Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye [1 ed.]
 9786053992189

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BILSAY Ku uç MUSTAFA KEMAL DÖNEMiNDE EKONOMi BDYDK DEVLETLER VE TDRKIYE

BİLSA Y KURUÇ

1935'te İstanbul'da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi'ni bitirdi. 1963'te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olarak girdi. Doktora, doçentlik ve profesörlük derecelerini burada aldı. Yurt dışında Pittsburgh, Sussex üniversitelerinde araştırmalar yaptı. Oslo Üniversitesi'nde Leif Johansen ile büyüme ve planlama üzerine çalıştı. 1975-1977 yıllarında CHP Araştırma Bürosu (Göreme Sokak)'nun sorumluluğunu üstlendi. Öğretim üyeliği yanında 1978-79 yıllarında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı, 1992-2004 yıllarında Merkez Bankası Banka Meclisi üyesi olarak görev yaptı. Evli ve iki çocuk babasıdır.

İSTANBUL BİLGİ üNiVERSİTESİ YAYINLARI

BILSAY KURUÇ

MUSTAFA KEMAL DÖNEMiNDE EKONOMi BOYÜK DEVLETLER VE TÜRKiYE ISTANBUL BiLGi ÜNİVERSiTESi YAYINLARI 362 EKONOMi 14

ISBN 978-605-399-218-9 KAPAK 1940'LARDA ATATÜRK'üN KURDUGU ATATÜRK ÜRMAN ÇIFTLIGl'NDE BiR HARMAN MAKİNASI (KAYNAK:

LA TURQUIE KAMAL/STE)

1. BASKI ISTANBUL, EYLÜL 2011

©

BiLGi iLETiŞiM GRUBU YAYINCILIK MÜZiK YAPIM VE HABER AJANSI LTD. ŞTI.

YAZIŞMA ADRESi: INöNO CADDESi, No: 9 5 KuşTEPE Şişli 3 4387

lsrANBUL

TELEFON: 0212 311 50 00 - 311 52 59 /FAKS: 0212 297 63 14

www.bilglyay.com E-POSTA [email protected] DAGITIM [email protected] YAYINA HAZIRLAYAN FAHRi ARAL TASARIM MEHMET ULUSEL DiZGi VE UYGULAMA MARATON DizGIEVI ARAŞTIRMA VE DiZiN ILTER ERTUGRUL DOZELTI REMZİ ABBAS BASKI VE CiLT SENA OFSET AMBALAJ VE MATBAACILIK SAN. Tlc. LTD. ŞTI.

LITROS YOLU 2. MATBAACILAR SiTESi B BLOK KAT 6 No: 4 NB 7-9-11 TOPKAPI İSTANBUL

TELEFON: 0212 613 03 21 - 613 38 46 /FAKS: 0212 613 38 46

İstanbul Bilgi University Library Cataloging-in-Publication Dala İstanbul Bilgi Üniversitesi Kütüphanesi Kataloglama Bölümü tarafindan kataloglanmıştır. Kuruç, Bilsay. Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye / Bilsay Kuruç. p. cm. lncludes bibliographical references (p. ) and index. ISBN 978-6o5 -399-218-9 (pbk.) 1. Turkey-Economic Conditions-1918-196Q. 2. Turkey-Economic Conditions-2oth Century. 3 . lnternational Economic Relations-History-2oth Century. 4. Competition, lnternational-History-2oth Century. 5. Atatürk, Mustafa Kemal, 1881-1938. 1. Title. HC492.K87 2011

BiLSAY KURUÇ MUSTAFA KEMAL DÖNEMiNDE EKONOMi BÜYÜK DEVLETLER VE TÜRKİYE

İçindekiler xi Önsöz

1 BiRiNCİ KISIM Büyük Devletler 3 BİRİNCİ BÖLÜM Eski Fotoğraflar 3 6 8 10 11 12

Ha Altın, Ha Sterlin. . . Bir Zamanlar Bir Bismarck Vardı Kömürle ve Demirle Karteller Ve Bankalar. . . " Kopenhag'laştırılmalıdır ! "

15 İKİNCİ BÖLÜM "Kıyamet"ten Sonra Ekonomi: 1920'ler 15 18 23 25 29 31 33 36 42 43 45 46 50 53 58 60 63 67 68 71 78 81 85 87 90 92

Savaş Büyükse Parayı Bozar İngiltere Üzerinde Güneş Batıyor (mu?) Amerikan Rüyası mı, Kabusu mu? Carnegie'den Morgan'a Giden Yol Kapitalizmin Canevi Neresi? Bir Ara Özet "İmzalayan Eller Kırılsın! " "Bir ya da Birkaç Kuşağı Yok Etmek! " " Küçük Adama Tahammül Edemiyorum! " Kral Midas'a Ne Oldu? Sessiz Başkan ve Hızlı Büyüme Borsaya Birkaç Yudum Viski Gazap Üzümleri ve Mühendis Başkan "Okuma Bahtsızlığına Uğradığım Rapor" "Kapitalizmin Bir Amigosu" İki Devrim Arasında " Fransız Devrimi'ni 40-1 Yendik! " " Köylülük İte Kaka Götürülemez! " Parti Devletine Doğru "Das Weltkapital" Ne Yapacak? Tek Ülkede Sosyalizm mi? Muhalefetin "Stratejik" Önemi Tek Ülkede Sosyalizm Kadrolar, Sanayileşme ve Planlama Daha Çok Sanayi Yatırımı, Daha İleri Teknoloji İki İş İçiçe: Strateji ve Plan

vi içindekiler

94 Darlıklar ve Zıtlaşmalar 98 "Üyeler Ağırbaşlı, Sakin Kişilerdir"

103 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Ağır Yıllar: 1930'larda Dünya 103 105 109 111 116 121 125 135 138 143 145 148 150 153 158

16o 163 170 174 184 188 189 192 194 197 200 203 207 211 214 217 222 223 228 232 235

Elveda Dünya, Merhaba İmparatorluk Yeni Oyun İçin Yeni Mimari Niçin Denk Bütçe? Az Pişmiş (Rafadan) Altın Dünyanın Krizleri Birleşiniz! Hazarda ve Seferde İnananlar, İnanmayanlar Kapitalizm Kapitalistlere Bırakılabilir mi? "Senin Milyonlarını İstemiyorum, Bayım ! " "Gerici Bir Yönetim, İ ş Görmeyen Bir Kongre" Tulumbanın İlk Suyu Ceplere Para Koyalım Sermaye Ne Yapıyor? Her Şeyden Önce "İş" Siyasette " Özel" Uygulamalar Dövizler, Paralar, Fiyatlar, Bonolar "Büyük Almanya" Uluslararası Model "Yüzyıl Gerideyiz; ya On Yılda Kapatırız ya da " "Her Şeye Kadrolar Karar Verir! " Sanayi Karargahını Kırpıp Yıldız Yapmak Planlamanın Yükselişi Köylülük ve Tarım Acil Sorun ve Beklenmeyen Hamle "Başarıdan Serseme Dönmek" Tarım Modeli Muhalefet Yok mu, Var mı? "İtiraf Legalliği Ortaçağlarda Kalmış Bir Şeydir" İstikrar Eşittir Deflasyon Dikişler Tutmuyor " Blum Geleceğine Hitler Gelsin! " Mutsuz Sona Doğru Tüm İktidar Kime? Kesintiler Rejimi Değiştirmiyor Ekonomiyi Ne Zaman, Kim Yönetir? Görevler ve Sahipleri ...

...

içindekiler vii

241 İKİNCi KISIM Türkiye 243 BİRİNCİ BÖLÜM "Ateşle, Demirle ve Kanla" 243 246 249 253 255

Misak-ı Milli ve Teşkilat-ı Esasiye Siyaset Bekleyemez İktisadiyat, Maarif, Nafia... İktisat Kongresi'nden Fırka Kongresi'ne İki İzmir Konuşması

265 İKİNCİ BÖLÜM "1923'te Ankara'da Kalmak Ne Demekti, Bilir misiniz?" 265 266 269 271

Zor Yıllar Devleti Kurmak Barışı ve Kentleri Kurmak Merkezi Kontrol

273 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM "Saklanacak ve Güvenilecek Para Yalnız Türk Parasıdır" 273 276 282 285 289 291 295

Denk Bütçe ve Hazine Birliği Türk'ün Para ile İmtihanı "Masum Ruhlar" Cumhuriyetin Merkez Bankası Buhran Yıllarının Sıkıntısı Özveri Ne Demektir? Denk Bütçe + Sağlam Para

299 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM "Bir Vakitler Şimendiferler, Bankalar, En İyi Tarlalar, Ecnebilerin Elinde İdi" 300 İlk Birikim 302 "Unsur-u Asli" 304 " İstiklal-i Tam" 306 İstekler Sağanağı ve "Misak-ı İktisadi" 307 "İktisat Politikası Bizden Sorulur" 3o8 Sermaye Bizimkilerin Elinde Biriksin 309 İki Yoldan Hangisi? 312 Devletçilik Ufukta Görününce 313 "Bizi Çok, Hep Daha Çok Destekleyin" 318 Milli İktisat Siyasal Formül İster 319 "Bize Yakın Olmayan, Yönetemez" 321 Milli İktisadın Yeni Çerçevesine Doğru 323 Tasarrufları Toplamak ve Kullanmak 325 Merkezden Kontrol Özel Kesime Güvencedir 331 Ateşten Gömlek: Emek-Sermaye İlişkileri

viii içindekiler

339 BEŞİNCİ BÖLÜM "Bir Karış Fazla Şimendifer" 339 344 346 348

"Yap-İşlet"le Milli Politika Olur mu? "Hafif Hafif İnliyordu!" "Bizimkiler Alman Raylarından Dört Kat Dayanıklı Çıktı" Veda Töreni

351 ALTINCI BÖLÜM Mustafa Şeref Bey'in Öyküsü: "İktisadiyatta Esas Olan, Memlekette İstihsal Kuvvetlerini Yaratmak, Arttırmaktır" 352 İşin Esası: Üretim Güçleri 353 Buhranın Kökeni: Banka Egemenliğindeki Sanayi 354 Yeni Bir Sanayi Modeli 357 "Anarşik Vaziyet" Yerine Toplumsal Barış 361 Nasıl Bir Devletçilik? 363 Tepkilerden Bir Demet

367 YEDİNCİ BÖLÜM "Sanayileşmeyi Hususi Teşebbüslere Bırakırsak En Az İki Asır Daha Bekleriz" 368 " Bütün Milli Kuvvet Kaynakları" 370 " Sömürge Ekonomisinden Kurtulmak" 372 "Bugünkü Medeniyet, Kömüre ve Demire Dayanır" 374 "Organik ve Planlı Bir Ekonomi Yaratmak" 378 "Modern ve İleri Bir Millet Endüstrisiz Olamaz" 381 Sanayi Sitesi mi, " Silikon Vadisi" mi? 383 Olgunlaşmanın İşareti: Kurumlaşma

387 SEKİZİNCİ BÖLÜM "Halkımız Yaradılıştan Devletçidir" 387 390 392 394 400 408 411

Önce Siyasal Model Devletçiliğin Özü: Sanayi Adım Adım Geliştirilen Çerçeve Özel Sermaye, Himaye ve Liberalizm Ekonomide Devletçilik: Yoktan Varolan Bir Çerçeve "Fırkamız Devletçidir" Kamu Kesimi Hukuki Varlık Kazanıyor

417 DOKUZUNCU BÖLÜM "Bir Memlekette Kim Daha Az Kazanıyorsa, Dış Açığı O Öder" 417 Dışa Açık Vermek Ne Demektir? 420 Niçin Korumacılık? 422 Tüccar O Yanda mı, Bu Yanda mı? 426 Malımızı Alanın Malını Almak 429 "Milli Tüccar"

içindekiler İX

433 ONUNCU BÖLÜM "Mösyö Müller'in Raporu Ne Oldu Efendiler?" 433 Millileştirme 435 "Yabancılar Bizi Beğeniyor mu? " 437 Bütünleşme mi, Bağımsızlık mı? 440 İşin Püf Noktası: Yerli Özel Sermaye 441 Borç Yiğidin Kamçısı mı? 446 Anadolu'yu Asya'dan Kurtarmak!

451 ONBİRİNCİ BÖLÜM "Üreten Köylü Milletin Efendisidir" 451 455 456 458 461 464

Köylü mü, Çiftçi mi? "Makinalaşmak İstiyorum" "Uzmanlarımız Azdır" "Köylünün Eline Bir Kuruş Geçiyor" Dünya Buhranı Gelince Bilim ve Kombina

469 ONİKİNCİ BÖLÜM "Toprak İşleyenin" 470 "Esir Gibi Çalışan Türk Köylüleri" 472 Görünen Köy Kılavuz İstiyor 476 "Agrerlerin Istırabı, Büyük ve Milli Istıraptır" 478 Büyük Topraklılar: "Köyün Düzeniyle Oynamayın! " 480 Köyü Eğitmenin Yolları 482 Büyük Topraklılar Direniyor

487 Son Sözler 487 488 489 491 493 495 498 502 507 510

Bağdaşmazlıklar 20. Yüzyılın Ön Projesi İnandırıcılık ve Kontrol: Bir İngiliz Sorunu Sermayenin Gelişen Dokusu Küçük ve Yalnız Emperyalist Büyük, Aciz, Şaşkın, Cüretkar Kapitalizm İçinde Reformcu Kavga Savaştan Sonra Köylüler ve Ekonomi NEP'in Tükenişi Yabancı Sermaye İstemek

517 Yararlanılabilecek Kaynaklar 521 Dizin

Ön söz

1 920'li ve 1930'lu yıllar sosyal bilimciye, özellikle iktisatçıya zengin bir malzeme sunuyor. Bu,

içerik ve çeşitlilik bakımından 2 1 . yüzyılın araştırmacısı için müstesna bir şanstır. Sosyal bi­ limci, bu sayede kendi alanında yeni sayfalar açma fırsatı bulabilir. Meslekdaşlarımızın, geçmişte ve bugün, özellikle 1 930'ların Türkiye ekonomisini ele alan değerli çalışmaları vardır. Sosyal ve siyasal bilimlerde ve tarihçilerin çalışmaları arasında da o yılların gelişmelerine ışık tutan eserler az değildir. Ancak, Türk sosyal biliminde, iki büyük savaş arasındaki o dönemin bütünü üzerin­ de ve dünya ile Türkiye'nin nabzını birlikte tutmak üzere yapılmış çalışmalara pek rastlamıyoruz. Bu kitapta yapılmak istenen budur: Bizim yönümüzden "Mustafa Kemal Dönemi" diyebileceği­ miz o zaman parçası boyunca birikmiş deneyimlerin çeşitlilik ve zenginliklerine, aynı zamanda sergilediği bütünlüğe yönelmektir. Kitapta, 1 920'li ve 1 930'lu yıllarda ekonomiyi iki büyük kısımda ele alıyoruz. Birinci Kı­ sım, dünyaya kendi zeminini inşa etmiş ve köklerini geliştirmiş kapitalizm ile yeni kurulan bir sos­ yalizmin o dönemine bakıyor. Kapitalizmin sahnesindeki önemli aktörler günün " büyük" devlet­ leridir. Sosyalizm ise Rusya'da (Sovyetler'de) kurulmaktadır. Kitabın İkinci Kısmı, cumhuriyetin doğup büyüdüğü yıllarda Türkiye'nin ekonomisine yöneliyor. Bu kısımda, daha önce yapılmış ( 1 987) bir çalışmanın malzemesine de başvuruyoruz. Okuyucunun dikkatine sunmamız gereken bir iki şey var. Birincisi şudur: İktisatçılık, ken­ dine geniş bir yelpaze içinde malzeme seçerek ilerliyor. Bu genişlik sayesinde, iktisatçıda, başka çalışma alanlarının bilgilerine el atma, onları deşme hevesi uyanıyor. Bunlarla iktisatçı yeni çalış­ ma yolları buluyor ve yeni yöntemler edinmeye başlıyor. En rahat erişilen ve günümüzde popüler­ lik de kazanan kaynaklardan biri tarihin sunduğu malzemedir. Burada insanı kendine çeken ayrı bir cazibe olduğu da söylenebilir. Şüphesiz, tarihin sunduğu kaynaklar üzerinde çalışmak iktisat-

xii önsöz

çıyı bir tarihçi, hatta iktisat tarihçisi derecesinde iddia ve vukuf sahibi yapmaya yetmez. O ayrı bir birikim ister. Tarihin malzemesini değerlendirmek, fakat iktisatçı yaklaşımı içinde kalabilmek işin püf noktasıdır. Disiplinlerarası bir çalışmaya girişiyorsa, iktisatçı, yöntemini bularak yerini iyi saptayabilmelidir. Kendi avadanlığını siyasal ve sosyal bilimlerin desteğiyle gerekli ve yeterli doz­ da zenginleştirebilmek buna yardımcı olur. Ciddi bir katkı getirir. Şunu da okuyucunun dikkatine sunmak gerekiyor: Bu çalışma, bir iktisat kitabının öğren­ ciye ders veren ya da okuyucuya iktisat diliyle iktisat öğretmeye girişen kalıbı ile yazılmamıştır. 1 920'lerin ve 1 930'ların ekonomisini, bazen gerilere gidip, bazen günümüze yaklaşan öykülerle işliyoruz. Elimizdeki malzeme geniş kapsamlıdır ve grifttir. Bu, iktisat öykülerinin bir roman kı­ vamında işlenmesini teşvik ediyor ve kolaylaştırıyor. Öyküler birer deneme niteliğindedir. Kitabın da bu öykülerle bütünlük kazanmayı amaçlayan bir geniş deneme olduğu söylenebilir. Kitabın Birinci Kısmı olan 'Büyük Devletler'in Birinci Bölümü 'Eski Fotoğraflar', 19. yüz­ yıldan devralınan ekonomi tablosunu ve bununla nasıl bir 20. yüzyıla girildiğini resmeden altı öy­ küden oluşuyor. İkinci Bölüm, 1 920'lerin sahnesine bakıyor. Kapitalizmin büyük devletlerince tasarlanan, yürütülen, başarılan, başarılamayan ekonomi (ve siyaset) senaryolarını ve Sovyetler'de, özellikle iktisatçılar bakımından ilginç olan laboratuar değerindeki gelişmeleri sunuyor. Bölümün 26 öy­ küsünden ilk ikisi İngiltere, sonraki üçü Amerika ile ilgilidir. Bir ara özetten sonra, ikişer öykü ile Almanya ve Fransa'ya, daha sonra beş öykü ile yine Amerika'ya ve bir öykü (" Okuma Bahtsızlı­ ğına Uğradığım Rapor" ) ile İngiltere'ye dönülüyor. Bunları izleyen on iki öykü Rusya'nın (Sov­ yetler'in) 1 9 1 ?'den 1 929'a uzanan deneyimini işlemektedir. Üçüncü Bölüm, dünya için özel bir dönem sayılan 1 930'lara ayrılmıştır. 36 öykü ile anla­ tılıyor. ilk üç ve son dört öyküde, artık dünya ekonomisi üzerinde mutlak söz sahibi olmaktan çı­ kan İngitere'ye bakılıyor. Dördüncü ile başlayan on öykü 1 930'ların Amerikan ekonomisi ve Roosevelt'in "New Deal"ini ele alıyor. Daha sonra "Herşeyden Önce 'İş"' ve bunu izleyen dört öyküde nasyonal sosyalizmin Almanya'sı inceleniyor. ilki "Yüzyıl gerideyiz. Ya On Yılda Kapa­ tırız ya da . . . " başlığını taşıyan on öykü Sovyetler'in ekonomisini, özellikle sanayileşme atılımını ve bununla eşzamanlı sorunlar yumağını tartışıyor. "İstikrar Eşittir Deflasyon" ve sonraki üç öy­ kü de aynı yılların Fransız ekonomisine ve onun kendine özgü senaryolarına ayrılmıştır. Kitabın İkinci Kısmı, 1 920'lerin ve 1 930'ların Türkiye ekonomisidir. 1 2 bölümden oluşu­ yor. Bunlara 12 uzun öykü de denebilir. "Ateşle, Demirle ve Kanla" başlıklı ilk öykü, cumhuriyetin kuruluş yılının ilginç seyri için­ de ekonominin rolünden ne anlamak gerektiğini işliyor. " 1 923 'te Ankara' da Kalmak Ne Demekti, Bilir Misiniz'', 1 920'li yıllarda Cumhuriyet Türkiyesi'nin bir panoramasını çiziyor. " Saklanacak ve Güvenilecek Para Yalnız Türk Parasıdır" , bütçe ve para politikalarını, bunların başlangıcını, gelişme çizgilerini ve getirdiği kurumlaşmaları inceliyor. " Bir Vakitler Şimendiferler, Bankalar, En İyi Tarlalar, Ecnebilerin Elinde İdi" başlığını ta-

önsöz xiii

şıyan öykü, Osmanlı döneminin sonlarında yerli sermayenin benimsediği ve benimsetmeye giriş­ tiği 'milli iktisat' sloganı altında nasıl bir birikim sürecinin başladığını ve bunun genç cumhuriyet yönetimi üzerindeki etkilerini ele alıyor. "Bir Karış Fazla Şimendifer", ilk günlerden itibaren cumhuriyet için hem bir simge değeri kazanan, hem de pratik hedefleri olan demiryolu politikasından kesitler veriyor. "Mustafa Şeref Bey'in Öyküsü: İktisadiyatta Esas Olan, Memlekette İstihsal Kuvvetlerini Yaratmak, Arttırmaktır" , cumhuriyeti iktisat politikalarında kayda değer bir nirengi noktasına getiren, ekonomide devletçiliği berraklaştıran, onun stratejisini ve ilk adımlarını hazırlayıp başla­ tan, sonra çekilen önemli bir kişiliğin ve onun kişiliğinde cumhuriyetin gündeme getirdiği bir po­ litikalar bütününün öyküsüdür. Yedinci öykünün başlığı, "Sanayileşmeyi Hususi Teşebbüslere Bırakırsak En Az İki Asır Daha Bekleriz" dir. Bu özdeyiş, Mustafa Şeref Bey' den sonra gelen İktisat Vekili Celal Bayar'ındır. Burada devletin öncülüğünde 1 930'larda yürütülen sanayi hareketinin nasıl bir organik bütünlğe eriştiğini izliyoruz. Mustafa Kemal'in "Halkımız Yaradılıştan Devletçidir" özdeyişiyle başlayan öykü, ekonomi­ de devletçi modelin kısa sürede ete kemiğe bürünüşünü, kurumsallaşmasını ve işleyişini ele alıyor. "Bir Memlekette Kim Daha Az Kazanıyorsa Dış Açığı O Öder" başlığı altında Osmanlı devletinin son döneminde (ve son otuz yılın Türkiye'sinde! ) ekonominin gündeminde büyük yer tutan dış açık ve ticaret sorunlarının cumhuriyet yönetimince ele alınışı vardır. "Mösyö Müller'in Raporu Ne Oldu Efendiler" , bir önceki öykünün devamı gibidir. Dün­ ya ekonomisiyle ilişkiler, dış borçlar ve yabancı sermaye, Lozan'dan başlayan bir çizginin nasıl ge­ liştirildiğini de sergileyen sorun ve çözüm alanlarıdır. Son iki öykü, "Üreten Köylü Milletin Efendisidir" ve "Toprak İşleyenin", birbiriyle içiçe olan toprak, tarım, köy, kırsallık sorunları karşısında cumhuriyet yönetiminin aradığı, başvurdu­ ğu çözümleri aydınlatmaya çalışıyor. Bir köylüler ülkesinde kurulan cumhuriyetin, 1 920'ler biter­ ken bu sorunlara yaklaşımı ve ne gibi sorunlarla ve hesaplaşmalarla karşılaştığı bu iki öyküde yer alıyor. Kitabın finali "Son Sözler'dir. Kapitalizmin " büyük devletler" e, onların oynayabileceği rollere olan ihtiyacı kitapta işlenmişti. Bu rollerle çeşitlenen, çoğalan (birbirine benzeyen, benze­ meyen) sorunlar ve bunlara kendime özgü çözüm getirebilmek için kapitalizmin yeni (ekonomik ve siyasal) sorunlar yaratma güdüsü ve kapasitesi ve bunun nasıl harekete geçtiği bu finalde kısa­ ca ele alınıyor. Ayrıca, toplum ve ekonomi gündemleri o dönemde " büyük devletler"le değil, bir­ biriyle benzerlikler taşıyan Sovyetler ile Türkiye'nin sorunlara yaklaşımı ve çözüm tarzları " Son Sözler" de yeniden işleniyor. Kitabın yorumları çerçevesinde okuyucunun yararlanabileceği kaynakları uzun tutmayıp, vazgeçilmez ve erişilebilir olanları (olabildiğince) belirtmeyi tercih ettik. "Dizin"in hazırlanmasında da, okuyucuya kolaylık sağlayacak bir sunum düşünüldü. Ge­ nel bir ad dizininden başka " büyük devletler"in her biri ve Türkiye için ayrı ayrı dizinler yapıldı.

xiv önsöz

Böylece para, bütçe, yatırım, tasarruf, istihdam vb. kavramlar ya da politika değişkenlerinin bir­ birinden farklı ekonomi senaryoları çerçevesinde izlenmeleri kolaylaştırılmaya çalışıldı. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde uzun süredir yürüttüğüm, iki dönemlik "Dünya ve Türkiye Ekonomisi ( 1 923- 1 945) ve ( 1 946-20 1 0 ) " başlıklı yüksek lisans ve doktora dersinin malzemesi zaman içinde yenilenerek kitap için ana kaynak oldu. 2004-2005 yılında, bu dersin notlarını akademik disiplin ve titizlikle derleyerek bana aktaran başarılı öğrencim (şimdi öğretim üyesi) Diren Çakmak başta olmak üzere, dersin düzeyini yükselten, içeriğini zenginleştir­ mek üzere içten katkılarını esirgemeyen öğrencilerimin hepsine teşekkür borçluyum. Kitabın kaleme alınmasından başlayarak, son biçimini almasına kadar en büyük katkıyı yapan dostum İlter Ertuğrul'dur. İlter, kitabın tümünü benim el yazımdan klavyeye geçirmek gi­ bi bir yükü uzun süre taşıdığı gibi, bu yükü kendisi daha da ağırlaştırdı: Sahip olduğu dil, kültür ve meslek birikimini seferber ederek, metinde açık seçik olmayan, okuyucunun sıkıntı çekeceği yerlere dikkatimi çekti. Hem düşüncelerin daha iyi ifadesi için, hem de sözcüklerin daha uygun olanlarını bulabilmem için öneriler yaptı. Kitap, İlter'in tükenmeyen özverisi sayesinde, sahip ol­ ması gereken içeriğe ve ifade biçimine kavuştu. Metin, benim için unutulmaz olan bu destekle ki­ tap haline geldi. Şunu ayrıca belirtmem gerekir: Dizin, İlter'in olağanüstü çabasıyla hazırlanarak okuyucuya sunuldu. Dostuma ne kadar teşekkür etsem az olacaktır. Çalışkan dostum Serdar Şahinkaya, hummalı bir çalışmayla ender fotoğraflar ve belgeler buldu, çıkardı ve bir resim arşivi yaptı. Serdar'ın, okuyucuyu metne yaklaştıran bu katkısıyla, ki­ tap bir şekil değil, öz de kazanmış oldu. Teşekkürlerimi yineliyorum. Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye'nin okuyucuya erişme­ sinde, son ve pek önemli aşamada "katma değer" in sahibi sevgili Fahri Aral' dır. Onun, kitabı, bi­ çiminden, dizgisinden başlayıp, kendi arşivinden fotoğraf ve belgelerle bezemesine kadar süren çabası, yani kitabı kitap olarak sahiplenmesi bir basım işinin olağan teknik (ve mükemmel) olu­ şumu ötesinde değer taşıyor. Fahri Aral'ın bu müstesna çabasıyla dostluğumuz pekişiyor. Kendi­ sine ve ekibinin "meçhul askerleri"ne değerli emekleri için teşekkürler borçluyum. 2008'in ilk aylarında başlayan kitabın yazılışı uzun zaman aldı. Başlangıçta ana çizgilerle ve daha çok iktisat bilgisinin kalıpları ile düşündüğüm tasarım yavaş yavaş değişti, genişledi. Mal­ zeme kendi kendini yenilerken, yazara da yeni ufuk açacak biçimde çoğaldı. Bunları zaman zaman dostlarımla konuştum. Hepsi teşvik edici oldu. Kitabı beklediklerini sık sık yineleyerek, bana muhtaç olduğum enerjiyi verdiler. Şükran duyuyorum. En büyük destek ve sabır payı eşimindir. Kitap metni kendi kendini yenilerken gitgide uza­ yan zamanı, Sevim'in müstesna hoşgörüsü ile değerlendirmeye çalıştım. Kızlarım, Umut ve Ayşe­ gül de adeta kanat gererek, çalışabilmem için en güzel ortamı bana armağan etmiş oldular. Min­ nettarım. BiLSAY KURUÇ Ankara, Haziran 2011

Versailles Antlaşması'nın imza töreni.

BİRİNCİ BÖLÜM Eski Fotoğraflar

HA ALTIN, HA STERLİN... ktisat politikası nedir? Ekonomi nasıl bir dünyada şekilleniyor? İpucu çok uzak olmayan bir geçmişin fotoğraflarındadır. 1 920'li yıllarda ekonomi deyince akla gelen şeyler 19. yüzyıl dün­



I

yasının ürünleridir. 19. yüzyıl yeni bitmiştir. Gerçek bitiş tarihi 1 9 14 sayılır. Avrupa'nın siyaseti­ ne ve ekonomisine bir yandan ulus devletin ruhu yerleşirken, bir yandan da enternasyonalleşme o yüzyılda kök salmaya başlamıştır. Düşünceler siyasette Fransız Devrimi ile, iktisatta sanayi devri­ mi ile hamur edilmiştir. Devrimler, yeni birikimler, yeni güçler yaratmıştır. Yeni iddia sahipleri ortaya çıkmıştır. Ekonomide bütün bunlardan süzülen bir bilgiyi bulup çıkartabilirsek iktisat po­ litikası alanına ayak basarız. 1 900'e doğru sermaye birikimi hızlanıyor. Ekonomi fotoğrafları değişiyor: Fabrikalarıyla, demiryollarıyla, madenlerle yeni bir coğrafya oluşuyor. Yeni coğrafyanın aktörleri zenginleşerek para sahibi olanlar (azınlık) ile, mülksüzleşerek ve mülksüz kalarak çoğalan kitlelerdir (çoğunluk). Bu kapitalizm dünyasıdır. Kapitalizmde ekonomi kah genişler, kah daralır. "Genişlemeler" varlıkları ve servetleri biriktirir, büyütür. "Daralmalar" da servetler el değiştirir, kitleler işsizleşir. Bu olup bitenler hakkında özel terimler ve özel bir dil icadederek konuşan tipler; yani, iktisatçı­ lar, 20. yüzyıla girilirken sayıca henüz marifet sahibi sayılacak kadar çok değildirler. Kimler söz sahibi ise onlar (yani, kapitalizmin karar sahipleri) ne aradıklarını, ne yapacaklarını bilirler. Hem ekonomi genişlesin, hem de işler güvence altında yürüsün, istikrar el altında tutulabilsin isterler. O halde, kurallar olmalıdır. Kurallar karar sahiplerini belirsizliklerin riskinden korumak için gereklidir. İş, sistemin "kral "ına aittir. 1 9 . yüzyılda kral İngiltere'dir. Ekonomide düzeni işle­ tenler ticaret ve finans çevreleridir. İngiltere Birinci Sanayi Devrimi'nin sahnesi haline geldikçe, sa­ nayiciler de düzende ön sıralarda yerlerini alırlar.

