kopuşu, Rajk ve Kostov davaları, büyük ‘temizlikler’ ulu­ sal kültürün R uslaştırılm ası, v s ...” “ ...b u ülkelerin her birinde, Sovyet danışm anlarının denetlediği gizli polis, ulusal ik tidar seçkinlerinin içine sızıp, bizzat ülkenin yöneticilerini dehşete ve onları bir­ birine düşürerek, P arti’nin de üstüne çıkmıştı. Bu ülke­ lerin özgül niteliklerini, kim ilerinin R usya’dan da ileri gelişme derecelerini hesaba katm aksızın, sosyalizmin ku­ ruluşuna giden tek yol olarak, hepsine, ‘Sovyet m odeli’, bu m odelin siyasi, iktisadi ve sosyal örgütlenmesi, tepe­ den inme dayatılm ıştı...” (Histoires de Démocraties Po­ pulaire, s. 9) Sorunun kültürel yanma da bir göz atm ak istemez mi­ siniz? “ ... sosyalizme inanm ak, Stalin’e göre, yenilmez Par­ ti’nin gücüne, doğruluğuna ve şaşmazhğına inanm ak de­ mekti; elbette bu inanç da, bütün evrensel inançlar, uluslarüstü doktrinler gibi bir dile sahipti: B ratislava’da ya257

yımlanan Pravda, 21 Ekim 1951’de biliyordu ki: ‘Nasıl İngilizce kapitalizmin ve sömürgeciliğin diliyse, Rusça da öyle sosyalizmin dilidir.’ Stalin’ci için Rusça öyle sı­ radan bir dil sayılamazdı, neredeyse kutsal bir şeydi o, duanın ve eylemin dili, ana kumandanın ve imparator­ luğun d ili...” (Aynı eser, s. 339/340) Senenin en kısa günü, sabah; hava açık, solgun bir pembelik içinde, güneş salona doğuyor. Biliyorum, şim­ di sizde bir merak: Bayram değil seyran değil, bu adam niye Doğu Bloku’nun ‘eski defterlerini’ karıştırıyor, yok­ sa konu züğürtlüğünden mi? Yok efendim, hanidir kafam ı bu ‘entegrasyon’ o la­ yı kurcalıyor; Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet ‘sistem i’ne intibaklarının, bu ülkelere nelere mal olduğu, a r­ tık anlaşıldı; eskiden ‘m ünhasıran’ ciA’nın yönlendirdi­ ği ‘Hür Avrupa’ radyoları ile, azılı Sovyet ‘m uhalifleri’ söylerdi; bugün, M oskova bile ‘karıştırdığı haltları’ iti­ raf ediyor. Şimdi soru şu: Acaba, başka bağımsız ülkelerin, baş­ ka ‘sistem ’lere in tibakları’, aynı berb at sonuçları verir mi, vermez mi? H adi, biraz daha açayım: ‘İtaat sosya­ lizm i’ olur da, acaba ‘itaat liberalizm i’ olm az mı?

SOSYALİZM GÜNDEMDEDİR... 8 O cak 1991 ‘T ornacı’ Ö m er, 1920’ler R usya’sında KUTV’de eğitim görm üştü, yâni ‘bilinçli’ bir işçi; eski İzm ir Cezaevi’nin 2. Feranesi’nde ‘volta a ta rk en ’ anlatırdı: “— C um hu­ riyet idaresi, artık am eleye cephe alm ıştır; Kemalizm, 258

anti-em peryalist bir halkçılıktı, halbuki artık korporasyoncu, gizlice faşist!” Recep Peker’in ‘tezlerini’ kim okusa, ‘Tornacı’ Ö m er’e hak verecektir: ‘Tek Parti, Tek Şef, Tek M illet’ yılları, dağdağalı yıllar: Sendika yok, grev yasak, işçinin kade­ ri işverenin iki dudağı arasında; oysa biz sosyalistler, ‘me­ şin kasketli, meşin ceketli’ işçi militanlarının hayalini kur­ maktayız; alın size bir şiir, 4 0 ’lı yıllarda yazmışım, ‘grev h a k k ı’ istediği için ‘illegal’, ağızdan ağıza dolaştı am a, hiçbir yerde yayım lanam adı: “ O y bilesin ki ben ha / taş döven dem ir döven / oy bilesin ki ben ha / toz toprak içinde şanlı / sıfatım k a t’i çopur / ellerim m ağrur yağlı / oy bilesin ki ben ha / yer­ den cevahir söken / zincirini yitirm iş dev / erkân özre­ dir feryadım / grev hakkım ı isterim / grev hakkım ı grev!” Bütün ‘tevkifat’larda, işçilere aydınlardan çok daha fazla eziyet edildiği; 1946’daki o ilk özgür ve özerk ö r­ gütlenme teşebbüslerinin, nezarethanelerde, tevkifhane­ lerde, m ahpusanelerde fitil fitil burunlarından getirildi­ ği doğrudur. T ürk-İş mi, peh, b ü ro k ratik m erkeziyetçi oligarşinin, ‘evcil’ bir uzantısı; onun içindir ki, Z ongul­ d a k lI madenciler A nadolu yollarına dökülünce, insanın içi bir hoş oluyor: ‘İşçi H areketi’nin ‘m ana ve ehem m i­ yeti’ T ürkiye’de de kendisini gösterm eye başlamıştır. Bir dakika, görülen yalnız o mu? Bir de ‘İşçi H areketi’ni değerlendirmek açısından, ‘ge­ lişm iş’, endüstri sonrası ülkelerle; ‘gelişm ekte olan’ en­ düstri ülkeleri arasındaki ciddi farklılığı! O tom asyon, bilgi/işlem uygarlığı, ‘klasik’ proletarya kavramını altüst ediyor. Bilgisayarlar kom utasındaki ro ­ botlarla gelişecek üretim sürecinde, ‘em eğin’ ne hükm ü kalır ki? A ndré G orz ne güzel söylemiş: 259

“ ...i ş kavram ının anlam ı bile değişir; m addeyi işle­ yen ve emeğini, onda yaratm ası gereken etkilere göre ayarlayan işçi değildir. Hayır, şimdi m adde işçiyi işlemek­ tedir. (...) Ç alışan m ekanik sistem dir, işin yapılm ası için sen, bedenini, beynini ve zam anını ona ödünç ve­ r irs in ...” “A rtık olan oldu: iş, işçinin dışına çıktı; emek, eşya durum una dönüştü, inorganik süreç oldu: İşçi kendi ken­ dine yapılan işi izlemekte, ona razı olm aktadır, onu yap­ m am aktadır a rtık .” (Elveda Proletarya Afa yayınları, 1986, s. 36) Gorz, M allet, R ichta vb. önceleri, bilgi/işlem tekno­ lojisinin, eskisinden daha geniş görüşlü, daha bilinçli bir proleterya yaratacağını um m uşlardı, gelişmeler aksini gösteriyor: O tom asyon, işçileri hem d ah a bağlayıcı bir denetim e alm akta; hem de büyükçe bir kısm ını işsizli­ ğe itip, sayısal olarak işçi sınıfını azaltm aktadır. Aynı şeyleri Türkiye için söylemek m üm kün mü? H e­ nüz, hayır! Bir kere sanayi, em ek/yoğun bir sanayi, çünkü ‘iyi saatte o lsu n la r’ öyle istediler, bu yüzden hâlâ yüzyılın başına ait teknolojilerle çalışıyor, ‘y ara­ tıcı em ek’ önem li; dahası, ‘sivilleşen’ toplum da az b u ­ çuk nefes alan işçiler, toplum sal ve ekonom ik ‘ağırlık­ larını’ nihayet hissettiriyorlar; eh bir fırt siyasal/ekonomiye bulaşmış herkes de bilir ki, bu ‘ağırlığın’ siyasal dü­ zeye ‘in tikali’ kaçınılm azdır: U cundan kıyısından baş­ ladı bile! O n u n içindir ki, bakm ayın siz ‘b a ttı’ diye kına ya­ kanlara; onların sandığının ve söylediğinin aksine, T ü r­ kiye’de (ve benzeri ülkelerde), ‘İşçi H arek eti’nin Sosya­ liz m le ‘özdeşleşm esi’ hem m üm kündür, hem de m uh­ temel! Sosyalizm gündem dedir! 260

‘ÖTEKİ’ TÜRKLER... 7 Şubat 1991 (1943, yaz sonu; Bahçe [Adana], dağlar dum an! Kapı çalındı, evde yalnızım; açıyorum ki gözleri çe­ kik, çember sakallı bir ihtiyar; elinde, buharı tüten bir tencere; gülüm seyerek uzatırken, diyor ki; “— K aym a­ kam beye arz-ı hürm et ederim, Ö zbek Pilavı’nı sevdiği­ ni söylemişti d e ...” Meğer o, pederin daha önce sözünü ettiği, Türkistan’lı M üftü Efendi’nin ta kendisiymiş: işlemeli yün başlıkla­ rı, kıraç soğuğu, kısa atları ve ballı meyveleriyle, T ü r­ kistan nere; A dana’nın Bahçe kazası nere? O gün bugün, ne zam an ‘Ö tek i T ü rk le r’den söz açılsa, gözlerim in önünde o karayağız ihtiyarın, ‘M üslüm an’ tebessüm ü; acılı, görm üş geçirmiş ve mütevekkil! Yahu bilir misiniz ki, onların M üslüm anlıkları fark ­ lıdır.) Sultan Galiyef, ‘dine karşı p ro p ag an d a’yı tartışır­ ken, daha o zam an şunları yazmıştı: “ ... son yüzyıl içinde M üslüm an dünyanın tüm ü, Ba­ tı Avrupa em peryalizm i tarafından söm ürüldü ve onun ekonom isine m addi destek oldu, bu olay M üslüm anla­ rın dinlerini derinden etkiledi; Batı em peryalizm i baş­ langıcından ‘H açlı Seferleri’ biçim inde yayıldı, d ah a sonra ekonom ik fetihlere d ö n ü ştü .” (Zizn ‘Nacional’ Nostej, 14/23 A ralık 1921) 1989 A ğustosu’nda, K azan’da bir toplantı yapılıyor; orada Reşat M . E m irhanof diyor ki: Galiyef, ken­ di anladığı tarzda bir M arksist platform u kullanarak, sos­ yalizmi daha geniş bir dünya perspektifine kavuşturm ak suretiyle, onu sscb halklarına dayatılmış olan doktriner 261

standart içeriğinden kurtarmaya çalıştı. Onun sosyalist teorileri, Müslüman ulusların tarihi toplumsal ve mane­ vi geleneklerini göz önünde bulundurarak yorumlama gi­ rişimi, ne zorlama, ne de verimsiz bir çabaydı.” [Forum, O cak 1991) Ç ünkü Sultan Galiyef, “Müslümanların tümünün kültürel geriliklerini” pek güzel görm üş: ‘kültürel geri­ likle yobazlık arasındaki ilişkiyi’ saptamıştı: “Bunlar bir­ birinden ayrılamayacak biçimde birbirine bağlı, birbi­ rini tamamlayan ve devamlı olarak güçlendiren iki ol­ gudur,” diyordu. (Zizn ‘Nadonal’ Nostej, 14/23 A ra­ lık 1921) Üç çeyrek yüzyıllık Sovyet egem enliğinden sonra, SSCB M üslüm an T ürk halkları, aynı çıkmazı yaşıyorlar: laiklik, karşılarına Batı’nııı söm ürücü yüzüyle çıkıyor; tanrıtanım azlık (athee’lik) ise, ‘to ta liter’ Stalin’ci Rus­ ya’nın yüzüyle! Bu ikisinin ‘seçeneği’ ise, ne yazık ki, İran türü bir Şeriatçılıktır. Galiyef, Sosyalist/M üslüm an kültür sentezi çabasın­ da ne kadar haklıymış! Körfez Savaşı’na dalıp, Asya’daki çalkantıyı u n u ta ­ cak mıyız? H aberler yağıyor: Azerbaycan’da altı dilden yayım ­ lanacak Türk Dünyası dergisi örgütleniyormuş; M osko­ va’da çıkan Megapolis Ekspres dergisindeki bir yazının başlığı şöyle: ‘Türkler Uyanıyor / Dünya Titriyor’; Öz­ bekistan’da Özbek ve Kırgız liderler, bir araya geliyor­ lar; daha önce M oskova’da Sovyet T ürk halkları dele­ geleri toplanmışlardı; şu farkla ki artık pan/turanizm tar­ tışılm ıyor; tartışılan Türk diaspora’sının siyasal birliği değil, kültürel birliğidir. Açıkça görülen odur ki, ‘Öteki Türkler’ Moskova bas­ kısından çıkar çıkmaz; bir yandan Batı’nm, öbür yandan 262

Şeriatçı D oğu’nun ‘baskısı’na düşüyorlar; oysa onları, ulusal, dem okratik ve laik bir kültür sentezine ulaşabil­ meleri, için destekleyip yüreklendirebilecek iki büyük güç, sscb ile Türkiye Cumhuriyeti olamaz mı? Sovyet Türk cumhuriyetlerinin, Sovyetler Birliği’nden ‘siyasal’ olarak ayrılmayı ‘henüz’ gündeme getirmemiş olmaları; Türkiye’ninse, Sovyetler Birliği’nin dostluğuna lâyık olduğu önemi vermesi; soruna, iki tarafın da ciddi bir kültür so­ runu olarak yaklaşm ası imkânını sağlıyor. Uluslararası Türk Kültür Örgütü kurulm alıdır.

YILDIZIN KARARDIĞI ANLAR... 9 Şubat 1991 H aberi Nilgün Cerrahoğlu R om a’dan geçmiş, en doku­ naklı yeri bence şurasıydı: “... Soğuk bir şubat gecesi, Rom a’da, parti merke­ zinin bulunduğu Botteghe Oscure’de kızıl bayrak indi­ rilip, yerine, yeşil üzerinde bir meşe ağacı bulunan ye­ ni bayrak çekilirken, eski militanların çoğu ağladılar...” ( Cumhuriyet, 5 O cak 1991) Kızıl bayrak dediği, elbette, İtalyan Komünist Partisi’nin (ikp ) de kullandığı orak çekiç ve yıldızlı bayrak; IKP, gevşek dokum alı sosyal dem okrat bir partiye dönü­ şerek, adını D em okratik Sol Parti yapm adı mı; elbette, ‘yarım yüzyılı aşkın bir süre içinde, faşizme karşı direni­ şi’ simgeleyen kızıl bayrak da değişecekti. Çoğum uz orak çekiç ve yıldızı, ‘M oskofluk’ işareti sanır, değildir; aslında III. Enternasyonalin sem bolüy­ dü; bu yüzden de K om intern’e bağlı kom ünist partile­ 263

rinin (bu arada SSCB, Fransız, İtalyan komünist partile­ rinin, hatta TKP’nin) de sembolü oldu; IKP Genel sekre­ teri Achille Occhetto, ondan vazgeçerek ‘günahı çok se­ vabı az’ bir devri kapatmış oluyor. Ne devirdi ama! Siz bakm ayın Fransız yoldaşların söz iKP’den açılın­ ca, dudak bükerek ‘Sirk’ ya da ‘Lunapark’ diye dalga geç­ melerine! Gramsci, Togliatti, Longo ve Berlinguer’in par­ tisi, Batı Avrupa’nın üç büyük kom ünist partisinden en güçlü, en yaygın ve en popüler olanıydı; yalnız M ussolini’nin Fascio’larıyla, H itle r’in G e stap o ’suyla çatış­ m akla kalm am ış; harp ertesinde, -d e G asperi’den baş­ layarak- Hıristiyan D em okratlar’la da, göze göz, dişe diş m ücadele etmiştir. Ne yalan söylemeli, G ram sci’nin M arksizm yorumu, farkına vardığım anda bana Lenin’inkinden daha doğ­ ru, daha beşeri görünm üştü; Palm irio T ogliatti ‘kom ü­ nizmin tek merkezli değil, çok merkezli olabileceğini’ söylediği zam an, can-ü-gönülden desteklem iştim ; Longo’ııun Stalin’ciliğe tepkisi ise, o zamanlar, kulaktan ku­ lağa fısıldanıyordu; sonraları, bunun gerçek olduğunu, iKP’nin başka bir ünlü m ilitanının kalem inden okum a­ yacak mıydım: Longo’yla Togliatti, gece gündüz gibi, birbirine zıttı, ilk ‘Avrupa Komünisti’ kesinlikle Longo’dur. ‘Av­ rupa Komünizmi’nin başlangıç dönemi, ya da iKP’nin Ba­ tılı felsefeye dönüş noktası, onun yönetiminde gerçek­ leştirilmiştir. (...) iKP’ye Genel Sekreter olunca, partiyi aldı ‘Sosyalist Dünya’ içinde ilk özerklik isteğini ileri sür­ meye götürdü. En gözüpek yeniliklerden yana çıkıyor­ du. Sovyetler’in Çekoslovakya’ya askeri müdahalesini, yüksek sesle kınamakla yetinmedi; Dubçek’in iktidar­ da olduğu, partinin muhafazakâr takımmca desteklenen 264

R uslar onun k ararların a karşı çıktığı sırada, kam uoyu önünde ona güç verm ek için Longo, Prag’a g itti.” (Maria-A ntonietta M acciocchi, Deux Mille Ans de Bonhe­ ur, s. 363. Paris, 1983) Berlinguer dönemindeyse, ikp , ‘Akdeniz Enternasyo­ nali’ düşüncesinin, âdeta kalesi olacaktı: ik p , İspanyol Kom ünist Partisi ve M itterand’ın Sosyalist Partisi ile be­ raber, katılım cı, özyönetim ci ve özgürlükçü bir sosya­ lizm platform u oluşturm ak istiyordu. O cchetto’nun bu­ gün ulaştığı yer, o tarihte özgürlükçü İtalyan kom ünist­ lerinin savundukları yer midir, bunu zam an gösterecek; şu anda gördüğüm üz, orak çekiç ve yıldızlı ‘kızıl bayra­ ğın’ Botteghe O scure’de katlanıp, parti arşivine kaldı­ rıldığı! Sosyalizm yeni ufuklara yelken basıyor. (Günahı çok sevabı az bir devir mi demiştim; hâlâ bı­ raktığım ız yerde ‘otlayan’ yoldaşlar için, işlenmiş o gü­ nahların en inanmış militanları bile hangi cehennem kuş­ kularına götürdüğüne, bir de örnek aktarıvereyim : M aria-A ntonietta M acciocchi, kitabında şu m üthiş tespiti de yapmış: 1964 yılı, B atı’nm en büyük iki kom ünist lideri­ nin, hepi topu iki ay içinde, Sovyet toprağında ölmesiy­ le dikkati çekti: Togliatti, bir izci kam pında öldü, T horez ise K aradeniz’deki bir gezi seyahatinde! Listeye, kı­ sa bir hastalığı müteakip aym yıl M oskova’da ölen, Ame­ rikan K om ünist Partisi Genel Sekreteri, Elizabeth Gurleu da ekleniyordu. Ne var ki bu genel sekreterlerin, M os­ kova ile K aradeniz arasında ölüp gitm elerinin ne anla­ m a geldiğini, hiç kimse araştırıp soruşturm adı, hâlâ da araştırıp soruşturm uyor.” [Aynı eser, s. 311])

265

NEYE NİYET, NEYE KISMET? 14 M a rt 1991 O karanlık, meçhullerle dolu, 1920 kışı: Buğulu gümüş semaverlerde ağır çay, m arpucu kehribar saltanatlı n ar­ gileler, kıvırcık siyah astragan kalpak, nagant tabanca! ‘A nadolu H areketi’ içerde ve dışarda, türlü meseley­ le uğraşıyor; ‘Hey’et-i TemsUiye’ namına M ustafa Kemal, kolordu kom utanlıklarına, -ayrıca Rauf, Bekir Sami, Refet ve H alid beylere- 5 Şubat’ta ‘çok acele’ bir şifre telg­ rafı çekecektir; İngiltere’nin K afkasya’daki oyunlarına parm ak basıyor: İtilaf Devletleri (‘Sistem’) Bolşevikler’le T ürklerin arasını Kafkas m illetleri aracılığıyla kesm ek planı­ nı bulmuşlardır. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan bel­ ki de Kuzey K afkasya hüküm etlerinin bağım sızlığını onaylayarak, onları kendilerine çektiler. Şimdi Bolşevikler’le vuruşm alarını olup bittiye getirmek için, onları her yandan kışkırtıp donatm aktadırlar. B undan başka da, doğrudan kuvvet gönderm eye de başlam ışlardır ki, bu kuvvetin etkisiyle hem Bolşevikler’le çarpışm ayı hız­ landırm ak ve hem de Kafkas milletlerinin Türklerle Bolşevikler’in herhangi bir ilişkilerini önlem ek ve denetle­ m ek düşüncesindedirler. Plan büyük bir ciddiyet ve aşı­ rı bir aceleyle uygulanm aktadır. Eğer bu plan başarılır, Kafkas m illetlerinin bize karşı kesin bir sed durum u al­ m alarıyla m em leketim iz kuşatılm ış olursa, artık T ü rk i­ ye için direniş nedenleri tem ellerinden yıkılmış o lu r...” “ ... Dolayısıyla Kafkasya şeddinin yapılmasını, T ü r­ kiye’nin kesin yok edilmesi projesi sayıp, bu şeddi İtilaf Devletlerine (‘Sistem’e) yaptırm am ak için, en son çare­ lere başvurm ak ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze 266

alm ak zorunluğundayız...” (Harp Tarihi Vesikaları Der­

gisi, Belge no: 388) Kuva-yı M illiye A n k ara’sının, ‘çiçeği b u rn u n d ak i’, Sovyet Sosyalist C um huriyetleri ittihadı ile ‘tem as a ra ­ m asının’ stratejik ve hayati m antığı bu olm uştur: ‘Sistem ’in, Türkiye’deki M üdafaa-i H ukuk hareketini ‘boğ­ m ak’ amacıyla, Sovyetler’le Türkiye arasında kurm aya çalıştığı ‘şeddi’ yıkm ak! M ustafa Kem al Paşa hiç vakit kaybetmez! 1920 N isan ’ının son günleri, K ızılordu’nun öncüle­ ri, Bakû’ye giriyorlar; bir ay kadar sonra, D anim arka’da­ ki Fransız Sefiri Paris’e şifreyle çok gizli bir haber geçi­ yor: M ustafa K em al’in M ustafa Efendi adında bir mülâzimi, A zerbaycan üzerinden M osk o v a’ya gönderdiği haber alınmıştır, askeri amaçlı bir gezidir bu; A nkara ile M oskova aralarında tem as kuruyorlar, am a dikkat, İti­ laf Devletleri için tehlikeli olabilir. “A nkara’dan, ‘TBMM’nin M oskova H üküm eti’ne ‘İlk Önerisi’, gerçekten de, 1920 N isan’ı içinde kaleme alın­ mıştır (26 Nisan); bir nüshası K arabekir Kâzım Paşa ta ­ rafından, B ayezit’teki 11. F ırka’ya, o rad an da M ülâzim K âm il ve C elâl efendiler aracılığıyla, N ahçıvan yoluyla B akû’ye iletilir; iki mülâzim, orada Türkiye Ko­ m ünist F ırkası’nın başında M u stafa Suphi’yi b u lu r­ lar, (5 H aziran); onun verdiği m ektup, kitap ve broşür­ lerle dönerken, Şuşa çevresinde eşkıya tarafından öldü­ rülürler. Ö nerinin öteki nüshası, (D anim arka’daki Fransız Sefiri’nin M u sta fa Efendi dediği) M ülâzım İb rah im Efendi tarafından alınır, 8 M ayıs’ta T rabzon’dan Novorossisk’e gitm ek üzere hareket eden ‘kurye’ İbrahim Efendi, ayın yirm isine doğru M oskova’ya varır ve öne­ ri Sovyet Dışişleri H alk Komiseri G.V. Ç içerin’in b ü ro ­ 267

suna ulaştırılmış o lu r ...” (Tiirk/Sovyet İlişkileri, G. Yerasim os, s. 149/150, 1979) Peki, öneriyi m erak etm ediniz mi? T ürkiye/sscB ilişkilerini başlatan üç m addelik öne­ rinin ilk maddesi aynen şöyledir: “Emperyalist hükümetlere karşı harekâtı ve bunla­ rın egemenliği ve hükmü altında bulunan, ezilen insan­ ların kurtuluşu amacını güden Bolşevik Ruslar’la çalış­ ma ve hareket birliğini kabul ediyoruz...” O günlerden bugüne, nice yaz geçti, nice kış! 1991 ilkbaharı, SSCB başkentlerinde bağımsızlık rüzgârları esi­ yor; ‘Sistemde uzlaşmış! M oskova, ‘Sistemde ‘kaynaşmış’ A nkara’nın Başkam ’nı Krem lin’de ağırlıyor; aralarında ne konuştular dersiniz: ‘M azlum Milletlerin Kurtuluşu’nu mu; yoksa karşılıklı ticaretin genişletilmesi, para, piya­ sa, Sil gülüm ver gülüm ’ fırıldaklarını mı? D ünya tuhaf!

SOSYALİZM TÜKENMEZ! 4 Nisan 1991 Miss Higgins’in sosyalistliğinde, gizli bir ‘Fabian’cılık’ ol­ duğunu, sonradan fark etmiştim (Bkz. Hangi Sol); zaten ‘Fabian Sosyalizmi’ne, bu arada Sidney Webbs, Morgan Philipps vb.’ne merakım da buradan kaynaklandı. Lenin, bunları sevmez; (Hoş, kendi ‘sosyalizminden’ başka, han­ gisini severdi ki?) fena karalam ıştır, derm iş ki: “Fabian Sosyalizmi, oportünizm ile liberal emek politikasının eksiksiz bir ifadesidir” (Rosenthal/Y udin, Materyalist Felsefe SÖzliiğii, s. 425, 1972). Yalnız onları mı, ‘bilim­ 268

sel’ M arksist/Leninistler, Jules Guesde gibi sendikacıla­ rın, Jean Jaures gibi ‘m ütefekkirlerin’ geliştirdikleri, Fransız Sosyalizmi’ne de karşı çıkm ışlardır; ayrıca her­ kes II. ve IV. Entemasyonal’lara nasıl yüklendiklerini, ele güne karşı onları nasıl çam ura buladıklarını bilir. D ikkat ettiniz mi, bir çırpıda kaç ‘sosyalizm’ saydık? Sosyalizmin ‘iflasını’ ilân edenler, acaba bu önemli ger­ çeği atlam ıyorlar mı? Marksizm, ‘bizatihi’ sosyalizm de­ ğildir; hiç olmadı; belki de, uzun sosyalizm tarihinin, 19. yy’a m ahsus bir sentezi diye alınabilir, Marksizm/Leninizm derseniz, onun Lenin tarafından Çarlık Rusyası şart­ larına uyarlanm asıdır; aslında, uygulam a düzeyinde ‘if­ las eden’ de budur; budur ya, bu ‘iflas’ öteki sosyalistlerce, yıllardan beri zaten açıklanm ıyor m uydu? Bu dediklerim i, sinek pislem edik bir yere yazm alı­ sınız! Miss Higgins, Abdulla sigaraları içer, iri erkek elle­ riyle, üstüne başına dökülen küllerini silkeleyip, ‘Ütopyacı Sosyalistlerin bile, ‘bilimsel’ M arksizm ’in oluşum un­ da, en büyük katkısı olduğunu söylerdi: “ ... T hom as M o re ’u nasıl yok sayarsınız? Z orunlu iş, eşit mal dağılımı ve ortaklaşa m ülkiyet fikrini, o rta ­ ya ilk atan odur; buna benzer toplum sal projeksiyonla­ ra, H o u sk a’da, M ünzer’de, C am penalla’da da rastlanı­ yor; hakiki bir sosyalist, bu değerli ‘m üktesebatı’ red­ dedem ez!” FKP’deki fikir adamları, doğrusu reddetmiyorlardı, yanılmıyorsam Georges Politzer, ‘bilimsel’ ‘Marksizm’i şu üç kökene bağlamıştır: İngiliz Ekonomi Politiği, Al­ man Klasik Felsefesi ve ‘Ütopyacı’ Sosyalizm! Demek ki, Marksizm öncesi sosyalizm tarihini doğru dürüst bilme­ yen birisi, Gorbaçof ‘yoldaş’ın yapmak istediklerini, hak­ kıyla değerlendiremez! Ulusal demokratik ‘burjuva’ dev269

rim leri, A vrupa’yı çalkalarken, M arksizm henüz ufuk­ ta yoktur am a, Fransa’da M elier ve Babeuf, İngiltere’de Lileburn ve W instanley vardır; üstelik, iş o kadarla da kalm ayacak, çelişkiler keskinleştikçe çok daha önemli ‘sosyalist’ mütefekkirler gelecektir: Fransa’da Saint-Simon ve Fourrier, İngiltere’de Owen! O yıllarda, (yani 1950’liler mi?) FKP’nin gözde ide­ ologu Roger G araudy, yönettiği derginin (La Nouvelle C ritique) toplantılarında, sık sık, M arksizm ’in asıl önem­ li ‘katkısının’, tarihten gelen sosyalizm fikrini, üretim güç­ lerinin gelişmesiyle irtibatlandırm ası, itici güç olarak da ona ‘işçi sınıfı’nı katm ası olduğunu belirtirdi; çoğunuz belki de şaşırmıştır, demek İngiltere ve Almanya’daki acı­ masız sanayileşme, ‘zincirlerinden başka kaybedecek şe­ yi olm ayan’ yoksul bir proletarya yaratm asaydı, sosya­ lizm fikriyle işçi sınıfı arasındaki bağlantı, Allah bilir ku­ rulam ayacaktı. Bu ne dem ektir bilir misiniz? Söz burada elbet, şu yeni ve ünlü itiraza bağlanıyor: ‘O tom asyon, işçi sınıfını sayısal olarak azaltm aktadır, ayrıca vasfını değiştirip, onu hizmetli yapıyor; işçi sını­ fı olm ayınca, hangi sosyalizmi savunacaksınız?’ Fikir olarak eğer sosyalizm, işçi sınıfından çok önce doğm uşsa; o ortadan kalkarsa da, varlığını elbette sür­ dürecektir; kaldı ki, işçi sınıfının vasıf değiştirmesi, onun ve tarihsel işlevinin ortad an kalkacağını kanıtlam ıyor: ‘Bizzat’ burjuvazinin varlığı, son iki yüzyıl içindeki de­ ğişmesi ve gelişmesi, bu düşünceyi doğrulam aktadır. Bi­ lirsiniz, hızlı sosyalistler, burjuvazinin defterlerini, d a­ ha geçen yüzyılda dürm üşlerdi; yanılmışlardı ama, bur­ juvazi kendini yenilemesini ve değişen koşullara uym a­ sını başardı, 20. yy sonlarına doğru, hâlâ borusunu öttürebiliyor; iyi de, ona tarihin tanıdığı bir değişme ve ye­ 270

nileşme gücünü, proletaryaya niçin tanım ayacakm ışız, lütfen söyler misiniz? Kim ne derse desin, ‘Sistem’in dayattığı en olum suz koşullarda bile, sosyalizm , yeni ve geçerli çözüm ler üretecek güçtedir, sosyalizm tükenm ez; M arksizm /Leninizm, Sosyalizm’in ‘ilk sözü’ değildi, ‘son sözü de’ ol­ mayacaktır.

“DEMOKRASİNİN EKONOMİK YÖNÜ, SOSYALİZMDİR” 27 N isan 1991 Cemil Sait Barlas, İsm et Paşa, CHP’sinin ‘sosyalisti’ sa­ yılırdı; kelebek kravatlı bir zat, gazeteciliğe de m erak­ lı: Pazar Postası diye haftalık bir dergi yayımlıyor; ara sıra, o dergide yazılarım çıkmıyor mu, komünist bir dos­ tum beni iyice ‘fırçaladı’: ‘M arksist’ geçinen bir yazar, ‘Fabiancı’ o adam ın dergisinde, ne arıyorm uş? Cemil Sait gerçekten ‘Fabiancı’ mıydı, bilm iyorum ; fakat ‘Fabiancılık’ (‘Fabian Sosyalizm i’) savaş ertesi kom ünist hareketi içinde, hinliğe çeyrek kala bir sapm a sayılmıştır. M iss H iggins’den, Sidney W ebb’den söz et­ miştim ya (‘Sosyalizm Türenm ez’, 4 Nisan 1991); buğ­ day başağı bir üniversiteli genç kız, m erak etmiş sordu: “— Fabian sosyalizm ini hangi k itap tan okum alıyım ?” Dondum kaldım, onca ‘sosyalist’ yayınevimizden, yanıl­ m ıyorsam hiçbirisi, Fabiancılık’la ilgilenmemiştir. Çaresiz, Bilgi Yayınevi’nde ‘danışm an’ iken, yayım ­ lanm asında yardım cı olduğum, kitabı söylüyorum: Sos­

yalist Siyasal Düşünüş Tarihi. 271

Emre K ongar, demiş ki: geliştirilmesine Sidney W ebb’in pek çok katkıda bulunduğu Fabian sosyalizmi, M arks’dan şu ya da bu ölçüde etkilenmemiş, tek modern sosyalizm akım ıdır.” Nasıl olmasın ki, bunlar ‘devrim ’ düşüncesini redde­ diyorlar; W ebb’e göre, zam anlarının gerisinde kal­ m adan, toplum u inceleyenlerin hepsi, bu arada bireyci­ ler kad ar sosyalistler de, önemli organik değişmelerin, ancak: 1. D em okratik ve dolayısıyla insanların çoğun­ luğu tarafından kabul edilebilir ve herkesin kafasında ha­ zırlığı yapılmış, 2. Tedrici ve dolayısıyla gelişme oranı ne kadar hızlı olursa olsun, karışıklığa yol açmayan, 3. H al­ kın büyük kütlesinin ‘ahlâksız’ diye görmediği ve dola­ yısıyla m aneviyatını bozm ayan, 4. H iç olm azsa bu ül­ kede (İngiltere) anayasal ve barışçı yoldan olabileceğini anlam ışlardır.” (Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, Cilt 1, s. 464, 1976) W ebb’in, -genellikle Fabian’cıların- niye böyle düşün­ düklerini, Miss Higgins, (otelin koridorunda Çince ko­ nuşm alar, plakta Edith Piaf, orada café crème kokusu) siyah tayyörünün om zuna dökülmüş kepekleri silkeleye­ rek, şöyle savunurdu: “— ... W ebb, sosyalizmi, klasik dem okrasinin son aşam ası diye alıyor; bireysel özgür­ lük güvencesinin, ekonom ik boyutta da gerçekleşmesi! ‘Tepeden inm e’ sosyalizmler, önce bireysel özgürlükleri yok ettiler, totaliterliktir b u !” Sonradan W ebb’in bu düşünceyi, Sosyalizmin Tarih­ sel Temeli'nde şöyle açıkladığını okuyacaktım : “ ... demokrasinin kaçınılmaz sonucunun, halkın yal­ nızca siyasal örgütlenmesini değil; fakat bu yolla, aym za­ m anda, servet üretim inin başlıca araçlarını da, kendile­ rinin denetlemesi; örgütlenm iş işbirliğinin, yavaş yavaş, rekabetçi mücadelenin doğurduğu ‘anarşi’nin yerine geç­ 272

mesi; ve sonunda, John Stuart M ill’in deyişiyle, ‘endüst­ ri araçlarına sahip olanların, hasılattan alabildikleri m u­ azzam pay’m, bu tek olanaklı yoldan geri alınabilmesi hak­ kında, her gün biraz daha artan bir fikir birliği m eyda­ na gelmektedir. Dem okratik idealin ekonom ik yönü, as­ lında sosyalizmin kendisidir”. (Aynı eser, Cilt I, s. 461) Buğday başağı üniversiteli genç kızı, fakültesine uğur­ ladım. Eve dönerken, kendi kendim e gülüyorum : ‘Sos­ yalizm b attı’ diyenler, birer köstebek, olayı görm üyor­ lar: N asıl, H ıristiyan D em okrat bir P arti’nin, ülkeyi kötü yönetip iktidardan düşmesi, Hıristiyanlığın sonu de­ mek değilse; aynen onun gibi, Sosyalizm’in, Marksist/Leninis uygulam asının, birkaç ülkede ‘çuvallam ış’ olm a­ sı da, Sosyalizm’in sonu demek değildir. Zam an bunu el­ bette gösterecektir. Webb de öyle dememiş mi: “ ... siyasal yönetimde de­ m okrasi egemen olm aya devam ettikçe, şurda burda kı­ sa süren krallıklar ya da rom antik diktatörlükler o rta ­ ya koym uş, dem okrasiden sapm alara ya da m aceracı­ lıklara rağmen, sosyalizmin, demokrasinin ekonomik yü­ zü olacağı kesin bir güvenle tahm in edilebilir.” (Aynı eser, Cilt 1, s. 487) Bu kadardır ol hikâyet!

