Sorgulayan Denemeler [5 ed.] 9786050202274


135 2 6MB

Turkish Pages 255 [257] Year 2018

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
russell22 - 0003_1L
russell22 - 0003_2R
russell22 - 0004_1L
russell22 - 0004_2R
russell22 - 0005_1L
russell22 - 0005_2R
russell22 - 0006_1L
russell22 - 0006_2R
russell22 - 0007_1L
russell22 - 0007_2R
russell22 - 0008_1L
russell22 - 0008_2R
russell22 - 0009_1L
russell22 - 0009_2R
russell22 - 0010_1L
russell22 - 0010_2R
russell22 - 0011_1L
russell22 - 0011_2R
russell22 - 0012_1L
russell22 - 0012_2R
russell22 - 0013_1L
russell22 - 0013_2R
russell22 - 0014_1L
russell22 - 0014_2R
russell22 - 0015_1L
russell22 - 0015_2R
russell22 - 0016_1L
russell22 - 0016_2R
russell22 - 0017_1L
russell22 - 0017_2R
russell22 - 0018_1L
russell22 - 0018_2R
russell22 - 0019_1L
russell22 - 0019_2R
russell22 - 0020_1L
russell22 - 0020_2R
russell22 - 0021_1L
russell22 - 0021_2R
russell22 - 0022_1L
russell22 - 0022_2R
russell22 - 0023_1L
russell22 - 0023_2R
russell22 - 0024_1L
russell22 - 0024_2R
russell22 - 0025_1L
russell22 - 0025_2R
russell22 - 0026_1L
russell22 - 0026_2R
russell22 - 0027_1L
russell22 - 0027_2R
russell22 - 0028_1L
russell22 - 0028_2R
russell22 - 0029_1L
russell22 - 0029_2R
russell22 - 0030_1L
russell22 - 0030_2R
russell22 - 0031_1L
russell22 - 0031_2R
russell22 - 0032_1L
russell22 - 0032_2R
russell22 - 0033_1L
russell22 - 0033_2R
russell22 - 0034_1L
russell22 - 0034_2R
russell22 - 0035_1L
russell22 - 0035_2R
russell22 - 0036_1L
russell22 - 0036_2R
russell22 - 0037_1L
russell22 - 0037_2R
russell22 - 0038_1L
russell22 - 0038_2R
russell22 - 0039_1L
russell22 - 0039_2R
russell22 - 0040_1L
russell22 - 0040_2R
russell22 - 0041_1L
russell22 - 0041_2R
russell22 - 0042_1L
russell22 - 0042_2R
russell22 - 0043_1L
russell22 - 0043_2R
russell22 - 0044_1L
russell22 - 0044_2R
russell22 - 0045_1L
russell22 - 0045_2R
russell22 - 0046_1L
russell22 - 0046_2R
russell22 - 0047_1L
russell22 - 0047_2R
russell22 - 0048_1L
russell22 - 0048_2R
russell22 - 0049_1L
russell22 - 0049_2R
russell22 - 0050_1L
russell22 - 0050_2R
russell22 - 0051_1L
russell22 - 0051_2R
russell22 - 0052_1L
russell22 - 0052_2R
russell22 - 0053_1L
russell22 - 0053_2R
russell22 - 0054_1L
russell22 - 0054_2R
russell22 - 0055_1L
russell22 - 0055_2R
russell22 - 0056_1L
russell22 - 0056_2R
russell22 - 0057_1L
russell22 - 0057_2R
russell22 - 0058_1L
russell22 - 0058_2R
russell22 - 0059_1L
russell22 - 0059_2R
russell22 - 0060_1L
russell22 - 0060_2R
russell22 - 0061_1L
russell22 - 0061_2R
russell22 - 0062_1L
russell22 - 0062_2R
russell22 - 0063_1L
russell22 - 0063_2R
russell22 - 0064_1L
russell22 - 0064_2R
russell22 - 0065_1L
russell22 - 0065_2R
russell22 - 0066_1L
russell22 - 0066_2R
russell22 - 0067_1L
russell22 - 0067_2R
russell22 - 0068_1L
russell22 - 0068_2R
russell22 - 0069_1L
russell22 - 0069_2R
russell22 - 0070_1L
russell22 - 0070_2R
russell22 - 0071_1L
russell22 - 0071_2R
russell22 - 0072_1L
russell22 - 0072_2R
russell22 - 0073_1L
russell22 - 0073_2R
russell22 - 0074_1L
russell22 - 0074_2R
russell22 - 0075_1L
russell22 - 0075_2R
russell22 - 0076_1L
russell22 - 0076_2R
russell22 - 0077_1L
russell22 - 0077_2R
russell22 - 0078_1L
russell22 - 0078_2R
russell22 - 0079_1L
russell22 - 0079_2R
russell22 - 0080_1L
russell22 - 0080_2R
russell22 - 0081_1L
russell22 - 0081_2R
russell22 - 0082_1L
russell22 - 0082_2R
russell22 - 0083_1L
russell22 - 0083_2R
russell22 - 0084_1L
russell22 - 0084_2R
russell22 - 0085_1L
russell22 - 0085_2R
russell22 - 0086_1L
russell22 - 0086_2R
russell22 - 0087_1L
russell22 - 0087_2R
russell22 - 0088_1L
russell22 - 0088_2R
russell22 - 0089_1L
russell22 - 0089_2R
russell22 - 0090_1L
russell22 - 0090_2R
russell22 - 0091_1L
russell22 - 0091_2R
russell22 - 0092_1L
russell22 - 0092_2R
russell22 - 0093_1L
russell22 - 0093_2R
russell22 - 0094_1L
russell22 - 0094_2R
russell22 - 0095_1L
russell22 - 0095_2R
russell22 - 0096_1L
russell22 - 0096_2R
russell22 - 0097_1L
russell22 - 0097_2R
russell22 - 0098_1L
russell22 - 0098_2R
russell22 - 0099_1L
russell22 - 0099_2R
russell22 - 0100_1L
russell22 - 0100_2R
russell22 - 0101_1L
russell22 - 0101_2R
russell22 - 0102_1L
russell22 - 0102_2R
russell22 - 0103_1L
russell22 - 0103_2R
russell22 - 0104_1L
russell22 - 0104_2R
russell22 - 0105_1L
russell22 - 0105_2R
russell22 - 0106_1L
russell22 - 0106_2R
russell22 - 0107_1L
russell22 - 0107_2R
russell22 - 0108_1L
russell22 - 0108_2R
russell22 - 0109_1L
russell22 - 0109_2R
russell22 - 0110_1L
russell22 - 0110_2R
russell22 - 0111_1L
russell22 - 0111_2R
russell22 - 0112_1L
russell22 - 0112_2R
russell22 - 0113_1L
russell22 - 0113_2R
russell22 - 0114_1L
russell22 - 0114_2R
russell22 - 0115_1L
russell22 - 0115_2R
russell22 - 0116_1L
russell22 - 0116_2R
russell22 - 0117_1L
russell22 - 0117_2R
russell22 - 0118_1L
russell22 - 0118_2R
russell22 - 0119_1L
russell22 - 0119_2R
russell22 - 0120_1L
russell22 - 0120_2R
russell22 - 0121_1L
russell22 - 0121_2R
russell22 - 0122_1L
russell22 - 0122_2R
russell22 - 0123_1L
russell22 - 0123_2R
russell22 - 0124_1L
russell22 - 0124_2R
russell22 - 0125_1L
russell22 - 0125_2R
russell22 - 0126_1L
russell22 - 0126_2R
russell22 - 0127_1L
russell22 - 0127_2R
russell22 - 0128_1L
russell22 - 0128_2R
russell22 - 0129_1L
russell22 - 0129_2R
russell22 - 0130_1L
russell22 - 0130_2R
Boş Sayfa
Recommend Papers

Sorgulayan Denemeler [5 ed.]
 9786050202274

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Sorgulayan Denemeler

Bertrand (Arthur William) Russell d. 18 Mayıs 1872, Trelleck, Morunouthshire - ö. 2 Şubat 1970, Merioneth, Galler İngiliz mantıkçı ve düşünür. Matematiksel mantık alanındaki çalışma­ lanrun yanı sıra toplumsal ve siyasal kampanyalara öncülük etmiş; yirminci yüzyılın, barışı ve nükleer silahsızlanmayı savunan öncü filozof, bilim in­ sanlarından biri olarak kabul edilmiştir. Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda ma­ tematiğe ilgi duymaya başladı. 1890'da Cambridge'teki Trinity College'a girdi. 1893'te en iyi dereceyle matematik diplomasını aldıktan sonra felsefe­ ye yöneldi. 1894'te ahlak bilimleri bölümünden yine en iyi dereceyle mezun oldu. Sonraki iki yılda iktisat öğrenimi için gittiği Almanya'da Marksizm'le ilgilenmeye başladı. İngiltere'ye döndükten sonra Londra Ekonomik ve Si­ yasal Bilimler Okulu'nda ders verdi; ütopik sosyalist Fabian Demeği'nde konuşmalar yaptı. 1895'te, "Geometrinin Temelleri Üzerine bir Deneme" başlıklı teziyle Trinity College'a öğretim üyesi olarak kabul edildi. Ertesi yıl ilk kitabı olan Alman Sosyal Demokrasisi yayımlandı.

1898'den sonra idealizme karşı çıkarak genel çizgileriyle deneyciliği ve olguculuğu benimsedi. 1903'te, Matematiğin ilkeleri adlı kitabı yayımlandı. 1910'da Cambridge Üniversitesi'nde matematik ve mantık doçenti oldu. Bi­ rinci Dünya Savaşı sırasında savaş karşıtı bir grubun sözcülüğünü yaptığı ve savaş karşıtı düşüncelerini açıkladığı için 1918'de para ve hapis cezasına mahkfun edildi, üniversiteden atıldı. 1919'da Sovyetler Birliği'ni ziyaret etti ve 1920'de Sovyet rejiminin baskıa yanını öne çıkardığı Bolşevizmin Pratiği ve Teorisi adlı yapıtını yayımladı. 193l'de, kardeşi Frank'ın ölümünden son­

ra Lort unvanı verildi. 1938-39 yıllarında ABD'nin çeşitli yerlerinde dersler verdi. New York' taki City College'a profesör olarak atanmasına karşın, ahlak kurallarına ay­ kırı bir cinsellik anlayışını savunduğu gerekçesiyle görevine başlatılmadı.

Aynı dönemde Pensilvanya'daki Bames Vakfı'nda konferanslar vermek üzere beş yıllık bir anlaşma imzaladıysa da, anlaşma 1943'te geçersiz sayıl-

dı. Bu konferans metinlerine dayanan Batı Felsefesi Tarihi, 1945'te yayımlarur yayımlanmaz İngiltere ve ABD'de en çok satan kitaplar listesine girdi ve yıllarca Russell'ın başlıca gelir kaynağı oldu.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki on beş yıl boyunca dünya çapındaki ünü ve saygınlığı giderek artb. 1949'da Liyakat Nişaru, 1950'de Nobel Ede­ biyat Ödülü aldı. 1950'lerin sonunda felsefeden uzaklaşıp uluslararası siya­ sete yönelmeye başladı. 1954'te BBC'de yayınlanan, "İnsanın Sorumluluğu" başlıklı ünlü konuşmasında ABD'nin hidrojen bombası denemelerini lanet­ ledi. 1958'de Nükleer Silahsızlanma Kampanyası'ru organize etti. 1962'de Küba'daki uluslararası füze krizi sırasında arabuluculuk yapb. 1965'te, İngiltere'nin ABD'yi destekleyen Vietnam politikasını protesto etmek için İşçi Partisi'nden istifa etti. 1967'de doksan beş yaşındayken, Stockholm'de, Jean­ Paul Sartre'ın başkanlığında bir Uluslararası Savaş Suçlan Mahkemesi'nin (Russell Mahkemesi) kurulmasına ve ABD'nin Vietnam'da uyguladığı vah­ şetin araşbnlmasına öncülük etti.

Yazann Say Yayınlan'ndaki diğer kitaptan: Mutlu Olma Sanatı Bilimsel Bakış Rölativitenin ABC'si Etik, Toplum, Siyaset Felsefe Yazılan

Sorgulayan Denemeler

. Bertrand Russell lnglllzceden çeviren: Nermin Arık

Say Yayınlan Bertrand Russell Kitaplığı

Sorgulayan Denemeler / Bertrand Russell Özgün adı: Sceptical Essays Bu eserin İngilizce orijinali ilk kez Allen&:Unwin tarafından 1928 yılında (Londra); Routledge Klasikleri tarafından ise 2004'te yayımlanmışhr. © 1996 The Bertrand Russell Peace Foundation Ltd. Routledge Klasikleri edisyonuna önsöz © 2004 John Gray Tüm haklan saklıdır. Routledge tarafından yayımlanmı ş İngilizce edisyon­ dan, Routledge'in ve Bertrand Russell Peace Foundation'un izniyle yapılmış çeviridir. Routledge, Taylor and Francis Group'un bir alt kuruluşudur. Türkçe yayın haklan Akcalı Ajans araolığıyla ©Say Yayınlan Bu eserin tüm haklan saklıdır. Tanıhm arnaayla, kaynak göstermek şarbyla yapılan kısa alınblar hariç yayınevinden yazılı izin alınmaksızın alıntı yapı­ lamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğalblamaz ve yayımlanamaz. ISBN 978-605-02-0227-4

Sertifika no: 10962 İngilizceden çeviren: Nermin Ank Yayın koordinatörü: Levent Çeviker Sayfa düzeni: Artemis İren Baskı: Lord Matbaaalık ve KAğıtı;ılık Topkapı-İstanbul Tel.: (0212) 674 93 54 Matbaa sertifika no: 22858 Önceki baskılar TÜBİTAK Popüler Bilim Kitaplan 1. baskı, Say Yayınlan, 2013 5. baskı, Say Yayınlan, 2018

Say Yayınlan Ankara Cad. 22/ 12 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Tel.: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80 www.sayyayincili.k.com • e-posta: [email protected] www.facebook.com/ sayyayinlari • www.twitter.com/ sayyayinlari Genel dağıtım: Say Dağıbm Ltd. Şti. Ankara Cad. 22/ 4 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Tel.: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80 intemet satış: www.saykitap.com • e-posta: [email protected]

iÇİNDEKİLER Routledge Klasikleri Basımına ônsöz

................................... . . . . .....

1. Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine 2. Düşler ve Gerçekler

.............................. ......

13

..................................................................

27

3. Bilim Boş-inanlı mıdır? .. ..

.

5. Yirminci Yüzyılda Felsefe 6. Makineler ve Duygular

.

................... .... ...............................

4. İnsan Rasyonel Olabilir mi?

.

............................................... ....

. .

.

............................................................

81

.

.

8. Doğu'nun ve Bab'nın Mutluluk İdealleri 9. İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler ..........

.

.

. .

.............................

. ............. ....................... . . . ........

121

.

..

... .............. . ...............

12. Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda 13. Toplum İçinde Özgürlük

99

109

..

.

89

.... ...........................

11. Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi .

.

...............................

.

181

.

.................................................... ...........

.

................ .... ...................................

17. Geleceğe Dönük Bazı Tahminler

145 167

.............. ............... ................

.

129

. .

........ ............ .. ..............................

14. Eğitimde Özgürlük ve Otorite

16. İnan Savaşları Tehlikesi

47 57

. ....... ............... .... ........... ..... .. ...

10. Püritenizmin Dönüşü

37

............ .. ....... ...............................

7. Davranışçılık ve Değerler . .

15. Psikoloji ve Politika

7

..........................................

199 211 229

ROUTLEDGE KLASİKLERİ BASIMINA ÖNSÖZ

. Bertrand Russell kendini daima bir kuşkucu olarak görmüş­ tür. Ayru zamanda insan yaşamının aklın kullanılması sure­ tiyle dönüştürülebileceğinden de hiç kuşku duymamışhr. Bu iki bakış açısının bir arada olması zordur. Kuşkuculuk eski Yunanlılar için bir sosyal değişim programı değil, iç huzura giden bir yoldu. Modem zamanların ilk aşamalarında, Mon­ taigne kamu işlerinden elini eteğini çekmesine bir gerekçe bulmak için kuşkuculuğu diriltti. Russell için ise böyle bir el etek çekiş düşünülemeyecek bir şeydi. Kendisi soylu bir Whig ailesinin çocuğuydu (büyükbabası Lord John Russell, İngiltere'yi 1832'de demokrasi yoluna sokan Büyük Reform Yasası'ru gündeme getirmişti) ve ayru zamanda da John Stu­ art Mill'in vaftiz evladıydı. Reform onun kanında vardı. O nedenle, kuşkuculuk ve ilerleme olasılığına duyulan inancın birbirine aykın olmadığını (hem kendine hem başkalarına) göstermeye çalışması doğaldı. Bu çabanın sonucu şu anda eli­ nizde tuttuğunuz kitap; İngilizce olarak yazılmış en güzel ve en alımlı denemelerin bir kısmından oluşan bir koleksiyon. Sorgulayan Denemeler'de Russell inançlarımızın kesinlikten yoksun oluşunu kabullenmeye hazır olmamız gerektiğini ile­ ri sürer. Belli bir alanda eyleyen uzmanlar arasında belli bir görüş birliği yoksa, der Russell, karşıt görüş kesinlikten yok­ sundur; uzmanlar görüş birliğine varmadıysa hiçbir görüş ke­ sin değildir; ve herhangi bir olumlu görüş ileri sürmek için yeterli sebep olmadığını söylüyorlarsa, en iyisi şimdilik her7

Sorgulayan Denemeler

hangi bir yargıya varmamakhr. Bunlar güzel ilkelerdir, ama Russell reformculuk rolünü oynarken sergilediği tutkuyu, bu ilkelerde cisimleşen, entelektüel düzlemde ihtiyatlı olma alış­ kanlığım hayata geçirirken sergilemez. Kendi bilgi kuramın­ da bir kuşkucu olan Russell insanla ilgili meselelerde saf ve iyi niyetlidir. Reformcu içgüdüleri canlandığında, dar görüş­ lü bir misyonerlik ateşiyle kendi zamanımn konvansiyonel politik umut ve tasarılarına sarılır. Bu, Russell'ın, kendisinin aksine gerçek bir kuşkucu olan Josep Conrad ile fikir alışverişlerinde gayet iyi ortaya çıkar. 1922'de Russell, Conrad'a Çin Sorunu adlı kitabının bir kop­ yasım gönderir. Başka pek çok ülke gibi Çin'de de Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kargaşa baş göstermiştir. Felaketin ufukta belirdiği bu şartlarda Russell'a göre Çin (ve dünyanın geri kalanı) için tek bir çıkar yol vardır; insanlığın sorunla­ rımn çözümü uluslararası sosyalizmde yatmaktadır. Conrad bunu kabul etmez. Russell'a, uluslararası sosyalizm "belirli bir anlam yakıştıramadığım türden bir şey," diye karşılık ve� rir. Şöyle devam eder: Ama ne de olsa bir sistem; çok anlaşılmaz da değil, çok mantıklı da ... Çinliler ve tüm diğer insanların tek umudu, yü­ reklerin değişmesi; ama son 2000 yıllık tarihe bakınca bunun olması için bir sebep göremiyoruz; gerçi insan uçmaya başla­ dı, bu büyük bir ilerleme ama büyük bir değişim değil. İnsan bir kartal gibi uçmuyor, bir kınkanatlı böcek gibi uçuyor. Ve bir kınkanatlı böceğin nasıl da çirkin, gülünç ve ahmakça uç­ tuğunu mutlaka sen de fark etmişsindir. Russell Conrad'ı severdi. Uk karşılaşmalarım şu sözlerle tarif etmişti: "Daha önce yaşadıklarıma benzemeyen . . . aşk kadar kuvvetli, her şeyi kapsayan bir deneyim". Conrad'a duyduğu beğeni derin ve kalıcıydı; oğluna (tarihçi ve liberal demokrat Conrad Russell) onun adım verdi. Russell Otobi­ yografi'sinde, Conrad'ın sözlerinin "Çin' deki olayların mutlu şekilde sonuçlanmasına dair yapmacık umutlanmı dile geti8