4 birinci

kısım: büyük

devletler

Dünya düzeninde kral (ya da ağa) olmak para ve iktidardan geçer. İngiltere'nin dünya dü­ zenine Pax Britannica denilmiştir. Türkçesi, dünyayı İngiltere yönetiyor demektir. İngiltere'nin çı­ karlarına ve denetimine göre ayarlanmış bir güven ortamı ana kuraldır. Türkçe karşılığı barış ya da güven ortamı olan Pax sözcüğü, insanın aklını karıştırabilir. Pax Britannica, İngiltere'nin dün­ yaya sunduğu güllük gülistanlık bir düzen sanılabilir. Ağanın pax dediği şey, herkes için güven or­ tamı değildir. Eğer 19. yüzyılın ağası İngiltere'nin arzuladığı ortama göre işleyen bir dünya düzeni için bazı savaşlar ya da savaşçıklar gerekiyorsa, bunlar da İngiltere'nin denetiminde yapılacaktır. İngiliz egemenliği altında yaşayanlar yüzyılın ortalarında 1 45 milyon kişi iken, yüzyılın so­ nunda sayı 345 milyona çıkmıştır! Bu barışta unutmamak gereken önemli güç İngiliz donanması­ dır. Bu sopalı güç güven ortamının "birinci" koşuludur. Para işi ise, daha ince ayar ister. İngiltere 1 700'lerden başlayarak zenginleşmiştir. Zenginli­ ğine istikrar yerleşmiştir. Parasını altına bağlamıştır. Ekonomik gücün teminatı altındır. Altın sto­ ku arttıkça (ekonomiye altın girdikçe) bunun karşılığı olarak para hacmi genişleyecektir. Azalırsa (ekonomiden altın çıkarsa) para hacmi daralacaktır. Temel kural budur. Bunun işlemesi için ülke ekonomisi (savaş halleri dışında) açık vermemelidir. Bu da güven ortamının "ikinci" koşuludur. 1 9 . yüzyılın İngiliz usulü kapitalizminde devlet ekonomide yatırımcı olarak yer almaz; eko­ nominin günlük işlerine karışmaz. Ama, varlığı hep hissedilir. İşler kuralsız değildir. Ekonomide güven ortamı için birtakım kurallar gözetilecektir. Öncelikle bütçe (savaş dönemleri dışında) denk olmalıdır. Hatta fazla verebilmelidir. Eğer sermaye kesiminin kullandığı krediler çok artar da (ser­ maye kesiminde yarattığı açıklarla) sistem mali krize sürüklenirse, tehlikeyi Merkez Bankası ön­ leyecektir. Sıkışanlardan hiç çaresi kalmayanlara kredi veren destek noktası, sistem için de imdat noktası olacaktır. Kitaba göre, bu kurallar gözetilirse istikrarlığa düşülmez. Güven ortamı bozulmaz. Döviz kuru dalgalanmaz. Hatta, değişmez. Enflasyon olmaz. Aslında iş, bu kadar kolay değildir. Kapitalizmin gelişmesi için ekonomisinin genişlemesi nasıl gerekli ise, istikrarı el altında tutabilmek için zaman zaman daraltılacağı da unutulmamalı­ dır. Ekonomi genişlerken artmış olan talebi gerektiğinde bastırmak, daralmayı (deflasyon) yete­ rince uzun tutabilmek de, ekonomiyi yürütme sanatının öteki yönüdür. Daralma işsizler kitlesini büyütür; ücretler (ve maliyetler) düşer. Dünyaya satılan ürünler, başka ülkelerin ürünlerine göre ucuzlamış olur. Satış arttıkça ülkeye altın girer, para bollaşır, iş hacmi ile birlikte iş bulanlar ar­ tar ve kapitalizmde işler böyle sürer, gider. İşlerin tatlıdan acıya döndüğü zamanlarda (yani, ekonominin deflasyonla kısa ya da uzun­ ca süre daraldığı dönemlerde) acının bedelini ödeme yükümlülüğü emekleriyle geçinenlere, kitle­ lere düşer. Bugünün deyişiyle, uyum sorunu onların sorunudur. Uyum demek, öncelikle iş hacmi­ nin daralmasına, işyerlerinin kapanmasına, işsizliğin artmasına, ücretlerin düşmesine uyum gös­ termek demektir. 1 800'lü yıllarda halkın büyük çoğunluğu karar aleminden uzaktır, siyaset dışındadır. Ne olup bittiğini bütünüyle kavrayamaz, sesini duyuramaz. Kapitalist ekonominin bu demir çembe-

birinci bölüm: eski fotoğraflar 5

rine tepki göstermesi düşünülemez. O günlerin iktisatçıları için işsizlik diye bir kavram yoktur! Bunun yerine yoksulluk, tembellik, sefalet gibi deyimler tercih edilir! Düşünceler ve kavramlar, sistemin güven ortamına uygundur. Bu dünya sisteminin sahibi, mükellefi, işleticisi olan İngiltere yalnız değildir. 1 870'ten son­ ra, öteki büyük devletler de birer birer bu özel iktisat politikası disiplinine katılırlar. Devletler o günlere kadar hem altın, hem de gümüş esasına dayanan resmi para birimlerini artık sadece altı­ na dayandıracaklardır. Böylece adeta bir "altın kulübü" oluşur. Bu bir büyük devletler kulübü­ dür. Ulus-devletin oluşumundaki mantık, devletin para biriminin "tek" esasa dayanması ve "güvence"ye alınmasıdır. Altın'ın tek rezerv para gibi kabulü, ödeme işlemlerini sadeleştirerek ticareti kolaylaştırır ve körükler. Dünya, öncelikle sistemin kralı (ağası) bakımından bu sayede " büyük ve yekpare bir potansiyel" olarak görülebilir. Dünya nimetlerine erişme arzuları büyür. El koyma niyetleri artar. Para sisteminin altın esası sayesinde hem güvenceye alınması, hem de "otomatik işleyen" bir me­ kanizmaya bağlanması, devletlerin aralarında bir tür işbirliği yapılmasını zorunlu kılar. Ama, sis­ temin sahibi, sistemin işleyişinden kazanmalıdır. İngiltere'nin önceliği ticarettedir. Ticareti şah­ landırarak kazanır (Küçük bir adadan dünyayı yönetebilmek için mutlaka ticaretin sahibi olmalı­ dır). Arzuladığı ortam tam serbestliktir (laissez-faire). Paradaki işbirliğinin yarattığı kazanma şan­ sı, ticaretteki serbestlikle gitgide artacaktır. Ticaret ve finans çevreleri ha bire genişlettikleri piya­ salar sayesinde uluslararası serbestleşmenin avantajını kullanırlar. Kendi paylarını büyütürken, serbestleşmenin önderliğini ve sözcülüğünü üstlenirler. Kazanç büyüdükçe, piyasa kavramı kut­ sallaşır. Ticaretin ve sermaye akımlarının serbestliği ile para yönetiminin disiplini birbirini tamam­ lar. Gerektiğinde genişleyen, gerektiğinde daralan piyasalar bu bütünleşmeyi sağlarlar, buna göre işlerler. Altın Kulübü'nün para birimlerini tek esasa (standarda) bağlayan sıkı disiplini döviz kur­ larının sabitliği ile yürütülür. Diğer şeyler, bu sabitliğe göre ayarlanır. Çünkü, kapitalizm geliş­ mek için dünya ticaretinin gelişmesine muhtaçtır ve döviz kuru çok önemli bir maliyet/fiyat unsu­ rudur. Kurda belirsizlik göze alınmamalıdır. Sabitlik kutsallaştırılmalıdır (Bugün buna çıpa -anc­ hor- diyorlar). Altın sistemi, bunun güvencesidir. Altına (ve sisteme) el basmak şarttır. Bu fotoğrafların arkasını çevirince sermaye ile karşılaşılır. Sistemin sırrı da buradadır: Dö­ viz kurlarını sıkıca bağlarken, sermayenin bağları çözülmelidir. Sermayenin önü açık olmalıdır. Her yere girip çıkabilmelidir. Altın pranganın disiplini ve İngiliz donanmasının gücü, sermayenin dünyayı serbestçe dolaşabilmesini sağlayacaktır. Sermaye dünyayı dolaştıkça her şeyin piyasasını oluşturacak ve yeni kazanç kaynakları da yaratacaktır. 1 800'lerin ikinci yarısında ticaretle birlikte sermaye akımları da hızlanır, yaygınlaşır. Ser­ maye artık "dünya gezisine" çıkmıştır. Gezdikçe, sahiplerinin servetini büyütür. Değeri az sayılan şeyler, değerli mülk haline gelir. Mülk, mülke eklenerek büyür. Sermayenin akışı, her yerde yeni borçlular ve yeni alacaklılar yaratır. Bunlar, hep "altın" sisteminin güvenceli şemsiyesine sığına­ caklar ve korumaya alınacaklardır.

6 birinci kısım: büyük devletler

Bu şemsiye altında başta İngiliz sterlini olmak üzere büyük devletlerin paraları altın kadar sağlam sayılmaktadır. Önemli nokta şudur: Londra'nın City bölgesi dünya sermayesinin idare merkezidir. Öteki devletler ve finansçılar, sermaye rezervlerini City'e emanet ederler. Mali işleri­ ni City'ye yaptırırlar. İngiltere Merkez Bankası (Bank of England) dünyada faiz oranlarının yüz­ de kaç olacağını belirleyen, paranın akışına yön veren "kaptan"dır. Sterlin üzerine yazılı senetler dünyanın her yerinde kabul görür ve para gibi kullanılır. Bunların faizleri de Londra'dan ayarla­ nır. Yani, İngiltere dünyanın hem fabrikasıdır, hem de bankasıdır. Sermayenin dünya gezisi, bu senaryo içinde hızlanarak sürer. Kısacası, bu özel disiplin içinde İngiltere fiilen dünya sisteminin "kreditörü"dür. Sistemde­ kilerin finans gereksinmelerini karşılama görevi önce onundur. Altın standardı (esası) da aslında "sterlin sistemi" demek olur. Sistem geliştikçe (yani, sermaye dünyayı dolaştıkça ve dolaşarak rant yaratıp bunları topladıkça) İngiltere dünyanın "rantiye" ekonomisi haline gelmeye başlaya­ caktır. 20. yüzyıla böyle girer. BİR ZAMANLAR BİR BISMARCK VARDI 2 1 . yüzyıl ekonomisine şekil veren ve Türkiye için de çerçeveler çizen dramlarda Almanya'nın özel bir yeri var. Almanya özel bir ülkedir. Sanki tarih, son yüzyıllarda uzun duraklamalar ve an­ lık hızlanmalarla Almanya'yı 20. yüzyıl sahnesine çıkması için hazırlamıştır! 1920'lere biraz geri­ den bakınca bu daha berrak görülebilir. Avrupa'da, 1 648'den başlayarak güçlü devletlerin ötekileri denetim altında tuttuğu bir dü­ zen kurulmuştur. Avrupa'nın farklılığı buradadır: "Ötekiler" denetimde tutulmaktadır! Deneti­ min bir ana sözleşmesi vardır: 1 648'de bu Vestfalya Antlaşması'dır. Denetimde tutulacak ülke, Almanya'dır. Burası, prensliklerden (prens devletçiklerden) ve küçük serbest kentlerden oluşuyordu. Prensliklerin aralarında bir ortak bağ yoktu. Bir imparatorun çıkıp (merkezi) güç kazanmasını da istemiyorlardı. Avrupa'nın güçlü devleti ya da devletlerinin denetimini tercih ediyorlardı. Güçlü­ lere boyun eğerken, kendi halklarına karşı zalimdiler. Küçük küçük parçalardan oluşan bu yapı, 1 648 'den sonra 150 yılı aşkın süre dış güçlerin denetiminde kalır. Alman ülkesini siyasette zayıf ve iddiasız bırakır. Ama, "özel bir ülke" olması­ nın zeminini hazırlar. Gün gelir, küçük parçalardan biri öne çıkar, egemen olur, öteki parçaları biraya toplar (Al­ man Konfederasyonu) ve Almanya'nın iddialı devlet oluşunun harcını hazırlar: Prusya. Toparlan­ ma ve şekillenme Prusya'nın özelliklerini taşıyacaktır. Bir Alman modeli yaratan Prusya, eserine kendi özelliklerini katacaktır. Öyle ki, Alman ülkesi dışında da bu model etkiler yapacaktır. Prusya, Almanya'nın doğusunda büyük toprakların sahibi bir sınıf (Junkerler) sayesinde varolmuştur. Ülke yoksuldur, geridir, ama Prusya iddialıdır. Büyük devlet olmak ister. Adeta yok­ tan varoluşundaki büyük isim, kırkaltı yıl hüküm süren Büyük Frederick'tir ( 1 740-1786). Prusya'da farklılık ve özellik şuradadır: Junkerler, İngiltere ve Fransa'nın toprak sahipleri-

birinci bölüm: eski fotoğraflar 7

ne benzemezler. Hazır yiyici beyler değillerdir. Kendi bü­ yük topraklarında kapitalist çiftçilik yaparlar. Vaktiyle zapt ettikleri Slav toprakla­ rında oraların insanlarını, bir kapitalist ruhu ile sömür­ gelerdeki işçiler gibi çalıştı­ rırlar. Ama, topraksız kalmış köylülere toprak vermek, onları bağımsız çiftçi yap­ mak gibi niyetler taşımazlar. Siyasal güç de, askeri güç de Junkerlerdedir. Oto­ riterdirler. Batı Alman kent­ lilerine benzemezler. Onların kültürel aydınlanma ve dü­ şünce özgürlüğü merakı Jun­ Otuzyıl Savaşlar'nı sona erdiren Vestfalya Andlaşması (1648), kerlerde doğmamıştır. Siya­ ulus devletler Avrupa'sına giden yolun başlangıcı oldu sal sistemi demokratlaştır­ (Kaynak: National Gallery). mak gibi bir tasaları yoktur: Devletin kadroları ve işleyişi onlardan sorulur. Prusya, Junkerler sayesinde devlettir. Avrupa'da tarih 1 848'de birden hızlanır. Paris'te, Viyana'da, Berlin'de birkaç ay ara ile devrimler olur. Avrupa'da büyük devletlerin denetimini pekiştirmiş olan 1 8 1 5 Viyana Kongresi düzeninin otoritesi yok olur. Ama, yerine bir şey gelmez. Ortaya çıkan güç boşluğu şüphesiz dol­ durulacaktır. Kim (kimler) dolduracaktır? Bu ciddi bir tarih sınavıdır. Alman orta sınıfı güçsüzdür. Siya­ sal istekleri belirsizdir, zayıftır. Bu güçsüzlük, denetim altında geçmiş ikiyüz yılın mirasıdır. Bu noktada Prusya'nın Junkerleri hamle yapar; Almanya'ya ve Orta Avrupa'ya siyasal önderlik için işe el koyar. Almanya'nın kaderini artık Prusya ve Junker'ler çizecektir. Prusya'nın denetiminde­ ki Alman Konfederasyonu'ndan ve yine onun gümrük birliğinden bir yepyeni birlik projesi doğa­ caktır: Alman Birliği ya da İkinci Reich (İmparatorluk) . . . Geçmişin bu kısa öyküsü, bize şunun için gereklidir: Alman Birliği'nin oluşumu 20. yüzyıl­ da birçok şeyi kavramamıza yardımcıdır. Anahtar, Prusya'dır. Siyasal enerjisi, bir benzeri olma­ yan "kapitalist çiftçi " sınıfının öncülüğünde oluşmuştur. Bu, Almanya'yı vücuda getirmenin "ol­ mazsa olmaz "ıdır. İşe el koymayı bilen siyasal lider de Junkerlerden çıkmıştır: Prens Otta von Bismarck. Tarih hızlanırken, onun çıkışı bir başlangıç noktası yaratır. Almanya'da, kendisini ikiyüz yıldır denetle-

8 birinci kısım: büyük devletler

yen büyük devletlere yetişme ve onları geçme arzuları büyür, ete kemiğe bürünür. Bismarck bunun simgesi ve lideri olur. Büyük işlerin laf ebeliğiyle değil, kanla ve demirle çözülebileceğini söyler. Modelin omurgası, 1 860'larda kanla ve demirle desteklenir ve 1 8 7 1 'de yerine oturur. KÖMÜRLE VE DEMİRLE Avrupa tarımı 19. yüzyılın ikinci yarısında en hızlı teknik gelişmesini Junker çiftliklerinde yaşar. Pratik bir akılcılık orada her şeye egemendir. Bu topraklarda yılda yüzbin, hatta iki yüz bin ya­ bancı işçi çalıştırılır. Tarım araçları yenileştirilir. Rotasyon yapılır. Ürünler çeşitlendirilir. Çiftçi dernekleri kurulur, tarım fuarları örgütlenir ve Junker'ler dünya buğday fiyatını belirleyen bir ka­ pasiteye erişirler. Yine aynı dönemde, "öteki" köylüler de küçük mülk sahibi olma, yani, yurttaş olma hak­ kını elde ederler. Toprak hakları yeniden düzenlenir, yaygınlaşır. Bu Alman Birliği'nin sağlam ayaklar üzerine kurulacağının işaretidir. Kapitalist çiftçinin yanı sıra özgür çiftçi de sahnede yeri­ ni almaktadır. Bu çiftçi için 1 850'lerden başlayarak tarım okulları, 1 8 70'lerde kış okulları açıl­ mıştır. 1 8 90'larda çiftçi çocukları ve ilköğrenim düzeyindeki tarım işçileri için (enstitü gibi) yatı­ lı kış okulları kurulur ve sayıları on yılda ikibini aşar. Eski bir asker (Raiffeisen) 1 850'ye doğru değişik bir şey filizlendirmiştir: Köy kooperatif­ çiliği ve bankacılığı. Küçük ('özgür') çiftçi, bilgisi arttıkça bu yeni "şey"i büyütür. Böylece tefeci­ den kurtulur. Yem, gübre, vs.'nin kolektif stoklanmasıyla zor yıllarda soluk alabileceğini görür, anlar. Köy kooperatifçiliğinin üye sayısı, 1 9 14'te altı milyonu bulur. Artık, tefeciye muhtaç köy­ lü pek kalmaz. Tarımdaki tablonun değişmesi Birinci Sanayi Devrimi'nin itici gücü olan demiryolları ile etkilenmiş, hız kazanmıştır. Amerika görmüş iktisatçı Friedrich List oradan dönüşünde, 1 833'te "Alman sisteminin temeli Anglo Sakson demiryolu sistemi olmalıdır" demişti. Ayağının tozuyla ve müthiş bir öngörüyle bir de şema çizmişti: Tümü Berlin'den çıkan (ya da orada birleşen) bir de­ miryolu hatları ağı. List ne çizmişse, sonraki yirmi yılda aynen onlar yapılacaktır! 1 840'ta, doğu­ ya ray çekmek istemeyen özel yatırımcının yerini devlet alır. Yapılan Ostbahn (Doğu demiryolla­ rı) sayesinde Junker'ler ürünlerini her yere ve dünya pazarlarına ulaştırarak zenginleşirler; çıkar­ ları devletinkiyle özdeşleşir. 1 9 . yüzyıl ortalarında demiryolu çağın hummasıydı. Yapımcı şirketler tasarruf sahipleri­ nin çekim merkezleriydi. Sermayeyi ve emeği bu yeni icada yapılan yatırımlar hareketlendirdi. Ekonomiyi ve toplum coğrafyasını yeni baştan düzenleyen bir hareket sistemi ortaya çıktı. Za­ man kavramı değişti, disipline bağlandı. Yeni çıkarlar oluştu, büyüdü. Demiryolları, ekonomi ile siyasetin içiçe yürüdüğü en somut alan oldu. Sanki, Alman Birliği için ısmarlanmış bir icattı! Al­ man demiryollarının uzunluğu, 1 9 1 4'ten önce altmışbin kilometreyi geçti. Bunun üçte ikisi, Prusya'ya aitti. Demiryollarının sanayi ile buluşması üretim dünyasında devrim yarattı. Almanya 1 840'a kadar günün sanayi devrimi ile temas edememişti. Köylüler ülkesiydi. Bir hükümet merkezi yok-

birinci bölüm: eski fotoğraflar 9

tu! Demiryolculuk, Ruhr bölgesinin gelişmesiyle Almanya'yı kömür madenciliğinde kısa sürede başa güreşen ülke yaptı. Kömür, Alman sanayileşmesinin merkezi oldu. İktisatçı Keynes, "Alman İmparatorluğu kan ve demirden çok, 'kömüre ve demire dayana­ rak' kuruldu" demiştir. Almanların geleneksel metalürji bilgisi demiryolu çağıyla büyük dönüşüm geçirdi. Almanya 1 8 80'den sonra demir-çelikte tüm rakiplerini geride bıraktı, efsane oldu. Mühendislik sanayileri, özellikle makine imalat, demir-çelik ile birlikte koşar adım gelişti. Amerika'yı taklit etmek, yakalamak ve geçmek Almanlar için değişmez hedef oldu. 1 870'te, Fransa'yı bozguna uğrattıktan sonra savaşın değerlendirmesini yaptılar ve kendi tüfek modelleri­ nin eskimiş olduğuna karar verdiler. Model yenilemek için Amerika'dan " anahtar teslimi " fabri­ kalar alıp imalatta büyük hamle yaptılar. Silah imalatında birbiri yerine konulabilir parçalar ya­ parak standardizasyon çağına girdiler. "Loewe Normları"ndan, bir ulusal standartlar sistemine (DiN) yürüdüler. DiN Alman sanayiine büyük rekabet üstünlüğü kazandırdı ve dış piyasalar Al­ man mamullerine gitgide bağlandı. Almanlar, Amerikan teknolojisinin hayranı idiler. 1 8 70'ten sonra otuz yıl Amerikan maki­ naları " birebir" kopyalandı. Ama, burada ilginç ve yeni olan bir şey vardı: Almanlar üstün düzey­ de bir bilim ve teknik ordusu yetiştiriyorlardı. Bu kadrolar teknik sorunları çözmekte eşsizdi. Amerika'nın düzeyini aşmayı da onlar becerdi. Demiryolu inşa humması ile içiçe geçen sanayi bil­ gisi takım tezgahlarından başlayıp ağır mühendislik ürünlerine doğru yöneldi. Lokomotifler, ge­ miler, gemi motorları ve benzer teknik griftlikteki yeni ürünler, kısacası teknoloji yoğun yatırım malları artık Alman sanayiinden soruluyordu. Almanya, 20. yüzyıla böyle giriyordu. Alman sanayiinin bu büyük atılım dönemi, özellikle iki sektörün öyküsüyle çarpıcı biçim­ de anlatılabilir: Elektrik ve kimya. Elektriğin üretimi ve sınaileşmesi, kentlerin hastane, okul, yol, kanalizasyon gibi altyapı gereksinmesiyle büyüdüğü zamana rastladı. Bunlar, o güne kadar olma­ yan yepyeni iş alanlarıydı. İki sektörün yarattığı şirketleşmeler elektrik santralleri, aydınlatma ge­ reçleri, tramvaylar gibi yeni ürünler ve yeni hizmetlerle gelişti. Buralara su gibi para aktı. Şirket­ ler kıyasıya rekabet ettiler. Sonunda, ikisi, ötekileri alt etti: Siemens ve AEG. 20. yüzyıl başında iki şirket Alman piyasasına egemen oldular ve dünya devlerine katıldılar. Kimya, Almanların elinde yepyeni bir sektör olarak gelişti. Özellikle boya ve ilaç sanayiile­ rinde kısa sürede büyük yol aldılar. Aspirin gibi yepyeni bir icattan, ikibin çeşit boyaya kadar yep­ yeni ürünler çıkardılar. Bilimsel ve teknik eğitimdeki üstünlüklerini sanayi üstünlüğüne çevirdiler. 1 9 14'ten önce dünya üretiminde payları büyümüştü. Burada başa dönersek şunu görebiliriz: Bismarck'ın (Prusya'nın) yükselişi 1 850'lerde baş­ layan büyük sanayi, finans ve ticaret dalgasına oturmuştur. Bismarck'ın ustalığı "güç dengesi"ydi. O, Avrupa'nın boşluk barındırmayan siyasal güç dengelerini denetimde tutma)la girişmişti. Gü­ nün yeni ekonomisinin yükselen güçlerine dayanarak bunu yapabileceğini görmüştü. Siyasal gü­ cünü, Junker'lerin yanı sıra Almanya'nın "Birlik" ile içiçe yükselen burjuvazisi ile pekiştirdi; ama bu yeni burjuvaziye teslim olmadı. Almanya'nın yeni sanayi ve finans burjuvazisi ise dünyada en büyük kim ise onu yakalayıp

10 birinci kısım: büyük devletler

geçmek istiyordu. Bismarck'ın modeli, 1 890'dan sonra bu burjuvaziye dar geldi. Bismarck'ın ha­ sadı 20. yüzyılın ilk yarısında, ama acılı ürünleriyle ortaya çıkacaktır. KARTELLER Almanya'nın 20. yüzyıla doğru gitgide hızlanan sanayi koşusunda parola, bir Alman araştırıcıya göre, "yurtiçinde tam işbirliği, dışarıya karşı kıyasıya rekabet"tir. Seçkinlerin, güçlü bir sanayi ül­ kesi yaratma arzularının bir formülüdür bu. Toplum da bu arzuyu benimsemiş, bunun gerekleri­ ni kabullenmiştir. Formülün örgütü kartellerdir. İçeride, gitgide büyüyen ve devleşen şirketler piyasaları pay­ laşırlar. Demir-çelikten kimyaya kadar, birbirlerinin piyasa paylarına dokunmamayı kural sayar­ lar. Buna göre düzenlenen mevzuat bu kabulü yasallaştırır. Şirketler aralarında yasal deyişiyle çı­ kar toplulukları (IG'ler) kurarlar. Karlar, üretim alanları, piyasa payları üzerindeki uzlaşmanın hukuk kalıpları yaratılır. Rakiplerin geri kalmışlığını sürdürmek, zayıfları yutmak, teknolojiyi sır olarak saklamak bu mutabakatın gereğidir. Almanlar 20. yüzyıla doğru koşarken, bu mutabakat ve örgütlenme modelini sanayide ba­ şarının esası saymışlardır. Kartellerin oluşturulması büyük iştir. Şirketler arası müzakerelerde ve mevzuat düzenlemekte uzmanlaşan hukukçu kadroları, teknik çözümlerin usta sahibi mühendis­ lerin ağır bastığı yönetim kademeleri ve " dediğim dedik" kültürünün simgesi "şef" tipi yönetici­ ler bu bütünlük içindeki yapının vazgeçilmez parçalarıdır. İngiliz ve Fransız kapitalizmlerinde de büyük şirketler hep dirsek temasındadırlar. Birbiri­ ni gözeten anlaşmalar yapmışlardır. Ama, kartel Almanya'da işadamının mizacına " birebir uy­ muştur" . Almanlar bunu akılcı ve güçlü örgütlenmenin esası saymışlardır. Ekonominin dokusu­ nu böyle örmüşlerdir. 1 850'lere kadar Alman ülkesinin bir şirketler mevzuatı yoktu. Alman sermayesi örgütlen­ mesini, 1 880'den 1 914'e kadar uzanan yıllarda tamamladı. Büyüyen şirketlerde bir araya geldi ve devletin Avrupa politikasında söz sahibi olmaya koyuldu. Bismarck'ın "denge" sine sığmamaya başladı. O dönem, sermayenin ilk büyük dünya gezisini yaparken (küreselleşirken), bir yandan da tekelleştiği büyük şirketler çağı açılıyor; o çağ, dış ticarette de korumacılık çağını açıyordu. İngiltere'nin dünya egemenliğinin kolonlarından biri olan ticarette serbestlik dönemi kapanma­ dan, sermaye, daha çok güçlenebilmeyi korumacılıkta aramaya başlamıştır! Amerika'da 1 890'larda ön alan korumacılığın Avrupa' da da yandaşları vardır (Alman ik­ tisatçı List bu yandaşların öncülerindendir). 1 8 90'lardan sonra, Alman piyasasında kartellerin ya­ rattığı yüksek fiyatları, yüksek gümrük tarifelerinin yarattığı yüksek fiyatlar "çift dikiş" gibi ta­ mamlar. Tüketici, bunları ödemeye razıdır. Almanlar bütün bunları bir ulusal model olarak ka­ bul etmişlerdir! Büyük şirketler çağında cirolar, katlana katlana artar. Şirketler, ülkelerin ekonomilerini de birbirine eklemleyeceklerdir. Anonim şirket hisselerinin bir ülkeden ötekine kolayca transferi sağ­ lanır. Ve ülkeler birbirlerinin kaynaklarına sahip olmaya başlarlar. Güçleri ölçüsünde!

birinci bölüm: eski fotoğraflar 11

1 890'lardan sonra ülke içi kartel anlaşmaları şirketlere yetmez. Çeşitli uluslararası şirket an­ laşmaları doğmaya başlar. Anası babası farklı ülkelerden yavru (büyük) şirketler doğar. Dünya pi­ yasaları paylaşılır, fiyatlar bağlanır. Ticaret yolları bölüşülür. Ticaret birörnek usullere oturtulur. Şirket yasaları birörnekleştirilir. Dünya, bu ilk küreselleşme deneyimini büyük güçlerin birbirlerini gitgide bir mücadeleye çektikleri seyir içinde yaşanmaktadır. Uluslararasılaşmanın atardamarların­ dan biri budur. 20. yüzyılın başlarında, uyumsuzluğu içinde büyüten bir dünya oluşmaktadır. VE BANKALAR... 20. yüzyıla girerken Almanya fotoğrafı şunu gösteriyor: "Kartel hareketi, büyük ölçüde bankala­ rın işidir." Arkada ise finans çevreleri vardır. Bankalar, 1 850'den sonra sanayi projelerinin finansmanı üstlenmişlerdir. Çıkarlarının ete kemiğe büründüğü sanayi işlerini rekabetten korumuşlardır. Sanayiciler, banka yönetim kurulla­ rında yer alırlar. Daha önemlisi, bu ilişkinin tersidir: Bankacılar, şirket yönetimlerine egemendir­ ler; sanayii kontrolde tutarlar, ona kol kanat gererler. Tablo, 1 9 1 4'te önce gitgide berraklaşır. Bü­ yük bankaların kendi sanayi bölgeleri, hatta ülkeleri vardır: Krupp'un çıkarlarını korumak Dres­ dner Bank'ın işidir. Osmanlı Devleti ile ilgili işler Deutsche Bank'tan sorulur! Aslında, Almanya'da bankacılık geç gelişmiştir. Para basma imtiyazına sahip Prusya (Mer­ kez) Bankası 1 846'da kurulabilmiştir. Bankacılık, 1 8 70'lerin başlarına kadar ergenlik dönemin­ dedir. Bunlar, gevşek ve disiplinsiz finans yıllarıdır. Banknot çıkarma yetkisine sahip otuzüç ban­ ka vardır! Avrupa'nın finans ve sanayi geçmişinde bir dönüm noktası, 1 848'de Kaliforniya'da ve 1 85 1 'de Avustralya'da büyük hacimde altın keşfedilmesidir. "Altına hücum" Avrupa'ya hesapta olmayan bir likidite artışı getirir. Herkes tokat yemiş gibi olur. Keşif, bir ekonomik enerji yaratır. Yeni harcama yolları açılır. Finans aleminde yeni kurumlaşmalar ve ürünler peydah olur. Speküla­ tif kuruluşlar türer ve boy atar. Artan likidite yeni borçlanmaları teşvik eder. Yeni krediler, sana­ yii uyaran etkiler yapar. Almanya'da fabrika bacaları mantar gibi bitmeye başlar. 1 848 Devrimi'nin fırtınasından sonra iş dünyası altın hummasının yarattığı likidite bolluğu sayesinde kendine güve­ nini tazeler (Dünyada altının -ve likiditenin- bollaştığı o yıllar Bank of England'a altın rezervinde ciddi artış getirmesi yanında, İngiltere'ye dış ticareti olabildiğince serbestleştirme, çeşitli devletleri borçlandırma ve dünya gücünü pekiştirme şansını vermiştir). Finans sermayesi güçlenmezse, sanayinin gelişme şansı sınırlı kalır. Finans olmazsa olmaz. Bunun kaynağını kısa yoldan sağlayabilecek olan şey, savaştır. Savaştan sonra Alman modeli ken­ di finans zeminini yaratacaktır. İstenen ve beklenen savaş 1 8 70'te düzenlenir. O yılın Temmuz'unda, Alman Birliği kuru­ labilmek için muhtaç olduğu büyük kaynağa, savaşta, Prusya'nın Fransa'yı bozguna uğratması ile kavuşur: Eli kolu bağlı Fransa, 1 871 'in Şubat'ında Prusya'ya beş milyar altın frank savaş tazmi­ natı ödemeyi kabul eder. Sonraki iki yılda bunu öder. Bu, Alman sermayesi için, 1 850'lerin altın hummasından sonraki büyük ve özel ödüldür. Hesapta olmayan bir tür ilk birikimdir.

12 birinci kısım: büyük devletler

Alman Birliği'nin İmparatoru bu özel kaynak sayesinde taç giyecek, o sayede Birlik altın cinsinden tanımlanabilen bir para birimine (mark) sahip olacak ve altın para standardına geçecek­ tir. Yine bu sayede Prusya Bankası, Birlik Merkez Bankası'na (Reichsbank) dönüşecektir. Bütün bunlar yeni burjuvazinin güçlü istekleriyle birebir örtüşmektedir. Para birliği siyasal birliğin "ol­ mazsa olmaz" ıdır. Alman kapitalizmi sağlam zeminde gelişmek için tek para birimine ve bunun merkezi finans otoritesine gerek duymaktadır. Kapitalizm, kendi para sistemini öncelikle ve mut­ laka güvenceye almalıdır. (Savaş açıp, kazanıp yüklü tazminat almanın ve böylece sistemi sağlam­ laştırmanın geçmişi eski çağlara dayanır. 20. yüzyılı etkileyen klasikleşmiş örnek ise, Fransa ile Prusya -ya da Almanya- arasındaki savaşlardır. Napolyon, 1 806'da Prusya ordusunu Jena'da alt edip bir milyar frank tazminat almıştı. Prusya bundan sonra cehennem hayatı yaşamış, köylüsü tohum yemişti. 1 8 1 5'te Waterloo yenilgisiyle Napolyon dönemi kapanınca, bu kez Prusya Fransa' dan 700 milyon frank tazminat aldı ve toparlandı. 1 8 71 'den sonra, Alman Birliği karşısın­ daki ağır ödeme yükümlülüğü Fransa'ya sıkıntılı yıllar yaşattı. Rövanş tutkusu iki tarafta da hep canlı, diri kaldı. Yıkıcı çekişme ancak 1 940'lı yılların sonlarında yerini daha sonra bugünkü Av­ rupa Birliği'ne uzanan işbirliğine bırakacaktır.) Alman gelişmesinde zincirin büyük halkası "büyük bankalar" dır. Deutsche ( 1 8 70) ve Dre­ sdner ( 1 8 72 ) yüklü savaş tazminatının gürbüz ürünleri olarak doğdular. Bunlar olmaksızın Al­ man kapitalizmi olmazdı. 1 908'de, Dresdner Bank'ın yöneticisi Bay Schuster durumu veciz biçim­ de özetlemişti: "Almanya'da bankalarımız sanayicileri besleyip geliştirerek İmparatorluğun gelişmesini üstlendi­ ler. Gelişmenin gerçek başlangıcı 1 871 'dir. Büyük bankalarımız o yıldan başlayıp örgütlenmişler­ dir. Elde edilen sonuç ve başarı herhangi bir kurumdan önce onlara aittir."