‘DİKTA’ NEREDE BAŞLAR! 25 M ayıs 1991 Şimdi, neden bu sonbahar hüznü, yağm urlardan mı? Nasıl yağm urlar bunlar, gizli gizli nerelerde hazırla­ nıyor, nasıl ansızın bastırıp, tatlı bir yalanmış gibi, kaş­ 273

la göz arasında, sırra kadem basıyorlar? Bir sabah yü­ rüyüşünde, üç ayrı semt, sanki üç ayrı mevsim: Islanmış, düşünceli güvercinler; vitrinlerde upuzun damlalar, yor­ gun otobüslerde, uzak bir eylül dalgınlığı! Bir saçağın altına sığınmış, sağanağın geçmesini bek­ liyorum; içimde bir kitap uğuldııyor, hanidir okunm a sı­ rasını bekliyordu, şöyle elime alacak oldum , bırakabi­ lirsen bırak! Hèlène Carrère d’Encausse’un kitabı, Le Po­ uvoir Confisqué / El Konulmuş İktidar; yazarı, Sorbonne’da SSCB Tarihi okutuyor, daha önceki eseri L’Empire Eclaté / Dağılmış İmparatorluk, yayımlandığı zaman, dehşetli ilgi uyandırmıştı; doğrusu ya, bu eseri de ötekin­ den aşağı kalır değil. Sovyetler’de, Ekim Devrimi nasıl halktan kopm uş, tartıştığı o! Çoğu kom ünist bilmez, bilenler de söylemez: Lenin, devrimin hemen ertesinde, ‘Kurucu Meclis’ seçimine git­ mişti, umduğu sonucu alamadı: 707 sandalyeden, Bolşevikler ancak 175’ini elde edebildiler; 410 sandalye SR’lerin oldu; SR’ler, yâni Sosyalist Devrimciler; tabanı Halk­ çı (Narodnik) kafası Marksist bir parti; Rus halkını, özel­ likle de m ujiklerin güvenini kazanm ış, çoğunluğu sağ­ lıyor! Lenin’e düşen nedir, ‘dem okrat’ olarak ‘halk iradesi­ ne boyun eğip, sosyalist bir koalisyona gitm ek’ mi? H a­ yır, öyle yapmaz, önce 40 kadar SR’yi partisine ‘transfer eder’, bakar ki çoğunluk hâlâ onlardadır, ‘Kurucu Meclis’i dağıtır; gerekçesi de m üthiştir ha, ‘halk, toplumca yaşanılan değişikliklerin bilincine varamamış, siyasal dü­ zeyde geri kalmış, onun için de yaptığı seçimin değeri yok­ muş’, evet! Yoksa, şu satırları yazdığı zam an Hèlène Carrère d’Encausse, o yüzden mi haklıdır? 274

Lenin, ‘b ü tü n iktidar SovyetlerV (yâni, halk m eclislerine) dediği zam an, halk şû ralarına inancım açıklamış olm uyordu, Rusya’daki fiili durum u saptamış oluyordu. 1917 ilkbaharında devrim, gerçek bir halk ik­ tidarının ifadesi olarak, Sovyetler’de (halk m eclislerin­ de) gerçekleşmekte ve gelişmekteydi. Lenin, bunun far­ kına vardığı için, Sovyetler’i iktidarı ele geçirmek am a­ cıyla ‘kullanm ayı’ kararlaştırdı, bunun için de, Bolşeviklerin Sovyetler’e sızmasını sağladı. Devrimci bir aygıt di­ ye tasarladığı Parti’si, Sovyetler’in hizmetine asla girme­ di; tam tersine, onları ele geçirmeye, Bolşevikliğin zafe­ rini sağlam aya yarayacak araçlar haline getirmeye ça­ lıştı” . (Le Pouvoir Confisqué, s. 23., 1980) İlâhi, bu kadarla kalsa, yine iyi! M ihayil Voslenskiy, La Nomenklatura'da, Sovyet Devrimi’nin ‘yozlaşmasında’, Lenin’in Bolşevik Partisi’ni, ‘profesyonel devrim cilere’ bırakm asının etkili olduğu­ nu yazmıştır; bir kere iktidara geçtiler mi, bu ‘profesyo­ neller’, gelecekteki ‘bürokrasi diktasının’ ana unsurla­ rım oluşturuyorlar: İktidar, işçi sınıfının değil, onların oluyor. Hèlène C arrère d ’Encausse, buna, üstünde ciddiyet­ le durulması gereken başka bir faktör daha eklemiş, Le­ nin tarafından ‘gizli polis’in örgütlenmesi! M arks şöy­ le demiştir, ‘H alk iktidarının en esaslı şartı, baskı organ­ larının (polis ve ordu) kesinlikle halkın denetim inde ol­ m asıdır’; Hèlène C arrère d ’Encausse, şunları söylüyor: “ ... Oysa Lenin, tam da iktidara geçeceği sıralarda, devrim tasarısını gerçekleştirecek küçük hücrenin (Dev­ rimci Askeri Komite) içinde, bir polis gücü kuruyor; bu baskı örgütünü oluşturm akla da, eski kavga arkadaşı D zerjinskiy’i görevlendiriyor... ” “ ... Lenin, devrimi savunma görevinin; toplum un dı­ 275

şındaki, uzmanlaşmış bir örgüte ait olduğunu düşünmek­ le; devrimi, toplum un dışındaki bir devlet içinde, güçlen­ dirm ek yolunu seçmiş o lu y o rd u ...” (Aynı eser, s. 24) Buradan bakıldı mı, ‘to taliter’ bir ‘m erkeziyetçi bü­ rokrasi diktası’, kaç adım lık yerdedir dersiniz? Çok yakındı, çok!

SOSYALİZMİN ‘EVRENSEL MODELİ’ YOKTUR 28 M ayıs 1991 Akşam üstü beklenm edik bir telefon; hattın öteki ucun­ dan, M ehmet-Ali Aybar soruyor: “21 M ayıs tarihli Le Monde'u gördün m ü?” Tesadüf görmemişim, M u t­ laka görmelisin,” diyor, “ ... Sovyet/Çin ortak bildirisi ya­ yım lanm ış, bak neler diyorlar!” Aybar, ilginç bulduğu yerleri, Türkçeye çevirmişti, ta ­ kır takır okudu arkasından, bir kahkaha, dedi ki: “— Biz bunları, otuz yıl önce söylemedik m i?” Elhak, söylemiştir; söylediği için, aleyhinde çevrilme­ dik fırıldak kalm am ıştır; karınca kararınca, ben de söy­ lemeye gayret etm iştim , şimdi hatırlıyorum d a... (Eskiden Beyazıt M eydanı, bayağı güzeldi. Biz, çeşit­ li fakültelerden, bir avuç ‘solcu genç’, cam iin k anatla­ rına sığınmış, ulu ağaçların altındaki Küllük kahvesi’ni ‘mekân edinm iştik’: Ben, Enver, Ziya, Nevzat, Akça vb. Yaz öğleleri, demli çay ince belli bardaklarda, tavşan ka­ nı dinlenir; yaprakların arasından, su yeşili bir aydınlık, üzerimize süzülürdü. Paris’e gitmiş gelmişliğim yok mu, sosyalizmin bazı sorunlarına, başka türlü yaklaşıyorum; bu da aram ızda, tartışm a konusu oluyor. 276

D iyorum ki, m eselâ, dem okratik devrim in beşiği Fransa’dır, halkın egemenliği fikri, o rad a büyüyüp ser­ pildi; dem okrasi, bir yönetim tü rü olarak , asıl Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’ya daha sonra dünyaya ya­ yıldı; yalnız d ik k at isterim , hiçbir ülkede çoğulcu p a r­ lam enter rejim - ‘dem okrasi’- Fransa’daki ‘m odeli’ ay­ nen uygulam am ıştır, ne kadar dem okrasi varsa, âdeta o kadar dem okrasi modeli vardır; temel aynı, fakat uy­ gulam a, her ülkenin kendine özgü koşullarına göre de­ ğişiyor. Kıssadan çıkardığım ‘hisse’ de şu: III. Enternasyonal [aslında Stalin], niye sosyalizm uygulam asında, Sovyet ‘m odelini’ herkese dayatıyor? İlkeler korunur, yönetim aynı kalır am a, sosyalizmi her ülkenin kendi koşulları içinde algılayıp uygulaması, daha akla yakın olmaz mı? O kadarını söylem iyordum, bence yalnız akla yakın de­ ğildi, kaçınılmazdı. Yugoslavya örneğini veriyordum, Çin ve Küba onu izleyecekti; işin ilginç yanı, kendi ‘m odel­ lerini’ geliştiren sosyalist ülkeler, sosyalizmi, SSCB işga­ liyle benimsemiş olmayıp; bilekleri hakkına, kendi devrimleriyle kurm aya çabalayanlardı; ayrıca, bu da bana, anlam lı görünüyor.) M oskova ile Pekin’in ortak bildirisi, bu perspektif­ ten bakınca, son derece önemli. çkp Genel Sekreteri, Jiang Zemin, kalktı M oskova’ya gitti, Sovyetler Birliği kp Genel Sekreteri Mihail Gorbaçof’la buluştu; aralarında konuşup anlaştılar, yayım la­ dıkları ortak bildiride; iki büyük sosyalist ülke, aşağıda­ ki noktalarda ‘m utabık kalm ışlar’, onu açıklıyorlar: “ 1. Sosyalizmin içerdiği potansiyeli geliştirebilmek için, zorunlu reformları harekete geçirmekte örnek alı­ nabilecek, hiçbir evrensel model yoktur. 2. Her ülkenin kendi sosyal, ekonomik ve ideolojik 277

modeli vardır; bunların geliştirilmesi yolları, o ülkenin kendisine özgü koşullarına bağlıdır. 3. Halklar, kendi işleri hakkında, kendi başlarına ka­ rar almak hakkına sahiptirler; bazı görüş ve yöntem farklılıklarının çıkması olağandır; ve bu, ikili ilişkilerin normal gelişmesine engel teşkil etmez!” ( L e M o n d e , 21 M ayıs 1991) İşte bu kadar, sen sağ ben selâmet! Aklın yolu elbet­ te bir am a, Colom be’un yum urtası kad ar açık ve mey­ danda olan bir gerçeği, Sovyet ve Çin kom ünistlerinin, bunca kan, ateş ve ölüm pahasına, bu k ad ar geç idrak edebilmelerinin sebebi nedir? Siz m erak etmez misiniz? Doğrusu ben ederim: Acaba Rusya’nın ve Çin’in, ‘büyük devlet’ egoistliği mi yoksa henüz sanayileşmemiş -yani proletaryası doğru dürüst oluşm am ış- üstelik yarı feodal ‘doğulu’ to p lum larda,bir endüstri sonrası projeksiyonu olan Marksizm’i, uygulamaya kalkışmaları mı? Belki iki­ si de! Tartışm a kapısı açık, zaten hiç kapanm am alı!

278

Rusya'ya Doğru Bakmak

RUSYA’DA NELER OLUYOR? 3 H aziran 1991 (Allah aşkına, R usya’da neler oluyor? Güngörm üş geçirmiş, T aşkent’ti şoför, H oca Ekber; Güneş’in M oskova M uhabiri Şener Levent’e, kelimesi kelimesine şunları söylemiş: — ben Stalin’i seviyorum. Şimdi Stalin olacak­ tı da görecektin: Bakalım Azeriler ve Ermeniler böyle ka­ pışır mıydı? Bunu bastırm ak için, bir saatçik yeterdi Stalin’e, yalnızca bir saatçik! O torite vardı o zam an, otori­ te; şimdi otorite mi kaldı? Anarşi ve kargaşadan başka bir şey yok m em lekette!” [Güneş, 29 Temmuz 1991] Tek başına Ö zbek şoförün söyledikleri bile, iki şeyi açık seçik gözler önüne koyuyor: Bir, endüstrileşmemiş, yarı/feodal bir toplum da sosyalizmin, bırakın yöntem i­ ne uygun olarak gerçekleşmesini; doğru dürüst a n la ş ıl­ mayacağını; iki, ‘yoldaş’ G orbaçof’un kalkıştığı ‘yeni­ den yapılanm a’ (perestroika) işinin, ne kadar zor bir iş olduğunu! Feodal bir kafaya (üstyapıya), Stalin’ci to ta ­ literlik, her zam an elverişli görünecektir; ‘dem okrasi’nin öteki adı, onların ağzında ‘anarşi ve kargaşa’! Liberal bir ‘kafaya’ ise G orbaçof’un her atılımı, sosyalizmin ‘çökü­ şü ’ anlam ına geliyor. 281

Bana sorarsanız, her ikisi de yanlış!) SSCB K om ünist Partisi M erkez K om itesi’nin, geçen­ lerde yapılan son toplantısında, beklenen fırtına kopm a­ dı; bir iddiaya göre, Stalin/B rejnef çizgisinin ‘tutucula­ rı’, harekete geçmek için 29. Kongre’yi beklemekteymiş! Elbette, uçsuz bucaksız SSCB top rak ların d a, T aşkent’li şoför gibi düşünenlerin az olm adığını biliyorlar. H er şeye rağm en, G orbaçof ve takım ının yapmaya çalıştığı, K om ünist Partisi’ni ‘ik tid ard a’, öteki cum hu­ riyetleri ‘sscB’de tu tarak , ülkeyi dem okrat bir sosyaliz­ min rayına oturtmak! Çünkü, Komite toplantısından son­ ra ‘yoldaş’ A leksandr C asahof’un dediği gibi, “geçmiş­ te devrimcilik romantizmiyle kabul edilmiş program lar, gerçeklerin sınavından geçememiştir” ; onun için G orba­ çof ‘geleneksel Sovyet K om ünizm i’nin stratejik yenilgi­ ye uğradığını’ ilan ederek, P arti’nin yeni hedeflerini açıklıyor: “ Sosyalizm /D em okrasi/İlericilik!” Bu sosyal dem okratlık mıdır? Öyle de olsa, şaşılmaz; çünkü sonradan Sovyet K om ünist Partisi adını alacak olan Bolşevikler, zaten ü . Enternasyonal üyesi Rus Sosyaldem okrat Partisi’nin bir hizbiydi; öteki hizipse, şim­ di M erkez Komitesi’nin handiyse fikirlerini savunduğu, M enşevikler (M enşitsvo). Tuhaftır am a, Plekhanof’un, A kselrod’un, M a rto f’un, öteki arkadaşlarının; G orbaçof’un yeni önerilerini gözü kapalı imzalayabileceklerirji sanıyorum . P arti’nin, ‘m ünhasıran’ işçi sınıfının par­ tisi olm aktan çıkarılm asına gelince, tatavaya hiç gerek yok; sosyalizm tarihini ve gelişmesini bilenler, M arks ile Engels’in işçi sınıfına tanıdığı bu ‘tekeli’; Kautsky’nin ‘ay­ dınları’, Lenin’in ‘köylüleri’ katarak hanidir yıkmış ol­ duklarını, elbette bir yerlerde okum uşlardır. H em canım , otom asyonun böylesine yaygınlaştığı, köyle bir uzay teknolojisi çağında, sosyalizmi yalnız iş­ 282

çi sınıfının değil de bütün çalışanların doktrini say­ mak; am açtan uzaklaşm ak mıdır, yoksa gerçeğe yaklaş­ m ak mı, hele düşünün! Hep söylemiyor muyum: R usya’da iflas eden Leni­ nizm ’dir, yani M arksizm ’in ‘to ta liter’ ve ‘Bolşevik’ yo­ rum u; sosyalizm değil; dem okrasinin ne kadar türü var­ sa, sosyalizmin de o kadar türü var, Leninizm en kötüsüydü. Siyasi baskının kaldırılmış olm ası, elbette, her kafa­ dan başka bir ses çıkm asına yol açacaktır; bu da, hatta başka partilerin kurulm ası da, sosyalizmin dem okratik yorum una ters düşmez, tam tersine yöntem in gereğidir. Kaldı ki, bu ‘kargaşa’ kimseyi yanıltmasın: SSCB hâlâ uzay teknolojisine sahip, iki büyük ‘devden’ biridir; savunma gücü ürkütücü düzeyde, ekonomik kapasitesi akıllara zi­ yan! Sorunu, totaliterliğin, toplum u ve ekonomiyi içine soktuğu ‘çıkm azdan’, çekip çıkarabilm ek! Bunu, demokrasiyle barışık bir sosyalizm, niye yapamasınmış?

İŞİN ‘EVVELİYATI’VAR! 6 Ağustos 1991 (Kış geceleri, soğuk soğuk soğuk! Buğulu camlardan, ayın gümüşlediği karanlık bulutların, Paris’in üstünden aktı­ ğı görülüyor; Sébastopol B ulvarı’ndaki kötü otelim de, m usluklar açıldıkça bozuk su tesisatı gizli gizli inler; ben bilinmez hangi hüzünlerle, düşünür dururdum : “— Sovyetler Birliği’nde ‘proletarya diktatörlüğü’ fik­ rini, Hèlène C arrère d’Encausse’un sonradan yazdığı gi­ 283

bi, proletaryanın hatta bütün toplum un ‘üzerindeki’ bir diktatörlüğe dönüştüren acaba neydi? Lenin’in, Marks’ı ve Engels’i yanlış yorum lam ış olması mı? Yoksa, hükü­ m et darbesiyle iktidarı ele geçirmiş, aslında ‘azınlıkta­ ki’ Bolşevikler’in, iktidarlarını sürdürebilm ek için, ‘can havliyle’ sarıldıkları, ‘p ratik ’ bir form ül m ü?” G aliba, her ikisi de!) Kari Kautsky, Marks’ın ‘proletarya diktatörlüğü’ de­ yimini bir rejimi değil, sosyal bir durum u anlatm ak için kullandığını; Bolşeviklerin bunu istismar ettiğini yazmış­ tır. (Sosyalizm Asıl Şimdi, s. 141, ikinci basım, 1991) Yal­ nız o m u, benzer şeyleri bütün Menşevikler, sosyal de­ m okratlar, hatta ‘işçi m uhalefeti’ söyledi. Paris’teki tar­ tışmalarımızda, (şekerli sıcak Rom, Gauloise sigarası, vs.) Fabian sosyalisti Miss Higgins’in neler söylediğini, Han­ gi Sol'da aktarm ıştım : Marks, proletarya diktası kavramını, burjuva diktası kavramının, karşıtı olarak düşünüyor. Kapitalist düzende bir parlamento, çeşitli partiler ve seçim meka­ nizması vardır ama, düzen bütünüyle burjuvaziye çalı­ şır; proletarya diktası bunun tersi olacak, yoksa bildiği­ miz dikta değil: proletarya düzene hâkim olduktan son­ ra da, eski düzenin artıkları, hatta yeni düzenin geliş­ mesi sırasında da şehir/köy çelişkisi gibi çelişkiler ol­ mayacak mı, bu çelişkilere de söz hakkı verilecek! Ay­ rıca planlama niye çeşitli politik ekipler tarafından ha­ zırlanıp halkoyuna sunulmak suretiyle kabul edilmesin? Kim çok oy alırsa, o planını uygular, ötekiler de muha­ lefete g eçer...” (Hangi Sol, s. 70/71, üçüncü basım, 1976) Bunlar daha Stalin’in sağlığında konuşuluyor. Sosya­ lizm, ya da komünizm denildi mi, sadece Rusya’daki ‘to­ taliter’ düzeni anlayanlar, öteki ve gerçek sosyalistlerin 284

haklarını yemiyorlar mı? G orbaçof ve takımı, gökten zembille inmedi ya, bu işin ‘evveliyatı’ var; SSCB, yalnız* ‘sağından’ değil, ‘solundan’ da ciddi şekilde eleştirilmiş­ ti; sözgelişi, F rankfurt Filozofları tarafından... H erb ert M arcuse, bildiğiniz gibi bunların en ü n lü ­ lerinden biri; öbürleri A dorno, H orkheim er, Reich vs. ilginç filozoflardır, M arksizm ’le F reud’culuğun arasını bulm aya çalışırlar. M arcuse, daha o yıllarda M a rk ­ sizm ’in kendisiyle Sovyet M ark sizm i’ni b irbirinden ayırmış; hatta ikisini karşı karşıya koym uştur; diyor ki mesela: sosyalist toplum , bir özgür insanlar ortaklığıdır; üretim güçleri, ortaklık düzeninde çalışan üreticilerin el­ lerindedir. Üretim, üreticilerin özgür ve eşit ortaklığı esa­ sına göre d ü z e n le n ir...” “ ... ortaklık düzenindeki em ekçilerin dışında ve üs­ tünde, zor kullanacak hiçbir devlet organı olm ayacak­ tır; çünkü emekçilerin kendileri sosyalist devlet olacak­ tır.” (Sovyet Marksizmi, s. 27/2 8 , M ay Yayınları, ta ­ rihsiz) D aha da çarpıcı olan, daha 30’lu yıllarda ‘b ü ro k ra ­ si diktası’na karşı çıkmış olan Troçkistler’in de, dem ok­ ratik ‘çoğulcu’ çizgiye gelmeleri: IV. Entem asyonal’ın en büyük isim lerinden Ernest M andel diyor ki: “ ... özyönetim e dayalı sosyalist dem okratik planla­ m ada, sınırlı kaynakların dağıtım ına, ilgili üretici/tüke­ tici vatandaşların tüm ü, dem okratik bir biçim de k arar verir. G erçekten çoğulcu ve çok partili, her tü r özgür­ lüğün sonuna kad ar kullanıldığı bir sistem içinde, çeşit­ li tutarlı alternatifler arasından seçim y ap arlar...” (Cum­ huriyet, 30 H aziran 1991) Demek ki neymiş? Sosyalizm battı filan diye, anlar an­ lam az, atıp tutm ayacaksın, tam am mı? Adam çarpılır! 285

‘BAŞKATÜRLÜ DÜŞÜNMEK!’ 20 Ağustos 1991 (Ünlü düşünür Sir Kari Popper, Sovyetler’deki değişme­ lerle ilgili olarak 20 M ayıs 1991’de demiş ki: “— ... beğenin veya beğenmeyin, ‘eski şeyler’ yerli yerindedir ve bir fiskeyle değiştirilemezler. R usya’nın ilk adim larm ı atabilinceye kadar, en azından elli veya da­ ha fazla sene geçmesi gerektiğini akla yakın buluyorum .” [Forum, Ağustos 1991] Adamı haksız sayabilir misiniz? Hele şu son olaylar­ dan sonra?) ‘T o taliter’ Leninizm , sosyalistlik idealinin içerdiği özyönetim ci ve katılım cı ‘sivil y önetim ’ yerine; birey­ leri handiyse tek tek denetim altında tu ta n , yaygın ve acım asız bir ‘siyasi to p lu m ’ oluşturm uştur. Bolşevikler, aslında iki düzeyde ‘azın lık ’tılar: H alk Şûraları’nda (Sovyetler) ve devrim den sonraki ilk ‘Kurucu M eclis’te. Lenin, Sovyetler’in işine geldiği gibi kul­ lanm ış, ‘K urucu M eclis’i -h a lk , devrim i anlam adı ge­ rekçesiyle- dağıtm ıştır. İktidarın, gidiş geliş, Parti/Büro k ra si/O rd u tro ik a ’sının eline geçeceğine şüphe mi vardı? Yarı/feodal to p lu m la rd a, tarihsel blokların kalkış­ tığı devrimler, ister dem okratik ister sosyalist etiketli ol­ sun, m utlaka m erkeziyetçi bürokrasi d iktalarına yoz­ laşıyor; buysa, ‘sistem ’i ayakta tu tan oligarşiye hesap­ sız ‘a v a n ta ’, oligarşinin ezdiği halk yığınlarına ise, yı­ ğınla külfet demektir; tepkiler, inanılmaz bir siyasal bas­ kıyla susturulur; ‘resm i’ propaganda, yurtiçinde ve dı­ şında, tam bir yeryüzü cenneti tab lo su çizedursun; ‘to ta liter’ toplum bunaltıcı bir yeknesaklığa ve akıl al­ 286

m az bir çaresizliğe düşer: Kruşçef parantezini saym a­ yınız, Stalin’den B rejnef’e Sovyetler bu çarkın içinden geçmiştir. Hèlène C arrère d ’Encausse, Sovyet iktidar ve yöne­ tim felsefesini didik didik ettiği o ilginç kitabında, d u ­ rum u şöyle saptam ış: kurulduğundan bu yana, her yerde hazır ve nâzır Sovyet devleti; toplum içindeki özel konum unun, özel çıkarlarının bilincinde, bu yüzden de iktidara alternatif olabilecek farklı grupların oluşm asını başarıyla engel­ lemiştir. Sovyet siyasal kültürü, Parti’nin kriterlerine gö­ re kurulu bir alt/üst (hiyerarşi) ilişkisi içinde, tam bir en­ tegrasyona (birlik ve beraberlik) yöneliktir, farklılaşm a­ ya değil!..” “ ... buna rağm en, son yirmi yılda, toplum da farklı­ lıklar belirmekte, belirtiler çoğalm aktadır; bunların ha­ reket noktası, bireylerin ya da grupların, mevcut siya­ sal kültürle kendi aralarına koydukları mesafe oluyor ki, Ruslar buna İnakomisliyaşçiy (‘başka türlü düşünm ek’) adını veriyorlar, yani ‘m uhalefet.’ (‘dissidence’)” “ ... Sovyet siyasal kültürünün temeli tam bağımlılık ve beraberlik iken, ‘başka türlü düşünm ek’ bu siyasal kül­ türün, dolayısıyla o düzenin dışına çıkmak anlam ına ge­ lir; zaten başka türlü düşünmek, ilk adımdır, o andan baş­ layarak Sovyet siyasal k ü ltürünün kapalı dünyasından çıkmayı başaran bireyler, önlerinde sadece iki ihtimalin belirdiğini bilirler: A rtık dışından baktıkları düzen ta ­ rafından (moral ya da fizik olarak) tahrip edilmek; ya da düzeni değiştirmeye kalkışmak!” (Le Pouvoir Confisqué, s. 343/344, 1980) Sabahın bir vaktinde, olayları radyodan işitince, ak­ lıma ilk gelen bunlar! Parkın ağaçlarında, âdeta hayal bir kuş, çocukluğum dan bir cıvıltıyla, pır pır dolaşıyor; bir 287

an, kendim i, İspanya iç savaşı yıllarında, elimde gazete, İzmir’de sanıyorum . Berbat bir his bu! Mihail Sergeyeviç Gorbaçof ve takım ı, ‘gerçeklerin acı sınavından geçmemiş’ toplum sal bir düzeni ‘değiş­ tirmeye’ kalkmıştı; ne var ki, ‘bir fiskeyle değiştirileme­ yecek eski şeyler, yerli yerindeydi’, buldukları ilk fırsat­ ta, ‘onları değiştirmeye kalkışanları (moral ya da fizik olarak) tahribe yöneldiler.’ Ç ünkü ‘to taliter’ siyasi to p ­ lum, etiketi faşist de olsa, sosyalist de olsa, dem okratik de olsa, insafsız bir ‘birlik ve beraberlik’ toplum udur; üs­ telik iktidardaki, gizli oligarşinin çıkarına göre işler. Kulağımıza küpe olsun!

ACELE İŞE ‘ŞEYTAN’ KARIŞTI 29 Ağustos 1991 Sovyet oligarşisi ‘glasnost/açıklık’ politikasından, -b e l­ ki daha çok geçmişe dönük olduğu için-, o kadar rahat­ sız olm am ıştı; oysa ‘perestroika/yeniden yapılanma’, adı üstünde, doğrudan çıkarlarını tehdit ediyordu; d ü ­ zen bir kere değişirse, ona ayrıcalıklarını sağlayan to p ­ lumsal hiyerarşi altüst olacaktı: taham m ül edemedikle­ ri budur. ‘Müdahale’ için, koşulların elvermesini beklediler; be­ ni şaşırtan gösterdikleri tepki değil, Boris Yeltsin’i n a ­ sıl unuttukları: Gorbaçof’la ulaşılacak am açta ‘m utabık­ tı’ o, uyuşmazlıkları reform ların şekli ve hızı üzerindey­ di; Yeltsin, Gorbaçof’dan çok daha ‘acil’ci! Sir Kari Popper, (London School of Economics’in fel­ sefe hocası), ‘perestroika/yeniden yapılanm a’ konusun­ 288

da, Yeltsin’den çok Gorbaçof’a hak verir görünüyor; Ba­ tıkların ‘açık p a z ar’ özendirm elerine karşıdır: kurtulm akta kesin kararlı olsak bile, yetmiş yıl­ lık kom ünizm in m irasından kurtulm ak, öyle kolay bir şey değildir. SSCB halklarının kafası karıştırılmıştır. Ko­ m ünizm ütopyasından ağızları yandığından, şimdi ka­ pitalizmin yeryüzü cenneti olduğuna inanmaktadırlar. El­ bette ki feci şekilde yanılm aktadırlar. B atı’daki toplum larım ızın, gelmiş geçmiş toplum lar içinde, cennete en yakın olduğu kanısındayım , fakat kapitalistlerimizin cennetin kapısından hâlâ oldukça uzak olduklarını, söylememe izin v e rin ...” “ ... kapitalizmin, her derde deva olduğunu düşünmek de yanlıştır. Kapitalizm, asla iyi bir yaşam ve mükemmel bir toplum a ulaşm a planı değildir. F ukaralar arasında­ ki suç işleme tem ayülü ne ise, kapitalistler arasındaki de odur ve bizim İngiltere’de -kapitalist olduklarından de­ ğil ve fakat yasaları çiğnediklerinden d olayı- hapiste yatan bir alay kapitalist müteşebbis mevcuttur. Ve ülke­ lerin vagonlarını kapitalist ekonom i katarına bağladık­ larında, bir ‘sütten çıkmış kaşık’ insanlar ve âdil işler bir rejime ulaşacaklarını um m ak safdillik o lac a k tır...” “ ... eski kom ünist devletlerin halklarının kaçınm a­ ları gereken şeylerin başında, endüstriyel sistemlerini ale­ lacele söküp dağıtm aları gelir. Değişiklikler zam an alır, bazen de çok zam an alır. Fabrikaların işe m uhtaç işçile­ ri vardır, bunlar uluslararası standartlara uygun olmasa bile, bir şey üretm ektedirler. Eski ‘sosyalist’ teşebbüsler, ancak ve ancak talep yok olduğunda baş gösterecek iş­ sizlik, alternatif istihdam olanakları ve kapsamlı bir sos­ yal güvenlik şebekesi ile önlendikten sonra, yavaş yavaş devre dışı bırakılabilir.” (Forum, s. 48/49, Ağustos 1991) D aha ilginç olan nedir dersiniz, Kari Popper’in ‘pe289

restroika’ için, ‘nihai hedefi İsveç tipi bir sosyal demok­ rasi olan, yavaş ve parça parça bir yeniden yapılanma’ uygun görmesi; bir bakım a Gorbaçof ve takım ı da öy­ le tasarlam ıştı a m a ... İşte a m a ’sı var! Ç aba hedefinden saptırılmıştır. Bunda sanırım , iki şey önemli rol oynadı: Biri, Sov­ yet toplum undaki bastırılm ış özgürlük özlem lerinin, rayından çıkması; öbürü Batı’nın Gorbaçof a dürüst dav­ ranm am ası! Sovyet halkı, nomenklatura toplum undan öyle bezmiş, öyle acı anılarla yüklüydü ki, artık -dem ok­ ratik de olsa- sosyalist bir gelecek projeksiyonu yapmak istemiyor; liberal kapitalist modeli (süperm arket toplumunu) ideal olarak görüyordu; tüketim arzusu, refah is­ teği o kadar yoğundu ki, yeniden yapılanm ayı gereksiz hızlandırdı, yani olum suz etkiledi. Bakmayın düşürülünce arkasından ağladığına, Batı­ lı kapitalist ‘Sistem’ de, Gorbaçof’un tekerleğine taş koy­ m uştur: Bir yandan ‘çevre’ cum huriyetleri, birer p o tan ­ siyel ‘p azar’ diye düşünüp SSCB’den ayrılm aya kışkırtı­ yor; öte yandan, göklere çıkardığı ‘piyasa ekonomisi’nin uygulam asına geçişte, Gorbaçof’a ihtiyacı olan destek yardım ı yapm ıyordu. Tam tersine, Gorbaçof sıkıştıkça, onun içinde bulunduğu zor durum dan yararlanıp, ulus­ lararası ilişkilerde ta ’vizler koparm aya çalıştılar. İki sebep de, ‘yerli yerinde duran eski şeyleri’ hesa­ ba katm adan, Sovyet düzenini ‘bir fiskede değiştirmek’ gibi ciddi bir yanlışlığı getirmiştir: Yokluğun ve kıtlığın olduğu her yerde, özgürlük, yarasa yarasa, açık m uha­ lefete, daha da kötüsü anarşiye yarıyor; anarşi ise, ‘va­ tan kurtaran m üdahaleler’ için, düzenin ‘sahibi’ bürok­ rasiye en elverişli gerekçedir. Bunu kendim izden bilm iyor muyuz?

290

İNTİHARLAR NEYİ GÖSTERİR? 31 Ağustos 1991 (Rüzgâr, çırpıntılı bir denizden, yüzüm üze ince su to z ­ ları uçuruyor; vakit, akşam üzeri; Boğaz’dan sık sık Ka­ radeniz’e geçtiğini gördüğümüz tankerlerin, kuru yük ge­ m ilerinin, çoğu Sovyet bandıralı; söyleşimizde, o ülke­ de yaşanılan son olayların hayret ve kaderi.) — ... ünlü Time’m, darbeden az önce Sovyetler’de yaptırdığı kam uoyu araştırm asını gördünüz mü? K.S. Karol rakam ları aktarıyor: Sovyet halkının yüzde 3 6 ’sı, ‘dem okrasi içinde sosyalizm ’ istiyorm uş, evet; yüzde 2 3 ’ü kapitalizm den yanaymış am a, İsveç ‘m odeline’ uy­ gun olursa, yani ‘sosyalliği’ ağır basarsa; bir anlam da bu, Sovyet halkı ‘sosyal dem okrasi’ istiyor demek olmaz mı? Zaten Amerikan ‘modeline’ heves edenlerin azlığı da (sa­ dece yüzde 9) bunu belli ediyor; eski Sovyet ‘m odeline’ Stalin’ci ‘itaat sosyalizmine’ dönm ek isteyenlerin sayı­ sı ise, devede kulak, yüzde 10! (Le Nouvel Observatuer, 8 Ağustos 1991) — ... şaşılacak şey! Kam uoyu araştırm ası, ortaya çı­ kan sayılar, muhtemel bir ‘totaliter’ darbe teşebbüsünün akıbetini, sanki önceden haber vermiş! KGB gibi, ‘has­ saslığı’ dünyaya nam vermiş bir istihbarat örgütü, bunu nasıl sezmez? (Bu nasıl yaz sonu? Zam an zaman, inşaat işgaline uğ­ ramış karşı sırtların üzerinde, eflâtuna çalar mor, yağmur yüklü bulutlar oluşuyor; ara sıra, hatta sağanak geçişle­ ri! H ava neme doym uş, sanki ağustosta değiliz de, ay­ lardan ekim , ilk soğukların eli kulağında!) — ... Üzerinden üç ay bile geçmedi, şöyle bir şeyler yazmıştım: Marks, şöyle demiştir: ‘Halk iktidarının 291

en esaslı şartı, baskı organlarının (polis ve ordu) kesin­ likle halkın denetiminde olmasıdır’; Hèlène Carrère d’Encausse ise şunları söylüyor:” "... oysa Lenin, tam da iktidara geçeceği sıralarda, dev­ rim tasarısını gerçekleştirecek küçük hücrenin (Devrim­ ci Askeri Komite) içinde bir polis gücü kuruyor; bu bas­ kı örgütünü oluşturmakla da eski kavga arkadaşı Dzerjinskiy’i görevlendiriyor...” “... Lenin, devrimi savunma görevinin, toplum dışın­ daki uzmanlaşmış bir örgüte ait olduğunu düşünmekle; devrimi, toplumun dışındaki bir devlet içinde güçlendir­ mek yolunu seçmiş oluyordu...” ( L e P o u v o i r C o n f i s q u é , s. 24, 1980) — ... M oskova’da bugün halk, Dzerjinskiy’in heyke­ lini yıkıyor. O , Dzerjinskiy ki, günüm üzde halkına kar­ şı darbe düzenleyen KGB’nin (o zam anki adı ÇEKA) k u ­ rucusudur; KGB, bu davranışıyla Sovyet halkını, ya da Sovyet devrimini değil; ülkeyi elinde tutm ak isteyen bü­ ro k ra t oligarşisinin, çıkarlarını savunduğunu göstermiş olm adı mı? — ... iyi de, bu derecede büyük bir örgüt, nasıl olur da Yeltsin’in Gorbaçof’a muhalefetinin, onun aleyhin­ deki bir totaliter darbeyi desteklemeye varacağını sanır? G orbaçofla birlikte, Yeltsin’i de tutuklasalardı, halk yı­ ğınları darbecilerle, -yeni devlet- başa çıkabilirler miy­ di? Bence sorulacak soru budur. (Sırtımıza bir şey giysek, iyi olur; sular karardığı an, gizli bir serinlik çıkıyor; dantelleri yaldızlanm ış b ulut­ lar arasında, m ehtap, âdeta Yahya Kemal’in eski bir şi­ irinden kalmış.) — ... Darbeciler, bu basit gerçeği görmediler mi, yoksa görmek mi istemediler; malum ya, zor oyunu bo­ zar: Parti, KGB, Ordu, -yani devlet- tanklarına uçakla292

rina güvenerek halkın gırtlağına çökerse, gözyaşı, kan, ter ve ateş içerisinde, halk ne yapabilir ki? — ... André M alraux’nun Çin’de ve İspanya’da si­ lahlı eyleme bulaşmış, bu yazar ve düşünürün; konuy­ la ilgili sözlerini hatırlıyorum: bastırma aygıtı dendi mi, ilkönce tankları düşü­ nüyorum, benim için temel sorun budur. Ama çağımız­ da ana sorun, tankları var mıdır onu bilmekten çok, tank­ ları kullanacaklar mıdır, bunu bilm ektir...” “ ... böyle bir şeye ancak ne zaman kalkışmayı dü­ şünebilirsiniz biliyor musunuz, karşınızdakiler ateş emri vermemeyi garanti ederlerse!” ( H a n g i S o l ? , s. 90. 1983) — ... M oskova’daki ‘darbecilerin’ tankları da var­ dı, uçakları da; gel gör ki, onları kullanma ‘azimleri’ yok­ tu, ne kendilerine inanabiliyorlardı, ne de savundukla­ rı davaya! Zincirleme intiharları da bunu göstermi­ yor mu?