·

ônsöz rirken sergilediğimden daha derin bir bilgelik" sergilediğini yazar. Aı:na ilerlemenin getirebilecekleri hakkında Conrad'ın beslediği kuşkulan kabullenmeye de yanaşnuyordu. Russell'ın bakış açısı bu gerilimi sürekli taşıyordu. Kendi­ sinden sonra gelen pek çok rasyonalistin aksine bilime eleşti­ rel olmayan bir saygıyla yaklaşmıyordu. David Hume gelene­ ğine mensup bir kuşkucu olarak, bilimin tümevarıma (dünya sebep-sonuç ilişkisi tarafından yönetildiği için geleceğin geç­ mişe benzeyeceği inancına) bağlı olduğunu biliyordu. Son derecede etkileyici bir metin olan "Bilim Boş-inanlı mıdır?" başlıklı denemesinde şöyle diyordu: "Hume'un zamanından bu yana bilim felsefesindeki en büyük skandallar nedensel­ lik ve tümevarım olmuştur. Hepimiz ikisine de inanıyoruz, ama Hume, inancınuzın, rasyonel bir temel atfedilemeyecek kör bir iman olduğunu ortaya koymuştur. Hume için olduğu gibi Russell için de �bep ve sonuca inanmak insani gelenek ve hayvani alışkanlıklann gelişmiş bir halidir, fakat onsuz bi­ limsel teoriler formüle etmenin bir anlanu da yoktur. Bilimsel sorgulama nedenselliğe duyulan inanca bağlıdır ve bu inan­ cın özelliği rasyonel analiz karşısında savunmasız olmasıdır. Russell'ın bilim görüşü çözülmemiş bir çelişkinin kuşat­ ması altındadır. Rasyonalist bir reformcu rolünü oynarken bilimi insanın en büyük umudu olarak görmüştür. Bilim rasyonalitenin uygulamada cisimleşmiş halidir ve bilimsel bakış açısının yayılması insanlığı daha akılcı hale getirecek­ tir. Kuşkucu bir filozof olarak Russell bilimin insanlığı daha akıla hale getiremeyeceğini biliyordu, çünkü bilimin kendisi irrasyonel inanışların ürünüydü. Tuta�lı olmak adına, Russell'ın bilime faydaa şekilde yak­ laşnuş, onu tam anlamıyla bir araç, insanın dünya üzerinde kuvvet kullanmasını sağlayacak bir alet olarak görmüş olma­ sı gerekirdi. Bilime bu gözle bakmadıysa, bunun sebebi, kıs­ men, bilimin pek çok kötü amaca ulaşmak için kullanılabile­ ceğini bilmesiydi. Denemelerin pek çoğu 1920'lerde, Avrupa 9

Sorgulayan Denemeler

ve Asya' da savaş şartlan yavaş yavaş oluşurken yazıldı. Rus­ sell bilimin yeni imha silahlan geliştirmek için kullanılacağını biliyordu. Şüphesiz, bunun kaçınılmaz bir şey olmadığında ısrar etti; insanlık, bilimi iyi amaçlara ulaşmak için kullan­ mayı seçebilirdi. Yine de Russell'ın aklın hangi amaçlann iyi hangilerinin kötü olduğunu bize söyleyebileceğine inanma­ dığı da açıkhr. G. E. Moore'un inandığı nesnel ahlaki nitelik­ lere inanmayı bırakhğından beri bir ahlaki kuşkucu olmuştur ve yaşamın amaçlarının akıl tarafından belirlenemeyeceği biçimindeki Humecu görüşünü bu kitabın bazı sayfalannda yineler. "İnsan Rasyonel Olabilir mi" başlıklı çok önemli bir de­ nemesinde, psikanalizin insanlar arasındaki çabşmalann çözümünde bir araç olarak kullanılabileceğini vurgular. Bi­ linçdışı arzulanmızın farkına vararak kendimizi daha çok olduğumuz gibi görebileceğimizi ve böylelikle (açıklamadığı bir süreç sayesinde) başkalanyla daha uyumlu bir şekilde ya­ şayabileceğimizi öne sürer. Şöyle yazar: "Bu yöntem, olgula­ ra bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile birlikte yaygın olarak öğ­ retilirse insanların olgulan değerlendirmeleri ve eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançlan konusunda son derece ras­ yonel olmalanru olanaklı kılar." Ve şu sözlerle devam eder: "Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa düşmezse, geri ka­ lan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen kesindir." Russell'ın psikanalizin yahşhna etkilerine olan inancı do­ kunaklı ve gülünçtür. Psikanaliz bilim olduğu ölçüde, öteki bilgi dallan gibidir. Hem iyi hem kötü amaçla kullanılabilir. Zorbalar insanın bilinçdışı arzularını daha iyi anlar ve bunu kendi iktidarlanru desteklemek için kullanır, savaş kışkırha­ lan ise bu arzulardan savaş çıkarmak için faydalanır. Naziler psikanalizi reddediyorlar, ama Yahudileri ve diğer azınlıklan hedef almak için psikanalitik projeksiyon mekanizması hak­ kında edindikleri temel bilgileri kullanıyorlardı. Zihin, bilimi 10

Önsöz

bir bashrrna teknolojisi yaratmak için kullanılabilir. Russell bunu biliyordu, ama bu olasılık üzerinde durmamayı tercih etti, çünkü bu olasılık, beslediği umutların ne kadar zayıf ol­ duğunu çok açık biçimde gösteriyordu. ilk inançlarım adlı meşhur anılarında Maynard Keynes, Russell'ın iki saçmalık derecesinde uyumsuz inanca sahip ol­ duğunu yazar: "Bir yandan dünyanın tüm sorunlarının insa­ ni işlerin en irrasyonel şekilde yürütülmesinden ileri geldi­ ğine inanıyor; öte yandan, yapmak zorunda olduğumuz tek şey rasyonel davranmak olduğu için, çözümün basit olduğu­ nu düşünüyordu." Bu, güçlü olmasına karşın, Russell'ın ras­ yonalizrnindeki yanlışlığın özüne ulaşamayan bir gözlemdir. Güçlük, insanların ulaşabileceği rasyonellik derecesinin abar­ tılmış olmasından ileri gelmez. Sorun aklın kendisinin güç­ süz olmasıdır. Russell'ın Çin ile ilgili kitabım yorumladığı mektubunda Conrad şöyle yazar: "Hiçbir kitapta ya da hiçbir konuşmada, beni, insanların yaşadığı bu dünyayı bir felaketin yönettiğine dair derin inancımı bir an olsun bir kenara bırakmaya ikna edecek bir şeye rastlamadım." Russell'ın Conrad'a duyduğu tutkulu hayranlığın birkaç nedeni olabilir. Bunlardan bir ta­ nesi, Russell'ın Conrad'ın kuşkucu felaketçiliğinin insan ya­ şamım kendisinin akla ve bilime olan problemli inancından daha gerçekçi şekilde açıkladığından kuşkulanmasıydı. Bir reformcu olarak, aklın dünyayı kurtarabileceğine inanıyor, kuşkucu bir Hume taraftarı olarak ise aklın tutkuların kölesi olmaktan öteye gidemeyeceğini biliyordu. Sorgulayan Dene­ meler rasyonel kuşkunun bir savunusu olarak yazıldı. Bugün onu bir inanç itirafı, aklın gücünden kuşkulanan bir rasyona­ lizm mücahidinin vasiyeti olarak okuyabiliriz. John Gray

11

1 Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine Okuyuculanrna, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, bel­ ki de son derece paradoksal ve yıkıa görünebilecek bir dokt­ rin sunmak istiyorum. Söz konusu doktrin şudur: Doğru ol­ duğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Bu tür bir görüşün genel kabul görme­ si durumunda bütün sosyal yaşamımızın ve politik sistemimi­ zin tümüyle değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Aynca (ve daha da önemlisi) bu görüşün, bu dünyada ve son­ rasında başarılı olmayı hak etmek için hiçbir şey yapmamış in­ sanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaip­ ten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelir­ lerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım. Bu önem­ li düşüncelere rağmen, ileri sürdüğüm paradoksun savunula­ bileceği kanısındayım ve şimdi yapmaya çalışacağım şey bu. İlk önce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi sa­ vunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz Whigiyim. 1 Pyrrhonizmin (kuşkuculuk-skeptisizm) kurucusu olan Pyrrhon hakkın­ da bir öykü anlahlır. Pyrrhon, bir eylemin diğerinden daha 1

Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara karşı Parlarnento'nun üstünlü­ ğünü savunan (ve sonradan yerini Liberal Partiye bırakan) siyasal parti üyesi. (Çev. n.)

13

Sorgulayan Denemeler

akıllıca olduğundan emin olmak için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü. Öyküye göre gençliğin­ de bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almışh) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurta­ ramayacak bir halde görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı çukurdan dışarı çıkarmanın bir yaran olaca�a dair yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki diğer insanlar felse­ fe hocasını çekip kuyudan çıkarırlar ve Pyrrhon'u aamasız­ lıkla suçlarlar. Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, tutarlılığından dolayı onu kutlar. Elbette benim önerdiğim bu ölçüde abarblı bir kuşkuculuk değil. Teoride olmasa bile pratikte, sağduyudan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam anlamıyla kabul görmüş bir sonucu, 'kesin doğru' olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabul ebneye de hazınrn. Filan tarihte bir Ay tutulması olacağı söylenirse bunu, olayın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek için, gökyüzüne bakmaya değer bulurum. Pyrrhon ise farklı şekilde düşünür­ dü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi söylememin ye­ rinc!e olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi, araşhrma­ aların üzerinde anlaşhğı konular vardır. Uzmanların ara­ larında tam olarak anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile gerçekte yanılmış olabi­ lirler. Einstein'ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceli­ ği konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından reddedilirdi; ama doğru olduğu ortaya çıkh. Yine de, uzman olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde ol­ dukları bir savın doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul ebnelidirler. Benim savunduğum kuşkuculuk şunlar­ dan ibarettir: (1) Uzmanlar bir görüş üzerinde hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz. (2) Uz­ manların hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca 14

Giriş: Kuşkuculuğun önemi Üzerine

kesin doğru olarak kabul edilemez. (3) Bütün uzmanlar, bir görüşün doğru olması için yeterli neden bulunmadığını ka­ bul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte çekim­ ser davranması akıllıca olur. Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, kabul edildikleri takdirde insan yaşamım kökten değiştirebilirler. İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldık­ ları fikirler bu kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç grup­ tan biride yer alırlar. Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanıyorsa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savun­ mazlar; sükfı:netle benimser ve nedenlerini soğukkanlılıkla açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir te­ mele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygu­ sallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğu­ nun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler neredeyse bütünüyle aşın duygusallıkla bağınhlı türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin' in dışında­ ki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak kabul edilirler; kuşku­ culardan edilen nefret, kendilerininkine tümüyle karşıt dü­ şüncelere sahip kişilerden daha fazladır. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanaksız hale getireceği dü­ şünülür. Benim inancım ise bunun tam aksi olduğu; nedenini de açıklamaya çalışacağım. 1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal

partilerden biri, bunun sendikaların suçu olduğu kanısın­ daydı. Bir diğeri, nedenin Kıta Avrupası'ndaki kargaşa ol­ duğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de, bunların rolü olduğu­ nu kabul etmekle beraber, sıkınhnın esas nedenini, İngiltere Bankası'nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyor­ du. Bana anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü par­ tiye mensuptu; ama zaten partide uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun olmayan gö15

Sorgulayan Denemeler

riişlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşman­ ların entrikalarına bağlamayı yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan şeyler için veya o şeylere karşı sava­ şırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç kişinin düşüncelerine ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak bile asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanla­ rı İngiltere Bankası'nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduklarını göstermesi; Londra Piskoposu'nu saflarına almak için de bu yöneticilerin "ahlak­ sız" olduklarını göstermesi gerekirdi. Para konusundaki tu­ tumlarının yanlış olınası da tüm bunların bir sonucu olarak göriilürdü. Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters düştüğü sık sık dile getirilir. Bu iddia sosyalistler tarafından, karşıtlarından aşağı kalmayan bir şiddetle reddedilir. Aynı konu, ölümü çok büyük bir kayıp olan Dr. Rivers'ın Univer­ sity College'de verdiği bir derste irdelenmiş ve ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics [Psikoloji ve Politika] kitabında yer alınışhr. Bildiğim kadarıyla, bu konuyla ilgili bilimsel denilebilecek tek tarhşma da budur. Yazar, sosya­ lizmin Melanesia'da insan doğasına ters düşmediğini gös­ teren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra da, Melanesia'da insan doğasının Avrupa'daki ile aynı olup ol­ madığını bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avru­ pa insanının doğasına ters düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun ancak onu denemek olduğu sonucuna varmaktadır. Ulaşhğı bu sonucun onda İşçi Partisi'nden aday olma isteği uyandırması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tarhşmalan genellikle saran hırs ve öfke havasını arlına bir etkiye neden olmayacağı kuşku götürmez. Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tarhşmada güçlük çek­ tikleri bir konudan, evlilik törelerinden söz edeceğim. Bütün ülkelerde insanların büyük bir çoğunluğu, kendilerininkin16

Giriş: Kuşkuculuğun önemi Üzerine

den farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı olduğuna; bu görüşe karşı çıkanlann ise kendi sorumsuz yaşam tarzlannı haklı kılmayı amaçladıklarına inanmışlardır. Hindistan'da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akıl al­ maz ölçüde korkunç bir şey olarak kabul edilir. Katolik ül­ kelerde boşanmak çok büyük bir günah sayılırken, evlilikte sadakat kurallanna yönelik yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika'da boşanmak kolaydır ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok aşağılayıa gelen çokeşliliğe inanırlar. Bütün bu farklı görüşler aşın bir şiddetle savunulur ve bun­ lara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, bu ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna katkısının diğerlerinden daha çok olduğunu göstermek için en ufak bir çaba sarf etmez. Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örne­ ğin Westermarck'ın History of Human Marriage [İnsan Evlili­ ği Tarihi] adlı kitabına bakhğımızda, benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok farklı bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu gö­ rürüz. Çokeşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla ka­ bul ettirdiği bir örf olarak açıklanabileceğini düşünürüz. Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri için ne söylenebilir? Tibet'i görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa'daki kadar uyumlu olduğu konusunda bize gü­ vence veriyorlar. Bu tür yazılardan birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir kuşkuculuğa yönel­ tecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi sağlayan herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara kar­ şı gelenlere yönelik hoşgörüsüzlük ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanlan yok. Günahın coğrafi bir şey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir sonuç ortaya çıkı­ yor: "Günah" gerçek olmayan yanılhcı bir kavramdır ve onu 17

Sorgulayan Denemeler

cezalandırmak için uygulanmasına devam edilen zulüm ge­ reksiz bir şeydir. Çoğu kimseye hoş gelmeyen de işte bu so­ nuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için bir zevktir. Cehennemi de aynı nedenle icat ettiler. Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sa­ hibi olmanın uç bir örneğidir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Büyük Savaş'ın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir ta­ rihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde bu tarihçinin hapse ahlmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır; insanların kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gös­ terdikleri, Çin dışında, hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık, savaş halinde ise suç olarak al­ gılanırlar. Birbirinin karşıh kah inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanma­ ları, bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine manhk uygulamak, vaktiyle dinsel dog­ malara manhk uygulamanın günah olduğu kadar günahhr. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, aksine, kendilerinin öldürüleceği yolundadır. Yabancılara tümden iftira ederek insanın kendisini korumasının utanç verici ol­ duğu düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quakerler2 dışında ahlaki destek bulamamışhr. Rasyonel bir ulusun sa­ vaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir. Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabi­ lir? İnsanla ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, belgeli ve bel2

18

Quakerler: 17. yüzyıl ortalannda kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, Hıris­ tiyan olduklan halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri. (Çev. n.)

Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine

gesiz deliler üzerinde incelemişlerdir. Bazı aşağılamalara ma­ ruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir varsayım benimser ve kendisine bu yüce konumunun ge­ rektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icat eder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir hmarhaneye kapahrlar. Fakat o kendi büyüklüğünü de­ ğil d� ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğü­ nü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişi­ ye hmarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tarhşmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya ka­ pıldığı zaman( savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına geti­ recek tek şey savaşhr. Entelektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etki­ lediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş ayn­ lıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayn iki soru söz konusudur: (1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak, ne ölçüde etkili olurlat? (2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanır ve kaynaklanabilirler? Ruhbilimci­ ler her iki soruda da söz konusu olan entelektüel faktörün etkisine, sıradan insanların vereceklerinden çok daha az yer vermekte uyum gösterirler; ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım. (1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkili olur­

lar? Bu soruyu kuramsal açıdan değil, sıradan bir insanın sı­ radan bir günde yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük olasılıkla bunu hiç19

Sorgulayan Denemeler

bir inancın etkisi albnda olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar. Kahvalb eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider; bütün bunları yine alışkanlık.lan nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir dönem olmuştur; en azından iş­ yerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır. Belki de vaktiyle o işyeri tarafından teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş ol­ duğunu düşünmüştür. Çoğu kişi için bir mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açhğı her şeyde inancın da payı vardır. Eğer alt kademe bir görevli ise işyerinde etkin irade kul­ lanmaksızın ve inancın açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütunlar dolusu ra­ kamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı dü­ şünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt beden­ sel alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, -bir köpeğin arka ayaklan üzerinde dura­ rak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi- öğretmeni hoşnut kıl­ mak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin [Okuma, Yazma, Aritmetik] çoğu kesinlikle öyledir. Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konu­ mundaysa günlük işleri arasında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulun­ ması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının düşebilece­ ğine veya filan kişinin güvenilir olduğuna, filanın da iflasın eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır. Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre dav­ randığı içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır - tabii eğer inandı­ ğı şeyler doğru çıkarsa. Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar bu kişinin özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, kansına ve çocuklarına yönelik davranışlarını 20

Giriş: Kuşkuculuğun önemi Üzerine

alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda, evlenme teklifinde bulu­ nurken, oğlunu hangi okula göndereceğine karar verirken veya kansının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulan­ dığında salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme tek­ lifi için yalnızca içgüdüsü veya evleneceği kadının zengin ol­ duğu sanısı etkili olabilir. Eğer kararda içgüdü etkili olmuşsa, kuşkusuz, kadının her türlü meziyete sahip olduğuna inanır. Bu da ona, verdiği kararın bir nedeni gibi gelebilir; ancak ger­ çekte bu da içgüdünün farklı bir etkisinden başka bir şey de­ ğildir ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir. Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararlan alırken izlediğinin aynısıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Kansının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacakhr; ancak bu içgüdü sonradan olacaklann temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir. Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalruzca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu olduk.lan eylemler en önemli ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alırlar. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağınblıdır. (2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür:

a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır? b) Öyle olmalan ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen bir şeydir? (a) inançlann kanıtlara dayanma oranı onlara inananla­ nn sandıklanndan çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: Zengin bir işadamırun parasal yahrım yap­ ması, işadamının, örneğin Fransız Frankının iniş çıkışı konu­ sundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu gö­ rürsünüz ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske sokmaktan kaçınmaz, iflas olaylannda, çoğu 21

Sorgulayan Denemeler

kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynak­ landığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onlan açıklamalan ya­ saklanmış olan devlet görevlilerine ait olanlan dışında, nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıP önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalannda sanayicilerin çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak tarafu. Bu durum, görüşlerinin ger­ çekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudçular bizi "ras­ yonalize etme" süreciyle, yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konu­ şulan ülkelerde "irrasyonalize etme" denilebilecek bir de ters süreç var. Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinçaltı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (insanın kendi çocuklannın söz konusu ol­ duğu durumlar hariç, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman bilinçaltına inmezler). Bilinçaltının yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yarannı gözettiğini gösteren büyük büyük laflar uydu­ rur veya başkalanndan alıntılar yapar. Bu laflann, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin gerçek ka­ nıtlan değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşüne­ cektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinçdışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalılan bu denli başanlı kılan da bu özelliktir. Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincin­ den çok bilinçdışına ait bir şeydir ve sanının ki iş aleminde haşan için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanlan en kötü suçlardan alıkoymayı da başarabi3

22

Bu kitap ilk olarak 1928'de yayınlanmışhr. (Çev. n.)

Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine

lir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizal­ h harekahna girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr' da yaphklannı yapmazlardı; eğer Napoleon' da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılır­ larsa, akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlen­ direcek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandık.lan şeyleri yaphkla­ n halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır. Örneğin ilk­ dönem Quakerlerden bazı dükkan sahipleri, başkalanrun sü­ rekli olarak yaphğı gibi her müşteriyle pazarlık etmek yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu karan al­ malanrun nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye sağlanan bu kolay­ lık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynakh). Ayru amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinçdışımız gö­ ründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki ge­ rekçelerl,e, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir. Onların ardından, şiddetli duyguları olabildiğince saf dışı ederek, kendi yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşün­ meye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalanrun mahvolmasını amaçladık.lan yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun% 90'ını kapsar. Biraz konu dışına çıkmış gibi görünebilirim; ancak açık­ gözlülük dediğimiz bilinçdışı manhğını bilinçli türlerinden 23

Sorgulayan Denemeler

ayırmam gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinçdı­ şına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bu­ günkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir bir şey değildir. Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça öğüt verilen kişilerde iyiye doğru bir etki fark etmedim. Bu nedenle, günümüzde bilinçli olarak yapılmak istenen her yeniliğin rasyonel yollar kullanılarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olma­ yı nasıl öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak, salgıları­ nı azalbp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. An­ cak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydır; rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etki­ lerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel düşünme alış­ kanlığını kastediyorum. (b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: insanların eylemleri ne öl­ çüde rasyonel olabilir veya olmalıdır? Önce "olmalı mı" so­

rusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümle­ rinden bazıları manbğın işe karışmasıyla mahvolurlar. Leib­ niz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir kadına evlenme teklif ettiğini anlat­ mış; sonra da şunu eklemiş: "Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsab verdi ve tek­ lifimi geri aldım." Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem. Shakespeare "deli, aşık ve şair"i "yoğunlaşmış hayal gücü" olarak bir araya getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmakbr. Bir örnek vereceğim: 1919 yılında Old Vic'de oynanan The Trojan Women [Truvalı Kadınlar] oyununu sey­ rediyordum. Büyüyünce ikinci bir Hektor olur korkusuyla 24

Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine

Greklerin Astyanaks'ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akıl almaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides'in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce, ateşkesten sonra Almanya'ya uygulan­ makta olan ablukayı uzatan ve Rusya'ya da abluka öngören karan alan bir hükümete büyük çoğunluğu oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını ar­ zuluyorlardı: Çocuklar, Astyanaks gibi, büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi. Şair Euripides seyircilerin hayalin­ de aşık'ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri ise deli'nin (çıldırmış katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti. Aynı zamanda deli'yi de alıkoymadan şair ve aşık'ı alı­ koymak olanaklı mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur. Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar?

Öyle olduğunu sanmıyorum. He­

pimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilme­ si gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu enerji, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tut­ kulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin yani modem endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini sanatsal dür­ tüyü'. köreltmiş, aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir. Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sını­ fı tarafından takdis edilirken, özellikle özgür olmaları gere­

ken şeyler baskı altında tutulmuştur; içgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın ya­ şamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir. Birincisi yaşama aşkını, sev25

Sorgulayan Denemeler

giyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanab içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini basbrmak, ikincisini yüreklendirmek için her şeyi yapar. Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdikle­ rimizle ilgili davranışlar güvenle içgüdüye bırakılabilir. Akıl kapsamına alınması gerekli olan ise nefret duyduğumuz ki­ şilere karşı olan davranışlardır. Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar, özellikle de yabana uluslardır. Onları soyut olarak algılarız ve gerçek­ te nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaphğımızı ileri sürerek kendimizi kandınnz. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgın­ lığının tedavisini gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan, dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer yardıma olacağı idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz. Bu, ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngilteresi'nde kısmen gerçekleşmişti. Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu pe­ şinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.

26

2 Düşler ve Gerçekler

1

Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bili­ nen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız ara­ da bir işi karışhrdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiş­ tir. Bunun tam karşıh gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımı­ zın biçim kazanmasından ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yönel­ tilirler. İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşın zorlayıa bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntüler şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bu­ nun, �düz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir, inançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna eklemesi yerinde olurdu. Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olma­ yan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: Deli ve is­ terik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastala­ rın temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu 27

Sorgulayan Denemeler

ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşle­ rimizin rasyonel kanıtlanrun ne kadar zayıf olduklarını gös­ teren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım. Antropologların uzun süreli çalışmalarından öğrendiğimi­ ze göre, en ilkel insanlar anlamadıklanrun farkında olduk.lan olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpı­ nıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandık.lan sayısız inançları vardır. Bir hayva­ nın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, ka­ bile reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler. örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George­ quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Ta­ rım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceği­ ne veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde onun kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine, ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanı­ yorlar.' Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten korkanlar­ dan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açık­ ça görülüyor. Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inanç­ lara sahiptir. ônyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikay­ la ilgilenen ama politikaa olmayan kişiler çok güçlü kanılara 1 28

Frazer'in Folklore in the Old Testament [Tevrat'taki Folk.lor] kitabında "The Mark of Cain" bölümüne bakınız.

Düşler ve Gerçekler sahiptirler. Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflanrun kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığı­ na işaret eden birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur.

1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümü­ nün Almanya'run zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış, düşleri altüst et­ miştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır, sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler unutulurdu. Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde, rahatlaha bir kanılar bulutu ile sa­ nlmışhr; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kişinin kendi­ siyle beraber hareket ederler. Bunların bazdan kişiseldir; kişi­ ye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüs­ tü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: Babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarını şimdiki modem ana babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullannın okul sporlarında herkesi nasıl geride bırakhğı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olma­ dığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bil­ gilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçün­ cüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlahcı kuruntular besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygula29

Sorgulayan Denemeler

rından birini dile getinniş oluyordu. Son olarak da genel ola­ rak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaşhrmayla "hayvani yaratıklardan üstün tutan kuramlara geliyoruz: insanın ruhu vardır, ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan" dır. Aşın aamasız veya anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi" olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle in­ sanlara özgüdür);2 Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı ve evrenin nihai amaa insanın mutluluğudur. Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar hiyerarşisine sahip bulunuyoruz: Kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştık.la­ n, sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bü­ tün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle iyi ilişki­ lerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göster­ memiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, ar­ kalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimizden farklı yanlan arttıkça daha da belirginle­ şir. Kardeşimizle konuşurken ana babalar konusunda bilinç­ li bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke in­ sanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasında­ dır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara ise nezaket dayanılmaz ölçüde sıkıa gelir. Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmanuş bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın birkaç önem­ siz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini söy­ lemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir dü­ şünceyi daha önce hiç duymamış olduğu için, birisinin ger­ çekten nasıl böyle bir şey düşünebileceğini aklı almanuşb, iki­ miz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu. Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakınundan çok yararlıdır. Doğal kanılannuzı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanarak sonuçta aa çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek ol2 30

Mark Twain'in Mysterious laşbnruz.

Stranger

[Esrarengiz Yabancı] kitabıyla karşı­

Düşler ve Gerçekler gulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi duru­ mudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır, bel­ ki ikisinin de gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağınhlı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve ken­ dimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulu­ nan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır. Bana anlattık­ larına göre, Çin' de bir Mandarin' e karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: "Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler.''3 Ne var ki böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı kişi­ ler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika, milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür ve sosyal sohbetler sırasında, mit­ yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu dü­ zeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.

il İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak top­ lumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok 3

Bu cümleler ben Çin'i tanımadan önce yazılmışh; sonradan gördüğüm Çin için geçerli değildir.

31

Sorgulayan Denemeler

büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akıl almaz bü­ yüklüktedir. Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise beneğin mikros­ kobik bir noktasıdır. Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürük­ lenir durur; ta ki tekrar bileşimi oluşturan elementlere ayrı­ lıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında bölüştürürler: Kendilerinin yok olma anım ertelemek ve telaşlı bir çaba ile kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaşbrmak. Doğal sarsınblar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyon­ larcasını yok eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevi­ nir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrü­ nün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldı­ ğında insan yaşamı böyle görünüyor. Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok ede­ ceğini söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir. Dış dünya her ne kadar yabana ve duyarsız görün­ se de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görü­ nüşteki bu çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebu­ ladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insana eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet çok ünlü bir yapıtbr; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin "Tanrı sizi kutsasın, efendim" şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamletlerle, Horatiolarla, ve 32

Düşler ve Gerçekler

hatta Guildensternlerle hiçbir temasları olamayacak bir şe­ kilde izole edilmiş olduklarım varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluştur­ duğu yolunda birtakım edebi eleştiriler icat etmezler miydi? içlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli ola­ bileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla ce­ zalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanın yaşamı Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkın­ da da çok az şey biliyoruz. İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok ken­ dimizi düşünürüz. Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli buluruz. Nonkonform.ist4 bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de daya­ nılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum kanşbran ve pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan5 raki­ bi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksik­ siz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş, hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evren­ sel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. So­ nuçta herkes mutludur. Copernicus'tan önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök­ kubbenin dünya çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmet­ mekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi. Bunun üzerine, bilimin 4

5

İngiltere Kilisesinden aynlmış bir tarikahn mensubu. (Çev. n.) İngiltere Kilisesi mensubu. (Çev. n.) 33

Sorgulayan Denemeler

"kabalığı"nı düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu. Bu gö­ rev de "idealist" denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh' tur; o, filozofun akıl ve ruhun­ dan üstündür; hpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. "İnsanın evi gibisi yoktur" deyiminin tersine, bu düşü­ nürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesini verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaşbğımız her şeyde, evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne benzediği gü­ vencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok

iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüş­ ler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insana! özlemler­ le olan bağınhsı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek bi­ çimde kamufle edilmiştir: Bu gerekçeler görünüşte manbk ve önermelerin tarhşılması gibi kuru kaynaklardan çıkanlmışbr. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, öz­ lemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin man­

bk yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması, özlemlerine aksi yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaphkları yanlışlar­ dan anlaşılabilir. Çoğu kişi insanların icat ettiği sistemlerin, gerçek olma­ salar bile zararsız ve rahatlaba olduklarını ve onlara doku­ nulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zarar­ sız değildirler ve insanları önlenebilecek aalara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya mal ol­ maktadır. Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından kay­ naklanmaktadır. Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağla­ mak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce

34

Düşler ve Gerçekler

elde edilebiliyordu. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere ege­ men olma yoluna girildiğine göre, insanlar birbirlerini yen­ mek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilme­ si, insanın dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve onun kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşun olan bilimsel güç arayışına giden çabalan saphrmaktadır. Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yok­ tur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamak­ ta tam bir mutluluk ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır. Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye ha­ zır olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insan­ ları kavgacı ve acımasız yapan korkunun zulmünden kurtu­ luş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürek­ liliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendi­ sine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.

35

3 Blllm Boş-inanlı mıdır?

Modem yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. He­ pimiz ekmek parası, rahahnuzı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır. ôte yandan son üç yüzyıl içinde bi­ limsel görüşle ilintili olan bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun büyük bir bölümü­ ne yayılmıştır. Yeterince uzun süreler göz önüne alındığında, bilimin bu iki özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de, ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilir­ ler. Bilimsel düşünce tarzı on sekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü sınai teknolojide dev­ rim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öte yandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapa­ bilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek gelişmeler gerçekleştirebilir. Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile, bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla, nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum son­ suza dek süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksızdır. Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık için önemli bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi 37

Sorgulayan Denemeler

bilimsel görüşün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile de­ ğerlendirenler aynı kişiler değildir ve birbirinden farklı zihin­ sel alışkanlıklar gereksinirler. Her yarahcı gibi bilimsel yara­ tıa da entelektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değer­ lendiricinin böyle bir inanca gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktalan değerlendirir; belki de yarahayı kendisine kıyasla kaba ve ilkel bir kişi ola­ rak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşa­ maya geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaraha olabilecek kişilere karşı bir hükmetme eğilimi baş gösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanslaşır ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi görünü­ yor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamış­ tır. Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hAla on yedinci yüzyıldaki coşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının çoğunluğu da böyledir. Ancak başrahip­ ler, kendilerinin resmen adandıkları bu ibadetten arhk usan­ maya başlamışlardır. Vaktiyle dini-bütün genç Luther, hasta­ lıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz kurban edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa­ ya saygılarını sunmuştu. Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar bilime, onun kahinlerinin arhk duymadıkları saygıyı beslemektedir. Bolşeviklerin "bilimsel" maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarında olduğu gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sa­ yacağı bir şekil içinde devam ettirmeye yönelik bir çabadrr. Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi har­ fine bağlı olmaları, Bahnın "burjuva" bilimcileri arasında kuşkuculuğun yayılmasını hızlandırmaktan başka sonuç ver­ memiştir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan tutucu bir 38

Bilim Boş-İnanlı mıdır?

nitelik almışhr. Günümüz bilim adamlarının çoğunluğunun temel "imanı" statükoyu korumanın önemine dayanmakta­ dır. Bunun sonucunda bilim için hak ettiğinden fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin, istemleri­ ni yerine getirmek konularına aşın yatkındırlar. Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bilimcilerin çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı değişim aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi toplumlarındaki değişimin yol açh­ ğı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entelektüel sıkınhlarla daha da ağırlaş­ mışhr. Bu zorlukların, eğer aşılmazlarsa, bilimsel keşif çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluvere­ cek demek istemiyorum. Rusya ve Asya, Batının yitirmekte olduğu "bilimsel imanı" bir yüzyıl daha sürdürebilirler. An­ cak eninde sonunda, bu inanca karşı öne sürülen savın red­ dedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavu­ şamayacaklardır. Bilimsel imana karşı ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir. Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, doğ­ ru olduğu yolundaki bir manhksal sonucu kastetmiyorum. Daha az rasyonel olan ama daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir bilimsel kaşif olmasına yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru şudur: Bilimsel keşif­ ler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasında bu tür­ den duygu ve inançlar var olmayı sürdürebilirler mi? Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapısını anlamada yardımcı olacakhr. Bunlar Burtt'un Me­ taphysical Foundations of Modern Science [Modern Bilimin 39

Sorgulayan Denemeler

Metafizik Temelleri] (1924) ve Whitehead'in Science and the Modern World [Bilim ve Çağdaş Dünya] (1926) adlı kitapla­ rıdır. Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanın Copernicus, Galileo ve Newton' dan esinlenmiş olduğu düşünce sistem­ lerini eleştirmektedir birincisi hemen hemen tümüyle tarih­ sel açıdan, ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal açıdan. Dr. Whitehead'in kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil, aynı zamanda yapıcıdır; aynca geleceğin bilimi için, in­ sanlığın bilimdışı özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entelektüel temel bulmayı amaçlamaktadır. Dr. Whitehead'in teorisinin hoş diyebileceğimiz bölümleri için öne sürdüğü mantıksal argümanları kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir entelektüel yapılanmaya gereksinimi olduğunu ka­ bul etmekle beraber bu yeni kavramların entelektüel olmayan duygulanmıza eskileri kadar itici geleceğini ve bu nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı olanlarca kabul edile­ cekleri yolundaki görüşe de kab.lıyorum. Şimdi ileri sürülen tezin ne olduğunu görelim. İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr. Whitehead, "Nes­ neler arasında düzen, özellikle de bir doğa düzeninin var ol­ duğu hakkında yaygın bir içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz," diyor. Ona göre bilim ancak böyle bir inan­ ca sahip olan insanlarca yarablabilirdi; bu nedenle de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı. Bilimin gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşma­ sında başka öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Grekle­ rin yaşama bakış açısının daha çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan çok sonu vurguladığını, bunun da bilim açısından sakıncalı olduğu ileri sürüyor. ôte yandan, Grek tragedyası, olayların doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkbğı yolundaki Kader kavramının oluşması­ na yardımcı olmuştur. "Grek tragedyasındaki Kader, çağdaş düşünce sisteminde Doğa düzenine dönüşmüştür." Gerekirci (necessitarian) görüş Roma hukuku ile desteklenmiştir. Roma

40

Bilim Boş-İnanlı nudır?

Devleti (hiç olmazsa teoride), Doğulu despotlardan farklı ola­ rak keyfi değil, önceden belirlenmiş kurallara göre hareket et­ mişti. Bunun gibi, Hıristiyanlık da Tann'run yasalar uyarınca hareket ettiği inanandaydı; her ne kadar bu yasaları Tanrının kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düşünce biçiminin zorunlu bir öğesi olan Doğal Yasalar kavramının oluşmasını kolaylaşhrrnışbr. On albncı ve on yedinci yüzyıl öncülerinin çalışmalarını esinleyen bilimdışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye de­ . ğer bir biçimde ortaya konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orijinal kaynaktan yararlanmışbr. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde, Zerdüşt dininden olanların Güneş' e-tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen be­ nimsemiş gibidir. "Özellikle Güneş'in tannlaşbrılması ve ona yaraşır konumun evrenin merkezi olduğu yolundaki düşün­ celer Kepler'i, gençlik coşkusu ve coşkulu hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmiştir." Bütün Rönesans dönemi boyunca Hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı uygarlığına duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir tür düşmanlık var olmuştur. Bu düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirilemediyse de örneğin, fiziksel belirlenimcilik (deter­ minizm) içerdiği gerekçesiyle Kilise'nin kınadığı astrolojinin yeniden canlanmasına yol açmıştır. Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle olduğu kadar boş-inanla da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen her ikisiyle de iç içedir. Eskiçağda yaygın olmayan, Ortaçağda ise hiç görülmeyen çok önemli bir öğe daha vardır; "çözülemeyen ve tekrarla­ nan" olgulara duyulan ilgi. Rönesans öncesinde olgulara kar­ şı merak duyulması kişilere özgüydü; örneğin İmparator il. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans döneminde bu merak aydınlar arasında birden yaygınlaşb. Montaigne'de bu, Doğal Yasalara ilgi duymaksızın var olan bir meraktır; bu nedenle de Montaigne bir bilim adamı değildir. Bilim uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karışımını içerir; özel 41

Sorgulayan Denemeler

durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla incelenir. Ortaçağda özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden çı­ karılabileceği düşünülürdü; Rönesans döneminde genel il­ keler gözden düştü ve eski çağlara olan tutku özel olaylara karşı güçlü bir ilgiye yol açh. Bu ilgi Grek, Roma ve skolas­ tik geleneklere göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo gibi bilimsel kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel atmosferi yarath. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmalamış ve günümüzdeki izleyicilerine ka­ dar gelmiştir. "Bilim, kökenini Rönesans sonlarının tarihsel başkaldırısından hiç ayırmamışhr; daha çok, ilkel bir inanca dayalı, rasyonalizm-karşıh bir hareket olarak sürmüştür. Ge­ rek duyduğu uslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin yaşayan bir yadigarı olan matematikten alrnışhr. Bilim felsefeyi reddeder. Başka bir de­ yişle, inananı haklı kılmaya veya açıklamaya hiç gerek duy­ mamış, Hume'un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız kal­ mışhr." Emekleme

dönemindeyken onu beslemiş olan boş­

inanlardan ayırırsak bilim var olmayı sürdürebilir mi? Bili­ min felsefeye karşı gösterdiği kayıtsızlık, kuşkusuz, bilimin şaşıma başarısı nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü olduğu duygusunu kuvvetlendirmiş; bu nedenle de, teolojik gelenek­ lerle kimi zaman çahşmasına karşın, genelde iyi kabul gör­ müştür. Ancak son zamanlarda, kendi iç sorunları onu felse­ feyle ilgilenmeye yöneltmiştir. Bu, özellikle uzay ve zamanı bir uzay-zaman düzeninde birleştiren görelilik teorisi için söz konusu olmuştur. Bunun yanı sıra, sürekli olmayan harekete gereksinimi varmış gibi görünen kuantum teorisi için de ge­ çerlidir. Yine, bir başka alanda, fizyoloji ve biyokimya, felse­ feyi can aha bir noktasında tehdit eden psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson'un davranışçılığı bu saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta; felsefi gelenek için saygılı sayı­ lamayacak şeyler içermekte; buna karşın kendine özgü yeni 42