"KOPENHAG'LAŞTIRILMALIDIR! " İngiliz kapitalizmi 1 9. yüzyıl başlarında Hindistan ile daha çok meşgul olmaya başlamıştı. Sonra, bir dominyonlar ve sömürgeler sistemi oluşturma stratejisini benimsedi; Kanada'ya, Avust­ ralya'ya, Afrika'ya, Pasifik Adaları'na, yakın ilgi gösterdi. Bu yeni ve aktif ilgi, İngiliz kapitaliz­ minin yapısında dönüşüm yarattı. Emperyal döneme giriliyordu. Emperyal dönemin ilk itici güçleri kabına sığamayan ve bir devrim yaratan sanayi ile ser­ bestlik bayrağını eline alıp dünyada kendisine pazarlar açan ticaretti. Sömürgecilikteki emekle­ me döneminden emperyal döneme, İngiltere, bu iki güçlü ayakla yürüyerek girdi. Bu yapı, İngi­ liz devlet gücünün geleneksel sömürgeci eğilimiyle hamur oluyordu. 1 8 70'lerde başlayan em­ peryalizm çağında bunlara artık finans boyutu ekleniyordu: Sermayenin dünya gezisi sermaye ihracını gerçekleştiriyor, böylece, dünyanın o güne kadar açılmamış bölgeleri uygarlığa katıla­ biliyordu! İngiltere'nin yanı sıra, onu yakalayıp geçmek (büyük olmak) isteyen devletler de, o çağda bu yarışa yavaş yavaş katıldılar. Dünya, henüz adı konulmayan ilk küreselleşmeyi yaşa­ maya başladı.

birinci bölüm: eski fotoğraflar 13

Emperyalizm, sermayenin dünya gezisi sürdük­ çe kendisine yeni açılan ülkelerde varoluşunu ve gücü­ nü derece derece gösteriyordu. Bunun bir şekli başta demiryolları olmak üzere altyapı yatırımlarıydı. Bun­ lar karlıydı. Sermayenin hareketi ve ticaretin kolaylığı için bir ulaşım şebekesi yaratıyorlardı. Bu emperyaliz­ min resmi olmayan yoluydu. Bir başka yol, aynı ülkelere borç vererek şekille­ niyordu. Açık vererek borçlanan, borçlandıkça açığını büyüten ve gitgide finans zaafiyeti hastalığına tutulan ülkeler için borç konsorsiyumları kuruluyor, sonra bunlar kurumlaştırılıyordu. Zaafiyetin son aşaması bu ülkelerde mali yönetimin ele geçirilmesiydi. Bu emper­ yalizmin yarı resmi yoluydu. Bir yol da, ilhak ya da doğrudan işgaldi. Yani, resmi emperyalizm. İngiltere ve büyüklük mücadelesi­ ne girişen devletler 1 8 80'den sonra Afrika'yı böyle paylaştılar. İlk ve ikinci yollar, Osmanlı Devleti'nin 1 8 50'den sonraki yarım yüzyılında en geliştirilmiş Prusyalı bir Junker olan ve Alman Birliği'ni projelerini yarattı. Doğrudan işgal ise, özellikle 1 9 1 4'­ (1871) "demirle ve kan"la kuran ten 1 920'ye uzanan yıllarda bir kıyamet gibi yaşanarak Otto von Bismarck (1815-1898). öğrenildi. Sömürgeci genişleme döneminde İngiltere en çok Fransa ile, yani, kendisinden sonraki en aktif sömürgeciyle çekişmekteydi. Ancak, emperyal dö­ neminde 20. yüzyıla girerken artık asıl hasmı Almanya olacaktır. Çünkü, boynuz kulağı geçmek istemektedir! Yüzyıl boyunca atılgan (ya da saldırgan) bir sömürgeciliğe yönelen İngiltere, Avrupa'nın büyük devletlerinin kıtadaki oyun kurgularına pek sokulmak istememişti. Bu kurguların sunduğu rollere istekli olmamıştı. O devletlerle pek yakınlaşmamıştı. Avrupa sahnesine mesafeli durmuş­ tu. 20. yüzyıla girerken, İngiltere bu duruşunu değiştirmeye başlayacaktır. Daha aktif olacaktır. Fransa'nın geçirdiği değişiklikler de bunu kolaylaştıracaktır. 1 8 70'te maddeten ve manen çöken ve yalnız kalan Fransa, ancak 1 890'da, Bismarck'ın ayrılmasından hemen sonra Rusya ile (yani, Bismarck'ın eski müttefikiyle) ittifak yaparak yalnızlıktan çıkacaktır. Almanya ise, Bismarck'tan sonra, İngiliz burjuvazisinin kendisine ait saydığı pazarlara yer­ leşmeye koyulmuştur. 1 8 92'de Bağdat demiryolu projesine girişmiştir. Daha önemlisi, 1 8 95'te donanma kurmaya başlamıştır. Bu ne demektir? Bunlar küresel rekabet, daha doğrusu hasımlık işaretleridir! Soruyu sorar­ ken dehşete düşenlerin başında İngilizler geliyordu. Yayılmacılığa girişen Almanya'nın ekonomik

ıı. birinci kısım: büyük devletler

gücü İngiliz burjuvazisine sıkıntı veriyordu. İngiliz İmparatorluğu elbette kendi burjuvazisinin sı­ kıntısını değerlendirme kararını verecekti. Bismarck'ın Avrupa'nın merkezini denetim altında tut­ ma politikasına "Artık yeter! " denilecekti. Dünyanın ağırlık merkezi Avrupa idi. Dünya ekono­ misinde Avrupa'nın ve özellikle Almanya'nın ağırlığı artıyordu. Finans sermayesi büyüyordu ve Avrupa'da kendine yeni merkezler yaratıyordu. İngiltere gibi, Fransa da siyasette bir karar nok­ tasına geliyordu: Fransa'nın, hem İngiltere ile hem de Almanya ile hasımlığını sürdürebilmesi ola­ naksızdı. 1 905'te, İngiltere ile eski hasmı Fransa bir donanmalar arası işbirliği antlaşması yaptılar. Antlaşma gizli idi. Artık, Fransa'nın deniz kuvvetleri Akdeniz'de, İngiltere'nin savaş donanması ise, Akdeniz'den çekilip Kuzey Denizi'nde gezinecekti. Fransa, İngiltere'yi Avrupa sahnesine da­ vet ediyordu. İngiltere de artık söz ve denetim sahibi olmak istediği bu sahnede yerini almaya baş­ lıyordu. Rastlantı bu ya, o tarihlerde İngiltere Deniz Kuvvetleri komutanı Lord Fisher, Almanya'nın hızla geliştirilmiş yeni donanması için ne düşündüğünün sorulması üzerine akıllardan pek çıkma­ yacak bir yanıt vermişti: "Kopenhag'laştırılmalıdır ! " Anlamı: Uyarı yapılmaksızın, limanlarına baskın yaparak batırılmalıdır! İngiltere'nin 1 9 . yüzyıl başlarında Kopenhag'da demir atmış hasım donanmaya yaptığı gibi! Bismarck'tan sonra Almanya'nın kuşatılması ve sindirilmesi için ittifaklar başlamıştı. Ama, önemli ve belirleyici olan İngiltere'nin bunda başrolü oynamaya girişmesiydi. İngiliz-Alman çekiş­ mesi yüzyılın başlarında henüz sömürgeleşmiş, ama görece geri kalmış bölgelerde ortaya çıkıyor ve artık çıplak gözle görülebiliyordu: Geri kalmış sayılan bir geniş çevrede, yani, Güney Ameri­ ka' da, Balkanlar'da ve Osmanlı Devleti'nde.

İ Kİ NCİ BÖLÜM "Kıyamet"ten Sonra Ekonomi: 192o'ler

SAVAŞ BÜYÜKSE PARAYI BOZAR 9 14'te, Dünya Savaşı'ndan ("Harb-i Umumi" den) önce, iktisat politikası demek, kısaca bü­ yük devletlerin yürüttüğü altın standardı disiplininin gerekleri demektir. Başka türlüsü yok­ tur. Başka ülkeler için de, bizim için de böyledir. Dünya çapında ne anlam taşıdığına gelirsek, bu Pax Britannica'nın evrensel ekonomik düzenidir. Dünya Savaşı ( 1 9 14-1 8 ) büyük devletler ( düvel-i muazzama) arasında ilk büyük hesaplaş­ madır. Halkları da kurban ederek, devletlerin birbirine girdiği Avrupa merkezli bir kıyamettir. Sa­ vaşın o güne kadar bilinen ölçeği, etkisi, süresi, niteliği değişir. Savaşlara karar verme gücüne sa­ hip olduğu için barışa da karar verebilen, savaşa ve barışa hükmedebildiği için, dünyanın kralı sa­ yılan ülke (İngiltere), artık böyle bir gücün avantajlarını elinde tutamaz hale gelir. Ekonomide de aşağı yukarı yarım yüzyıldır perçinlenen sistem stop eder. Bankacılık, kredi mekanizmaları, para yönetimi en az yarım yüzyılı aşkın süredir eklemlenmiştir. Altın disiplini ek­ lemlenmeyi betimlemiştir. Bu zemin hem ulus devletlere şekil vermiş, hem de dünya finans ilişkile­ ri ağını örmüştür. Savaş bu zemini bozar. Her devlet önce savaşı nasıl finanse edeceği sorusuyla baş başa kalır. Kah iç borçlanma ile, kah para basarak, kah özel vergi koyarak, kah bunların tümüyle savaşa kaynak yaratır. "Harb-i Umumi" dünya finansman tarihinde bir dönüm noktası olur. 1 9 1 8 yılının sonunda yeniden savaşsız bir dünyaya dönülünce görülür ki, para ve finans düzeni geri dönülmez biçimde bozulmuştur. Yarım yüzyıllık ince ayar elden kaçmış, ayna kırıl­ mıştır. Parçaları birleştirip eski aynaya kavuşmak olanaksızdır. Artık yeni bir dünya kurulacak­ tır. Yeni gerçeklere göre. Zorluk başlamaktadır. Savaş yıllarında altınlar Amerika'ya yönelmiştir (20. yüzyıl boyunca hep böyle olacaktır). Amerika 1 9 1 4'ten önce dünya altın rezervinin dörtte birine sahiptir. 1 920'lerin başında hemen

1

16 birinci kısım: büyük devletler

hemen yarısına sahip olacaktır. Çünkü, dünyanın yeni ekonomik prensidir. Henüz krallığa aday­ lığını koymamıştır, ama savaş uzadıkça finansman kaynağı bulmakta zorlanan eski kral İngiltere'ye borç vermiştir. Savaşın İngiltere'de yarattığı zarar maddi değil, finansaldır. Savaştan önce yabancılar Londra'ya (City'ye) kısa vadeli borçlu pozisyondadırlar. Savaş yılları boyunca durum değişir: İn­ giltere dışa (ve kendi dominyonlarına) karşı kısa vadeli borçlu pozisyonuna geçer! Bir daha eski kreditörlüğüne dönemeyecektir! Bu borçlanmaya Savaş Borçları (War Loans) denilecektir. İki başlıdır. İkisi de uluslararası ilişkilerde pürüzler, sıkışıklıklar yaratacaktır. Bunların etkileri 1 930'ların ortalarına, hatta sonlarına kadar sürecektir. Savaş borçlarının borçlu patronu İngiltere'dir. Hem kendisi için, hem de savaştaki müttefiklerine (Fransa, Rusya, İtalya) destek için Amerika'dan borçlanmıştır. Bu sorun, İngiltere'nin başını ağrıtır. Borç işinin bir başı, müttefiklerinin savaştan sonra kendisine yapacağı ödemelerdir. Ama, City'nin bankala­ rı şunu geç fark ederler: Müttefiklerin çoğu, borcuna sadık değildir! Ödemeler hep gecikir, erte­ lenir. Geciktikçe, uluslararası finansın ana ekseni, yani, sözleşme namusu kaybolmaya başlar. Borcun öteki başı da, İngiltere'nin savaştan sonra Amerika'ya yapacağı geri ödemelerdir. İngil­ tere, Müttefik/erim bana, ben sana! dedikçe, Amerika ile ilişkileri şeker renk almaya başlar. 1 9 1 8 sonlarında savaş bittiği zaman artık ortada bir altın kulübü yoktur. Ülkelerin parala­ rını altına çevirebilme ve yeniden döviz kurları ilan ederek bunun arkasında sıkı durabilmeleri olanaksız gibidir. Bunun örgütlenebilmesi ve yeniden çalıştırılabilmesi çok yönlü, çok etkenli yep­ yeni çabalar ister. 1 9 1 4 öncesine otomatik bir dönüş yapabilmek söz konusu değildir. Almanya, boynuna Versailles Antlaşması ile bir savaş suçlusu yaftası asılarak ekonomik krizlere ve siyasal karışıklıklara yönlendirilecektir. Fransa ise, savaşın sanal galibi olarak, Almanya'nın kaynakla­ rından kendisine bir büyük aktarma yapılması peşindedir (İngiltere'ye savaş borcunu da öyle öde­ yebilecektir). Bu olmayınca hayal kırıklığına sürüklenir. Hayal kırıklığı politikalarına kilitlenir. Zora başvurmaya kalkar. Toparlanması 1 920'lerin ikinci yarısını bulur. Dünya liderliğinde tek ve dik durmak isteyen İngiltere, savaş yıllarında duruşunu koruma­ ya çalışır. Savaşın gerektirdiği olağanüstü harcamaları ek para basmaksızın karşılamaya özen gös­ terir. Borçlarını altınla ödeyerek, sağlam durduğunu dünyaya göstermek ister. Bütün bunlarla, sa­ vaş sonrasında yeniden altın (yani sterlin) sistemini yürürlüğe koyacağını dile getirmektedir. An­ cak, evdeki hesap çarşıya uymaz. Sistemin payandası olabilecek ekonomik güce sahip bir İngilte­ re yoktur artık. Savaştan sonra Avrupa'nın satınalma gücü düşmüştür. Yüksek fiyatlı İngiliz ürünleri ora­ ya (kıta'ya) satılamaz. Savaştan sonra ekonomideki ilk canlılık bir yıl içinde söner. Fiyatlar düşer, ihracat geriler, şirketler kapanır. 1921, İngiltere için tarihin en kötü depresyon yıllarından biridir. 1 92 1 yazında işsizler iki milyona çıkar. 1 900 başlarından beri İngiliz siyasetinde yükselen ve 1 9 1 6 sonunda Başbakan olan liberal Lloyd George, savaştan Ulusal Hükümeti (yani, Liberal-Muhafazakar koalisyonunu) ve İngiltere'yi

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 17

mutlak bir başarıya götüren "tek adam" gibi çıkmıştır. İngiltere, 1 9 1 8 sonunda siyasal olarak gü­ cünün doruğuna erişmiştir. Lloyd George hemen ve aynı koalisyonla, Kayzer'i asalım!, Almanya'ya ödetelim! sloganlarıyla 14 Aralık'ta seçime gider ve sandalyelerin yüzde 85'ini kazanır. Lloyd George, 1 9 1 1'de, Bismarck'ın sosyal güvenlik sisteminden esinlenerek öncülüğünü yaptığı işsizlik sigortasını (o tarihlerde İngiliz siyaset argosundaki deyişle "Dole"u) 1 9 1 8 seçim ga­ libiyetinden sonra sistemleştirmek zorunda kalır. O da, adeta Bismarck gibi, toplumsal bir devrim­ den çekinerek, bunu önlemek için sosyal programlar tasarlamaktadır. Ama, koşullar ona ekono­ miye çekidüzen verebilecek zamanı sağlamaz. Savaşta artan ve savaşla hızlanmış olan İngiliz yayıl­ macılığının yüksek maliyeti kolay durdurulamaz. Yunanistan'ın arkasındadır. Anadolu işgalinin destekçisidir. Kendisi için Küçük Asya Felaketi olan Mustafa Kemal'in önderliğindeki zafer, 1 922 Ekim'inde, Lloyd George'un iktidarının sonu olur. Ankara hükümeti Lozan'a giderken, Lloyd Ge­ orge da seçime gidecektir. 1 9 1 8 Aralık seçimi kendi lehine bir plebisitti. Arkasındaki desteği büyüt­ me hamlesiydi. 1 922 Kasım seçimi ise, aleyhinde plebisit olur. Kendisinin bir daha dönmemek üze­ re İngiliz siyasetinin liderliğinden gidişiyle birlikte liberallerin de sahneden inişi başlar. Seçimi muhafazakarlar kazanır. Hükümeti, savaş yıllarından beri ulusal kabinelerle Lloyd George'un ortağı olan Banar Law kurar. Maliye Bakanlığına Stanley Baldwin'i getirir. Baldwin, ayağının tozuyla, 1 922 Aralık ayında New York'a gidecek, daha doğrusu götürülecektir. Götü­ ren, İngiliz Merkez Bankası (Bank of England) Başkanı Montagu Norman'dır. Norman'ın büyük projesi, 1 9 1 4'ten önceki altın standardının yeniden, ancak, bir İngiliz-Amerikan işbirliğiyle, daha doğrusu, bir " sterlin-dolar" standardı biçiminde doğmasıdır. Sistem, otomatik işlememeli, iki merkez bankası tarafından ortak yönetilmelidir. City'nin isteği de budur. Norman'ın Amerika' da görmek istediği ve gördüğünü söylediği şey de Amerikalıların yeniden Avrupa'ya gelme arzusu içinde olduklarıdır. Buna adım atılması için İngiltere'nin Amerika'ya savaş borcunu ödemesi ge­ rekecektir. Baldwin'in rolü de budur. Baldwin, kendi başbakanına danışmadan İngiltere'nin savaş borcunu yıllık 1 60-1 80 milyon dolarlık taksitlerle ödemeyi kabul eder! Bu, finans sermayesi ve onunla dans eden İngiliz-Amerikan merkez bankalarının işbirliği için önemli adımdır. Ama, " ilk" adımdır. Yeni ve yaygınlığa sahip bir finans işbirliği için Ame­ rikan sermayesinin Avrupa'ya gelmesi gerekir. Bunun için yeni bir borç alanı yaratılmalıdır ve bu borç finans sermayesi tarafından " çevrilmelidir" ( recycle edilmelidir). Borç alanının Avrupa' da Amerikan bankacılığına yeni finansal hegemonya sağlayacak enstrüman haline geti­ rilmesi 1 924 Nisan'ında Almanya'nın kabul ettiği Dawes Planı ile başlayacaktır. Buna daha sonra geleceğiz. 1 923 Mayıs'ında, Banar Law'un ölümü üzerine Baldwin başbakan olur (O günlerde, Al­ man ekonomisi hızlı ve tarihi bir çöküş yaşamaktadır. Ankara hükümeti ise birkaç ay sonra so­ nuçlandıracağı "ikinci tur" görüşmelere Lozan'da başlamıştır). Baldwin, Lloyd George gibi bü­ yük hedefleri olan bir siyasetçi değildir. Klasik İngiliz (devlet) politikalarına sadıktır. Rayından çıkmış politikaları fazla gürültü patırdı olmadan rayına oturtmak ister. Amerika'ya savaş borçla­ rını altınla ödeme kararı da, bu çerçevede, kendisine göre önceliklidir. Ancak, bu, vergileri ağır-

18 birinci kısım: büyük devletler

!aştıran, sanayii aksatan, işsizliği artıran bir adımdır. Ekonomide durgunluk derinleşir. Baldwin 1 923'ün sonbaharında işsizliğin ancak korumacılıkla önlenebileceğini söyler. Korumacılık, mu­ hafazakarların eski, ama gizli damarıdır. İngiltere'nin gelenekselleşmiş ekonomik hegemonya silahlarından biri olan serbest ticaretçilikle bağdaşmaz. Parti içinde çizgi farklılaşması büyür, be­ lirsizlik artar. Aralık ayı başında seçime gidilir. Muhafazakarlar birinci parti olmalarına rağmen çoğunluğu alamazlar. 21 Ocak 1 924'te güvensizlik oyu ile düşürülürler. İngiltere'yi o güne kadar hep soylular yönetmiştir. Ama, 1 923 seçimi, iki partiden (liberaller ile muhafazakarlardan) oluşan siyaset te­ razisini değiştirmiştir. İşçi Partisi, siyasetin yeni aktörüdür ve şimdi liberaller'in desteğinde azınlık hükümetini kuracaktır. Bir küçük çiftçinin oğlu, İşçi Partisi lideri Ramsay MacDonald, 22 Ocak'ta, başbakan olur. MacDonald'ın niyeti, İngiliz sanayiini canlandırmak üzere, yeni bir rejimin sahibi Sovyet­ ler' e ve Almanya'ya destek olarak yeni ticaret yolları açmaktır. Bunun için, o güne kadar İngiltere'nin resmen tanımadığı Sovyet rejimini tanır. Geniş bir ticaret, kredi ve eski borçların ödenmesi andlaşmasına adım atar. Ama, İngiltere' de muhafazakar (ve derin) çizginin vazgeçilmez parçası olan büyük finans çevreleri (ki merkezi City'dir) bundan hoşlanmazlar. Devlet politikala­ rında etkilidirler. Lloyd George'un önderlik ettiği bir girişimle Liberaller hükümetten desteklerini çekerler. MacDonald 1 924 Ekim'inde yeni bir seçime gitmek zorunda kalır. O yılın gelişmeleri, İngiltere'nin derin politikasının sahipleri ile finans çevrelerinin, İşçi Par­ tisi iktidarından kurtulmak istediklerini gösteren ilginç işbirliği ürünleri sergilemiştir. Bu işbirliği İşçi Partisi'nin Sovyet rejimine aslında göründüğünden daha sıcak baktığına kamuoyunu inandır­ maya ve ürküntü yaratmaya dönük bir kampanya niteliğindedir. Son ürünü de seçimden birkaç gün önce patlatılan (daha sonra uydurma olduğu anlaşılan) Zinovyev Mektubu' dur (Mektupta o tarihte Komintern'in başkanı olan Zinovyev, İngiliz Komünist Partisi'ne ülkede karışıklık çıkara­ rak düzeni değiştirme talimatı vermektedir! ) . Bu bir panik yaratır. Seçim sonunda görülür ki, or­ ta sınıf oyları Muhafazakar Parti'de toplanmıştır! Muhafazakarlar büyük çoğunlukla geri gelir­ ler. İşçi Partisi sandalyeleri biraz azalmıştır. Ama, asıl yenilen liberallerdir. Onlar, artık iniştedir­ ler. İngiltere'nin dümeni muhafazakarlar'ın eline geçmiştir. Baldwin'in elinde, beş yıl boyunca, iç­ te ve dışta klasik İngiliz politikalarının örnekleri sergilenecektir. İNGİLTERE ÜZERİNDE GÜNEŞ BATIYOR (MU?) İngiltere bir köylüler ülkesi değildir. Daha 19. yüzyıla girildiği zaman bu, böyleydi. Ekonomik ve toplumsal gelişme süreçlerinde köylülük, bağımlı ve kullanılan bir kategori olmanın ötesinde var­ lık kazanamadı. Kaynak çekemedi. Başka katmanların ya da sınıfların tasarruflarını kullanama­ dı. Köylülük kendi siyasetçilerini sahneye çıkaramadı. Siyasal olarak da var olamadı. Birkaç yüzyıl boyunca imparatorluğun siyasetinde kararların sahibi (köylülük değil) top­ rak aristokrasisi idi. İngiliz tarımı, büyük toprak mülkiyeti ile modern çiftçiliğin ürünü olarak ge­ lişti. Aristokrasinin her şeyi, toplumun dokusuna öyle sinmiş ve mal olmuştu ki, tarih sahnesine

ikincı bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler

19

ondan sonra çıkan kapitalizmin yen i yetme sınıfları, onun kır malikanesi yaşamını, değerlerini ve hobilerini kendilerine örnek diye benimsediler. Günümüze kadar uzanan " İngiliz yaşam biçi­ mi" nin esası bu oldu. Aristokrasi, ekonomik düşüncesinde kapitalistti: Büyük toprakları kiracı i şler ve bunu ya­ parken tarım işçisi çalıştırırdı. Bu yapı, bir yandan toprakta küçük bile olsa mi.ilk sahibi olama­ yan, kolayca iş de bulamayan kır yoksullarını, bir yandan da 1 9. yüzyıla varmadan modernleşme­ ye başlayıp gitgide gelişen tarım sektörünü yarattı. Tarım, sanayinin bir dalı gibi gelişti. Verim arttı. Sektörde çalışan sayısı azaldı. 1 9 . yüzyıl ortalarında artık İngiliz ekonomisinin lokomotifi tarım değildi. Milli gelire katkısı beşte bire inmişti. Lokomotif, sanayi olmuştu. Yüzyıl ortalarında, hatta emperyalizm her şeyi şekillendirmeye başladıktan sonra bile imparatorluğun en zengin kişileri büyük toprak sahipleriydi. 1 9 1 4'e kadar siyasal kararlarda ağırlıkları hep hissedildi. Ama, artık zaman kırlar İngiltere'sinin değil, kentler İngiltere'sinindi. Ekonomik güç sanayide, ticarette ve finanstaydı. Burjuvazi ti.im kararların sahibi olabilmek için toprak aristokrasisiyle daha 1 9. yüzyılın başlarında keskinleşen bir kapışmaya girişmişti. Kapi­ talizmin ve onu geliştirecek modernleşmenin başarısı, bu kapışmadan geçiyordu: " Olmazsa olmaz "dı. Burjuvazi, ekonomide gelişmenin önünü tıkayan kırsallığı, 1 9. yüzyılda tümüyle tasfiye ettikten sonra, ta­ rihin İngiltere'ye yüklediği görev daha da büyümüştü. Bir değil, iki idi: Hem ilk sanayi devriminin öncüsü ol­ mak, hem de emperyalist olabilmek. Toprak aristokrasi­ sinin ekonomiden büyük bir pay alması ve bu yüzden burj uvazinin kendi payını bi.iyi.itememes1, sanayi devri­ minin bu öncüsü için ayak bağıydı . İkisinin pay kapış­ ması yüzyılın ilk yarısı boyunca sürdü ve sanayi devrimi­ nin hamleleriyle ilerleyen burj uvazinin zaferiyle sonuç­ landı. İngiltere'nin emperyalist olabilmesi için kapışma­ nın böyle sonuçlanması gerekiyordu. Burj uvaziye hiçbir şey köstek olmamalıydı. İngiltere sanayi devriminin beşiği oldu. Uzun süre sanayinin basit aşamalarını yaşamıştı. Sonra demiryolla­ rı ve madencilik aşamasına, yani demire ve kömüre geç­ ti. Toprak aristokrasisini alt eden İngiliz burj uvazisi işte bu aşamada payını büyüttü, egemenlik kazandı. Sanayi­ nin kaptanları dümene geçtiler, arkalarına finansın rüz­ garını da alarak İngiltere'yi dünya denizlerinin fethine çıkardılar. İngiliz bayrağının üzerinde güneşin batmadı­ ğı bir çağ açıldı: Emperyalizm Çağı.

Britanya lmparatorluğu'nun büyük bir gelişim gösterdiği uzun saltanat yıllarında oluşturduğu tutucu ahlak anlayışı ile öne çıkan Alexandrina Victoria (1819-1901).

20 birinci kısım: büyük devletler

Sanayi Devrimi'nde ilerlerken İngiltere başlangıçta rakipsizdi. 1 9. yüzyılın ikinci yarısında işler zorlaşmaya başladı. Rakipler belirdi: En başta Amerikan ve Alman kapitalizmleri. 1 8 70'ler­ den, özellikle 1 8 80'lerden sonra İngiliz sanayiinin soluğu bu rakiplere göre zayıflayacaktır. 20. yüzyıl başlarında iki rakip de sanayide İngiltere'yi geride bırakırlar. İkinci Sanayi Devrimi'ni şe­ killendiren yeni sektörler, yeni ürünler yaratırlar. Eski ürünlerde de öne geçerler. Fen bilimleri, 20. yüzyıldan önceki elli yıl boyunca üretim teknolojisinde devrim sayılacak atılımların rampası olur. Amerikalılar ve Almanlar fen bilimlerinde ve uygulamada büyük adım­ lar atarak sanayide öncü konumuna gelirler. Üretimde örgütlenme (işletme) modelleri de bu atı­ lımlarla içiçe değişir. Ölçekler büyür. İngilizler bunlara ayak uyduramazlar. Adeta, sanayiden ti­ carete ve finansa doğru çekilirler. İngiliz emperyalizmine (İngiliz donanmasının yanı sıra) artık bunlar şekil verecektir. Sanayi gücünün açığını siyaset adamları kapatmaya girişeceklerdir. Dün­ yaya yayılan, gücünü sürdürmek, geri çekilmemek ve dik durmak isteyen İngiliz çıkarları ve siya­ seti keskin özelliklerini 20. yüzyıla girerken savaşları ve barışları ile zenginleştirecektir. Kapitaliz­ minin gücünü geliştirmek için değişik yollar arayacaktır. Birinci Dünya Savaşı ve 1 920'li yıllar, artık İngiliz tarım ve sanayii için değil, fakat finansı, si­ yaseti, diplomasisi ve donanması için değişik bir dönemdir. Kimi şeylerin devamı, kimi şeylerin so­ nudur. İngiliz ekonomisinin ağırlık merkezi artık bunların yeni bir karışımıyla oluşacaktır. Daha doğrusu, oluşturulmaya çalışılacaktır. Klasik İngiliz politikaları bu kaynaklardan beslenecektir. Savaş yıllarında, Amerika'nın ekonomik zenginliği artık bir üstünlük olarak ortaya çıkar­ ken, İngiltere'nin "dik durma" sorununun rengi değişmeye başlar. Sermaye çevreleri eski sistemi (altın disiplini + City'nin dünya finans ağındaki merkezi gücü) yeni bir ayarla sürdürebilmeyi dü­ şünürler. Amerika'nın üstünlüğü yerleştikçe, onlar sterlinin dolara göre kaybedip etmeyeceğinde duyarlı hale gelmişlerdir. Bu sorun, sermayenin takıntısı olmuştur. Sermaye, büyük kapitalizmler arasındaki yakıcı savaş sonrasında daha rahat değil, tedirgindir. Kontrol edemeyeceği belirsizlik­ ler sermayeyi böyle yapar. Sermayenin tedirginliği, ekonomik göstergelerle yapılacak sıradan bir durum değerlendir­ mesi ile açıklanamazdı. Çünkü, savaş bir yönüyle İngiltere için iyi sonuç vermiş görünüyordu: İngiltere'nin müşterileri, yani, gıda ve hammadde üreticileri yoksullaşmışlardı. Mecburen daha çok üreteceklerdi! Sonuç, ürün fiyatlarının düşmesi, ama İngiltere'nin uzmanlaştığı mamul fiyat­ larının düşmemesiydi. İktisatçı diliyle, "ticaret hadleri" , İngiltere yararına işliyordu. Gıda ve ham­ maddeyi kendi imparatorluk ülkelerinden gitgide daha ucuza ithal eden İngiltere, artan işsizliğe katlanırken yaşam standardını yükseltebiliyordu ! Ama, bir başka yönüyle İngiltere, birkaç sanayi dalına sıkışmıştı. Sanayisi eskimişti. Dün­ ya pazarında payı küçülüyordu. Dokumayı artık (savaş yıllarında bilinçlenmeye başlayan) Asya­ lılar yapmaya başlamışlardı. Kömürün yerini, petrol ve elektrik almaya başlıyordu. İngiliz sana­ yilerinin ve ürünlerinin gitgide önemsizleşeceği yıllara giriliyordu. Çünkü, sanayi, barındırdığı ve eğittiği insanlarıyla kitlesel bir işti. Sıkışmaya ve daralmaya doğru giden bu tablo, genişleme ve yayılma bekleyen sermayeyi tedirgin eden nedenlerden biriydi. Sermayenin genişleme ve yayılma-

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 21

sı 1 9 1 4'ten önce ve uzun süredir "emperyal " bir çerçeveye yerleşmişti. Ve bu çerçeve, sermayenin kendi kozasını örerek yayılması için ısmarlanmış gibiydi. Sermayenin yayılma şablonu buydu. 1 9 1 4'teki bozulmadan sonra, 1 922 sonuna kadar İngiltere bu şablona yeniden hayat verecek çer­ çeveyi oluşturamamıştı. Koza, eskisi gibi örülemiyordu. İlk adım, siyasette Lloyd George döneminin sona ermesiyle, Baldwin'in (Norman'ın itici gücüyle) Amerikan sermayesine uzattığı elle atıldı. İkinci ve önemli adım, 1 924'te Amerikan kre­ dilerinin Avrupa'ya (önce Almanya'ya) girişini başlatan Dawes Planı olacaktır. Bunlar ön adımlardır. Şablona yeniden hayat vermek için altın düzeninin yeniden kurulma­ sı gerekir. Sermayenin güvence içinde yayılması için disiplin ve kılavuz oradadır. Finans dünyasın­ da bunun ana koşulu, İngiliz-Amerikan para politikaları işbirliğidir. Ön adımlar bunun için atıl­ mıştır ( 1 94 1 'deki Atlantic Charter'a -Atlantik Paktı- kadar, iki devlet arasında bunun dışında bir işbirliği yapılmayacaktır ! ) . Siyasal koşul ise, Baldwin'in muhafazakarlarının 29 Ekim 1 924 seçi­ minde mutlak çoğunlukla iktidara gelmeleriyle sağlanır. Artık, siyasal güvence tamdır. Böylece, üçüncü ve özellikle finans sermayesi için en önemli adıma sıra gelir. Görev, kuru­ lan yeni Baldwin hükümetinde (Liberallerden koparak saf değiştiren ve bu alanda geçmişte ilgisi, deneyimi olmadığı halde) Maliye Bakanlığı'na getirilen (kendisini 1 9 1 5 'ten başlayarak yakından tanıdığımız) Winston Churchill'e düşer. Churchill, 1 925 Nisan ayında, yeni muhafazakar hükü­ metin bütçesini sunarken City'nin ve finans sermayesinin beklediği müjdeyi verir: Altın düzenini yeniden başlattığını açıklar. İlan edilen şey, 19. yüzyılın kralı İngiltere'nin sterlin merkezli sistemi değildir. Dünya serma­ yesi artık rahatlamıştır; sadece İngiliz sterlini diliyle konuşmaz. Şimdi, sterlin ile dolar arasında bir terazi ayarı önemlidir. Ayar, altın üzerinde mutabık kalınarak yapılacaktır. Daha doğrusu, altının ve ona ayarlı finansal değerlerin ser­ mayenin tercihlerine göre nerelere yönlendirileceğini İngiliz ve Ameri­ kan merkez bankaları birlikte üstle­ neceklerdir. Sermaye hem doların, hem sterlinin güvencesini aramakta­ dır. Güvence altın kazığa bağlana­ rak sağlamlaştırılacaktır. Terazi oy­ namamaktadır. Buna teknik dille al­ tın döviz standardı denilecektir. Fi­ nans sermayesinin dünya çapında genişleme arzusunu o tarihte yansı­ tan rejim olarak kurulmuştur. Altın standardı başlığı, bunun vitrinidir. Sermayenin yayılma şablo­ lngiliz kapitalizminin iki önemli ismi; David Lloyd George (soldan ikinci) ve n u n u n y e n i d e n hayat b u l m a s ı Winston Churchill (soldan üçüncü).

22 birinci kısım: büyük devletler

City'nin finansal saygınlığını yükseltecektir. İşbirliği koşuluyla, City'nin finansal işlemlerin dünya merkezi olduğu yeniden ılan edilmiştir. Ancak, zamanla, burada ciddi bir sorun olduğu ortaya çıkacaktır: 1 9 1 4'ten önce Londra, dünyanın büyük ( net) kreditörü pozisyonundaydı. 1 92 5 'te, altın düzeninin orkestra şefliğini yeniden üstlenirken yabancı mevduatın City'ye sü­ rekli girişine muhtaçtır. Bu, tuhaf bir durumdur. Hem krallığını yeni ortamda yürütebilmek için Amerikan sermayesini Avrupa'ya çekmek ister, hem de dünya sermayesinin merkezini Amerika'ya (New York'a) kaptırmak istemez. Koşullar ne olursa olsun, merkez Londra ( City) olsun ister! Aslında, böyle olsun, ama öyle de olmasın diye atılan altına dönüş adımı sonunda ortaya üç bacaklı (altın, sterlin, dolar) topal bir şey çıkmıştır. Finans sermayesi için ve finans sermayesi himayesinde kurulan İngiliz-Amerikan merkez bankaları işbirliğinin takatini ve olanaklarını aşan bir durum vardır. İki ekonominin gelişme fotoğrafları farklıdır. Bunların farklı gelişme seyri, tüm sistemin işleyişini finans sermayesinin doludizgin yayılma arzularıyla bağdaştıramaz. 1 925 'te ve sonraki birkaç yılda sergilenen ortak irade, iki ekonominin gelişme fotoğraflarında farklılaşma arttıkça zayıflayacaktır. Üç bacaklı formül, eşitsiz hızlar ve biçimlerde gelişen kapitalizmin bir sis­ tem bunalımına gidişini hızlandıracaktır. İngiliz ekonomisinin fotoğrafında İngiliz sanayiinin kendini yeterince yenileyememiş olma­ sı vardır. Baldwin'in iktidarı ücretleri düşürerek İngiliz mallarına dış pazara açma çizgisine sarıl­ mıştır. Bunu, önce maden işçilerinin ücretlerini düşürerek başlatmaya girişir. 1 92 6 Mayıs'ında maden işçilerinin direnişiyle başlayan, dayanışmayla genişleyerek sendikaların genel greve yönel­ meleriyle büyük bir işçi eylemi doğar. Hükümet, sonunda grevi kırar. Fakat, İngiliz sanayii, dün­ yada rakipleri karşısında geri kalmaya devam eder. 1 9 20'lerin sonu yaklaştıkça, İngiltere'nin dünya ekonomisini yeniden yönetebilecek gücü olmadığı ortaya çıkacaktır. 1 920'lerin ikinci yarısında finans sermayesi dünya çapında kendisi için güvenli koşulları yerleştirmenin peşinde iken, ülkeler de kendilerini güvenceye almanın peşindedirler. Böylece, pa­ ra ve finansman oyunları, bunların sürprizleri ve ağır şakalarıyla dolu bir dünya yaratılmıştır. Ser­ mayenin bir ülkeden ötekine hemen kaçabildiği, taşınır ve taşınmazların kısa sürede değer kaza­ nıp kaybettiği, merkez bankalarının da birbirinden kolayca borçlanıp birbirine hemen sırtını dö­ nebildiği bir istikrarsızlıklar (hatta, kalleşlikler) dünyası. Yüksek maliyetli, yüksek riskli, geçici ni­ metler yaratan bir dünya. Sistem, allanıp pullanmıştır ama, çöküşe doğru gitmektedir. Çöküş, depremlerle hızlanır. İlk büyük deprem " Harb-i Umumi" olmuştur. Kapitalizmin ekonomisinde ve siyasetindeki geliş­ meler içiçe bunu yaratmıştır. Çöküşü tamamlayacak büyük deprem ise, 1 920'lerin sonunda dün­ yanın yeni prensi Amerika'nın ekonomisinde patlayacaktır. Ve 1 9 3 1 'in sonbaharında sistem tü­ kenecektir.