YELTSİN’E DİKKAT! 3 Eylül 1991 (Savaş ertesi, ‘demirperde’nin batısı Sovyet mülteciler­ le doluydu. Çoğu Rus olmayan cumhuriyetlerden, Al­ ınanlara esir düşmüş Kızılordu askerleri! Rus baskı­ sından öylesine yılmış ve bıkmışlar ki, Wehrmacht bun­ ları örgütleyip, Kızılordu’ya karşı savaşa sürebiliyor. Ölenler ölmüş, kalanlarsa -Alm an yenilgisinden sonraMüttefikler’e sığınmışlar, Sovyetler’e dönmeleri müm­ kün değil! 293

A ralarında Tatarlar. Özbekler, K azaklar vardı, h a­ tırlıyorum da, elektrik kesintileriyle karanlık, o yokluk­ lar Paris’inde hangisine rastlasam , ağızbirliğiyle diyor­ du ki: “— Sovyetler’deki rejim komünistlik sayılmaz, en ha­ lisinden Rusçuluktur, öteki cum huriyetlerin adı cum hu­ riyet, gerçekte hepsi Rusların söm ürgesi!” Onları dalgın dinler, inanmak istemezdim: Gencim bir kere, saçlarımda serüven tütüyor. Nazileri yerle bir eden SSCB’nin ‘sosyalizmin kalesi’ olduğuna inanm ışım , ay­ rıca henüz ne Sultan Galiyef’den haberim var, ne de ba­ şına gelenlerden!) Sultan Galiyef, ünlü Tatar Bolşeviği, şu m ektubu bir dostuna yazdığı iddiasıyla, Stalin tarafından m ahkem e­ ye verilmiş, sonra da sürgüne gönderilm işti: merkezi hükümeti iyi bilen bir insan olarak, si­ ze şunu söyleyebilirim ki, bu hükümetin (sscb H ü k ü ­ meti) Rus olmayan halklara karşı politikası, büyük Rusya yandaşlarının eski emperyalist politikasından farklı değildir. 1 9 1 7 ’de verilen sözler yerine getirilme­ miştir, bu yüzden gelecek kongrede ortak bir cephe meydana getirmek ve ulusal çıkarlarımızı korumak amacıyla, Kazaklar ve Türkistanlılarla birleşmek zorun­ dayız”. (E.H. Carr, The Story of Soviet Russia, Cilt IV, s. 286/287) Sovyetler’de olup bitenlerden, güçlü çıkan Boris Yeltsin’in bazı sözlerini, yayımladığı bazı bildirileri okuyup da Sultan Galiyef’in 1928’de söylediklerini h atırlam a­ m ak m üm kün mü? Hele, ‘birlikten ayrılacak cumhu­ riyetlerle olan sınırlarını gözden geçirmek hakkına sa­ hip olduğunu’ açıkladığı, o bildiriyi o k u d u k tan sonra? Bu gizli ‘büyük R u sy a’cılığın, yeniden su yüzüne çık­ ması değilse nedir? O nun içindi ki Kazakistan Devlet

294

Başkam , N urs'ultan N azarbayef’in tepkisini hiç y a d ır­ gam adım : Boris Yeltsin’in daha çok gözdağı havası taşıyan ‘uyarısını’ iç savaşa yol açabilecek ciddi bir ‘tehdit’ sa­ yıyordu. (Hürriyet, 28 Ağustos 1991) Öyledir de! Koyu Pan/Slavizm , devrim öncesi Rus­ y a ’da birkaç önemli fikir cereyanından birisiydi, ö b ü r­ leri, sosyaldem okrasi, narodnik halkçılığı, Bund Yahu­ diliği vs! Bolşevikler’in enternasyonalcılığı, yanlış bilmi­ yorsam , K om intem ’in 5. Kongresi’nden sonra terk edil­ miş ‘Tek Ülkede Sosyalizm ’ şiarı, eninde sonunda Parti’ye R uslar’ın egemen olması sonucunu vermişti: O yıl­ lardaki ünlü parti içi ‘temizlikler’de, ünlü M oskova D a­ valarında, kimler ‘temizleniyordu’ dersiniz? Çokluk Rus olm ayan eski Bolşevik liderler! En Marksist/Leninist, en Üçüncü Dünya’cı geçindi­ ği yıllarda bile, gizli Rusçuluğunu sürdüren rejim, temel dayanaklarını yitirirse, ‘büyük Rusya’cılık’ yandaşları, elbette ortaya çıkacaktır, bunlar, dindar O rtodoks ve bü­ yük Rusya’cı Soljenitsin’in, siyaset m eydanında som ut­ laşmış örnekleri, her geçen gün, Gorbaçof’un temsil et­ tiği perestroika’dan, yani ciddi reformlarla özgürlükçü ve katılımcı bir sosyalizme ulaşmak idealinden uzakla­ şıp, açıkça gerici bir karşı/devrimciliğe yöneliyorlar. İşin en çarpıcı tarafı, Sultan Galiyef’in ‘geleceğin’ bu yönünü de görm üş olm ası, aynı 1928 yılında şu söyle­ diklerini başka nasıl açıklarsınız: “... Rusya artık devrim yolunda ilerleyemez, ama ne Marksizm’den yüz çevirebilir, ne de devrim öncesine dö­ nebilir, Rusya için tek çıkış yolu kalmıştır, yavaş ve ses­ sizce sağa kaymak ve böylece sağ eğilimli bir rejime ze­ min hazırlamak!” (Milli Fırka, s. 83, Simferpol, 1930) Boris Yeltsin’in yaptığı ne, başka bir şey mi? 295

‘PARTİ’NİN ‘İDAM HÜKMÜ’! 9 Kasım 1991 (Kötü hava, hırçın rüzgâr bulutları darm adağın etti, de­ nizlerde besbelli fırtına var; bir kenara çekilmiş, ‘yoldaş’ Gorbaçof’un ‘Ağustos D arbesi’nden sonra, yazdıkları­ nı okuyorum : Bir ibret, inanmış sosyalist bir lider, ‘p ar­ tisi’ tarafından sırtından hançerleniyor; o, değiştirip ye­ nileştirerek, elindeki ‘aygıttan’ dem okratik ve sosyalist bir halk ‘örgütü’ çıkarmayı mı ummuştu; sbkp en Stalin’ci anlam ıyla bir ‘aygıt’ kalm akta direnmiş, ‘apparatçikler’ ayrıcalıklarım koruyabilm ek için, ‘genel sekreterlerini’ feda etmekten çekinmemişler; Gorbaçof bunu açık açık anlatıyor: çok uzun zamandan beri SBKP’nin reforme edi­ lebileceği düşüncesindeyim. Ağustos Darbesi ne yazık ki bütün ümitlerimi yıktı. Apaçık ortadaydı: Parti liderli­ ğindeki birçok kişi, özellikle Merkez Komite Sekreteryası, darbeye karşı çıkacak cesareti bulamamış; sscb A nayasası’m ve Genel Sekreteri korum a cesaretini gös­ terememişti. Genel Sekreterleriyle görüşmek için ısrar et­ memişlerdi. Merkez Komitesi’nin pasif kalması darbe­ cileri desteklemesi anlamına geliyordu. Hatta bazı par­ ti komiteleri, darbecilere yardım etmeye karar vermişti. Böylece ‘Parti’nin idam hükmü im zalandı...” [H ü r r i y e t , 30 Ekim 1991] Bir an, 1949 kışında Paris’teyim; yarım yırtık Fransızcamla ‘Parti Tarihi’ni sökmeye çabalıyorum; sonra ara­ mızda tartışıyoruz, K om intern’e bağlı kom ünist partile­ riyle, öteki siyasi partiler aynı ham urdan mıdır, aynı şe­ kilde mi yoğurulm uştur? Elbette, hayır!) 296

K om intern’e bağlı kom ünist partileri, birer kitle ö r ­ gütü olduklarını iddia etseler de, gerçekte ‘profesyonel devrimcilerin’ yönetimdeki ‘aygıtlar’dır; kendi hesabıma, 6 0 ’lı yıllardan başlayarak, konuyu gündem im e almış, epeyce de tartışm ışım dır; demişim ki, meselâ: siyasi parti, ya bir örgüttür (organisation) ya da bir aygıt (appareil); aralarında ne fark var derseniz, ö r­ gütse aşağıdan yukarıya işleyen, dip m ilitanlarının de­ m okratik karar verme yetkisine sahip oldukları bir p ar­ tidir, bürokratlaşm az, totaliterleşmez, özyönetim ve ser­ best tartışm a kapıları açıktır; aygıtsa, yukardan aşağı­ ya işleyen, kom uta kadem esinin hatta tek liderin bütün k arar verme yetkilerini elinde topladığı bir partidir, b ü ­ rokrattır, totaliterdir, serbest tartışmaya kapalı olduğu gi­ bi, yönetim handiyse askeri bir hiyerarşi içinde y ü rü r...” “ ... aslına bakarsanız, örgüt niteliğindeki siyasi p ar­ tiler, dem okrasilerin, sosyalist dem okrasilerin partileri­ dirler, aygıt niteliğindeki partiler ise nüveleri kom itacı­ lık olan partilerdir ki, totaliter rejimlere yatkındırlar, na­ zizm, faşizm, falanjizm, ya da Stalin’ci merkeziyetçi dik­ ta gibi..” (Hangi Sağ, s. 212/213, 1980) Gençlik yıllarım ızda, kom ünist partilerin öteki p a r­ tilere karşı bir üstünlüğü gibi gösterilm ek istenen ‘p ro ­ fesyonel devrimciler’e gelince, aslında onlar, sonradan re­ jimin başına belâ kesilecek ‘nom en k latu ra’nın nüvesini oluşturacaklardı: ‘Ağustos D arbesi’, onların eseridir. Mihayil Voslenskiy’e göre, Lenin ‘profesyonel devrimciler’in işçi sıfatından kurtulm alarını istermiş, demiş ki: “ az buçuk yeteneği olan, ilerisi için biraz üm it veren her m ilitan işçi, on bir saatini fabrikada harcam am ak; onun geçimini P a rti’nin üstlenm esini sağlam alıyız.” Voslenskiy, daha sonra şöyle devam ediyor: “ ... bu profesyonel devrim ciler örgütü, Rus toplum unun h an ­ 297

gi sınıfındandı? Hiçbirisinden! Daha işin başında Lenin bu örgütü, o dönem toplumunun dışına yerleştirmişti; bağımsız sosyal bir organizma olmasını, kendi kuralla­ rına göre işlemesini öngörüyordu...” “... bu örgütten son derece kapalı bir grup meyda­ na çıktı, hiçbir sınıfa ait sayılamazdı; toplumsal üretim sistemi içindeki rolü, onu devirmekten ibaretti, oysa ge­ leceği parlak gözüküyordu, hazırladığı devrim gerçek­ leşirse, otomatik olarak grubu profesyonel bir yöneti­ ciler örgütüne dönüşecekti. Lenin, yönetici yeni bir sı­ nıfın tohumunu işte böyle atmıştır.” ( L a N o m e n k l a t u ­ r a , s. 50 ve sonrası, 1980) O nun içindir ki, ‘yoldaş’ Gorbaçof ‘Ağustos Darbe­ sin d e n sonra daha bir kesin konuşm uş: “... şimdi bize düşen görev demokrasi sürecini yerleştirmek ve hayatın her alanına yaymak, bireye adil davranmak, bireyin haklarını ve özgürlüğünü tanımak! Sosyalist düşünceyi gerçekleştirmenin yolu budur.” (H ü r r i y e t , 30 Ekim 1991)

HER ŞEYİN BAŞI, DEMOKRASİ! 12 Kasım 1991 (Eski komünist sözlüğünde, ‘totaliterlik’, faşist yönetim­ lerin niteliğidir; en koyu ‘totaliter’ dönemlerinde bile, üst­ lerine hiç alınmazlar; o yüzden mi nedir, Magda bana ‘Stalin totaliterliğinin ne m üthiş bir oligarşi oluşturdu­ ğunu; Sovyetler’de, bireyin nasıl ezildiğini’ söyleyince, şiddetle karşı çıkıyordum; aldıran kim, o sigarasının du­ m anını, burun deliklerinden bir lokom otif gibi salıvere­ rek, derdi ki: 298

“— ... totaliterliğin daniskası bu: Bireye devlet, dev­ lete parti hükm ediyor; hiç kimse kendi hayatını yaşam ı­ yor, ‘nomenklatura’nın sana uygun gördüğünü yaşam ak zorundasın, onun sana uygun bulduğuysa, elbet onun çıkarlarına en uygun olanı: Ben sana bir şey diyeyim mi, totaliter kom ünistlik, insana kendi hayatının sorum lu­ luğunu vermediği için ç ö k e ce k tir...” Tam böyle mi demişti, bilemem; bildiğim o ki, Magda, bitmez tükenm ez kalçaları, fok yavrusu memeleriy­ le, Stimer’le Bakunin arası bir anarşistti; o yıllardaki sol­ cu bağnazlığım ın törpülenm esinde, bana hayli yardım ­ cı oldu; şimdi, ‘yoldaş’ Gorbaçof’un ‘darbe sonrası’ anı­ larında şu satırları okuyunca, onu hatırlam am ak elde mi: Stalin’ciliği tarihe gömmeden, sosyalist düşünce­ yi gerçekleştirmenin sözü bile edilemez: insanlara ken­ di hayatlarının sorumluluğunu vermemiz gerek!” [Hür­ riyet, 30 Ekim 1991] Dikkat ettiniz mi, aynı şeyi söylemiş!) Vladimir İlyiç’in Georges Sorel’den etkilendiği yazıl­ mıştır; Sorel, geçen yüzyılın ‘sivil cuntacı’ sosyalistlerindendi: Halktan ümidi kesmiş, sonradan Lenin’in uygu­ ladığı anlamda bir ‘politbüro’ cuntası, devrimi ancak ger­ çekleştirebilir! A rtık bu ‘tepeden inm e’ devrim lerin, ne yaman bir oligarşi ürettiğini, biliyoruz: Öyle ki, egemen­ liği tehdide uğradı mı, zaten biçimsel olarak var olan de­ m okratik sorum luluk m ekanizm alarını da bloke ediyor, çalıştırmıyor. ‘Yoldaş’ Gorbaçof diyor ki: tamam, Komünist Partisi darbeye seyirci kaldı, peki ya diğerleri? Eğer SSCB Yüksek Sovyeti ve Başkam, sağlam ve kararlı bir.tavır alabilseydi, darbeciler planlarını uygulamaya bile koy­ mazlardı. Olaylar Yüksek Sovyet’in âcilen toplanması­ nı gerektiriyordu; ne var ki SSCB Yüksek Sovyeti anaya­ 299

sal yetkilerini kullanmadı bile! Yüksek Sovyet Prezidyumu neredeydi? Üyeleri neredeydiler? Neden hemen ko­ şup başkente gelmediler? Eğer Yüksek Sovyet 19 Ağustos’ta toplansaydı, darbecileri çok önceden durdurmak mümkün olabilirdi...” (Hürriyet, 30 Ekim 1991) Meselenin bam teli de burada zaten: Siyasal ve yasal m ekanizm a, ‘fiili d u ru m d a ’ işlemiyor; ‘m illetvekilleri’, sözde milletin vekili; aslında ‘nomenklatura’nm ad am ­ ları, onlar da oligarşiye dahil; Parti, orduyu kullanarak ‘m üdahale’ye kalkıştı mı, ne yapıyor, gerçekte onların çı­ karlarını korum ayı deniyor: Niye ‘gerçek bir sosyalizme inanm ış’, ‘hayalperest’ bir Genel Sekreter için, canları­ nı ve çıkarlarını tehlikeye atsınlar ki? A llahtan, yetmiş yıldır yaşadıkları, Sovyet halkını canından bezdirmişti, siyasal bilinci sanıldığından yüksekti de, ‘vekillerinin’ adam sen de deyip boşverdiği haklarına, -y an i dem ok­ rasiye- sahip çıktı! (Benzetmek gibi olmasın! Türkiye oldum olası antikom ünisttir ya, benzer bir ‘gizli’ totaliterlikten hastadır; ‘rejimi k u rtarm ak ’ adına ‘sivil ve askeri bürokrasi’nin - ‘gizli oligarşinin’- her on yılda bir tek errü r eden ‘mü­ dahalelerine’; ne seçimle oluşmuş hüküm etler direnir, ne halkın seçtiği milletvekilleri; ne de, -asıl görevi böyle bir durum da devreye girm ek o la n - Anayasa M ahkem esi! D aha da acıklısı nedir? Sözüm ona ‘sivil toplum ’u oluş­ turacak m ediaların, sendikaların, işveren derneklerinin, meslek odalarının ve benzerlerinin de, ‘m üdahaleyi’ yü­ rekten kutlam ası, ona sahip çıkmasıdır. Kısacası, Ruslar kadar olam ıyoruz. G orbaçof’un söyledikleri, işte burada önem kaza­ nıyor: “... şimdi bize düşen görev, demokrasi sürecini yer­ leştirmek ve hayatın her alanına yaymak, bireye âdil dav­

300

ranmak, bireyin haklarını ve özgürlüğünü tanımak! Sos­ yalist düşünceyi gerçekleştirmenin yolu budur.” İlâhi Gorbaçof ‘yoldaş’, yalnız sosyalizmi mi, demok­ rasiyi gerçekleştirmenin de yolu bu!)

GORBAÇOF’UN SUÇU: ‘SOSYALİSTLİK* 28 Aralık 1991 O yazımın başlığını hatırlatırım: “Yeltsin’e Dikkat!”: Açık bir uyarı mahiyetindeydi; içinde bir yerinde demiştim ki: “En Marksist/Leninist en Üçüncü Dünya’cı geçindi­ ği yıllarda bile, gizli Rusçuluğunu sürdüren rejim, temel dayanaklarını yitirirse, ‘büyük Rusya’cılık’ yandaşları, elbette ortaya çıkacaktır; bunlar, dindar Ortodoks ve ‘bü­ yük Rusya’cı’ Soljenitsin’in, siyaset meydanında somut­ laşmış örnekleri, her geçen gün Gorbaçof’un temsil et­ tiği perestroika’dan, yani ciddi reformlarla özgürlükçü ve katılımcı bir sosyalizme ulaşmak idealinden uzakla­ şıp, açıkça gerici bir karşı/devrimciliğe yöneliyorlar.” ( M e y d a n , 3 Eylül 1991) Bu satırlar yaz sonunda yazılmış, güz sonunda Boris Yeltsin, ‘darbesini’ gerçekleştirmiştir; bunu ben söy­ lemiyorum, Profesör Ferdinand Felbrugge söylemiş, di­ yor ki: üç Slav cumhuriyetinin aralarında anlaşarak Bağımsız Devletler Topluluğu’nu oluşturmaları, tıpkı 19 Ağustos’ta olduğu gibi bir darbedir, ancak bu darbe ba­ şarılı olmuştur.” (C u m h u r i y e t , 19 Aralık 1991)) Darbeye niye lüzum görüldüğünü, belki de ilk dar­ be denemesinden sonra Mihail Gorbaçof’un içtenlikle yazdığı şu satırlar açıklıyor: 301

“... ben inanmış bir sosyalistim: yüzyıllardır var olan, yüzyıllardır kendine bir yol çizen, bir düşüncedir sosya­ lizm. Sosyalizmi savunanlar, bu savunucular arasında, birçok ülkede iktidara gelmiş olanlar var. Sosyalist ha­ reketin farklı yolları var, çünkü topluma zorla kabul et­ tirilebilecek bir model değil, hayır; sosyalizm, daha âdil bir toplum, daha iyi bir dünya arayışı sürecinde oluşan değerleri kucaklayan bir düşünce; birçok sosyal ve siya­ si hareketin içinde var olan bir düşünce, sosyalizm.” (Hürriyet, 30 Ekim 1991) Yeltsin, yetmiş yıldır süren bir serüveni, belki de Gorbaçof tam da gerçek rayına oturtacağı sırada, bitiriyor; böylece Sultan Galiyef’in 1928’deki kehaneti gerçekle­ şiyor: “... Rusya için tek çıkış yolu kalmıştır, yavaş ve ses­ sizce sağa kaymak ve böylece sağ eğilimli bir rejime ze­ min hazırlamak!” (Milli Fırka, s. 83, Simferpol 1930) (Heyecanımızdan camlar sarsılır, Troçkistler’le en çok bu konuda tartışırdık; onlar, M arks’ı öne sürerek diyor­ lardı ki, “ ... tek ülkede sosyalizm olm az, Stalin ve apparatçikleri, bunu kendi egemenliklerini -aslında bürok­ rat oligarşinin egem enliğini- yerleştirmek için uydurdu­ lar, herkesin gözünü boyuyorlar; eğer sosyalizmin ‘dün­ ya devrim i’ gerçekleşmezse, Sovyet rejim inin yozlaşm a­ sı ve yıkılması kaçınılm azdır.” Önceleri ne çok içerledim buna, sonraları Lenin’in de, K om intern’in kurulduğu sıralarda ‘devrim in zaten dün­ ya devrimine dönüşm ek üzere olduğuna’ inandığını oku­ dum ; hele Isaac D eutscheren üç koca ciltlik Troçkiy’mı okuyunca, mesele benim için daha da aydınlandı; bir yer­ de, diyordu ki Deutscher: “... devrimin tek başına kalması korkusu, içgüdüsel olarak (Troçkiy’in) bütün varlığına, kafasına ve yüreği­

3U2

ne işlemişti. Bolşevik liderlerden hiçbirisi o zam ana ka­ dar ‘tek ülkede sosyalizm ’ konusunda en ufak bir im a­ da bile bulunmamışlardı. Ama Troçkiy için, Bolşevizm’in yalnız kalması, daha o zam andan, düşünülemeyecek ka­ d ar korkulu bir düştü. Ç ünkü böyle bir şey, sosyalizmi kurm ak için girişilen ilk ve henüz tek teşebbüsün, en kö­ tü şartlarda, yani sosyalizme doğru atılan her adımı kös­ tekleyecek ve bozacak kadar m addi ve kültürel gerilik, ilkellik ve yabanlık içinde bulunan, eski ve değişik kül­ türlerin besleyici etkilerinden yoksun bir ortam da, ya­ pılm ış olm ası dem ekti; bu tek başına kalm ak korkusu, ergeç gerçeklikle çatışacaktı.” (Isaac Deutscher, Troçkry, Cilt 1, s. 527, 1969) H aklı mıymışım dersiniz?)

‘BORİS.TIYNI PRAV!’ 12 Aralık 1992 R usya’yı izliyor m usunuz? İzlemelisiniz! M oskova’da toplanan H alk Temsilcileri Meclisi, ‘re­ form ların yavaşlatılm asına’ karar verdi; ‘reform ’ dedik­ leri, b ü ro k rat ve oligarşik, eski Sovyet ekonom isinden, R eagan/T heatcher tipi ‘kum arhane’ liberalliğine geçiş; böylelikle, ‘nevzuhur’ liberal, eski kom ünist Yeksin ‘fren­ lenmiş oluyor’, Rus halkı, bir süredir yaşadığı ‘liberalleş­ m e’ sürecinden hoşnut değil, sonuç bu! Tabii, Batılı ajanslara bakarsanız, bunun temel nede­ ni H alk Tem silcileri M eclisi’nin kom ünist kökenli olu­ şu! Evet, bu bir sebep, yalnız şu da var: “ Katı kom ünist­ lerin, delegelerin ancak üçte birine sahip olduğu hesap­

303

lanıyor, bu sayı Yeltsin’i görevinden almak ya da istifa­ ya zorlamak için yeterli değil!” (M i l l i y e t , 1 Aralık 1992); ayrıca, Yelisin ve takımının yaptığı ‘reform lar’ Rusya’da halkı m utlu etseydi, acaba o üyelerin engellemeleri bo­ şa çıkm az, en azından havada kalm az mıydı? Hiç de öyle olm uyor! Sir Kari Popper’in kehaneti haklı çıktı, kim hangi eski Sovyet yurttaşıyla konuşsa, işittiği, ülkenin hâl-i pürm elâlinden şikâyet oluyor; za­ ten öyle olm asa, hemşire, öğretm en ya da hekim , Rus kadınları, işlerini güçlerini bırakıp gelir de İstanbul’da fa­ hişelik ederler miydi? ‘Serbest Pazar Ekonom isi’nin, ‘kü­ reselleşmesinin’, bir zam anlar ‘süper güç’ sayılan bazı ül­ kelere, ne m üthiş ‘im k ân lar’ yarattığım , biz de böylece gözlerimizle görm üş oluyoruz. Lenin demiştir ya, “Hiçbir şey gerçekten daha devrim­ ci olam az!” Halk Temsilcileri Meclisi toplanm adan önce, eleşti­ rilerin ne yönden ve kimler tarafından geleceği, aşağı yu­ karı belliydi; sözgelişi, eski SSCB başbakanlarından Nikolay Rijkof diyordu ki: "... Halkın yüzde doksanı yoksul. Yeltsin ekonomik siyasetini değiştirmesi gerektiğini anlamalı. Muhalefet­ teyken işi kolaydı, istediği gibi eleştiriyor, halkın beğe­ nisini kazanıyordu. Şimdi yapması gereken muhalifle­ riyle uzlaşmak. Gaydar hükümetinin yaptıklarına gelin­ ce, reform adını veremiyorum. Hükümetler profesyonel kişilerden seçilmeli, bugünkülerin tek özelliği, eskiden birlikte çalışmış olmaları, halktan çok uzaktalar, ama şim­ di yüz elli milyon kişi üzerinde deney yapmaya kalkıyor­ lar; bu deney diğer cumhuriyetleri de etkilediği için, so­ nuçta 300 milyon kişinin kaderiyle oynuyorlar.” ( M i l ­ l i y e t , 30 Kasım 1992) Ya Ligaçef’in eleştirileri?.. Ligaçef’i kim hatırlamaz?

304

H ani etkili bir Politbüro üyesi olarak, hem Glasnost ve Perestroika’yı destekliyor, hem de Gorbaçof’u eleştiri­ yordu; Ligaçef bugün, hem de kom ünist olarak, Yeltsin’in karşısına dikilenlerden birisi, onun dedikleri de şunlar: Zorluklar artacak, hem de çok büyük oranda. Bu­ nu içim parçalanarak söylüyorum. Ülkemiz bunalımdan felâkete doğru ilerliyor. Yeltsin’le hükümet üyelerinin açıklamalarına bakıyorum da, içlerinde merhamet diye bir duygu kalmamış. Her şeyin fiyatı inanılmaz ölçüde arttı. Halk arasında şöyle bir espri var: ‘Komünizmin stokları tükenmek üzere’; yani birçok insan için, en kri­ tik dönem şimdi başlıyor.” (M i l l i y e t , 29 Kasım 1992) Ligaçef bu kadarla da yetinm em iş, daha sonra çok açık ve seçik olarak demiş ki: “ ... en birinci görevimiz büyük bir Rusya Komünist Partisi kurmak, ardından da seçimlere gidilmesini sağlamak. Ama biliyorsunuz Yeli­ sin ve ekibi seçimlerden çok korkuyor, ertelemeye çalı­ şıyor. Hemen vurgulamak istiyorum; biz anayasal çerçe­ ve içinde mücadele edeceğiz.” (M i l l i y e t , 29 Kasım 1992) K apitalizm , hele ‘Sistendin dayattığı ‘açık kapı’ kü­ reselleşmesi şeklinde olursa; çok kısa sürede, karşıtını ya­ ratır ve güçlendirir; Rusya tecrübesi bunu bir kere d a­ ha kanıtlıyor. İgor Ligaçef, Boris Yeltsin ilk olarak o ‘liberal’ huruç hareketine kalkıştığı, atıp tu tarak m angalda kül b ırak­ madığı günlerde, besbelli onun ‘Sistem’ tarafından da el altından desteklenip yüreklendirildiğini de düşünerek, demişti ki: “Boris tıy m prav! / Haksızsın Boris!” Boris haklı mıydı haksız mıydı, önümüzdeki yıllar bu­ nu pek açık bir şekilde gösterecek am a; Ligaçef’in, he­ le gidişat böyle sürerse, haksız çıkması imkânsız gibi gö­ rünüyor. 305

RUSLAR DA ANLAYACAK! 14 O cak 1993 Ünlü ekonomi uzmanı J.K. Galbraith, Türkiye’ye de öne­ rilen Reagan/Theatcher ekonomisinin, ABD’deki acı so­ nuçlarını açıklamış, diyor ki: kendi haline bırakıldığında, büyük ölçüde hat­ ta tahammül edilmez ölçüde haksız bir gelir dağılımı çı­ kıyor ortaya ve giderek daha da adaletten uzak bir ha­ le geliyor. Gelir dağılımındaki en uç örnek, ABD: 1977 ile 1988 yılları arasındaki gelir artışının yüzde yetmişi nüfusun yüzde birine (evet, yüzde birine) gitti; yoksul­ ların payı ise azaldı: Bu, tahammül edilemez bir durum!” ( e p , Sayı 3, 19 Aralık 1992) Amerika’da böyle de, başka yerde başka türlü mü? Şimdilik iki noktanın altını çizelim: Sistem’in bekçi kö­ peği IMF ve Dünya Bankası, her ülkeye gerçek ve gerçek­ çi tek çözüm olarak, bu m onetarist reçeteleri önerm ek­ tedir; İkincisi, buna inanan ve aynen uygulamaya kalkı­ şan bir süper güç, yani Rusya (bdt ) gerçekten perişan bir hâle düşm üştür. Şimdi Mihail G orbaçof’a kulak verebiliriz. Gorbaçof, Halk Temsilcileri Meclisi’nin Yeltsin’e di­ renişini değerlendirirken, işin ekonom ik yanm a da d o ­ kunm uş; Yeltsin’in Gaydar’ın iktidarda kalm ası yolun­ daki ısrarını eleştiriyor, diyor ki: “ ... çünkü Gaydar IMF reçetelerini mekanik bir şe­ kilde yorumlayıp harfiyen uygulayarak büyük bir hata yaptı: Evet bunlar uygulamaya konulmalıydı, ancak kendi şartlarımıza adapte edilerek! Burası yıllar boyu tek parti egemenliği altında yaşamış, tek bir mülkiyet tanı­ mış insanların ülkesi! Bu yüzden küçük ve orta çaplı iş­

306

letmelerin desteklenmesi için önlem ler düşünülm eliydi, çünkü bunlar toplum un en zayıf kesim ini oluşturuyor­ du; bu yapılacağına, aşırıya kaçan ve tek yanlı bir yak­ laşım sergilendi ve devletin düzenleyici rolü sıfıra indir­ gendi. Büyük bir olasılıkla devlete bu rolü yeniden k a ­ zandıracak, birtakım düzeltici önlem ler yakında alına­ caktır.” (Hürriyet, 5 O cak 1993) Aklın yolu bir, yazdıklarının daha m ürekkebi k u ru ­ m adan, G orbaçof m uhtem elen TASs’ın dünyaya geçtiği şu haberi okudu: “ ... B aşbakan V iktor Ç ernom irdin, Yegor G aydar dönem inde uygulanan m onetarist politikanın üretim i durm a n oktasına getirdiğini, enflasyonun kontrolden çıkm ak üzere olduğunu, ülkenin çıkm aza sürüklendiği­ ni sa v u n d u ...” “ ... Çemomirdin’in kararnamesine göre enflasyonu ya­ vaşlatmayı am açlayan bu adım çerçevesinde temel m ut­ fak girdileri olan ekmek ve unlu mamuller, çay, m akarna, tuz, şeker, tereyağı, süt, et ve etil alkol fiyatları devlet ta ­ rafından kontrol edilecektir.” (Cumhuriyet, 7 Ocak 1993) İlginç olan ne, Ç ernom irdin kararlarının ‘Sistem’in başkentlerinde, serbest pazar ekonomisine geçiş sürecin­ de, Rusya’da ‘geri bir adım ’ sayılması; ne tuhaf, ‘Sistem’ pazar ekonom isiyle m onetarist ‘kum ar ekonom isi’ni gittikçe âdeta özdeşleştiriyor; G o rb aço f bunu önceden görm üş, yazısında cevap vermiş, dem iş ki: “ ...b u önlemleri piyasa ekonomisinden vazgeçme yo­ lunda bir k a ra r diye değerlendirm ek, büyük bir hata olur. Bence bu önlemler özellikle işsizliğin önlenmesi açı­ sından vazgeçilmez niteliktedir. İşsizliğin daha da artm a­ sı yangına körükle gitm ek anlam ına gelecek, büyük kit­ leleri ayağa kaldıracak. Piyasa ekonomisine geçişi, ancak ve ancak, durum un kontrolünü elden kaçırm adan, top­ 307

lumsal değişim sürecini kurallara bağlayarak başarabi­ liriz.” (Hürriyet, 5 O cak 1993) Gorbaçof doğru söylüyor ya, onun da anlamadığı bir şey var; ne demiş, “imf reçetelerine evet ama, kendi şart­ larımıza uyarlayarak, evet!” Yani iMF’nin ‘önerdiği gi­ bi’ değil! Daha da ileri gidiyor, diyor ki: “Piyasa ekono­ misine geçişi, durumun kontrolünü elimizden kaçır­ madan, toplumsal değişim sürecini kurallara bağlaya­ rak başarabiliriz.” Oysa ‘Sistem’in buna taham mülü yok­ tur, zaten G orbaçof’da bu eğilimi sezdiği içindir ki, ala­ vere dalavere, onun iktidardan uzaklaştırılm asına göz yum m uş, Yeltsin’e yeşil ışık yakmıştır. Ayrıca Türkler, bu ‘tah am m ü lsü zlü ğ ü ’ yaşayarak saptam ışlardır: 1 9 5 0 ’den bu yana Türkiye’de hiçbir yönetim ‘Sistem’e hayır demedi, sadece ‘önerileri’ Tür­ kiye’nin ‘şartlarına uyarlam ak’ istiyorlardı; kabul ettirebildiler mi, hayır! H er defasında daha ‘teslimiyetçi’ bir yönetim arayışına girildi. Ç ünkü aslında ‘Sistem’ öteki ülkelerin kalkınmasını istemiyor, onun istediği, öteki eko­ nom ileri de kendi çıkarına kontrol edebilmek! Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki kom ünistler, hiç kuşkusuz bunu biliyorlar; kendilerine bol keseden ‘ilerici’ payesi verilen, ‘işbirlikçi’ liberaller de, yakında anlayacak.

GORBAÇOF’UN ‘HAKKI’ GORBAÇOF’A 30 Ocak 1993 Igor Ligaçef ayıp etmiş, Cumhuriyet’le yaptığı m ülakat­ ta ondan söz ederken ‘siyasi dönek’ diyor; elbette bunu,

308

sosyalizme ihanet etti anlamına! Ligaçef’i tanıyorsunuz, Yeltsin’e ‘Boris haksızsın!’ diyen komünist'lider, eski Po­ litbüro üyesi, G orbaçof’un ‘yol arkadaşı’! Neden ayıp ettiğine gelince, Gorbaçof’un sonradan yazdıklarını ya okumamış, ya unutmuş; çünkü Mihail Gorbaçof demiş­ tir ki: ben inanmış bir sosyalistim; sosyalizm yüzyıllar­ dır var olan, yüzyıllardır kendine bir yol açan, bir dü­ şünce; sosyalizmi savunanlar, bu savunanlar arasın­ dan, birçok ülkede, iktidara gelenler var; sosyalist ha­ reketin farklı yolları var, çünkü topluma zorla kabul et­ tirilebilecek bir model d eğil...” Yani Gorbaçof, hem sosyalist hem de özgürlükçü, ya­ ni demokrat; Rusya’da sosyalizm konusunda söyledik­ leri de, tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık, bunlar da Ligaçef’in iddiası aksine, adamın sosyalizme inancını gösteriyor: “ ... Yüksek Sovyet’in, Rusya Federasyon Yönetim i’nin ve diğer cumhuriyet yönetimlerinin, sosyalizmi SSCB topraklarından sınırdışı etmek gerektiği yönünde­ ki talepleri bir birini izledi, çok tehlikeli bir ütopya bu, bu ütopyaya kimsenin ulaşamayacağı açık! Sosyalizmi lânetlemek, modern tarzda bir dini savaştan, bir Haçlı Seferi’nden başka bir şey değildir...” ( H ü r r i y e t , 30 Ekim 1991) Sezar’ın hakkını Sezar’a verdikten sonra, işin özüne geçelim. a bd ’yi (‘Sistem’i) en çok irkilten, GorbaçoFun asıl bu özelliğiydi; adam Sovyetler Birliği’ni, yani dünyanın öte­ ki ‘süper gücünü’, totaliterlik ayıbından arındırmak, sos­ yalizmin cevherinde zaten var olan özgürlükçülüğe ka­ vuşturmak istiyor; ‘totaliter’ SSCB ile zor baş edebilen ABD’nin, gerçekten demokrat ve sosyalist bir SSCB’nin

309

‘çekiciliğiyle’ baş etmesi nasıl m üm kün olabilecekti ki? Gorbaçof, basbayağı bir komployla, bu yüzden devre dı­ şı bırakılmıştır. ‘Kom plo’ büyük bir lâf mı, kulağınıza tu­ haf mı geliyor; o halde aynı Ligaçef’in dediklerine ku­ lak vereceksiniz: biliyorsunuz Rusya Devlet Başkanı Yelisin, U k­ rayna Devlet B aşkanı Kravçuk ve Beyaz Rusya Devlet B aşkanı Şoşkiyeviç sscB ’ni yok ettiler. (...) Bu olu­ şum dan, G orbaçof’un, gerçekten sonradan haberi oldu; BDT’nin kuruluşu ve s s c ß ’nin dağılışıyla ilgili olarak, ona hiçbir bilgi vermediler. G orbaçof sscB ’nin dağılma­ sına sonuna k ad ar karşı çıktı, dağılm ayı içtenlikle iste­ miyordu; onun istediği yeni ve konfederatif bir sscb idi, daha dem okratik bir ülke istiyordu. Buna karşılık Yek­ sin, Kravçuk arkadan iş yaparak, kendi cum hurbaşkan­ larına değil, başka bir ülkenin cum hurbaşkanına (abd ) yeni oluşum u hab er verdiler.” (Cumhuriyet, 19 O cak 1992). Acaba Igor Ligaçef, O ‘başka ülke cum hurbaşkam ’nın ‘oluşum u’ sahiden bilmediğini mi sanıyor? ‘Bizzat’ hazırlanm ış olmasın? Ligaçef eğer bilm iyorsa, W olfow itz R a p o ru ’ndan (New-York Times, 8 M art 1992) haberi yok; ayrıca Fransız savunma uzmanı Paul M arie de La G orce’un, bu rap o ru irdelerken neler söylediğini de okum am ış; hem ona, hem ülkem izdeki bazı ‘safdirikler’e hatırlatalım . “ ... açıkça anlaşılıyor ki, Körfez Savaşı sırasında desteğini sağlam ak: ya da, nükleer ve konvansiyonel si­ lahsızlanm a anlaşm alarını gerçekleştirip, uygulam asına geçebilmek niyetiyle, davranışını zam an zam an yum u­ şatm ış olması bir kenara bırakılırsa, ABD, sscB ’nin çö­ küşünü a m a ç la m ıştır...” “ ... öyle ki, Sovyetler’de merkezi bir iktidarın m ev ­ 310

cudiyeti, Birleşik Amerika’nın siyasal ve stratejik çıkar­ ları bakımından yararsız sayıldığı anda, sscB’nin dağı­ lışı gündeme gelmiş; bunun ilk işaretleri, Amerikalı yet­ kililerin çoğunluğu tarafından fark edilir edilmez de, te­ mel stratejik amaç bu olmuştur.” ( L e M o n d e D i p l o m a ­ t i q u e , N isan 1992) İgor Ligacef, ABD’nin ‘temel stratejik amacı’nın hem rakip ‘süper güçten’ -on u dağıtarak- hem de sosyalizm­ den, -onu korumaya çabalayan G orbaçofu, kom ploy­ la bertaraf ederek- kurtulmak olduğunu, nasıl görmez? Kör kör parm ağım gözüne!