Bilim Boş-İnanlı mıdır?

bir felsefeye de gerek duymaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu soğuk savaşı sürdürmeleri arhk olanaksızdır; düşman ya da dost olmak zorundadırlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttiği sorulan yanıt­ layamazsa dost olamazlar. Dost olmaları durumunda ise bir­ birlerini yok ederler; yalnız birinin tek başına alana egemen olması artık olanaksızdır. Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için Dr. White­ head iki şey önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya atmaktadır ki onlar sayesinde görelilik ve kuantum fi­ ziği, eski kah-madde kavramında yapılacak bölük pörçük de­ ğişikliklerle elde edilecek sonuçlara göre, zihinsel bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı bulacakhr. Eserin bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde geliştirilmiş olmamakla beraber geniş anlamıyla bilim kapsamına girmektedir ve biz­ leri bazı olgular hakkındaki teorik bir yorumu bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış kanıtlama yöntemine de ola­ nak vermektedir. Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu konuya değinmeyeceğim. Şu anda ilgilendiğimiz konu yö­ nünden önemli olan, Dr. Whitehead'in eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece "daha iyi bir bilim" önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume' dan bu yana bir anlamda rasyonel olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe öneriyor. Bu felsefe temelde Bergson'unkine çok ben­ zer. Burada karşılaşhğım zorluk şudur: Dr. Whitehead'in yeni kavramları, normal bilimsel ve manhksal sınamalara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdüğü felsefeyi gerektirmiyorlar gibi görünüyor. Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere göre kabul edilmelidir. Onu, eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı [justification] için kabul etmemeliyiz; çünkü tarhşhğımız sorun bilimin haklı kılınmasının olanak­ lı olup olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru gelip gelmediği bakımından incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski kargaşa ile yüz yüze buluyoruz. 43

Sorgulayan Denemeler

Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üze­ rinde duracağım. Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte ya­ şamayı sürdürdüğü, hiçbir şeyin asla gerçekten unutulmadığı karusındadır. Bu noktalarda Dr. Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak çok hoş olmakla bera­ ber, benim düşünüşüme göre, olaylan bilimsel netlikle dile ge­ tirdiği kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin'e varışımı-

anımsıyorsam,

yeniden Çin'e vardığımı söylemem

sadece mecazi bir ifadedir. Anımsadığım zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir. Bunların

anımsadığım

şeylerle nedensellik

ve benzerlik ilişkisi vardır ve bu benzerlik genellikle mantık­ sal yapı benzerliğinden öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın varlığını sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı arasındaki ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz. Çünkü öyle söylesek bile, yine de, aradan geçen sürede olayın değiştiğini kabul etmek zorundayız; bu se­ fer de değişimin hangi bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla karşı karşıya kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski bir olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı yoktur. Hume'dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal nedensellik ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepi­ miz güveniriz; ancak Hume bu inanan hiçbir rasyonel teme­ le dayanmayan, bilinçsiz bir inanç olduğu yolunda bir kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume'a bir yanıt olanağı sağladığına inanıyor. Kant da aynı şeyi düşün­ müştü. Ben her ikisini de kabul edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması gerektiğine inanmaktan da ken­ dimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık kaynağıdır; bilim ile felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık arta­ caktır. Bir yanıt bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben yanıtın bulunmuş olduğuna inanamıyorum. Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu, kısmen de olumsuz olarak düşünülebilir. Bize çevremizi düzenleme 44

Bilim Boş-İnanlı mıdır?

gücü vermesi ve küçük de olsa önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması bakımından da olumludur. Olum­ suzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da insan ey­ lemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren bir gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü azaltmaktadır. Doğal olarak insanlar bilimin olum­ lu yönünü alıkoyup olumsuz yönünden kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabalan şimdiye dek boşa çıkmışhr. Nedensellik ve tümevarıma inanamızın irrasyonel olduğu­ nu vurgularsak, bilimin doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize onu olumlu kılan, çevremize egemen olma olanağı­ nın her an yok olabileceği sonucuyla karşılaşırız. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çağdaş bir insanın uygulamada benimseyeceği bir şey değildir. öte yandan bilimsel yönte­ min savlarını kabul edersek nedensellik ve tümevarımın, her şeye olduğu gibi, insan iradesine de uygulanabilir olduğunu kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda fizik, fizyoloji ve psikoloji alanlarındaki gelişmeler bu sonucu güçlendirmek­ tedir. Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanıtla­ ması teorik olarak yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini bırakıp olumlu olanlarını alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut değildir. Durumun manhğıyla yüzleşmekten kaçına­ rak kuşkusuz bunu başarabiliriz. Ancak o zaman dünyayı an­ lamayı amaç edinmiş olan bilimsel keşif dürtüsünü de daha kaynağında kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık proble­ me daha doyurucu bir çözüm getirmesini umalım.

45

4 insan Rasyonel Olabilir mi? Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm ve bana göre bir rasyonalist, insanların rasyonel olmasını isteyen kişidir. Rasyonellik günümüzde birtakım sert eleştirilere uğramış bu­ lunuyor; öyle ki, ne anlama geldiğini bilmek, bilinmesi du­ rumunda da insanların onu elde edip edemeyeceklerini kes­ tirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama sorununun biri te­ orik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel kanı nedir? Rasyonel davranış nasıldır? Faydacılık (pragma­ tizm) kanıların, psikanaliz de davranışların irrasyonel oldu­ ğunu vurgular. Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, kanı ve davra­ nışların olumlu bir şekilde uyum gösterecekleri ideal bir ras­ yonelliğin var olmadığı görüşüne yöneltmiştir. Bu da şöyle bir sonuca yol açar gibi görünmektedir: Eğer siz ve ben deği­ şik kanılara sahipsek, bunu tarhşmanın ya da tarafsız bir ki­ şinin hakemliğine başvurmanın yaran yoktur. Yapabileceği­ miz tek şey, mali ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuş­ ma, reklam ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele et­ mektir. Böyle bir bakış açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlık için yok edici nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik idealinin, onu yok edeceği düşünülen fi­ kirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol göste­ rici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göster­ meye çalışacağım. 47

Sorgulayan Denemeler

Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Basit olarak bir kanaate varmadan önce, rasyonelliği konuyla ilgili bütün ka­ nıtlan dikkate alma olarak tanımlıyorum. Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı durumlarda olasılığı en kuvvet­ li görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana ahlamayacak ölçü­ de olasılığı olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların tercih edilmesini gerektiren bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki burada, gerçeklerin ve olasılıkla­ rın çoğu durumda nesnel bir yöntemle yani iki dikkatli kişiyi aynı sonuca götürecek bir yöntemle saptanabileceği varsayıl­ maktadır. Bu varsayım sık sık sorgulanmaktadır. Çoğu kim­ se aklın tek işlevinin kişinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaşbrmak olduğunu söylemektedir. Plebs Ders Kitapları Komitesi'nin yayınladığı Outline of Psychology [Psikolojinin Anahatları) kitabında (s. 68) "Zihin her şeyden çok

bir taraf tutma aracıdır. lşlevi kişiye ya da türe yararlı olacak eylem­ lerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı olanlarının engellenmesini güven altına almaktır, " denilmektedir. Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (s. 123) ve yine italik harflerle "Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark ol­

dukça derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanır, " demektedirler. Eğer amaçlan kendilerini Marksist inancı seçmeye yönelten şeyin akıl olmadığını öne sürmek değilse, bu sözler akıl için söylemiş oldukları sözlerle çelişmektedir. Amaçları ne olursa olsun "nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin" olanaklı oldu­ ğunu kabul ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de olanaklı olduğunu kabul etmeleri gerekir. İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge yazarlar, örne­ ğin faydacı filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar, kanılarımızın, doğru olmaları için uymaları gereken nesnel gerçek diye bir şeyin var olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca var olma savaşında kullandığımız silah­ lardır ve bunların insanın yaşamını sürdürmesine yardımcı 48

İnsan Rasyonel Olabilir mi? olanlarına "doğru" denilmelidir. Bu görüş MS 6. yüzyılda, Budizm Japonya'ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya'da yaygın olan görüştü. Yeni dinin doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine bu dini kabul et­ mesini emretti; eğer bu kişi başkalarından daha başarılı olursa yeni din herkes tarafından kabul edilecekti. Bu yöntem, fayda­ aların bütün din tartışmalarında -günümüze uyum sağlaya­ cak değişikliklerle- benimsedikleri yöntemdir; ancak ben, in­ sanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse duymadım. Faydacılar "doğru"yu bu şekilde tanımlasalar da günlük yaşamda zaman zaman ortaya çıkan ve bu denli incelikli ol­ mayan sorunlarda hep çok değişik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasının jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtlan her­ hangi bir insan gibi değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilme­ sinin daha faydalı olacağını düşünmesi gerekir. Tarurn gereği o kişi cinayetin de suçlusudur; çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha yararlı, bu nedenle de daha "doğru" dur. Bu tür bir faydacılık ne yazık ki bazen ger­ çekten uygulanıyor. Amerika ve Rusya'da bu tanıma uygun "düzmece suçlamalar" yapıldığını duymuştum. Ancak böyle durumlarda, gerçeği gizlemek için hiçbir çaba esirgenmiyor; başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gerçeğin gizlenmesi için gösterilen bu çaba, bir cinayet olayında polisin bile nes­ nel hakikate inandığını göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsız- bir nesnel hakikattir; insanlar, onu bulma umudunu taşıdığı sürece, dinde aranan hakikat de bu türdendir, insanlar ancak onun gerçek olduğunu doğ­ rudan kanıtlamaktan umut kestikleri zamandır ki, sözüm ona yeni-moda bir anlamda dinin "hakikat" olduğunu kanıtlama­ ya koyulmuşlardır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, irras­ yonalizm, yani nesnel hakikati yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıb olmayan bir şeyde ısrar etme; ya da çok sağlam 49

Sorgulayan Denemeler

kanıtlan olan bir şeyi yadsıma arzusundan kaynaklanır. An­ cak, yabrım yapmak, bir hizmetçi tutmak gibi pratik konular­ da hep nesnel olguya olan inanç egemen olur. Eğer herhangi bir konudaki inancımızın doğru olup olmadığı olgularla sı­ nanabiliyorsa, başka konularda da aynı sınama yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi bilinemezciliğe (agnos­ tisizme) götürür. 1Igili olduk.lan konular göz önüne alındığında bu düşün­ celer kuşkusuz çok yetersiz kalmaktadır. Olgunun nesnelliği sorunu, filozofların şaşırbnacalan nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir yerde daha detaylı olarak ele almış bu­ lunuyorum. Şimdilik, olguların var olduğunu, bunların ba­ zılarının bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen olgula­ ra göre bir olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez olgulara ters düşer; hatta belirli kanıtlara dayanarak bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir. Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, olgulara ilişkin ka� nılanmızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden farksızdır. Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği kanıların tuhaf, hatta çılgınca denebilecek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin, kanılarımızın rasyonel olmasının olanaksızlığı­ nı saptadığını düşünürler. Psikanalize derin bir saygım var­ dır ve onun son derece yararlı olabileceğine inanırım. Ancak Freud ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış açısı bir ölçüde gözden kaçırılmaktadır. Onların yöntemlerinin temel ama­ cı, tedavi etmeye, isteri ve çeşitli türden akıl bozukluklarını iyileştirmeye yöneliktir. Savaş sırasında ortaya çıkan savaş nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmışbr. Rivers'ın daha çok "mermi şoku" hastalarıyla olan deneyimlerine dayanarak yazdığı Instinct and the Un­ conscious [İçgüdü ve Bilinçdışı] adlı kitabında, açıkça kabul50

İnsan Rasyonel Olabilir mi?

lenilmediği zaman korkunun yol açhğı kötü etkiler çok güzel bir şekilde incelenmektedir. Bu etkiler, doğal olarak, çeşitli tiplerde felçler, görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi, daha çok zihinsel olmayan türdendir. Şimdilik konumuz zihinsel bozukluklar olduğu için bunlarla ilgilenmeyeceğiz. Deliler­ deki kuruntuların çoğunun içgüdüsel engellemenin bir sonu­ cu

olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla -yani hastaya, ilgili

anılarını baskı albnda tuttuğu olguları

anımsatmak

yoluyla­

tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün işe yarar olguları bilinç yüzüne çıkarmak­ la bunun tekrar kazanılabileceğini varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla önerildiği üzere, irrasyonelliği karşı koymadan kabul­ lenme yönteminin tam aksidir. Bu kişilerin tek bildiği, sadece psikanalizin, irrasyonel kanıların etkinliğini ortaya çıkardığı­ dır; onun amacının bu etkinliği belirli bazı tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu unutur veya göz ardı ederler. Benzer bir yöntem kullanılarak delilikleri pek belirgin olmayan kişile­ rin irrasyonel tutumları da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularım paylaşmayan bir hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaşkanlan, bakanlar, önemli şah­ siyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler ve tedavi görme­ den yaşamlarım sürdürüp giderler. Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele aldık. Şimdi üzerinde duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zor­ luk sergiler. Pratik konulardaki fikir aynlıklarının iki kaynağı vardır: Birincisi tarhşmaaların arzulan arasındaki farklılık, ikincisi ise arzularını gerçekleştirme araçlarını değerlendir­ medeki farklılıkhr. İkinci tür farklılıklar gerçekte teoriktir; ancak sonuçları açısından uygulamaya dönüktürler. Örneğin bazı yetkililer ilk savunma hathmız için savaş gemileri gerek­ tiğini ileri sürerken, diğerleri uçakların gerekliliğini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani ulusal savunma konusunda bir 51

Sorgulayan Denemeler

farklılık yoktur; fark, bunun hangi araçlarla yerine getirile­ ceğindedir. Bu nedenle tarhşma salt bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir; çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir ayrılığı olgularla; geçmiş veya gelecek, kesin veya olası olgularla il­ gilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da, teorik olarak nitelendirdiğimiz türden bir rasyonellik işe karışır. Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi düşündüğümüz birçok olayda, uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya çıkmaktadır. Belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı saydığı bir sonuca ulaşacağına kendi­ ni inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir inanç duyması için hiçbir neden olmayacağını bilse bile. Olgular ve olasılıklarla ilgili konulardaki yargılan da, kendisininkine karşıt arzula­ n olan bir başka kişininkinden çok farklı olacakbr. Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle kazandı­ racak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla ilgilenenler kendi partilerinin başkarurun, rakip politikaaların düzenbazlığına düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk tabakasına koyun sü­ rüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünür­ ler; sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri yahşbrdığını, alkolden hoşlananlar da alkolün zihni uyardığını söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açhğı yargılar, olayların değerlendi­ rilmesinde önlenmesi zor yanılgılara yol açar. Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış bilimsel bir ma­ kale bile çoğu kez, sahr aralarında içerdiği kanıtlarla, yazarın alkole karşı kişisel tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da, olaylara kendi alışkanlığını destekleyici bir gözle bakma eğilimi vardır. Bu tür düşünceler politika ve din konularında büyük önem taşır. Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken toplumun iyiliği isteğiyle yola çıkhğıru düşünür; ancak on ki­ şiden dokuzunun politik eğilimi onun geçimini nasıl kazan­ dığına bakarak kestirilebilir. Bu durum bazı kimseleri bu tür 52

insan Rasyonel Olabilir mi?

konularda objektif davranılamayacağı, karşıt eğilimli sınıflar arasında şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunamayacağı görüşünü savunmaya; birçoklarını da gerçekten öyle olduğu­ na inanmaya yöneltmiştir. Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanla­ rın o zamana kadar bilinçalbnda olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar. Psikanaliz bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak veren bir teknik; ayrı­ ca, bu görünümümüzün sandığımız kadar da haksız olmadı­ ğını gösteren bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile birlikte yaygın olarak öğretilirse, ol­ guları değerlendirme ve eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançları konusunda insanların son derece rasyonel olmala­ rını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa düşmezlerse, geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen kesindir. Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlene­ meyecek bir tortu kalacakhr. Bir kimsenin arzulan başka bir kişininkiyle bütünüyle uyum içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip, şu veya bu eylemin etkileri konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyum sağlanmasına yol açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı paha­ sına zengin olmayı arzu etmektedir. Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü rasyonellik saye­ sinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle burnunu kesen bir kişinin davranışının irrasyonel olduğunu söyleriz, irrasyoneldir; çünkü duygularına kapılarak o anda şiddetle hissettiği arzusunu yerine getirmekle, kendisi için uzun vade­ de daha önemli olan özlemlerinin engelleneceğini unutmuş­ tur. İnsanlar rasyonel olsalardı, kendileri için neyin yararlı olduğunu şimdikinden çok daha doğru bir şekilde görürler­ di. Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel çıkarları doğrul­ tusunda davransalardı, dünya şimdiki durumuna kıyasla bir cennet olurdu. Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel 53

Sorgulayan Denemeler

çıkarlardan daha iyi bir şey olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarların, başkalarının iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek gözetildiklerinde, bilmeden gözetildikleri durumdakinden daha iyi olduğunu düşünü­ yorum. Düzenli bir toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına olması nadiren mümkün­ dür. Bir insan rasyonellikten uzaklaşbğı ölçüde, başkalarını inciten şeylerin kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nef­ ret ve haset onu körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın en yüce ahlak ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer bu ilke yaygın olarak benimsenirse dünyanın şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya olacağında ısrar ediyo­ rum. Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularımızı değil, içinde bulunulan duruma ilişkin bütün is­ teklerimizi anımsama alışkanlığı olarak tanımlanabilir. Fikir­ lerin rasyonelliğinde olduğu gibi bu da bir ölçü sorunudur. Tam bir rasyonellik, kuşkusuz, erişilmesi olanaksız bir ideal­ dir. Bununla beraber, bazı insanlan deli olarak nitelediğimiz sürece, bazı insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğu­ nu varsaydığımız ortadadır. Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Ôzgeci1 bir ahlak öğütlemek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü böyle bir öğüt onu zaten benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici gelmeye­ cektir. Ancak rasyonel olunmasını öğütlemek biraz farklıdır; çünkü, bizim kendi arzulanmız her ne ise, rasyonellik ge­ nellikle onları gerçekleştirmemize yardımcı olur. Bir kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklı­ mızın eylemlerimize egemen olmasıdır; bilim, birbirimize za­ rar verme olanaklarını arbrdıkça toplumsal yaşamın sürme1

54

Özgecilik (Altnıizm): Kendi yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliği­

ni düşünme; bencilliğin karşıh. (Çev. n.)

İnsan Rasyonel Olabilir mi? sini olanaklı kılan da bu olacakhr. Eğitim, basın, politika, din -kısacası dünyanın en etkili güçleri- şu anda irrasyonellikle el eledir. Bu güçler Kral Demos'u yoldan çıkarmak için ona övgüler yağdıran kişilerin elindedir. Çare, gerçekleştirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan ilişkilerine daha akıllıca ve den­ geli bir bakış açısı getirme çabalarında yatmaktadır. Dünya­ mızın çekmekte olduğu sıkınbların çözümünü, günden güne yaygınlaşmakta olan rasyonalizmde aramamız gerekir.