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 23

AMERİKAN RÜYASI MI, KABUSU MU? "Amerikalıların bizi mali bakımdan ta m b i r acz ve bağı m l ı l ı k n o ktas ı n a indirmekten zevk aldıkları görülüyor!"

Birinci Dünya Savaşı boyunca İngiliz Hazinesi'nde önemli bir görev yapan Keynes, Amerikalılar­ la yakın ilişkilerinde biriktirdiği birkaç yıllık öfkeyi 1 9 1 8'de böyle püskürtmüştür. Savaş yılları, özellikle İngiliz finans çevreleri için Amerikan kabusunun başlangıcıdır. Savaşın henüz ikinci yılında, 1 9 1 6 'da, İngiltere müttefiklerinin savaş harcamalarını da yüklenmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden Amerika' dan borçlanmaya yöneldi. Bu borçlanmayı yü­ rüten " mali ajan" herkesin tanıdığı J. Pierpont Morgan'dı. Morgan'ın bir eli bankacılıkta, öbürü demir-çelik, inşaat ve savaş sanayilerinde idi. Yani, bir eli yağda, öbürü baldaydı. Savaşta Ameri­ ka için günde on milyon dolarlık siparişin aracılığını yapıyordu. Müttefikler savaştan uzak duran Amerika'dan satın alımlarını artırdıkça, Amerikan sanayii, tarımı ve sermaye çevrelerinin keyfine diyecek yoktu. Bu ilişki, İngiltere ve müttefiklerinin bütün savaş lojistiğini ve savaş finansmanını düzenlerken, çarpışmadan uzak duran Amerika'ya da hem kazandırıyor, hem de onu, daha çok kazanma hesapları yapacağı bir platforma, yani savaşa yaklaştırıyordu. 1 9 1 6 sonlarında, Woodrow Wilson, Amerika'da ikinci kez başkan seçilirken, büyüyen İn­ giliz borçlanmasını yönetebilmek J. P. Morgan'ın takatini aşmıştı. 1 9 1 7 Ocak ayındaki resmi ko­ nuşmasında Wilson, Avrupa savaşının taraflarına barış önerdi. İngilizler için bunun anlamı " za­ fersiz barış"tı! Hiç de hoş değildi! Lloyd George'un İngiltere'si için tek yol vardı: Zaferli barış. Yani, İngiliz barışı! Ancak, İngiltere'nin kapıldığı finansman girdabının farkında olmayan Almanlar, Avrupa'ya ha bire mal götüren Amerikan ticaret filolarını torpillemeye girişince, işlerin tersine dönmesi için gerekçeyi yarattılar. Hele 1 9 1 7'nin Mart'ında ( Şubat Devrimi ile) Çarlık devrilip Rusya savaşta (müttefik) güç olmaktan çıkınca, Amerika'ya savaşta kazanacak tarafın en önemli devleti olma şansı açıldı: 6 Nisan 1 9 1 7'de Amerika, Almanya'ya savaş ılan etti. Kazanacak tarafın en önemli devleti olma şansı, kaybedenden alınacak ganimet hesabıyla il­ gili değildi. Bu, borçlanan devletlikten sonra, borç veren devletliğe terfi etmiş ve büyümüş olan Ame­ rika için artık önemsizdi. Asıl hedef yüksekteydi, çok yönlüydü: "Dünyanın büyük işleri"ni düzen­ leyecek konuma gelmek. Her büyük savaştan sonra bir yeniden bölüşüm hesabı yapılırdı. Yeni bö­ lüşüm için bir meşrulaştırma düzeni kurulur, bunun kurumları oluşturulurdu. Bu kez iş, daha önce­ kilerden büyüktü. Dünyanın yeni şekillenişinde, ticaretinde, finans ilişkilerinde kalıcı bir egemen ko­ numuna gelmek; "ağa"lığa terfi etmek. Şimdi iş buydu. Kısacası, Amerika'nın Almanya ile birebir kapışması için pek dişe dokunur neden yoktu; ama İngiltere'nin dünyadaki yerini almayı arzulama­ sı için nedenler çoktu. Yani, Amerika, en çok aynı safta savaşan İngilizler için kabustu! Çünkü, esas dava en büyük güç olma mücadelesiydi. 1 9 1 7'den sonra, 2 1 . yüzyıla kadar İngiliz siyasetçilerinin önemi gitgide artan sınav alanı, Amerika'yı yeni gerçeklere göre idare etmek olacaktı.

24 birinci

kısım: büyük devletler

Amerika'nın geçmişi sadece bir­ kaç yüzyıllıktı. Başka kıtalardan gelen­ lerin ülkeyi işgali sayesinde var olmuş­ tu. İsteyerek ve istemeyerek gelenler. Resmi tarih " isteyerek" gelenler ara sında 1 62 0 ' de İngiltere'den yelken açan eski bir şarap gemisi Mayflower ile gelenlere ayrı yer verir. Onları adeta kutsal bir toplum kurma misyonunu üstlenmiş " hacılar" sayar. " İsteme­ den" gelenlerin dramlarının başlangıcı ise, bir yıl öncedir: 1 6 1 9, Afrika'dan zenci köleleri getiren ilk geminin geliş tarihidir. Hacıların simgelediği ve beyaz adamın emeği ve maceralarıyla oluşan Kuzey, köle emeğinin büyük toprak­ larda çalıştırılmasıyla şekillenen Gü­ ney' den siyaset dışında her alanda ileri gitti. Kuzey'in tüccarı, bankeri, sanayi­ cisi 1 9. yüzyılın sanayi devrimiyle git­ gide güçlendi. Güney' de de güç ve zen­ ginlik önemliydi; ama bu, sahip olunan köle sayısı ve toprak büyüklüğü olarak algılanıyordu. Üretim, büyük toprak­ Köle emeğinin egemen olduğu Güney'de köle satışlarına ilişkin larda tek tip ürüne (pamuğa) dayanan, bir duvar afişi. tarımdı. Ve Güney'i n egemen sınıfı Amerikan siyasetine de egemendi. 1 860'a kadar bütün başkanlar ya güneyli ya da güneyci idiler. Kuzey'le Güney'in şu ya da bu nedenle kapışmaması olanaksızdı. 1 8 60'ta Abraham Lin­ coln başkan seçilince Güney ilk kez kaybetmiş oldu. Lincoln'ün seçim zaferini, Kuzey'in tüccarı ve sanayicisinin zaferi saydı. Amerikan Birliği'nden çekildi. Konfedere Amerikan Devletleri'ni kurdu. 1 86 1 'in Nisan'ında başlayan iç savaş, 1 865'in Nisan'ında Güney'in kesin yenilgisi ve yı­ kıntısıyla sonuçlandı. Ülkenin siyasal yönetimi de, Güney'in artık gücü kalmamış büyük toprak sahiplerinden, Kuzey'in "sermaye sahiplerine" geçmiş oldu. Amerikan tarihi "güç kapışmaları" ile yazılır. Bunların "en keskini" iç savaşla yaşanmıştır. 1 8 65 'ten sonra Amerikan kapitalizminin artık önü açılmıştı ve 20. yüzyılda şekillenecek olan dinamizmi doğmuştu. İç savaştan sonra Amerika büyük sanayi ülkesi olma yolunda atılımlar yaptı. Tarımda da büyük ülke oldu. Dönüm noktası Amerikan özgür çiftçi tipini, tarımda mülkiyetin dokusuna yer-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 25

leştiren, yaygınlaştıran 1 862 tarihli Homestead Yasası idi: Çiftçilik yapmak isteyenlere kamu ara­ zisinden 160 acre (yaklaşık 65 dönüm) toprak, bedava gibi bir bedelle dağıtıldı. Güney' de kölelik sona ererken, Vahşi Batı toprakları özgür çiftçi mülkiyetine açıldı. Amerika'ya "isteyerek" gelen­ ler çığ gibi arttı. Bu insanlar için bu göç "Amerikan rüyası" idi: 1 866'dan 1 9 1 5'e kadar yirmibeş milyon kişi geldi. Bir bölümü çiftçiliğe yöneldi ve ekilen arazi otuz yılda iki katına, çiftlik sayısı üç katına çıktı. 1 9 1 5'te, buralarda çalışan ve yaşayanlar elli milyonu aşmıştı. 1 8 90'da ekilebilir sınırın sonuna varıldı. Ondan sonra entansif, bilimsel tarım başladı. Öz­ gür çiftçi çok ekmiş, çok çalışmış, ama çok kazanamamıştı. Sanayi ve finans çevreleri ise, çok ka­ zanmıştı. Kansaslı çiftçi Mary Elisabeth Lee, 1 8 90'da bunu acı bir dille söylemiştir: "Ülkenin sahibi Wall Street'tir. Artık halkın halk tarafından, halk için yönetimi yoktur. Wall Street'in Wall Street tarafından, Wall Street için yönetilmesi esastır. Bu ülkenin büyük halkı köle­ dir, tekeller ise efendidir! "

CARNEGIE'DEN MORGAN'A GİDEN YOL 1 86 0'ta, Amerika, sanayide dünya dördüncüsü idi. 1 890'larda birinci oldu. Sanayi mamullerinin değeri, tarım ürünlerinin değerini aştı. İktisatçı bunu sanayileşme diye okur. Ama, bu okuma yet­ mez. Sanayileşmenin esasında nasıl büyük bir malzeme hareketi olduğu Amerikan deneyiminden öğrenilmelidir. Sanayinin başlangıç dönemlerinde işin püf noktası işçinin ustalığıdır. Ama, Amerikan sa­ nayileşmesinde aletin önemi işçi ustalığının önüne geçti, makinalar çağına girildi. Önce, birbiri ye­ rine kullanılabilen standart parçalar yapıldı. Bunlar, makina yapan makinalar denilen ve son de­ rece hassas ayarla işleyen takım tezgahları sayesinde imal edildi. Böylece, kitlesel üretimin yolu açıldı. 1 8 8 0'ler geçilirken yeni enerji çağına girildi. Modern sanayiin elektrik enerjisi ile birleşti­ rilmesinin en çarpıcı örnekleri Amerika' da yaratıldı. Amerika, bir kıta büyüklüğündeydi. Ama bir ülke olabilmek için sanayileşmesinin yaratıcı­ lığına ve itici gücüne muhtaçtı. Bu, bir ekonomik baza oturtulabilmeliydi. Üretimdeki yaratıcılık ve güç kendisine piyasalar yaratabilmeliydi. 1 830'da sadece 35 bin km iken, 1 890'da 300 bin km'ye varacak hatlarıyla Amerika'nın yekpare bir ülke olmasını sağlayan ilk altyapı şebekesi demiryolla­ rıydı. Sanayileşmenin piyasalarını öncelikle bu şebeke oluşturdu. Amerikan rüyasında yerlerini al­ maya gelen göçmenler, önce büyük ölçüde demiryolunun ve sanayinin ucuz işçileri oldular. Amerika'nın ilk altyapı şebekesi olan demiryolları, aynı zamanda ilk büyük iş alanı idi. Kapitalist ekonominin gelişme çekirdeği olan anonim şirket bu iş alanında doğdu, serpildi ve kapitalizmin kurumlarının beşiği oldu. 1 840'lardan sonra hareketlenen demiryolu piyasasında, 1 850'lerde bir­ kaç şirket devleşti. Demiryolculuk (mühendisliği, iş yönetimi, finansmanı ve muhasebesiyle) yöne­ tilmesi, çağına göre güçlükler taşıyan ve büyük yenilikler getirerek gerçekleşebilen bir icattı. Amerika'nın kıta büyüklüğündeki arazisinde uzak yerleşim noktalarını birbirine bağlamak ve böy­ lece her şeyin vidasını oynatma misyonunu üstlenmek ciddi ve daha önce örneği olmayan bir işti.

26 birinci kısım: büyük devletler

Demiryolculuk, büyük sermaye akımı yarattı ve kendine çekti. 1 9. yüzyılın ikinci yarısında demiryolu kağıtları (hisse ve borç senedi olarak) Amerikan piyasasının en önemli menkul değer­ leriydi. Modern sermaye piyasası, büyük çaplı demiryolu finansmanı ile filizlenmeye başlamıştı. 1 8 84'te, sadece demiryolu kağıtları için bir piyasa oluşmuştu: Dow Jones. 1 8 97'de, Dow'da de­ miryolu ve sanayi hisseleri ayrı işlem görmeye başladı. Bu, Amerikan kapitalizminin eriştiği ve ar­ tık şaha kalkarak büyüyeceği bir dönüm noktasıydı: Demiryollarının döşediği zemin üzerinde sa­ nayi değerleri için geniş bir piyasa oluşuyor, Chicago gibi yeni piyasalar doğuyordu. 1 9 . yüzyıl sonlarında, hatlar Pasifik kıyısına ulaşırken, demiryollarında, devleşmiş şirketlerin her birinin personel sayısı yüzbini geçmişti (Türkiye' de kapitalist gelişmeye hizmet sırasında sözsahibi olmuş kişilerin, "demiryolculuk komünistliktir ! " dediği ve buna inananların çıktığına rastlanmıştır. Bunlar, siyasetin ciddiyetten ve onun kaynağı olması gereken temel bilgiden yoksun hazin örnek­ leridir). Amerika'nın " birleşik devletleri" arasında ticaret serbestti. Fakat, Amerika, ekonomisini, dışa karşı engeller ve yüksek gümrük tarifeleriyle koruyordu. Sanayicisi, içeride serbestlik, dışa karşı ise, korunma ortamında büyüdü. Yüksek karlarını böylece yeni yatırımlara dönüştürdü. Amerikan sanayileşmesinin ve sanayicisinin çarpıcı örnekleri, teknolojide devrimlerin de simgesidir. Andrew Carnegie 1 8 80'lerde de­ mir-çeliğin bütün üretim süreçlerini tek tesiste toplayarak devleşmenin öncüsü oldu. Üretim­

lskoçya'dan ABD'ye göç etmiş bir ailenin çocuğu olan demir­ çelik kralı Andrew Carnegie (1836-1919).

de ve verimlilikte büyük artış elde ederken, maliyetleri gitgide düşürdü: Fiyat 1 8 80'de ton başına 6 7,50 dolardan, 1 8 98 'de 1 7,63'e indi. Verimlilik ve kar artışlarıyla, çelik sanayicisi üretimin hem geri, hem ileri sektörlerini ele geçirmeye yöneldi: Bir yandan kömür maden­ lerine, bir yandan demiryollarına, inşaata, makine imalatına, vs.'ye girdi. Küçükleri yutan, birbiriyle birleşerek devleşen şirketler 20. yüzyılın dönemecinde Amerikan sanayiinin özelliği oldu. John D . Rockefeller'in Standard Oil şirketi o çağın simgesidir ve 1 8 70'lerin başında Amerikan kapitalizminde gücün ve büyüklüğün nasıl içi­ çe o l u ş t u ğ u n u g ö s t e r i r : R o c k e fe l l e r , Cleveland'da ülkenin en büyük rafinerisini kurduktan sonra devleşmeye başladı. Kuyu­ lardan rafinerilere ham petrol taşıyan boru hatlarını (pipeline) icad etti, yaygınlaştırdı.

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler

27

Daha 1 8 80'lerin başında dört bin millik (altı bin km'yi aşan) boru hattı şebekesi döşemişti. Bunlar petrol taşımacılığında demiryolunun yerini almıştı. Sonra, rafine edilmiş ürünleri ül­ kenin dağıtım merkezlerine ulaştıran yeni boru hatları döşedi. Rockefeller o tarihlerde petrol sanayiinin yüzde doksanını eline geçirmişti. Hedefi, şu ya da bu biçimde sektörün tamamı­ nı kontrolüne almaktı. Demir-çelikte ve petrolde olanlar hemen tüm sektörlerde yaşanmıştır. 1 8 9 0 ' da dev (anonim) şirketler artık tröst ve tekele dönüşüp Amerikan ekonomisine egemen olmuşlardır. Hür teşebbüs ve serbest rekabet söylemleri ar­ tık eski günlerde kalmış hoş sedalardı. Ameri­ kan ekonomisi küçük aktörlere çok büyük ge­ len bir sahneydi. Kapitalizmin gerçeği de bü­ yük aktörlerle yaşanan bu gelişmeydi. Kapita­ lizmde gelişmenin esası gücün büyümesi ve kü­ çükleri önemsiz kılarak mutlak kontrolü ele Standard Oil Company'in kurucusu dünyanın en zengini sayılan ünlü kapitalist John Davison Rockefeller (1839-1937). geçirmesiydi. Amerika'nın özel koşullarında hızlı sanayileşme gücü ve kontrol hırsını keskinleştiren bir süreç yarattı. Eşitsizliklerin ha bire art­ tığı 1 8 65 sonrası döneme halk arasında "Soyguncu Baronlar" çağı denilmiştir. Amerika'da büyük şirket türünün ortaya çıkışı tröst hareketi i le başlar. İlk tröst, 1 8 82'de kırk şirketin birleşmesiyle Standard Oil olmuştur. O tarihlerde, hiçbir eyalette bir şirketin bir baş­ ka şirketi olması yasal sayılmadığı için, gelişmesinin başlangıcında olan ve kabına sığamayan ser­ maye yasanın etrafından dolanan bu yolu seçmiştir. 1 8 8 0'lerin sonunda, yasal engel kalkınca tröst yoluna başvurmaya gerek kalmamış, Standard Oil gibi iri şirketler holdingleşmeye başlamış­ lardı. Sermayenin bu iki modele yönelmesi şunu göstermiştir: Sermaye artık yönetimi merkezileş­ tirmektedir. İpuçları 1 840'lardan başlayarak ortaya çıkan İkinci Sanayi Devrimi bu gelişmelerle ivme kazanır. Büyüyen şirketlerin küçükleri yutması ve şirket birleşmelerinin gitgide çoğalması Birinci Sanayi Devrimi'nin özelliği olmamıştı. İkinci Sanayi Devrimi trenine binmeyi beceren öteki ülke­ lerde de, Amerika'da yaşanan ölçüde bir şirketler konsalidasyonu ve devleşme görülmedi. Bu hareket sanayiye damgasını vurduğu gibi, tarımda da yaşanıyordu. Çünkü, tarım da hızla ticarileşiyordu. Yüzyılın sonlarına doğru Amerika'nın Orta-Batı'sındaki (Mid-West) çiftlik­ ler devleştiler. Büyük şirketlere dönüştüler ve 1 902'de birleşip International Harvester oldular. Ancak, sanayi tarımdan hızlı gelişiyordu. Verimlilik katlanarak artıyordu. 1 90 1 'de, J. P. Morgan

28 birinci

kısım: büyük devletler

başa güreşen demir-çelik şirketlerini (Carnegie dahil) birleştirdi: O günün büyüklükleriyle 1 ,5 milyar dolar değerinde US Steel Corporation doğdu (O tarihte, Amerika'nın gayrisafihasılası 20 milyar dolar kadardı). Bu dev bir büyüklüktü. Almanların Thyssen ve Siemens gibi iri şirketleri, bunun yanında dev yavrusu idiler. 1 9. yüzyılın son günleriyle 20. yüzyılın ilk yılları arasında, Amerika'da 4200 şirket 257'ye indi. 1 904'te, 3 1 8 büyük şirket Amerika'nın imalat sanayii üreti­ minin aşağı yukarı yarısını kontrol ediyordu. O yıllar, İkinci Sanayi Devrimi'nin en önemli döne­ mi oldu. Kitlesel üretim kitlesel pazarlamayla içiçe geçiyordu. Yüzyıllardır usta işçilikle yapılage­ len işler mekanize ediliyor, usta tipi yavaş yavaş yok oluyordu. 20. yüzyıl sonundaki en büyük beşyüz şirketin yarısı o günlerden gelecekti. 20. yüzyıl, bu hem özel, hem keskin, hem yaratıcı ve ilginç gelişmeyle şekillenmeye başla­ dı. Ürünler ve alışkanlıklar yaratarak yeni oldu. Bunların en tipik olanı belki de otomobildir. Pet­ rol ürünlerindeki gelişme bunun yolunu açtı. Petrol ürünleri içten yanmalı motorların icadını ve üretimde yeni mekanik süreçlerin yaratılmasını tetiklemişti. Ransom E. Olds, 1 900'de otomobi­ lin seri halinde yapılıp kazanç getireceğini düşünmüştü. Beşyüz adet Oldsmobil yapıp satarak dü­ şüncesini kanıtlayınca, oto sanayii patlama yaptı: 1 9 1 l 'de ikiyüz bin araç satıldı. Alışkanlıkların değişmeye başlaması yeni çağı getiriyordu. Dönüm n o ktası, Henry Ford'un 1 9 1 3 'te Highland Park'taki fabrikasında montaj hattını kur­ ması oldu. Montaj hattı, Ford'un uzun süredir geliş­ tirdiği bir üretim modeliydi ve bu modelle 1 9 1 3'te 12 saat olan bir otomobilin üretim süresi, 1 9 14'te bir buçuk saate indi! İşçisine en yüksek ücreti öde­ yip, en düşük fiyatlı otomobili yapıyordu. 1 920'ler­ de, bu piyasada iki büyük şirket daha boy gösterdi: General Motors ve Chrysler. 1 935'e gelindiği zaman Üç Büyük şirket iç piyasanın yüzde doksanını ellerin­ de tutuyorlardı ve payları birbirine yakındı. Ameri­ kan kapitalizminde ekonomi, büyüklerindi. 20. yüzyıla doğru başlayan ve gitgide zengin­ leşen malzeme hareketi ve ürün çeşitliliği, dünyayı Amerikanlaştırmaya başlamıştı. Amerikan serma­ yesi artık heryere uzanıyordu. Ancak, doludizgin büyüyen bu ekonominin bir önemli eksikliği vardı: Finans otoritesi, yani Merkez Bankası yoktu! " Mer­ kezinde" finansın ritmini ayarlayamayan, büyüyen sermaye gücü için güveni ve istikrarı kurumlaştıra­ Üretim bandı (montaj hattı) icadıyla ünlü mayan bir kapitalizm kendini sağlam sayabilir mi? T modeli otomobilini seri halinde üreten Henry Ford (1863-1947). 1 9. yüzyılın ilk yarısında yeni yetme Ameri-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 29

kan kapitalizmi böyle bir kuruma gereksinmesi olup olmadığını henüz algılayamamıştı. Sonsuz kaynaklara sahip görünen bir diyarda, körkütük bir özel sektörcülük ile her şeyden dizginsizce rant sağlama arzusu, serbestlik söylemi altında egemen olmuştu. Ve Amerikan gelişmesinin baş­ langıç dönemi bir yönüyle finansal gücün kötüye kullanılma örneklerini sergileyerek, iflaslar, skandallar ve panikler içinde yaşanmıştı.

KAPİTALİZMİN CANEVİ NERESİ ? Avrupa ile Amerika tarihleri arasındaki farklar, iki kapitalizmin geçmişlerinden okunabilir. Bunlar 20. yüzyılı kavramamızı kolaylaştırır. Avrupa'da savaşlar hep önemli olmuştur. Savaş tarihinin önemli bir bölümü, finansın da tarihidir. Savaşa girişmek ve onu sürdürebilmek için devletin borç­ lanması şarttı. Borcu finans çevreleri verecekti ve elbette bundan çok kazançlı çıkacaklardı. Savaş­ lar uzadıkça ve masraflar arttıkça finans çevrelerinin serveti büyüyordu. Bu esas, kapitalizmin ön­ cesinde ve başlangıç çağında daha da önem kazandı. İngiliz Merkez Bankası (Bank of England) 1 6 94'te böyle, dokuz yıllık bir savaşın ortasında kurulmuştu: Kraliyetin, aldığı borcu ödememek gibi bir sabıkası vardı. 1 6 8 8'in Şanlı Devrim'inden sonra İngiliz tahtına monte edilen yeni kraliye­ tin de parasal itibarı zayıftı. İngiliz kapitalizminin ticaretten anlayan toprak aristokrasisi ile aris­ tokratik tüccar sınıfı, yani, o günün City'si kolları sıvamak, işe kalıcı çare bulmak zorundaydı. İn­ giliz kapitalizmi için, yani kendileri için yapılan savaşın önemini kimse onlardan iyi bilemezdi. Uzak görüşlüydüler. Devlete borç verenlere özel imtiyaz sağlayarak ve bu işi kurumlaştırarak bir çözüm yarattılar: Kurum, Bank of England adını aldı, banknot çıkarma imtiyazına, yani, tekeline sahip oldu ve devlet borçlanmasının garantisini üstlendi. Devletin itibarı "kapitalizmin itibarı" (ve kazancı) ile desteklenmiş, özdeşleşmiş ve kurumlaşmıştı. Amerikan kapitalizminde ise, merkez bankası İngiltere'ninki gibi sanayinin gelişmesinden önce değil, sonra boy gösterdi. Devletin değil, " sermayenin itibarı" sorun haline gelince doğdu. 20. yüzyıla girerken, Amerika yeni altın madenlerine güvenerek altın kulübüne üye olmuştu. Ama, banka sistemi üyeliğin gerektirdiği para disiplinini taşıyamayacak gevşeklikteydi. O günün Amerikan kapitalizminde onbir bin devlet bankası, onsekiz bin ticari banka vardı! Birçok banka kendi banknotunu çıkarıyordu! Büyüyerek güçlenen sermaye, gücüne orantılı bir itibar merkezi arar. Gücün teminatını görmek ister. Bu, yoktu. Başlangıçta, 1 9. yüzyıldan önce, Amerika'nın altın kaynağı yetersizdi. Kredi böylece önem kazandı. Amerikan kapitalizminin gelişmesi için yaşamsal oldu. Borçlanma sisteminin atardama­ rı haline geldi. Birçok finansal icat ortaya çıktı. Menkul değerler ve bonolar yaygınlaştı. Ameri­ kan bireyi, gelecekteki ödeme gücü üzerine adeta bir kumar oynama arzusu geliştirdi. Bunu, vaz­ geçilmez bir huy haline getirdi. Banka sistemi de, bu zemin üzerinde yaygınlaştı. Birkaç büyük banka çevresinde değil, federal hükümetçe değil; eyaletlerce, yerel düzeyde yaratıldı. Şubecilik teş­ vik edilmedi. Amerikan kapitalizminde bu özellik hiç kaybolmadı. Güçlü, merkezi bir bankaya başlangıçtan beri gereksinim vardı: Önemli bir isim, Alexan­ der Hamilton, henüz 1 79 l 'de bunu kurarken, yasasını Kongre'den geçirmek için çok zorlandı.

30 birinci kısım: büyük devletler

Yerleşik çıkarlar böyle bir bankaya karşı idi. 1 8 1 1 'de, bankanın yirmi yıllık çalışma süresi dolun­ ca, Kongre bunu uzatmadı! 1 8 1 6'da, eyaletlerde yasal banka sayısı çoğalıp 250'ye çıkınca, Kong­ re yine yirmi yıllık bir süre için Bank of the United States'i kurdu. Ancak, 1 8 36'da günün başka­ nı Andrew Jackson uzatma istemini reddetti. Gerekçesi ilginçti: "Zenginlerimizin çoğu, merkezi bankanın para kaynaklarının yönetiminde izlediği eşit koruma ve eşit yararlandırma uygulamalarından şikayetçi. Biz de, kimseyi incitmeksizin bir ayar yapmaya ça­ lışmalıyız" diyordu! Adeta, "kapitalizmde hiç eşitlik olur mu? "

diyordu. Böylece, Amerikan kapitalizmi yüzyılın sonuna kadar bir merkez bankasından yoksun kal­ dı. Sermaye çevreleri bunu bir eksiklik sayıp yakınmadılar. Ama, ekonomi, 1 837, 1 857, 1 873, 1 8 93 yıllarında finans krizleri yaşadı. Ekonomide belirsizlik artarsa, hele paniğe dönüşürse, sorun çıplak gözle görülmeye başlar. Büyük iflaslar paniği tetikler. Para akışı yavaşlar, kesilir. Borsanın kalp atışları tehlikeli hal alır. İşte, 1 907 Ekim ayında durum böyleydi. Doğan panikte kahraman kaptan rolünü ] . Pierpont Morgan üstlendi. Bir pazar günü ve gecesi, New York'taki saray yavrusuna kapanarak adeta bir merkez bankası gibi çalıştı. Zayıfların batması, güçlülerin kurtarılması kararını aldı. Bankerlere "eller cebe " , Hazine'ye " sen de koy" talimatları verdi. Faiz oranlarını saptadı. Amerikan kapitalizminin kalbi olan Wall Street'e para akışını sağladı. Orası da şirketlerin kurtarılacağını görünce yeniden soluk aldı. Nabız normalleşti. Morgan'ın ope­ rasyonu, kapitalizm için merkez bankasının önemini herkese kabul ettirmiş oldu. Bir de şu vardı: 1 860'lardan sonra sermaye gücünün do­ ludizgin büyümesi, sistemin bütünü üzerinde yeni düşünceler yaratmıştı. Güçlü bir federal yönetime ve bir kamu kesimine ge­ reksinim duyuluyordu. Önemli adımları başkan oluşundan he­ men sonra Wilson attı. Artık ekonominin her şeyi büyümüştü. Sisteme para pompalanırken kredi mekanizmaları da kontrol edilmeli, krizler önlenebilmeli, hiç değilse kolay atlatılabilmeliy­ di. 1 9 1 3'te (]. P. Morgan'ın öldüğü yıl) Amerikan Merkez Ban­ kası (Federal Reserve Bank ya da FED) kuruldu. Wilson'un Ha­ zine Sekreteri ve finans dünyasının ilginç karakteri William McAdoo FED'i Washington'da kurarken para sisteminin mer­ kezini o güne kadar gelenekselleşmiş mekanı (bugünün deyişiy­ ABD kapitalizminin önemli adı, le finans merkezi) olan New York'tan alıp " devlet merkezine ta­ 1907 Paniği'nde sisteme yön veren şıdı: Sistemi, para babalarının elinin altından uzaklaştırmış, ger­ önlemlerin uygulayıcısı bankacı çek anlamda adem-i merkezileştirmişti! J. P. Morgan (1837-1913).