RUSYA’YA ‘DOĞRU’ BAKMAK!.. 1 N isan 1993 F r a n k f u r t e r A l l g e m e i n e şöyle yazıyor: “... Gorbaçof’un görevinden alınmasına neden olan koşullarla kıyaslan­ dığında, bugün Rusya’nın ve özgür iradeyle işbaşma gel­ miş olan ilk Rusya Başkanı’nın geleceği, çok daha na­ zik ve tehlikeli gözükmektedir.” (22 M a rt 1993) Yeltsin’in, -dolayısıyla Rusya’nın- içinde bulunduğu ‘koşulları’, ünlü T h e G u a r d i a n şöyle özetlemiş: "... enf­ lasyon yüzde 2.500, ruble sürekli değer kaybediyor; yol­ suzluk ve rüşvet amansız, yaşam düzeyi sürekli düşüyor; siyasi bunalım, ekonomik bunalımı körükledi.” (23 M art 1993) Ünlü Reuter Ajansı bildiriyor: “... Rusya’nın ekono­ misini istikrara kavuşturmak ve süregiden yüksek enf­ lasyonu dizginlemek için, ‘Zenginler Kulübü’ olarak bi­ linen Grup 7’ye (G7) ayrıntılı bir rapor sunularak, 20

311

milyar dolar dış yardıma gereksinim duyduğu açıklan­ dı, raporu sunan, Rusya’nın Başbakan Yardımcısı.” (24 M a rt 1993) G7 ’nin -yani ‘Sistem’in- Rusya’daki feci durum kar­ şısında, nasıl ‘ellerini ovuşturduğunu’ ise, T h e G u a r d i ­ a n pek güzel dile getirmiş: G7 , şimdiye kadar usul üzerine tartışmalarla vakit geçirdi: Rusya ile görüşme­ ler için, özel bir oturum mu olsundu, yoksa farklı bir dü­ zenleme mi yapılsındı. G7 bütün bu şıklar üzerinde va­ kit geçirirken, M oskova’da şimdi anayasal bir bunalım yaşanıyor.” (23 M a rt 1993) Evet, ‘manzara-i umumiye’ budur: Yeksin, sscß ’yi da­ ğıtmış, Rusya’yı ‘Sistem’in emrine vermiş; ‘serbest teşeb­ büs’ süreci, dünyanın ikinci ‘süper gücünü’, kaostan kur­ tulam ayan bir üçüncü dünya ülkesi zavallılığına d ü ­ şürm üştür. İbret i âlem için, önce bu, ‘sinek pislemedik bir yere’ kayıt düşüle! Oysa acele bir ‘kapitalizm e geçişin’ çabuk ‘boka sa­ racağını’ aklı başındaki Bardılar da belirtmişlerdi; Sir Kari Popper’in, daha önce de üzerinde durduğum uz sözleri­ ni hatırlayınız, ne diyordu: “ ... Sovyetler Birliği’ndeki halkların kafaları karış­ tırılmıştır, komünizm ütopyasından bir kere ağızlan yandığından, şimdi kapitalizmin yeryüzü cenneti oldu­ ğunu sanmaktadırlar. (...) Ruslar kendi kapitalizmleri­ ne kavuştuklarında -tabii, şayet kavuşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olmayacağını görerek derin bir sukût-u hayale uğrayacaklardır. Süpermarketler kapitaliz­ mi -k i asıl istedikleri budur- erişimlerinin dışında ka­ lacaktır. Elbette ki rüyalarını kapitalizmin süslemesi an­ laşılır: ‘Komünizm bir süpermarketler dünyası üreteme­ di, kapitalizm ise üretti, niye biz de ona sahip olmaya­ lım?’ Bu korkunç bir projeksiyondur ve rüya gerçekleş­ 312

mediği takdirde şiddetli bir halk reaksiyonuna yol aça­ cak tır.” (Forum, Ağustos 1991) ‘R üya’ gerçekleşmedi, o ‘şiddetli reaksiyon’ gün geç­ tikçe yoğunlaşarak yaşanıyor; ‘Sistem ’in başkentlerin­ den Yeltsin’in ‘desteklenmesi gerektiği’ açıklanm akta, ne var ki bu destek açık ve seçik bir som utluğa asla kavuşm am aktadır, ya bunun sebebi ne ola ki? Sakın -yine daha önce burada tartıştığım ız- W olfo­ witz R ap o ru ’ndaki şu saptam a olm asın: davranışı­ nı zam an zam an yum uşatm ış olm ası bir kenara bırakı­ lırsa, ABD açıkça SSCB nin çöküşünü am açlam ıştır; öy­ le ki Sovyetler’de merkezi bir idarenin mevcudiyeti, Bir­ leşik A m erika’nın siyasal ve stratejik çıkarları bakım ın­ dan yararsız sayıldığı anda, sscB ’nin dağılışı gündem e gelmiş; bunun ilk işaretleri Amerikalı yetkililerin çoğun­ luğu tarafından fark edilir edilm ez de, temel stratejik am aç bu olm uştur.” (New-York Times, 8 M art 1992) M alûm -ı âliniz bu rapor Pentagon tarafından, U lu­ sal Güvenlik Konseyi, Başkan’ııı danışm anları ve bizzat B aşkan’la m üzakere edilerek hazırlanm ıştı; Paul M arie de La Gorce, Le Monde Diplomatique'de yorum unu ya­ p arken, R usya’nın geleceğiyle ilgili o larak şu ilginç noktanın altını çiziyordu: “ ... rapora göre, A vrupa’daki istikrarı; ya R usya’da milliyetçiliğin dirilmesi, ya da R usya’da sscB ’den ayrı­ larak bağımsızlığını ilân etmiş ülkeleri yeniden kendisi­ ne bağlam ası teşebbüsü bozabilir: U k rayna’yı, Beyaz Rusya’yı, belki daha da başkalarını! İşte burada, gelecek yıllara değin Amerikan politikasının, hangi temel düşün­ ceye dayandığı m eydana çıkıyor: N e pahasına olursa ol­ sun, eski Sovyetler Birliği’nin dağınık halde kalm asını korum ak; h a tta gerekirse bu dağılm ayı hızlandırm ak; hangi şartta olursa olsun, Rusya’da, ya da Rusya’nın et­ 313

rafında güçlü bir süper devletin oluşmasını önlemek!” (Le Monde Diplomatique, N isan 1992) D aha fazla konuşm aya gerek var mı?

RUSYA ‘FAKTÖRÜ’... 11 Ağustos 1994 Şimdi ‘ne alakası var?’ diyeceksiniz... Uyanık komünistler, sscB’nin -iddia edildiği gibi- is­ tediği takdirde birlikten ayrılabilen, ‘bağım sız’ ülkeler­ den m ürekkep bir topluluk olm adığını çabuk anlam ış­ lardır: Stalin’den itibaren ‘birlik’, R usların hâkimiyeti dem ekti; bu gerçeği, en acı şekliyle ‘m azlum ’ ve ‘M üs­ lüm an’ Türk cumhuriyetleri yaşamışlardır ki, ünlü lider­ leri arasında Nur Vahidof, Sultan Galiyef, Zeki Velidof (Togan) sayılabilir. ‘Sistem’in arzusuna uygun olarak sscB ’nin dağıl­ m ası, hesapça hem Rusya’yı zayıf düşürecekti; hem de serbest kalan cum huriyetleri, Batı’lı ülkelere pazar ola­ rak açacaktı; evdeki bu hesabın ‘çarşıya’ uyduğunu söy­ lemek zordur: Ünlü The Wall Street Journal, daha ge­ çen ilkbaharda (10 M ayıs 1994) bakın neler yazmış: “ ... doğrusu, Batı’nın çıkarlarıyla Rusya’nmkiler, birbirleriyle kesişmiyor, M oskova’nın çıkarı şu andaki durumu dondurmak, stratejik yaralarını iyileştirmek ve eski imparatorluk alanı içinde eski nüfuz alanını ye­ niden oluşturmaktır, bütün Rus milletvekilleri bu konu­ da anlaşmıştır, ancak hiçbiri böyle bir politikanın gerek­ tireceği siyasi bedellerin farkında değildir.” (Forum, Tem m uz 1994) 314

Farkında veya değil, M oskova’nın - o ilk şaşkınlığı üzerinden a ttık ta n so n ra - B atı’yla ilişkilerinde, Yalta Paylaşması (Şubat 1945) hâlâ geçerliymiş gibi d av ran ­ dığı; Batıkların da, buna hiç de ters düşmeyen bir pasif­ lik içinde olduğu, açıkça görülüyor: hele gündemdeki ko­ nu Kafkasya ya da Ortaasya olursa, bu hazin gerçek, âde­ ta gözüm üze girmektedir. Bana inanm adınız mı, şu halde Şevardnadze’ye k u ­ lak veriniz! Mihail Gorbaçof’un, tedbirli ve dengeli Dışişleri Ba­ kanı, Gürcistan’ın şimdiki Devlet Başkanı Edward Şevardnadze, Cumhuriyet'e verdiği demeçte, ne kadar da acı konuşuyor: Abhazya sorununun çözümü için başka yolumuz kalmadı. BM organizasyonlarında sorunlar çıktı, çağrı­ larımıza karşılık alamadık, asker göndermediler; oysa üç yüz bin Gürcü Abhazya’dan çıkarılarak göçmen du­ rumuna sokuldu, binlerce insan kurşuna dizildi, Abhazya’nın yandan fazlası yandı, iki taraf da büyük zarar gör­ d ü ...” Şevardnadze, bu yüzden ‘Rusya’ya askeri üs vermek zorunda kaldığım’ belirttikten sonra, diyor ki: “ ... bize başka yol bırakılmadı. Batı, Rusya’nın gel­ mesini istedi, dolayısıyla savaşı sona erdirmek için, Rus­ ya’da başka yolumuz kalmadı.” (Cumhuriyet, 9 Temmuz 1994) D urum u olanca çıplaklığıyla görebilmek için, bu söz­ lerdeki Abhazya kelimesi yerine Karabağ’ı, Gürcistan ye­ rine Azerbaycan’ı koym ak yeterlidir; tablo orada da ay­ nı, aynı oyun orada da oynanıyor: Batı (‘Sistem’) Gür­ cistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da, Rusya’nın ya­ yılm asına âdeta çanak tu tm ak tad ır; böyle bir tutum , Türkiye’nin de, Azerbaycan’ın da, öteki T ürk cum huri­ 315

yetlerinin de, hem çıkarlarına aykırıdır, hem de onları Rusya ile karşı karşıya getirmektedir. Paris ziyaretinde, işte Çiller’in B atı’ya anlatm aya çalıştığı, bu çetrefil durum du. Türkiye dış politikasında Rusya faktörü önemlidir. Batı (‘Sistem’), gerçekte Rusya’yı da, Türkiye’yi de sevmediği ve kendisi için ‘tehdit’ saydığından, tarih bo­ yunca bu iki gücü birbirine kırdırmış, onların zayıf düş­ mesinden yararlanarak bölgelerine girmiştir. Bu gerçe­ ği anlayıp gören, sonra da önleyen, Gazi Mustafa Ke­ mal ile Vladimir İliç Lenin olmuşlardır: Erken Cumhu­ riyet dönemi dış politikası, ‘emperyalist’ Batı’ya karşı, sar­ sılmaz Türk/Sovyet dostluğu ve dayanışması üzerine ku­ rulmuştu. SSCB’nin dağılm ası, Rusya’yı ‘batılılaştırm adı’; Batı ise, geleneksel birbirine kırdırm a politikasına dönm ek eğilimindedir; Ankara, B atı’nın bu oyununa gelirse önü­ ne açılmış olan tarihi fırsat ve im kânları çarçur edecek; hesapsız ve tedbirsiz davranıp Rusya ile bozuşursa, Batı’nın ekmeğine yağ sürm üş olacaktır; galiba, en akıllıcası, Moskova ile bir anlaşma zemini arayıp, vaktiyle Len in ’le G azi’nin gerçekleştirdiğini, gerçekleştirm ek!

‘AKBABALAR’ ÜŞÜŞÜNCE... 27 Aralık 1994 Wendy Slater’in fikrince, Rusya Federasyonu Komünist Partisi (rfkp) pek öyle hafife alınacak bir parti değil! Sa­ nırım bugünlerde Rusya’da birkaç kom ünist partisi ol­ duğuna değinmiştim; RFKP bunların en güçlüsü, en yay316

gını; lideri Zyuganof’un Nijegorodskaya Pravda’ya söy­ lediğine bakılırsa: 5 0 0 .0 0 0 ’den fazla üyesi, 20.000 k ad ar yan kuruluşuyla öteki partilerin toplam ından iki k at daha b ü y ü k ” müş! Ünlü Literatormya Gazeta da bunu doğrular gibidir: Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden kayda değer ölçüde mali temel ve personel almış olan RFKP, sadece en büyük değil, üstelik en iyi yapılanmış partidir; RFKP’nin canlı bir ulusal komünist ideolojisi vardır, Dum a’daki en güçlü gruplardan birisidir ve bazı görüşlere göre seçkin gruplarla iyi bağlantılar da kurmuştur.” (M art 1994) W endy Slater, genel olarak RFKP’yi değerlendirirken diyor ki: “ ... P a rti’nin halen eski P a rti’ye inanan istik­ rarlı bir yüzde 15’lik seçmen desteğine sahip olduğu he­ saplanabilir (...) M arksist/Leninist öğretilerinden çoğun­ luğunu terk etmiş olması ve iktidara geçebilmek için par­ lam enter yolu seçmesiyle rfkp, 1970’li yıllardaki Avru­ pa K om ünizm i’ne benzem ektedir; üstelik ideolojisi, fi­ kir olarak, eski sscB ’nin çoğunluğunu kapsayan ‘dev­ let yurtseverliği’ne, ya da güçlü bir devletin oluşturul­ m asına dayanm aktadır (...) RFKP iktidan elde edebilmek için, karizm a sahibi olan R utskoy’la bir ittifak ve baş­ kanlığı zayıf düşürm ek için yasam a organından anaya­ sal değişiklik aram a yollarını içeren çeşitli imkânları kul­ lanm aktadır; bunların sonucu ilerde görülecektir, ancak RFKP açıktır ki önüm üzdeki seçim lerde izlenmesi gere­ ken bir g ü ç tü r...” (Forum, Aralık 1994) Son cümle dikkatinizi çekti mi? W endy Slater, âde­ ta RFKP’ye gelecek Rusya seçimlerinde şans tanıyor, aca­ ba neden? U nutm uş olam azsınız, daha geçen gün yine burada, eski Doğu Bloku ülkelerinde, ‘özelleştirm eleri’ takip eden ‘yoksulluk patlam ası’ndan konuşm uştuk; bu a ra ­ 317

da, Rusya Federasyonu’nun yoksullaşm ada âdeta başı çektiğini görmüştük: 1989’da halkının yüzde 15,8’i yok­ sulluk düzeyinde iken, ‘özelleştirme’den sonra, ne sihir­ dir ne keram et, bu oran 1992’de yüzde 6 1 ,3 ’e fırlamış! Bu yıl, kim bilir yüzde kaçlardadır? Böyle bir gelişme­ nin, seçmenler arasında, geçmiş iyi zam anlara özlem uyandırm asından daha tabii ne olabilir ki? İş o kadar­ la da kalm ıyor, R usya’daki ‘özelleştirm e’ tam bir soy­ gun, sahici bir talan halini almış; hani demiştim ya, siz hele bu işe başlayın, uluslararası akbabalar başınıza üşü­ şür diye, durum aynen öyle; üstelik bunu açık açık ya­ zan ‘reform ’ yanlısı bir Rus gazetesi, M a s k o v s k i y K a m s o m o l e t z ; ona göre eski Sovyet kam u iktisadi teşebbüs­ lerinin başına üşüşen ecnebi akbabalar, bakın ne m ari­ fetler işlemişler: “1/ Aslında değerleri çok yüksek olan devlet kuru­ luşları, rüşvet yedirilmesi suretiyle, yok pahasına satın alınmış; örnek mi, buyurun: 127 milyon dolarlık bir me­ talürji kombinasının, yüzde 17’lik hissesini sadece bir mil­ yon dolara satın alan cs First Boston firması! “2 / Ural’lardaki petro/kimya tesislerinin başına ge­ lenler daha da kötü. Batı firmalarıyla rekabet gücü olan bu işletmeler, içerden ele geçirilmek suretiyle, uluslara­ rası planda devre dışı bırakılmış. “3 / Sovyet denizaltılarım üreten ünlü Avrora tersa­ neleri, dünyanın en ileri denizaltı teknolojisini geliştir­ mişler: Bunlar ‘özelleştirilince’, o teknoloji hisseleri sa­ tın alan Batı şirketlerine geçmiş oluyor. “En kötüsü ne, ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’ fırıl­ dağına böyle ‘tam teslim’ olmuş Rusya’ya, gizliden giz­ liye Batı’ya direnen Çin’e oranla, daha az ecnebi yatırım yapılması: Rusya’ya üç yüz milyon dolar, Çin’e 14 mil­ yar dolar.” ( H ü r r i y e t , 16 A ralık 1994) 318

Böyle bir ‘gidişat’ın, Brejnef dönem inin debdebe ve ihtişamını asla unutam am ış olan Rusları, RFKP’ye götür­ mesi, sizce gerçekten çok uzak bir ihtim al midir? (Köşesinde Maskovskiy Kamsomoletz’in açıklam a­ larına yer vermiş olan M etin T oker, evet o, eski ve ün­ lü kom ünizm düşm anı, ‘liberal’ R usya’nın halini bakın nasıl anlatıyor; Özelleştirme işinin başına getirilen Anatoliy Çubayis’in büyük m arifetinin-yerli serm ayeyi engellemek ve ölü eşek arayan yabancı serm ayeyi kollam ak oldu­ ğu belirtilmektedir. (...) Rusya’da işsizlik azalmamış art­ mıştır, her alanda m afia’lar türemiştir, bunlar kudret sa­ hipleriyle işbirliği halindedir, kaçakçılık görülmemiş b o ­ y u tla rd a d ır...” ‘A kbabalar’ dem iştim ya, az bile söylemişim!)

319

Yoksulluk Patlaması

REZİLLİK PAÇADAN AKIYOR 21 Eylül 1991 (Keyifsizim, hem müzik dinliyor -A li Ufki’nin ‘Uyan Ey Gözlerim’i- hem de K.S. Karol’un bir yazısını okuyorum; üzerimde, erken sonbaharın, akşamları ev içlerine salıver­ diği, o yanlış ürperm e; doğrusu ya, hiç güleceğim yoktu, yine de güldüm: ‘D ayanışm a H areketi’nin gizlice K ato­ lik yönetiminde, ‘hür teşebbüs’ rejimine geçen ‘Polonya’da, meğer neler dönüyorm uş da, haberim iz olmamış! Rezillik paçadan akıyor yahu!) “Polonya M erkez Bankası Başkan Yardımcısı W. Prokop’la, bankanın diğer yedi yüksek yöneticisi, tutuklan­ mışlar; aynı zam anda bakan olan, M erkez Bankası Baş­ kanı G. W ojtovicz görevinden alınm ış, parlam entonun hakkında vereceği kararı bekliyor; yurtdışında hayli ta­ nınmış Polonya Tasarruf Sandığı da, kuşku altındaymış; görünen o ki, Polonya B anka Sistemi ya feci yanlışlar yapmış, ya da düpedüz rüşvet yem iş!..” “ ... çünkü şu ara otuz yaşlarındaki iki ‘başarılı’ ve genç Polonya’lı işadam ı B. Bogcik ve A. Guszarowskiy, gazetelerin diline düşmüş; ‘erdemli’ Polonya’nın, tam da ‘D ayanışm a’nm ikinci iktidar yıldönüm ünü kutlayaca­ ğı sırada, skandali y aratan onlar: İşe beş parasız başla­

323

yıp bugün cirosu milyonlarca dolar tutan, ülkenin en bü­ yük ‘özel teşebbüsü’ ART-B’yi kurm uşlardı; o kadar b a­ şarılıydılar ki, dinamiklikleri, hüküm etçe başkalarına ör­ nek olarak gösteriliyor; hatta, 21 bin işçisine yol verip, ‘topu a ta n ’ U rsus T rak tö r F a b rik a ların ı, alm aları iste­ niyordu; oysa Polonya piyasasının b u iki işbilir öncüsü, kaşla göz arasında, ülkeyi terk edip, meğerse İsrail’e kaç­ mışlarmış; hem de oraya aktardıkları servetleriyle, İsra­ il’in en önemli petrol şirketi Paz’ın hisselerini hesapla­ rına toplayarak! İki kaçağın arkada bıraktıkları, bu m üt­ hiş serveti yapm alarına yardımcı olan bankacılardı elbet, onlar da tutuklanıp içeriye a tıld ılar...” {Le Nouvel Ob­ servateur, 21 Ağustos 1991) N asıl iyi mi? ‘Totaliter’ kom ünistlik (itaat sosyalizmi), nefes aldır­ mayan, çokbilmiş bürokratlığı, kötü yönetimi ve becerik­ sizliğiyle; Doğu Bloku ülkelerinde, halkı öylesine bu­ naltmıştır ki; ‘liberal’ Batı ülkeleri, ‘Liberallik’, bu insan­ lara âdeta yeryüzü cenneti gibi görünüyor; piyasa eko­ nomisinin acımasız kurallarına uydukça, elbette ‘H anya ile Konya’yı anlayacaklar; Federal Alm anya’ya katılan es­ ki Doğu A lm anlar’ın yaşadıkları hayal kırıklıkları üze­ rine, bir şeyler okum uştum ; ‘erdem li’ D ayanışm a Yönetim i’nin Polonya’da başına gelenler, üstüne tüy dikiyor. İnsan ister istemez, Sir Kari Popper’in daha önce üze­ rinde durduğum uz sözlerini hatırlıyor; olacakları nasıl da öngörm üş, ne kadar doğru söylemiş meğer!.. D i­ yordu ki meselâ: “ ... söz konusu olan bir sosyal ve ekonom ik sistemin yerine bir başkasını koym ak sorunu değil, ve fakat ta ­ m am en farklı kategorilerde düşünm eyi öğrenm ek soru­ nudur. D avranışlarım ızın istenm edik sonuçları olacağı fikrini özüm sem ek z o ru n d a y ız...”

324

“ ... bir kom ünist sistem dışa açıldığında, devrimci bir şey yapmış oluyorsunuz: Yeni bir fikri olan veya kendi­ ni ve çıkarlarını ilerletmek için yollar arayan herkese ka­ pılarınızı açmış oluyorsunuz. Bu sorunsuz olamaz. Hem yüksek hem alçak mevkilerde yozlaşm aya hazırlıklı ol­ malısınız. R usya’daki (burada elbet Polonya’daki) fakir­ den kazandığı p ara ile kayıplara karışıp, şansını Latin A m erika’da (burada elbet İsrail’de) deneyecek, b aşarı­ lı dolandırıcılar o la c a k tır...” “ ... bu gibi suiistim alleri belli sınırlar dahilinde tu ­ tabilm ek için, tıpkı B atı’nın yaptığı gibi kanunları sıkılaştırm anız, polis kuvvetlerinizi yeniden oluşturm anız, narkotik ekiplerinizi kurmanız, vs. gereklidir. Avrupa’da bir A llahın kulu çıkıp da, b ü tü n bu m üessif şeyleri be­ raberinde getirmeyecek bir kapitalizm i savunmuş değil­ d i r ...” “ R uslar (Polonyalılar) kendi kapitalizm lerine k a­ vuştuklarında -v e tabii şayet kavuşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olm adığını görerek, derin bir h a­ yal kırıklığına uğrayacaklardır.” (Forum , Ağustos 1991, s. 47/49)

‘GEÇİŞ DÖNEMİ’ 23 O cak 1992 M oskova’ya kar yağıyor, haberler kötü: D ükkânlar boş, fiyatlar ‘B atı’lı ülkelerin fiyatları seviyesine yükselmiş, ücretler yerinde saym aktadır; her kafadan bir ses çıkı­ yor, kimsenin kimseyi dinlediği yok! Paul Samuelson ne demiş: “Piyasa (Pazar ekonomisi) etkin ve yetkindir ama, 325

ne kafası vardır, ne de kalbi” ; öyle ki, International He­ rald Tribune’ün dediği gibi, “Bu gidişle Rus halkının gö­ zünde kapitalizm , kom ünistlerin yıllardır söyledikleri­ ni doğrulam ak istercesine, sahtekârlık, dolandırıcılık ve sıradan insanları ezmekle özdeşleşecektir” ; halk ne ya­ pacağını şaşırmış, kimisi kiliselerden m edet umar, kim i­ si Batı’ya göç etmeyi düşünür; Birlik dağılmış, ufak ufak örgütlenmeye çalışan sosyalistlere, ‘dem okrat’ Yelisin ‘sert çıkıyor.’ Evet evet, bir İşçi Partisi kurmaya heveslenmişler: Sen­ dika liderleri, bir avuç eski kom ünist anarko/sendikalist yöneticiler, bir de M oskova Sovyetinde beş milletve­ kili bulunan Sosyalist P arti’nin m ilitanları; aralarında toplanıp karar alıyorlar: Çalıştıkları işyerlerinde, teşeb­ büsü desteklem e kom iteleri kuracaklar! M oskova Sen­ dikaları Konfederasyonu bu amaçla harekete geçer geç­ mez, küt, Yeltsin’den bir buyruk: 20 Tem muz 1991 ta ­ rihli kanun kuvvetindeki kararnam e gereğince, işyerle­ rinde her türlü siyasi faaliyet yasaklanm ıştır! (Le Mon­ de Diplomatique , Aralık 1991, s. 7) Buyurun cenaze nam azına! Ignacio R om anet, Yugoslavya’dan bahsettiği yazısın­ da, aslında ‘totaliter kom ünizm ’ sonrasının, ciddi teh­ likelerine işaret etm iş, diyor ki: kom ünizm çöktü, ne var ki yokluklar devam edi­ yor, birçok yerde, bir bakım a daha da ciddileşiyor. Bir baskı rejimini, daha kötü bir hayat sürm ek için mi terk etmiş oldular, anlam sız bu; hele bu saçm a düzenin, bü­ tün m addi güvenceleri evvelce onlara sağlamış olduğu düşünülürse, anlamsızlık büsbütün artıyor. Şimdi durum eskisinden kötüdür ve giderek ahali komünizm dönemin­ deki hayat düzeyini aram aya başlam ıştır; çoğu aşırı kö­ tüm serliklere kapılıyorlar, zira dem okrasi onları hayal 326

kırıklığına uğratıyor, bir tuzak, daha kötüsü bir engel gi­ bi görünüyor; seçim lerden sonra ülkesinin yönetilem ez bir hale düştüğünü gören Lech Valesa, hiç tereddüt et­ m eden Polonya için, ne demiş: ‘— Bir otobüsü sürerken, b ü tü n yolcular direksiyo­ nun başına üşüşürse, otobüs devrilir; Polonya’nın güç­ lü bir yönetim e, iktisadi k o n u lard a bir çeşit d ik ta tö r­ lüğe ihtiyacı v a r’. . . ” (Le Monde Diplomatique, Aralık 1991, s. 1) Görülüyor ki, o da Yeltsin’in pek uzağında değil; bu­ na karşı, kom ü n ist ülkeleri piyasa ekonom isine özen­ diren, Batılı k apitalist sistem ne yapıyor; ne yaptığını hep görüyoruz, R om anet’nin dediği gibi: “ ... kom üniz­ mi nasıl hakladığını övünm ekten bir hal olan B atı’ysa, zaferinin sorum luluğunu üstlenecek bir d u ru m d a gö­ rünm üyor; ne im kânları yeterli, ne de bu yolda siyasi iradeye sahip, üstelik bunu itirafa da yanaşmıyor; o yüz­ den, yıllardır güneydeki ülkelere nasıl davranıyorsa, ar­ tık doğudaki ülkelere de öyle davranıyor; onu b u n a l­ tan bu n ca d ram a kayıtsız k a la ra k !” (Aynı gazete, ay­ nı sayı) Burada sizinle K. Popper’in ‘geçiş dönem i’ için söy­ lediklerini tartışm ıştık, hatırlıyor m usunuz? “ ... ku rtu lm ak ta kesin kararlı olsak bile, yetmiş yıl­ lık kom ünizmin mirasından kurtulm ak öyle kolay bir şey değildir. Sovyetler Birliği’ndeki halkların kafaları karış­ tırılm ıştır. K om ünizm ü topyasından bir kez ağızları yandığından, şimdi kapitalizm in yeryüzü cenneti oldu­ ğunu sanm aktadırlar. (...) Ruslar kendi kapitalizm leri­ ne kavuştuklarında -tabii, şayet kavuşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olmayacağını görerek derin bir sukût-ı hayale uğrayacaklardır. Süperm arketler kapitaliz­ mi - k i asıl istedikleri b u d u r- erişim lerinin dışında ka­

327

lacaktır. Elbette ki rüyalarım kapitalizm in süslemesi an­ laşılır: ‘Komünizm bir süperm arketler dünyası üreteme­ di, kapitalizm ise üretti, niye biz de ona sahip olm aya­ lım ?’ Bu korkunç bir projeksiyondur ve rüya gerçekleş­ mediği takdirde şiddetli bir halk reaksiyonuna yol aça­ cak tır.” (Forum, Ağustos 1991) Perestroika’nın ‘babası’ Gorbaçof, olaya başka bir ya­ nından yaklaşarak, aynı tehlikeye dikkati çekmemiş miydi? Yüksek Sovyet’in, R usya Federasyonu Yönetim i’nin ve diğer cum huriyet yönetim lerinin, sosyalizmi, SSCB to p ra k la rın d a n sınırdışı etm eleri gerektiği yö­ nünde talepler b irbirini izledi. Ç ok tehlikeli bir ü to p ­ ya b u ... Bu ütopyaya kimsenin ulaşamayacağı açık. Sos­ yalizmi lanetlemek, m odern tarzda bir dini savaştan, bir H açlı Seferinden başka bir şey değildir. Bu Haçlı Sefe­ ri, halk ayaklanm asına k a d a r varabilir.” (Hürriyet, 30 Ekim 1991) Yaşayan görecek!

İLK ‘İŞARET’ LİTVANYA’DAN!.. 17 Kasım 1992 H aberi okur okum az, ünlü düşünür Sir Kari Popper’in söylediklerini hatırladım ; sscB ’nin ve ondan kopan ül­ kelerin ‘kapitalizme’ nasıl geçeceklerini tartışırken diyor­ du ki: “ ... kapitalizmin her derde deva olduğunu düşünmek yanlıştır, kapitalizm asla iyi bir hayat ve mükem mel bir toplum a ulaşm a planı d e ğ ild ir...”

328

bir kom ünist sistem dışa açıldığında, devrimci bir şey yapmış oluyorsunuz; yeni bir fikri olan veya kendi­ ni ve çıkarlarını ilerletmek için yollar arayan herkese ka­ pılarınızı açmış oluyorsunuz. Bu sorunsuz olmaz, hem yüksek hem de alçak m evkilerde yozlaşm aya hazırlık­ lı o lm alısınız...” “sscB ’deki halkların kafaları karıştırılmıştır. (...) Şimdi kapitalizmin yeryüzü cenneti olduğuna inanmak­ tadırlar, elbette ki feci şekilde yanılmaktadırlar. (...) Ruslar kendi kapitalizmlerine kavuştuklarında-şayet kavuşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olmayacağını görerek, derin bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır.” ( Ye­ ni Forum, A ğustos 1991) Litvanya’daki seçimlerin sonucu, Popper’in söyledik­ lerine, neredeyse bir kehânet boyutu ilave ediyor. Litvanya İkinci D ünya Savaşı’nda K ızılordu’nun iş­ gal ederek SSCB’ye ‘kattığı’ Baltık cumhuriyetlerinden bi­ ri; ‘dağılm a süreci’ başlayınca, kendini ‘birliğin’ dışına ilk atanlardan birisi oldu; tezelden kapitalist ‘Sistem’le bütünleşm ek istiyor, ülkeyi bağım sızlığına kavuşturan V itautas Landbergis ve takım ı, yurdu cennete çevirece­ ğine inanıyordu; oysa biliyorsunuz, seçimi onlar kaybet­ ti, neden; iki yıl içinde Litvanya’yı getirdikleri yer nere­ sidir, şöyle bir bakalım mı: “ 1/ İki yıldan bu yana fabrikaların üçte biri kapatıl­ dı, çalışanların sayısı asgari düzeye indirildi. 2 / T ü k e­ tici fiyatları yüzde 2.200 (evet iki bin iki yüz) fırladı. 3 / Yakıtın son damlaları tüketildiğinden, merkezi ısıtma ev­ leri sıcak su sağlam ayı kesti. 4 / E ndüstri üretim i bu yıl yüzde 485 oranında düştü.” (Hürriyet, 17 Kasım 1992) H ürriyete susam ışlardı, tüketim darlığı hüküm sü­ rüyor, öm ürleri büyük m ağaza kapılarında kuyrukta beklemekle geçiyordu; bunlar doğru, doğru ya, Sovyet

329

m odelinin onlara neredeyse parasız iletişim, ulaşım, öğ­ retim , sağlık ve sosyal güvenlik im kânları sağladığı da doğru, son derece ucuz evlerde oturuyorlar, kapitalist ül­ kelerin aksine son derece zengin ve kalabalık bir kültür ve sanat hayatı yaşıyorlardı; ayrıca o koca ülkede alt­ yapı sorunlarının çoğu halledilmiş, her türden ve boydan çok iyi uzm anlar yetiştirilm işti: Yoksa uzayda ne işle­ ri var? Perestroika / Yeniden Yapılanm a başlayınca, Sovyet halkları sandılar ki önceki rejimden kazandıkları (müktesebat) aynen kalacak, bunlara bir de özgürlük ve bol­ luk eklenecekti; gerçekte, Yoldaş G o rb a ç o f’un nihai am acı buydu am a, kapitalizm değil bu, özgürlükçü ve insancı bir sosyalizm di; Yeltsin ve takım ı, ülkeyi palas pandıras kapitalizm e geçirince, olanlar oldu. L itvanya’lı Valentina K obrazova demiş ki: “ aslında çok iş becerdiler, hayatımızı imkânsızlaştırdılar. Şimdi her şey kötü, iki çocukla tam bir delikte yaşıyoruz, işim yok, sosyal yardım y o k !” (Hürriyet, 17 Kasım 1992) İşte Litvanya D em okratik İşçi Partisi o zam an dev­ reye giriyor. Seçimlerde çoğunluğu elde ederek, iktidar yolunu kendine açan o; işin ilginç yanı, bu partinin eski Litvan­ ya K om ünist Partisi olm ası, bir bakım a iki yıllık kapi­ talizm ‘cenneti’, Litvanya halkının eski kom ünistleri işbaşına çağırmasına yetiyor; bunda elbette Parti’nin da­ ha özgürlükçü, daha tam bağım sızlıktan yana tutum u da rol oynuyor am a, neresinden bakılırsa bakılsın, işte eski SSCB cum huriyetlerinden birisinde, komünistler, ye­ niden ve bu defa serbest seçimlerle iktidara gelme yolun­ dadır. Sanırım bu ciddi ve önemli bir işaret, dikkate alınma­ sı gereken bir uyarı! Sosyalizm çöktü diyenlerin kulak­

330

ları çınlasın! İstikbal, gerçekten kapitalizmin olsaydı; da­ ha 19. yy’da, sosyalizm hiç ortaya çıkabilir miydi? Bu­ nu niye düşünm üyorlar?