55

5 Yirminci Yüzyllda Felsefe Ortaçağın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek azalmıştır. Ortaçağın en büyük filozoflarından olan Ockhamlı William (1300-1349), Kaiser tarafından Papa­ ya karşı broşürler yazmak üzere tutulmuştu; o dönemlerin en ateşli sorunları okullarla ilgili tartışmalardı. On yedinci yüz­ yılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik Kilisesine muhalefetle az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti; ancak şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden men edilmişlerdir. Locke'un (1632-1704) ardılları on sekizinci yüzyıl Fransası'nda, Bentham (1748-1832) yan­ lıları on dokuzuncu yüzyıl İngilteresi'nde, politikada çoğun­ lukla aşın tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş liberal burjuva görüşünün de yaratıcısı olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler arasındaki karşılıklı ilişki zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede aşın tutucu olduğu halde politik yönden bir Tory1 idi. Yalruz­ ca, Devrim'e kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya' da politika ve felsefe arasında açık bir ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşe­ vikler materyalist, Beyazlar ise idealisttirler. Tibet'te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kişi 1

Şimdiki adı Muhafazakar Parti olan İngiliz siyasal partisi mensubu. (Çev. n.) 57

Sorgulayan Denemeler

"başmetafizikçi" olarak adlandırılır. Başka yerlerde ise felsefe arhk böylesine saygın bir konumdan yoksundur. Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç grupta top­ lanmış bulunuyor. Birincisi genellikle Kant (1724-1804), ba­ zen de Hegel (1770-1830) yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci grup, pragmatistler ile Bergson'dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları yer alır; bunlara göre felse­ fede ne özel bir hakikat çeşidi, ne de ona erişmeyi sağlayan belirli bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realist­ ler) denebilir; ancak aralarında bu sıfata tam olarak uymayan pek çok kişi vardır. Bu farklı ekoller arasındaki ayrım belir­ gin değildir ve kişiler bazı konularda birine, bazı konularda da diğerine mensup olabilirler. William James (1842-1910) hem gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabi­ lir. Dr. Whitehead'in son kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak,

az

çok Bergsoncu denilebilecek bir metafiziğin

savunmasını yapar. Birçok filozof, epeyce bir mantık göste­ risinden de kaçınmayarak, Einstein'ın doktrinlerinin Kant'ın zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel oluşturduğu görüşünü benimsemektedir. Görülü­ yor ki olgulardaki belirginlik, mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla beraber, mantıktaki belirginlik, düşün­ celerin sınıflandırılmasını olanaklı kılan bir çerçeve oluştur­ ması açısından yarar sağlar. Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca savunmada kalnuştır. Yeni ekolleri, profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu kitaplar temsil etmiştir. Bu kitaplar hakkındaki eleş­ tirilere göre değerlendirme yapan bir kimse, bu ekollerin di­ ğerlerinden etkin olduğunu düşünebilir. Ancak, Amerika'da olmasa bile, Almanya, Fransa ve İngiltere' de felsefe öğreten­ lerin çoğunluğu hala klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba dahil olan bir gencin iş bulması, dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik geleneğe karşı çıkanlar ise "Alman" olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin de payı olduğunu ve 58

Yirminci Yüzyılda Felsefe

Belçika'nın işgalinden de bir anlamda bu geleneğin sorum­ lu olduğunu göstermeye çalışblar.2 Ancak onu destekleyen­ ler öylesine ünlü ve saygılı kişilerdi ki bu saldırılar başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi, Emile Boutroux ve Bemard Bo­ sanquet, ölümlerine kadar uluslararası toplanhlarda sırasıyla Fransız ve İngiliz felsefelerinin resmi sözcülüğünü yapmış­ lardır. Dinci ve tutucu kesimler de Hıristiyanlığa aykın akım­ lara ve devrimlere karşı kendilerini savunmada daha çok bu ekolden yararlanmaktadırlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düşünce yokluğundan kaynaklanan zaaflara. İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyıl başlarından hemen önce gelinmiştir. Ben ciddi olarak felse­ fe çalışmaya 1893 yılında, Mr. Bradley'in Appearance and Rea­ lity [Görünüş ve Gerçek] kitabının çıkhğı yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin İngiltere' de de kabulü için sava­ şanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel inançları savu­ nanlardan çok başkaydı. Onun Logic [Manhk] ve Appearance and Reality kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi ben­ de de çok derin bir etki yapmışb. Onlarda ileri sürülen tezler­ le uzun süreden beri uyuşmadığım halde bu kitaplara büyük saygı duyarım. Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya hakkında bizle­ re sadece manhğın pek çok şey anlatabileceği inancına daya­ nır. Mr. Bradley de bu düşünceye kahlmaktadır. Görünürdeki dünyanın kendi kendisiyle çeliştiğini; bu nedenle de aldaba olduğunu; gerçek dünyanın ise, manhksal olma zorunluluğu yüzünden, şaşırbcı bazı özelliklere sahip olmasının doğal ol­ duğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz; birbiriyle iç içe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayn ayn benlikler içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne arasındaki ayrılık şeklinde bir bölünme içeremez. Bu nedenle 2

ômek olarak Santayana'run Egotism in Gemıan Philosophy [Alman Felse­ fesinde Kendini Beğenmişlik] kitabına bakınız.

59

Sorgulayan Denemeler

o, düşünceden ve istençten çok duyguya benzeyen bir şeyle bağlanhlı olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak'tan iba­ rettir. Şu dünyamız bütünüyle bir yanılsamadır ve de üstün­ de oluyor gibi görünen şeylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok edebilir. Ancak ahlak duygusal­ dır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten de Hegel yanlıları, temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini doğru kabul ederek davran­ mamız gerektiğini ısrarla vurgularlar; ancak şunu gözden ka­ çırıyorlar: Eğer bu felsefe doğru ise nasıl davrandığımızın da hiç önemi yoktur. Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda manhkçılar vardı; bunlar Hegel'in yanlışlarına dikkat çektiler; ilişkilerin ve çokluğun, zaman ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri sürdüler. ôte yanda da manhk ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve düzenliliği beğenme­ yenler vardı; onların başında da William James ve Bergson yer alıyordu. Bu iki ayn eleştirinin yandaşları, önemli olma­ yan bazı rastlanbsal durumlar dışında, mantıksal açıdan bir­ birlerine aykırı düşmüyorlardı; ancak mizaçları farklıydı ve başka başka bilgilerden esinleniyorlardı. Bunun yanı sıra ilgi alanlan da farklıydı; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise in­ sancıldı. Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik doğru değildi; insancıl açıdan bakanlara göre ise hoş değildi. Doğal olarak bu ikinciler daha yaygın bir başarıya ulaşhlar. İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin taht­ tan indirilmesinde en büyük etken Williarn James olmuş­ tur. Bunu Psychology [Psikoloji] adlı eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son yıllarında ve ölümünden sonra yayın­ lanan bir dizi küçük kitapta ortaya koyduğu düşüncelerle başarmıştır. 1884 yılında Mind dergisinde yayınlanan ve ölü­ münden sonra basılan Essays in Radical Empiricism [Kökten Deneycilik Üzerine Denemeler] kitabında yer alan bir maka­ lesinde (s. 276-278) kişisel eğilimini olağanüstü bir sevimli­ likle dile getirmektedir: 60

Yirminci Yüzyılda Felsefe

"Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre, çeşitli inançları­ mızın ardında yatan güdüleri birbirimize açıkça itiraf edebili­ riz. Ben kendiminkini içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdüle­ rimin mantıksal değil, estetik türden olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum; 'inceden inceye detaylı olan' evren, ya­ nılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki nefesimi kesiyor. Ola­ nakları olmayan gerekliliği, özneleri olmayan ilişkileri sanki bana hiçbir çekince hakkı bırakmayan bir anlaşma yapmışım veya daha doğrusu, sanki diğer konuklardan kaçarak sığı­ nabileceğim kişisel bir odası olmayan büyük bir sahil pansi­ yonunda yaşamak zorunda kalmışım hissini veriyor. Aynca günahUrlarla ferisiler3 arasındaki eski anlaşmazlığın da bu konuyla bir ilişkisi olduğunu açıkça görmekteyim. Bildiğim kadarıyla, Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar de­ ğildirler; ancak öyle sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe sonunda Hegeki oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere yanlışlıkla çağrılan iki papazla ilgili bir fıkra vardır: Önce birisi gelir ve duada 'Ben Yeniden-diri­ lişim; ben Yaşamım' sözcüklerinden öteye gidemeden ikin­ cisi içeri girer. O da 'Yeniden-diriliş benim, Yaşam benim,' diye bağırır. İnceden inceye felsefesi, gerçekte var olduğu ha­ liyle, çoğumuza bu papazı çağnşhnr. Korkunç derinlikleri, bilinmeyen akınblarıyla ağır ağır nefes alan engin, bilinçsiz kozmosu temsil etmek için onun fazla 'ketum' olduğu söy­ lenebilir." William James gibi, Hegelciliği bir sahil pansiyonuna benze­ ten başka bir kimse olmadığına bahse girilebilir sanırım. Bu makale 1884 yılında hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan bir saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaçları ile kanıları arasında bir bağlanb olabilece­ ğini kabullenmeyi hala öğrenmemişlerdi. 1912' de (kitabın 2. baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş bulunuyordu.

3

Yazılı yasalara ve örf hukukuna titizlikle uymayı öngören eski bir Muse­ vi tarikab mensubu. (Çev. n.)

61

Sorgulayan Denemeler

William James' in öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenler­ den biridir. Yazılan dışında onu sadece yüzeysel olarak tanı­ dım; ancak, onun doğasında, görüşlerini oluşturmakta katkısı olan üç öğenin ayırt edilebilir olduğu kanısındayım. Bunlar­ dan, zaman açısından son sırada, felsefi katkı açısından ise en önde geleni, gördüğü fizyoloji ve hp eğitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini Platon'dan, Aristoteles'ten, ve Hegel'den alan tümüyle yazınsal filozoflara kıyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir eğilim vermiştir. Özgür iradeyi irdelediği bö­ lüm gibi önemli birkaç bölüm dışında Psychology kitabında bu öğe egemendir. Felsefi yapısındaki ikinci etken, ona ba­ basından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar eğilimdir. Bu eğilim onun Will to Believe [İnanma Arzusu] ki­ tabını yazmasına ve psişik araşhrmalara yönelik ilgisine yol açınışhr. Üçüncü etken, yine kardeşiyle paylaşbğı aşırı titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bü­ tün içtenliğiyle giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alınbda hiçbir kişisel odası olmayan pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı), titiz yapısını açıkça ortaya koyu­ yor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi değil bir günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi olma­ dığı kesindi; ancak en az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki tutumu her zamanki alçakgönüllülüğüne pek de uymamaktadır. En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarını bir­ biriyle bağdaşmaz sayılan bazı özelliklerin karışımına borç­ ludurlar; bu, çağdaşlarının çoğunun fark ettiğinden daha önemli bir kişi olan James için de geçerlidir. Kendisi faydaalı­ ğı, dinsel umutlan bilimsel varsayımlar olarak ifade etmenin yöntemi olarak savundu ve madde ile ruh arasındaki karşıtlı­ ğı, bunlardan birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı olarak "bilinç" diye bir şeyin olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü benimsedi. Felsefesinin bu iki bölümünde fark62

Yirminci Yüzyılda Felsefe

lı yandaşları oldu. Birincisini Schiller ve Bergson, ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında yalnızca Dewey (1859-1952) her iki bölümde de ona katılıyordu. Farklı tarih­ çeleri ve farklı bağlantı.lan olduğu için bu iki bölümün ayn olarak ele alınmaları gerekir. James'in yapıtlarından Will to Believe 1897, Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller'in Humanism, Dewey'in Studies in Lo­ gical Theory [Mantık Teorisi Üzerinde İncelemeler] kitapları ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında felsefe dün­ yası faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonralan aynı be­ ğenilere hitap eden Bergson onun tahtına geçti. Faydaalığın üç kurucusu kendi aralarında büyük farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey'i bu felsefenin, sırasıyla dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak tanımlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar çok yönlü idiyse de faydacılıkta, onun dindar yönü kendine bir çıkış yolu bulmuştur. Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı bir bütün olarak ele alalım. Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur. Geleneksel felse­ fe, dinin temel savlarını kanıtladığı iddiasındaydı. Bu felse­ fenin karşıtları ise bu kanıtlamanın geçersiz olduğunu kanıt­ layabileceklerini veya, en azından Spencer (1820-1903) gibi, bunların kanıtlanamaz olduğunu kanıtlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de kanıtlanamaz gibi görünüyordu. Spencer gibi kişilerin çok sağlam saydıkları birçok sav; nedensellik, hukukun üstünlü­ ğü, belleğin genel güvenilirliği, tümevarımın geçerliliği gibi doktrinler bu durumdaydı. Bütün bunlar rasyonel bir bakış açısından bilinemezcilik (agnostisizm) kapsamına girmeli, hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü, görebildiğimiz ka­ darıyla bunlar doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir şeyler değildirler. James, pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdü­ receksek, bu konularda kuşku içinde kalmamızın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin, geçmişte bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini varsay63

Sorgulayan Denemeler

mamız gerekir. Bazen de yanılırız ve de ölürüz. Bir inanan doğruluğu onun "olgularla" uyum içinde olup olmasıyla sı­ nanamaz; çünkü bu olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sına­ ma onun yaşamımızı iyileştirmede ve arzulanmızı gerçekleş­ tirmedeki başarısını ölçmek.le yapılır. Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience [Dinsel Deneyimin Çeşitleri] kitabında dinsel inançların çoğunluk.la bu sınamayı başarıy­ la geçtiğini; bu nedenle de "doğru" olarak nitelendirilmeleri gerektiğini göstermeye çalışb. Ona göre, en genel kabule ka­ vuşmuş olan bilimsel teorilere de ancak bu anlamda "doğru" denebilir: Uygulamada geçerli sonuçlar verirler; haklarında bildiğimiz tek şey de budur. Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına uygulan­ ması konusunda söylenecek çok şey vardır. "Geçerli" olma­ nın anlamı dikkatle tanımlanır ve söz konusu durumların hakikati gerçekten bilmediğimiz durumlar olduğu koşulu eklenirse, o zaman alandaki öğretiyle tartışmaya gerek yok­ tur. Ancak, şimdi asıl hakikati saptamanın zor olmadığı daha basit örnekleri ele alalım. Bir şimşek çakbğını gördünüz. Gök gürültüsünü duymayı bekleyebilirsiniz; veya ışığın, gürültü­ sü duyulamayacak kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz; ya da bu konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu so­ nuncu olasılık olmakla beraber ilk ikisinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök gürültüsünü işittiğinizde düşüncenizin doğ­ ruluğu ya da yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Bu da size sağla­ nan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle değil, bir "olgu" nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçekleşir. Faydacılar dikkatlerini, daha çok, hakkında de­ neyim sahibi olduğumuz olgularla doğrulanamayan inançlar üzerinde toplarlar. Günlük uğraşılar hakkındaki inançlarımı­ zın çoğu, örneğin filanca kişinin adresinin filanca olduğunun doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya çıkarılabilir ve bu gibi durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur. Yukarıdaki gök gürültüsü örneğinde olduğu gibi, bir64

Yirminci Yüzyılda Felsefe

çok durumda bu ölçütün uygulanma olanağı yoktur; çünkü doğru olan inanan yanlış olana göre pratik bir avantajı bulun­ madığı gibi, ikisi de başka bir şey düşünmek kadar yarar sağ­ lamaz. Günlük yaşamda karşılaştıklarımıza değil de ''büyük" örneklere sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur. Faydaalık, nihai felsefi gerçeği içermese de bazı önemli meziyetlere sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz hakika­ tin yalruzca insani hakikat olduğunu; bu hakikatin de, insa­ ni olan her şeyde olduğu gibi yanılmaya açık ve değişebilir olduğunu görmesidir, insana özgü olanlarının dışında kalan olaylar hakikat değil, olgulardır (belirli türlerden). Hakikat inançlara özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylar­ dır. Bundan başka, inançların olgularla olan bağlantılarında manbğın varsaydığı sistematik basitlik yoktur. Buna da işaret ebniş olması faydaalığın ikinci meziyetidir, inançlar belirsiz ve karmaşıkbr; kesin tek bir olguyla değil, birçok ve belir­ siz türden olguyla ilintilidir. Bu nedenle, manbğın sistema­ tik önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veya yanlış gibi iki mutlak karşıt değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir zaman siyah ya da beyaz değildirler; grinin değişik tonlanru taşırlar. "Hakikat'ten büyük bir saygıyla söz eden­ ler olgudan söz etseler ve önünde eğildikleri saygın özellikle­ rin insan inançlarında bulunmadığını görseler daha yerinde olur. Bunun teorik olduğu kadar pratik yararlan da vardır. Çünkü insanlar "hakikati" sadece kendilerinin bildiklerini sandıklan için birbirlerine zulmederler. Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz ettikleri herhangi bir "büyük ideal" in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek için bulduklan bir bahane olduğu söylenebilir. Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık bir yönü ortaya çıkıyor. Bu felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağ­ layan inançtır. Ceza yasalarıyla oynayarak bir inanç kazanç­ lı hale getirilebilir. On yedinci yüzyılda Protestan ülkelerde Protestanlık, Katolik ülkelerde de Katoliklik avantajlı ko65

Sorgulayan Denemeler

numdaydı. Aktif insanlar hükürneti ele geçirip kendilerinden farklı düşünenleri cezalandırarak "hakikat" üretebilirler. Bu sonuçlar faydacılığın içine düştüğü abarbdan kaynaklan­ maktadır. Hakikat faydacıların işaret ettiği gibi, bir derece sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların bir niteliği ise, bu, bir inançta var olan doğruluğun derecesinin salt beşeri koşullara bağımlı olması anlamına gelmez. İnançlarımızdaki doğruluk derecesini arhnrken bir ideale yaklaşmaktayız. Bu ideali de olguyla, yani ancak çok sınırlı ölçüde kontrolümüz alhnda olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakın bir yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili olguyla belirlenir. Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir so­ yutlamasıdır. Reklamcı, hapların gerçek değerinin, kutu başı­ na bir guinea olduğunu tekrar tekrar söyleyerek insanları altı peni ödemeye ikna eder [1 guinea= 42 tane altı peni]; böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma göre, doğruya yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü "hakikat" örnekleri ilginçtir; ancak kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsamlarını genişletmekle insanlar kendilerini çılgın bir propagandaya kaptım, bu çılgınlık da sonunda savaş, salgın\ hastalık. kıtlık şekillerinde kendini gösteren acı gerçeklerle birdenbire son bulur. Avrupa'nın yakın tarihi bu tür bir fay­ dacılığın yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir. Bergson'un faydacı görüş yanlısı olarak alkışlanması tu­ haftır; çünkü yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların tezi­ nin tam tersidir. Faydacıların öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık olduğu halde Bergson bunun tam tersini öğretir. Pratik gereksinmelerle şekillenmiş olan aklımız, dünyanın çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve hakikatin algılanmasını engeller. "Sezgi" denilen bir yeteneğimiz oldu­ ğunu; istersek onu kullanabileceğimizi ve onun, en azından teorik olarak, gelecek için olmasa da, geçmiş ve şimdiki za­ man hakkında her şeyi bilmemizi sağlayabileceğini öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek elverişli olmayacağı için, işlevi 66

Yirminci Yüzyılda Felsefe

unutmak olan bir beyin geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi habrlayacaktık; onun bir süzgeç gibi çalışması sayesinde ge­ nellikle yalnızca yararlı olan şeyleri ve yanlışları habrlıyoruz. Bergson' a göre fayda hataların kaynağıdır ve hakikate ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı mistik düşünceyle erişile­ bilir. Ancak yine de, faydaalar gibi, eylemi akıl yürütmeye, Othello'yu Hamlet'e tercih eder. Sezgi ile Desdemona'yı öl­ dürmenin, akıllıca davranarak kralın yaşamasına izin ver­ mekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydaaların ona bir yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur. Bergsonun Donnes Immediates de la Conscience [Bilincin Do­ laysız Verileri] kitabı 1898'de, Matiere et Memoire [Madde ve Bellek] kitabı da 1896' da yayınlandı. Ancak onun büyük ünü 1907'de yayınlanan L'Evolution Creatrice [Yaraba Evrim] ile başladı; bu kitap diğerlerinden daha iyi olduğu için değil, daha az tarhşma ve daha çok retorik içerdiği, böylece de daha ikna edici olduğu için. Bu kitap baştan sona hiçbir tarbşma, dolayısıyla da tatsız tarhşma içermez; sadece, düş gücünü ok­ şayan şiirsel resimler çizer, içinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna götüren hiçbir şey yok­ tur. Önemsiz sayılamayacak bu soruyu Bergson başkalarına bırakmışbr. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklıdır da; çünkü hakikat, akılla değil sezgiyle elde edilir; bu nedenle de bir tarbşma konusu değildir. Bergson'un felsefesinin büyük bölümü geleneksel misti­ sizmin biraz yeni bir dille ifadesinden ibarettir. Farklı şeylerin gerçekte farklı olmadığı, ancak analitik akıl tarafından öyle algılandığı yolundaki doktrin Parmenides'ten (MS. 5. yüzyıl) Mr. Bradley'e (1846-1924) kadar bütün Doğu ve Bab mistik­ lerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik havası getirmiştir, ilk olarak, "sezgiyle" ile hayvanların içgüdüleri arasında bir bağlanb kurar. Bir Ammophila arısının, içine yu­ murtalarını bırakbğı larvayı etkisiz hale getirecek, ama öldür­ meyecek bir şekilde sokabilmesini sağlayan şeyin sezgi oldu,