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 31

Ve bunu yaparken şöyle demişti: "Para tekelini can evinden vurduk! " Artık dünya çapında iddialı olmaya başlayan Amerikan kapitalizmi iç hesaplaşmalarını ya­ pıyordu. Amerika'da kamu kesimi artık büyük ve güçlü olmak zorundaydı. Siyaset ekonomiye müdahale etme kapasitesine sahip olmalıydı. O müdahale finanstan geçiyordu. Çünkü, öncelikli olan şey Amerika'nın ne istediğini bilmek ve yapmaktı. Ve bu da siyasetin işiydi. Carnegie'den Morgan'a uzanan yolun ucu artık dünyaya açılıyordu. İş, eskisinden ciddiydi; kapitalizmin aile içi kavgalarından daha ciddi. BİR ARA ÖZET Büyük devletler arasındaki güç mücadelesi 1 9 1 8 'de savaşın bitişiyle sona ermez. Farklı bir tiyat­ roda ve sıcak savaşın olmadığı ortamda tazelenir. Koşulları, araçları, tarafları farklıdır. Yeni dö­ nemin her yılı, bazen ayları, hatta günleri ilginç özellikler taşır. Güç mücadelesi geçici anlaşmalar, şüpheler ve içten içe beslenen istikrarsızlıklarda hep başat unsurdur. 20. yüzyıl bellibaşlı özellik­ leriyle aslında 1 920'de başlamış sayılabilir. 1 920'lere bakarken herkesi en çok Almanya'nın dramı meşgul edecektir. Ondan alınacak çok ders vardır. Fakat, bundan önce de dünyada kimin söz sahibi olmaya doğru gittiğini görmek gereklidir. Zamanı kim kontrol edecektir? Bunu yakalayabilmek başka şeyleri kavramayı ve açık­ layabilmeyi kolaylaştıracaktır. 1 920'lerde yaşadığı doludizgin ekonomik büyüme ve sonra sürüklendiği derin bunalım, Amerika için aynı öykünün ayrılmaz iki parçası gibidir. Bu öykü Amerikan kapitalizmini bir ye­ ni aşamaya taşıyor. Bu, belki de onun olgunluk sınavıdır. Geleceği şekillendirebilmek ve öteki ül­ kelere egemen olabilmek için bu öyküyü yaşayıp aşabilmesi gerekecektir. 1 920'lere damgasını en çok vuran şeylerden biri budur. Wilson, Amerika'nın, büyük potansiyeli sayesinde dünya işlerine el koyma vaktinin geldi­ ğini düşünüyordu. 1 9 1 8 sonunda Avrupa'ya ayak bastı ve kurban olarak masaya yatırılmış Al­ manya (ile Osmanlı Devleti) üzerinden projesini kabul ettirmeye çalıştı. Elindeki güçlü kartlardan birinin, savaşta İngiltere'ye ve Fransa ile öteki ülkelere verdiği borçlar olduğu inancındaydı (Borç kartı, yirmi yıl sonraki ikinci savaşta çok güçlendirilecek ve Amerika'nın kullanmaktan hiç vaz­ geçmeyeceği politika enstrümanlarından biri olacaktır). Ama, işler Wilson'un umduğu gibi gitmedi. Amerikan meclisleri Versailles'ı onaylamadı. Amerika, Avrupa' dan siyasal olarak geri çekildi. Amerikan iş dünyasının Avrupa'ya ilgisi ve giri­ şi 1 920'lerin ortalarında hızlanıp sürdüyse de, dönemin sonunda Avrupa' dan ekonomik varlığını çekmeye başladı. 1 930'larda Amerika, Avrupa'da ne ekonomik, ne de siyasal varlık olarak boy gösteriyordu. Ekonomik ve askeri güç oluşturarak Avrupa'ya büyük dönüş yapacağı tarih 1 942'dir. Bu, dünya ölçeğinde kontrol gücüne de ulaştığı tarih olacaktır. 1 920'ler, Amerikan kapitalizminin kendi piyasalarında sürekli büyüme ve spekülatif ham­ lelerle zenginleşme dönemidir. Öncü sektörler konut inşaatı ve oto sanayiidir. 1 929'da, finans ser­ mayesinden tetiklenen iniş kartopu gibi büyüyen panik ve çöküşle son bulur. Herkes, en çok da

32 birinci kısım: büyük devletler

çiftçiler bunun altında ezilir. Sanayide ve finanstaki büyük birikime rağmen Amerikan kapitaliz­ mi yatağa düşmüştür. Savaş sonrasında ameliyat masasına yatırılan Almanya ise, 1 9 1 9'dan başlayarak, kendi ka­ derine hakim olamadığı bir döneme girer. Yalnız ve çaresiz kalıvermiş ve sorunlarının nedenleri­ ni kavrayamamıştır. Siyasal bünyesi, durumu kavramasında handikaplar yaratmıştır. Sanayideki gücü ve ileri gelişme düzeyi bellidir; ama, bunlar savaşta yenilmiş bir ülkenin, savaş sonrası kriz ortamından sağlıklı bir siyasal çıkış yapabileceğini göstermez. Sanayide güçlenme mutlaka bir topluma kendiliğinden sağlıklı bir siyasal doku kazandırmaz. 1 920'lerin Almanya'sında bütün bunlar berraklıkla görülür. Orası bir laboratuar gibidir. Dış destekle sağlanan ekonomik istikra­ rın nasıl geçici olduğu ve destek çekilirse nasıl vahim bir siyasal boşluk yarattığı da yine 1 920'le­ rin sonlarında Almanya'da görülecektir. İngiltere, savaştan sonra dünyaya yeniden biçim verme hamlesinin ağırlık merkezine önce Versailles'ı yerleştirmişti. Avrupa'ya yeni çehre vermek öncelikliydi. Versailles rejimini siyaset us­ talığı ile kullanarak kendine ekonomik avantaj ve kudret yaratma hesabı vardı. Öte yandan, Os­ manlı Devleti'nden alınan büyük Ortadoğu bölgesi İngiliz İmparatorluğu'na adeta bakir bir baş­ langıç yapma şansı verecek kudret iksiri değerindeydi. Lloyd George (ve o günlerdeki en yakın asistanı Churchill) ısrarla bunun üzerinde durdular. Bu emperyal kazancın İngiltere için Avrupa dengelerinden daha önemli olacağı, sadece 1 920'lerde ve 1 930'larda değil, yüzyılın sonuna kadar İngiltere'ye ekonomik ve siyasal varlık veren etkenlerden biri olduğu görülecektir. Fransa'ya gelince, Versailles rejimi onun savaş sonu beklentilerini karşılamalıydı. Hem ekonomik, hem de siyasal beklentilerini. Ama, ikisi de olmayacaktı. İngiltere Fransa'yı Almanya'nın başına musallat edecek, ama yalnız bırakacaktı! 1 9 30'ların ortalarına kadar, Fransa'nın da, Almanya'nın da yalnız ve hasım olarak esas işleri, birbiriyle açık ya da örtülü biçimde didişmek oldu. İngiltere'nin sorunu ise, dünya liderliğini yürütebilmekti. 1 930'ların başında, İngiltere dün­ ya ufkunu yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktı. Ondan sonra, yeni denge hesapları yapı­ lacaktır. Kısacası, 1 9 14'te hepsi birden daha çok güçlenme arzusu içinde savaşa tutuşan ve onlara katılan ülkeler, farklı yollar ve çizgiler de izlemiş olsalar, 1 920'lerin sonunda zayıf düşeceklerdi. İngiltere, dünya krallığından inişini 1 9 3 1 'in Eylül'ünde resmen kabul edecekti. Amerika, dünya­ nın büyük işlerini düzenleme arzusunu buzdolabına kaldırdığı gibi, 1 929'dan sonra ekonomik çö­ küşe sürüklenecekti. Almanya, 1 920'lerin başlarında ve sonlarında, iki kez ekonomik çöküş ile si­ yasal kabusu içiçe yaşayacaktı. Fransa ise, 1 920'lerin ilk yarısındaki mutlak yalnızlıktan ve eko­ nomik sıkıntılardan sonra, ikinci yarıda, göreli, ama geçici bir ekonomik konfora kavuşacak, ama o da 1 930'ların ilk yarısında tükenecekti. 1 920'lerin büyük devletler arasındaki güç mücadelesinde iki şey dikkat çekicidir: Birincisi, mücadele savaş sahnesinden ekonomi sahnesine (ve diplomasiye) taşınmıştır. Siyah-beyaz ittifak­ lar, hasım cepheler yoktur. Herkes kendi ekonomik gücünü artırma peşindedir. Ve oyun altın standardının ezberlenmiş kuralları bozulmadan oynansın istenmektedir. Güç mücadelesi kapita-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 33

lizmin bir ortak disiplini gözetilerek yapılsın istenmektedir. Bu şu demektir: Likidite sınırlı tutu­ lacak, fakat sermaye serbestçe hareket edecektir. O halde, hem merkez bankalarının, hem de fi­ nans sermayesinin rolleri artacaktır. Birbirine ters gibi görünen, aslında birbirini tamamlayan rol­ ler. Likiditenin çeşitli enstrümanlarını yaratarak sistemi beslemek finans sermayesinin işidir. Ka­ pitalizmde disiplinin (ve biriken çöpleri temizleme görevinin) sahibi de merkez bankalarıdır. Kurallar ne olursa olsun, kapitalizmde zaman zaman daha çok güç için daha çok disiplin değil, daha çok likidite gerekmektedir. 1 920'lerde güç mücadelesinin ekonomi sahnesinde sürme­ si, belki de savaşı kazanmış olanların tarihi görevlerini yarım yamalak yapmalarından kaynaklan­ mıştır! Tarihi görev, yani, kazananların dünya varlıklarını ve kaynaklarını yeniden bölüşmeleri ve bölüştürmeleri . . . Böylece, 1 920'ler kapitalizmi daha çok güç ve daha çok likidite arzularının bir türlü bağdaştırılamadığı dönem olmuştur ve krizle, zayıflama ve çöküş tablosuyla bitmiştir. İkinci bir nokta, Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki Türkiye için önemlidir: 1 920'lerin güç mücadelesi bir büyük devletin dünyanın egemeni (ya da ağası) rolüne sahip çıkamadığı bir arenada yaşanmaktadır. Bu arena, kurulu ve işlek siyasal kurallardan da, öteki (ve küçük) devlet­ ler üzerindeki denetim mekanizmasından da yoksundur. Mücadele zaman zaman yumuşak te­ maslarla, zaman zaman bir pankreas güreşini andırır vuruşlarla yapılmaktadır. Ama, kazananı yoktur! 1 920'lerin yeni aktörü Sovyetler'dir. Farklı bir ekonomik ve toplumsal yapıda farklı bir ül­ ke kurma deneyiminin ilk aşamaları sıkıntılıdır. Sovyetler, bunları Batı kapitalizmindeki örnekle­ re kah benzer, kah onlardan farklı biçimlerde yaşayacaklardır. Orada ekonomide büyük hamle 1 92 8 sonbaharında başlayacak, 1 930'larda gitgide güçlenecektir. "İMZALAYAN ELLER KIRILSIN! " Almanya 1 9 1 4'te savaşa koşar adım girerken hırslıydı. Kısa sürecek bir savaşla hasımlarını yenip 1 871 'deki gibi yüklü tazminat (elli milyon altın mark mertebesinde) almayı amaçlıyordu. Çevre­ sinde uydular kurup Orta Avrupa'nın kontrolünü pekiştirmek (Mitteleuropa), Fransız sanayiini zayıflatıp önemli parçalarına el koymak, İngiltere'yi Avrupa işlerinden uzaklaştırmak ve stratejik müttefiki Osmanlı Devleti'nin uzak sınırlarından öteye uzanan bir güçlü etkiye sahip olmak da beklediği galibiyetin öteki sonuçları olacaktı. Savaş uzadı ve bu arzular 1 9 1 6'nın yaz aylarında ordunun siyasetteki ağırlığının artışıyla daha güçlendi. Sosy al demokratlar da dahil, siyasal partilerin benimsemesiyle, ilerisi için tehlike­ ler yaratacak bir tür ulusal platforma dönüştü. Ve Almanya'nın siyaset dünyasına bir askeri dik­ tatörlük rejimi yerleşti. Fakat, evdeki hesap çarşıya uymadı. 1 9 1 8 'in Ağustos'undan başlayarak her şey birdenbire tersine döndü. Almanlar Batı cephesinde savaşı bitirecek hücumlara girişip, işin sonucunu alacak­ larını düşündükleri sırada bir anda gerilemeye başladılar. Ve o sıralarda güney cephesindeki (Bul­ garistan gibi) müttefiklerinin henüz savaşmadan teslim olduğunu gördüler. Ekim başlarında, Al­ manya ateşkes için Amerika'ya başvurdu.

34 birinci kısım: büyük devletler

Tarihin bazı anlarına büyüteçle bakmak gerekir. Almanya için savaşın bitişi ve sonrası böyledir. Acıdır ve öğreticidir. 1 920'lerin ve bir ölçüde de 1930'ların tablosu bu savaşın bitişiyle başlamaktadır. Ekim ayı başında, ateşkes girişimi sırasında imparatorluk fiilen sona ermişti. Beşyüz yıldır Prusya'yı (ve sonra Almanya'yı) yöneten hanedan ve son imparator il. Wilhelm düşüverdi (Vak­ tiyle Almanya'yı Bismarck'ın elinden koparıp alan ve onu büyük bir savaş gücü haline getiren Wilhel m, bir ay içinde Hollanda'ya sığınarak tarih kayıtlarından silinecekti ! ) . Ona bağlı monarşi parçacıkları da yok oldu. Toplum içten içe kaynıyordu. Daha 1 9 1 8'in başlarında Berlin'de genel grev olmuştu ve çok sert bastırılmıştı. 1 9 1 8 Kasım'ının 4'ünde Kiel'de denizciler ayaklandılar ve kentte Sovyetlerini ilan ettiler. Tüm Baltık kıyısı bunu izledi. Kasım'ın 9'unda Bavyera'da Sovyetler kuruldu. Aynı gün Berlin'de ayaklanma ve genel grev vardı. Tarih birkaç gün, hatta aynı gün içinde hızlanmıştı: Yine 9 Kasım'da bir cumhuriyet rejimi ilan edildi. O kadar hızla ilan edildi ki, pek kimsenin ha­ beri olmadı! Alınmış bir Meclis (Reichstag) kararı da yoktu. O gün, bir taraftar grubunun gelerek mutlaka bir şeyler söylemesi için kendisini zorlaması üzerine, daha sonra Başbakanlık da yapacak olan Philipp Scheidemann Meclis'in bir penceresine çıktı ve Alman Cumhuriyeti'nin kurulduğunu söyleyiverdi! Bu Alman orta sınıfının sesiydi. Par­

Son Alman imparatoru il. Wilhelm'in (1859-1941) imparatorluğun sona erdiği 9 Kasım 1918'de Köln'de yıkılan heykeli.

lamenter bir yönetim ve kapitalist bir eko­ nomi istiyordu. İşçi sınıfının siyasal iktidar taleplerinden hoşlanmıyordu. Almanya'nın orasında burasında kurulmaya başlayan Sovyetlerden ürküyordu. Sosyalizme yö­ nelmektense, Prusya tarzı bir model içinde kalmayı tercih ediyordu. Zaten, ateşkesi ve Amerika ile Wilson çizgisinde anlaşmayı isteyen son diktatör Erich Ludendorff da, hemen bir meşrutiyet reformu (parlamento + kapitalist ekonomi) yapılmasını emret­ mişti! "Meşrutiyet" rejimi projesi yine ay­ nı gün, 9 Kasım'da il. Wilhelm'in Hol­ landa'ya kaçışı ile doğmadan ölecekti. Ama, aynı gün Scheidemann'ın (başka ge­ lişmelerin önünü alabilmek için) pencere­ den zorunlu seslenişi ile, meşrutiyet yerine cumhuriyet doğacaktı. Bu cumhuriyet sonradan Weima r

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 1920'\er 35

adı ile anılacaktı (Berlin'deki karışıklık nedeniyle Weimar'da hazırlanan anayasa ve bunu kabul eden Meclis yeni cumhuriyetin isim babası olmuştu). Ama, model Ludendorff'un son emrindeki şablona uygundu: "Alman yüksek komuta kademesiyle sosyal demokratların uzlaşması"na daya­ nıyordu. Savaşı kazanan güçlerin dayattığı ve barış için Alman İmparatorluğu'nun (kalıntısı kal­ maksızın) tarihten silinmesini şart koştukları çizgide dünyaya gelmiştir. Siyasal akımlar birden hızlandı. Siyasal özgürlükler konuşulmaya başlandı: ama ekonomik ve toplumsal güç dengesinde herhangi bir değişiklik yoktu. Kasım'ın 1 1 'inde, savaşın resmen so­ na erdiği sırada, askeri komuta kademesi ile sosyal demokratların sağ kanadı yönetime " birlikte" yerleştiler ve kısa sürede soldaki siyasal akımları tasfiyeye yöneldiler. Savaşın bitişiyle gelecek bir devrimden ürküyorlardı ( Giriştikleri tasfiye siyasal değil, fizikseldi: 1 9 1 9 Ocak ayında, Rosa Luxemburg ile Kari Liebknecht'in öldürülmesine göz yummalarıyla başladı). Savaşı kazanan dev­ letlerle işbirliği içinde hareket ettiler. Barış dönemine dikensiz gül bahçesi yaratarak girilecekti. Bu işbirliği, Almanya'nın altı ay sonra yüzyüze kalacağı barış koşullarına " peşinen" verilen bir onay gibi oldu. Alman orta sınıfı, geleneksel olarak sosyal demokratlara destek olan örgütlü emeği si­ yasetten uzak tutmuş, içeride iktidara ortak olabilmek için, dışarısı ile tarihi sonuçlar yaratacak bir takasa tutunmuştu. Kendini güvenceye almıştı. Cumhuriyet rejimi siyasallaşan bir örgütlü emek gücünün mü, yoksa, paniklerle hareketlenen bir orta sınıfın mı rejimi olacaktı? Almanya'nın dramı buradan okunacaktı. Daha sonra, her şey birkaç ayda olup bitiverdi. Alman halkı ne olup bittiğini tam kavraya­ madı. Savaş yenilgisinin farkına varmadan kendisine bir cumhuriyet ve onun anayasası (Weimar) armağan edilmişti! Ama, yine o arada boynuna bir hüküm asılıp, sırtına da bir kambur yükleni­ vermişti: Savaşı kazanan müttefikler 1 9 1 9'un Ocak ayında Paris'te bir Barış Konferansı toplamış­ lar ve savaştaki zararlarının ödenmesi için Komisyon kurmuşlardı. Müttefikler, Konferans görüş­ melerine Almanya'yı almadılar. Konuşmaları kendi aralarında yaptılar. Ama, artık onlar eski müttefiklerdi; şimdi kendi aralarında rakip gibiydiler. Çünkü, artık ortak gündemleri, savaşta ye­ nilenlerin başta Almanya olmak üzere varlıklarını paylaşmak, geleceklerini bağlamaktı. Gündem ortaktı, onu yapanların çıkarları zıttı. Güç mücadelesi yeni bir tiyatroda sahneye konulacaktır. Vardıkları kararı Mayıs'ta Almanya'ya tebliğ ettiler. " Barış Konferansı"nı izleyemeyen, ama aynı günlerde anayasa hazırlıkları içinde normal yaşama dönüş umudunu taşıyan Almanlar dehşete düştüler. "Barış kararı" nı imzalamak istemediler, ağır protestolar yaptılar. Teslim etme­ mek için, yetmiş dört parçalı savaş donanmasının bütün gemilerini, bir intihar gösterisiyle iki sa­ at içinde batırdılar. Hiçbiri para etmedi. Boyunlarına asılan "Barış Antlaşması"nı 28 Haziran' da Versailles'da imzaladılar. Antlaşma, Almanya'yı, sahip olduğu arazilerden bir bölümünü alarak ve savaş tazminatı ödemeye mahkum ederek cezalandıran bir belgeydi. Silahlı kuvvetlerini yüzbin gönüllü ile sınırlı­ yordu. Almanya'yı savaş suçlusu sayarak yaratılan savaş ödemeleri yıllarca sürecek bir ağır mali yük getiriyordu. Eski müttefiklerin Versailles Antlaşması ile sonuçlanan görüşmelerinden bir de yeni ürün

36 birinci kısım: büyük devletler

çıktı: Milletler Cemiyeti. Cemiyet'in ilk görevi manda adıyla yeni bir yönetim biçimi icad etmek­ ti. Amaç, öncelikle Almanya'nın denizaşırı sömürgelerine el koymak ve bunları galiplerin tarafsız manda yönetimlerine vermekti. Manda, adeta Versailles'ın hemen uygulamaya sokulması için icad edilmişti. O arada, Osmanlı Devleti de, bir tür Alman sömürgesi statüsünde sayılarak çeşitli parçalarının, çeşitli mandalarca yönetilmesi uygun bulundu! Versailles şablonundan kopyalanmış Sevr ile, 1 920 Ağustos'unda, Osmanlı'nın manda parçalarına resmiyet verildi. Cemiyet adeta bu işler için kurulmuştu ! Almanya, 1 9 1 4'te kısa sürede sonuçlandırılacağını sandığı savaşın finansmanı için vergi al­ mak yerine para basmaya ve iç borçlanmaya yönelmişti. Beklemediği savaş yenilgisi, kaynakları­ nın ummadığı ölçüde kıtlaşmasına yol açtı. Versailles, Almanya'nın Avrupa'yı yönetme iddiasına son veren, onu başta Fransa olmak üzere komşularının yaratacağı dertlerle ve kendi iç sorunlarıy­ la didişmeye mahkum eden bir Avrupa rejimi yaratıyordu. Sadece Almanya için değil, Avrupa için de böyle bir dönüm noktası oluyordu. Sonuçları düşünülünce, belki 20. yüzyıl ve dramı buradan başlıyordu. Avrupa'nın ve dünyanın düzeni artık bizden sorulur! diyen galipler, Versailles'da, bir savaş sonrası barış modeli yaratmışlardı. Yenik düşenler, Almanya'dan sonra bu modeli sırayla imzala­ dılar: Önce, 1 9 1 9'un Eylül'ünde Saint Germain'de Avusturya, sonra Kasım'da Neuilly'de Bulga­ ristan, sonra 1 920 Haziran'ında Trianon'da Macaristan ve en sonunda Ağustos'ta Sevr'de Os­ manlı Devleti. Berlin'deki Meclis'inin penceresinden 1 9 1 8'in 9 Kasım'ında Weimar Cumhu­ riyeti'ni müjdeleyen Schdeimann, acaba Versailles'ın neler getireceğini altıncı hissiyle sezdiği için mi daha sonra şöyle haykırmıştı: "Bu andlaşmayı imzalayan eller kırılsın! "

"BİR YA D A BİRKAÇ KUŞAGI YOK ETMEK! " Savaşı, kaybeden öder. İngilizler daha 1 9 1 8'in Ekim ayında bunun hazırlığını yapmışlardı. Almanya'nın ödeyeceği tutar ne olmalıydı? Keynes ilk raporu hazırlayanlardan biridir. Daha son­ ra, Paris'te Barış Konferansı çerçevesinde kurulan Zararları Ödeme Komisyonu'nun da üyesidir. Önerisi, makul bir tutarın aşılmamasıydı. Fakat, barış görüşmelerindeki gözlemleri, onun önerile­ riyle zıt yöndeydi. Ancak, gidişat Almanya'nın kaynaklarını daraltacak ve yıllara uzanacak bir ağır ödeme yüküne doğruydu. Güç mücadelesinde saf dışı kalıvermenin bedeli ağırdı. 1 9 1 9 Mayıs'ında ödetme kararı Almanya'ya tebliğ edilirken Keynes de görevini bırakıyor­ du. Düşüncelerini, gözlemlerini hemen bir kitaba döktü: Barışın Ekonomik Sonuçları. Bunu, Sö­ zümona Barışın Yıkıcı Ekonomik Tablosu diye de okuyabiliriz! Keynes, Versailles barış modelinin Almanya'yı ekonomik yıkıma götüreceğini, savaşın yı­ kımının ekonomide süreceğini söylüyordu. Çünkü, Almanya "Avrupa'nın pivotu" idi. Avrupa ekonomisi "onun ilişkileriyle" ve çevresiyle işliyordu. Hem Avrupa'nın değerleri, hem de dünya ekonomisinin ve ticaretinin işleyiş düzeni göz önünde tutulmalıydı, dikkate alınmalıydı. Ekono­ mik ilişkilerin yok edilmesine ağır ödeme yükü de eklenince sadece Almanya değil, Avrupa da zor bir döneme girecekti.

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 37

Ama, Keynes'in sesi -yankı uyandırsa da- büyük devletlerin yeni güç politikalarını değişti­ recek etkiye sahip değildi. Versailles'ın barış (yani bölüşüm) masasını kuranlardan Lloyd George ile Wilson işin ekonomik ve finansal yönünden önce arazinin, yeni sınırların siyasetiyle meşguldü­ ler. Güç politikasının siyasetçi için özü, önce oradaydı. Yaşlı kurt (Kaplan lakaplı), Fransız baş­ bakanı Georges Clemanceau ise, ne istediğini biliyordu. Onu elde etmeliydi: Keynes'in deyişiyle, "Almanya'nın gelecek bir ya da birkaç kuşağını yok etmek ! " 1921 'in Mayıs'ında 1 3 2 milyar altın marklık bir ödeme faturası ve bunun ultimatomu Almanya'nın önüne konuldu: "Ya öde ya da gelip alalım! " İtiraz sonuç vermedi. İte kaka ödeme aşamasına gelindi. Ödemenin bir bölümü malla (ayni) yapılacaktı. Nakden ödenmesi şart koşu­ lan bölüm için de Fransa garanti istedi. Parasal varlıklarından yoksun kalmış Almanya için şunu önerdi: Almanya, özel bono çıkarsın; bunlarla Amerika'ya dolar karşılığında borçlanarak, bu do­ larlarla Fransa'nın savaş zararlarını ödesin. Bono karşılıklarını da, vadesi geldiğinde (nasıl ödeye­ cekse) Amerika'ya dolarla ödesin. Kısacası, Almanya için ticari borç yaratan bir zorunluluk doğ­ sun ve Fransa alacağını hemen tahsil etsin! Amerika, buna destek vermedi. Alman parasının değeri, savaş sonunda yarıya düşmüştü. Kaynak kıtlığı içindeki Alman hükümeti vergi alamıyor, para basıp açık finansman yapıyordu. 1 922'de Almanya'da fiyat artışları hızlanırken, mark da gitgide riskli para oluyordu. 1 922 başlarında sahneye İngiltere çıktı ( Zaten, hiç inmemişti ! ) . Lloyd George, uluslararası toplantılar düzenleyerek kendine bir siyaset örgüsü dokuma yöntemine uygun olarak, Genova'da bir büyük ekonomi toplantısı hazırladı (İleride açıklanacağı gibi, bu toplantı birkaç amaçlıydı). Mark'ın çöküşünü önleyecek bir uluslararası kredi kotarmak, toplantının başlıca amaçlarından­ dı (adeta 25 yıl sonrasının Marshall Planı gibi! ) Böyle bir kredinin en önemli ya da tek kaynağı Amerika olabileceğine göre, İngiltere bu kredi işiyle başka hedefleri de gözetiyordu: Amerika'yı Almanya'nın yeni kreditörü yaparak Avrupa piyasasını -özellikle 1 920- 1 92 1 'de kurumaya yüz tutan İngiliz ticareti ve sterlini için- canlandırmak. O arada, Fransa'nın isteklerini frenleyerek Almanya'nın savaş zararı ödemesini durdurmak. Bunu yaparken de, kendisinin Amerika'ya sa­ vaştan kalma borcunu sildirerek yeniden başrol üstleneceği altın standardı rejimine doğru büyük bir adım atmak. Amerika buna da destek vermedi. Önce alacaklarını istiyordu. Bundan hiç vazgeçmeyecek­ ti. İngiltere'nin hem borçlu olup, hem açık verip, hem de hala kral rolünü rahatça oynamasına yani, aslında göründüğü kadar değerli olmayan sterline- karşılıksız destek vermek, 1 9 22'de, Amerika için pek söz konusu değildi. Amerika, reel politikaya elverişli kartlara sahip olduğunu biliyordu; bunları koruyordu. İngilizler ve Fransızlar, 1 922 Nisan'ında topladıkları Cenova Konferansı'nda mesafe ala­ madılar. Bir taşla iki kuş, yani, Almanya ve Rusya'yı vurup amaçlarına varabilme hedefini tuttu­ ramadılar. Buna karşılık, yeni Rusya'nın temsilcileri sürpriz bir başarı elde ettiler. Almanlar'la bir süredir perde arkasında süren yakınlaşmalarını, ötekilerin haberi olmaksızın imzaladıkları bir an­ laşma ile sonuçlandırdılar: Rapallo Anlaşması. Bu, Versailles'dan sonra ilk kez Almanya'yı ba-

38 birinci kısım: büyük devletler

ğımsız davranabilen ve karar alabilen bir ülke yapmak demekti. Lloyd George başta olmak üze­ re, İngilizler ve Fransızlar bu oldubittiye çok kızdılar. Rapallo, büyük devletler ve sermaye çevre­ leri tarafından inşa edilmeye çalışılan bir büyük bölüşüm projesini ve bununla içiçe dokusu örü­ lebilecek bir Avrupa tasarımını zora sokmuştu. O tarihten sonra, büyük devletlerin arayışları ve yöntemleri farklılaştı. Bir daha bu kapsamda bir organizasyon tasarlanmadı. Rapallo'nun Sovyet­ ler için ne anlama geldiğine aşağıda döneceğiz. Öte yandan, Fransa'da, kaplan Clemenceau, Versailles'ın koşullarını Almanya için daha da ağırlaştırmadığı için eleştirilmiş ve istifa etmişti. Yerine, önce Aristide Briand, sonra da 1 922 'de, eskiden beri Almanya'ya hınç duyan Raymond Poincare gelmişti. Lloyd George, Almanya'nın ödeme yapabilmek için zamana ihtiyacı olduğundan dem vururken, Poincare, " Hemen ödemeli ! " diyordu. 1 922'nin Haziran'ında Alman ekonomisi biraz daha sıkıştığı zaman, Poincare'nin söz­ cüleri Almanya'nın bir uluslararası krediyi hak edecek mali itibardan yoksun olduğunu açıkladı­ lar. Ve işler gitgide sarpa sardı. Almanya'nın toplum ve siyaset sahnesi karmakarışıktı. Gösteriler, ayaklanmalar, darbe giri­ şimleri ve siyasal cinayetler içiçeydi. Dışişleri Bakanı Walter Rathenau Haziran'da bir suikastla öl­ dürüldü. O arada, Almanya'nın malla yaptığı ödemeler aksamaya başladı. Kriz birden derinleşti. •

Efsanevi Alman enflasyonunda paralarla oynayan çocuklar: 1923.

İngilizler 1 922'nin sonlarına doğru Poincare'yi yumuşatabilmek için bazı ekonomik paketler geliştirdiler: Fayda etmedi. Poincare, " orduların ilk hedef"inin Alman­ ya olduğuna kendini inandırmıştı ( 1 920 Eylül'ünde Fransa ile Belçika arasında gizli bir askeri anlaşma yapılmıştı) . 1 923 Ocak ayında Fransız v e Belçika orduları, Alman sını­ rını geçerek Ruhr bölgesini işgal ettiler. " Ödemezsen kalır ve alırız! " diyorlardı. Fakat, ummadıkları bir şeyle karşı­ laştılar: Ruhr'da işçiler greve gittiler. Bir şey üretilmezse, işgalciler ne alabileceklerdi? Kömür madenlerinde üretim durdu (O arada, İngil­ tere, kömür ülkesi Almanya'ya soğuk 1 923 kışında tekel fi­ yatından kömür satmaya başladı! Tekelci, tanımı gereği, bir piyasada rakibi olmayan firmadır. Bu, fiyatı istediği yükseklikte tutabilmesi ve hatta istediği kadar mal satabil­ mesi için büyük avantajdır). Alman hükümeti Ruhr'daki işçileri destekleyerek karşılıksız para basmaya hız vermişti. 1 923'te enflasyon gitgide vahşileşti ve markın yok oluşunu hızlandırdı. Hükümetin aczi, adeta bir ekonomik yokoluş politikasında simgeleşmişti. Alman halkı işte o zaman yenilgiyi ve çöküşü kavra­ dı. Çöküşün görünen boyutu ekonomikti. Ama, para bas-

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 39

ma, doludizgin enflasyon, vb.'nin üstünü kazıyınca alttan şu çıkıyordu: Almanya'nın mülk ve ser­ maye sahibi sınıfları toplumca karşı karşıya kalınan ağır faturaya ortak olmak istemiyorlardı. Sa­ vaşta vergi vermemişlerdi. Şimdi de, Fransızlara gidecekse niçin vergi verelim ve niçin hükümete kaynak sağlayalım? diyorlardı. Görünmeyen boyut ise, Almanya'nın savaşta ve barışta yeni siyasal güç oluşturamayacağı idi. Yani, büyük çöküş siyasette idi. Weimar anayasası, Fransız Devrimi'nin ruhuna öykünüyor­ du, ama gerçekte birçok yönden eskisinin devamıydı. 1 920 seçimleri de ta Bismarck devrinde kris­ talleşmiş siyaset yapısının bir devamını getirmişti. Orta sınıflar yeni anayasanın liberalleşme ve özgürleşme getirdiğini bir şamataya dönüştürürken, siyaseti ellerinde tutanlar, yine mülk ve ser­ maye sahibi sınıfların, kısacası, finans sermayesi ile etle tırnak halindeki sanayiciler ve büyük top­ rak sahiplerinin koalisyonu idi. 1 9 14'e kadar süren görkemli ekonomik gelişme boyunca, siyaset­ te bunun karşısında, buna eşdeğer bir farklı ağırlık merkezi oluşmamıştı. Şimdi nasıl birdenbire oluşabilirdi? Toplumda yenilginin acısı derinleştikçe, bu koalisyon Alman siyasetini ulusal çıkar söylemiyle yönlendirerek bir çıkmaz sokakta tutuyordu. Yeni durumlar karşısında çaresizlikle beslenen iktidar boşluğu ise, fiilen büyüyor, Almanya siyaseten gitgide zayıflıyordu. 1 923'te, çılgınlaşan enflasyon ile iktidar boşluğu birbirini körükledi. 1 9 1 3 için 1 kabul edi­ len toptan eşya fiyatları endeksi, 1 920'de 1 5 , 1 922'de 342, 1 923 Ocak ayında 2.783, Aralık ayın­ da ise 1 .261 .000.000.000 olacaktı! Almanya enflasyon ile savaş yıllarında değil, yenilgiden sonra gitgide dehşeti artan bir gerçek olarak tanışmıştı. Sivil halk, savaşın dehşetinden fazlasını, ansızın geliveren büyük yoksullaşmayla yaşadı. Çalışan sınıflar örgütlüydü ve eskidenberi Sosyal Demokrat Parti'yi ( SPD) desteklerdi. Ama bu destek statükoyu sürdüren ve küçük rötuşlardan öteye gidemeyen bir siyaset zemininden başka katkı yapmıyordu. Zemin değişmiyordu. SPD ve onun işbirliği girişimleri hep kısır hükü­ metler yarattı. Siyasetin ana damarını ellerinde tutan sınıfsal koalisyonun kalın perdesi değişme­ di, yırtıp geçilemedi. 1 923 yılının bütün değerleri silip süpüren ortamında, çalışan sınıflar radikalleşerek Alman Komünist Partisi'ne ( KPD) yönelmeye başladı. Alman orta sınıfının radikalleşmesi ise, Nazi Partisi'ne güç verecek biçimde oldu. Bu iki parti, 1 923 yılının acaip ortamında bir sözsüz işbirliği platformunda buluşur gibi oldular. Yaz sonlarına doğru karmaşa ve iktidar boşluğu büyürken bu olasılık silindi: Büyük sermaye, askeri destekli bir orta sağ iktidar için harekete geçti. Adeta, Ludendorff'un son emri Alman siyasetine değişmez bir çizgi çekmişti! Orta sağ, yine, önce radikal solu tasfiye etti. Sonra, henüz küçük çapta bir hareket olan Nazileri bastırdı. 1 923 sonbaharında Almanya için deniz bitmişti. Bunu, iktidar boşluğu büyüyen :\lmanya'ya sosyalist bir yönetim gelmesinden ürken Fransız sağının kurt siyasetçisi Poincare de görüyordu. Almanya'nın işe el koyan orta sağ iktidarını desteklemeye mecburdu. Sınıfsal tehlike ulusal tehlikeden daha önemliydi! Zaten sonuçsuz kalan Ruhr işgalinden sonra Fransa'nın siyasal yalnızlığı biraz daha artmıştı. Fransa bir kez zar atma hakkını Ruhr işgaliyle yanlış biçimde kul­ lanmış ve fiilen kaybetmişti. Çözüm, Amerikan desteğiydi. Amerika'nın önce ekonomisi sıkışmış