İKİNCİ ‘İŞARET’ POLONYA’DAN... 30 Eylül 1993 Perşem be’nin gelişi, Ç arşam ba’dan belliydi! Katolik ‘D ayanışm a H areketi’nin yönetim inde ‘ser­ best piyasa’ ekonom isine geçen Polonya’da; iki yıl ö n ­ ce, rüşvet, yolsuzluk, dolandırıcılık skandalları birbiri ar­ dınca patlak vermişti; rezillik paçadan akıyordu, o m ü­ nasebetle dem iştim ki: “ ... ‘to ta lite r’ kom ünistlik (itaat sosyalizm i), nefes aldırm ayan, çokbilmiş bürokratlığı, kötü yönetim ve be­ ceriksizliğiyle halkı öylesine bunaltm ıştır ki: ‘liberal’ Ba­ tı ülkeleri, ‘liberallik’, bu insanlara yeryüzü cenneti gi­ bi görünüyor; piyasa ekonom isinin acım asız k u ralla ­ rın a uydukça, elbette ‘H anya ile K o n y a’yı anlayacak­ lar: Federal A lm anya’ya katılan eski D oğu A lm anların yaşadıkları hayal kırıklıkları üzerine bir şeyler okum uş­ tum ; ‘erdem li’ D ayanışm a Y önetim i’nin P olonya’da başına gelenler, üstüne tüy d ik iy o r...” (Meydan, 21 Ey­ lül 1991) Varşova’dan gelen son seçim sonuçları, Polonya hal­ kının H anya ile K onya’yı anladıklarını göstermiyor mu: “... Polonya’da önceki gün yapılan parlamento ve Se­ nato seçimlerinde, sandıktan eski kom ünistler çıktı. Resmi olmayan ilk sonuçlara göre, seçimde eski kom ü­ nist ağırlıklı Demokratik Sol Parti (s d l ) yüzde 20, SDL’nin 331

‘müttefiki’ Köylü Partisi (bsl), yüzde 15 oranm da oy alır­ ken, iktidardaki koalisyonun en güçlü ortağı merkezi De­ m okratik Birlik (u d ) yüzde 10’da k aldı.” ( Cumhuriyet, 21 Eylül 1993) Acaba neden reddettiler? Şimdi sıra başka bir hatırlatm ada! Geçen yıl ilk işaret verilmişti: L itvanya’da eski K o­ m ünist partisi, yeni adıyla D em okratik İşçi Partisi; ül­ keyi bağım sızlığına kavuşturan L andbergis’in partisini yenilgiye u ğ rata ra k , seçimlerde çoğunluğu ele geçir­ mişti; yani P olonya’daki ‘ikinci işaret’, olay mevzii bir olay değil; ‘Sistem ’in hür teşebbüs uygulam asına ciddi bir tepki; bana kalırsa, her iki tepkinin gerekçesi de ay­ nı, onu şöyle açıklam aya çalışmıştım: hürriyete susam ışlardı, tüketim darlığı hüküm sürüyor, öm ürleri büyük m ağaza kap ıların d a k u y ru k ­ ta beklem ekle geçiyordu; bunlar doğru, doğru ya, Sov­ yet m odelinin onlara neredeyse parasız iletişim, ulaşım, öğretim , sağlık ve sosyal güvenlik im kânları sağladığı da doğru: Son derece zengin ve kalabalık bir kü ltü r ve san at hayatı yaşıyorlardı; ayrıca o koca ülkede alty a­ pı sorunlarının çoğu halledilm iş, her tü rd e n her b o y ­ dan çok iyi u zm an lar yetişmişti; yoksa uzayda ne işle­ ri v a r? ” Perestroika / Yeniden Yapılanma başlayınca san­ dılar ki, önceki rejim den kazandıkları (m üktesebat) ay­ nen kalacak, b u n lara bir de özgürlükle b o lluk eklene­ cekti; gerçekte Yoldaş G orbaçof’un nihai am acı buydu am a, kapitalizm değildi bu, özgürlükçü ve insancı bir sosyalizmdi; Yeltsin ve takımı, ülkeyi palas pandıras ka­ pitalizme geçirince olanlar o ld u ...” (Meydan, 17 Kasım 1992) Tabii Polonya’da, Yeltsin ve takım ı değil, Walesa ve

332

takım ı; halkın uğradığı büyük hayal kırıklığının, ana sebebi; eski kom ünistlerin, serbest seçim lerden, halkın ço ğ u n lu ğ u n u sağ lay arak çıkm ış olm ası; sosyalizm i çoktan göm düğünü zanneden şaşkın ördekleri, ciddi ciddi düşündürse yeridir; şundan ki, eski kom ünistler, üstelik bu başarıları, sosyalizm in en kötü, en k atlan ıl­ maz modelinin, basbayağı zulüm olarak uygulandığı ül­ kelerde elde ediyorlar; başka ülkelerde, zam anla neler olm az... İstesek de istemesek de, yine ünlü düşünür Sir K ari P o p p e r’in kon u y la ilgili sözlerine geleceğiz; elbette unutm adınız, SSCB’yi ve ondan ko p an ülkelerin k a p i­ talizme nasıl geçeceklerini tartışırken, neler demiş oldu­ ğunu: “ ... Kapitalizm in her derde devam olduğunu düşün­ mek yanlıştır, kapitalizm asla iyi bir hayat ve mükemmel bir toplum a ulaşm a planı d e ğ ild ir...” “ sscB’deki (burada Polonya’daki) halkların k afala­ rı karıştırılm ıştır. (...) Şimdi kapitalizm in yeryüzü cen­ neti olduğuna inanm aktadırlar, elbette ki feci şekilde ya­ nılm aktadırlar. (...) Kendi kapitalizmlerine ulaştıkların­ da -şay et ulaşabilirlerse- bunun zengin bir kapitalizm olm adığını görerek, derin bir hayal kırıklığına uğraya­ caklardır.” (Yeni Forum, Ağustos 1991, s. 47/49) D oğrusunu isterseniz, Polonya seçimlerinin sonuçla­ rı, bence yalnız eski totaliter kom ünist ülkeler için de­ ğil; ‘Sistem’in dayattığı liberal düzene geçmeye uğraşan, merkeziyetçi b ü ro k rat karm a ekonom i ülkeleri için de, son derece önemli dersler içeriyor. Tabii, görebilenlere!

333

DEVLET, EKONOMİDEN ‘ÇEKİLMİŞ’, AMA... 19 M a rt 1994 Ünlü Alman kam uoyu araştırm a enstitüsü Allensbach eski Doğu A lm anya’da gerçekleştirdiği anketin sonuç­ larını yayımlamış: “ ... Doğu A lm anların, Federal A lm anya’nın ekono­ m ik düzenine verdiği onay, dram atik ölçülerde azaldı: ‘serbest pazar’ ekonomisi hakkında, iyi düşünenlerin ora­ nı, 1990 Şubat’ında, yüzde 77 idi; 1993 A ralık’ında bu oranın yüzde 3 5 ’e indiği görülüyor.” Dilek Zaptçıoğlu, haberinde, bundan şöyle bir sonuç çıkarmış: “Doğu Al­ m anlar, kapitalizm e k ötü d iyorlar!” ( Cumhuriyet, 6 M a rt 1994) Nasıl demesinler? Doğu A lm anya’da kimi yörelerde işsizlik oranı, bütün yöre halkının çalıştığı fabrikalar ka­ pandığı için, yüzde 60’a, yüzde 70’e ulaşmış; yüz binler­ ce kişi, kırk beş elli yaşlarında, gülünç m aaşlarla ‘erken emekliliğe’ ayrılm ak zorunda kalm ışlar; işsizlik, en çok da kadınları vuruyorm uş; Doğu Alm an durum u şöyle özetlemiş: “ ... hangisi daha kötü bilm iyorum : Eskiden param ız vardı, satın alınacak mal yoktu; şimdi mal çok, am a alacak param ız yok!” Peki çare? Aynı kam uoyu araştırm asının sonuçları, hayli açık bir fikir veriyor: Doğu Almanların yüzde 90’ı, Batı Almanların yüzde 70’i, ‘devlet ekonomiye daha çok m üdahale etm eli,’ demişler! Bunlar hayal değil, yaşadı­ ğımız gerçekler; ülkemizde KIT’leri dağıtmak için, nere­ deyse histeri nöbeti geçiren ‘liberal’ bülbüller acaba gö­ rebiliyorlar mı? Rusya’da 1991 darbecilerin liderlerinden Anatoliy Lukiyanof da affa uğradı; o günden günümüze kadar ge­ 334

çen üç yılı, Hürriyet m uhabiri H acıoğlu’na değerlendir­ miş; bakın, ne diyor: Rusya yüzyıl geriye gitti. R eform lardan p ra tik ­ te hiçbir sonuç alınam adı. (...) Eski sistem m ükem m el değildi, ancak şimdiki düzenden bin kat daha sosyal ada­ letçi ve uygar dünya şartlarına uygundu. Son rakam la­ ra göre, R usya’da 550.000 m ültim ilyoner var, b u n a m ukabil toptan nüfusun yüzde 38’i fakirlik çizgisinin al­ tında varlığını sürdürm ek zorunda; G aydar ve Yeltsin’in yapay olarak yarattığı orta sınıf da yüzde 10’u geçmiyor. M edeniyet R usya’ya böyle gelm ez!” (Hürriyet 7 M a rt 1994) L ukiyanof ‘atıyor’ mu? Hayır! Vaziyet öylesine va­ hamet kesbetmiş ki, Yeltsin yönetimini kurtarabilmek için ‘reform ları sulandırm aya’, başka bir deyişle, ‘Sistem’in dayattığı liberal reçeteleri askıya alm aya mecbur oluyor; yani nasıl, önce ‘Sistem’in has ‘ad am ı’, Yegor G aydar’ı görevinden alıp yerine A leksandr Livsin’i getirerek, bu­ nun anlam ı, ‘şok liberallik uygulam asının’ terk edilme­ si, zaten hemen arkasından özel bankaların kamulaştırıl­ ması kararlaştırılm ış, bundan böyle bu bankalara giren döviz m evduatı devlet kontrolüne alınıyor; zaten ‘özelleştirm e’den sorum lu A natoliy Ç ubayiş’e de yol görünüyorm uş! Ö zetlerseniz, R usya’daki gelişmeler, Doğu Alm any a’dakinden farklı değil; liberallik, ‘Sistem’in ekonom i reçeteleri, her yerde yarattığı gibi, bu ülkelerde de cid­ di bir geçim zorluğu, ekonom ik kaos, haksız ve üçkâğıt­ çı milyonerler, gittikçe yoğunluğu artan bir hoşnutsuz­ luk, -h e r şeyin daha iyi olduğu ve y ü rü d ü ğ ü - eski gün­ lere bir özlem yarattı; her iki ülkede de, akla gelen çare tek ve aynı: Devletin ekonom iye m üdahalesi! Hele o ‘solcu’ geçinip de, ‘özelleştirm e’ bayrağını

335

taşıyanlar yok m u, onların bunu olsun görüp ayılması lazım. Peki, devlet işe karışm az da, işler böyle giderse ne olur? Anatoliy Lukiyanofa göre, bakın neler olmuş: Yeltsin’in son çırpınışları bunlar! R usya’nın Batı ile ilişkile­ ri kötüleşecek! Bu kriz, ilk başta mali çevreleri temsil eden IMF ile kendisini gösterm eye başladı. A rdından ilk b ö ­ lüm ünü izlediğimiz casusluk hikâyelerine sıranın geldi­ ğini gördük. Kredileri keseriz tehditleri yapılm aya baş­ landı. Tek kutuplu dünyanın eskisinden çok daha kötü olduğu m eydana çıktı!” (Hürriyet, 7 M a rt 1994) N e haber?

KIRK KATIR MI, KIRK SATIR M I? 9 H aziran 1994 Önem li bazı olayları, neden hep böyle ‘teğet’ geçeriz. Geçen hafta dünya televizyonları, iki haberi, altını ka­ lın kalın çizerek verdi; radyo ve gazeteler de, yeterince önemsediler; m erakla izledim, bir yandan da biz ne ya­ pacağız diye baktım , ne üstünde d u rd u k , ne önemini araştırdık; sıradan ‘dış haber’ olarak geçtiler, bazıları la­ fını bile etmedi. M erak ettiniz biliyorum , neydi bu h a­ berler: A leksandr Soljenitsin, totaliter kom ünistliğe kazan kaldırm ış olan ünlü Rus yazarı, yirmi yıl süren bir sür­ günden sonra, R usya’ya dönüyordu; istediği gerçekleş­ miş, despot kom ünistlik yıkılmıştı; yeni ortam da Ruslar acaba onu nasıl karşılayacaklardı; acaba o, ‘kapita-

336

Üst’ ve ‘liberal’ R usya’da aradığım bulabilecek miydi? Uluslararası tv kanalları, V ladivostok’tan itibaren Soljenitsin’in peşine takıldılar, adım adım izlediler; Rus halkının ve aydınlarının değerlendirmelerini alıp a k ta r­ dılar; dahası, bu dönüşün ifade ettiği m anayı ve m uh­ temel sonuçlarını, ele alıp yorum ladılar. M alum o ld u ­ ğu üzere, bizim kanalların ve gazetelerin de, artık R us­ ya’da büroları ve temsilcileri m evcut, öyle olduğu hal­ de çıt yok; m ünhasıran edebi bir olay saydıklarından de­ sek, Soljenitsin’in gelişme çizgisi başından beri ilginç, ‘si­ yasi iddiaları’ yenilir yutulur cinsten değil; öyleyse ni­ ye üzerinde durm uyorlar, niye göz göre göre ‘atlıyorlar’, her gün sergiledikleri envai çeşit yavanlığı, gerçekten da­ ha önemli mi sanıyorlar? Eğer öyleyse vah bize! Es geçilen ikinci olay, M acaristan seçimleri! Avru­ p a ’nın göbeğindeki eski Doğu Bloku m ensubu bir ülke­ de, eski kom ünistler, m uhafazakârları ve liberalleri, d a­ ha ikinci seçimde ezerek iktidar oluyorlar; bu kadarı bi­ le başlı başına önemli bir olay ya, önem i o kadarla kal­ m ıyor; aynı blok ülkelerinden, eski kom ünistlerin ser­ best seçimlerle iktidara döndüğü, üçüncü ülke bu: Ö n ­ ce Litvanya’da seçimi almışlardı, onu Polonya izledi, şim­ di M acaristan geliyor. Bundan çıkarılacak ilk sonuç şu m udur? Gelişmenin bir ülkeye m ahsus, yerel ve tesadüfi bir gelişme olm adı­ ğı belli; eski D oğu Bloku ülkelerindeki halkın ilk heves­ le iktidara getirdikleri liberal ve m uhafazakâr yönetim ­ lerinden m em nun olmadıkları kesinleşiyor. Sizce bu çap­ ta ve boyutta bir olay, habercilik açısından yeterince önemli değil m idir? Hele bu gelişmeler, T ü rk iy e’yi son derece ilgilendiren, burnunun dibindeki bir coğrafya ku­ şağında m eydana geliyorsa?.. M acaristan uzmanının yorum u şu: m uhafazakâr

337

yönetim , serbest teşebbüs düzenine geçişi örgütleyemedi; öteki insanlann sırtına basarak, p ara kazanm ak için her şeyi göze alan türedi b ir zengin kesim i ülkeyi h a ra ­ ca bağladı; buna m ukabil halkın büyük kalabalığı eski rejimin sağladığı sosyal güvenlik hak ve imkânlarmı kay­ bettiler, hayat pahalılandı, dirlik k a lm a d ı...” “ Özgürlük olarak da fazla bir kazanç elde etmediler. Ç ünkü M acaristan’daki kom ünist rejim zam anından bu yana kadar, zaten en serbest kom ünist yönetim olarak ün yapmıştı; bu b akım dan eski kom ünistlerin yüzde elli gibi yüksek bir oranla rakiplerini alt etmelerini nor­ mal saymalı! H alk, bir m anada bilm eden güvendikleri­ nin, aleyhine, eskiden bildiklerine oy vermiş o ld u .” Uzman, İsviçre Televizyonu’nun haberlerinde, tv5-Europe kanalında konuşuyor; elimde olm ayarak, Litvanya ve Polonya seçim lerinden sonra, burada size söyle­ diklerim i hatırlıyorum ; aklınızda mı, neler dediğim: “ ... hürriyete susamışlardı, tüketim darhğı hüküm sü­ rüyordu; öm ürleri büyük m ağaza kapılarında, kuyruk­ ta beklem ekle geçiyordu; bunlar doğru ya, Sovyet m o­ delinin onlara neredeyse parasız iletişim, ulaşım, öğrenim, sağlık ve sosyal güvenlik im kânları sağladığı da doğru. (...) Sandılar ki, önceki rejimden kazandıkları haklar ay­ nen kalacak, bunlara bir de bollukla özgürlük eklenecek­ ti. (...) Ülke palas pandıras kapitalizm e geçince olanlar o ld u ...” (Meydan , 17 Kasım 1992) Yani ne oldu? Bir kere, elde etmiş olduklarının hep­ sini kaybettiler; ateş pahası bir hayat, çarşıda pazarda sü­ rekli istikrarsızlık; sosyal hayatta, orm an kanunu; ayrı­ ca, Popper’in pek güzel söylediği gibi, ‘... kapitalizmin as­ la iyi bir hayat ve m ükem m el bir toplum a ulaşm a planı olmadığım’ anladılar; o zaman, ‘elin iyisindense, kendi kö­ tümüz, bize daha iyi’ demelerine şaşırmak m üm kün mü? 338

Bunlar halkların, ‘küreselleşme’ye ve ‘özelleştirme’ye, siyasi ve sosyal düzeydeki tepkileri; iyi körü kom ünist eğitim inden geçmiş toplum larda siyasi bilinç son dere­ ce yüksek olduğundan, özgürlük de bulunursa, tepki çok çabuk kendini gösteriyor. K orkarım Batı (‘Sistem’) h a ­ rıl harıl ‘küreselleştirm eye’ uğraştığı, eski Doğu Bloku ülkelerinde, -b iz z a t R usya’da d a - faşizan totaliterlikle (Jironovskiy, Karadziç vs.) eski kom ünistler arasında bir tercih yapm ak zoru n d a k alacak... Yani kırk k atır mı, kırk satır mı?

‘ÖZELLEŞTİRMECİN SONUCU: ‘YOKSULLUK PATLAMASI!’ 8 Aralık 1994 Yazıları okum aya hiç gerek yok, grafikler gerçeği bütün çıplaklığıyla göstermiş! H angi grafikler mi? Eski Doğu Bloku ülkelerindeki ‘Yoksulluk P atlam ası’m gösteren grafikler. Gazetenin kullandığı başlık aynen bu: ‘Yoksul­ luk Patlam ası’! Özelleştirmeye geçip küreselleşen ülke­ lerin hali perişan, ister misiniz bir göz atalım : M acaristan’da 1 9 8 9 ’da halkın yüzde 1 4 ,5 ’i yoksul­ m uş, 1991’de bu rak am 19 ,4 ’e yükselmiş; Polonya’da 1989’da yoksulluk yüzde 24,6 iken, 1992’de 43,7; Çek C um huriyeti’nde yüzde 4,2 iken, 1 9 9 2 ’de yüzde 25,3; Slovakya’da 5,8 iken, 34,1; B ulgaristan’da 1990’da 13,8 iken, 1992’de 53,6; Rom anya’da 1990’da 21,4 iken 1992’de yüzde 51,5; son olarak Rusya Federasyonu’nda 1989’da yüzde 15,8 iken, 1992’de yüzde 61,3! (Le Mon­ de Diplomatique, Kasım 1994, s. 4) 339

Sadece bu rakam lar bile, özelleştirme esnafını, dut ye­ miş bülbüle döndürm eye yeter ya, hepsi bu değil; özel­ leştirme ve küreselleşmenin vaat edilmiş avantajları ye­ rine, Rusya dahil bütün D oğu A vrupa ülkeleri, hızlı bir yoksullaşm a sürecine girm ekle kalm ıyorlar, sosyal çalkantılar da etrafı sarıyor. Jean-Yves Potel diyor ki: aşağı yukarı iki yıldan beri eskiden komünist olan bu ülkelerde, siyasi değişiklikler ve tartışm alar, düşün­ celerde gittikçe başköşeyi işgal eden sosyal sorunlar et­ rafında dönüyor ve yoğunlaşıyor. K am uoyu yoklam a­ larına inanılırsa denilebilir ki, Çek Cum huriyeti’nde Ç a­ lışm a Yasasına karşı yürütülen eylem leri, R om anya’da çeşitli sektörlerde görülen toplu sözleşme grevlerini, en çok da Polonya’daki anlam lı birçok iş uyuşmazlığını (mesela dem ir/çelik ve m ağden sektöründeki) hele hele, yabancı sermaye ortaklığı halindeki Fiat ya da Lucchini gibi teşebbüslerde m eydana çıkmış olanları, o ülkele­ rin hakları sem pati ile karşılam ış b u lu n m ak tad ır... (Le Monde Diplomatique, Kasım 1994, s. 3) Tarafsız gözlemcilerin, Doğu A vrupa’daki kom ünist ülkelerden aktardıkları izlenimler, toplum ların bir işsiz­ lik, yoksulluk ve eşitsizlik uçurum una yuvarlandığı; işin kötüsü bundan, serbest piyasa ekonom isi ve liberal de­ m okrasi içinde, nasıl kurtulabileceğini kestiremediğidir; bunun bir ‘o eski iyi zam anlar’ nostaljisi yarattığı kesin, zaten çoğu özgürlükçü dem okratik sol bir tavrı benim ­ semiş olan, eski kom ünist partilerin kadrolarını tekrar iktidara getiren, ya da yeni iktidar adayına dönüştüren de, bu nostaljidir. İşin başka bir yanı da var, onu hadi ben yazm aya­ yım da, Polonya’daki eski D ayanışm a M uhalefeti ile­ ri gelenlerinden tarihçi K arol M odzelew skiy söylesin; biz de dikkatle izleyelim, zira anlattıkları ‘özelleştirme’

340

sonrasında T ü rk iy e’nin de yaşayabileceği dram ları içe­ riyor: Doğu Avrupa bugün, Batı’lı ülkelerin 1929/1933 yılları arasında yaşadığından çok daha ciddi, adam akıl­ lı vahim bir ekonom ik, sosyal, psikolojik ve politik b u ­ nalım içine yuvarlanm ıştır. K om ünizm yıkıldıktan son­ ra, plan da, ekonomiye yön veren düzen de kayboldu; oy­ sa yerlerine, devletin m üdahale etmesi, ya da piyasanın düzenlenm esi im kânları getirilm edi, hal böyle olunca, Doğu ekonomileri, yabancı rekabetiyle karşılaşmanın şo­ ku içine girdiler. Komünizm, Doğu Avrupa'nın ve Üçün­ cü D ünya’nm azgelişmiş ülkelerine, kam u öncülüğün­ de bir hızlı sanayileşme perspektifi sunm uştu; uluslara­ rası rekabetin uzağında geliştirilen bu endüstriler, çeşi­ di bol fakat kalitesi ve teknolojik düzeyi uluslararası dü­ zeyin de altında m allar üretiyorlardı; uluslararası reka­ bete açılınca, hepsi sınıfta kaldılar, başarısızlığa m ahkûm o ld u la r...” “ ... o zam an ne oluyor? K om ünizm sonrasında, bu ülkeleri kom ünizm öncesinde içinde bulundukları azge­ lişmiş ülke konum una düşürm ek riskiyle karşılaşıyoruz; oysa sosyalist endüstrileşm e o to p lu m lard a yüksek so­ nuçlar elde etmiştir; zihniyetler değişmiş, okullaşma yay­ gınlaşm ış, geniş bir sosyal prom osyon oluşm uştur; ko­ m ünizm in bize bıraktığı ekonom ik potansiyel ne kadar eskimiş, ne kadar verimsiz olursa olsun, Doğu Avrupa ül­ kelerinin çoğu için, ülkenin sosyal konum unun üzerin­ de yükseldiği yegâne m addi destektir; onun yıkılm ası yoksullaşma, işsizlik ve bundan doğan çökme, netice çok şiddetli bir psikolojik şoka sebep o lu y o r...” “ ... B atı’lı m utluluk ve özgürlük norm larına, Doğu Avrupa’hlan, kültürel modelleri ve eğitim düzeyleri yön­ lendirmişti; siyasi özgürlüğe rağm en, uğradıkları hayal 341

kırıklıkları, kendilerini yoksullaşmış ve artık güvensiz hissetmeleri, dehşet verici bir patlam a olasıhğı yaratm ak­ tadır. Kom ünizm sonrası yaşayan toplum ları istikrarsız­ lığa sevkeden bu temel sebebin, dışardan görülen görün­ tüsü ise sert bir milliyetçiliğin yükselişini, geçmiş kom ü­ nist dönem e özlemi, popülizm i ve otoriter rejim tehdit­ lerini içerm ektedir...” (Le Monde Diplomatique, Kasım 1994, s. 4) Özelleştirm e yasasını güle oynaya kabul eden M ec­ lis çoğunluğumuz, acaba bu hazin filmi görmeye hazır mı?

SIRA BULGARİSTAN’INDI... 31 Aralık 1994 Ö nce bir tespit! Bir iş tesadüfle izah edilemez, hele şaka hiç değil: Litvanya, Polonya ve M acaristan ’dan sonra, B ulgaristan’da da seçimleri eski kom ünistler (bsp ) ka­ zandı; bu da, eski D oğu Bloku ülkelerindeki halkların, ‘özelleştirm e’ sürecinden hoşnut olm adıklarını açıkça gösteriyor; yalnız onu m u, içine yuvarlandıkları güven­ sizlik ve kararsızlık ortam ında, yeni bir kurtuluş ümidi olarak, eski kom ünistleri gördüklerini de! D aha ilginci, geçen zam an zarfında eski kom ünistle­ rin akıllanm aları, Stalin’ci diyebileceğimiz totaliter eği­ limleri bir yana bırakıp, sosyalizmin özgürlükçü ve de­ m o k rat eksenine girmeleri; ülkelerinin ulusal koşulları­ na göre, somut ve gerçekçi önerilerle halkın karşısına çık­ mış olm alarıdır; bir yerde bu, Wendy Slater’in RFKP’den bahsederken altını çizdiği ‘Avrupa K om ünizm i’ esprisi­ dir ki, vaktiyle M oskova’nın onca m uhalefetine rağmen

342

C arrillo/B erlinguer/M archais üçlemesi tarafından ger­ çekleştirilmiş, sosyalizm in aslında özgürlükçü bir ‘sivil toplum ’ ideali ve önerisi olduğuna inananlara, yeni bir üm it vermişti; bir yerde ‘Sistem’ ve onun Rusya’daki yar­ dakçıları (başta Yeltsin) tarafından torpillenm eseydi, Yoldaş G orbaçof’un SSCB’yi belirli bir tem po içinde gö­ türm eye çalıştığı aşam a, bu aşam aydı; neticede halklar, acı bir liberalizm e geçiş serüveni yaşadıktan sonra Jon ath an Eyal’in deyişiyle ‘Doğu A vrupa’da yeni bir ide­ oloji ve yeni bir sınıf olarak beliren, bu sosyalizm öne­ risine dönüyorlar. Nasıl dönm esinler ki? O rakam ı hatırladınız mı? H ani ‘özelleştirm e’ rezil­ liğinin D oğu Bloku ülkelerinde ‘yoksulluğu’ nasıl ‘p a t­ lattığını’ açıklayan listede, B ulgaristan’ın hizasına d ü ­ şen rakam ı? U n u tan lar için, bir kalem geçelim: Bulga­ ristan ’da, 1990’da halkın yüzde 13,8’i yoksulluk düze­ yindeymiş, 1992’de bu rakam yüzde 53 ,6 ’ya yükselmiş; yani nüfusun yarısından fazlası yoksul! Buna enflasyo­ nun yüzde 120 civarında seyrettiğini, işsizlik oranının yüzde 2 0 ’ler civarında olduğunu, halkın satın alma gü­ cünde yüzde otuzluk bir düşme görüldüğünü ekleyiniz; bu kadar mı, hayır: ‘özeleştirme’ politikası bir türlü netleştirilem ediğinden, KIT’ler perişan, üretim düşm üş, ta ­ rım üretimi o kadar azalmış ki, eskiden tarım ürünü ih­ raç eden B ulgaristan, şimdi ithal ediyor; fakat en m ü t­ hişi, gelir dağılım ındaki büyük adaletsizlik; R usya’da, öteki eski D oğu Bloku ülkelerinde görüldüğü gibi, Bul­ garistan’da da m afia ile bazı yöneticiler ‘deveyi ham uduyla yutu y o rlar’, halk ise, o taraflard a artık dillerden düşmeyen sözleri tekrarlıyor: ‘Eskiden paramız vardı, ala­ cak mal yoktu; şimdi mal çok, fakat param ız yok!’ Bundan dört yıl önce, büyük halk desteği ile gelen De­

343

m okratik G üçler Birliği, bu karanlık tablonun yaratıcı­ sı; tabii, bedelini de ödüyor: son seçimde, BSP’nin oyla­ rın yüzde 4 4 ’ünü alarak, Meclis’te çoğunluğu elde etm e­ sine mukabil; DGB, büyük oy kaybıyla (yüzde 24) ancak 69 sandalye elde edebildi; elbette bu, ‘Sistem’in Bulga­ ristan ’daki ‘üm idi’ Filip D im itrof’u rahatsız ediyor, so­ nuçlar belli olduktan sonra demiş ki: “— ... kom ünizm zincirini kıram adık, artık geri dönüşünü engelleyemeyiz; ona karşı, seçim barajını aşan b ü tü n partiler birleşm e­ li! Z aten bundan böyle ülkede reform lar zor gerçekleş­ tirilebilir.” (Milliyet, 21 Aralık 1994) Filip D im itrof’un anlayam adığı, galiba şu: Bulgaris­ ta n ’ı ‘Sistem’in dayattığı ‘reform lar’la (başka ‘özelleştir­ m e’ ve ‘küreselleşme’) perişan ettikleri için, komünizmin zincirini kıram adılar; eğer Bulgar halkına eskisinden da­ ha yüksek düzeyde bir hayat standardı oluşturabilselerdi, bu sonuç ortaya çıkar mıydı? H alkı o kadar bezdir­ mişler ki, eskiye dönm eyi göze alıyor. (Kıssadan hisse: T ürkiye’de, birbirinden daha liberal iktidarlar, yıllardır, daha ucuz, daha rahat, daha m üref­ feh bir hayat vaadiyle yönetim e geliyor; ‘küreselleşme­ yi’ ve ‘özelleştirme’yi gerçekleştirmeye çabalıyor; oysa yıl­ lardır, T ürk halkı da, Bulgar halkı gibi, gittikçe daha pa­ halı, daha rahatsız, daha yoksul bir hayat yaşıyor; ‘özel­ leştirme’ yasası çıkarıldı ya, iktidar yine ‘renkli rüyalar’ içindedir, halka da ha bre bunu pom palıyorlar; zinhar hayale kapılm ayalım , Türkiye’yi bekleyen tablo, Bulgaristan ’dakinden daha iyi olm ayacaktır. H angi ülkede olabildi ki?)

344

Asya Türkleri Uyanıyor

HEY KOCA TÜRK!.. 3 H aziran 1990 (Asya’lı T ürk komünistleri, ‘Bolşevikler’e çok güvenmiş­ lerdi. Azerbaycan Sovyet C um huriyeti’nin ilânı dolayısıy­ la, Sultan Galiyef şunları yazmıştır: “ ... Azeri dili İstan­ bul Türkleri, Tebriz İranlılan, Kürtler, Kafkas ötesi T ü rk halkları, Gürcüler ve Ermenilerce anlaşıldığına göre, Sov­ yet A zerbaycanı’nın uluslararası değeri gittikçe artacak­ tır.” [Zizn National / N ostej, 9 N isan 1920] Ağır çay, kalın vodka, sinsi b arut kokuları arasında; daha o zam an, ‘M azlum M illetler’ için bir ‘Enternasyo­ nal’ kurmayı tasarlayan Galiyef ve ‘yoldaşları’, ‘M azlum M illet’ denildi mi, aslında T ü rk ler’i anlıyorlardı: Ayaz M aksudof, 1927’deki bir tartışm asında, bunu açıkça söylememiş midir? “ ... T a ta r k ü ltü rü n d en söz ettiğim iz zam an, b u n u öteki T ü rk /T ata r halklarından ayıramayız, çünkü T ü rk ve T atar halkları çok sıkı bağlarla birbirine bağlanm ış­ lardır. ” A sya’lı T ürk kom ünistleri, ‘B olşevikler’e güvenleri­ ni, çok pahalı ödediler: Kimisi kesildi, kimisi asıldı, ki­ misi sürüldü; ‘M illiyetler K om iseri’ Stalin, T ü rk ista n ’ı 347 -

beş cum huriyete böldü; A zerbaycan’ın Türkiye ile bağ­ larını kesti attı. Azerbaycan K ongresi dolayısıyla gelmiş olan, B akû Üniversitesi’nden Prof. Dr. Süleyman Eliyarlı da, bunun altını çizmiş: “ ... Stalin dönem inde, A zerbaycanlIların kim liklerinden, ‘T ü r k ’ kelimesi çıkarılm ış; T ürkiye ile kültürel bağlarm engellenmesi için, Latin Alfabesi yasak­ lanıp, Kiril Alfabesi kabul edilmiştir.” [Cumhuriyet, 26 M ayıs 1990] Aslında A zerbaycan da T ürk kimliğini arıyor.) Lisedeki ‘alafranga’ öğrencilik yıllarımızda, hangimiz tarih kitaplarında rastladığım ız, şuna benzer satırları okuyup, gırgır geçmedik? “ ... Tarih boyunca T ürkleri çeşitli adlar altında ta ­ nıdık; sözgelişi, H iyongnu’lar, Hunlar, Uygur’lar, Selçuk­ lular, M em lûk’ler, Kıpçak’lar, Timuroğullan, Gazneli’ler, vb. Günüm üzde de, hepsinin aynı kökten gelip aynı göv­ deye bağlı olduğunu, bilmeyenin çıkaram ayacağı, çeşit­ li adlar taşıyorlar: T ü rk , T ürkm en, Kırgız, Ö zbek, T a­ tar, Azeri, K azak, Çuvaş, Başkır, v b ...” “ ... insanlığın büyük serüveninde oynadıkları rol o k a d a r tem elli o lm u ştu r ki, onların h a k k ı olan büyük yeri verm eden, b u serüveni anlatab ilm ek im kânsız­ dır. O sm anlı İm p a ra to rlu ğ u ’nun, özellikle 16. yy’da, yeryüzünün süper gücü olduğu biliniyor; b u n a m uka­ bil, T ü rk o rd u la rın ın R usları tu tsa k edip, h a n e d an la ­ rını Pekin’e, D elhi’ye, K abil’e, İsfahan’a, B ağdat’a, Kahire’ye, Şam ’a, İstan b u l’a, T unus’a ve Cezayir’e yerleş­ tirm eden önce, en büyük istilâlann direkt nedeni olduk­ ları; M ançurya’dan M acaristan’a b ü tü n Asya ve Avru­ pa bozkırlarında at koşturdukları, U zakdoğu’yu ve Av­ r u p a ’yı kap lad ık ları; geçtikleri her yeri dehşet içinde bırak arak , H in d ista n ’a düzinelerce akın yaptıkları, ne348

dense hiç bilin m iy o r.” (Histoire des Turcs, Ö nsöz, s.

11/ 12 ) Kırk yıl, evet kırk yıl sonra, aynı satırları Jean-Paul Rou x ’nnn kitabında okum ak, doğrusu sarsıcı bir duygu: Türkler, hem Büyük O kyanus’tan Akdeniz’e, iki bin yıl­ lık bir yatay kültürün sahipleri; hem de yerleştikleri her yer­ de, (Meselâ biz, Anadolu’da) beşer bin yıllık bir dikey kül­ türün! İşe bakın ki, birbirimizi doğru dürüst tanımayız. ‘Seçkin’ İstanbullu aydın, hiç kuşkusuz Batılı başkent­ leri, Sem erkant, T aşkent ya da B akû’den iyi bilir; Batı edebiyatlarından, ha deyince kim bilir kaç şair, ro m a n ­ cı, yazar sıralar da; burnum uzun dibindeki A zerbay­ can ’dan V ahapzade’yi, Eylisli’yi, Elçin’i, A n ar’ı, Dilbâzi’yi ya H üseyinzade’yi (Samet V urgun’u saym adım , Stalin’e övgüler düzerdi) hatırlam az! Acaba niye, Kafkasya’dakiler T ürkçe yazdıkları için mi? Ayıp, ayıp! Niye mi, bakın niye! (40 Karanlığı! W ehrm acht, K ızılordu’yu önüne k a­ tarak Kafkasya’ya girmiş; gamalı haçlı Nazi bayrağı, Elbruz zirvesinde dalgalanıyor. A nkara ile Berlin, el altın ­ dan, Sovyetler’deki ‘kurtarılm ış’ T ürk halklarının ‘ge­ leceğini’ tartışıyorlar. A nkara’daki Alman Büyükelçisi Von Papen’in, Dışiş­ leri Bakam Von R ibbentrop’a, Azerbaycan üzerine yaz­ dığı gizli rap o rd an , şu satırlara bir göz atar mısınız? " ... Onların [Doğu Türkleri’nin] kanısmca, Türkiye’de yaşayan Türkler, gerçek T ü rk folkunu kesinlikle kaybet­ mişlerdir; dahası, bu yeni bir olay değildir, uzun yıllardan beri böyledir. B akû’de bunlara, T ürkçe konuşan levantenler gözüyle bakılm aktadır ki, kendileriyle ne kadar az ilişkiye girilirse o k ad ar iyi say ılır...” [Tarabya, 5 Ağus­ tos 1941 / Alman Dışişleri Bakanlığı Gizli belgeleri] Niye ayıp olduğu, bilmem anlaşıldı mı? 349

Öteki Türkler’in gözünde, ‘Türkçe konuşan levantenler’ derecesine düşm ek istem iyorsak, ‘T ürk folkunu ke­ sinlikle kaybetm eyip korum alı’; onlara istedikleri, bek­ ledikleri, -h erh ald e ihtiyaç da d u y d u k ları- desteği ver­ meli; uluslararası platform larda, arka çıkmalıyız. Hadi ordan salak! Bu ne ırkçılıktır, ne de Turancılık! İnsanlıktır bu, insanlık!)