67

Sorgulayan Denemeler

ğunu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı annın şaşkın bir bilimciden daha ku­ sursuz davranmadığını göstermişlerdir). Bu yaklaşım onun savlarına modem bilim havası vermekte ve verdiği örneklerle dikkatsiz kişilerde, görüşlerinin en son biyolojik araşbrmalara dayandığı sanısının uyanmasını sağlamaktadır. İkinci olarak, nesnelerin analitik zekAya göründükleri durumlarındaki ay­ rılığa "uzay" adım, onların sezgiye görünümlerinin yorum­ lanmasına da "zaman" ya da "süre" adını vermektedir. Bu da onun "zaman" ve "uzay" hakkında kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu sözcüklerin normal anlamlarınca çağnşbnlan birçok şey söylemesine olanak vermektedir. "Uzay" da olan şey olarak tanımlanan "madde" kuşkusuz aklın yarattığı bir kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi sezginin bakış açısına uyarlayınca hemen görülür. Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı dışında, Plotinos' a (MS 205-270) hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin keşfedilmesi gerçekten büyük bir yeteneğin so­ nucuysa da bu yetenek bir filozofunkinden çok bir ortaklık yöneticisinin yeteneğidir. Ancak ona yaygın bir popülerlik kazandıran, felsefesinin bu bölümü değildir. Bu popülerli: ği elan vital [yaşam ahlımı] ve gerçekleşme savlarına borç� ludur. Onun getirdiği önemli ve ilginç yenilik, zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inananı mistisizm ile birleştir­ mesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz zaman harcamaya değer. Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır; zamanın gerçek dışı olduğuna inanır ve temelde bir tembel insan fel­ sefesidir. Mistik aydınlanmanın başlangıcı "ruhun karanlık gecesi" dir; bu da insanın günlük eylemlerinde umutsuzca engellendiği veya bazı nedenlerle onlara olan ilgisini yitirdiği zamanlar ortaya çıkar. Eylem böylece söz konusu olmaktan çıkınca, o da kendini derin düşünceye verir. Koşullar elver­ diğinde kendimize olan saygımızı korumamızı sağlayacak 68

Yirminci Yüzyılda Felsefe

inançlara sarılmak, öz-benliğimizin bir yasasıdır. Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıa örnekleriyle doludur. Böylece, derin düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın ger­ çek amaa olduğunu; gerçek dünyanın günlük işlerle uğra­ şan kişilerden gizlendiğini keşfeder. Geleneksel mistisizmin diğer savlan da bu temelden çıkarılabilir. Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao Tze'nin (MÔ 604-531), kitabım bir güm­

rük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yaz­ dığı rivayet edilir.4 Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin yararsız olduğu savı ile doludur. Bergson ise mistisizmi eyleme, "yaşam' a, gelişmenin ger­ çekliğine inanan ve bu dünyada bulunmaktan düş kınklığına uğramamış kişilere uyarlamayı amaçladı. Mistik, genel ola­ rak, mizaç bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe zorlan­ mış olan kişidir; dirimci de mizaç yönünden hareketsiz, an­ cak eyleme romantik bir hayranlık duyan kişidir. 1914 önce­ sinde dünya böyle insanlarla, "Kırık Kalpler Evi" insanlany­ la doluydu. Bu insanların mizaçlarının temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk vardır. Bu da heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar. Sonunda bu inana bul­ dular; o da görevlerinin insanlan birbirine kırdırmak olduğu inananda saklıydı. Ancak 1907' de bu çıkış yolu daha bulun­ mamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi doldurdu. Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol açabilecek bir dil­ le ifade etmiştir; çünkü kurgusal olarak tanımladığı şeyler­ den, arada bir, onların gerçek olduklarım düşündürecek şe­ kilde söz eder. Eğer bu yanlış anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı sanırım şöyledir: Zaman ayrı ayn anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte sürekli bir oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek olanaksızdır; çün­ kü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez. Ağaan büyümesinde oluşan iç içe halkalar gibi gerçekten 4

Bu rivayete inanmayanların öne sürdükleri neden, kitabın yeterince uzun

olmamasıdır.

69

Sorgulayan Denemeler

vuku bulan her şey kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir). Yani dünya hiç durmadan daha dolu ve daha zengin olacak şekilde gelişir. Vuku bulan her şey sezginin katıksız belle­ ğinde saklanır; beyindeki bellek ise, tersine, aldahcıdır. Sezgi belleğindeki bu saklama "kalıcılık" br; yeni yaratma güdüsü de elan vital'dir. Sezginin katıksız belleğindekileri tekrar su üstüne çıkarmak bir kendini eğitme konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlablmıyor; herhalde Yogilerin yaphğına benzer bir şekilde olsa gerek. Eğer Bergson'un felsefesine manhk gibi yeterince "ulu" olmayan bir şey uygulamaya kalkışılırsa, bu değişim felsefesi bazı sıkınhlarla karşılaşır. Bergson, zamanı birbirinden ba­ ğımsız parçalardan oluşan bir seri olarak gören matematikçi­ leri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak, eğer dünyada onun öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eğer yoksa onun felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dün­ yaya gerçekten gelen her şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki bir zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamın bir parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki nedeniyle, dünyanın fark­ lı zamanlardaki toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da matematikçilerin aradığı ve Bergson'un reddettiği serinin bü­ tün özelliklerine sahiptir. Dünyanın daha sonraki durumla­ rında devreye giren unsurlar eski unsurların dışında değilse gerçek bir yenilik yoktur; yarabcı gelişim bir şey yaratmarnış­ hr; biz de Plotinos sistemine geri dönmüş oluruz. Bergson'un bu ikilem karşısında vardığı yanıt şudur: Olan şey, her şeyin değiştiği ve yine de aynı kaldığı bir "gelişim"dir. Bu kavram sıradan insanların anlamayı umut edemeyecekleri ölçüde de­ rin bir gizemdir. Temelinde manhk değil, mistik inanca çağ­ rı

yatar; ancak biz inancın manhktan üstün olduğu alanlara,

onun peşi sıra gidemeyiz. Bu arada, birçok yerde "gerçekçilik" adı verilen bir felsefe gelişti. Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak analizci, 70

Yirminci Yüzyılda Felsefe

metafizik olarak da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam olarak gerçekçi değildir; çünkü bazı yönleri Berkeley (1685-1735) idealizmi ile uyum içindedir. Kant ve Hegel idea­ lizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin temel aldığı man­ hğı reddeder. Bu felsefe James'in görüşünü gittikçe daha çok benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir: Dünyanın temel içeriği ne maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı daha basit ve daha temel bir şeydir. Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar dışında, Alman ide­ alizmine karşı durmakta kararlı olan yegane sima James'di. Schiller ve Dewey kendilerini duyurmaya daha başlamamış­ lardı; James bile felsefede pek de ciddiye alınması gerekme­ yen bir psikolog olarak görülüyordu. Ancak 1900 yılı ile bir­ likte Alman idealizmine karşı bir ayaklanma başladı. Bu karşı gelme faydaa bakış açısından değil, ciddi teknik nedenlerden kaynaklanıyordu. Almanya' da Frege'nin övgüye değer çalış­ malarının (bu çalışmalar 1879' da başlamış, ancak son yıllara kadar hiç okunmamışlardı) yanı sıra, Husserl'in 1900'da ya­ yınlanan anıtsal eseri Logische Untersuchungen [Manbk incele­ meleri] kitabı kısa sürede büyük etkiler doğurmaya başladı. Meinong'un Über Annahmen [Varsayımlar Hakkında, 1902] ve Gegenstandstheorie und Psychologie [Nesne Kuramı ve Psi­ koloji, 1904] aynı yönde etkili oldular. G. E. Moore ve ben, benzer görüşleri savunmaya başladık. Onun Nature of Jud­ gement [Yargının Yapısı] makalesi 1899'da, Principia Ethica [Etiğin ilkeleri] 1903'te yayımlandı. Benim yazdığım Philo­ sophy of Leibniz [Leibniz Felsefesi] 1900'de, Principles of Mat­ hematics [Matematiğin ilkeleri] 1903'te basıldı. Fransa'da da aynı tür felsefe Couturat tarafından güçlü bir şekilde temsil edildi. Amerika' da William James'in kökten deneyciliği (am­ pirizmi) faydaalığı içermeden yeni manhkla karışarak Yeni Gerçekçiler'in felsefesini doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa' daki çalışmalardan biraz daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıkh. Yalnızca Mach'ın Analyse 71

Sorgulayan Denemeler

der Empfindungen [Sanıların Analizi], bu felsefenin öğretileri­ nin bir kısmını daha önceden haber vermişti. Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini almamış, bazı bakımlardan hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, sa­ vunucuları arasında bir hayli görüş aynlıkları vardır. Bazı bö­ lümlerinin anlaşılması oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpıa bazı özelliklerini belirtmekten öte yapılabilecek bir şey yoktur. Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir felsefi yöntem geliş­ tirme; ya da öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi ge­ tirme gibi iddialan terk etmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak görmez; sadece, problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz bulunmadığı alanlarda varsa­ yımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır. Bütün bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp kanıtlana­ bilen bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genel­ likle yapbğı gibi, bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veya her şeyi içeren bir sistem kurmayı amaçlamaz. Kendi manbğına dayanarak, dünyanın bölük pörçük, karman çor­ man görünen doğasını reddetmek için bir neden olmadığına inanır. Dünyayı "organik" olarak ele almaz; şu anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak nesli tükenmiş bir hayvanın iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi, yeterince anlaşılmış bir "parça"yı ele alarak ondan "bütün"ün anlaşılabileceğini dü­ şünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yapbğı gibi, bil­ ginin yapısından, bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkar­ maya çalışmaz. Bilgiye, mistik bir anlamı ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doğa olgusu gözüyle bakar. Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa dayanıyordu: Bilgi teorisi, manbk ve matematik ilkeleri. Kant'tan bu yana bilgi bizim onu bilmemizle bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazı özelliklere sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak algılanmışbr. Ayrıca, bilinmeyen bir şe­ yin var olabilmesinin manhksal bakımdan olanaksız olduğu 72

Yirminci Yüzyılda Felsefe

kabul edilmiştir (Kant buna katılmamıştır). Bu nedenle, bilin­ dikleri için sahip olunan nitelikler her şeyde bulunması zo­ runlu olan özelliklerdir. Bu yolla, yalnızca bilginin koşullarını inceleyerek gerçek dünya hakkında çok şey öğrenebileceği­ miz ileri sürülmüştü. Yeni felsefe, tam tersine, kural olarak, bilginin bilinen şeyi hiç etkilemediğini ve hiç kimsenin bilme­ diği şeylerin var olmaması için en ufak bir neden olmadığını kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapının sihirli anahtarı olmaktan çıkmışhr ve bizler de bilimin zahmetli ve ağır ilerleyen araştırmalarına geri dönmüşüzdür. Bunun gibi, manhkta da organik görüşün yerini atomizm almıştır. Daha önce, her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan ilişkisinden etkilendiği; böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren hakkındaki tam bilgiye bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık, bir şeyin öz ka­ rakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal ola­ rak bulma olanağını bize sağlamadığı görüşündedir. Bir ör­ nek bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında, Avrupa' daki bir adamın kansının Hindistan'da ölmesi durumunda, kansının öldüğü anda adamda özlü bir değişim olacağını öne sürer (bu konuda modem idealistlerle aynı düşüncededir). Sağduyu da, kansını kaybettiğini öğre­ ninceye kadar adamda özlü bir değişim olmayacağını söyler. Yeni felsefe bu görüşü benimsemiştir; bunun da sonuçlan ilk göründüğünden çok daha ötelere uzanır. Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok he­ veslidirler. Elealı Zenon'dan (MÔ 5. yüzyıl) bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel doğ­ ruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabilecekle­ rini göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır. 73

Sorgulayan Denemeler

Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha fazlasını. On dokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kantin deney-aşın (trans­ cendental) duyular öğretisi hakkındaki matematiksel savlan Lobatchevski'nin (1793-1856) Eukleidesçi-olmayan geometri­ yi icat etmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürekliliğin sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi ge­ liştirerek filozofların pek de işlerine gelen bütün eski para­ doksları ortadan kaldırdı. Frege, aritmetiğin manbğın bir so­ nucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu du­ ruma, söz konusu yazarların yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçlan özümsedi; böy­ lece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir tarbşma zaferi kazandı. Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel manbkbr. Matematiksel mantlk, belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açbğını, nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlanblar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbk zaman ol­ madığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem sayesinde matema­ tik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Fizik­ teki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead'in (1861-1947) son üç çalışmasında ortaya konulmuştur.5 Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alına­ mayacak kadar teknik bir konudur. 5

74

The Principles of Natura/ Knowledge (Doğa Bilgisinin llkeleri) 1919; The Concept of Nature (Doğa Kavramı), 1920; The Principle of Relativity (Göre­ lilik İlkesi) 1922.

Yirminci Yüzyılda Felsefe

Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin manbksal analizinden esinlenmiştir. Bu yöntem önceleri gra­ mer kurallarına büyük önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong şunu ileri sürüyordu: "Yuvarlak kare yoktur," di­ yebildiğimize göre, yuvarlak kare diye bir şey var olmalıdır; her ne kadar o, var olmayan bir şey olsa da. Bu sahrların ya­ zan başlarda bu tür usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak 1905'te "betimleme" kuramı sayesinde bundan nasıl kaçına­ cağını keşfetti. Bu kurama göre, "yuvarlak kare yoktur," de­ diğimizde yuvarlak kareden söz edilmediği anlaşılıyor. Yu­ varlak kare gibi saçma konularla zaman harcamak anlamsız bulunabilir; ne var ki, bu gibi konular çoğu kez mantık teo­ rilerini sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok mantık teorisi saçma sonuçlara yol açmakla suçlanır. Öyleyse, man­ tıkçı da bu anlamsız sonuçlan görmeli ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır. Çoğu laboratuvar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kişilere önemsiz görünür; saçmalıklar da mantıkçı­ nın deneyleridir. Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantıksal ana­ lizleriyle uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü izler taşıyor, soyutların da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul ediyordu. Kendi mantık sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de yavaş yavaş bu görüşten kurtuldu. Ge­ riye de sağduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadı. Yeni felsefenin ilk dönemlerinden en çok etkilenen bilim matematik olduysa da günümüzde en büyük etkisi fizik üze­ rinedir. Bu durum, en başta uzay, zaman, madde kavramla­ rını değiştiren Einstein'ın çalışmaları ile ortaya çıkmıştır. Gö­ relilik teorisini açıklamanın yeri burası olmamakla beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır. Görelilik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan iki öğe şunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini aldığı, her şeyi kucaklayan tek bir zaman yok­ tur. (2) Fiziksel olguların tarafımızdan gözlenmesi sürecinde 75

Sorgulayan Denemeler

geleneksel, ya da öznel (sübjektiO öğeler, her ne kadar önce­ leri sanıldığından daha fazla olsalar da, Tensor hesabı denilen matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Aşırı teknik olması nedeniyle bu son konuya girmeyeceğim. Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyon­ larla değil, deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir formülle ifade edilen bir teoriyi ele aldığımız unutulma­ malıdır. Montesquieu'nün teorileriyle Amerikan Anayasa­ sı arasındaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasındaki fark da o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu par­ çacığa etki yapan olayların belirli bir zaman sıralaması oldu­ ğu halde, farklı yerlerdeki madde parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya sahip değildirler. Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan güneşe gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa, gönderildikten 16 dakika kadar sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçekleşen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasın­ dan ne daha önce, ne de daha sonra yer almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde hareket eden, bu 16 dakika için­ de dünyadaki olaylan ve sinyalin güneşe varmasını izleyen gözlemciler olduğunu; bütün bu gözlemcilerin ışığın hızını dikkate aldıklarını ve zamanı tam olarak doğru gösteren kro­ nometreleri olduğunu varsayalım. O zaman, bazı gözlemci­ ler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir olayın ışık sinyalinin güneşe varmasından önce, bazıları aynı anda, bazıları da daha sonra gerçekleştiği sonucuna varacaklardır. Hepsi de aynı ölçüde haklı ya da aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin tarafsız bakış açısından bakıldığında, bu 16 dakika içinde dünyada geçen olaylar ışık sinyalinin güneşe varma­ sından ne daha önce, ne daha sonra, ne de eş zamanlıdır. Bir cisimdeki bir A olayında ve başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A' dan B'ye doğru ilk olay olduğu anda A'nın saatine göre yola çıkıp daha sonraki olay olduğu anda B'nin saatine 76

Yirminci Yüzyılda Felsefe

göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının başka bir cisimdeki B olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayın zaman sıralaması gözlemciye göre değişecek ve bu ne­ denle de fiziksel bir gerçeği temsil etmeyecektir. Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşanbmızda yaygın ol­ saydı, fiziksel dünya bilimsel yöntemlerle baş edilemeyecek ölçüde karmaşık olurdu; biz de hala büyücü-hekimlerle ye­ tinmek durumunda kalırdık. Ama eğer fizik daha önce keşfe­ dilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği olmak zorunda olurdu; çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı olmadığı açıkça görülürdü. Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hare­ ket eden parçaaklar salarlar. Yeni görelilik fiziği olmadan bu parçaaklann davranışları açıklanamazdı. Eski fiziğin kusur­ lu olduğu konusunda kuşku yoktur; bunun "yalnızca küçük bir kusur" olduğunu söylemek de felsefi yönden bir mazeret değildir. Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli sınırlar içinde, belirli bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendi­ mizi alıştırmalıyız. "Uzay" ve "zaman" denilen iki ayn kav­ ram yerine bir "uzay-zaman" kavramının ortaya atılmasına yol açan da işte bu gerçektir. Evrensel olarak düşündüğümüz zaman, gerçekte "yerel zaman" dır; dünyanın hareketine ba­ ğımlı olan bir zaman için "evrenseldir" demek, Atlantiği ge­ çerken saatlerini değiştirmeyen bir geminin evrensellik iddi­ asından farksızdır. Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı rolü düşündüğümüzde, fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak gerçekten algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği ortadadır, "ilerleme" kav­ ramını ele alalım: Zaman sıralaması rastgele olursa, zaman öl­ çümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veya gerileme olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir: Dakik ölçümler için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci, eğer göreceli olarak hızlı hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık için farklı değerler bulacaklardır. 77

Sorgulayan Denemeler

Uzaklık kavramının kendisinin çok belirsizleştiği açıkça gö­ rülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki noktalar -bu noktalar hayalidir- arasında değil, somut şeyler arasında olmalıdır; belirli bir zamandaki uzaklık olmalıdır; çürıkü herhangi iki cismin arasındaki uzaklık sürekli değişir. "Belirli bir zaman" öznel bir kavramdır; gözlemcinin nasıl hareket ettiğine bağ­ lıdır. Belirli bir zamandaki bir cisimden arhk söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz. İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden bağımsız olan "aralık" denilen belirli bir iliş­ ki vardır. Farklı gözlemcilerce yapılan analizlerle bu aralığın uzay ve zaman bileşenleri hesaplandığında sonuçlar farklı olacakhr; ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerliliği yok­ tur. Aralık, nesnel bir fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bileşenlerine aynşbnlması nesnel değildir. Bizim eski, alışılnuş "kab madde" kavramının da varlığı­ nı arhk sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli yasalara bağımlı olan bir olaylar dizisinden başka bir şey de­ ğildir. Madde kavranu, filozofların töz (substance) kavranu­ nın geçerliliği konusunda hiçbir kuşkulan olmadığı bir dö­ nemde ortaya çıknuşhr. Madde, uzay ve zamanda var olan töz, akıl ise sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonra­ lan, töz kavramı metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü. Çürıkü bir zararı yoktu; görelilik ortaya çıkıncaya kadar. Töz, geleneksel olarak, iki öğeden oluşan bir kavramdır. Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak değil, yalnız özne olarak yer alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir, ikincisi de zaman içinde kalıcı olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında olmasıydı. Bu iki özellik arasında bir bağınb gerekli değildir. Ancak bunun farkına vanlmanuşh; çürıkü fizik, madde parçalarının ölümsüz olduğunu, teoloji ise ruhun ölümsüz olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün her iki özelliğini taşıdığı düşünülüyordu. Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü olaylara, mantıksal anlamda töz olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak 78