40 birinci kısım: büyük devletler

olan Fransa'ya kredi açması, Almanya için getirilecek çözümün başlangıcı oldu. Almanya'nın sa­ nayicileri ve toprak mülkiyetinin gölgesi demek olan askerleri de buna evet diyorlardı. Alman hükümeti, dıştan banka desteği bulmaya uygun bir ekonomi paketi yaptı (O za­ manlar, henüz IMF'siz bir dünyada bu " hizmet"i, borçluya bugün bildiğimiz aynı koşulları öne­ ren bankerler yapıyordu). Kamu harcamaları kesildi, sıkı bir bütçe yapıldı ve yok olan markın ye­ rine yeni bir para birimi (renten-mark) koymak için operasyona girişildi. İşin başına, daha sonra­ ları sihirbaz maliyeci diye anılacak olan Hjalmar Schacht geçti. Schacht, bir kemer sıkma ve istik­ rar operasyonunun ideal adamıydı. Amerikan kredisi bu zemin oluşturulduktan sonra somutluk kazandı. Zemin oluşturulurken, bunun dış müteahhitleri olarak çalışan Baldwin ile Norman'ın kat­ kılarını da burada hatırlamalıyız. Bu katkı ile işin bütün gerekli parçaları bir araya gelmiş olmak­ tadır. Şikago'lu bir banker olan Charles Dawes'in adını taşıyan bir uyum paketinin hazırlanması 1 9 24'ün ilkbaharına kadar sürdü. Dawes kredisi tulumbanın ilk suyu olacak, böylece Almanya sürekli ödeme yükümlülüğü altına girecekti. Berlin'de bir tür Amerikan Düyun-u Umumiye'si ku­ rulacak ve bir Amerikalı mali ajan Alman maliyesinin sorumlu davranıp davranmadığını denetle­ yecekti. Gerekirse müdahale edecekti. Almanya, her yıl ulusal gelirinin bir yüzde tutarını altınla ve markla savaş tazminatı olarak ödeyecekti. Ödemeler, Alman sanayiinin canlanabilmesi için ilk beş yıl düşük tutulacak, sonra artırılacaktı. Alman Merkez Bankası, yeniden düzenlenecek ve ye­ ni para birimi (Reichsmark) (RM) çıkaracaktı. Amerikan sermayesinin Avrupa çıkartması olma­ sa bunlar yapılamazdı. 1 925 'in Nobel Ödülü, işin gerekli parçalarını oluşturarak barışa katkıla­ rından ötürü Dawes ile İngiltere Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain'e verildi! Dawes, 1 92 8 se­ çimlerinde başkan yardımcısı seçildi. Almanya'nın Dawes kredisi sayesinde ödemelerini yapması, Fransa'nın rahatlamasını sağ­ ladı ama, pek hoşuna da gitmedi. İşin ölçüsü kaçmamalıydı! Çünkü, Almanya'nın ekonomik ola­ rak yeniden güçlenmesine kapı açılıyordu. Ama, Fransa'nın itirazları işe yaramadı: 1 920'lerde do­ lu dizgin büyüme yaşayan Amerikan sermayesi 1 92 8'e kadar Almanya'ya ve Orta Avrupa'ya ak­ maya devam edecekti. Alman sermaye çevreleri ise, sanki böyle bir yeni başlangıç bekliyorlardı. Savaş koşulları ve özellikle 1 922-23'ün akıl almaz enflasyonu orta sınıfın ve çalışan sınıfların tasarruflarını silip sü­ pürmüştü. Kriz bu tasarruflar tükeninceye ve bu sınıfların borçlanma olanakları tıkanıncaya ka­ dar sürmüştü. Bu sınıflar güçsüz düşmüşlerdi. Bunun yanı sıra, enflasyon rantiyelerin mali varlık­ larını da tasfiye etmişti. "Tarih baba" adeta insanların iyice öğrenebilmeleri için kapkara bir kriz senaryosu hazırlamıştı. Krizin nerede biteceğini görebilmek için bu noktayı gözden kaçırmamak gerekir: Ulusal öl­ çekteki bir kriz, korumasız olan sınıf ve grupların ekonomik ve mali varlıkları tükeninceye kadar sürebilir, sürdürülebilir. Kapitalist ekonominin tazelenebilmesi için bu koşul gerekli ve yeterli olu­ yor. O noktadan ileri gidilirse, sermayenin içinde tasfiye başlar ki, bu daha büyük sorunların ka­ pısını açar. İleri gidilmezse, korumasızlar yeniden borçlanarak ve tüketimlerini artırmaya çalışa-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 41

rak ekonominin "yeniden kurgulanması"na katkı yaparlar. Böylece, sermaye kendine yeni varlık­ lar yaratarak yeniden büyüme sürecine girer. Almanya'nın büyük sanayii ise, aynı enflasyon (ve 'yoksullaşma') süreci sayesinde yüküm­ lülüklerinden kurtulmuştu! Büyük sanayi için, siyasal tasfiyelerle ekonomik tasfiyeler birbirini ta­ mamlayan mucizeler gibiydi. Adeta yeni bir sanayi devrimine başlama hevesi yaratıyordu. Büyük sanayinin verdiği vergi devede kulaktı. Tek ve ciddi sorunu likidite kıtlığı idi. Bunun için bekledi­ ği müjde, 1 924'ün Dawes kredisiyle, yani Amerikan dolarının Avrupa çıkarması ile başlıyordu. Bundan sonrası, 2 1 . yüzyılda çocukların bile öğrenmiş olduğu bir senaryo gibidir: Alman­ ya 1 92 8'e kadar yüksek faiz oranlarıyla, çoğu kısa vadeli yoğun bir sermaye girişi yaşadı. Kısa va­ deli krediler, uzun dönemli projelerin finansmanı için geliyordu ve bunun üçte biri sanayinin bor­ cu olmuştu. Dış açık büyüyor, ama sermaye girişlerinin sürekliliği sayesinde ekonomi hızlanıyor­ du. Yapay bir bolluk dönemi yaşanıyordu. 1 925 sonunda Almanya, İngilizlerin ön ayak olduğu Locarno Antlaşması ile yeniden iyi muamele görmeye layık devlet sayıldı. Ruhr, İngiltere'nin güvencesi altında bir tarafsız bölge ya­ pıldı. Beş yıl sonra, 1 930'da Fransa Ruhr'u boşaltacaktı. Locarno (saldırmazlık) paktı, Fransa-Al­ manya-Belçika arasında ve İngiltere ile İtalya gibi iki (tarafsız! ) garantörün kanatları altında im­ zalanıyordu, ama, fiilen İngilizler kollarına almaya giriştikleri Almanya'ya karşı Fransa'yı yalnız­ laştırıyorlardı. Bu bir İngiliz usulü kolektif güvenlik modeliydi: İki zıt unsur aynı çatı altında tu­ tularak, İngiltere'nin göreli üstünlüğü onların zıtlığı ile güvenceye alınıyordu. Almanya, 1 926'da, "yapay bolluk" döneminin bir sonraki adımında Milletler Cemiyeti'ne kabul edildi. 1 929'da, duraklamaya başlayan ekonomisini takviye için, Dawes'in yardımcısının adını ve kredi vaadini taşıyan Young Planı yapıldı. Buna daha sonra geleceğiz. Fakat, yetmiş yıllık sanayi gücünü, yabancı sermaye girişine bağlı bir yapay bolluk politi­ kasına emanet eden Alman ekonomisi, bu girişler çıkışa dönünce, 1 929'dan sonra yine krize sü­ rüklenecekti. Bu defaki farklı bir krizdi. Alman halkı bu çöküşü de zamanında kavrayamayacak­ tı. Siyaseti kilitleyen sınıflarca, Savaş'tan sonra gözüne önce ulusal çıkarları koruma perdesi çekil­ mişti. Daha sonra, 1 924'te bu perde, yabancı sermaye desteğinde bolluk yaratma perdesiyle de­ ğiştirilmişti. 1 925'te, Weimar Cumhuriyeti'nin ilk başkanı Friedrich Ebert'in ölümü üzerine, savaş dö­ neminin yarı diktatör komutanı, yaşlı von Hindenburg cumhurbaşkanı yapıldı. Dış bağlantılarla destekli yapay bolluk modelini seçen Almanya, içte de Ludendorf'un "son emri"ne uygun şablo­ nu sadakada izliyordu. Alman siyasetinin sağa kayışı hızlanıyordu. 1 928'de, Amerikan sermaye­ sinin geri çekilişi başlayınca, önce durgunluk geldi. Sonra da kriz işaretleri göründü. Yine iktidar boşluğu oluşmaya, büyümeye, krizle beslenmeye ve siyasallaşmaya başlamıştı. Siyaseten zayıf bir orta sınıf idealizmi ile filizlenen, ama gitgide sağ siyasete teslim olan Weimar Cumhuriyeti çökü­ yordu. Teslim olduğu sağ siyasetin güçlü bloku da, bu cumhuriyete başından beri pek ısınmamış, gönülsüz çevrelerdi. Alman halkı birkaç yıl sonra, yine daha kalın bir ulusal çıkarları koruma per­ desi arkasında, daha büyük bir siyasal kabusa sürüklenecekti.

42 birinci kısım: büyük devletler

"KÜÇÜK ADAMA TAHAMMÜL EDEMİYORUM! " Fransa, belki bin yıldır Avrupa'nın uygarlık kalıbı idi. Avrupa saraylarında Fransızca konuşulur­ du. Giyim kuşamdan görgü kurallarına kadar her şeyin örneği Fransa idi. Ayrıca, ulusal bağım­ sızlık ateşini de ilk yakan ülkeydi. Zenginlikte dillere destan değildi. Ama, ekonomik eşitsizlik orada daha azdı. Orta sınıfı kültürle özdeşleşmişti. 19. yüzyılın küreselleşme sahnesinde, Fransa İngiltere'den sonraki en iddialı aktördü. Pa­ ris, o yüzyılın başlarından beri, kıta Avrupa'sının finans merkeziydi. Fransız sermayesi 1 9 1 4'e ka­ dar yatırımlarıyla dünyaya yayılmayı sürdürmüştü. Fransa'nın dış yatırımları 1 9 14 öncesinde İngiltere'ninkilerin yarısına erişmişti. Onun da bir ekonomik imparatorluğu vardı. Ancak, yüzyı­ lın sonuna doğru Fransa'nın ekonomik inişi de başlamıştı. 1 9 14-1 8 savaşının finansmanında Fransa da vergiye yönelmedi. Para bastı ve çoğu kısa va­ deli olan iç borçlanmaya başvurdu. Savaş bitince yeni kaynak için bütün umudu, Versailles'da idi. Barış andlaşması, savaşın Fransa'ya getirdiği sanal galibiyeti ekonomik güce çevirecek bir mucize olacaktı. Olamadı. Almanya'nın servetini Fransa kendi hesabına aktarıp nakde çeviremedi. Enf­ lasyona sürüklendi ve 1 926'ya kadar sürecek bir mali krize girdi. Fransa'nın savaştan sonra ilk reel sorunu, bayındırlıkta ve yaşanan yıkımın onarımında, sonra da güvenlikte idi. Savaşta yanıp yıkılan yerler için 20 milyar frank harcamıştı. Bunu Alman­ lardan söke söke almak istiyordu. 1 9 1 9'dan başlayan ve gitgide artan tedirginliğinin ilk kaynağı bu idi. Ama, tedirginliği aslında daha derinden geliyordu: Fransa, ekonomik geleceğini " imparatorluğu" nun kaynaklarına bağlı görüyordu: Çin Hindi ( bugünkü Vietnam), Suriye, Sene­ gal, Sahra ve belki de en önemlisi Kuzey Afrika'da yatan kaynaklar. Bu kaynakları kaybetme endişesi Fransız politikasının ana damarı olmuştu. Bir ülkenin po­ litika çizgisi endişe ya da umutsuzluk damarı ile şekillenmeye başlarsa, bunun ardından çözülme gelir. Çözülmelerden korkan Fransa, kendi Avrupa politikasında da yeni akımlara, daha doğrusu yeni olan hemen her şeye karşıydı. Pozisyonlarını, ittifaklarını buna göre ayarlıyordu. Emperyal­ likten vazgeçme endişesi sanki Fransa'nın dokusuna gitgide katılaşan bir muhafazakarlık yerleş­ tirmişti. Bu, ekonomide de, siyasette de egemendi. Fransa, emperyal kalabilmek ile yalnız kalmak arasına sıkışmıştı. İngiltere ile ilişkileri bozmamak uzun zamandır Fransız politikasının esası idi. Arkasında İngiltere olmazsa, Fransa savaşamazdı (Hoş, İngiltere'nin de 1 920'lerde savaşacak hali olduğu söylenemezdi). Bunu iki taraf da biliyordu. Ama, savaş yılları sona erince İngilizler, bu eski müt­ tefiklerine desteği kesiverdiler. Hatta, onu küçümsediler ve dışladılar. Onun, Almanya'nın dirile­ ceğinden doğan korkusunu anlamazlıktan geliyormuş gibi yaptılar. İki tarafın siyasetçileri birbi­ rine ters düştü. Lord Curzon, Poincare ile görüşüp ayrıldıktan sonra, "Bu iğrenç küçük adama ta­ hammül edemiyorum. Ona tahammül edemiyorum, tahammül edemiyorum" diye defalarca hay­ kırırmış. Savaş öncesi Avrupa'sında ittifaklar hep gizli yapılıyordu. Savaş sonrasında ise, artık Mil­ letler Cemiyeti'nin bilgisi içinde oluyordu. Amaç, statükonun tümünü ( bir anlamda, büyük dev-

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 43

!etlerin ortak çıkarlarını) korumaktı. Çıkarların ortak çizgide toplanabilmesi Avrupa'nın yeni ve düzensiz sahnesinde kolay iş değildi ve bir tek büyük devletin kudretini aşıyordu. 1 920'lerin özellikle ikinci yarısı Avrupa'da hummalı bir "paktçılık " dönemi oldu. Orada Fransa'nın özel endişeleri okunabiliyordu: Almanya'ya komşu devletlerle (Polonya, Çekoslovak­ ya, Belçika, Romanya, Yugoslavya) karşılıklı güvenlik andlaşmaları yaparak güya Almanya'nın çevresine bir telörgü çekmeye girişti. Bunun adına da "Küçük Mutabakat" denildi. Telörgünün kilidi niyetine de, Amerika ile 1 928'de Kellogg Paktı yapıldı. Bu, Paris'te Almanya dahil onüç ül­ keye imzalatıldı: Artık, kimse kimseye saldıramayacaktı. Daha çok kaynağa sahip olma oyunu bu çerçevede, saldırmaksızın oynanacaktı! Oysa, bunların hiçbir ekonomik anlamı yoktu. Ama, asıl niyetler ve asıl politika elbette farklıydı. Fransa'nın kaybetmemek için kazanma­ lıyım politikasında hasım oyuncu rolü hep Almanya'nındı. Sonra, yeni bir aktör olan Sovyetler geliyordu. İki hasıma karşı kullanılacak ikinci sınıf oyuncu rolü de Polonya'ya verilmişti. Versailles'da, Clemenceau, Doğu Prusya'yı Almanya'nın gövdesinden ( Reich'tan) ayırarak Almanya'yı ikiye bölmek üzere, Polonya'nın bir arazi parçasını kama gibi kullanıp Baltık Denizi'ne kadar koridor açmıştı! Sonra, 1 923'te Fransızlar bu koridora demiryolu döşeyerek, ucuna, Gdansk'ta büyük bir Polonya limanı inşası için cömertçe destek oldular. Fransa, Polonya'yı hem Almanya'ya, hem de Sovyetler'e karşı kullanılacak bir yedek güç yapmak istiyordu. Bu iste­ ğinden hiç vazgeçmedi. Ekonomi ile siyaset bunun için hamur edildi.

KRAL MİDAS'A NE OLDU? 1 924'ten sonra bütün hükümetler şu ya da bu yolla Fransız Frangı'nın (FF) değerini istikrarlı tut­ mayı ve olabildiğince altın rezervine sahip olmayı amaçladılar. Bu, kapitalizmin güce dayanan dünyasında yalnızlık çeken bir ülkenin ayakta kalabilmek için başvuracağı yegane politikadır. Şu ya da bu yol kah bir Amerikan kredisi, kah bir kemer sıkma programı, kah Fransa dışına kaçan sermayenin geri dönmesi için verilen ödünler oldu. Fransa'nın 1 920'li yılları, iktisat politikası meraklıları için öğreticidir. Avrupa'nın yeni dü­ zeninde iddialı olmak isteyen, fakat ekonomideki kaynak gereksinimini dış politikası ile bağdaş­ tıramayan büyük ama yalnızlık kompleksini atamayan bir devletin deneyimlerini anlatır. Kaynak bulma oyunu, 1 925'te altın standardının yeniden sahneye konulduğu bir dünyada oynanacaktır: Yani, sistemin sıradan oyuncuları için likidite sınırlı olacaktır. Normal ölçüden büyük oyuncular, yani, finans sermayesinin büyükleri ise, daima aralarında paslaşabilirler. Sistem sıkışmadıkça, bü­ yükler için likidite sıkıntısı söz konusu olmamalıdır. Yazılı olmayan kural budur. Bu, siyasetçiler kadar, finans erbabının da birbirine dost görünürken aniden sırt çevirebil­ diği, dengelerin oynak olduğu bir dünyadır. Sahnedeki aktörler, belki başka bir zamanda olmadı­ ğı kadar Shakespeare'in karakterlerini andırırlar. Poincare (ömrünün son iktidar döneminde), 1 926'da kemer sıkma ile takviye edilmiş kla­ sik bir istikrar programı başlattı (Poincare, ekonomiyi "büyük" Fransa için devlet politikasının ana damarı sayıyor, Başbakanlığı sırasında Maliye Bakanlığı'nı da kendi yürütüyordu). Devalü-

44 birinci kısım: büyük devletler

asyon yaptı. Sistemi altına bağladı. Fransızların birikmiş tasarrufları eriyiverdi; ama ekonomi ye­ ni bir başlangıç noktasına geldi. İhracat ve turizm patladı. Böylece, 1 925 'ten sonra sterlin yapay olarak değerlenir ve İngiltere'nin dış açıkları gitgide büyür, altın rezervi daralırken, düşük değer­ li FF, Fransa'ya " sermaye ve altın girişlerini" özendiriyordu. Ancak, Poincare'nin politikası dış borçlanmaya yönelmek ya da spekülatif sermayeyi çek­ mek değildi. Önceki yılların belirsizliklerinden tedirgin olarak Fransa dışına kaçıveren yerli ser­ mayeyi geri getirmekti. Poincare'ye göre, ülkenin ekonomik cephanesi bu idi. Öncelik buradaydı. Fransa'nın büyük devletliğinin sınırları, sistemin sahibi İngiltere'ninkinden de, yeni prens Ameri­ ka'nınkinden de daha dardı. Oyunu, ancak kendi sermayesi ile oynayabilirdi. Bunu başarırsa, da­ ha büyük oynama şansı olabilirdi. Fransa'nın rezervleri büyümeye başladı. Ekonomi yeni bir bahar havasına girdi. Yeni bir belle epoque yaşanıyordu. 1 928 Haziran'ında, Poincare bir istikrar yasası çıkardı ve bununla FF'nin değerini sabitle­ di (Paranın dış değerini bir istikrar yasası ile saptama düşüncesi; Türkiye Cumhuriyeti'nin 1 930 tarihli, 1 7 1 5 sayılı ilk Merkez Bankası yasasına da yansıyacaktır) . 1 920'lerin oynak dünyasında, yeniden bir büyük Fransa politikasının oluşturulmasında ekonomi ağırlık merkezi oluyorsa, adım adım bir noktaya erişmek gerekiyordu. Fransa Merkez Bankası'nın guvernörü Emile Moreau bu­ nun mimarıydı. Nuh deyip, peygamber demeyen bir adamdı. Poincare'nin istikrar yasasının asıl sahibi o idi.

Fransa'nın bakanlık, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış, ünlü matematikçi Henri Poincare'in de kuzeni olan Raymond Poincare (1860-1934).

Moreau, 1 926'da değeri düşmüş bir FF'ndan başlayarak, 1 928 Haziran'ında, değeri gitgide yükse­ len bir FF'na giderken durması gereken noktayı seç­ ti. Merkez bankacılığında tüm hünerlerini kullana­ rak o noktayı bulmuştu. Daha fazla gidilmemeli, FF'nın dış değeri daha çok yükselmemeliydi. Her şey iyi giderken, paranın değerini abartacak bir speküla­ tif baskı istemiyordu. Çünkü, bu, tehlike alanı yaratan bir baskıydı. O alanın sahibi bankerler, finans sermayesi ve bun­ larla sıkı fıkı öteki büyük devletlerdi. O alan onların hesaplarına, işlemlerine ve kaprislerine duyarlı, hat­ ta zaman zaman bağımlı idi. Moreau, döviz kurunu iyi saydığı noktaya getirdikten sonra koruyabilme­ nin önemli olduğuna inanıyordu. Yoksa, buradan başlayıp çorap söküğü gibi gidecek risklere hakim olunamazdı. Moreau, işte o noktada bir istikrar yasası is­ tedi. Fransa'nın buna karşı olan (yani, FF'nın daha

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 45

yüksek değerleri erişmesini isteyen) para babalarıyla, hatta Poincare ile çekişti. Ama, dediğini ka­ bul ettirdi. Bu noktadan sonra, Fransa Merkez Bankası altın stokunu büyütme politikasını uygun adım sürdürdü. Uygun adımın esası sterlin rezervlerini boşaltıp altına çevirmekti. Bu politika, sis­ temin kralı rolündeki İngiltere üzerinde artan bir baskı yaratıyordu. Fransız politikası Lord Curzon'un tahammül edemeyeceği kadar vardı. Özellikle 1 928'den sonra, ağır borç altına girmiş olan ve tazelenen krediler sayesinde yaşa­ yan Avrupa'da likidite iyice daralırken, gitgide rahatlayan Fransız sermaye ve banka çevreleri sterlin varlıklarını çözüp altına geçmeye yöneldiler. Fransız Merkez Bankası ve finans çevreleri, bir-iki göstermelik j est dışında, ne koşar adım krize giden Almanya'ya, ne gitgide sıkışan İngiltere'ye el uzattılar! Finans ve ekonomi krizi, Orta Avrupa'da 1 93 0'da derinleşiyordu. 1 9 3 1 'in Mayıs'ından sonra çaresiz dert halini aldı. 1 9 3 1 Eylül'ünde İngiltere'nin altın sistemine mecburen son verme­ si, Fransa dışında bütün söz sahibi ülkelerin şu ya da bu nedenle zayıf düştüklerinin de somut bel­ gesiydi. Politikasını altın üzerine kuran Fransa'nın konforu ise, sadece bir-iki yıl sürdü. Altınlar, Kral Midas gibi Fransa'ya da yaramadı. Fransa'nın yalnızlığı sürüyordu.

SESSİZ BAŞKAN VE HIZLI BÜYÜME 1920'lerde, Amerika kendi kıtasına çekilip hızlı bir ekonomik gelişme yaşamaya koyuldu. Avrupa'nın Versailles'dan sonraki kaosundan, barış modelinin arapsaçına dönen sorunlarından elini eteğini çekti. Belki de Wilson'un 1 9 1 9'da üst üste gelen felçlerle siyaset dünyasından çekil­ mesi (ve birkaç yıl sonra ölmesi) Amerika'yı, tam o işlerde iddia sahibi olacakmış gibi görünür­ ken, vazgeçip geri çekilmeye yöneltti. Dünya Savaşı Amerika'ya yaramıştı (Büyük savaşlar Amerikan ekonomisine hep yaramış­ Savaşın yarattığı sürekli talep Amerika için üretim motorunun benzini olmuştu. Üstelik, sa­ tır). vaşanlar Amerika'ya borçlanmışlardı. Amerika büyük savaştan dünyanın yeni kreditörü olarak çıkmıştı. Bir bakıma, Amerika kapitalizmi dünya çapında ilk güç gösterisini yapıyordu. Ama, daha büyük güç gösterisi 1 92 0'lerde geldi. Yüksek tempolu sürekli büyüme Avrupa'nın ve dünyanın soluk alıp verişini ayarlayan bir mertebeye erişti. Amerika'nın ulusal ge­ liri 1 920'lerde yüzde kırk büyüdü. Sınai üretimi neredeyse yüzde elli arttı. Bunun arkasında emek verimliliğinin yüzde ellilik artışı, yılda yüzde yedilik hızla çoğalan sermaye yatırımları ve dev adımlarla gelişen teknoloji vardı. Bunlar ideal büyüme koşullarıydı. Büyümenin lokomotifi başlangıçta konut sektörüydü. Artan gelirler insanları yeni yaşama biçimleri edinmeye heveslendirir. Yeni yaşamlar da ev sahibi olmaktan, yazlıklar edinmekten, otellere gitmekten geçer. Bunlar, 1 920'lerin Amerika'sında gereksinme olmaktan başlayıp, moda olmaya ve çılgınlığa kadar uzandı. Florida gibi, o tarihte kuş uçmaz, kervan geçmez diyarlar, ye­ ni yetme sosyete ile mafyanın ün kazandırdığı gözde yerler haline geldi. Çok parçalı bir sektör

46 birinci kısım: büyük devletler

olan inşaat ekonominin her vidasını yerinden oynattı. 1 925'te, konut inşaatı zirvesine çıkmıştı. Daha sonra yavaşlayınca, yerini kamu inşaat projeleri aldı. Ekonomiyi asıl şaha kaldıran otomotivdi. Oto üretiminin 1 920'lerde eriştiği kapasiteyi Amerika, ileride, ancak 1 950'lerin sonunda aşabilecektir. 1 920'lerin sonunda Avrupa'da her sek­ sen kişiye bir otomobil düşerken, bu Amerika'da beş kişiye bir oto idi! Otomobil, daha önce sa­ dece varlıklıların ve üst orta sınıfın sahip olduğu yer değiştirebilme ve hareket olanağını, artık çift­ çiye ve sanayi işçisine de verdi. Orta sınıf uçağa binmeye başladı. Sanayideki yüksek verimlilik ge­ lirlere yansıdıkça lüks nesneler normal ihtiyaç ürünleri haline geliyordu. Sistem bir yandan da ye­ ni lüks ürünler yaratıyordu. 1920'lerin çılgınca üretim yarışında Ford'u ikinciliğe kaydıran Gene­ ral Motors (GM) iri, şatafatlı ve rüküş Amerikan otomobil modelini piyasaya bir moda ürünü gi­ bi yerleştiriyordu. Yeni gelen bolluk bir yandan da çalışan sınıfların siyasal bilinçlenmesinin, radikalleşmesi­ nin önünü kesiyordu. Amerikan işçisi orta sınıflaşmaya başlıyordu. Sendika üyeliği azalıyordu. Tasarruflar artıyordu. İşçiler, ustalar, teknisyenler, hizmetçiler, bekçiler, şoförler ilk kez hisse se­ nedi almaya başlıyorlardı. Eğitim için yapılan harcamalar, kitap sayısı, kültür ürünleri büyük ar­ tış gösteriyordu. 1 920'lerin sonlarında Amerika'da otuz bini aşkın gençlik orkestrası ortaya çık­ mıştı. Yeni elektrik sanayii ürünleri bütün bu gelişmeyi ateşliyordu. Radyo gitgide genişleyen bir dinleyici kitlesi yaratıyor, toplumda Amerikanlaşma'yı sağlıyordu. 1 920'ler, Amerika'da kapitalizmin gem vurulmaksızın koştuğu dönemdir. Wilson'dan sonra­ ki başkanlar ve arkalarındaki yönetim "Bırakınız Yapsınlar"cıydı. 1 920'de Cumhuriyetçi Parti'den başkan seçilen Ohio'lu Warren Harding, taşralı, küçük, namuslu, muhafazakar adam tipiydi. Sık sık yinelediği söz "Normale dönelim"di! Normal olan, kapitalist ekonominin işleyişine karışılmamasıy­ dı. 1 923'te ansızın ölüverdi. Yerine geçen yardımcısı Calvin Coolidge de New England'ın (kuzey do­ ğu) taşrasından, küçük, namuslu, muhafazakar çiftçi ailesindendi. Önemli yönetim kademelerinde bulunmuştu. Suskunluk stratejisi ustasıydı. Ona "Silent (sessiz) Cal" derlerdi. Zorunlu kalırsa da, çok kısa konuşurdu. "Hiç söylemediğim şeyler beni hiç sıkıntıya sokmadı" derdi! Ancak, Sessiz Başkan ses verdiği nadir zamanlarda ekonomi için ne düşündüğünü açık se­ çik söylüyordu: Harding'in dönemi kapanıp kendisi başkan seçildikten sonra, " Hükümet ve iş dünyası birbirinden bağımsız ve ayrı kalmalı. Biri Washington'dan, öteki New York'tan yönetil­ meli" demişti. Yani, "bırakınız yapsınlar" demişti. İşte, sessiz kalan başkan döneminde Amerikan kapitalizmi gem vurulmaksızın koştu, bir "bolluklar çağı" yaşadı.

BORSAYA BİRKAÇ YUDUM VİSKİ Amerika 1 920'lerin ortalarına kadar ideal büyüme koşullarını iyi idare etti. Hızlı büyüme ile fiyat istikrarı birlikte yürütüldü. 1 925-26'dan sonra sermayenin kar ve büyüme arzusu kabarmaya de­ vam etti. Bu durdurulmaz arzu, büyük bir tüketiciler toplumu yaratan yolu açtı. Bir tür gözü doy­ mazlığı körükledi. Her şey kitleselleşiyordu. Kadın nüfus çalışma dünyasına daha çok katıldıkça şu görüldü ki, aile gelirleri artıyor, ama harcamalara yetmiyordu. Oysa, yeni ürünler gitgide da-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler

47

ha çok satılmalıydı. Tüketiciler toplumu ancak borçlanma mekanizmasını yaygınlaştırmakla ku­ rulabilirdi. Önderliği GM yaptı: Üçte biri peşin, gerisi taksitle otomobil satmaya başladı. Artık fi­ yatlar düşmüyor, tüketim arttıkça borçluluk artıyordu. Tüketim, borçlanmanın yapışık kardeşiy­ di. İkisi, kapitalizmin hayat damarlarıydı. Tüketim toplumu yolunda ekonomiyi genişletme göre­ vi, artık borçlandırmayı sanat haline getirmiş olan bankerlerinindi. Amerikan kapitalizminin hızlı koşusu kredi genişlemesi sayesinde sürdürüldü. Kapitalizm ge­ nişleyebilmek için kredi artışına muhtaçtır. Gerçi, altın standardının kutsal kitabı gereğince dolaşım­ daki para aşağı yukarı sabittir; ama kredi hacmi 1 920'lerin Amerika'sında yüzde altmış genişlemiş­ ti! Büyümeyi ha bire ateşlemek için faiz oranları bile bile düşük tutulmuştur. Yani, görünürde liki­ dite sıkışıktır, ama aslında ucuz para politikası izlenmektedir! Çünkü, o gelişme içinde paranın di­ siplininden çok, kimlere akacağı önemlidir. Kapitalizm, kabına sığmadığı ve daha da güçlenmek is­ tediği zaman kural tanımaz (Bir de, tökezlediği, ağır krize girdiği zaman kural kalmaz) . Amerikan Hazine Müsteşarı Ogden Mills'in, zenginlerin yaşadığı Long Island'da bir ma­ likanesi vardı. 1 927'nin Temmuz'unda, orada gizli tutulan bir toplantı yapıldı. Önemli kararların gizli buluşmalarda alınması kapitalizmin örfüdür. Bu seferki, büyük merkez bankalarının buluş­ masıydı. New York'un Benjamin Strong'u, İngiltere'nin Norman'ı, Almanya'nın Schacht'ı ve Fransız Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Charles Rist. Nedense, Standard Oil'in sahibesi de o gün oradaydı. Gizli buluşmadaki konuşmalardan ikisi, çağın daha çok güç arayan kapitalist ekonomisi açısından aydınlatıcı­ dır. İlki, Strong'un sonradan tekerleme haline gelen cümle­ sidir: "Borsaya birkaç yudum viski servisi yapacağım! " Ya­ ni, faiz oranlarını biraz daha düşürüp kredi hacminin biraz daha gelişmesini, sermayenin biraz daha hareketlenmesini, büyümenin hızlanmasını sağlayacağım, diyor (20. yüzyılın sonlarındaki meslektaşı, FED Başkan Alan Greenspan de Amerikan kapitalizminin güçlü arzularına uygun biçimde, farklı cümleler kullanarak benzer viski servisini yapacaktır. 2008 'de başlayan büyük krizin oluşumunda, üstadın 1990'lardan başlayan katkısını inkar etmek zordur). Merkez Bankası kapitalizmin " istikrardan sorum­ lu" merkez kurumu olarak takdim edilir. Borsaya "viski" servisiyle ekonomideki hızlı büyüme (yani, daha çok zen­ ginlik) sarhoşluğuna katkı yapılınca, bu takdimin inandı­ rıcılığı kalmaz. Kapitalizmin "kabına sığamadığı zaman kural tanımadığı" gerçeği ortaya çıkar. Eğer, "viski servi­ si" en büyük kapitalist ekonomide yapılıyorsa, sonuç o öl­ çüde acıklı olur.

192o'lerin FED başkanı Benjamin Strong (1871-1928).

48 birinci

kısım: büyük devletler

İkinci konuşma Reichsbank'ın Başkanı, Hjalmar Schacht'a aittir. Yıllardır tam bir anlaşma içinde, kapitalizmin uluslararası sularda dümenini ellerinde tutan Strong ile Norman'a şöyle diyor: "Sizlerin altın standardı diye oynadığınız oyun aslında bir aldatmaca. Büyük merkez bankaları ola­ rak aranızda kendinize göre 'al gülüm, ver gülüm' şeklinde bir altın külçe alışverişi yapıp duruyor­ sunuz. Eğer elinizdeki değerli kağıtları size getirenlere altın sikke vermiş olsanız, işte o zaman ger­ çek altın standardı olur. Sizin yaptığınız, bir finans oligarşisinin kredi hacmine egemen olmasını gö­ zeten bir oyun ve başka bir şey de değil."