ANKARA / BAKÛ EKSENİ 18 H aziran 1991 D uydunuz m u, A zerbaycan B aşbakanı H asanof, ne demiş: “— Hani Türkiye’nin yatırımları? Yatırım için Ame­ rik a ’dan, Fransa’dan firm alar geliyor; T ürkiye’den gel­ miyor, neden? Kim bu suale cevap verecek? Türkiye bu­ rada bir iş merkezi açacaktı, bunun için 10 milyon d o ­ lar verecekti, ses çıkmadı; am a İran ’lılar açtılar.” (Cum­ huriyet, 14 H aziran 1991) H aşan Azizoğlu H asanof, ‘K om som ol’dan (Kom ü­ nist Gençlik Örgütü) yetişme kom ünist, Azerbaycan’dan -E rm enistan ve G ürcistan’ın ak sin e- K om ünist Partisi yönetimi elinde tutuyor; gel gör ki, m uhalif Azerbaycan H alk Cephesi lideri Elçibey (Ebulfeyz Aliyef) bile, H a ­ sanof hakkında kötü konuşam ıyor: “— ... kom ünistlerin içinde H asan o f gibi vatanını milletini isteyenler vardır; devlete yıllardır çalışmış in­ sandır ama, içten içe temiz bir T ürkçü’dür H asanof, an­ cak M oskova’nın sözünden çıkabilemez.” (Tempo, 12-18 M ayıs 1991)

350

Elçibey için, ‘tem iz bir T ü rk ç ü ’ sayılan H asanof, A nkara için kötü bir ‘M oskof A janı’ mı? Hiç sanm am , Türkiye, Asya’daki Türk-Sovyet Cum huriyetleriyle ilişkilerini/yakınlaşm alarım M oskova üzerinden gerçek­ leştiriyor: Hep böyle yapm am ış mıdır? O karanlık 1920 Şubatı’nın 5. günü, M ustafa Kemal Paşa, bütün ‘kum andanlara tam im ini’ emrettiği bir ‘d u ­ rum değerlendirmesi’ yapmıştı; çok ilginç şeyler söylüyor: Türkiye Kafkasya’da Bolşevik yayılmasını kolay­ laştırm a ve onunla harekât birliğine girmekle; batıd an doğuya doğru A nadolu, Suriye, Irak, İran, A fganistan ve H indistan kapılarını, dehşetli surette açmış olacak­ tır. (...) Bu durum karşısında İtilaf Devletleri (‘Sistem’) Bolşevikler’le Türkiye arasını, Kafkas milletleri aracılı­ ğıyla kesmek planını bulm uşlardır. Azerbaycan, Erm e­ nistan, G ürcistan, belki de Kuzey Kafkasya hüküm etle­ rinin bağım sızlıklarını onaylayarak, onları kendilerine çektiler. (...) Dolayısıyla Kafkasya Seddi’nin yapılm ası­ nı, Türkiye’nin kesin yok edilmesi projesi sayıp, bu şed­ di İtilaf Devletleri’ne yaptırm am ak için, en son çarele­ re başvurm ak ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze al­ m ak zorunluluğundayız.” (S. Yerasimos, Türk/Sovyet İlişkileri, s. 143/144, 1979) Başka bir deyişle, Kuva-yı M illiye A n k ara’sı, Bakû’deki ‘bağımsız’ M üsavat H üküm eti’ni, İngilizlerin ‘de­ netim inde’ sayıyor; ‘Sovyetleşmesine’, doğrusu ‘hayır­ h a h ’ bir gözle bakıyordu. Bu yüzden de... “ ... M ikoyan ve KAVBÜRo’nun (Z akavkaskoya B ü­ ro) Azerbaycan’daki işi, Kemal Paşa’nın başkanlığında­ ki O sm anlı T ü rk iy e’sinin; bu cum huriyetin olduğu k a ­ dar, Ermeni ve Gürcü cumhuriyetlerinin M oskova kont­ rolüne geçmesine m âni olmaması, hatta yardım etmesiy­ le, kolaylaştırmıştı. Yumanlılarla savaşta, M üttefikler ve

351

Erm enilerle çatışm ada, Kem alistler, M o sk o v a ’ya bir m üttefik olarak bakıyorlardı. Sovyetler, bu n u n yanın­ da, Kemal Paşa’ya silah ve cephane ile yardım ederek ha­ zırlıyorlardı. O nlar O rtaasya’da ‘Cedidler’in ve Kazan’da V ahidof’un (ve G aliyef’in) M üslüm an kom ünistleri gi­ bi, Kemal Paşa’nın D oğu’da onların ihtilalci hareketle­ ri için, uygun bir alet olabileceğini um uyorlardı.” (Prof. Sergey A. Zenkovskiy, Rusya’da Pan/Türkizm ve Müs­ lümanlık, s. 29, 1983) Dahası, Kazım Karabekir, M ustafa Kemal Paşa’ya 23 N isan 1920 günü çektiği şifre telgrafında, neler dem iş­ ti hatırlasak ya: “ ... bugün, A nadolu’nun kurtuluşu için, Bolşevik or­ dularıyla el ele vererek, hareketten başka çare kalmamış­ tır.” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 614) Şimdi H asanof’un dediklerine dönelim mi? “Am eri­ k a ’dan, F ransa’dan firm alar geliyor, siz neredesiniz?” , Lafa geldi mi, cart cart atıyoruz am a, sahi biz neredeyiz? A sya’da kabına sığam ayan T ürk halklarıyla, aram ıza, ‘Sistem’in yeni bir ‘Kafkas Şeddi’ inşa etm esini mi bek­ liyoruz?

ASYATÜRKLERİ UYANIYOR! 20 H aziran 1991 Asya’daki Türkler kaynıyor: Sovyet ‘İm paratorluğu’nun dam arlarında esen hürriyet rüzgârı, üç çeyrek yüzyıldır ‘cebren ve hile ile’ uyutulmuş halkları uyandırdı; gün geç­ m iyor ki, K azan’dan, A lm aata’dan, T aşkent’ten yeni ve şaşırtıcı haberler alınm asın! 352

Türk Halkları II. Kurultayı, bunlardan biri. (20-21 Nisan) Çeşitli bölgelerden, ‘gay-ı resm i’ 43 örgütü tem ­ sil eden, 110 ‘m urahhas’ bir araya gelmiş; Kurultay Baş­ k a n lığ ın a getirilen, Refahil M uham m edinof varılan sonuçları şöyle açıklıyor: “Kurultay kendisine dört ilke saptadı: 1) M illiyetçi­ lik, 2) Türkçülük, 3) İslamcılık, 4) Sömürgeciliğe kar­ şı mücadele!” ( Cumhuriyet, 13 H aziran 1991) O kuyunca bir tu h af oluyorum , sanki devrim leri, kı­ yımları, savaşları ve barışlarıyla, yetmiş beş yıl geçmemiş, sanki Rusya içlerinden, börkleri, takkeleri, kalpakları, sarkık bıyıkları ve çekik gözleriyle gelen 900 k a d a r ‘delegat’, 1 M ayıs 1917’de ‘Rusya M üslüm anlarının İlk Kongresini’ toplam ışlar; kültürel özerklik yeter mi, to p ­ rak özerkliği de gerekli m idir diye, kıvılcımlı tartışm a ­ lardan sonra; üç m addelik bir ‘am açlar bildirisi’ açık­ lanıyor: “... 1) Ulusal arazi ve federatif ilkelere bağlı özerk cumhuriyetler için mücadele, 2) Kendi topraklan olma­ yan Müslüman halka ulusal/kültürel özerklik, 3) Rus­ ya Müslümanlarının din ve kültür işlerinin koordinas­ yon ve düzenlenmesi için, merkezi bir Müslüman örgü­ tünün kurulması.” (S.A. Zenkovskiy, Ruslar’da Pan/Türkizm, s. 130) Nasıl tuhaf olm am , ‘halkların k u rtu lu şu ’ sloganıyla yürütülen ‘Sovyetleştirmenin’, zam an içinde Türkler açı­ sından nasıl hiçbir şeyi çözümlem ediğini, bu iki to p lan ­ tının ulaştığı -h em en hemen birbirinin a y n ı- kararlar, açıkça gösterm iyor mu? Hele bir de, açık sözlü M uham m edinof’un dedikle­ rine kulak verirseniz! N e mi demiş, şunları: “ . . . s s c b ’deki Türk cumhuriyetleri, gerçek manada ‘sömürge’ durumundadırlar. Bazısı federal, özerk ya da 353

egemen cumhuriyet olsa bile, fark etmez; gerçek mana­ da, ekonomik manada ‘egemenlikleri’ yoktur. Biz ‘tam ve gerçek’ egemenlik için mücadele edeceğiz. İlk başta, bu halklar arasında kültürel ilişkileri geliştirmek ve bu yolla ekonomik ilişkileri de güçlendirmek, daha güçlü bir birliğe ulaşmak istiyoruz.” ( C u m h u r i y e t , 13 H azi­ ran 1991) Bu arzu da eski, 1917 Kurultayında, ünlü Azeri lider Resûlzâde, aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişti: “ ... biz milli ve mahalli bir Türk otonom isi (özerk­ liği) istiyoruz. Tavsiyeleri müşahhas (somut) kılmak için, otonom (özerk) bir Azerbaycan, Dağıstan, Türkistan ve Kazakistan vs. yaratılması istenir; çünkü halkları ken­ dilerine mahsus özellikleri vardır, bütün özerk devletler, kendi mahalli işlerini kendileri yapmah ve kendi milli yö­ netimlerine sahip olmalıdır.” (S.A. Zenkovskiy, R u s y a ’d a P a n / T i i r k i z m , s. 217) R usya’da, sosyalizm maskesi arkasında oluşan ‘to ­ taliter’ ve ‘m erkeziyetçi’ bürokrasi diktası; lafta b irta­ kım özerklikler verdi, bazı cum huriyetler kurduysa da, işin aslının ne olduğu, hem Resûlzâde’nin, Sadri Maksudof’un, Zeki Velidof’un, Ahmet Agayef’in başlarına gelenlerden bellidir; hem de son Türk Halkları Kurul­ tayından sonra, Kurultay Başkanı Muhammedinof’un açıkladıklarından: Asya Türkleri ‘sömürge halkı’ muamelesi görmüştür. Gel de Sultan Galiyef’i hatırlam a! Bu milletler, onun söylediği ve anladığı m anada ‘maz­ lum m illetler’; h atırlar mısınız, o zam anlar bu konuda ne demişti: “... Sömürgeleşmiş ülkelerin (...) bir ‘Sömür­ geler Enternasyonalı’nda birleşmeleri gereklidir. Bu sö­ mürgeler Enternasyonali, tüm mazlum milletleri içine al­ malıdır. Komünist ama endüstriyel bir güç olan Sovyet 354

Rusya bu örgütün dışında bırakılmalı, ancak Rusya’nın Müslüman toprakları bu örgüte dahil edilmelidir.” (Gabidullin, T a t a r is ta n z a S e m ’l e t , Kazan 1927, s. 93) Bütün iş Tahran’ın ‘yeşil karanlığına’, Washington’ın ‘liberal gözboyacılığına’ direnebilm ekte!

B İR ‘TUHAFLIK’ YOK MU? 21 M art 1992 (Azerbaycan Başbakanı Hasanof, o tarihte demişti ki: “ ... eskiden yetkilerin çoğu Sovyetler Birliği’nin elin­ deydi; sadece bizim değil, bu tüm SSCB cumhuriyetleri için böyleydi; şimdiyse, Sovyetler Birliği merkez hükü­ meti yetkilerin tümünü elinde tutmuyor; hangi yetkile­ rin hangi cumhuriyetlere verileceğini ve hangi yetkile­ rin merkezde kalacağını araştırıyor... ” [Cumhuriyet, 22 Eylül 1990] Hasanof’un dedikleri, hanidir kafam ı kurcalayan bir sorunu açm am a yol açtı; ‘İmparatorluk Gerçekten Ba­ tıyor mu?’ başlığı altında bir yazı yazarak dedim ki: “... çocukluğumda İzmir’de gördüğüm bir filmin adı, aklımdan hiç çıkmamıştır: G ü n e ş A s l a B a t m a z ! Gerçek­ te güneş, İngiliz İmparatorluğu’nun toprakları üzerin­ de asla batmıyordu: Avustralya’da batsa, Kenya’da do­ ğuyor; Kenya’da batsa, Kanada üzerinde pırıl pırıl!.. In­ giltere ‘akıllı’ ülke, yüzyılın Marks’ın sandığı gibi ‘ulus­ lararası proletaryanın enternasyonalci yüzyılı’ değil de, ‘sömürgelerin uyamş yüzyılı’ olacağmı çabuk anladı; ‘İn­ giliz Milletler Topluluğu’ numarasıyla, üzerinde güneş batmayan eski imparatorluk topraklarına, ‘bağımsızlık’

355

tamdı; hukuken bağımsızlaşan bu ülkeler, aslına bakar­ sanız İngiliz ekonomisine [yalnız ekonomisine mi, dili­ ne, kültürüne] bağımlılıklarım sürdürüyorlardı: Hâlâ sür­ dürürler...” “ ... Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeleri, bana ka­ lırsa bu açıdan değerlendirmeliyiz: gerek eski Doğu Bloku ülkelerinde, gerekse sscB’ye bağlı cumhuriyetlerde, “ba­ ğımsızlık’ ilânlarının hemen hepsi, yöresel Komünist Partileri’nce yapılıyor; çünkü Moskova da ‘imparatorluğun’ eski merkeziyetçi ve yekpare şekliyle kalamayacağını anlamıştır; o da öteki imparatorlukların yaptığını yapı­ yor, kabuk değiştiriyor...” [ G ü n e ş , 30 Eylül 1990] Son zamanlarda Gürcistan’da ve Azerbaycan’da olup bitenler, bu ‘varsayımı’ gerçeğe yaklaştırmıyor mu?) Hangi kanalda, ne gün dinlemiştim, unuttum; bir ‘ara haber’ bülteninde denildi ki, ‘Kazakistan Cumhurbaş­ kanı Nursultan Nazarbayef; Karabağ uyuşmazlığının sı­ cak bir savaşa dönüşmesini önlemek için, Azerbay­ can’a ulusal ordu kurma fikrinden vazgeçmesini öner­ miştir’; üzerinde duran olmadı, haber kaynayıp gitti; ben­ ce haftalardır yaşanan dramı açıklayabilecek ipuçların­ dan birisiydi; sebebi malum, içinde bulunduğu dağınık­ lığa, yer yer baş gösteren kıtlık ve telâşa rağmen, eski SSCB’de asıl tayin edici güç sayılabilecek iki örgüt, sa­ pasağlam ayakta durmaktadır: KGB ve Kızılordu! Bunda bir ‘tuhaflık’ yok mu? İmparatorluklar çöke­ cekse, onların önce silahlı kuvvetleri ve istihbarat ser­ visleri çöker, sonra kendileri. 20. yy’ın ikinci yarısında bunun aksi oluyor: İngiliz İmparatorluğu da, Fransız İm­ paratorluğu da, silahlı kuvvetleri ve istihbarat servisle­ ri ‘ayakta’ iken ‘dağıldılar’. Tabiri caizse, her iki impa­ ratorluğun dağılışını, âdeta onlar örgütledi. Galiba es­ ki SSCB’de de aynı mekânizma işliyor.

356

Baksanıza, siyasi platform u ve davranış biçimi, M os­ ko v a’nın siyasi platform u ve davranış biçimine uygun, hiç değilse paralel cumhuriyetlerde, çıt yok! Yüksek yö­ neticilerin hem en hepsi eski ‘p artili’ -A llah bilir KGB, m ensubu-, ‘dağılmayı’ M oskova’yla birlikte yürütüyor­ lar, alan razı satan razı, halt etmiş terazi! Z u rn a, ‘bağım sızlığını’ fazla ciddiye alan G ürcistan gibi, A zerbaycan gibi cum huriyetlerde zırt diyor. G ürcistan seçmenlerinin oyuyla işbaşına gelen Gam sak h u rd iy a titiz bir G ürcü m illiyetçisiydi; ülkesinin ‘tam bağım sızlığını’ Bağımsız Devletler T opluluğu’nun çıkarlarından daha yukarda tutm ak istiyordu; gördük, başına gelmedik belâ kalmadı, kaşla göz arasında ‘silah­ lı’ bir direniş m eydana çıktı, adamı alaşağı edip Gürcis­ ta n ’ı önceden planlanmış ‘bağımsızlık’ rayına soktu; da­ hası, G am sakhurdiya’nın yerine, ‘m utem et’ politikacı Şevardnadze’yi getirdi. Azerbaycan’ın çektiği de, ulusal silahlı kuvvetlere sa­ hip olm a arzusunun belâsı! Ulusal silahlı kuvvetleri olm ak ne dem ek, tam bağımsız bir ülke olm ak demek; hele istih b arat servisleri, yapılacak ilk seçimlerde eski ‘p a rtili’ yönetici k adronun -M u tta lib o f, H asan o f v s.süpürülüp gideceğini; onların yerine m uhtem elen H alk Cephesi liderlerinin geleceğini haber veriyorsa, vaziyet daha da kritik! Böyle bir kopm a önlenm eli, A zerbay­ can da, ona uygun görülen ‘bağım sızlık’ rayına sokul­ malıdır. O zam an K arabağ bahane, am aç A zerbaycan’ı İngi­ liz M illetler T opluluğu’na benzer bir ekonom ik ve siya­ si vesayet örgütü olan, Bağımsız Devletler Topluluğu için­ de m uhafaza edebilmek!

357

ALİYEF’E HAKSIZLIK!.. 26 Şubat 1994 H aydar Aliyef, İstan bul’daki basın toplantısında, T ü r­ kiye’deki gazete, radyo ve televizyonların, ziyaretlerini yeterince önem sem ediğine işaret etm işti: Bir tür sitem! H aksız mıydı? Sanm ıyorum : Kalabalık ve yüksek sevi­ yede gelmişlerdi, ziyaret gerçekten önemliydi. Türkiye’de media ayrıntı üzerinde durm az, nüans ne­ dir bilmez, çoğu zaman önyargılarla hareket eder, en teh­ likelisi odur ki, önyargılar ciddi verilere dayanm az, çokluk görevlendirilmiş gazetecinin önyargılarıdır. Böy­ le bir önyargı Aliyef aleyhine işliyor; Sovyetler dönemin­ de, nom en k latu ra’ya dahil olması, -p o litb ü ro ’d aydı‘Rusların A dam ı’ dam gasına yetmiş; sanki, öteki -eski Sovyet- T ürk Cum huriyetlerinin yöneticileri, aynı du­ rum da değil! Aliyef aleyhindeki önyargı, galiba B ak û ’den kay­ naklanıyor; daha doğrusu Elçibey ve etrafından; Sovyet­ ler dönem inde onlar ‘rejim m uhalifi’ idi; kom ünist par­ tisinin içinde bir şeyler yapmaya çalışanları küçümsüyor, üstelik ‘hain’ sayıyorlardı; Aliyef’i de bu kaba koym ak­ taydılar, Elçibey, C um hurbaşkanı seçildikten sonra, bu görüntünün yaygınlaşması kolaylaştı; T ürkiye’de, daha çok ‘Ben A tatürkçü’yüm ’ diye öğünen Elçibey’in ve yan­ daşlarının düşüncesi itibar gördü. Oysa düşünmek lazım, Elçibey’den önce, Rusların Bakû’deki ‘adam ı’ M uttalibof’dur, Aliyef değil; Aliyef tam tersine, onca ikbalden sonra, N ahçıvan gibi bir sınır vi­ layetinde, yarı sürgün yarı menkup yaşıyordu; bugün de Rusların, Aliyef’in yerinde, halen M o skova’da yaşadı­ ğı bilinen M uttalibof’u görmek istediğini, bilen bilir; bu 3.58

nüans, belki Elçibey’e duyulan duygusal yakınlık dola­ yısıyla Türkiye’de gözden kaçırılmıştır; oysa Azeriler, içi­ ne düştükleri çıkm azda, Aliyef’e kurtarıcı olarak sarıl­ mışlardır. D iyeceksiniz ki, iyi de Aliyef Bağımsız D evletler Topluluğu’na girdi, M oskova ile pazarlığa o tu rd u ... O zam an, bir dakika! Sorun çünkü birden Aliyef so­ runu olm aktan çıkıyor; Türkiye ve eski Sovyet T ürk Cum huriyetleri sorunu şekline dönüşüyor. Bu cum hu­ riyetlere ‘doğru’ bakıyor muyuz, pek emin değilim; o n ­ ların da bize yanlış baktığı bir dönem oldu, her derde de­ vayız sandılar; üstelik Rusya artık tam am iyle devre/dışı zannediliyordu; Türkiye Batı ile içli dışlı, kendine gö­ re gelişmişliği de vardı ya, bu ülkelere ‘ağabeylik’ edebi­ lir, vs. vs. Bu tepeden tırnağa ‘favullü’ bir tutum , bir ke­ re kom ünist de olsalar, Türk Cum huriyetlerinin yöne­ tici kadroları, Sultan Galiyef’in ardılları sayılır; yurt ve millet bilinçleri, toplum sal örgüt ve eylem birikimi olan liderler; İkincisi Sovyet sömürgeciliği, bu ülkeleri eko­ nom ik düzeyde söm ürm üş, geri bırakm ıştır am a, belki bunu gizleyebilmek için kültürel gelişmelerine yardımcı olm uştur; zaten bunca yıl sonra, bu ülkeler ulusal kim ­ liklerine sahip çıkabiliyorlarsa, bu sayede çıkabiliyorlar; bazı akl-ı evvellerin sandıkları gibi, M üslüm an olduk­ larından değil! Kısacası, Türkiye ile ‘tarihi’ randevuda bu Türk Cum ­ huriyetlerinin, iki temel beklentisi vardı: (Rusya’ya k ar­ şı) Askeri savunm a desteği, iktisadi gelişme desteği! O y­ sa kısa sürede anlaşıldı ki, onların istediği ve anladığı m a­ nada, A nkara’nın bu destekleri verebilmesi imkânsızdır; bir kere T ü rk iy e’nin kendi hesabına, bir Rusya endişe­ si var; İkincisi ekonomisinin gelişmişlik derecesi hayli su götürür; ‘Sistem’e aşırı bağımlı, çok da borçludur, durum 359

bu iken, hele Rusya toparlanıp yeni ‘askeri doktrini’ ile eski SSCB topraklarında iddiası olduğunu, asker bulun­ durm ak istediğini açıkça ilan edince, siz B akû’de, -y a da öteki Türk C um huriyetlerinde- olsaydınız, acaba ne yapardınız? Eğer güvendiğiniz Türkiye, Rusya’yı hesa­ ba katıyor, adım larını ona göre atıyorsa, elbette siz de öyle yapacaksınız; Ankara, Ermenilere karşı Bakû’ye - b ı­ rakın ciddi ve etkili askeri desteği- ‘gönüllü’ bile gön­ dermeye çekiniyor; o zaman Aliyef’i M oskova’yla m asa­ ya oturdu diye, nasıl kınayabilirsiniz? G örülen şudur: Aliyef Azerbaycan’ı toparlıyor: D a­ ha geçen gün, General Sadıkof ülkelerinde tek Rus as­ keri bulunm adığını söyledi; cephelerde Ermenilere kar­ şı başarılı olm aya başladılar; dış ilişkilerine bir ‘devlet ciddiyeti’ geldi; acaba neden, -Sovyet okulundan da ol­ s a - bu, Haydar Aliyef’in tartışılm az ‘devlet adam ı’ va­ sıfları taşım asından mı? Hele bir düşünün!

ALİYEF’İN ‘HAKKI’ ALİYEF’E... 20 Ekim 1994 (İzin var mı, önce eteğimdeki taşı dökeceğim: Basınımız, burnundan kıl aldırmaz; aslında, ‘siyasi toplum ’un [bü­ rokrasi + burjuvazi] etkili bir uzantısıdır am a, ‘sivil top­ lum ’un, bu arada ‘ülkenin yüksek çıkarlarının’ savunu­ cusu geçinir; şöyle bakarsanız her türlü özgürlükten ya­ nadır; ne var ki asıp kesmelerinde acımasız, değerlendir­ m elerinde çokluk önyargılıdır, zam an zam an bu yaptı­ ğı ‘haksızlık’ m ertebesine varır. İşte bu haksızlıktan bi­ risi, Haydar Aliyef’e yapılmıştır.

360

Elçibey’in yerine geldiği andan başlayarak, Türkiye’de ondan hep ‘kgb G enerali’ ya da ‘R usların A dam ı’ diye bahsedilmişti; öyle ki geçen kış yaptığı Türkiye ziyare­ ti de, bu sebepten, yeterince önemsenmedi, üzerinde du­ rulmadı; bilirsiniz, haksızlığın her çeşidine, -kim e kar­ şı yapılırsa yapılsın- tahammülüm yoktur; belki de bu yüzden, ‘meraklısının’ hatırlayacağı bir yazı yazmıştım; daha başlığından yanlışlığa işaret ediyor, bu arada şun­ ları belirtiyordum: T ü rk iy e’de m edia ayrıntı üzerinde durm az, nü­ ans nedir bilmez, çoğu zaman önyargılarla hareket eder, en tehlikelisi o d u r ki, önyargıları ciddi verilere dayan­ m az [...] Böyle bir önyargı Aliyef aleyhine işliyor; Sovyetler dönem inde N o m en k latu ra’ya dahil olm ası -P olitbüro’daydı- ‘Rusların Adam ı’ dam gasına yetmiş; san­ ki öteki -eski Sovyet- T ü rk C um huriyetlerinin yöneti­ cileri aynı d urum da d e ğ il...” “ ... oysa düşünm ek lazım, Elçibey’den önce R usla­ rın B akû’deki ‘adam ı’ M uttalibof’dur, Aliyef değil; Ali­ yef, tam tersine, onca ikbalden sonra, N ahçıvan gibi bir sınır vilayetinde, yarı sürgün, yarı m enkup yaşıyordu; bu­ gün de R usların, Aliyef’in yerinde, halen M oskova’da yaşadığı bilinen M uttalibof’u görmek istediğini, bilen bi­ lir; bu nüans, belki de Elçibey’e duyulan yakınlık dola­ yısıyla, T ü rk iy e’de gözden k açırılm ıştır...” O yazıyı şöyle bağlamışım: “Aliyef Azerbaycan’ı to ­ parlıyor. Dış ilişkilerine devlet ciddiyeti geldi. Acaba ne­ den? Sovyet okulundan da olsa, bu H aydar Aliyef’in tar­ tışılm az ‘devlet ad am ı’ vasıfları taşım asından m ı?..” [Meydan, 26 Şubat 1994] O günden bugüne yaşanan olaylar, o tarihte söyledik­ lerimi tam am iyle doğrulam ıştır.) H atırlıyor m usunuz, Çiller Paris’te M itterand’la ko361

nuşurken, şikâyeti ne olmuştu? “Doğu Avrupa’da eski Doğu Bloku ülkelerine sahip çıkıp, Rusya’yı orada en­ gelleyen Batı, M oskova’yı Asya’da ve Kafkasya’da ser­ best bırakmaktadır.” Bu şikâyet, Türkiye’nin şikâyeti­ dir, zira ülkenin savunma konsepsiyonu, Kafkasya’da ar­ tık Rus askeri gücünün bulunmayacağı üzerine bina edi­ lecekti; o ki Moskova bölgeyi yeniden eline geçirebilmek am acıyla Çeçenistan’da, Gürcistan’da, Azerbaycan’da türlü fırıldak çeviriyor; allem edip kallem edip, oralara Rus askeri gücünü yerleştiriyor, ya da yerleştirmeye ça­ balıyor; olay Ankara açısından son derece önemlidir; he­ le Batı (‘Sistem’) tarafından Gürcistan, Rusya’ya karşı kendi kaderiyle başbaşa bırakılm ış, Azerbaycan’ın ba­ şına sardırılan Karabağ ve Ermenistan çatışmasına seyir­ ci kalınm ışsa!.. Haydar Aliyef'in, karşı karşıya kaldığı Rus talepleri nelerdir, bilir misiniz? Hele bir sıralayalım: 1/ Azerbay­ can’da en az üç Rus Askeri Üssü tesis etmek istiyor; da­ hası, Türkiye ve İran sınırına Rus birlikleri yerleştir­ mek! 2 / Karabağ’da ateşkes için konuşlandırılması dü­ şünülen Barış Gücü münhasıran Rus askerlerinden oluş­ malıymış, hem de iki bin kişilik filan! 3 / Petrol bahsin­ de, daha da bastırıyor: Azerbaycan petrolü Rusya üze­ rinden pazarlanmalıymış, bu Anadolu boru hattından vazgeçilmesi anlamına geliyor ki, Kazakistan petrolü ve Türkmenistan doğalgazını da Türkiye engelliyor. Biliyor m usunuz ki Haydar Aliyef, o ‘kgb Generali’ denilen adam , bu tekliflerin hepsini reddetm iştir; üste­ lik, ustalıkla! Önce Ankara’ya yaslanarak düğüm ü çö­ zemeyeceğini gördü; çünkü hem Ankara’yı Moskova ile karşı karşıya getirm iş olacaktı; hem de A nkara bu yü­ kü tek başına kaldıram ayacağını belli etmişti; o da Ha­ zar petrolünü, Türkiye ve Rusya’nın dahil olacağı ‘ba­

362

tılı’ bir konsorsiyum aracılığıyla çıkarm ak ve pazarla­ m ak yolunu seçti; böylelikle, R usya’yı B atı’nın (‘Sistem ’in) çıkarları ile karşı karşıya bıraktı: Şimdi Rusya’yı çileden çıkaran budur, B akû’de Aliyef’in yerine M uttalibofu ya da o türden birini oturtmazsa, yalnız Azeri pet­ rolünün değil, Kazak petrolünün de, Türkm en doğalgazının da, Türkiye üzerinden geçirilerek A kdeniz’de pazarlanacağını görebiliyor. Aliyef, gerek petrol pazarlığında, gerekse Rusya he­ sabına ülkede çıkarılmak istenilen kargaşalığı bastırm a­ da, gerçekçi ve basiretli bir ‘devlet adam ı’ olduğunu gös­ termiştir. T ürkiye’deki media onu ‘Rusların A dam ı’ di­ ye vasıflandırm akla, ne kadar yanıldığını nihayet an la­ mışa benzer, ‘hakkını’ vermeye çalışıyor. Bundan böy­ le Ankara’ya düşen görev, elbette W ashington’ın H aiti’de ya da şurda hurda kalkıştığı ve kalkışacağı m üdahalele­ re göz yumması şartıyla, M oskova’yı Kafkasya’da ve As­ y a’da serbest bırakm asını önlemeye gayret etmektir. Ç ünkü Aliyef’in işi hâlâ çok zor!

363

‘Mazlum Milletler’ Oldukça...

‘ÜÇÜNCÜ DÜNYA’CI ‘RADİKAL SÖYLEM’... 8 Ağustos 1991

SHP K urultayı vesilesiyle, o rta lık ta yeni bir laf! Efen­ dim, ‘artık Üçüncü D ünya’cı radikal söylemi terk etmeli’ymişiz! Yanlış anlam ıyorsam , B atı’lı em peryalist ‘Sistem’e karşı ‘M azlum M illetleri’ savunan, M üdafaa-i H ukuk ‘doktrinini’ devre dışı bırakmak istiyorlar; gündemde ‘Sistem ’le ‘bütünleşm ek’ (entegrasyon) var ya, ne halt ede­ ceksin? Hem onlara karşı, hem onların içinde olunamaz! İyi de acaba ‘Sistem’ gerçek bir bütünleşm eye hazır ve niyetli mi? Prof. Bozkurt Güvenç, İspanya UNESCO Milli Komisyonu’nun uluslararası konferansından, kötü izlenimler­ le dönm üş; ona kalırsa, Avrupa T ü rk iy e ’yi asla kendi­ sinden saymıyor: Norveç’li profesör J. Galtung demiş ki mesela: “Eleştirilerinizi tüm üyle kabul ediyorum am a, B rüksel’deki yöneticiler M üslüm an T ürkiye’yi kabul etm iyorlar.” Ayrıca, ‘Avrupa’nın Geleceğini’ anlatan, es­ ki İngiltere Dışişleri M üsteşarı David Owen, yaptığı pro­ jeksiyonu şöyle bir çerçeveye oturtm uş: “Yeni Avrupa cohesion (uyuşm a artı tutarlılık) ilkesi üzerinde gelişe­ bilir; Avrupa Topluluğu, İspanya, Fransa ve İngiltere gi­ 367

bi ‘soylu ve mağrur’ milletlere dayanıyor; yeni ortaklar da Avrupa'nın eski (saygın) milletleri arasından seçilecek­ tir, çünkü Avrupa genişlemek ve gelişmek zorundadır.” David Owen’in, ‘Yeni Avrupa’ya çizdiği sınırları me­ rak etm ez misiniz? ‘Atlantik / Urallar, Kuzey Denizi / Akdeniz, Baltık Denizi / Karadeniz’; öyleyse, Türkiye’yi de içeriyor m u, yooo; Owen Rusya’yı bile dışlamam ış ama, açıkça belirtmiş: “— Hiç tereddüt etmeden ilan edi­ yorum ki, Türkiye Avrupa Topluluğu’na üye olamaz!” ( C u m h u r i y e t , 30 Temmuz 1991) Batılılar’dan daha Batı’cı, ‘seçkin’ aydınlarımız, ‘Üçün­ cü Dünya’cı radikal söylemi’ artık m odası geçmiş sayıp, istedikleri kadar Kuzey/Güney çelişkisinde, Türkiye’yi Kuzey’in ‘zenginleri’ arasına katm aya çalışsınlar; Hıris­ tiyan, Beyaz ve Batılı ‘Sistem’, ondan tedirgindir, üste­ lik tedirginliği yalnızca M üslüm an ve T ürk olduğu için de değil, daha etkileyici bazı sebeplerden; nelerden mi, hadi kendi ağızlarından dinleyelim. Türkiye’de de bulunm uş Amerika’lı yazar Mary Lee Settle, T u r k is h R e f le c tio n s adlı kitabında şunları yazmış: ‘...b ir kez daha Türkler, Güney Avrupa kapılarını zorluyor, ancak bu kez amaçlan Balkanlan ve Viyana’yı ilhak değil, Brüksel’i kuşatıp, Avrupa Topluluğu’na ka­ bul edilmeyi sağlamak! Buna tepkiyse, neredeyse bir Osmanlı sultanını, ordularıyla engin Macaristan ovasında görmek kadar korku verici...” “ ... 14. yy’dan bu yana, çağdaş Türkler’in Osmanlı ataları, başkentleri Asya’da değil, Avrupa’da kurmuş­ lardı: Önce Edirne, sonra İstanbul! Osmanlılar çok ge­ niş bir Ortadoğu İmparatorluğu olduktan sonra dahi, ağırlık merkezi daima Batı eyaletlerinde kalmıştır.” ( M il­ l i y e t , 18 Temmuz 1991) N e w s d a y ’d e yazan Robert David Kaplan ise, soru-

368

nun başka bir yanıtını açıklıyor: İran ve Irak savaş sonrası ancak toparlanır, Bulgaristan ve A rnavutluk gi­ bi eski kom ünist ülkeler, kendilerine pahalı ve duygu­ suz bir kapitalist dünya yaratırken, T ü rk m alları bu ül­ keler için yakın ve maliyetine değen bir fedakârlık (açı­ lım) olm aktadır. Diğer bir deyişle O sm anlı İm p arato r­ luğu, silik ve dem okratik bir yolda - e k olarak O rtaasya parçasının yardım ıyla- 21. yy’da yeniden ortaya çı­ kacaktır.” (Milliyet, 18 Temmuz 1991) ‘Üçüncü D ü n y a’cı radikal söylemi terk etm ek’miş! Baksanıza, T ürk ‘aydınları’nın görem ediğini, onlar n a ­ sıl görm üş: T ürkiye, Çin gibi, H indistan gibi, Brezilya gibi, Üçüncü D ünya’nın geleceği gerçekten parlak bü­ yük ülkelerinden biridir; ötekilerden farklı olarak, üs­ telik ‘burunlarının dibindedir’; bunun ne anlam a geldi­ ğini ise, tarih kitaplarından biliyorlar. Üçüncü D ünya, T ürkiye’nin tram pleni! Yoksa Gazi M ustafa Kem al, ‘Şimdi Şarktan doğan güneşe b ak ı­ n ız ...’ der miydi?