Yirminci Yüzyılda Felsefe

bakmaya zorluyor. Tek bir kaha varlık sandığımız bir madde parçası, b.pkı sinemada kalıcı görünen nesneler gibi, gerçek­ te bir dizi varlıktır. Akıl için de aynı şeyi söylememek için bir neden yoktur; kaha benlik, kaha atom kadar düş ürünü gibidir. Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar dizisinden ibarettir. Modem fizik bizlere Mach ve James'in, zihinsel ve fizik­ sel dünyaların "içeriğinin" birbirinin aynı olduğu yolundaki önerilerini şekillendirme olanağı veriyor. "Kah madde"nin düşüncelerden ve kaha egodan çok farklı olduğu açıkhr. An­ cak eğer madde ve ego uygun olaylar dizileri iseler, onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha kolay­ dır. Bundan başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği olarak görünen öznellik, ya da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe de yayılmış ve akıl içermediği ortaya çıkmışhr; farklı konumlardaki fotoğraf makineleri "aynı" olayı görüntüler; ancak çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modem fizikte kronometreler ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan gösterdikleri şey, fiziksel bir durum değil, fiziksel durumla olan ilişkileridir. Böylece fizik ve psikoloji birbirlerine yakın­ laşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik (düalizm) ortadan kalkmışhr. Modem fiziğin eski veya popüler anlamdaki "kuvvet" diye bir şey tanımadığına da dikkat çekmek yerinde olur. Eskiden güneşin dünya üzerinde bir "kuvvet" uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle düşünüyoruz: Uzay-zaman gü­ neşin yakınlarında öyle şekillenmiştir ki dünya böyle hareket ehneyi diğer bütün yollara göre daha az zahmetli bulmakta­ dır. Modem fiziğin büyük ilkesi "en az eylem ilkesi" [prin­ ciple of least action] yani bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir (Eylem teknik bir te­ rimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor). Gazeteler ve güçlü görünmek isteyen bazı yazarlar "dinamik" sözcüğü­ nü kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde "dinamik" 79

Sorgulayan Denemeler

olan hiçbir şey yoktur; tersine bu bilim her şeyin bir evrensel tembellik yasasından çıkanlabileceğini dile getirir. Aynca, bir cismin hareketini "idare eden" başka bir cisim diye bir şey de yoktur. Modem bilimin evreni "büyük yasalar" ve "doğal kuvvetler" den söz edenlerin değil, daha çok Lao Tze nin ev­ renine benzer. Modem çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazı bakım­ lardan eski felsefelerden daha az şey sunuyor. Ortaçağ'da fel­ sefe teolojinin bir yardımasıydı; günümüzde bile kitap kata­ loglarında aynı başlık altında yer alırlar. Dinin büyük doğru­ larını kanıtlamanın genellikle felsefenin görevi olduğu düşü­ nülmüştür. Yeni gerçekçilik onlan kanıtlayabileceğini, hatta yanlış olduklanru kanıtlayabileceğini söylemez. Onun ama­ a sadece, bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli bilimlerin bir sentezini yaparak dünyanın, bilimin in­ celemeyi başardığı bölümünün, geniş kapsamlı bir görünü­ münü elde etmekten ibarettir. Daha ötelerde ne olduğunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek bir b.lsımı yoktur. An­ layanlara entelektüel coşkular sunar; ancak çoğu felsefenin yaphğı gibi insanların büyüklük duygulannı okşamaya kal­ kışmaz. Eğer biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve mistiklerin arzu ettikleri gibi değil de, matematiksel çalışma­ yı seçen evrene atar. Bu belki üzülecek bir şey; ancak bir ma­ tematikçinin bu üzüntüye kab.lmasıru beklemek de haksızlık olur.

BO

6 Makineler ve Duygular Makineler mi duygulan, yoksa duygular mı makineleri yok edecek? Bu soru uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon'da1 ortaya ablmış ve makine imparatorluğunun bü­ yümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almışhr. İlk bakışta, makineler ile duygular arasında neden bir kar­ şıtlık olması gerektiği sorusunun yanıb açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayılır; büyüyüp güçlendik­ çe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin bir sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaşbklannda, Bahnın mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri olabildi­ ğince çabuk taklit etmeye can atarlar. Eğitim görmüş ve dün­ yayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey "Doğunun bilgeliğinden ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden söz edilme­ si kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle oynaması istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder. Ve her erkek çocuk gibi, oyuncak otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç düşünmeden. Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve estetikçiyi say­ mazsak, Bah' da da aynı coşku vardı. On dokuzuncu yüzyıl kendini daha çok mekanik ilerleme nedeniyle öncekilerden 1

Erewhon (Dr. Samuel Butler'ın Yaşamı ve Mektuplan): İngiliz romancı, öğretmen ve rahip Samuel Butler'ın yaşamını anlatan, aynı adlı torunu tarafından yazılmış kitap. (Çev. n.)

81

Sorgulayan Denemeler

daha üstün sayardı. Peacock2 gençliğinde "buhar beyinli toplum" ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın adamıdır ve ona göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde yaygın olan eğilimlerden uzak olduğu­ nun da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile Rousseau'nun mü­ ritleri, Ortaçağlılıkları ile Göl Şairleri,3 Hiçbir Yerden Haberler" (zamanın hep Haziran olduğu ve herkesin harman kaldır­ dığı bir ülke) adlı kitabı ile William Morris: Bunların hepsi tümüyle duygusal ve tepkisel olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere karşı duygusal olmayan rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler olmuştur. Ancak bu onun için belki de bir jeu d'esprit'den [kelime oyunundan] baş­ ka bir şey değildi bunun köklü bir kanı olmadığı kesindir. Onun zamanından bugüne, en çok makineleşmiş uluslardan pek çok kişi "Erewhonvari" bir görüşü içtenlikle benimse­ me eğilimindedir; yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karşı olanların tavırlarında, açık veya kapalı şekilde, kendini gösterir. Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin "doğru" ötekinin "yanlış" olduğunu düşünmeyelim. Böyle düşünmek, insanların kafası olduğu doğrudur ama ayaklan olduğu yanlışhr demeye benzer; gerçi Lilliputlulann bu soruyu Gulliver hakkında tarhşhklannı kolayca düşleye­ biliriz. Bir makine Bin bir Gece Masalları'ndaki Cin gibidir; sa­ hibi için güzel ve yararlı; düşmanları için çirkin ve tehlikeli. Ancak günümüzde hiçbir şeyin kendisini bu denli belirgin bir yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri ra2 3

4 82

Thomas Love Peacock (17851866 ) : İngiliz şair ve romana. (Çev. n.) Göl Şairleri: İngiltere' de Göller Bölgesi'nde yaşamış İngiliz şairleri Word­ sworth (17701850), Coleridge (17721834) ve Southey (17741843). (Çev. n.) Hiçbir Yerden Haberler, Çev. Meral Alakuş, Say Yayınlan, İstanbul, 2011. (Ed. n.)

Makineler ve Duygular

hatsız eden atık yığınlarını görmediği, zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi görmüşse, o da çalış­ hnlmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve sıcaktan rahatsız olmasına gerek kalmadan, gücünü ya da bir saat gibi işleyi­ şini gururla seyrettiği zamandır. Makineye, onunla yaşayıp onunla çalışanların görüş açısından bakması istenirse de ce­ vabı hazırdır. Makinenin çalışması sayesinde bu insanların, büyük dedelerinden çok daha fazla, çoğu zaman da çok çok daha fazla şey sahn alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen herkesçe yapılan bir varsayımı kabul edersek, büyük dedelerinden daha mutludurlar. Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi şeylere sahip olmakhr, iki odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin bir odası, bir yatağı ve bir ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu; kısacası, mutluluğun gelirle orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her zaman da tam içtenlikle olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama vaaz­ larının dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevi­ nirler. Benim bu düşünceye karşı çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve yaşamın gözlemlenme­ si açısındandır. Eğer mutluluk gelirle oranhlı ise makinenin üstünlüğü kuşku götürmez; değil ise sorunun tümüyle irde­ lenmesi gerekir. İnsanların fiziksel gereksinimleri, aynca bir de duygulan vardır. Fiziksel gereksinimler karşılanmamışsa, onlar önce­ liklidir; ama eğer karşılanmışlarsa, bir insanın mutlu ya da mutsuz oluşunun saptanmasında, gereksinimlerle bağlanhsı olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumla­ rında zorunlu fiziksel gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek ve çocuk vardır; onlar açısından mutluluğun ilk koşulunun gelir arhşı olduğunu inkar etmiyorum. Ancak öyle kimseler azınlıktadır; hepsinin yaşamsal gereksinimleri­ ni sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, ya­ şamlarını sürdürmek için gerekenden fazlasına sahip olanlar, 83

Sorgulayan Denemeler

sadece çok fazlasına değil aynı zamanda biraz fazlasına sahip olanlar hakkında konuşmak istiyorum. Hemen hepimiz, gelirimizi arhrmayı gerçekte neden is­ teriz? İsteklerimiz ilk bakışta maddi şeyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunlan daha çok komşularımızı etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir eve taşınan bir adam kansını "daha iyi" insanların ziyaret edeceğini; eski ve yoksul komşularla ilişkilerin arhk kesilebileceğini düşünür. Oğlunu iyi bir okula ya da pahalı bir üniversiteye gönder­ diğinde, ödediği yüksek harçlara karşılık kazanılacak sosyal saygınlığı düşünerek kendini teselli eder. Amerika' da olsun Avrupa' da olsun bütün büyük şehirlerde bazı mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta oldukları için, öteki mahallelerdeki aynı nitelikleri taşıyan evlerden daha pahalıdır. En güçlü tutkularımızdan biri de başkalarının tak­ dir ve saygısını kazanma arzusudur. Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı duyulmaktadır. İnsanla­ rın zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur. Paralan ile satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir resmi ötekinden ayırt edemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir galeri dolusu resmini toplamış bir milyoneri ele alalını. Aldığı yegane zevk, başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok zevk alabi­ lir; ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez. Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok toplumda ol­ muştur da. Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına ba­ karak değer biçilirdi. Tuhaf gelebilir ama Paris'te bazı çev­ relerde insanlar resim ve edebiyat alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir Alman üniversitesinde, in­ san, bilgisinden dolayı takdir edilir. Hindistan'da ermişlik, Çin' de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu değişik örneklerin in­ celenmesi tanımızın doğru olduğunu gösteriyor; çünkü hep­ sinde insanların büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek 84

Makineler ve Duygular

ölçüde sahip olduklarında, paraya karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde saygınlıklarını sağlayacak meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu ederler. Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan doğasından gelmemesinde, çeşitli sosyal kuruluşlar­ ca ortadan kaldırılabilir olmasında yatar. Yasa gereği hepi­ mizin geliri aynı olsaydı komşularımızdan üstün olmanın başka yollarını arardık; maddi şeyleri sahiplenmeye yönelik şimdiki şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu ar­ zular rekabet niteliği taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız zaman bize mutluluk, ona da aynı ölçüde aa verir. Gelirlerde yapılacak genel bir arhş rekabet açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten kaynaklanan bir mutluluk vermez. Kuşkusuz, sahn alınan şeyleri kullan­ maktan bir ölçüde zevk de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği isteme nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı olduğu sürece zenginliğin art­ ması, ister genel olarak ister belli konularda, sonuçta insan mutluluğunu arhrmaz. Makinelerin mutluluğu arhrdığıru savunacaksak, yukarı­ daki nedenlerden dolayı makinelerin getirdiği maddi refah arhşı, mutlak yoksulluğu önlemede kullanıldık.lan durumlar dışında, önemli bir etken değildir. Yoksulluğu gidermek için kullanılmalarını gerektiren zorunlu bir neden de yoktur. Nü­ fusun durağan olması halinde yoksulluk makine olmadan da önlenebilir; Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika' dan, İngiltere'den ve savaş öncesi Almanyası'ndan çok daha az makine olduğu halde yoksulluk çok azdır. Tersine, makine­ nin çok olduğu bir yerde yoksulluk da çok olabilir. Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi İngilteresi'nin sanayi bölgeleri ile bugünkü Japonya'dır. Yoksulluğun önlenmesi makineye değil başka etkenlere bağlıdır, kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de siyasal koşullara. Serveti arhrmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir değeri yoktur. 85

Sorgulayan Denemeler

Makineler bizi insan mutluluğunun önemli öğeleri olan iki şeyden, doğal davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır. Makinelerin kendilerine özgü bir işleyişleri ve vaz­ geçilmez istemleri vardır: Pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli çalışhrmak durumundadır. Duygular açısından, makinenin yaratbğı en büyük sıkınb onun düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygularda bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz olmalarıdır. Kendilerini "cid­ di" sayan kişilerin düşüncelerine makineler egemen oldu­ ğundan bu kişilerin bir insan hakkında dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması; yani güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık "düzensiz" bir yaşam kötü bir yaşamla eşanlamlı olmuştur. Bergson'un felsefesi bu görüşe karşı bir protestoydu; entelektüel açıdan çok sağlam olmamakla bera­ ber sanırım, insanların gittikçe daha çok makineye dönüştü­ rülmelerine karşı duyulan sağlıklı bir endişeden esinlenmişti. Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı içgü­ dülerimizin şimdiye kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya yönelmiştir, insanlar toplum halinde yaşama­ ya başladığından bu yana savaş dürtüsü her zaman var ol­ muştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki kadar yoğun ve kahredici değildi. On sekizinci yüzyılda İngiltere ve Fransa dünya egemenliğini elde etmek için sayısız savaşlara girdi­ ler; ancak birbirlerini hep sevip saydılar. Esir subaylar, ken­ dilerini esir alanların sosyal yaşanblarına kabldı; ziyafetler­ de onur konuklan oldular. 1665'te Hollanda ile yapbğımız savaşın başlarında, Afrika' dan gelen bir kişi Hollandalıların orada yapbklan zulmü anlatmışb. Biz İngilizler bu hikayenin düzmece olduğuna kendimi.Zi inandırdık; adamı cezalandır­ dık ve Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta olsaydı o adama şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğu­ na kuşkuyla bakanlan da hapse atardık. Modem savaşlarda vahşetin arbnası üç yönden makinelerin etkisine bağlanabilir: İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına olanak sağlar-

86

Makineler ve Duygular

lar, ikinci olarak, insanların daha alt düzey duygularına hitap eden ucuz yayınların yapılmasını kolaylaşhnrlar. Üçüncü ola­ rak, bizi ilgilendiren de bu noktadır, insan doğasının derinle­ rinde yatan, içinden geldiği gibi ve kuralsız yaşamak isteyen yönünü baskı alhnda tutarlar. Bu durum, belirsiz bir huzur­ suzluğa yol açar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu olarak da akıllara savaş fikri gelir. Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca politikaaların makineleşmesine yüklemek yanlış olur. Belki Rusya açısından böyle bir açıklama yerinde olabilir. Rusya'nın isteksiz savaşmasının ve barışı sağlamak için devrim yapmasının bir nedeni de budur. Ancak İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki yaygın savaş arzusunun önünde 1917'de hiçbir hükümet duramazdı. Bu tür bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli ol.malıdır ve ben şah­ sen günümüzde savaş yanlısı güdülerin artmasının, modem yaşamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yol açlığı genellikle bilinçdışı hoşnutsuzluktan kaynaklandı­ ğına inanıyorum. Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacağımız açıktır. Böyle bir yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç yoktur. Günümüzde makineleşmenin beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek yolu, çalışma aralarında heyecan verici uğraşlar için olanak sağlayarak monotonluğu kırmak­ hr. Alpler'e hrmaruna yoluyla yaşamlarını tehlikeye atma olanağı bulsalar, çoğu insanın savaş özlemi de yok olur. Ta­ nımak mutluluğuna eriştiğim en gayretli ve yetenekli barış gönüllülerinden biri, yazlarını Alpler'in en tehlikeli dorukla­ rına hrmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer çalışan herke­ se yılda bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak kullanmak öğretilse; Büyük Sahra' da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi inisiyatifini kullanacağı herhangi baş­ ka bir tehlikeli ve heyecan verici uğraşta bulunmasına olanak sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla sınırlı kalır. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir 87

Sorgulayan Denemeler

yöntem bilmediğimi itiraf ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem bulacağından eminim. Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama içgüdüleri­ mizi değil. Bunun sonucunda uyum bozukluğu yaşanmakta­ dır. Duygu ve içgüdü psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlangıç yapılmış bulunuyor; ancak bu sa­ dece bir başlangıç. Psikarıalizden öğrendiklerimize göre şu gerçeği kabul edebiliriz ki, insanların hareketlerinde yönel­ dikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel birtakım fikirleri de beraberinde geti­ rir ve insanlara neden öyle yaptıklarının farkında olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir. Ancak, geleneksel psikarıaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen bilinçdışı amaçlarımızı gereğinden çok basitleştirmiştir. Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu bakış açı­ sından anlaşılması; böylece de insan doğasına ışık tutması umulur. Anarşik güdülerimizle baş etmek için ahlaki özde­ netim kullanmak ve zararlı eylemlere "dış yasaklar" koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz olmalarının nedeni de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok kılığa girebilmeleri ve bu kılıklardan bazılarının en aklı ba­ şında olanları bile yanıltmasıdır. Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel doğamızın gereksinimlerini saptamak; sonra da onları karşılamanın en zararsız yolunu aramakbr. Maki­ nelerin en çok engellediği şey içten geldiği gibi davranmak olduğuna göre, yapılabilecek tek şey fırsat sağlamakhr; fırsah değerlendirmek de kişinin isteğine bırakılmalıdır. Bu, kuş­ kusuz, bir hayli masraf gerektirir; ama bu bedel bir savaşın giderleriyle kıyaslanamaz. Bilim fiziksel dünyanın yasalarını kavramakta harikalar yaratmışbr; ama şimdiye kadar, kendi doğamızı, yıldızların ve elektronların doğasına kıyasla çok daha az anlamış bulunuyoruz. Bilim, insanın doğasını anla­ mayı öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel bilimlerin yarata­ madığı mutluluğu yaşamımıza getirebilir. 88

7 Davranışçıllk ve DeOerler Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı bulunduğu, onun da Dr. Watson1 olduğu yolunda bir ifade­ ye rastlamışhm. Ben, çağdaş düşünceye sahip ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu, davra­ nışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu ya da bizzat be­ nim bir davranışçı olduğum anlamına gelmez. Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu fark ettim. Ancak nesnel (objektiO özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtarama­ yan kişilerin karşılaşhklan bazı güçlükleri ortaya koymak is­ tiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan manbksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum. Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, po­ püler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden değişik olacakhr, popüler Freudçuluk Freud' dan ne kadar farklıysa o kadar farklı. Davranışçılığın popüler versiyonu sanının şöyle bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işle1

John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog. (Çev. n.)