Ancak, bu oyunu sadece iki merkez bankası başkanının üzerinde bırakmak eksik değerlen­ dirmedir. Çünkü, "Amerikan tarafında" kredi hacmini gitgide büyüterek (2000'li yılların uygula­ masındaki terimle, "likidite bolluğu" yaratarak) kurgulanan oyunun aktörleri Beyaz Saray' dan ve Amerikan Kongresi'nden başlayarak, Hazine'yi, federal ve özel bankaları da kapsayan önemli bir listedir. Amerikan yönetimi likidite bolluğu oyununu sadece kendi sınırlarında tutmadı. Bunu uluslararası ayağı olmaksızın oynamak sıradan ve anlamsızdır. Kapitalizmin (canlı ve dinamik bir şey olarak) gerçeğine uymaz. Daha önce üzerinde durduğumuz, Avrupalıların Amerika'ya olan savaş zamanı borçları, işin başlangıcı ve manivelası oldu. Amerika, aslında daha 1 92 1 'de dış kredileri bir politika çizgi­ si olarak benimsemişti. İşin pişirilmesi 1 924'ü buldu: Bir taşla iki kuşun vurulması gerekiyordu: Hem Amerika Avrupa para ve sermaye piyasalarına aktif biçimde girmeli, hem de (Norman ile Strong'un kurduğu göbek bağı ile) İngiltere, altın oyununu Amerikanın desteği sayesinde yürüte­ bilmeliydi. Bu senaryo, Amerikan yönetiminin üzerinde durduğu hamleyi sağlayacaktı: Amerika, uygun gördüğü siyasal rejimi, özel (finans) kesimi üzerinden, uygun gördüğü kredilerle destekle­ yecekti. 1 920'lerde "pilot proje" düzeyinde kalan bu politika çizgisi, daha sonra, Amerika için çok daha elverişli koşullarda, 1 947-48'de Marshall Yardımı adıyla doğacaktı. İngiliz tarafına gelince, işin siyasal olarak sağlama alınması özellikle önemliydi. 1 924'te, komplo senaryosu ile takviyeli bir seçim sonunda Muhafazakarlar'ın mutlak çoğunlukla iktidara gelmesi bu güvenceyi sağlamış ve birkaç ay sonra, 1 925 Nisan'ında altına dönüş gerçekleştirilmiş­ ti. Bundan sonra önemli olan şey ise, döviz kurlarının (her ne kadar kitaba göre "serbest" sayılı­ yorsa da) iki merkez bankası tarafından, iki piyasa (City ve Wall Street) için ustalıkla yönetilme­ siydi (İktisatçılar buna "managed currency" , yani, "yönetilen kurlar sistemi" demişlerdir) . Bura­ da önemli olan şey, kumandayı Strong ile Norman'ın yürütmesiydi. Schacht'ın vurguladığı da bu idi: İki devlet ve onların içiçe olduğu finans sermayesi kural mural gözetmeksizin, dünya kaynak­ larını ve bunların paylaşımının hangi hızda yapılacağını ikili kontrole alan bir düzen kurmuşlar­ dı ( "Viski servisi"nin tasarlanan bir etkisi, Amerika'da faiz oranını düşürüp parayı ucuzlatır ve borçlanmayı teşvik ederken, öte yandan, bütün bunlarla altının İngiltere'ye akışını sağlamak ve orada Norman'ın ve muhafazakar hükümetin elini rahatlatmaktır) . Kapitalizmin daha sonraki depremleri düşünülürse, Long Island buluşması bir dönüm nok­ tası gibidir. Çünkü, Strong'un "viski"si sanayi üretimini artıracak bir etki yaratmamıştır. Spekü-

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 49

lasyonu ateşlemiştir. Viskiden sonraki yeni krediler tüketici kitlesine ulaşmamıştır. Havadan ka­ zançlar için yönlendirilmiştir. Amerikan kapitalizmi, 1 920'lerde hızlanan büyümenin son aşama­ sındadır. Bu, "serveti ve gücü artırma arzusu"nun da ekonomideki son aşamasıdır ve hemen tü­ müyle spekülatiftir. O aşamada, artık Amerikan dış kredi politikasından filan söz etmek anlam­ sızdır. 1 928 'den başlayarak, ekonomiyi yeni kazanç fantezileri sarar. Paradan menkul değerlere, taşınmazlara ve mallara geçilmektedir. Geçişi sağlayan şey kredidir. Wall Street'te hisse senedi fiyatları gitgide tırmanır. Getirileri yüzde bire, yüzde ikiye düşmüştür; ama "herkes yüksek de­ ğerli varlıklara sahip olma hummasına" tutulmuştur. Günde 4 milyon hisse, bir gün vadeli bro­ ker kredisi sayesinde el değiştirir. Herkes, yüzde on peşin, yüzde doksan borçla gitgide daha çok hisse alma peşindedir. Bir milyon spekülatör vardır ve otuz milyon aile kaderini bu piyasalara terk etmiştir. Spekülatif kazanç tutkusuyla hemen her gün "yeni girişimler" türer. Bunların borsa değer­ leri yüksek görünmektedir. Kağıt üzerinde karlıdırlar. Gerçekte öz kaynakları (ve sermayeleri) pek azdır. Faiz oranları düşük gittiği sürece ('viski' politikasıyla) yüksek borçlanmayla çalışırlar. Borçlanarak servet edinme tutkusu salgın gibi yayıldıkça, insanlar daha çok ve daha çok likidite için yanıp tutuşurlar. Ve daha büyük borca girerler. Bir adım sonra artık tasarruflar erimiş, gele­ ceğin servet hırsıyla insanlar geçmişten gelen varını yoğunu borca yatırmışlardır. Bu noktadan geriye, yeniden normal sayılacak bir dünyaya sancısız, sıkıntısız nasıl dönüle­ ceği iktisat kitaplarında yazmıyor. Çünkü, böyle bir "dönüş yoktur! " "Ne oldum" sarhoşluğu ve onun üst aşaması olan gözüdoymazlık ekonominin güdüsü haline geldikten sonra, piyasalar fiyat­ ları gitgide şişirmiş olan menkul değerlerden, taşınmazlardan ve diğer şeylerden yeniden paraya dönüşü sağlayamazlar. Piyasalarda hızlı yükseliş ve iniş birbirine benzemeyen iki ayrı oyundur. Yükseliş hoş, havalı ve çok keyiflidir. İniş, dramatik ve bazen de trajiktir ( Bu iki ayrı oyun, ikti­ sat ders kitaplarının esas kapsamının dışında tutulur). Viski servisinden sonra hisse fiyatlarının sıçrayışı o güne kadar Avrupa'ya ve başka kıtala­ ra yönelmiş olan ve karlı sayılan yatırım kredilerini durdurur. Bu kaynak, daha çok kazanma ar­ zusuyla Amerika'ya geri döner. 1 928'in ortalarında Wall Street'e yönelir. Sermayenin bu vatana dönüşü on beş ay sürecektir. Gırtlağına kadar borçlu olan Almanya, Amerikan sermayesinin bu hesapta olmayan çıkışından sonra, uzun vadeli yatırım kredilerinin boşluğunu kısa vadeli borç­ lanmayla kapatma çabasına girecektir. Bu, " borcu borçla ödeme"nin çıkmaz sokağıdır. Hiçbir borç bulamayan Arjantin, Avustralya gibi ülkeler ise, önce rezervlerini eritirler, sonra devalüasyo­ na başvurarak ihraç mallarını ucuza satmaya yönelirler. O da dünyada buğday, et, yün fiyatları­ nı biraz daha aşağıya çeker. Çiftçilerin yoksulluğu katmerlenir. Bu girdabın bedelini önce onlar öderler. Para tekelinin canevi olan New Yark bankaları kaynaklarını bu aşamanın güdüsüne göre yönlendirirler. Öteki müşterilerine kredi vermeyi keserler. Ticaretin kredisiz kalması ithal fiyatla­ rında büyük düşüş başlatır. Öte yandan, hisse alımına sürekli hücum, kısa vadeli finans piyasala-

50 birinci kısım: büyük devletler

rında kaynakları daraltarak faizleri yükseltmeye başlamıştır. Faiz artışına koşut olarak otomobil ve konut fiyatları da yükselir. FED'in bir üyesi (hem de kurucu üyesi), Paul Warburg bu gelişmelerden rahatsızlık duyar. "Wall Street çok yükseldi, bu gidiş iyi değil" diye uyarı yapar. Dinletemez. Kötü kişi olur. Çün­ kü, kapitalizmin başarısına inanmayan ihanet içinde demektir. Servet ve güç kazanma oyununa katılan herkes sistemin 1 9. yüzyıldaki gibi kendini düzelteceği ve az hasardan sonra yola aynen devam edeceği inancındadır. Kimse imanını bozmak istemez. 1 92 9'da, dünyada hala 20 milyar doların üzerinde Amerikan kredisi bulunmaktadır. Ame­ rika dünya altın rezervinin neredeyse üçte birine sahiptir. Dünyadan gelecek baskılara karşı koru­ nabilen bir ekonomi tablosu vardır. Hiçbir şekilde altın standardını terk etme (yani, disipline da­ yanamama) noktasında değildir. Bütün bunlar Amerikan kapitalizmine inanmak için fazlasıyla yeterli görünmektedir. Ama, 1 929 Haziran'ında ekonomi eriştiği zirveden inişe geçer. Karlar düş­ mektedir. 1 928 yaz aylarında üçyüzelli bin kişi işsiz iken, 1 92 9 yazında sayı iki milyona çıkar. Amerikan kapitalizmi kendine ait, içsel nedenlerle çökecektir.

GAZAP ÜZÜMLERİ VE MÜHENDİS BAŞKAN Amerika, 1 920'lerde henüz kırsal bir ülkeydi. Tarımın ve çiftçilerin ekonomideki ağırlığı önemliy­ di. Ve Amerikan ekonomisinin 1 920'lerin sonundaki inişinde tarımın içten içe çöküşü etkili oldu. Amerikan tarımı dünya savaşından kazançlı çıkmıştı. Fiyatlar savaş boyunca yükselmiş, üretim sürekli körüklenmişti. Ama, çiftçinin borçluluğu da sürekli artmıştı. Uzun süren büyük sa­ vaş daima tarıma büyük talep yaratır. Bu hemen tüm ülkelerde böyle olur (Osmanlı Devleti'nin son demlerinde de tarım benzer bir tablo yaşamıştır. Talep ve üretim artmıştır). Böylece, "dünya" tarım ürününün artışı ile bir rekabet doğmuştur. Tarımdaki rekabet Amerikan çiftçisini borçluy­ ken yakalamıştır. 1 920'lerin ekonomide " bolluk" döneminde Amerikan çiftçileri durumu idare ettiler. Dün­ yada ürün fiyatları yükselerek 1 925'te zirvesine çıkmıştı. Başta şeker ve kahve olmak üzere stok­ lar büyüyordu. Sonra, fiyatlar inmeye başladı. Ama, 1 928'e kadar çok büyük bir düşüş olmadı. 1 928 hasadı zengindi. Fiyatlarda büyük düşüş oldu. Stoklar biriktikçe, çiftçi borçları da büyüdü. 1 929'da sanayide iniş başlayınca tarım ürünlerine talep azaldı. Çiftçiler varını yoğunu yi­ tirmeye, onlara kredi veren binlerce küçük taşra bankası da batmaya başladı. FED bunları kurtarmaya girişmedi. İlgilenmedi. Bünyeleri zayıf göründüğü için iflaslarını tercih etmişti! Bu bankaların müşterileri herhangi bir güvenceye sahip bulunmayan çiftçilerdi. Tek varlıkları olan topraklarını da yitirmişlerdi. Her şey aynen John Steinbeck'in Gazap Üzüm leri'nde anlattığı gibi oldu. Yoksu! bir quaker çiftçi ailesinin dokuz yaşında yetim kalmış çocuğu olan Herbert Hoover başkan olduğu zaman ekonomi dört nala koşar görünüyordu. Ama, onun başkanlık yılları Ame­ rikan kapitalizminin inişine ve çöküşüne rastladı. Adeta yoktan var olmuş bir yönetici için bu ta­ lihsizlikti. Yoksulluktan tırmanıp Stanford Üniversitesini makine mühendisi olarak bitirmişti.

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler

Wilson'un dünya savaşı yıllarındaki ekibindendi. İyi yetişmişti. 1 920'lerde sekiz yıl Ticaret Bakan­ lığı yapmıştı. Deneyimliydi. Hoover, " Bırakınız yapsınlar"cı değildi. Bir "toplum mühendisliği" yaklaşımına sahipti. Hatta Coolidge'ı öyle yönlendirebilmek için çok uğraşmıştı. Sonraları Coolidge, " Bana altı yıl bo­ yunca hiç hoşlanmadığım öğütler verdi, durdu" demişti. Hoover, Wilson gibi, kapitalizmin kor­ poratist denilen modelini benimsiyordu: Devlet, sermaye, sendikalar ve kamu kurumları bir işbir­ liği anlayışıyla çalışmalılar, diye bakıyordu. Ama, bakışında ağırlık merkezi büyük sermaye­ nindi. Daha çok kar, daha fazla birikim, daha çok kar, daha fazla birikimle 1 920'lerde hızlı ko­ şan Amerikan kapitalizmi üstün sanayi gücü, teknolojideki yaratıcılığı ve organizasyon beceri­ siyle durmak bilmeyen bir dinamizm yakalamış­

51

nu �

GBAPES tWRA1'11

1� $7�

tı. Ancak, fark edilmeyen bir sınıra varmıştı. Oradan öteye gidemeyecekti. Önce, 1 929 Ha­ ziran'ında iniş başladı. Karların düşüşü deflasyo­ nist bir esintiyi tetikledi. Sonra, Ekim ayında borsanın büyük düşüşü geldi. Wall Street'in yükselişi Eylül'e kadar sür­ müştü. Sonradan "Kara Perşembe" denilen 24 John Steinbeck'in 1939'da yayınlanan Gazap Üzümlerı'nin ilk baskısının kapağı. Ekim gününde kimse hisse senedi almadı. " Baş a ş ağı düş ü ş " b a ş l a d ı . Gün sonunda Wall Street'in tanınmış kişilerinden onbiri intihar etmişti. Sonradan "Kara Salı" denilen 29 Ekim günü ise, sağlam hisseler de elden çıkarılmaya başlandı. Panik yaygınlaştı. Herkes hemen likidite bula­ bilmek için yanıp tutuşuyordu. Kimse kimseye sigarasından bedava ateş vermiyordu! Borsa in­ deksi 1 926'da 1 00 iken, 1 929 yaz sonunda 452 ile tavan yapmış, ama Kasım başlarında 224'e, Aralık'ta 147'ye düşmüştü. Baş aşağı düşüş kapitalizmde piyasaların kerametine inananların beklediği düzeltmeyi bir türlü getirmiyordu. Piyasa göstergeleri beklenen marifeti ya da sihirbazlığı yapamıyordu; gerçek­ leri (yani, sistemin güçlü ve zayıf yanlarını) yansıtmıyordu. Kapitali zmin " iniş" döneminde piya­ sa göstergeleri "tarafsız bilgi" vermiyordu; insanları düzlüğe çıkarabilecek bilgiler taşımıyordu. İnsanlar dayanaksızdı. Hızlı büyümenin son aşamasında kapitalizmi esir alan gözüdönmüşlük,

52 birinci kısım:

büyük devletler

servet ve güç kazanma tutkusu bütün birikimlerin değerini sıfıra indirmişti. Düşüş sürecekti. Sa­ nayi hisseleri 1 932 Temmuz'unda 58'e inecekti. GM hisseleri bile 8'e düşecekti ki, bu "sıfır" de­ mekti. İniş ve borsanın baş aşağı düşüşü Hoover ve ekibinin büyük sermayenin gücüne ve beceri­ sine inancını değiştirmedi . Çünkü, büyük sermaye on yıldır harikalar yaratmıştı. Şimdi, yangında ilk kurtarılacak olan büyük sermaye idi. Ekonominin kurtarıcısı da yine o olmalıydı. Borsanın baş aşağı düşüşünden sonraki politika da o oldu. Böylece ekonomi "çöküş"e gitti. Yangında önce büyük sermayeyi kurtarmak kapitalizmin geleneksel korunma refleksi idi. Bu, 1 930'da büyük sermaye çevresinde örgütlenen kurtarılma ve kurtarma eylemi ile ilk meyvesi­ ni verdi: Hawley-Smoot gümrük tarifesi. Bununla, Amerika gümrük duvarlarını iyice yükselterek ithalatı daralttı. Sanayilerini ve şirketlerini korumaya aldı. Koruma zaten seksen yıllık alışkanlığı idi. Amerikan politikası resmen korumacılığa ve ithal ikamesine dayanmıştı. 1 9 1 4'ten önce, geliş­ mesini hep yüksek duvarlar arkasında yapmıştı. Serbest ticaretçilik, dünya sahnesine çıkıp uçmak için kanat alıştıran Amerikan sermayesi içinde henüz yaygınlık kazanmadan, Amerika Versailles'ı İngilizlere ve Fransızlara bırakıp, 1 920'de kıtasına çekilmişti. Amerika'nın dünya politikası ber­ rakl aşmamıştı. 1 92 1 'de, dış kredileri bir politika çizgisi olarak benimseme kararı alırken, 1 922'de Fordney-McCumber gümrük tarifesiyle duvarları yeni­ den yükseltmişti. Ama, 1 930'un geleneksel Cumhuriyet­ çi Parti çizgisindeki korunma refleksi daha radikaldi. Sonuçları da dramatik oldu. Amerikan ekonomisinde canlandırıcı bir etki yaratmadı; fakat uluslararası or­ tamda oluşan kaosu artırdı. Deflasyon, 1 930'dan başlayarak ekonomiye yer­ leşti. Ekonomi büzüştü. Ve hemen kapitalizmin ikinci "geleneksel" refleksi geldi: İşçi çıkarma ve ücretlerin kı­ sılması. Sonuç talebin daralması ve satınalma gücünün azalması idi. 1 92 8 'den sonra Amerikan sermayesinin vatana dönüşü, terk ettiği ülkeleri zora sokmuştu . Hawley­ Smooth'un yüksek gümrük duvarı zorlukları katmerli hale getirdi. Bu ikisinin birlikte etkisi yirmi beş ülkenin ekonomik durumunu birdenbire bozdu. Amerikan ser­ mayesine özellikle borç ödemek için güvenen ülkeler çok sıkıştılar. Ya ithalatlarını kıstılar, ya kambiyo kontrolü­ ne başladılar ya da ikisini birden yaptılar. Buna rağmen, borçlarını ödeyemez duruma düştüler. Bütün bunlar bir iki yıl içinde Amerikan dış tica­ Amerikan başkanı Herbert Hoover retini yüzde 70 daralttı. İçten kaynaklanan talep daral(187 4-1964).

ikinci bölüm: ..kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler 53

masına ve satınalma gücü düşüşüne dış ticaretin daralmasından gelen etki de eklendi. En büyük zararı buğday ve pamuk çiftçisi gördü. Onlar dış pazarlara sanayiciden daha çok bağlıydılar. Ça­ lışan sınıflar ise, işsiz kaldılar ve yoksullaştılar. 1 929'da yüzde 3,2 olan işsizlik oranı, 193 3'te yüz­ de 25'e çıkacaktı. Nüfusun üçte birinin hiçbir gelir kaynağı kalmamıştı. Hoover satınalma gücündeki büyük daralma üzerine 1 93 1 'de vites değiştirdi. Sanayiye, bankalara ve hatta tarıma destek olmaya girişti. Kamu harcamalarını artırmaya niyetlendi. Re­ construction Finance Corporation'ı (RFC) kurarak kamu harcamasını politikasının önemli ekse­ ni haline getirdi (RFC'ye, Hoover tarafından kullanılışını gözönünde tutarak "Yeni Destek Fi­ nansmanı Kurumu " denebilir). Amerika, kendi hesaplarını sağlam tutup dünya ekonomisini da­ ra soktuğunu, bunun da dönüp Amerikan ekonomisini vurduğunu yaşayarak kavradıktan sonra, 1 9 3 1 'in Haziran'ında, borç ödeyemeyen ülkelerden bir yıl için alacaklarını almamaya (morator­ yuma) karar verdi. Ama, iş işten geçmişti. Amerikan kredisine alışıp, sonra bundan yoksun kalan Avrupa tı­ kanmıştı. 1 929'dan sonra olup bitenler dünyanın parasal sisteminin çatırdadığına işaretti. Banka­ lara güven azalıyordu. Likiditeye, daha doğrusu altına sahip olma arzusu büyüyordu. 1 9 3 1 Mayıs'ında Avusturya'nın yegane büyük bankası, sahipliğini Rothschild'lerin yaptığı Kreditans­ talt battı. Almanya'nın bunu ayakta tutan tüm bankaları, Temmuz' da kapandı. Almanya dış borç ödemelerini durdurdu. Bu " hızlanan" bir olumsuz gelişmeydi. Temmuz ayında, Alman markı bir kez daha "istenmeyen para" oluverdi. İstemeyenler, uluslararası sistemin önemli aktörleri, ban­ kerlerdi.

"OKUMA BAHTSIZLIGINA UGRADIGIM RAPOR" Sistemin " kral" unvanlı ülkesi İngiltere ne yapıyordu? Hiçbir şey yapamıyor muydu? Baldwin'in başbakanlığında, muhafazakarlar'ın 1 924 sonlarında başlayıp beş yıla yakın süren iktidarı İngiltere'nin ekonomisindeki yapısal sorunları açığa çıkaran dönemdi. Bunların en önemlisi (en çok önemseneni) işsizlikti. Kendilerini sermaye ile özdeşleştiren muhafazakarlar bunu pek önem­ semiyorlardı. Ama, "keçi" lakaplı liberal Lloyd George işsizliği önemsiyordu. O, iktidarda olsun olmasın -birçoklarının ve kendisinin gözünde- İngiliz siyasetinin sahibiydi. Lloyd George'un 1 924'ten sonraki yıllarda bir şansı, Keynes'le yakınlığı ve onun düşünce­ lerine kulak kabartması idi. İkisinin, liberal olarak ortak çizgilerinden biri, " kapitalist ekonomi­ nin yarattığı sosyal sorunları ciddiye almalarıydı " ( Sonradan liberalleşen ülkelerde bu düşünür ve siyasetçi tipi pek yetişmez! ) . Lloyd George, burada İngiltere'nin yapısal bozukluklarından birinin yattığına inanmıştı. Madencilerle başlayıp genel grevle genişleyen işçi direnişinden sonra, 1 926 sonlarında, kendi varlığından kaynak ayırarak geniş bir araştırma için öncülük etti. Araştırmanın sonuçları 1 92 8 başlarında Britanya'nın Sanayide Geleceği başlığıyla yayımlandı ve kapak rengin­ den ötürü Liberal Sarı Kitap adıyla tanındı. Sarı Kitap, öneriler sunuyordu. Daha 1 924'te Lloyd George, bir "Ulusal Yatının Kurulu" kurulmasını, bunun yapacağı borçlanma ile ekonomiyi genişletecek kamu yatırımlarının finanse

54 birinci kısım: büyük devletler

edilmesini önermişti. Bunlar yol yapımı, elektrifikasyon, kentlerin kenar mahallelerinin yeniden inşası gibi yatırımlardı. Yani, sonraları Keynesçi diye tanımlanacak çarelerdi. Sarı Kitap, bu çiz­ giyi geliştiriyordu. Lloyd George, bir kamu yatırım programını 1 929 seçiminde de Liberallerin ana silahı yapmaya kararlıydı: 1 92 9 Mart'ında, Liberallerin İşsizliğin Hakkından Biz Gelebiliriz başlıklı seçim bildirgesini yayımlattı. Bu, birkaç yıl sonra Roosevelt'in Amerika için tasarlayıp uy­ gulayacağı New Deal'in modeli gibiydi. Siyaseten göçmekte olan liberaller gerçeğin nabzını her­ kesten daha iyi tutuyorlardı! Muhafazakarlar, böyle bir çizgiye karşı idiler. Mayıs'ta bir "Beyaz Rapor" yayımladılar. Seçim sloganları da " Önce Güvenlik"ti. " Eski köye yeni adet getirmeyelim" diyorlardı. Liberalle­ rin kamu yatırım programı ile işsizliğe çare arama önerilerini israf sayıyorlardı. Ama, seçmenler, iş derdindeydi. Muhafazakarlar seçimde azınlığa düştüler. Kazanan ise, işsizliği ve yeni istihdam projelerini seçim platformuna egemen kılan Lloyd George ve liberalleri değil, on yıldır pek önem­ li bir şey üretmese de grafiği yükselmekte olan İşçi Partisi idi! Mutlak çoğunluğa erişememesine rağmen, hükümeti tek başına İşçi Partisi kurdu. Lloyd George ve Liberalleri onları destekleyecekti. Ancak, İşçi Partisi'nin, başta Ramsay MacDonald ol­ mak üzere, kapitalist sistemin her yerde çökmeye mahkum olduğu biçimindeki söyleminden öte­ ye herhangi bir yeni ve somut politikası yoktu! Politikası, bir bakıma politikasızlıktı. Kapitalizmin siyaset dünyasında, solda yer alıp politikasızlığı politika çizgisi olarak sürdüren partilerde tuhaf ürünler ortaya çıkmıştır. İngiltere'de ilginç ve hazin bir örnek MacDonald hükümetinde genç bir bakan olan Oswald Mosley'in önce hükümet, sonra parti düzeyinde yaptığı yeni önerilerin lider ve çevresince benimsenmemesi ve reddidir. Mosley, dış ticaretin planlanmasını, sanayinin kamu­ ca yönlendirilmesini, kredi mekanizmasının ekonomik genişleme için sistemli biçimde kullanılma­ sını önermekteydi. 1 93 0'un başından sonuna kadar ısrarla yinelediği bu programın ısrarla reddi üzerine önce hükümetten, sonra da partiden ayrıldı. 1 9 3 1 Şubat'ında kurduğu Yeni Parti, Mosley'in 1 932'te faşizme kayışıyla ve gitgide tükenişiyle sonuçlandı. İşçi Partisi'nin ise, iktidar­ dan uzak kalacağı yıllarda, 1 945'e kadar yeni şeyler ürettiği pek söylenemez. İngiltere'nin karşılaştığı ekonomik krizin ağırlık merkezinde işsizlik sorununun olduğunu si­ yaset zeminine yerleştiremeyen İşçi Partisi bütçe denkliği çizgisine, yani muhafazakarlar'ın şablo­ nuna takılı kaldı. 1 9 3 1 başlarında ekonomi daralır, vergi hasılatı düşer ve özellikle işsizlik ödeme­ leri nedeniyle giderler artarken, İşçi Partisi'nin -Churchill'den zayıf bir bütçe devralmış olan- Ma­ liye Bakanı Philip Snowden ekonomideki daralmayı denk bütçe ile çözeceğini düşünüyordu! Ken­ di partisi içinden geliştirilen önerilere kapalı, ama, özellikle Liberaller'den gelen önerilere açıktı. 1 9 3 1 Şubat'ında, Snowden, Liberaller'in ekonomik durum hakkında rapor hazırlayacak bir komite kurma önerisini kabul etti. Bir sigorta şirketinin sekreteri olan Sir George May başkanlığın­ daki komitenin dört üyesi sermaye kesiminin tanınmış isimleri, iki üye de sendikacı idi. Snowden'in niyeti, bu komiteden " durum kötü ! " teşhisinin çıkması ve sonbaharda bütün partileri bir "kemer sıkma + vergi artışları" programında birleştirmekti. Snowden altın standardının kutsal kitabına el basmıştı. Krizden bu imanla çıkılabileceğine, başka yol olmadığına inanmıştı.

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: ı92o'ler 5 5

1 93 1 'in yaz aylarında May Komitesi raporu ve iki yıl önce Hazine'nin oluşturduğu Mac­ Millan Komitesi raporu açıklandı. MacMillan raporu ile İngiltere'nin ödemeler dengesi tahminle­ ri ilk kez yayımlanmış oldu. Ve İngiliz dış ticaretinin 1 822'den beri açık vermekte olduğu anlaşıl­ dı! Cari (dış) dengeyi fazlada tutanların görünmeyenler, yani bankacılık, gemi taşımacılığı, dış ya­ tırım faizi gibi hizmet kalemleri olduğu görüldü. 1 929'dan sonra daralan dünya ekonomisi, işte bu kalemleri vurmuştu. Bu tablo, İngiltere'nin dış dünya karşısında dış ticaret yoluyla açık vere­ ceği ve bunun kapatılamayacağı düşüncesini yaymaya başladı. May Komitesi raporu ise, Snowden'in isteğini fazlasıyla veriyordu. Bütçe açığının ciddi ol­ duğunu, bunun tedavisinin bütçeden yapılan işsizlik ödemelerini budayarak sağlanacağını vurgu­ luyordu. Snowden aradığı fetvayı fazlasıyla almıştı. Raporu okuyan Keynes, "Bu okuma bahtsız­ lığına uğradığım en salakça rapor" demişti! Rapor hükümet çevresinde alarm havası yarattı. Ve City'nin bankerleri buna tuz biber ek­ tiler. Alman markının uluslararası piyasada istenmeyen para haline gelişiyle bankerler sterline yönelmişlerdi. Ağustos başlarında hükümetin kapısını çaldılar. Bir uçurumun kenarındayız, ya­ bancılar piyasada sterlinden çıkıyor dediler. Sterline olan güvenin hemen ciddi bir tutum sergile­ yerek sağlanabileceğini söylüyorlardı. Bunun tek yolu, bankerlere göre, israfın önlenmesi ve ver­ giler artırılmaksızın denk bütçe yapılmasıydı. Bankerler işsizlik fonuna göz dikmişlerdi. İsrafın kaynağı işsizlik fonu idi! İşsizliğin nedeni, işsizlerin yeteneksizliğiydi ! İşsizlik ödemeleri budana­ rak kamu harcamaları kısılmalı, böylece İngiliz ekonomisine, daha doğrusu sterline dış güven sağlanmalıydı. Burada bir hedef şaşırtma vardı. İşçi Partisi, 1 929'da zayıf bir bütçe devralmıştı. Ama, 1 9 3 1 'de istikrarsızlık bütçeden kaynaklanmıyordu. Fiyatlar İngiltere'de de düşüyordu. Kamu açı­ ğı küçüktü ve iç borçlanma ile kapanabiliyordu. Bütçenin fazla veren kaynaklarından yapılan ak­ tarma işsizlik fonunun açığını kapatıyordu. Ama, MacDonald ve hükümet panik psikolojisine ka­ pılmıştı. Bunları, yaratılan telaşın üzerine çıkarak değerlendiremedi. Hükümetten çok City'ye ve bankerlere yakın olan Norman'ın bankerler çizgisindeki görüşlerine kulak verdi. Aslında, sterlinden kaçış, İngiltere'nin net borçlu oluşundan değil, City'nin sermaye hare­ ketlerindeki pozisyonundan kaynaklanıyordu. Savaşın bitişinden beri City uluslararası finansman dünyasında eski pozisyonunu alabilmek için yabancı para ile kısa vadeli mevduat çekiyordu. Kı­ sa vadeli borçlanıp uzun vadeli kredi vermek, aslında City'nin özelliği idi. Ama, 1 920'lerin sonun­ da kısa vadeli mevduatın bir bölümü ticaret parası, çoğu da sıcak para idi (Sıcak para, sermaye ailesinin en ürkek üyesiydi!). Narman ile Strong'un işbirliğiyle örülen doku Amerikan sermayesi­ ni Avrupa'ya yönlendirirken, City çoğunlukla Fransız mudilerden yüzde 2 ile para alarak, yüzde 8-l O'luk faizlerle Almanlar'a uzun vadeli kredi veriyordu. Bu, City'nin kreditör rolüydü. Ancak, 1 920'lerin Avrupası, çok oynak bir dünya idi. Hele 1 929'un Wall Street çöküşüy­ le oynaklık had safhaya vardı. 1 930'dan sonra Fransız-Alman gerginliği artıverdi ve 1 9 3 1 'de Fransız mudiler "Para Almanlar'a gitmesin! " diye, Londra piyasasından büyük mevduat çektiler. Kredisiz yaşayamayan Alman ekonomisinin birkaç yıldır içine girdiği durgunluğa, bir de hesapta

56 birinci kısım: büyük devletler

olmayan finansal kuraklık eklendi. Almanya'nın almış olduğu kredileri ödeyecek takati kalmadı. Böylece, May Komitesi'nin 'Bütçe durumu kötü! ' diye rapor verdiği sırada, 1 9 3 1 'in yaz ayların­ da, kısa vadeli borçlanıp uzun vadeli kredi veren City'nin durumu gitgide bozuluyordu. Alman­ ya'daki alacakları donmuştu, çoğu Amerikalı ve Fransız yabancı mudilere borcu ise (o tarihte bü­ yük bir tutar olan) 700 milyon sterline varmıştı. İngiliz Merkez Bankası'nı City'nin bankerleri yönlendiriyordu. Banka, altın rezervlerini City'ye veriyor, rezerv küçüldükçe, kendisi Amerikan ve Fransız bankerlerinden borç arıyordu. Sterlin'den kaçışın esas tablosu bu idi. Bankerler ise, hükümete sorunun kaynağı finansal değil, si­ yasaldır diyorlardı. İşsizlik Fonu'nun siyasal nedenlerle oluşturulduğu inancındaydılar. Çare, on­ lara göre yabancı bankalara güven tazeleyebilmekti. Onların istediği koşullar kabul edilmeliydi. Bu sayede Merkez Bankası ve City yeniden borçlanabilecekti. Görüşleri ve arzuları aynı olan İn­ giliz ve yabancı bankerlerin koşulu basitti: İsraf önlenecek, yani budama yapılacaktı. Başbakan MacDonald ekonomiye aşina bir siyasetçi değildi. Hükümet önce New York'taki mali ajanı J. P. Morgan'a yeni bir borç paketi düzenleme arzusunu bildirdi. Ancak, New York, borç vermek için May Komitesi önerisine uygun bir bütçe istedi! Bankerlerin ve May Komitesi'nin fetvasına, İngiliz Sendikalar Birliği (Trade Union Congress ya da TUC) karşı çıktı. İngiliz işçi ha­ reketi güçlüydü; ücretler üzerindeki baskılara çok duyarlıydı. İşçi Partisi de kuruluşundan başla­ yarak TUC'un kanatları altında gelişmişti. Bu İngiliz siyasetinin özelliği olmuştu. 23 Ağustos'ta konuyu görüşmek üzere toplanan hükümet ikiye bölündü. Bankerlerin çaresini kabul etmeyen ba­ kanlar vardı. İşçi Partisi de bu çareyi benimseyecek bir hükümet kuracak gibi görünmüyordu. Er­ tesi gün, finansal güveni tazelemek üzere bir küçük ulusal hükümet kuruldu. Bakanların dördü Muhafazakar, dördü İşçi Partili, ikisi Liberal'di. Başbakan yine MacDonald ve Maliye Bakanı Snowden olmuştu. İşçi hareketi krizin bankerlerle bakanların " kapalı devresi" içinde oluşturulduğuna karar vermişti. Halk ne olup bittiğini anlamamıştı. Siyasetteki gelişmeler, bu düzlemden hareketle sınıf boyutuna oturmaya başlıyordu. Muhafazakarlar ve Liberaller Snowden'in İşsizlik Fonu'nu buda­ yan acil durum bütçesine tam destek verdiler. İşçi Partisi ise, olup biteni bankerlerin kazığı olarak nitelendirdi. Red oyu verdi. Bütçe kabul edilince New York ve Paris bankerleri Londra'ya yeni kredi açtılar. Dünya sermayesi kendi koşullarıyla, ağırlığını koyarak ve söz sahibi olarak City'ye ve onun çizgisindeki İngiliz ulusal hükümetine destek veriyordu. Kritik bir anda, uluslararası ban­ kerler, İngiliz siyasetinde ender görülen bir ulusal hükümet modeli yaratıyorlardı. Bunun ayrıntı­ larına daha sonra geleceğiz. Ama, iş işten geçmişti. Sistemin mali krizi, bankerlerin kazığı ile siyasal krize dönüştükten sonra ağrı kesici ilaç bulunsa da temeldeki çatlağın giderilip tedavinin yapılması olanaksızdı. Güç­ lü ve hep işleyecekmiş gibi görünen sistem bir noktaya gelince zayıflıklarını sergilemeye başlamış­ tı. Zengin (ya da büyük) devletlerin tümünün birden içine sürüklendiği yangın söndürülemiyor­ du. Zenginleri kurtaracak bir itfaiyeci yoktu. Yangının süreceğini koklayabilen Keynes gibi birkaç iktisatçının vurguladığı üzere, işin

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: 192o'ler

57

lngiltere 1926 genel grevinde yürüyen işçiler.

esası dünya sermayesinin İngiltere için biraz kredi bulup buluşturması değildi . Ciddi bir durum vardı. Ama darbe kimsenin öngörmediği kadar çabuk ve temelden geldi. Simgeseldi. Ulusal hükü­ metin çalışanların gelirlerini kısan çizgisine karşı, 1 6 Eylül'de "Invergordon" deniz üssünde pro­ testo ve ayaklanma oldu. Bu kimsenin beklemediği bir olaydı. Olmayacak bir şeydi. Çünkü, ster­ lin dünya ekonomisine kıble olma gücünü, bir ölçüde yüzyıllardır arkasında duran ve dünya de­ nizlerini tutan donanmadan almıştı. Şimdi, donanma emekçilerden yana, ulusal hükümete karşı tavır alıyordu. İmparatorluk göçüyor muydu ? Dünya piyasaları yeniden sterlinden kaçmaya başladılar. İki gün sonra İngiltere Merkez Bankası hükümete dış kredilerin tükendiğini ve döviz kurunu artık kontrol edemeyeceğini bildirdi. Eylül'ün 2 1 'inde, hükümetin parlamentodan çıkardığı bir yasa ile İngiltere altın standardına son verdiğini dünyaya duyurdu. Sistem çökmüştü. Dünya kapitalizmini yöneten Anglo Sakson mode­ linin tükenişiyle bir çağ kapanmıştı. 1 920' ler, daha doğrusu, 1 8 70'ten beri yerleşmiş model 1 9 3 1 'in 21 Eylül'ünde sona ermişti. İşçi Partisi yönetimi, 28 Eylül' de, ulusal hükümette bakan olan üyelerini partiden uzaklaş-

58 birinci kısım: büyük devletler

tırma kararı aldı. Parti başkanı MacDonald, Maliye Bakanı Snowden ve diğerleri, geçmiş hizmet­ leri sıfırlanarak "hain " ilan edildiler. " KAPİTALİZMİN BİR AMİGOSU" Birinci Dünya Savaşı'nda taraflar en büyük güç olmak için kapışmışlardı. Savaşa, sonuna yakın katılan Amerika da, kabilse kapışmanın hasarından sakınarak başrolü kapmak istiyordu. Savaş, dünyanın yeni şekillenişinde, onun egemen konuma geçebilmesi için tarihi bir fırsat yaratmıştı. Uzun bir barış dönemi böyle fırsat yaratamazdı. Büyük devletler içinde ekonomik ve finansal yön­ den en güçlünün kendisi olduğunu biliyordu. Öteki büyüklere borçlu olmaktan artık çıkmış, on­ ların kreditörü olmuştu. Şimdi, dünyaya sermaye ihraç eden, her yerde yatırım yapabilen bir eko­ nomisi vardı. Kendi kıtasından başlayarak dünyaya yayılmanın, etliye sütlüye karışmayan bir sermaye sahibi rolünden ibaret girişimle değil, ustası İngiltere'nin yaptığı gibi zora ve güce dayanarak ger­ çekleştirileceğini deneyerek öğrenmişti. Hem kendisinin Birleşik Devletler oluşunun tarihi ile, hem de dış dünyaya bakışı ile yayılmacı idi. Sermaye birikiminin özellikleri Amerika'nın emperyalist olma arzusunu körüklüyordu. Kapasitesi buna uygundu. "Otuz üç yıl dört ay ülkemizin en atılgan askeri gücünün, yani deniz piyadelerinin bir üyesi olarak aktif hizmet gördüm. Asteğmenlikten tümgeneralliğe kadar bütün rütbe­ leri taşıdım. O yıllar boyunca zamanımın büyük bölümünü Büyük İş Dünyası, Wall Street ve bankerler hesabına en üstün koruma görevi yapa­ rak harcadım. Kısacası, 'ben kapitalizmin bir amigosu idim.' Bu yolda, 1 9 1 4'te Meksika'nın, özellikle Tampiko'nun Amerikan petrol çıkarlarına ikram edilmesine yardımcı oldum. National City Bank'ın oğlanlarının Haiti ve Küba'nın gelirlerine el koymalarına yardım ettim. 1 909- 1 9 1 2 yıllarında Nikaragua'nın, Brown Brothers'ın uluslara­ rası bankacılık işleri için temizlenmesinde de yardımcıydım. 1 9 1 6'da, Do­ minik Cumhuriyeti'nin Amerikan şeker çıkarları için hazır duruma gel­ mesini sağladım. 1 903'te Honduras'ın Amerikan meyve sanayi şirketleri için uygun zemine kavuşturulmasında yardımcı olmuştum. 1 927'de de, Çin'de Standard Oil'in önünün zahmetsizce açılmasında yardımcı idim. O yıllar boyunca hep onur nişanları, madalyalar ve rütbelerle ödül­ lendirildim. Dönüp geriye bakınca Al Capone'a birkaç öğüt verebileceği­ mi düşünüyorum: Operasyonlarını kentin üç bölgesinde yürütmesi en doğrusudur. Biz, deniz piyadeleri üç kıtada çalışırız."