‘MAZLUM MİLLETLER’ OLDUKÇA... 10 Ağustos 1991 Acaba gençler bilir mi, ‘müdafaa-i hukuk’, ‘hakların sa­ vunulması’ anlamına gelirdi: Anadolu’da m andat’lar, dom inion’lar, söm ürge’ler kurm aya yeltenen em peryaliz­ me karşı; T ürklüğün, M üslüm anlığın var olma ve geliş­ me hakları savunuluyor. İşin ilginç yanı, doktrinin ku­ rucusu M ustafa Kemal Paşa, ‘dava’ya ‘yöresel’ değil, ‘ev­ rensel’ bakm ıştır; yoksa şöyle konuşur m uydu? 369

Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, belki daha az kanlı olur ve daha çabuk biterdi. Türkiye azim ve mü­ him bir gayret sarf ediyor, çünkü müdafaa ettiği bütün ‘mazlum milletler’in, bütün Şark’ın davasıdır.” (Temmuz 1922 / S ö y l e v v e D e m e ç l e r , 1) ‘D ava’mn ne davası olduğunu da, açıklamıştı: “Şark’ dan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark millet­ lerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hür­ riyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.” (M art 1933 / D ü n y a , 20 A ralık 1954) Başka bir Türk ve M üslüman lider, Kazan’lı ‘Bolşevik’ Sultan Galiyef ‘dava’nın nereye varacağım, daha 1922’de görmüş; o da, ‘mazlum milletler’in kaderi hakkında, şun­ ları söylemişti: “... Avrupa toplumunda bir sınıfın yani burjuvazinin yerine konacak bir proletarya yönetimi, ‘mazlum millet­ ler’in durumunda bir değişiklik yapmayacaktır; böyle bir değişiklik olduğu takdirde bu, ‘mazlum milletler’ halk­ ları için, iktidara yeni bir efendinin geçmesinden başka hiçbir mana ifade etmeyecektir.” ( H a n g i A t a t ü r k s. 274, 1982) İşte, tuzu kuru ‘seçkin’ kalem efendilerimizin, artık vaz­ geçilmesini istedikleri, ‘Üçüncü Dünya’cı radikal söylem’ budur! Acaba vazgeçilebilir mi, bir de ona bakalım . Geçen nisanda (20-21 Nisan 1991) Kazan’da toplan­ mış olan Türk Halkları II. Kurultayı, dağılm adan önce dört ana ilke saptam ıştı: 1/ Milliyetçilik, 2 / Türkçülük, 3 / İslamcılık, 4 / Sömürgeciliğe karşı mücadele! ( C u m ­ h u r i y e t , 13 H aziran 1991) Hey Allahım, şu benzerliği görüyor musunuz? Üçün­

370

cü Dünya’nın Türk halkları, ‘sömürgeciliğe’ karşı, T ürk­ lüklerinin ve M üslüm anlıklarının var olm a ve gelişme haklarını savunuyorlar; al sana bir m üdafaa-i hukuk daha! Kurultay başkanı Refail M uham m edinof bunu açık­ ça söylemiş: sscB’deki T ürk Cumhuriyetleri, gerçek m anada sömürge durum undadırlar; bazısı federal, özerk ya da egemen cum huriyet bile olsa, fark etmez; gerçek m anada, ekonom ik m anada egemenlikleri yoktur. Biz tam ve gerçek egemenlik için mücadele edeceğiz.” {Cum­ huriyet, 13 H aziran 1991) R obert D avid K aplan ise, Neıvsday 'deki yazısında, durum u şöyle saptamış: “ ... O rtaasya’da bugün durum çok karışık. Sovyetler’in çekilm esinden sonra A fga­ nistan’da nelerin olup bittiği pek bilinmiyor. Batı Çin’de dünyanın ilgisini pek çekemeyen M üslüm an ayaklan­ m aları var, Sovyetler Birliği’nin güneyindeki toplum lar, genellikle aynı yönlerde, aynı telaşı sergiliyor. Am a kime ne değil mi? Değil! O laylar bir yönde birleşiyor, tüm bu bölgelere T ü rk le r büyük m esafeler katederek, Asya’nın dağlık güney sınırından, Batı Ç in’deki kervan kenti K aşgâr’a k ad ar uzanan karm aşanın içinden, sağ­ lam ve kabul edilebilecekleri bir şekilde ortaya çıkıyor­ l a r ...” “ ... İstanbul’dan Kaşgâr’a, ortak kan bağı ve T ürk di­ linin çeşitlemeleriyle birbirine bağlı, bir toplum lar zin­ ciri var. Türkiye’deki Osmanlı Türkleri ile Afganistan’da­ ki ve Sovyetler’in güneyindeki Özbek, K azak ve Kırgızlar, Afganistan ve Batı Çin’deki Türkmenler; Araplar ka­ dar birbirine yakın ve bağlı, bir insan topluluğu oluştu­ ruyor. B unların hepsi de T ürkiye’yi, bir kültür m ıkna­ tısı ve T ü rk m illetinin yaşayan bir örneği olarak görü­ y o rla r...” (Milliyet, 18 Temmuz 1991) 371

İşte, tuzu kuru ‘seçkin’ kalem efendilerimizin, ‘Üçün­ cü Dünya’cı radikal söylem’den, vazgeçilmesini istedik­ leri zam an da, bu zaman! A tatürkçülük dendi mi, m angalda kül bırakm azlar! O nların ‘A tatürkçülüğü’, aslında totaliterlikten sabıka­ lı İnönücülük, müdafaa-i hukukçuluk değil!

GERÇEK ‘SOL’A ÇIKAR YOL 22 O cak 1994 Tabii, işlerine öylesi geliyor: Bizde, liberal bülbüller, si­ yasette ‘sol’dan söz ettiler mi, inatla ve ısrarla, sosyaldem okrat bloku (SHP, DSP, CHP) kastediyorlar; kam uoyun­ da ‘sol’ denildi mi, bu ‘tatlısu solcuları’ akla geliyor; sos­ yalist sol (solcu sosyalistler, komünistler, Troçkistler vs.) yok sayılıyor; ya da, daha hınzırca bir şey yapıyorlar, ‘so­ ğuk savaş’ taklitlerini kullanarak, sosyalistleri/komünistleri silahlı eylem meraklısı (terörist) eğilimlerle bir tu tu ­ yorlar, neden, öyleymiş gibi yapm ak, çıkarlarına uygun düşüyor da ondan! Bir tarihte yazmıştım, sosyalist bir parti olarak Tür­ kiye İşçi Partisi (TİP) 1960’1i yıllarda Türkiye’nin üçün­ cü partisi olarak belirince; 1935’den beri ‘totaliter’, bas­ bayağı ‘faşizan’ bir parti olan CHP, ansızın ‘ortanın so­ lunda’ olduğunu keşif ve ilan etmiş, sosyalistleri, o zaman yasadışı olan ‘aşırı sola’ itmişti. Bir bakım a, yapılm ak istenen, hâlâ odur; ‘solu’ tatlısu solcularının kontrolün­ de tutm ak, gerçek sosyalistlerin yurt çapında iktidar al­ ternatifi bir siyasi güç olarak m eydana çıkmasını engel­ lemek! Bu konuda, aralarındaki iktidar kavgası ne olur­

372

sa olsun, merkez sağ (anap, dyp) ile merkez sol (shp, dsp, chp ) m utabıktır.

Oysa ülkemizde, şu anda bile solcu sosyalist, kom ü­ nist, M ao ’cu, ya da Troçkist epeyce parti vardır; bazıla­ rı seçimlere katılabilecek oranda örgütlüdürler; araların­ da birleşme toplantıları, seçim ittifakları gerçekleştiri­ yorlar; tuhaftır, bu faaliyetler T ürkiye’de değilmiş gibi, yazılı ve sözlü (holding) basını onlardan tek söz etm i­ yor, özel r v kanalları semtlerine bile uğramıyor; yahu in­ san, m erak için olsun bu insanların üzerine eğilmez mi? H ayır eğilmezler, korku o kadar içlerine sinmiştir; üste­ lik dem okratlığı, özgürlükçülüğü, hele de ‘sivil toplum ­ c u lu ğ u kimselere bırakm azlar! sscb dağıldı diye sosyalizm yeryüzünden kalkm adı, bunu yazdık durduk: Ruslar, M arksizm ’in Bolşevik yo­ rum unu uygulam ayı denem iş, başarısız olm uşlardır; yanlış yaptıkları, daha 1920’lerden başlayarak, sosya­ listler arasında (‘işçi m uhalefeti’, F rankfurt Filozofları, vs.) tartışılm ıştır; zam an, Leninist Jakoben tavra karşı, Kautsky, Bernstein, Jaures, Gramsci, Blum tavrının da­ ha doğru ve gerçeğe uygun olduğunu göstermiştir; zaten platform unu, Sovyet modelinden daha esnek ve dem ok­ ratik dokulu bir tü r particiliğe kaydırabilen sosyalist ya da kom ünist partiler, ülkelerinde hem dimdik ayaktadır­ lar, hem de seçim kazanm aktadırlar: İlk akla gelenler, Felipe G onzalez’in İspanyol Sosyalist İşçi Partisi ile, İtal­ yan K om ünist P artisi’dir. İtalyan Kom ünist Partisi ötedenberi, tam Stalin’ci sa­ yılm am ıştır; Fransızlar, onlardan alayla bahsederler, ‘Sirk’ derlerdi; en Stalin’ci liderleri Togliatti bile fazla uy­ sal değildi; Berlinguer’den başlayarak, ayrı bir çizgide ‘Avrupa Kom ünizm i’ni savunmaya başlamışlar, M osko­ va’nın gözünden düşm üşlerdi; ortaya çıkan yeni belge­

373

ler, R uslar’m Berlinguer’i nasıl ‘düşürm eye’ çabaladık­ larını kanıtlıyor. SSCB’nin dağılması üzerine, Parti ken­ disini ‘yeniledi,’ Demokratik Sol Parti (daha doğrusu So­ lun Demokratik Partisi) adını alarak, eski ‘tüfekçiler’den Achille O cchetto’nun yönetim inde iktidara oynam aya yöneldi; böylelikle Parti’nin ‘reform cu’ kanadı yönetime el’ koym uş oluyordu. Sonucu bilm iyorsunuz: 1993’deki son yerel seçimlerde, Parti büyük bir başarı kazandı; Roma, Napoli, Cenova, Trieste ve Venedik gibi, en önem ­ li şehirlerde başkanlıkları ele geçirdi; yapılacak ilk ge­ nel seçimlerde, hele Hıristiyan Demokratlar’ın bozgu­ nu hesaba katılırsa, iktidar olasılıkları gündem dedir. Occhetto, D e r S p ıe g e V e verdiği m ülakatta demiş ki: ben her zaman Antonio Gramsci’nin hayranlarındandım, hiçbir zaman Jakoben bir devrimci olmadım, Leninist değildim; bence siyasi öncülerin görevi, kitle­ lere istedikleri değişimi sunabilmek için, doğru zaman­ da doğru yerde olmaktır; devrimler halk çıkışlı olmalı­ dır, aksi halde devrim olmaz, bir devlet yaptırımı (mü­ eyyidesi) olur.” Peki, Marks’ı Marksizm’i toptan red mi ediyor? H a­ yır, reddettiği ‘pratik politika açısından günümüzde an­ lamı kalmış olan öğütleri’dir; yoksa, sınıf kavgası, Marks onu yaratmamış bile olsa gerçektir’; ayrıca, Kari Marks’ın analizini yaptığı ekonomik aşamalar, bugün bile geçerliğini korumak’tadır; ne var ki, ar­ tık sorun, toplumu kapitalizm denilen kapalı kutudan çı­ karıp, sosyalizm denilen kapalı bir kutuya yerleştirmek değildir’; ya nedir, 1/ Demokrasinin hayatın bütün alanlarında gelişmesi ve genişlemesi. 2 / Ekonomide ve politikada ve toplumda reel özgürlüklerin gerçekleşme­ si; bunun için de; 3 / piyasa ekonomisinin sınırlarının zor­ lanm ası.” ( C u m h u r i y e t , 13 O cak 1994) 374

1960’lı yıllarda Mehmet-Ali Aybar yönetim indeki Türkiye İşçi Partisi acaba benzer bir siyasi platform üze­ rinde değil miydi? Bu,bir. Bugün, bilinmez kaç parçaya bölünmüş Marksistler, kişi ve grup saplantılarını aşarak, acaba benzer bir platform üzerinde ulusal birleşmeyi dü­ şünmek zorunda değil midirler? Bu iki. H adi şimdi tartışın!

‘SOSYALİST’ SOL BİRLEŞEBİLSE!... 25 O cak 1994 4 0 ’lı yıllar, henüz çiçeği burnunda, toplum cu bir şairim; beni en çok hayrete, zaman zaman da dehşete düşüren şey, sosyalistler arasında kişisel düşmanlığın bolluğu ve yo­ ğunluğu! Hareketin en önde gelen isimleri, inanılmaz bir kin ve buğuzla, birbirlerinin aleyhinde atıp tutuyorlar: Ke­ rim Sadi, Doktor Hikmet’le gırtlak gırtlağa; Doktor Şe­ fik Hüsnü, Nâzım Hikmet’i, Komintern dergisinde, ‘ajan’ olmakla suçluyor: ‘Eczacı’ Vasıf, şöyle; Şamilof, böyle; ‘Sa­ rı’ Mustafa, felaket; Reşad Fuad, ‘paşazade’, vs. kutv kuşağından ‘Tornacı’ Ömer, bana bir gün de­ mişti ki: “ ... bunun hakiki müsebbibi, Kısm-ı Siyasi’dir!” Dem ek istediği, Siyasi Polis’in, liderleri birbirine düşü­ rerek, sosyalist hareketi bölmek istemesi! Ne de olsa he­ nüz gencim, (henüz 16 yaşım da), inanıyordum ; yıllar ilerledikçe gördüm ki, Siyasi Polis’e filan gerek yok; si­ yasi bir harekette önde gelenlerin atışması, birbirini ka­ ralaması, yalnızca sosyalistlerin m aruz kaldığı bir Siya­ si Polis haksızlığı değildir; Türk siyasi hayatının, olmaz­ sa olmaz bir özelliğidir. 375

Cum huriyet T ü rk iy e’sinde, ‘çoğulcu dem okrasinin’ başlangıcı, 1946; o günden bugüne, yaşayageldiğimiz hep budur: H er siyasi hareketin içinde, bir süre sonra lider­ lik rekabeti başlar, iş sonunda hareketin bölünmesine ka­ dar varır; bu uyuşmazlıkların sebebi, görünüşte ‘fikir ay­ rılıklaradır ama, acaba gerçekte öyle mi, elbette değil, asıl sebep ‘malı kimin götüreceği’ kavgasıdır! Ne hikmetse, -sınıfsal kökeni ne olursa o lsu n - siyasete ‘atılm ış’ her T ürk aydını, m utlaka ‘liderlik’ iddiası taşır; ‘hasbelka­ der’, bir partide ya da hüküm ette sorum luluk aldıysa, yandık, artık küçük dağları o yaratmıştır, büyük dağlar ise babasından miras; um duğu alakayı partisinde bula­ m adı mı, hemen partisi ve lideri aleyhinde söylemedik söz bırakm az; bir rezilliktir gider! Seçimler yaklaşıyor, ülkenin siyasi tab lo su n a bir bakınız: Harıl harıl, birbirini kötülemeye uğraşan siya­ si parti ve liderlerinin pek çoğu, dün değilse evvelsi gün, yan yana, om uz om uza değil miydi? O halde, 4 0 ’lı yıl­ larda beni dehşete düşüren o sosyalist solun bölünm üş­ lüğü, (beş ayrı ‘p a rti’ vardı, hepsi de ‘gizli’) ve liderle­ rin birini karalam ası, sosyalistlere m ahsus bir zaaf ol­ m aktan çok; ülkenin henüz gerçek anlam da aydın po­ litikacı üretm em esinin; bir de, aydınlarım ızda görülen büyüklük (aslında ‘aşağılık’) kom pleksinin bir sonu­ cuydu. Türkiye bundan çok çekmiştir, görünüşe göre, çok daha çekecek! Sosyalist Sol yerel seçimlere, en az iki -blok halinde (İşçi Partisi, Birleşik Sosyalist Parti) katılacağa benzer; bu da, eski ‘kuyruk acılarının’ hâlâ sürdüğünü gösterir; oysa, gerçekçi olm ak lazım, Türkiye’de, sınıfsal zemi­ nine bir türlü oturam adığı için, sosyalizm, ‘m arjinal’ bir aydın hareketi olarak kalm ıştır; bir ara, kitlesel kim li­ 376

ğe bürünen, sadece iki kuruluşu var: A ybar’ın TİP’i ve DİSK! Bu iki örgüt, hele yekdiğerine destek olurlarsa, yek­ pare ve güçlü bir Sosyalist Partisi’nin temelini oluştura­ bilirlerdi; olm adı, bir yandan Kısm-ı Siyasi, öte yandan kısır iç çekişmeler, ikisini de bin parçaya böldü, ufala­ dı; sosyalizmi eskiden olduğu gibi ‘m ikroskobik’ ve ‘m ar­ jinal’ durum a düşürdü. Ö teden beri bunda, Türkiye’de sosyalistliğin, Tanzim at batıcılığının bir sonucu olarak, ‘alafranga’ bir hareket sayılmasının (objektif neden), et­ kisini de görm üşüm dür: ‘Alafranga’yı liberal olarak ka­ bul etmeye yanaşm ayan bir halk, sosyalist olarak niçin bağrına basacaktı ki? İşçi Sınıfı’na gelince, onun bağım­ sız örgütlenmesi engellenmiş, İsmet Paşa’nın ‘keyfine gö­ re ’ şekillendirilm işti. Askeri müdahaleler, getirdikleri yasal kısıtlamalar, dağıtmış olsa da; TİP ve DİSK’ten kalmış, sosyalist bir bi­ rikim mevcuttur; Occhetto’nun dediği gibi, üstelik ‘doğ­ ru zamanda, doğru yerde, doğru önerilerle’ gelebilse, önü de açıktır; nasıl açık olmasın ki, halkın yüzde el­ lisinin Bangladeş yoksulluğu içinde yaşadığını, resmi is­ tatistikler belirliyor. Mesele sosyalistlerin kapsamlı ve kapsayıcı bir platformda birleşebilmeleri meselesi; sağ­ cı liberaller gibi, aralarında atışıp durmaktan vazgeç­ meleri, şahsi ikballeri için, hareketi birlikten alıkoyma­ maları! Türkiye’de sosyalizm gelişecekse, elbette ulusal ve öz­ gürlükçü gelişecektir; dünyanın içinde bulunduğu şu ko­ şullarda, başka türlüsünün yürümeyeceğini tarih göster­ miştir; bu yüzden de partilerin ve liderlerin, eskiden kal­ ma saplantı ve alışkanlıklarını bırakıp; ulusal, demokra­ tik, laik ve anti-emperyalist bir zeminde birleşmeleri zo­ runlu görünüyor: merkez sağın ‘vahşi’ liberalliği, mer­ kez solun ‘tatlısu’ solculuğu, toplumda büyük tahribat 377

yapmış, gerçekte sosyalistlere geniş bir hayat sahası ve manevra imkânı yaratmıştır; bundan yararlanmasını bil­ mek lazım. Z ira Refah Partisi, pusudadır.

SOSYALİSTLER, NEDEN ‘ISKA GEÇİYOR’?.. 12 N isan 1994 Ne yalan söylemeli, durum u epeyce geç kavradım: Cum ­ huriyet nesliyiz, ‘çağdaşlık’ parolasıyla büyüdük, o dö­ nem de -hele İnönü Cumhuriyeti dön em in d e- ‘çağdaş­ lık’ sık sık ‘batılılık’ ve ‘batıcılık’la eş tutuluyordu; iş, sos­ yalizme gelince, o da öyle; denilebilir ki hatta, sosyalizm, cumhuriyetten önce de ‘batılı’ bir kavramdı; yalnız ‘kav­ ram ’ da değildi hem, aynı dönem de bir ‘eylem ’di: Sela­ nik Amele İttihadı, -k i ilk Osmanlı sosyalist örgiitüdürbaşta Benaroya olm ak üzere, Osm anlı Yahudileri tara ­ fından kurulm uş, İstanbul’da kurulan sosyalist ‘fırka­ ları’ da, ya Alman ‘Spartakistleri’ne ya da Sovyetler’deki III. Enternasyonal’a dayanıyorlardı; öyle sanıyorum ki sosyalizmi, Selçuklu/Osmanlı kültür bileşimiyle bağ­ daştırm ayı kimse denem em işti; belki biraz ‘İştirak’çi Hilmi Bey, biraz da A nkara’daki Halk İştirakiyun Fır­ kası. Sosyalist ‘alafrangalığın’, T ü rk işçileri için ve onla­ rın nezdînde, m ükem m el bir ‘dışlan m a’ nedeni olabi­ leceğini, ülkem izdeki sosyalist aydınlar ve yöneticile­ rin çoğu, hiç anlam adı; oysa dem okrasi uygulam asıy­ la birlikte, önlerinden ‘uyarıcı’ sinyaller geçmekteydi: Sosyalizme, işçiler, köylüler, yoksul orta sınıf halk değil; 378

‘alafranga’, nisbeten tuzu turu kesimler ilgi gösteriyor­ du: Sanatçılar, aydınlar, üniversiteliler, hatta bazı o ri­ jinal sosyete mensupları! Böyle bir alakanın, gerçek bir parti tabanı oluşturam ayacağını, sosyalistlerim izin ne yazık ki çoğunluğu görem emiş; T ü rk iy e ’deki h erh an ­ gi bir sosyalist hareket için zorunlu olan toplum sal platform u, -A ybar’ın TİP’i hariç- hiçbirisi oluşturam a­ mıştır. Son seçimlere, sosyalistler, farklı bir tutum la mı gir­ di? Yooo! Siz ‘Sosyalist Alternatif’ gibi cafcaflı bir ismin, yoksul halk yığınları arasında, ‘ecnebilik’ten başka bir izlenim bırakabileceğine inanıyor m usunuz? Ben inan­ mıyorum. Sosyalist partiler, sahici bir halk tabanı edin­ mek istiyorlarsa, önce ‘alafranga’ züppelikten vazgeçme­ yi bilmeli; M arksizm i ulusal kültürüm üze entegre ede­ bilmeli, sosyalizmi ulusallaştırm alıdır; çünkü ‘milli şef’ modeli ‘batıcılık’ ve ‘batılılıklarla istedikleri hiçbir hede­ fe ulaşam azlar; eğer böyle bir şey m üm kün olabilseydi, bizzat ‘milli şef’in partisi ve onun ardılları, girdikleri bü­ tün seçimleri kaybetm ez, hepsinin oy toplam ı, gittikçe düşmezdi. Oligarşinin Türk halkına sunamadığı, ulusal çağdaş­ lık modelini, Türk sosyalizminin sunabilmesi lazım. Bu sosyalizmin Türkiye’deki başarısının, vazgeçilmez şartı. Bir başka yanlışlık, Türklerden yana olam ayınca, Kürtlüğü okşam ak! Bu yanlışlığı ben icat etm iyorum , o bölgelerde MHP gibi bir partinin oy alması, almak da ne demek, taraftar ve taban bulması gösteriyor... Aslında Güneydoğu seçmeninin halet-i ruhiyesini, ne tatlısu sol­ cuları yani SHP, CHP ve benzerleri doğru okuyabilm iş, ne de sosyalist partiler. Zaten, kampanya sırasında, ‘sos­ yalist’ hatiplerin, seçim konuşmalarını dinlemek, Tür­ kiye’deki gerçek politikadan ve siyaset konjonktürün­ 379

den ne kadar uzak, ne kadar kopuk, ne kadar marjinal olduklarını anlamaya yetiyordu; ne kendilerine güven­ leri vardı, ne de seslendikleri halk yığınlarına; dahası, on­ larla anlaşabilecekleri ‘ortak bir dil’ bulmaktan da aciz­ diler; aşağı yukarı, tatlısu solcularının jargonunu kulla­ nıyorlardı. Oysa on beş yıllık ‘küreselleşme’ num arası Türkiye nüfusunu ikiye bölm üş; halkın yarısı, istatistiklere gö­ re, yılda üç yüz dolar düzeyinde yaşıyor; ‘lümpenleşme’ dizboyu, israf öteki yarıda paçadan akm aktadır, ihtişam ve sefalet dizboyu; yani sosyalist bir partinin üzerine otu­ racağı, işlevsel bir sosyal durum m evcut, taban da ha­ zır; sonuçlara bakınca ne görüyorsun, gelmiş o tabana, kendine göre ‘adil bir düzen’ fakat kesinlikle gelenek­ sel bir kültür vaat eden Refah Partisi oturm uş; hem de nasıl, ülkenin canına okuyan, emperyalist ‘Sistem’e mey­ dan okuyarak! Ü m m et kültüründen artakalm ış değer­ lere sahip çıktığı gibi, yoksullarla o rtak bir dil bularak anlaşabiliyor, ‘alternatiflik’ taslayarak değil! Bütün k abahat sosyalist yönetici ve aydınlarda mı? Sosyalizmin potansiyel seçm enlerinin hiç mi kabahati yok? Elbette var, m edia’ların yıllardır gerçekleştirdiği bi­ linç saptırm ası; önce 12 Eylül, sonra ANAP yönetiminin, ‘kendi işini kur, zengin o l’ palavrası; işçiler dahil, çoğu yoksulu ‘Amerikan rüyasına’ inandırmış görünüyor; bu­ na inanm amış olanlar da, zaten başka bir ‘rüya’nın, Refah’ın tezgâhladığı ‘cennet’ rüyasının sihrine kapılm ış­ lar: İkinci kesimin, büyük şehirlerin varoşlarında yaşa­ yan ‘işçileştirilememiş’ eski köylüler, yani lümpenler ol­ duğunu konuşm uştuk; birinci kesimse, sahici işçilerdir, ne yazık ki ‘yükselen’ sınıf burjuvazinin telkinlerine kanmışlardır. O nu da bir dahaki sefere tartışalım mı? 380

İKİ TARAFLI ‘YOZLAŞTIRMA’... 14 N isan 1994 Bazı gençler bilmeyebilir, işçi konfederasyonlarımızdan DİSK’in D’si, aslında ‘devrimci’nin D’sidir; yani, Devrim­ ci İşçi Sendikaları Konfederasyonu! Aybar dönemi Tür­ kiye İşçi Partisi’nin, sosyalist bir başarısı! 12 Eylül ba­ diresinde, başına, pişmiş tavuğun başına bile gelmemiş belalar gelmiştir; yeni yeni toparlanmaya çalışıyor, gö­ rebildiğim kadarıyla, bunu nasıl yapacağını da tam kestiremiyor. Konfederasyonun önemli sendikalarından Genel-İş, geçen sonbahar, şube yöneticileri düzeyinde bir araştır­ ma yaptırmış; amacı, ‘sınıfsal ve toplumsal sorunlar kar­ şısında, işçinin tutum unu öğrenmek’! Netice müthiş: Yö­ neticilerin yüzde 51 ’ine göre, işçiler ‘sadece kendisini il­ gilendiren sorunlarla, kendisini ilgilendirdiği kadar’ il­ gileniyormuş; yöneticilerin yüzde 35’i ‘işçilerin, toplum­ sal ve sınıfsal sorunlara ilgisinin az olduğunu’ söylemiş; yüzde 3 ’ü ise, bu sorunlarla ‘tümüyle ilgisiz olduğunu’ belirtiyor; yani DİSK gibi bir işçi örgütünde, yöneticile­ rin yüzde 8 9 ’u, işçilerin sınıfsal ve toplumsal sorunlar­ la ilgili olmadığında mutabık! (Milliyet, 4 Nisan 1994) Sosyalizm, tam da ‘işçilerin toplum sal ve sınıfsal so­ runlarla ilgilenmesi’ -ilgilenmek de laf mı, çözümüne ön­ cülük etm esi- anlam ına geldiğine göre; taban açısından sosyalist partiler, daha seçim kam panyasına başlarken yenik düşm üşlerdi. Bu bir gerçek! O zam an soru şu: Dünyanın her yerinde sosyalizm bayrağını yükselten iş­ çiler, Türkiye’de ona niye ‘yan o tu ru y o r’? Sorunun ce­ vabını sosyalist kadroların işçilere -ve genel olarak yok­ sullara- yaklaşım yanlışı yönünden tartışmıştık; ‘alafran­ 381

ga’ ve ‘yabancı’ idiler; dahası aralıksız atışıp araların­ da am ipler gibi bölünm eleri, bazılarının aktivist, bazı­ larının serüvenci politikaları işçilere itim at telkin et­ memişti; iyi de, ya işçilerin böyle yozlaşm ası?.. O na ne demeli? ‘30 sonrasında Türkiye sosyalist hareketi, iki itici gü­ ce sahipti; biri asıl itici güç, yani Türkiye İşçi Sınıfı, öbü­ rü yardım cısı, yani gençlik! ‘Sistem’ gençliğin sosyaliz­ me yönelişini, onu, vakitsiz ve anlamsız bir ‘silahlı eyle­ me’, daha doğrusu ‘bireysel terörizm e’ kaydırarak yoz­ laştırmış, devre dışı bırakmıştır; gençlik, itici güç olarak, sosyalistlerin arkasından çekilmiştir. İşçiler başka türlü yozlaştırıldı; zaten ‘siyasi toplum un’ (oligarşinin) uzantısı, ‘evcil’ bir hareket mevcuttu; onun dışındaki hareket yasadışı sayıldı ve dağıtıldı, bir bir; ama daha önemlisi, işçinin bilinci bulandırıldı: Burjuva­ zinin ‘yükseliş’ dönemlerinde işçilerin de onların ‘değer­ lerini’ benimsemeleri; sınıfsal bir çıkış yolu aram ak ye­ rine, ‘bireysel kurtuluşlara’ saptıkları görülm üştür; baş­ ka deyişle, adam çıkarına bakıyor, fabrikada çalışacağı­ na ‘işini kurm aya’ yöneliyor; ‘serbest teşebbüsün’ iğvasına kapılıyor. 1950’lerden itibaren T ürk işçi sınıfında benzer -fak at etkisiz- bazı eğilimler yok değildi; fakat iş­ çinin sınıf dayanışm asından bireysel ve bireyci ‘egoizme’ kaydırılması, 12 Eylül sonrasında Ö zal’la başlayan ‘kü­ reselleşme’, ‘özelleştirm e’, ‘dışa açılm a’ dağdağası için­ de gerçekleştirilmiştir: ‘köşe dönücülüğü’ artık işçiler de ana hedef ediniyor; bunun için de, evvelce baştacı etti­ ği kavram ları elinin tersiyle bir kenara itiyordu. ‘Sistem’ çünkü ‘yurttaş’tan nefret eder; çünkü yurt­ taş hakkını arayan, hesap soran bilinçli bir sosyal birim­ dir; ‘Sistendin hoşlandığı ve çoğaltmaya çabaladığı tip, ahmak ve gösteriş budalası ‘tüketici’ tipidir; Özal ve son­

382

rası, öğretimden çalışma hayatına kadar her alanda, bu amaca yöneldi; Türkiye bütünüyle politikadan soğutul­ du, ama özellikle işçi sınıfı ve gençlik yozlaştırıldı. O halde sosyalist partilere um ut kalm adı mı? Kalmaz olur mu? On beş yıllık uygulam anın Türki­ ye’yi nereye getirdiği meydanda: Ülkeyi bugünkü geliş­ mişlik düzeyine getirmiş fabrikalar kapatılıyor; işçiler bir anda hiçbir güvence altında olm adıklarını görüyorlar; boykot, işgal ve gösteri, kendiliğinden başgösteriyor; öte yandan bütü politikalar, zaten ezilmiş ve ezilmekte olan nüfusun diğer yarısının, daha da ezilmesine yönelmiştir; sosyalistlere düşen, konjonktürü işçilerin; daha doğru­ su yoksulların ve gençlerin, sosyalist bilince uyanm asın­ dan kullanabilm ektir. Elbette kolay değil: önce m arjinal ve halka yabancı olm aktan kurtulm alarına, halkın onları anlayabileceği ‘ortak ve ulusal bir dil’; -ayrıca ve önem lisi- ‘ulusal bir amaç ortaklığı’ bulabilm elerine bağlı; oysa, ne yazık ki, kendi aralarında bile anlaşam ıyorlar; yoksa bu da ‘ay­ dın’ olm alarından mı kaynaklanıyor?

‘DÖNEKLER’ NEREDEN ÇIKAR? 8 Eylül 1994 (1950 Şubatı, kirli soğuk gri Paris; Mutualité Salonu’nda Fransız Komünist Partisi’nin halka açık toplantısı: İşık­ ların uçuştuğu gece, Parti bandosundan, önce Interna­ tional sonra da Marseillaise m arşlarını dinliyoruz; her boydan, her boyadan, bir halk kalabalığı dalgalanıyor; rüzgârda bayrak gibi şaklayan sloganlar, vs. Podyum383

da, politbüro üyeleri, uzun bir masanın ardına oturm uş­ lardı, yüzleri halka dönük; sırası gelen kalkıp kürsüye geliyor, konuşuyor. FKP’nin en güçlü yılları, her seçim­ den birinci parti çıktığı yıllar; iktidar olmasını, ‘Sistem’, merkez sağ koalisyonlarla önlemeye, engellemeye çaba­ lıyor. M erak bu ya, yanım daki sendikacı dostum a liderle­ rin asıl mesleklerini soruyorum; teker teker, sıralıyor: Ge­ nel Sekreter T horez, m ağden işçisi; yardım cısı, Duclos, fırın işçisi, Waldeck Röchet tarım işçisi, vs... H ayret, bi­ raz da dehşet içinde, politbüroda bir tek aydının yer al­ dığını öğreniyorum: Laurent Casanova! Oysa şaşm am a­ lıyım: Klasik sosyaldemokrat, sosyalist ve kom ünist par­ tilerin, taşıdıkları M arksist karakterin, tabii sonucudur bu! İçimde kıvrılan istifhamı hâlâ hatırlıyorum : T ü rk i­ ye’de sosyalizm [Marksizm] gerçek manasıyla, ne zaman işçi sınıfının davası oldu ki?) Türkiye Sosyalist Partisi’nin lideri Esad Adil Bey’i bi­ raz tanıdım : Balıkesir eşrafındandı, B elçika’da o k u ­ m uş, sosyalizme heves etmişti: 4 0 ’h yıllarda tanım ış ol­ duğum Balıkesir’li başka bir eşraf çocuğundan (Sıtkı Yırcalı) hiçbir form asyon farkı yoktu; Belçika’da zaten be­ rabermişler: K ader ilkini sosyalist, İkincisini D em okrat Partili yapmıştır. M ehmet-Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren, M ihri Belli, başları İsm et Paşa diktasıyla derde girm iş es­ ki üniversite hocalarıdır: Şefik H üsnü, H ikm et Kıvıl­ cımlı, Hulusi D osdoğru tıp doktoru; M ustafa Suphi, Ethem N ejat eski T ürkocağı aydını; ‘İştirak’çi Hilmi Bey, gazeteci; H alk İştirakiyun’dan, Salih Bey, veteriner; kı­ sacası, tam am ı aydın: T ürkiye’de sosyalizm , daha b a­ şından, tipik bir ‘küçük burjuva’ aydın hareketi olarak görülüyor; öyle olduğu için de, batılılaşma meraklısı Jön-

384

tü rk kad ro su n u n , sol kanadını oluşturuyor; yani, ay­ dın hareketi olması, bir; Batı’ya parm ak kaldırması, iki; bu hareketin iyice tab an a inmesini, yapısal olarak en­ gellem iştir; oysa Selanik’te ilk örgütlenen ‘solcular’ (Selanik Amele İttihadı) II. Enternasyonal’cı Musevi iş­ çiler tarafından örgütlenmişti; tabii Rum , Bulgar, Sırp ve M akedon işçilerle beraber: O nun da kozm opolit oldu­ ğu gerçek! Halide Edip nakletmiştir: Milli Mücadele’nin en hız­ lı günleri, Sovyetler Anadolu İhtilali’ne yardım, fakat An­ kara’nın sosyalizme katılmasını arzu ediyor; Gazi uzun­ ca bir süre Çankaya’ya çekilmiştir; ‘sosyalizmi m ütalaa eder’, varacağı sonuç son derece gerçekçi ve çarpıcı ola­ caktır: “— Sosyalizm, tamamiyle amele sınıfına müste­ nit bir tarzı idaredir; Türkiye’de sanayii, binaenaleyh amele sınıfı mevcut olmadığına göre, memleketimizde kaabili tatbik görünmüyor.” Aslında Rusya için de ge­ çerli olan bu ‘tespit’in doğruluğu, yetmiş yıl sonra Sovyetler’in içine yuvarlandığı yozlaşmayla kanıtlanm ıştır; Türkiye’deki sosyalizm çabalarının, bir türlü yerleşip gelişememesi de, her defasında dağılıp parçalanm ası da, onu doğrular. 1920’li yıllarda TKP; Komintern’in öteki partileri gi­ bi, M oskova’daki m ilitan üniversitesi KUTV’ye öğrenci gönderirm iş! İddia odur ki, ‘spartakist’ aydın Dr. Şefik Hüsnü İstanbul’dan bazı sanatçı ve aydınları; M ustafa Suphi kanadının sonraki lideri, Türkocağı kökenli Şev­ ket Süreyya (Galiyef’çilikten sanık) yetenekli işçileri gönderiyordu. 1941’de İzmir cezaevinde tanıdığım ‘Tor­ nacı’ Ömer, bu ikinci kesimdendi; onun, onun gibilerin, hareketin içinde ufalanıp kaybolması, neden ileri gelmiş­ tir acaba? Küçük burjuva aydınlarının, gizli ‘seçkinlik’ eğilim lerinden mi; sanayileşmemiş, dolayısıyla işçisi az

385

ve bilinçsiz bir ülkede, sosyalist bir partiyi tutturup ge­ liştirmenin zorluğundan mı? Marksist iddialı Türkiye solunun, kendine mahsus ne bir kültür sentezi, ne de bir ekonomi politikası üretemeyerek; gittikçe faşizme kayan CHP’nin kuyruğuna takıl­ ması; her iki harekette de, (bürokrat) küçük burjuva ay­ dınlarının, ağır basmış olm asından doğm uş olam az mı? Şurası açıktır ve kesindir: Türkiye’de CHP ardılı m er­ kez solu, soldan saym ak ne kadar yanlışsa; hasbelkader M arksist solda görünen bazı zevatı kiramı sosyalist say­ mak da, o kadar yanlıştır; çünkü sosyalistlik, -hele M ark­ sist ise- münhasıran bir parti ideolojisi değil, aynı zaman­ da diyalektik bir dünya idraki, bir yaşama biçimidir; sos­ yalist, küçük bir burjuva gibi yaşayamaz ve davranamaz; kendisi için (makam, mansıp, servet ya da şöhret) bir ta­ lebi yoktur. ‘D önekler’, kendisi için bir şey isteyenlerden çıkar.