89

Sorgulayan Denemeler

vi yürütebilen akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmışhr. Bütün eylemlerimiz beden­ sel süreçlerden ibarettir. "Hissetme", özellikle iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. "Bilme", gırtlağın hareket­ lerinden ibarettir, "isteme" ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur. Geçenlerde, ünlü bir entelektüel ile bir dansöz evlendiğinde, onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kasla­ rını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir. Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobatbr. Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göre­ celiğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacakhr. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket ede­ cektir? Veya erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket mi­ dir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşa­ ğıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilke­ ye göre karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım. En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, in­ sanın kusursuzluğu anlayışının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğiti­ mine inananlara ve bir ulusun "erkekliğinin" onun sporcu­ luğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen merdivenlerden yukarıya koşan kişi, 90

Davranışçılık ve Değerler

zevklerden uzak durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören Hıristiyanların beau idealidir. Bu, YMCA'run2 Çin'de yerleştirmeye çalışhğı ve yöneticile­ rimizin egemenliğimiz alhnda olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot, mekanik güç kullanan­ lara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in hareketsiz-olan hare­ ket-ettiricisini

anımsatan

yüce bir kavram vardır. Ona göre,

merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlar­ lar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmışhr. İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ­ dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş manhksal olarak, davranışçılıkla bağdaşhnlabi­ lir; ancak, psikolojik açıdan, sıradan vatandaşın davranışıyla bağdaşhrılamaz. Bu eski görüşe göre hissehnek ve bilmek ey­ lem kadar önemlidir; sanat ve derin düşüncenin, uzayda bü­ yük miktarda kütlenin yerini değiştirmek kadar övgüye de­ ğer olduğu düşünülür. Cheribum3 Tann'yı sever, Seraphim4 Tann'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıa gelir. Teolo­ jinin ilgi kaybehnesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen makinelerle donahnamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmışh. 2 3

4 5

YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Çev. n.) Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Çev. n.) İncil' de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Çev. n.) John Milton (1608-1674): İngiliz şair. (Çev. n.)

91

Sorgulayan Denemeler

Her etik sistemin bir tür non sequitur' a [önerme veya ka­ nıtlara uygun olmayan sonuç] dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icat eder; bundan da, kendi teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylem­ lerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır. İlk olarak gele­ neksel Hıristi.yanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tann'nın iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelin­ ce, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum metafiziksel bir sorun olduğu halde, uyum-dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fran­ sız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine kar­ şı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç bir şeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yaz­ dığı kitabında (Laughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu de­ mektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız, o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz. Umanın bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını, varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu. Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çı­ karıyorum: Etik sonuçlan varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler davranışçılığa tam anlamıyla bilimsel şekline değil bu açıdan bakhğımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünse­ lerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi. 92

Davraruşçılık ve Değerler

Burada bir aynın yapma gereği doğuyor. Doğru bir dokt­ rinin pratik sonuçlar doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar

yaratması olanak-dışıdır. İki madeni para atarak çalışhnlan bir makineden siz tek bir para atarak bir şey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu "etik" olarak değerlen­ dirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçlan vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu za­ man akıllıca olur. Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konu­ dur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara bakılmaksızın iyi ve kötü olarak sınıflandınldıklan zaman söz konusu olur. Burada davranışçılığın mantığa ters düşse de sözcüğün gerçek anlamında bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum. Konu şöyle görünüyor; yapabileceği­ miz tek şey maddeyi hareket ettirmek olduğuna göre, ola­ bildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardıma oldukları öl­ çüde değerli sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde me­ tafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson'dan aşağıdaki alınhyı ele alalım: "Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri, kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarih­ çesidir.

Bunu, kişinin değişik işlerde kaldığı süreler ve geli­ rindeki yıllık artışlarla nesnel olarak ölçebiliriz.. Eğer bu kişi .

bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir grafi­

ğini çizmek isteriz.

Eğer otuz yaşındayken yazılan için önde

gelen dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar ol­ ması, daha öteye de gidemeyeceği olasıdır."

93

Sorgulayan Denemeler

Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uy­ gularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde il­ ginç değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce de­ ğinilenler dışında bu alınhda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir, kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki, yasalarla uyum­ lu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir sistem­ den elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlandır. Yukarıdaki paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul ede­ bileceğim etik değildir. Erdemin gelirle oranhlı olduğuna; ka­ labalığa uyum sağlamakta güçlük çekmenin günah olduğu­ na inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi olduğum­ dan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de de­ ğişmiyor. Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konu­ sundaki görüşlerini ele alacağım. Burada, eserlerinden anla­ şıldığı kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson'dan alınh yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum ko­ nular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla bera­ ber davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs [Ço­ cuk: Doğası ve Gereksinimleri].6 Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaphr; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye açıkhr. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alı­ yorum (s. 384): "Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araşhr­ malar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışma6

94

Wisconsin Üniversitesi Eğitim Profesörü M. V. O'Shea'run gözetimi al­ bnda, Children's Foundation'ın [Çocuk Vakfi'run] katkısıyla hazırlan­ mışhr.

Davraruşçılık ve Değerler lannda, eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle aynca uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanma­ maktadır; çoğu kişi ise bunun yansından fazlasını hiç kullan­ maz. Bu gerçeklerden dolayı günümüzde, okullardaki yazım kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri il­ kesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve bel­ ki de hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü yazım derslerinde hiçbir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir." Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor.

Öyleyse,

hiçbir şey, o şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukarıdaki alın­ bnın akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir ya­ rarı yoktur. Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğ­ ru heceleme, biraz, "eğitimli"yi "eğitimsiz" den ayırt etmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da doğal yasa düşkünü kim­ selerin, kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı olarak aranan bir şey­ dir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağla­ mak her zaman olanaklıdır. İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiya­ tın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almışhr. İnsanlar, dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği 95

Sorgulayan Denemeler

duygusunu koruduk.lan çağlarda yazım kurallarına pek al­ dırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Şimdilerde üni­ versite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler dışın­ daki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar ve bu nedenle de şiirlerin çoğunu vezne uygun okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri dışında, kırk yaşının alhnda olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde, estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdi­ lerde bu uygulamanın nesli neredeyse tükenmiştir. Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun ya­ nsı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman ka­ dar zaman harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak vanr. Yine de, onun sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına göre, zamanın sıra­ dan vatandaşlan tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk sağlaması aranırdı. Bu sabrların yazan gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi sonunda nereye vanr? Dr. Watson'u çok tak­ dir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum. Günü­ müzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, "yararsız" bilgiye ve haz vermek dışında bir amaa olma­ yan sanata hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer davranışçı-

96

Davranışçılık ve Değerler

lık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir: İnsanların büyük bölümünün hata yap­ tığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanının sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir. Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: Bir önermeyi kabul ediyor­ larsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul eder­ ler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konu­ şan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslar­ dan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler var­ dır. Eskiden mantık çıkanın yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkanmlann ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkanın yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amaayla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.

97

8 Doğu'nun ve Bah'nm Mutluluk idealleri Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmi­ şin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görme­ sini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de dünyanın çeşitli yerlerine seya­ hat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyorlar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa, Avrupa'run ulaşması olası gele­ ceği görecektir. öte yandan, eğer Asya'ya gidecek olursa geç­ mişi görecektir. Bana anlahldığına göre Hindistan' da Ortaça­ ğı, Çin' de (1920) on sekizinci yüzyılı görecektir. Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da şa­ şırhrdı, İngiltere'de biraz daha az, Fransa' da ise ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, "yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı"na ha.la inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın Amerikalılarına ben­ zer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin'e cumhurbaş­ kanı olınası da sanının pek uzun zaman almazdı. Bah uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışın­ daki Avrupa'yı ve özerk İngiliz dominyonlanru içine alır. Bu uygarlıkta Amerika başı çeker; Bahyı Doğudan ayırt eden bü­ tün özellikler en çok Amerika' da belirgin ve gelişmiş durum99

Sorgulayan Denemeler

dadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep sürüp gideceğinden hiç kuş­ ku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçlan Kıta Avrupası'nda bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir albn çağ gözüyle bak­ maya başladılar. İyimserliğin uğradığı bu sarsınb İngiltere' de daha hafif, Amerika' da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde, ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan ki­ şilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişik­ liklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendilerine sormaları özellikle ilginç olacakbr. Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Konfüçyüs'ün İsa' dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır. Grek­ ler ve Romalılar gibi Konfüçyüs de insan toplumunun geliş­ mesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; aksine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşku­ suz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Konfüçyüs, çağının diğer hocaları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yarablma­ sını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur. Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü kap­ lıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durum­ daydı. Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin ola­ rak bilinen topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye dek yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine, Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Konfüçyüs'ün sistemi varlığı100

Doğu'nun ve Bab'run Mutluluk İdealleri ru sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Bah ve bahlılaşmış Japonya ile temaslar sonu­ cunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamışhr. Bu kadar olağanüstü bir var olma gücüne sahip bir sis­ temin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hak eder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anla­ mında bir din değildir; çünkü doğaüstü veya mistik inanç­ larla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, Hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Konfüçyüs'ün öğretileri, temelde, modası geçmiş on seki­ zinci yüzyıl "beyefendi" idealine benzer şeylerdir. Deyişle­ rinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Konfüçyüs-Konfüçyüs' ün Deyişleri' nden alınh): "Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer or­ tada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir abş yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur." Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorum­ luluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak ki­ şiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı herhangi bir şeye zorla­ maz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor: "She Dükü Konfüçyüs'e şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanık­ lık etti. Konfüçyüs şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüst­ lük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle dav­ ranışlarda bulunur." Konfüçyüs her şeyde, hatta erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inan­ mazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yaruh şu olmuştu: "O

101

Sorgulayan Denemeler

zaman iyiliğin karşılığı ne olacak? Haksızlığa adaletle, iyi­ liğe iyilikle karşılık vermelisiniz." Onun zamanında Çin' de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri Hıristiyanlı­ ğa Konfüçyüs'ünk.inden daha yakın olan Taoistlerce öğütle­ niyordu. Taoizmin kurucusu Lao Tze (Konfüçyüs'ün daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: "İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi davranma­ lıyım. inanç sahibi olanlara saygı duyanın; olmayanlara da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla ·onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz." Lao Tze'nin bazı söz­ leri Dağdaki Vaaz'ın1 bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor: "Alçakgönüllü olanlar olduktan gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yeni­ lenecektir. Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır." Lao Tze'rıin değil de Konfüçyüs'ün ulusal bilge haline gel­ mesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: Ancak cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğreti­ leri imparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Konfüçyüs'ün öğretileri ise sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanrnışb. Lao Tze eylem karşıh bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: "İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmışhr. Her zaman bir şey­ ler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olma­ ya layık değildirler." Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Konfüçyüs'ün, kendine hllim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğlediler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağ­ layacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup 1

İsa tarafından müritlerine verilen, Hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Çev. n. )

102

Doğu'nun ve Bab'nın Mutluluk İdealleri

modern ulusların hepsinin yaphğı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemi­ ni benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmışlardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermiş­ ler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir. Hal­ buki Hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümünün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngör­ düğü, genelde kabul edilen bir husustur. Gerçekte, bizim yan yana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: Birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öte­ ki de uyguladığımız ama sadece ara sıra öğütlediğimiz ah­ lak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi Hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya mis­ tisizmine özgü olan bireycilik ve öbür dünya kavramlarına ağırlık vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıl­ dığında bir anlam taşıyordu. Ancak Hıristiyanlık güçlü Av­ rupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü. öte yandan, "Sezar' ın hakkını Sezar' a veriniz" gibi bazı ifadeler çok yay­ gınlaşh. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle, karşı-koymama ilkesine yönelik en ufak bir eğilim aşağılan­ makta, herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uy­ gulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için olduğu ka­ dar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize safdillik ve saçma olarak görünür. Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını ka­ bul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerek­ tirecek hiçbir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durum­ ların sık sık ortaya çıkhğını düşünüyoruz. Çinliler de bazen kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun

103

Sorgulayan Denemeler

iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler. Gelenek­ sel olarak, öğrenmeye her şeyden çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete. Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar ya­ rışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek is­ tisnası Konfüçyüs ailesidir, aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının yanı sıra, feodal Avrupa' da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreni­ minden ibaretti. Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların ahlak öğretilerinden daha pratik yararlan olduğu fark edildi. Yeni Çin (yani Avrupa standart­ ları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş ge­ reksinimlerin farkındadır ve belki de eski geleneklere yeterin­ ce saygı duymamaktadır. Ancak yine de en modem olanları bile, az sayıda istisna dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçıllık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. önümüzdeki birkaç on yıllık süre içinde Batı'dan ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarım sürdürmeleri ise kuşku götürür. Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetle­ mem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk alma­ yı amaç edinmişlerdir; bizler ise, temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve doğaya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyo­ ruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de bili­ mi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnızca bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok ça­ lışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt koşuşturmayı sevdikleri için çalış104

Doğu'nun ve Bah'run Mutluluk İdealleri mazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinirler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız. Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de .kötü bir etki­ si oluyor. Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım. Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin so­ nuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya de­ ğer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetimimiz ve vergi sistemi­ miz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçlan için kul­ lanılmaktadır. Günümüz İngilteresi'nde milli gelirin en bü­ yük bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupası'ndaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötü­ dür. Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıa siyasal düşünceleri olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin' de bunların hiçbiri yoktu. Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verim­ siz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke 105

Sorgulayan Denemeler

insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya Bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü. Bunların sonucu olarak Çin' de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulun­ mayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışında­ ki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıa olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Bahlının olaylara bakış açılarını karşılaşhrdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiç­ bir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi dürtülerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tarhşmış bu­ lunuyoruz; ancak ikincisi de sanının aynı ölçüde önemlidir. Ünlü sinolog Profesör Giles'in "Konfüçyüsçülük ve Karşıtla­ rı" konusunda Gifford' da verdiği konferanslarda savundu­ ğu görüşe göre, Hıristiyan misyonerlerin Çin' de başarı ka­ zanmalarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala öğretilmekte olan kalıplaşmış Hıristiyan doktrinine göre he­ pimiz . günahkar olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hak edecek ölçüde günahkar olarak doğınuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul edebi­ liyorlar. Ancak kendi ana babalarının ve büyük ana babala­

rının cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Konfüçyüs insanların iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü ter­ biyeden kaynaklandığını öğretmişti. Batının geleneksel kah inançları ile bunun arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun aası­ ru başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatıru bozmuyorsa onun

106

Doğu'nun ve Batı'run Mutluluk İdealleri olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim günah anlayışımızdan kaynaklanıyor. Bu tavır yalnızca öz­ gürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye faz­ lasıyla güç geliyor. Çin'de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir, insa­ nın ana babasına karşı saygılı, çocuklarına karşı şefkatli, fakir akrabalarına karşı cömert olması ve herkese nazik davranma­ sı beklenir. Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğunluğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da galiba, çoğumuzun yerine getiremediği bizim öl­ çütlerimize göre daha olumludur. Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da in­ sanların aralarındaki görüş aynlıklannı Bah' da olduğundan daha fazla mantığa ve tartışmaya açık tutma eğiliminde ol­ malarıdır. Bizde fikir ayrılık.lan hemen bir "ilke" sorununa dönüşür: İki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona ka­ tılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlık.lan şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin'de kuvvete başvurma­ ya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız denilebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı' daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bak.ılır­ sa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşler­ dir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinirı dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gerekli­ dir. Bazı yönleri yabanalara gülünç gelse bile, bu görünüşü­ kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı bizdekinden çok daha az acımasız kılar.

107

Sorgulayan Denemeler

Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koyma­ sını engellemesidir. Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dün­ ya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgaa ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de eğer ulusal bağımsızlıklarını koruyacak­ larsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadık.lan için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkış­ mamalıyız.

108

9 İyi lnsanlann Yol Açhklan Kötülükler

1

Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdı­ ğı Jeremy Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum fuu bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların öl­ müş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşün­ düğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygula­ ma bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonralan keşfettim. Bundan başka, Bentham' a karşı gerçek suçlamanın ne olduğunu da anladım. Aşağı yu­ karı şöyle bir şeydi: "İyi" insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamışb. Aklı başında bir okuyucunun hemen anlayaca­ ğı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden bir şeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kuralla­ rından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın

109

Sorgulayan Denemeler

ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan gali­ ba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluş­ turmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar. Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğ­ rudur: Çok iyilik yapmışhr. On dokuzuncu yüzyılın ortala­ rındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmışhr. Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru ahlan adımların en zoru olmuştur. Hemen ardından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi başka önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idam edil­ mekti. Çok geçmeden ölüm cezası yalnızca adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatları­ nı korkunç sefalete yol açacak ölçüde arhran Hububat Yasa­ ları 1846'da yürürlükten kalkh. 1870'de zorunlu eğitim geti­ rildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gel­ miştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yansı ka­ dar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bun­ lar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: O yıllardaki ilerle­ menin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesin­ de gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarı­ sında İngiltere' de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bent­ ham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadık.la­ n kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaphkla­ rırun bir

gerekçesi olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha

aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan bir fayda­ alık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yürek­ lendirebilir.

110

İyi İnsanların Yol Açtık.lan Kötülükler

il

Hepimiz "iyi" insandan ne anladığımızı biliriz, ideal iyi insan içki ve sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplanhda orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Hak­ sızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırma­ nın bizim aa bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mes­ leki faaliyetleri yanında hayır işlerine de hayli zaman ayırır: Yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli olmalarını des­ tekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıa fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuş­ kusuz, her şeyden çok da dar anlamıyla "kişisel ahlakı" ku­ sursuzdur. Bu anlamda "iyi" olan bir adamın, genelde, "kötü" bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. "Kötü" adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyo­ rum. "Kötü" bir adam sigara, arada bir de içki içer"; hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıa fikirleri de vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil ba­ rışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tu­ tumu bilimseldir; hpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiği­ nin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlık.lan düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce ko-

111

Sorgulayan Denemeler

nusunda daha da terstir. Ona göre "yanlış düşünme" sadece düşünme, "doğru düşünme" de sözcükleri papağan gibi tek­ rarlamakhr. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar. Çalışma saatleri dışın­ da yaphklan, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahahna dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yarahp ortalı­ ğı kanşhrmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki "kişisel ahlak" konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu nite­ liklerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız "iyi" insanlara açıkhr. Bütün bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell za­ manında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmışh. İngiltere' de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi' nden sonra, Jakobenizme yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'un yaşamı bu değişikliğe bir örnektir. Word­ sworth, gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş, Fransa'ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kız çocuğuna sahip olmuştu. Bu dönemde "kötü" adamdı. Daha sonra "iyi" oldu; kızım terk etti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir: Kötü olduğu zaman Kubla Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar. İyi şiirler yazdığı zamanlar "iyi" olan bir şair örneği bul­ mak zordur. Dante yıkıcı propaganda yaphğı gerekçesiy­ le sırur dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New 112

İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler

York'da karaya çıkma izni verilemezdi. "İyi" insanın özünde hüküm.et yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemler­ de kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar - gerçekten de şiirlerinin çoğu bir Bolşe­ vik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dö­ nemde yazılmışhr. Donne, St. Paul Katedrali Ruhani Meclis Başkanlığı'na getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmışh ve bu nedenle, atanması bir skan­ dala yol açh. Swinbume gençliğinde, özgürlük için savaşan­ ları öven Songs Before Sunrise'ı [Şafak öncesi Şarkılar] yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere kar­ şı özgürlüklerini savundukları için Boerlere yönelik oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Ör­ nekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden ye­ terince söz söylenmiş bulunuyor. Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonra­ sına kadar Spinoza'nın çok günahkar bir adam olduğu düşü­ nülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmışb. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bö­ lümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesin­ de oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derece­ de yüksektir ve zenginler rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle ya­ n-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocukları­ nın yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yörede­ ki önemli kişilerin saygısını kazanamaz. Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı

113

Sorgulayan Denemeler

oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: lyi insan, �:Lişün­ celeri ve eylemleri iktidar sahipleri,nehoş. gelen ki,şidir. 111

Geçmişte kötü olduk.lan halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim. 111. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt2 ondan Katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde Katoliklerin oy haklan yoktu- taç giyme töreninde yaphğı yemine ters düşe­ ceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak "doğru" olup olmamakh. Amerika'run bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya mü­ dahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmışhr. Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'run kendi tarafında olduğuna içten­ likle inanmış ve bildiğim kadarıyla kişisel kötülüklerden ta­ mamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de, insanların aa çekmesine ondan daha çok yol açnuş başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir. iyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yarar­ ların başında da, başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmala­ rı gelir. iyi insan arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek için kullanabileceğini hiç düşün­ mez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hak eden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durumda bu iki özelliğin iyi 2

William Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve 1804-1806 yıllannda başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı. (Çev. n.)

114

İyi İnsanların Yol Açbl