‘YÜKSELEN DEĞERLER’ NE ZAMAN CAZİPTİR? 10 Eylül 1994 Her şeyi, ne çabuk unutuyoruz! Bir zamanlar, Doğan Avcıoğlu’nun, gençliği sürüklediğini, kim hatırlar? 60’lardan başlayarak, önce Yön sonra Devrim gibi yayın o r­ ganları, onu destekleyen geniş aydın kadrosu ile, oysa ne kadar etkili olm uştu: 27 M ayıs’ı izleyen, ‘ilerici’ ol­ m ak iddiasındaki - fa k a t hepsi başarısız- askeri m üda­ hale teşebbüslerinin, odak noktası sayılmıştır. Sonradan benim ‘27 M ayıs İlericiliği’ diyeceğim, ‘tepeden inm e­ ci’ bir solculuğu temsil ediyordu: O yıllar, Üçüncü D ün­ 386

y a ’nın en hareketli yılları; N asır, N ehru, T ito önderli­ ğinde; H o Şi M inh, Kim İl Sung, Kaddafi, Seku Türe ve benzerleri, dünya siyaset sahnesinde anti-emperyalist tav­ rı geliştiriyorlar... 27 M ayıs D evrim i’nin sonunda ‘Sistem ’in denetimi altındaki, liberal bir dem okrasiye yoz­ laşması, o ‘devrim in’ içinde yaşam ış aydınları, radikal­ leşmeye itiyor; değil mi ki T ürkiye’de M arksist sol fel­ ce uğratılm ıştır, o halde ‘ara ta b a k a la r’a (küçük burju­ vazi, sivil ve asker bürokratlar, aydınlar) dayanılarak, askeri bir ‘cuntayla’ ‘sosyalist bir devrim ’ gerçekleştiri­ lebilir. ‘O devrimin içinde yaşamış aydınlar’ dedim, boşuna değildi: Doğan Avcıoğlu dahil, Y ön hareketini yürüten­ lerin çoğu 1960’da ‘Kurucu M eclis’ üyesiydiler, bir ba­ kıma 1961 Anayasası’nın ‘itici güçleri’; hemen hepsi, şu veya bu şekilde, A dnan M enderes’e karşı çıkmış; buna m ukabil, İsmet Paşa CHP’sinin ‘içinde’, ‘yanında’, hiç de­ ğilse ‘civarında’ bulunm uşlardı. Başka türlü söylersek, 27 M ayıs ‘solcuları’, M arksist/sosyalist ekolün değil, CHP ekolünün, hatta İsmet Pa­ şa ekolünün politikacılarıydı. M uhtem el ‘devrim i’, bir askeri ‘cunta’nın başarısına bağlam aları bile, bunu gös­ termez mi? Hepsi birinci sınıf ‘A tatürkçü’ geçiniyor; oy­ sa Gazi’nin ‘cunta’ya asla itibar etmemiş, ‘şûra’cı, ‘kongre’ci, ‘M eclis’ci bir lider olduğunu unutuyorlardı. Silahlı Kuvvetler himayesinde ‘iktidar’ olmuş paşalar zincirinin ilk halkası, bilindiği gibi, İsmet Paşa’dır: 1938. Yön dergisinin yazarlarından birisi de bendim , D o­ ğan Avcıoğlu ünlü eseri Türkiye’nin Düzeni’ni bana, ‘M ücadele arkadaşım Attilâ Ilhan’a diye ithaf etm işti, anti-emperyalist mücadele platform unda, haklıydı ama, formasyonlarımız, o kadar farklıydı ki! Gerçekte bu sol­ cuların da, aralarında ikiye ayrıldıklarının göstergesi: 387

60’lı yıllardan öncekiler, sosyalizmi, işçilerin öncülüğün­ de sivil bir kide hareked olarak gerçekleştirmeyi düşü­ nüp, diyalektik bir yaşama ve davranm a tarzı olarak gerçekleştirenlerdir; sonrakiler ise, sosyalizmi, m erkeziyet­ çi bir bürokrasi diktasının, egemenliği olarak algılı­ yorlardı; bunun için de, ayrıldılar, çünkü öncekilerin ak­ sine, sonrakilerin hayatlarında M arksist m ilitan terbi­ yesi ve anlayışı yoktu; İnönü C um huriyeti’nin yetiştir­ diği üstyapı ilericisi aydınlara benziyor, galiba pek ço­ ğu, kendisi için bir şeyler istiyordu, bazısı servet, bazı­ sı itibar, bazısı ikbal, bazısı şöhret; bunları elde etm ek için de iktidar hem de en kısa yoldan, yani askeri bir dar­ beyle! Klasik M arksist sol, -İn ö n ü dönemi kadrolarım , he­ men tümüyle tahrip ve imha ettiği, işçi sınıfını da TÜRKİş’le evcilleştirdiği için- 27 M ayıs ilericiliğini soldan eleş­ tireceğine, TİP’ten itibaren, ondan yararlanm aya kalkış­ mış, sonunda bu, halkevi/köy enstitüsü aydınlarının, sos­ yalist solun militanları sanılmasına yol açmıştır; oysa bun­ lar, İnönü C um huriyeti’nin ‘seçkinlerini’ oluşturuyor, o rejim tarafından besleniyorlardı; sosyalistliği, sosyalist bir yöntemi, algılayışları da öyle oldu; ‘ayrıcalık’ ve ‘seç­ kinlik’ beklediler, aradıklarını bulam adıkça, ‘yükselen değerler’e yönelm elerinde, şaşılacak bir tara f yoktur; çünkü sosyalistlik bunlar için hiçbir zam an diyalektik bir m etod, bir yaşam a biçimi, bir dünya idraki olmadı; İsm et Paşa ekolünden herhangi bir politikacı gibi, ken­ dileri için bir şeyler (servet, şöhret, mevki, mansıp) bek­ liyor; sosyalizmin, nesiller boyu sürecek insanlık ideali ol­ duğunu anlam ak istem iyorlardı. TİP’in içten dıştan torpillenişi, ‘darbeci’ solun üst üs­ te başarısızlığa uğraması, Türkiye’nin gündemine, cum ­ huriyet dönem inde G azi’nin toplum dan silip attığı es­ 388

ki bir hastalığın, yeni bir ad, yeni bir görüntüyle nükset­ mesine sebep olacaktı: Komitacılık, yani tedhiş, yani terözim!

2000’Lİ YILLARIN TÜRK SOLCULARI 13 Eylül 1994 (Önce, nedense önemsediğim, bir hatıra: ‘Sarı’ M usta­ fa, kırmızı kirpikli, çipil gözlerini kırpıştırıp, piposuna ısıra ısıra, bir gün demişti ki: “— T ürk Siyasi Polisi tasniat yapm az, bunu söylemek hakkaniyet icabıdır:” Tasniat ne demek, gel de gençlere anlat! Polisin uydur­ ma [hayali] suçlarla, tehlikeli gördüğü kimseleri ‘içeriye’ alm ası anlam ına geliyor. Bu lafları, ‘Sarı’ M ustafa’nın söylemesi önemlidir, çünkü o M ustafa Suphi’nin ‘aske­ ri’, KUTV neslinden bir adam; defalarca tutuklanm ış, hü­ küm giymiş, cezaevinde yatmış, neredeyse ‘tarihi’ bir ko­ münist! KUTV nesli silahlı eylemi sevmezdi, sevmezdi de laf mı, düpedüz karşıydı; çünkü M arksizm ’in Bolşevik yorumu, Rusya’da en büyük terörizm fırtınasını kopartmış, iki ha­ rekete karşı [narodniklerin, N arodnaya Volya’sı ve nihi­ listlerin Neçayevski hareketi]; ‘batılı’ ve ‘sivil’ Plekhanof ve ardılları tarafından geliştirilmiştir; o bakımdan, bizim Kuva-yı Milliye hareketinde olduğu gibi, halk bizzat si­ laha sarılmadıkça, IH. Enternasyonal komünistleri, terö­ rizme -hele bireyseline- karşıydılar; nitekim, sadece Çin ve İspanya iç savaşlarında, savaşmışlardır; çünkü Kanto n ’da da, M a d rid ’te de silaha önce halk sarılmıştı. Sosyalist T ü rk solu, silahlı eyleme, hele bireysel te­

389

röre karşıydı ama, onlardan önce tarihimizde bunun me­ raklısı, ya da uygulayıcısı yok muydu? Elbette vardı, hem de fena halde vardı; yoksa 70’lerden itibaren ‘um utsuz’ solcu gençler arasında, ‘um utsuz’ silahlı eylemcilik bu k ad ar çabuk kök salabilir miydi?) Eski deyimle ‘kom itacılığın’ evveliyatı, ta C arb o n a­ ri hareketine kadar uzanır; bizde, Devlet-i Aliyye’nin ba­ tış yıllarında, em peryalist ‘Sistem’in besleyip destekle­ diği Balkan (Sırp, Bulgar, M akedon vs.) ve Ermeni ‘ko­ m itaları’ tarafından benim senip uygulanmıştır. Türklerde başı çeken îttihatçılar’dı, belki (Çentrelist) Bulgar belki Sırp kom italarıyla savaşa savaşa; belki N i­ yazi Berkes’in dediği gibi Balkan kökenli bazı İttihatçılar’ııı Rus narodniklerinden etkilenm iş olm asıyla, bel­ ki her iki sebepten, İttihat ve T erakki’nin ünlü ‘fedaile­ ri’ bireysel terörün ‘tetikçileri’ olm uşlardı; zaten Cemiyet’iıı örgütleniş biçimi de ‘gizli kom ita’ özellikleri gös­ terir. Laik ve dem okrat, üstelik sivil bir toplum idealiyle yo­ la çıkmış olan M ustafa Kemal, C um huriyet’in erken döneminde, hâlâ etkili olabilen bu ‘İttihatçı’ komitacılar­ la uğraşm ak zorunda kalmış; yeni rejimin sertleşmesin­ de, emperyalizmin kışkırttığı isyanlar (Şeyh Sait, Dersim) kadar, ‘İttihatçı’ kom ploları da etkili olmuştur. Gerçek şu ki, 30’lu yılların sonlarına doğru, Türk siyasi hayatın­ da tedhiş (terör) artık uzak bir hatıra sayılıyordu. 1917 Bolşevik devriminin Stalin’ci bir diktaya yozlaş­ ması, İkinci Dünya Savaşı ertesinde, bazı devrimlerin (en çok da Çin, K üba ve Vietnam) silahlı eylemle gerçekleş­ mesi; savaş sonrası Avrupa ‘ilerici’ gençliğini, Stalin’ci ko­ münist partilere karşı, ya M ao’cu, ya (Che) Guevera’cı -her halde anti-Sovyet- bir silahlı devrimciliğe yöneltmiştir. 1968’den itibaren kır ve şehir gerillası strateji ve tak ­

390

tikleri (özellikle M arighella) yaygınlaşır; bazı ülkelerde­ ki mevzii başarılar, dem okratik kitle eylemlerinden üm i­ dini kesmiş genç solcuların, şiddet eylemlerine sarılm a­ larına neden olur. Üzerinden yıllar geçince, bu davranışın, ümitsiz bir ileriye kaçış (la fuite en avant) hareketi olduğu, ne k a­ dar da açıkça görülm ektedir: Gerçekte onlar da, kendi­ leri için bir şeyler (belki de çok şeyler) istiyorlarmış; Türk siyasi tarihindeki, solcu ‘döneklerin’ en kalabalığı, yok­ sa neden onların arasından çıksın? 68 kuşağı, ülkem izde, liselerin yurttaş olarak yetiş­ tirdiği, son nesil oldu; şiddet hareketlerine bulaşan bu ümitsiz gençlik, aşırı davranışları yüzünden; eğitim ve öğ­ retim sistemimizin, ‘yurttaş’ yerine ‘tüketici’ yetiştirm e­ yi öngören, 12 Eylül eksenine kaydırılm asında etkili ol­ muştur. Gerçek şu ki, 2000’!i yılların Türk solcuları, kutv mi­ litanlarının ‘eylül’ geleneğiyle, M üdafaa-i H ukuk M imM im ’cilcrinin, bilinçli yurtseverliğinin, diyalektik bir sen­ tezi olacaklardır. İşin başından beri, bir ve beraberdiler, gelecek de on­ ların.

TÜ RK‘DEVLETÇİLİĞİ’ SOSYALİST DEĞİL, ANTİ-EMPERYALİSTTİR!.. 6 Aralık 1994 Profesör olm aya lüzum yok, siyasi iktisatla az buçuk il­ gilenen herkes daha 1920’lerden başlayarak, ‘Bolşevik’ sosyalizm inin, kendi solundan eleştirildiğini bilir: ‘İşçi 391

M uhalefeti’, ‘Frankfurt Filozofları’ vs. derken; ikinci bü­ yük savaştan sonra, iş daha ciddileşmiş, önce Cilas (Ye­ ni Sınıf) arkacından Giles M artinet (Beş Komünizm) ve Bettelheim (Sosyalizme Geçiş Sorunları), Sovyet tipi sosyalistliğin, M arksizmin öngördüğü özgürlükçü işçi de­ m okrasisi olmadığına işaret etmişlerdir. Tabii, başkala­ rı da!.. Bettelheim , ‘geçiş’in sadece üretim araçlarının dev­ letleştirilmesiyle gerçekleşemeyeceğini; M artinet bunun önemli bir adım sayılsa bile, bu araçları işçi sınıfına mal etmediğini, üstelik artı/değerin bu defa bürokrasiye git­ tiğini söylemiş; Cilas ise, pratiğin ta içinden geldiği için, keyfiyetin, sınıfsızlığa doğru gitmesi gereken sos­ yalist toplum da, yeni bir sınıf yarattığını gösterm iştir: O göstermese de, M oskova’ya angaje olm ayan her ko­ m ünist, üretime kum anda lövyelerini elinde tutan p ar­ ti ve devlet bürokrasisinin, SSCB’de ve uydularında, im­ tiyazlı bir sınıf (nom enklatura) oluşturduğunu görm ek­ teydi; aslına bakarsanız, Sovyet sistemini batıran da budur; yani, üretim araçlarını bir türlü işçi sınıfına, onun özyönetim ine devredemeyişi; m antığı tam am iyle kapi­ talist bir devletçilik pratiği yüzünden, ülkenin ekonom i­ sini çıkm aza sokm uş olması! Sosyalizm özgürlükçü bir sivil toplum projeksiyonu­ dur, üretim araçlarını halka mal eder, yönetimi yerelleş­ tirir onun eline verir; o kadar ki amacı gerçekte sınıfsal bir baskı aracı saydığı ‘devletin’ eritilip böylece yok edil­ mesidir; bu noktadan hareket eden özgürlükçü sosya­ listler sscB’deki rejime de, rejimin sosyalistliğine de da­ ima itiraz etmişlerdir. Prof. Çiller, bunları bilmez mi? Bilirse, nasıl kalkıp da ‘özelleştirm e’ ile, “ T ürkiye bölgesindeki son sosya­ list devleti biz y ıktık” , diyebilir?

392

T ürkiye’nin ‘erken’ cumhuriyet döneminde benim­ seyip uyguladığı devletçilik, sosyalist bir proje değildi, hiç de olmadı; olsa olsa, ‘m azlum ’ bir m illetin, em per­ yalizme karşı ekonom ik bağımsızlık mücadelesinde kul­ landığı, ‘kam u öncülüğünde bir hızlı sanayileşm e stra­ tejisi’ idi, ki G azi’nin ‘bütün idareyi halkın eline vere­ ceğiz’ prensibiyle birleştirilse, pekâlâ dem okratik, sos­ yal adaletçi ve özgürlükçü olduğu düşünebilirdi; alttan alta, o tutum da 19. yy dayanışmacılığının (solidarisme) etkisini bulm ak da m üm kündür; bu stratejinin T ü rk i­ ye’deki adı ‘Karma Ekonom i’ olmuştur, yani özel sektör asla reddedilm em iş, tam tersine, bugünün büyük hol­ dingleri o kam u sektörünün çöplüklerinde yetiştirilmiş­ tir, yani bugün atıp tuttukları ekonom ik düzen onların ‘velinim eti!’ T ürkiye’de devletçiliğin, totaliter bir devlet kapita­ lizmine dönüşm esi, İnönü C u m h u riy e ti’ne rastlıyor (Saydam kabineleri). O dönemde merkeziyetçi bir bü­ rokrasi diktası, her alanda olduğu gibi, ekonomi alanın­ da da kimseye nefes aldırmamıştı; ne var ki 5 0 ’li yıllar­ dan başlayarak (D em okrat Parti) ağırlık liberallere kay­ mış; ‘Karma Ekonom i’ hızlı sanayileşmede kamu sektö­ rüne yaslansa da, özel sektör -KIT’ler dahil- her imkân­ dan yararlandırılarak, bugünkü düzeyine ulaştırılmıştır. Kim ne derse desin, Türkiye’yi yetmiş senede altı kere bü­ yüten bu ‘Karma Ekonom i’ düzenidir ve bu düzenin sos­ yalizmle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Doğrusu ya T ürk tipi karm a düzen ‘m azlum m illet­ ler’ için, başarılı bir anti-em peryalist kalkınm a modeli olmuştur; zaten Prof. Çiller’in onu ‘sosyalist’ sayması da gerçekten sosyalist olm asından değil, liberal Enternasyonalı’na (küreselleşmeye) karşı sağlam ve geçerli bir mu­ kavem et cephesi oluşturm asındandır.

393

N üansları katiyen gözden kaçırm am alıyız. Prof. Çiller, özel sektörü gittikçe önem ve ağırlık ka­ zanan T ürk karm a ekonom i düzenini, ulusal ekonom i­ mizin bağım sızlığında direndiği için s s c b ekonom isine benzetiyor; bu, bir yanlış! Sovyetler’deki ekonom ik uy­ gulam anın, bü ro k rat ve merkeziyetçi niteliğinden ö tü ­ rü, bizzat M arksistlerce eleştirildiğini, sosyalist sayılma­ dığını unutm uş görünüyor; bu başka bir yanlış! Sosya­ lizmin ekonom ik projeksiyonunu, özgürlükçü ve özyö­ netimci bir sivil toplum değil de, totaliter bir merkeziyet­ çi diktası gibi sunuyor, bu da yanlışların ağababası! Allah aşkına ‘K üçük H an ım ’ gerçekten ekonom i mi okutuyordu? Ben nedense, N âzım ’ın unutulm az piyesi Kafatası'nda, P edro’nun ikide bir söylediği sözü hatır­ lıyorum: “Ah D oktor Dalbenezo, biraz iktisad-i siyasi bil­ seniz!..”

394

Meraklısı İçin Ekler

‘LONDRA ENTERNASYONAL’! 8 H aziran 1991 İzmirli değil miyiz, ‘Enternasyonal’ denildi mi, aklımıza ‘fuar’ geliyor; sosyalizm tarihinde bu kelime, meğer ulus­ lararası işçi örgütlerinin adıymış; kanlı mehtapların Körfez’i kıpkızıl kalayladığı, o uzak savaş gecelerinde, bunu ‘yasak’ kitaplardan öğreniyorum ; yalnız bunu mu, bir­ biri ardından, üç yıl enternasyonal kurulm uş olduğunu da! Belalı, 40 karanlığı; toz mavi yıldız alacasında, ha­ yalet m artılar uçuşuyor; Londra Enternasyonali çoktan lağvedilmiş, Brüksel Enternasyonali bizce m ahkûm; var­ sa yoksa Moskova Enternasyonali, yani III. Enternasyo­ nal! (M alûm-u âliniz, kom ünist jargonunda, bir adı da ‘Komintern’dir; son zam anlarda, kasıla kasıla ‘Komüntern’ diye yazanlar türedi, ayıptır, adam a gülerler!) Türkiye’deki toplantısı, iç politikam ızda tartışılan “Sosyalist Enternasyonali” aslında II. Enternasyonal, ya­ ni Brüksel Enternasyonali; acaba fırsattan yararlanıp, ‘işin evveliyatına’ bir göz atsak mı? I. Enternasyonal, 25 Eylül 1 8 6 4 ’de kurulm uştur, Londra’da; dört Batılı ülkenin işçi delegeleriyle, Fransa, İngiltere, Almanya ve İtalya! Marks, açılış bildirisinde, şunları amaç gösteriyor: a. İşçilerin bir ‘sınıf partisi’ ola­ 397

rak örgütlenmesi; b. Sosyal haklar mücadelesi; c. İşçi ko­ operatiflerinin kurulması; d. Gizli diplomasiyle savaş; e. Burjuvazinin ‘sınıf egemenliğine’ karşı koymak, vs. vs. Londra Enternasyonali, bir m anada, 1848 İhtilali’nin çocuğudur; 1861/64 arasında Avrupa, işçi eylemleriyle al­ tüst oluyordu. Ekonom ik düzeyde sendika savaşları ve­ rilmekteydi ama, işçiler, siyasal düzeyde ‘çıplaktılar’; mu­ hafazakârlara karşı, kendilerini savunacaklarını um duk­ ları liberaller, aslında sanayi burjuvazisinin çıkarlarını ko­ ruyorlardı; o zam an örgütlenm eyip de, ne yapacaksın? I. Enternasyonal, daha çok İngiliz ve Alm an sosya­ listlerinin, enternasyonali sayılır, d ö rt büyük kongresi­ ne (1866 Cenevre, 1867 Lozan, 1868 Brüksel, 1869 Basel) rağm en, Avrupalı işçiler arasında iyice kök saldığı­ nı söyleyebilmek güç; kitle örgütü olm aktan çok, belli başlı işçi birliklerini bir de sosyalizm tarihinin ‘efsane­ vi’ isimlerini bir araya getirmesiyle namlı. Sosyalizmin tarihinin “efsanevi” isimleri dedim de... Londra Enternasyonali, üç ‘efsanevi’ isim etrafında dönm üştür: Pierre Joseph Proudhon (1809/1865), Mihayil Aleksandroviç Bakunin (1814/1876), Karl Marks (1818/1883). M arksistler, sosyalizm in, ‘otoriter toplum cu’ kana­ dı; Proudhon ve Bakunin, ‘özgürlükçü bireyci’ kanadı; öncekiler bireyi m utlu etm ek için önce toplum u mutlu etmek gereklidir savında; sondakiler, bireyin m utluluğu­ nu, üzerindeki toplum sal/siyasal baskının kaldırılm ası­ na bağlıyorlar. Aralarında bir kıyam ettir kopmuş! I. Enternasyonal’ın tarihi, daha sonra üretilen terimlerle ko­ nuşursak, ‘özgürlükçü sosyalizm / soscialisme libertaire’ ile ‘otoriter sosyalizm / soscialisme autoritaire’in çatış­ ması tarihi: Lozan Kongresi’ne kadar Proudhon’cular örgüte ege­

398

men, Enternasyonal daha çok kooperatifler, işçi mevzu­ atı, sendika sorunlarıyla ilgileniyor; Lozan Kongresi’nden sonra, M arksistler ağırlığını koymuş, Basel Kongresi’ne kadar bunlar, toprağın ve ulaştırm a araçlarının ‘kam u­ laştırılm ası’ gibi konularda, ilke kararlarına varıyorlar. Bakunin 18 68’de devreye girer, girer girmez de M arks ve yandaşlarıyla kapışır, öyle ki B ak u n in ’ciler, örgüt içinde ikinci bir örgüt kurmuş, adına ‘Enternasyonal İt­ tifak’ demişlerdir; ayrıca, bu örgütün ‘resm en’ enternasyonalca tanınm asını istiyorlar, istekleri kabul edilmi­ yor; al takke ver külah derken, bölünm enin eli kulağın­ dadır. Bu arada L o n d ra’dan New York’a nakletm iş olan I. Enternasyonal, çıkar yol bulam ayacak, 1876’da kendi kendisini lağvedecektir. Dönemin en önemli, üstünde en çok durulm ası gereken olayı, hiç kuşkusuz Paris Komün ü ’dür ya, o apayrı bir hikâye!

‘BRÜKSEL ENTERNASYONALİ’ 11 H aziran 1991 Emperyalizm, geçen yüzyılın son çeyreğinde, Avrupa’da iyice ‘Sistem’leşmişti: Buhar, sonra elektrik teknolojisi; savaş, ulaştırma, hele imalat düzeylerinde, Batı’ya büyük bir üstünlük sağlıyor; bunun yanı sıra, büyük bir ‘Pazar’ ihtiyacı; aslında, ‘yayılmacılığın’ m antığı budur. Ne var ki, Paris K om ünü’nün ezilmesine rağm en, teknolojik ge­ lişmenin işsizliğe, vahşi rekabetin aşırı sömürüye yol aç­ ması; işçi hareketinin yeniden ‘yükselm esine’ imkân ve­ recektir; bunda Alman sosyal dem okratlarından Augus399

te Rebel, Wilhelm Liebknecht gibi etkili eylem ve düşün­ ce adamlarının, büyük gayretleri var; en çok da, Kari Kautsky’nin... II. Enternasyonal, işte bu ‘zem in’ üzerinde, yüzyılın başında kurulm uştu: 1899 Paris Sergisi, iki sosyalist kongresinin toplanm asına fırsat verir; bunlardan İkinci­ si, Enternasyonale yeniden kurmuş, 1 Mayıs gününü de, Dünya işçiler Günü ilan etmiştir. Ö rgüt 1900’den itiba­ ren, Brüksel’de çalışıyor: Başkanı Emile Vandervelde, Ge­ nel Sekreteri Camille Huysmans’dır; Birinci Dünya Savaşı’na kadar, sekiz önemli kongre toplamış, sırasıyla 1891 Brüksel, 1893 Zürich, 1896 Londra, 1900 Paris, 1904 Amsterdam, 1907 Stuttgart, 1910 Kopenhang, 1912 Ba­ sel kongreleri! Elbette biliyorsunuz, sonradan Bolşevik kanadının Ko­ münist Enternasyonalim (III.) kuracağı, Rus Sovyet De­ mokrat Partisi de (Plekhanov, Axelrod, Zera Zazuliç, vs.) o tarihte Brüksel Enternasyonalı’na üyedir. Neden böy­ le yapardık? II. Dünya Savaşı ‘arifesinde’ sosyalizme ‘geldiğimiz’ için mi; yoksa, gemi azıya almış Stalin ‘to­ taliterliği’, II. Enternasyonal’da kalmış partileri ‘sosyal/faşistlikle’ suçladığından mı, bilemem; bizim kuşak açısından Brüksel Enternasyonali, biri olumlu, biri olum­ suz iki ‘dönem ’ olarak ele alınırdı: Ekim Devrim i’nden önceki yıllar, Ekim D evrim i’nden sonraki yıllar! İlk dönemin havası, az buçuk Londra Enternasyona­ lin in havası; harıl harıl, anarşizm/sosyalizm farkı irde­ leniyor; ‘sınıf mücadelesi’ kavram ı çerçevesinde, sosya­ list ve sosyal dem okrat partilerin ‘tavrı’ tartışılıyor; söz­ gelişi, çoğulcu parlam enter dem okrasilerde, ‘burjuva’ partileriyle koalisyonlara katılsınlar mı, katılmasınlar mı? Ö rgüt bu katılm ayı, ancak ‘olağanüstü hallerde’ uygun bulsa da, başarılı olmuş sayılamaz pek, ulusal sosyal de­

400

m okrat partiler onlara tanınan hakkı suiistimal etmiş, vırt zırt koalisyonlara girmişlerdir. Anarşistlerle olan çekişme, bunların 1896 Kongre­ s in d e ‘ihraç edilm eleriyle’ sonuçlanacaktı; 1900 Paris K o n g re sin d e y se , E n tern asy o n al’a sadece sosyalizm prensiplerini ve iktidar için m ücadelenin zorunluluğu­ nu benimseyenlerin kabul edilmesi kararlaştırıldı, fakat, Brüksel E nternasyonalinin en büyük ‘fiyaskosu’, Birin­ ci D ünya Savaşı aleyhine açtığı kam panyanın başarısız­ lığa uğram asıdır: M eydan m eydan, salon salon, ne slo­ ganlar atm ış, ne söylevler çekilmemişti ki! Savaş, kapi­ talist güçler arasındaki bir savaşmış da; işçi sınıfı olayı, ‘sınıf m ücadelesi’ açısından almalı, ‘vatan millet’ edebi­ yatına asla kanm ayıp, savaşı boykot etmeliymiş de, es­ tek köstek! Kıvılcımlı tartışm aların ‘aleni’ kavgaya dönüştüğü, zincirleme top lan tılar eksik olm uyor; yeraltında savaş uğultularının işitildiği Avrupa başkentlerinde, tepeden tırnağa öfke, ‘beynelmilelci’ barış bildirileri dağıtılıyor­ du am a, nafile! Brüksel E nternasyonah’nın sosyalist ve sosyal dem okrat partileri, ‘emperyalist’ dünya savaşı kar­ şısında, ortak ve proleter bir tavırda anlaşam adılar; enternasyonalcılık lafta kaldı, Entem asyonal’a üye onca ‘iş­ çi’ partisi, kendi ülkelerinde, ulusal burjuvazinin p arti­ leriyle birlikte, savaşa ‘ta ra f’ oldular. İnsan, böyle bir olay elbette örgütün hesabını görmüş­ tü r diye düşünüyor; hayır, ne bu olay bitirebildi, ne de bundan sonraki, çok daha vahim olanı, yani 1917 Dev­ rimi! Hani nasıl derler, El. Enternasyonal, âdeta ‘kedi can­ lı’; bölünmeler geçer, savaşlar geçer, ihtilâller geçer, o ka­ lır; garip bir şekilde ortam a uyar, yeni koşulların kalıbı­ na girer; gündem de, güncelliğini sürdürür. İşte bugünlerde İstanbul’da ağırlığımız da odur. 401

‘ENTERNASYONAL’LAR SAVAŞI... 13 H aziran 1991 Ya III. Enternasyonal, yani M oskova Enternasyonali, o neyin nesiydi? Sırası düşm üşken, söz etmeyelim mi? II. Enternasyonal, önce Birinci D ünya Savaşı yüzün­ den bölünm üştü, sonra Ekim Devrimi yüzünden bölün­ dü; başından beri savaşa karşı olan Bolşevikler, Rusya’da iktidar olunca, hoş geldin III. Enternasyonal! Böylece M arksist partiler, ikiye ayrılmış oluyor; ya sosyalist, ya kom ünist! Ç ünkü nasıl Brüksel Enternasyonalı’nın öteki adı Sosyalist Enternasyonalı’ysa; M oskova Enternasyonalı’nın öteki adı da Komünist Enternasyonali, ya­ ni Kom intern! İki enternasyonal, daha başta iktidara ulaşmak bah­ sinde çalışıyorlardı: Brüksel, klasik demokrasiye inanı­ yordu; sosyalistler, serbest seçimlerle iktidara geçmeli, ‘devrim i’ gerçekleştirm eliydi; ‘proletarya diktatörlüğü’nü siyasal/toplum sal bir durum olarak anlıyorlardı, ‘totaliter bir rejim’ olarak değil! M oskova’ya göreyse de­ mokrasi yozlaşmıştı, ‘vurucu güç’ Parti (hep büyük harf­ lerle yazılırdı) işçi sınıfı adına iktidara el koyacak; bu r­ juva partilerini dağıtıp, ‘proletaryanın diktatörlüğünü’ kuracaktı. İki savaş arası, iki enternasyonalin savaşıyla geçti. Sosyalizmin oluşm ası açısından, yüzyılın ilk üç çeyreği Moskova Enternasyonalı’na hak vermiş gibi görünüyor­ du; ama yüzyılın son çeyreğinde, IH. Enternasyonali kim başarılı sayabilir? II. Enternasyonal hâlâ yaşıyor, Di. En­ ternasyonalin tarih sahnesinden çekilmesi de, başarısız­ lığını gösterm ez mi? Londra Enternasyonali, M arksizm i, Kautsky üzerin­ 402

den geliştirm iştir; dönem inin revizyonist tezlerine de (Bernstein) sahip çıkmıştır; Komintern’e karşıydılar, çün­ kü; M arksizm bir endüstri sonrası projeksiyonu, oysa Rusya henüz sanayileşememiş bir ülke, yani proletarya­ dan yoksun; iktidar ister istemez onun adına Parti’nin olacak, Bolşevik totaliterliğinin doğal sonucu olarak da, diktatörlük halk üzerinde bir bürokrasi (apparatçik) dik­ tatörlüğüne dönüşecekti; sosyalizme aykırıydı bu, çün­ kü sosyalizm, dem okrasi artı sosyal' adalet ve güvence dem ekti; sosyal adalet ve güvence, eksi, dem okrasi de­ mek değil! M oskova Enternasyonali, M arksizm i, Lenin üzerin­ den geliştirmiştir; devrim ve ertesinin Bolşevik yorum un­ da, Troçkiy’in katkısını da unutam ayız; bunlar II. En­ ternasyonali düpedüz ‘karalıyorlardı’, çünkü bu enter­ nasyonal devrimci değil, reform cuydu; kapitalist düze­ ni yıkmayı öngörm üyor, onu ‘düzeltm ek’ istiyordu; oy­ sa bu durum da işçi sınıfı iktidar olamaz, eski sömürü dü­ zeni, -d a h a da kötüsü, onun geliştirdiği emperyalist ‘sis­ tem’- devam ederdi; iş o mertebeye vardı ki, Stalin d ö ­ neminde (1930’lar, 1940’lar) Komintern, sosyal dem ok­ rat ve sosyalist partileri ‘sosyal/faşist’ diye ‘ihanetle’ suç­ ladı. Doğu Bloku’nun, yüzyılın sonlarına doğru ulaştığı yer; ‘bizzat’ Sovyet liderlerinin söylev ve demeçleri, bir bakım a II. Enternasyonal’ın tezlerini (Kautsky, Blum; Plekhanov, Menşevikler, vs.) haklı çıkarm ıyor mu? Bu, enine boyuna tartışılm ası gereken, bir görüş. Bir de şu var; ister Sovyet ‘yayılm acılığının’ k o rk u ­ su etkisiyle, ister A m erikan ‘yayılm acılığının’ baskısıy­ la olsun; II. Enternasyonal da, yüzyılın başında hâlâ ta ­ şıdığı ‘devrimci tav rı’ kaybetm iştir; hele ‘Soğuk Savaş’ dönem inde Brüksel Enternasyonalinin sosyal dem ok­ 403

ratları ve sosyalistleri, ‘resm en’ W ashington’ın düm en suyuna girm iş, ‘n a t o ’c u kesilmişlerdi; o da bir şey mi, bazılarımız hatırlayacaktır: Cezayir Savaşı’nı, Nâsır’a kar­ şı Süveyş H arekâtı’nı, o sırada ülkelerinde iktidarda bu­ lunan ‘sosyalist’ partiler yürütmüşlerdir; hele Alman sos­ yal dem okratlarından hiç söz etmeyelim, onlar Bad Gödesberg P rogram ı’ndan itibaren M arksizm ’le ilişkileri­ ni bitirdiler; tek istisna, yanılm ıyorum , uzun yıllar III. Entem asyonal’cı partilere yakın duran, Pietro N enni’nin İtalyan Sosyalist P artisi’ydi. Özetlersek, II. Enternasyonal teoride, ‘uzak görüşlüy­ m üş’ denebilir; iyi de politika, hele uluslararası politika­ da, onun için, aynı şey söylenebilir mi? Ben, pek sanm ı­ yorum . O

404

Türkiye’de sosyalim gelişecekse elbette ulusal ve özgürlükçü gelişecektir; dünyanın içinde bulunduğu şu koşullarda başka türlüsünün yürümeyeceğini tarih göstermiştir. Bu yüzden de partilerin ve liderlerin eskiden kalma saplantı ve alışkanlıkları bırakıp ulusal, demokratik, laik ve anti-emperyalist bir zeminde birleşmeleri zorunlu görünüyor: merkez sağın ‘vahşi’ liberalliği, merkez solun ‘tatlısu’ solculuğu, toplumda büyük tahribat yapmış, gerçekte sosyalistlere geniş bir hayat sahası ve manevra imkânı yaratmıştır. Bundan yararlanmasını bilmek lazım.” ^ - A t t İlâ İ l h a n

• ‘İki sandalye arasında’ • Türk’ün aklı geç gelir, ama... • İşçi sınıfı üzerinde oynanan oyun • Sendikacılık neden yozlaşır? • Güler misin ağlar mısın? • Tarihsel yanılgı • Moskova’ya uçan kuşlar!.. • Asya Türkleri uyanıyor?

K D V dahil fiyatı 20YTL 20.000.000 TL