Emekli olurken, "Al Capone sadece birkaç şehre egemendi oysa biz dünyanın üç kıtasına birden hükmediyoruz" diyerek ABD yayılmacılığını eleştiren general Smedley D. Butler (1881-1940).

Tümgeneral Smedley D. Butler meslek yaşamının sonuç­ ta Amerikan büyük sermayesinin uluslararası çıkarlarına nasıl hizmet ettiğini, 1 930'ların başlarında askerce ve süssüz bir dille anlatıyor. Ancak, generalin resmettiği şey, Amerika'nın yüzyılın ilk yirmi-otuz yılındaki yayılmacılığıdır. Henüz kendi ve büyük

ikinci bölüm: "kıyamet"ten sonra ekonomi: t92o'ler

sermayesi için yürüttüğü, sınırlı bir dış dünya oyu­ nundan ibarettir. Amerika, 1 920'lerde artık 1 9 . yüzyıl sonları Amerika'sından farklıdır. Fakat, kıtasından dünya­ yı harmanlayıcı biçimde çıkmamıştır. Dünya denge­ lerini etkileyecek, bunlarda söz sahibi olacak ilk ve tek girişimi Versailles'daki rolüdür. O girişim de orada kalmış ve Amerika, Avrupa işlerini askıya alarak kendi kıtasına dönmüştür. Ekonomik rolü, İngiltere'nin 1 925 'teki altına dönüşüne destek ol­ makla, bu rolü özellikle Avrupa piyasalarında pay­ laşmakla sınırlıdır. Amerikan kapitalizmi 1 920'ler­ de en iddialı kapitalizm olmakla birlikte, dünya dengelerini şekillendirecek unsurları henüz kazana­ mamıştır. Bu dengeleri kendi ekseni etrafında kura­ cak kıvama henüz gelmediğini, 1 929'dan başlayan büyük çöküş göstermiştir. 1 929'u izleyen yıllarda şu anlaşılmıştır: Evet, Amerika dünya ekonomisini ve onun dengelerini

3

fE -'

59

TR OES

3 tı\N karmak doğru değildir. .. İşi vergi azlığı yahut çokluğu noktasından de­ ğil, mahza (özellikle) adaleti temin noktasından düşünürken, herhangi bir adamın şu veya bu şekildeki istihbaratla veya ademi malumatla (bil­ gi yokluğu ile) haddinden fazla mükellefiyete tabi tutulacağındaki ada­ letsizliği göz önüne getirmek lazımdır . . . -

· ·:

· · ·-:·.·.·

"

1 935'in Mayıs'ında, Kazanç Vergisinde yeni bir deği­ şiklik yapılırken konuşan Manisa Mebusu Refik Şevket İnce, vergi kapsamında sık sık değişiklik yapmanın özellikle iş sa­ hipleri bakımından adaletsizlik yaratacağını söylüyor. Bu uygulamayı eleştiriyor. Yönetimin çizgisi farklıdır. Önemli Cumhuriyetin ilk yıllarında Adliye, olan şey, kişiler ve kuruluşları belirli bir vergi oranına ve 195o'den sonra da Milli Müdafaa ve Devlet kapsamına alıştırmak değil, vergi hasılatını artırabilmektir. bakanlıklarında bulunan, DP kurucularından Bunu, gerekiyorsa sık sık değişiklikler yaparak elde etmekRefik Şevket ince (1885-1955). ten çekinmemek gerekir. İnce'yi yanıtlayan Maliye Encüme­ ni Sözcüsü Isparta Mebusu Kamil Turan Ünal'ın sözleri açıktır: "Maliye Encümeni mutlak adalet temin ettiği iddiasında değildir. Birçok adamlar vardır, zengin ve serbest meslek erbabıdır. Esasen mevzu (konu) bunlara aittir. Bunlar bir han odasına yerleşiyor. ç beş kuruş vergi veriyor. Nihayet devlete karşı olan borcunu vermemiş bulunuyor." ·

Yönetimin izlediği çizgi, yalnızca vergilerin kapsamı ile oynamak değildir. Bir vergi ile ala­ madığını başka bir vergi ile almaya çalışmaktır. Yine 1 935'in Mayıs'ında İktisadi Buhran Vergisi de değiştirilmek üzere gündeme getirildiği zaman, yine İnce'nin eleştirisi "Bu kadar çok vergi olur mu ? " noktasındadır: " Bütçe encümeni kar dağıtmayan kooperatiflerin dahi Buhran Vergisi vereceklerini yazıyor. Ve devletin yardımı ile yaşayan, mesela imalat-ı barbiyye reavün (askeri fabrikaların yardımlaşma) sandıklarından da vergi alınır diyor. Sonra, kendi madenlerini işletenlerden de vergi alınacaktır."

İnce'yi bu kez Bütçe Encümeni adına, Trabzon Mebusu Sırrı Bey (Day) yanıtlıyor. Amacın, vergi alanını olabildiğince genişletmek olduğunu ve bir vergiden bağışık tutulanın bir başka ver­ giyi vereceğini anlatıyor:

üçüncü bölüm: ..saklanacak ve güvenilecek para yalnız türk parasıdır"

29�

"Kazanç vergisi kanunu birçok işleri vergiden muaf tutmuştur. Mümkün olduğu kadar vergi saha­ sını genişletmek bütün kazanç müesseselerini az çok vergi ile mükellef tutmak ve atiyen yapılacak vergi tadilatında iktisadi vaziyete daha uygun tedbirler alabilmek için, Maliye Vekaleti kazanç ver­ gisinden muafiyet temin eden zümrelerin buhran vergisi muafiyetinden istifade edip etmeyecekleri hususunu tetkik etmekle isabetli bir iş işlemiştir. .. Muafiyetler meyanından (arasında) yalnız dört kısmının kazanç vergisine değil, yalnız onun mütemmimi (tamamlayıcısı) olan Buhran Vergisine ta­ bi tutulması muvafık görülmüştür. Bu dört sınıf şunlardır: Kooperatif, tasarruf sandıkları, maden­ ciler, Teşvik-i Sanayi Kanunundan istifade eden fabrikalardır ... Kooperatifler memlekette henüz inkişaf halinde bulunduklarından vergiye tabi tutulmamışlardır. Teşvik-i Sanayi Kanunundan istifade eden müesseselere gelince: Bunlar da kazansın kazanma­ sın vergi verecek değillerdir. Ancak kazandıkları sabit olduğu takdirde tahakkuk edecek (gerçekle­ şecek) karlardan bunun kazanç vergisini değil, buhran vergisini vermiş olacaklar. "

1 930'da başlayan buhran halkın gelir düzeyini düşürmüştür. Çünkü, bu buhranın göze çarpan ilk özelliği fiyatların düşmesi ve düşük kalmasıdır. Buhranın gelirler üzerindeki bu etkisi kolay giderilemez. Öte yandan, devlet bütçesini denk bağlama amacındaki titizlik vergi almayı ön plana geçirmiştir. Böylece, buhranın düşük fiyatlar nedeniyle kıstığı gelirler, vergilerin artışıyla bi­ raz daha azalır. Vergiler gündeme geldikçe, vergi adaleti sorunu da tartışma konusu olur. Buhran koşullarında, bu tartışma keskinlik kazanır. "Gelecek kanunlar halka yalnız fedakarlık (özveri) değil, bu fedakarlıklarının mukabilinde iktisa­ di menfaatlerin temini hususatmı da ihtiva etmelidir. Ne yapmalı yapmalı, muvakkat (geçici) ola­ rak müstahdemlere tahmil·ettiğimiz (çalışanlara yüklediğimiz) bu yükü yeni bir kanunla patronla­ ra da tahmil etmek yolunu bulmalıyız. Yoksa· halk arasında ikilik olur ve adem-i memnuniyet (hoşnutsuzluk) tevlit eder (doğar). Esasen demokrasinin arzu ettiği adalet de budur."

1 93 l 'de, olağanüstü vergilerin başlangıcında, İktisadi Buhran Vergisi görüşmelerinde ko­ nuşan Refik Şevket Bey (İnce) şunun altını çiziyor: Vergiyi bu olağanüstü koşullarda artırdıkça or­ taya bir vergi adaleti sorununun çıkmasından, bunun bir eleştiri kaynağı olmasından sakınılamaz. Buhran derinleştikçe vergi hasılatını artırmaya çalışmak, satın alma gücünü düşürür. Özel­ likle köylülüğün çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede, satın alma gücünün bir yandan düşük fiyat­ lar öte yandan yeni vergilerden etkilenmesi ekonomiye durgunluk getirebilir. Zaman ilerledikçe, bu nokta da bir eleştiri kaynağı olacaktır. 1 934-35'e, vergilerin ikinci ve büyük dalgasına gelindi­ ği zaman, buhran başlayalı uzunca bir zaman geçmiş, ama henüz bu ortamdan çıkış işareti görül­ memiştir İzmir Mebusu Hüsnü Kitapçı 1 934'te ve 1 935'te bunları vurgulayacaktır: "Kabul ettiğimiz birçok mali kanunlar var. Bunlar vatandaşlar üzerine birçok mükellefiyetler tahmil edecektir (yükleyecektir). Bunların iktisadi hayatımız üzerinde akisleri (yansımaları) şa­ yan-ı arzu (istenen türden) olmayacaktır. Memlekette, az çok bir hayat pahalılığı vardır. Bu pahalılık o kanunlarla bir kat daha yükseltilecek ve ağırlaştırılacaktır. Buhran ümitlerin hilafına (aksine) devam etmektedir. Ve artık hal-i tabii hükmüne girmiş bir vaziyettedir (doğal kabul edil­ mektedir) ...

294

ikinci kısım: türkiye

Hükümet diyor ki, vergide verim fazlalaştı. Çünkü, işçiden, ameleden, memurdan alınan yekun fazlalaşmıştır. Birçok mükellefler dükkanlarını kapamışlardır. İzmir'in yalnız mühim bir ticari mın­ tıkasında 1200 dükkandan 230'u kapanmıştır. Gezdiğim yerlerde temas ettiğim kimseler diyorlar ki, iş yok. İş hacminin darlığına bir sebep de bence, az ücret alan gerek memur ve gerek ecir (gündelikçi) vatandaşların kazanç, buhran ve muvazene vergileriyle mükellef tutulmalarıdır. Bunlardan bir kı­ snn var ki, zaten asgari maişet (en düşük geçim) haddini tutmayan kazancından bu vergileri de ve­ rince tahiatiyle istihlake gidemiyor (tüketim yapamıyor). Çünkü, istihlake sarf edeceği parayı hü­ kümete veriyor. Küçük memurlar ellerine geçen bütün parayı piyasaya verir, en iyi müstehlik on­ lardır. Bunların paraları kesilince iş hacmi daralır. Hele bunlardan bir kısmı ailesi çok olan kimse­ lerdir. Küçük tabakanın ekseriyetle ailesi çoktur. "

Hüsnü Kitapçı iç talebin çok kısıldığını, vergilerin talebi azaltıcı etkisinin giderilmesi için bir şeyler yapılması gerektiğini söylüyor. Bu, Türkiye'de 1 930 buhranının geldiği kaçınılmaz nok­ ta olmuştur. Ekonomide devlet kesimini simgeleyen bütçenin sağlam ve açıksız olmasından vaz­ geçilmez. Buhranda devletin satın alma gücü zayıflatılmaz. Düşük fiyatlar ve artan vergiler devle­ tin satın alma gücünün artması demektir. Oysa aynı ortam, halkın satın alma gücünü sınırlar, iç talebi daraltır. Bu, 1 930 buhranının ekonomik yönden güçlenmesi gereken devleti, satın alma gü­ cü düşen halkla karşı karşıya bıraktığı ortamıdır. Böyle bir ekonomi tablosunda canlılık devlet eliyle yaratılabilir. Kamu harcamaları önem kazanır. Yapılan da bir ölçüde budur. Vergiler artarken, öncelikli sayılan harcamalar azaltılmaz. "Üç sene zarfında (içinde) bütçe, 240 milyondan 1 65 milyona inmiştir. Prensiplerimiz, kararları­ mız dairesinde (çerçevesinde) imanımıza halel getirmeden (inancımızı bozmadan) şimendiferlere, mekteplere, sıhhi müessesatımıza (sağlık kurumlarımıza) devam ediyoruz. Eğer düşünülürse, bu çok büyük iştir."

Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Kansu), bunu 1 933 Mayıs'ında söylemektedir. Yani, buhranın en derin noktasında. 1935'ten sonra, ekonomideki canlanma gözle görünür hale gelir. Fakat, iktisat politikasında baştan beri benimsenen ilkeler yürürlüktedir: Denk bütçe + sağlam para. Devletin üstlendiği hizmetleri artırmak için bütçenin gevşetilmesi gibi bir yol açılamaz. Açık bütçe ile çalışma eğilimi doğmaz. Maliyenin sağlamlığı ve denk bütçe, her şeyden önce re­ jimin istikrarını sağlayan ilkeler olarak düşünülür. Bu nokta hiç değişmez. Atatürk'ün 1936'da­ ki deyişiyle; "Vatandaşın hazineye karşı mükellefiyetinin (yükümlülüğünün), en mühim vazifesi olduğunu an­ latmak için yorulmamak lazımdır. Devletçi ve halkçı olan bir idare ekonomi hayatında hazinenin kudret ve intizamı (düzgünlüğü) başlıca mesnettir (dayanaktır). Cumhuriyetin kudreti de, her saha­ da ve milli müdafaa (savunma) sahasında ihtiyaçlarını karşılayan hazinesinin intizamındadır. Ge­ lecek yıllar için de hazinenin kudretini muhafaza etmek, sizin en mühim işiniz olacaktır. Milli pa­ ramızın fiilen müstekar (kararlı) olan kıymeti muhafaza olunacaktır (korunacaktır)."

üçüncü bölüm: .. saklanacak ve güvenilecek para yalnız türk parasıdır"

�95

DE�K BÜTÇE + SAGLAM PARA Denk bütçe + sağlam para çizgisi değişmezliğini, bir yandan da para hacminin değişmezliğinden kazanır. Banknot hacmi 1 930'lu yıllarda hemen hiç değiştirilmez, buna özen gösterilir. Para hep pahalıdır. Kredi faizleri yüksektir. Fiyat artışlarının hemen hiç denilecek kadar düşük, fakat faiz­ lerin yüksek olduğu 1 930'lu yıllar boyunca dolaşımdaki para artırılmaz. Devlet kesiminin 1920'lere göre daha büyük ver tuttuğu ekonomide paranın işlevi geniş ölçüde bütçe ile belirlen­ mektedir. Para yönetiminin ilkeleri, bütçe yönetimininkilerden türeyecektir. Maliye politikası pa­ ra politikasının sınırlarını gösterecektir. Bunun ötesinde de, paranın dış değeri için nasıl bir poli­ tika izleneceği konusu kalmaktadır. O da kambiyo kontrolü ile kesinleştirilmiştir. Başvekil, 1 935 yılı kapanırken, Türk Lirası değerinin oynamaması, yani, istikrarının bo­ zulmaması için tüm koşulların yerine gelmiş, ekonomik önlemlerin alınmış olduğunu vurgula­ maktadır. Paranın dış değeri yapay olmayan, ekonomideki istikrara dayanan bir sabitliğe sahip­ tir, demektedir. Ancak, 1 930'ların ekonomi dünyası meçhul kayalıklarla dolu ve fırtınalı bir de­ nizdir. Sağlam gemiler de bu denizde kayalıklara oturabilir. Türkiye ekonomisi, 1 936'nın Eylül'ünde, Fransa devalüasyon yapınca, bu olasılıkla yüzyü­ ze gelecektir. 1 9 3 1 Eylül'ünde İngiltere sterlinin altın bağlantısını kesince, TL'nin değeri, altın esasından ayrılmayan Fransız frangına ayarlanmıştır. 1 936 Eylül'ünde de, Fransız frangının altın­ dan ayrılma vakti gelmiş, Fransız frangına ayarlı paralar (ve onların ekonomileri) için durup du­ rurken bir istikrar sorunu ortaya çıkmıştır. Türkiye'de hükümet, Fransız frangının devalüasyo­ nundan hemen sonra kararını alır ve işin gereği için Merkez Bankası'nı görevlendirir. Karar istik­ rarın, daha doğrusu, sağlam para çizgisinin sürdürülmesidir. "Yabancı dövizlerin kıymetinde yeni tahavvüller (değişmeler, oynamalar) vuku bulursa (olursa), bu tahavvüllere tabi olarak Türk Lirası kıymetinde bir tenezzül (düşüş) yapılmaması ve Türk Lira­ sını altına tahvil olunabilir (çevrilebilir) dövizlere izafeten (bağlantılı kılınarak) ve altına nazaran şimdiye kadar fiili olarak kazanmış olduğu müstakar (istikrarlı) kıymetinin muhafazası ve bu kıy­ met nisbetinin (paritesinin) vakit vakit Merkez Bankasınca hesap ve ilan olunması"

hükümetin Başvekalet tebliğiyle duyurulan kararıdır. Fransız frangı, 26 Eylül (Cumartesi) yüzde 25-35'lik bir değişken oranla devalüe edilmiş­ tir. 28 Eylül sabahı toplanan Merkez Bankası İdare Meclisi durumu ve hükümet kararını görüşür. 1 930'ların tüm ülkeler için belirsizliklerle ve bunları göğüslemek üzere tasarlanan kontrollerle do­ lu dünyasında, Türkiye'de, Merkez Bankası'nın ekonomideki rolü ciddi bir ağırlık noktasıdır. İdare Meclisi bunun gerektirdiği bilince, bilgi birikimine ve yetkinliğe sahip kişilerden oluşmuş­ tur. 1 930'ların Türkiye ekonomisi için borsaların manipülasyonuna açık bir oynak kur söz konu­ su olamaz. Kur güvencede olmalı, ama güvence de "gerçek" olmalıdır. İdare Meclisi'nin TL'nin dış değerinin yönetimi için aldığı karar; "Muvakkat (geçici) bir zaman için altına kabil-i tahvil (çevrilebilir) bir dövize izafeten Türk Lirası kıymetinin tesbit ve ilanı gayrı mümkün (olanaksız) görüldüğünden, halen Türk Lirasının ifade etmekte olduğu altın mukabiline (karşılığına) göre ve

296 ikinci

kısım: türkiye

Londra serbest altın piyasası fiyatları üzerinden İngiliz Lirası kurunun tesbit edilmesi ve bu fiya­ tın şubelerimizin alışlarında esas ittihaz (kabul) edilmesi"dir. Merkez Bankası, 1 936 Eylül'ünde birdenbire dışsal bir şok olarak Türk Lirası'nın (ve böy­ lece ekonomideki tüm fiyatların) yüklendiği "riski en aza indirecek" çözümü herhangibir tered­ düde düşmeden ve işi savsaklamadan bulmuştur. Çözüm, doğruca (yeniden) İngiliz sterlinine ayarlanmak değil, TL'nin o güne kadar altına göre elde edilmiş (ve istikrarlı) değerini reel bir baş­ langıç noktası olarak almak ve buradan hareketle, sterlinin, Londra altın piyasasına göre sınana­ cak kuruna ayarlanmaktır. Çünkü, temel karar sağlam para çizgisinden ayrılmamaktır. Bunun sürdürülebileceğine inanılır. 1 930'ların ekonomisinde gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta budur ve dışsal etkenlerden gelecek ciddi bir deprem baskısına karşı koymayı sağlayacak iktisat politikası bilinci ve ehliyeti, o yoksul köylüler ülkesinin kadrolarında vardır. Burada, İngiltere'nin pozisyonu doğru değerlendirilmiştir. İngiltere 19 3 1 'deki kararıyla sterlin-altın bağ­ lantısını kaldırmış, ama koparmamıştır. 1 930'lu yıllarda rezervlerini artırmaktadır. Ancak, bu ar­ tış içinde bile sterlini yeniden, resmen altına bağlamaktan sakınmaktadır. Ne deve, ne de kuştur! Hem o, hem öteki olarak görünmenin avantajını elde tutmak istemektedir. 1 930'lar, İngiliz ka­ rakterinin değişik özelliklerini siyasetten ekonomiye kadar geniş bir alanda sergileyen zengin la­ boratuardır. Ve İngiltere, 1 930'ların ağır yıllarında ve değişen koşullarında, dünya ekonomisi için ana eksen niteliğini sürdürmektedir. Türkiye'de, 1930'ların yöneticileri bunları doğru değerlendi­ rirler. Bu bir ehliyet işidir; kendine güven işidir. İktisat politikasının önemi hiç azalmayan bir bahsi borçlanmadır. Cumhuriyet yönetimi için dış borçlanma zaten söz konusu değildir. İç borçlanmadan da olabildiğince uzak durmaya çalış­ mıştır. 20. yüzyılın son çeyreğinde 'yiğidin kamçısı' haline geldiğini bildiğimiz borçluluk, 19. yüz­ yılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'nde yönetim sorumluluğunu taşıyanlar için gitgide büyüyen bir karabasandı. Cumhuriyeti kuranlar, İttihatçıların da ipin ucunu kaçırmasıyla ülkenin geleceği­ ni karartacak bir tabloya dönüşen borç konusuna sakınarak yaklaşmışlardır. Genç devletin kuru­ labilmesinde en riskli alanlardan birinin borçlanma olduğunda, aralarında görüş birliği vardır. Cumhuriyetçilerin iç borçtan sakınan tutumunda özel bir neden, Osmanlı Devleti'nin 1 9 1 8 'de savaş biterken başvurmak zorunda kaldığı iç borçlanmanın başarısızlığı idi. O tarihte çıka­ rılan istikraz tahvilleri rağbet görmemiş, devlet o tahvilleri satabilmek için piyasaya baskı yapmıştı. Savaştan sonra, devlet bu borcu ödeyememiş, 1 00 liralık tahvillerin değeri 8-9 liraya düşmüştü. Ankara'daki Meclis yönetimi bu borcu üstlenmişti. Daha sonra, yirmi yıllık bu tahvilleri değiştir­ mek ve tasarruf sahiplerine güven duygusu aşılamak üzere, Cumhuriyet yönetimi 1 93 8'de yeni tah­ vil çıkartmıştı. Bunun dışında, 1 933'e gelinceye kadar uzun vadeli iç borçlanma yapılmamıştır. 1 933'teki ilk uzun vadeli iç borçlanma Ergani istikrazı'dır. Fevzipaşa-Diyarbakır demiryolu­ nun yapılması için 12 milyon liralık, yirmi yıl vadeli borçlanmadır. İkincisi de, Sivas-Erzurum demir­ yolunun yapımına kaynak olacak 30 milyonluk borçlanmadır. Borçlanma koşulları, tasarruf sahip­ leri için çekici olacak şekilde düzenlenmiş, sonuç başarılı olmuştur. Cumhuriyetin onuncu yılı ta­ mamlandıktan sonra yerleşmiş olan güven duygusu, iç borçlanmanın zamanlanmasına yardımcıdır.

üçüncü bölüm: "saklanacak ve güvenilecek para yalnız türk parasıdır"

297

Kısa vadeli borçlanma, müteahhit bonoları ile 1 920'li yıllarda kullanılan yöntemdir. İlk bonolar 1 926 sonlarına doğru (944 sayılı yasayla) 200 milyon lira tutarında çıkarılmıştır. Öden­ me süresi on yıldır. Kuruluş döneminin ilk yatırımları olan demiryolları, limanlar ve su işlerinin yapımını sağlamıştır. Her yılın ödemeleri, Nafıa Vekaleti bütçesine konmuş, tütün, alkol ve kib­ rit vergilerinden sağlanan gelirlerle ödenmiştir. Savunma giderlerinin finansmanı da aynı yöntem­ le, bu bonolarla yapılmıştır. Cumhuriyetin yaptığı yatırımları eleştiren iç ve dış uzmanlar ve siya­ setteki sözcüleri bu yöntemin başarısı karşısında etkisiz kalmışlardır. Yöntemin "denk bütçe + sağlam para" çizgisini bozmadan yürütülmesi ilginçtir. Aslında, yıkıcı ve uzun savaş yıllarından sonra yeni bir devletin kuruluş dönemi sorgulanıp eleştirilecekse, sorunun "Niçin bu kadar çok yatırım ve harcama? " yerine, "Niçin bu kadar az yatırım ve harcama ? " diye sorulması beklenir­ di. Çünkü, yokluklar içindeki yönetim büyük bir talebi karşılama zorunluluğu karşısındaydı. Oy­ sa, yerli ve yabancı eleştirilerdeki ortak arzu hep yapılan yatırım ve harcamaların kısılması idi. Kısacası, yönetimin iki belirgin çizgisinden biri, hem yeni yatırımların finansmanı, hem de devletlerarası güvenlik paktlarının dışındaki genç devletin savunma giderlerini karşılama zorun­ luluğudur. Öteki çizgi, ortodoks mali disiplindir. Marifet de ikisini bağdaştırmaktır. İç borçlan­ ma, bu bağdaştırma çabasında destek araç gibi kullanılmıştır. Borçlanmada tek teminat devletin saygınlığıdır. Devlet, borçlanırken saygınlığını ve güven duygusunu korumuştur. Bütün bunların temelindeki " denk bütçe + sağlam para" politikasını, Başvekil İnönü'nün 1 935 sonlarındaki sözleri oldukça net çizgilerle ortay:ı koymaktadır: "Bir memleketin parası sağlam bir bütçeye istinat ederse (dayanırsa) ve o memlekette sarf olunacak (harcanacak) para hiç olmazsa yüzde SO'ye yakın miktarda bütçeye yeni gelir temin edebilecek şey­ lere sarf olunursa, o memleketin parası en sağlam bir para olur. Milli para için tehlike sayılacak bir tek mevzu (konu) harici (dış) ticaret mevzuudur ki, o da bugünkü usuller içinde devletin doğrudan doğruya kudretli ve tecrübeli elindedir. Geçen tecrübeler göstermiştir ki, bu memlekette saklanacak ve 'kıymetine güvenilecek para yalnız Türk parasıdır."

Cumhuriyetin kuruluş dönemi tamamlanıncaya kadar, iktisat politikasının bu çizgisinde bir değişiklik olmaz. Bu çizgi 1 930'ların sanayileşme stratejisinden önce belirlenmiştir. Sana­ yileşme ve devletçilik, iktisat politikasının sağladığı bu çerçeveye oturarak biçimlenmektedir: Böy­ lece, "denk bütçe + sağlam para ", 19 30'ların ikinci yarısında ekonomideki canlanmayı söndür­ mez, bunu sürekli kılan etkiler yapar. Ne var ki, 1 936-3 7'den sonra bir başka buhranın baskısı ufuktadır. Bu, bir ekonomik buh­ ranın ötesindedir. Buhran değil, bir kıyamet halini alacaktır. Birincisinden daha yıkıcı bir dünya savaşı yavaş yavaş yaklaşır ve kaynakları zorlamaya başlar. 1 93 8 Mayıs'ında, Milli Müdafaa İh­ tiyaçları İçin Taahhüde Girişilmesi Hakkındaki kanunun gerekçesi şöyle diyor: "Dünya siyasal vaziyetinin doğurduğu sebepler karşısında cihan devletlerinin müstakbel (gelecek) savaş için bütün kuvvetleriyle silahlandıkları malumdur (bilinmektedir). Coğrafi ve siyasal durumu itibariyle pek mühim bir mevkide bulunan Türkiye Cumhuriyeti'nin de esasen tarihi ve yüksek mev-

298 ikinci kısım: türkiye cudiyete sahip bulunan ordusunun daha ziyade kuvvetlendirilmesi zaruri (zorunlu) görülmüş ve bu­ nun için yeni bir teslihat (silahlanma) programı hazırlanmıştır. Teklif edilen 125,5 milyon liralık fev­ kalade tahsisat (olağanüstü ödenek) ile bu program tahakkuk ettirilecektir (gerçekleştirilecektir) . "

Ancak, kaynakların büyük bir savaşın bulutları görünürken bile fazla zorlanmaması ilginç­ tir. Bir düzen ve kurumlaşma anlayışının nasıl kökleştiğini gösteren örnekler az değildir. Önemli bir örnek, Merkez Bankası Umum Müdürü Salahattin Çam'ın ağzından dile getirilir. Bunda, siyasal ve teknik karar sahiplerinin bir sağlam düzen ve kurumlaşmanın sorumluluğunda nasıl buluştuğunu izleyebiliriz. Çam, 1 938'in ilk günlerinde Merkez Bankası İdare Meclisi toplantısında şöyle söyler: " 12 Mart 1 937 tarihinde Başvekil İnönü beni çağırtarak okuduğum şu 'projeyi' verdi. Ve hüküme­ tin yapılacak muhtelif işler için bütçe tahsisatı haricinde paraya ihtiyacı olduğundan bahisle, bu proje hakkında fikrimi sordu. Cevaben bunu 'muvafık (uygun) görmediğimi' uzun uzadıya kendi­ lerine izah ettim. Ve 'verdikleri projede ısrar ettikleri halde beni mazur görmelerini' rica ettim. Bu maruzatım üzerine İnönü tekliflerinden 'feragat ettiler.' Bu sene yazın İstanbul' da iken, İnönü Maliye Müsteşarı Faik Baysal vasıtasıyla bu mesele üze­ rine benimle görüşmek istediklerini tebliğ ettiler. Dolmabahçe sarayına gittim. Motörle yaptığımız bir tenezzüh (gezi) esnasında aynı meseleyi açtılar. Evvelki mütalaalarımı arz ettim ... Geçenlerde Faik Baysal bankaya gelerek Başvekil Bayar namına yine aynı projeyi tebliğ etti. Projenin mahzurlarını söyledim . . . Başvekil ile görüşmek üzere ayrıldılar. Dün Maliye vekili bu sa­ bah için beni davet etti. Beraberce Başvekilin yanına gittik. Başvekile de fikir ve mütalaalarımı ve projenin mahzurlarını arz ettim ve bu projenin 'işi üç dörtyüz milyon liralık bir paraya kadar gö­ türebileceğini' söyledim. . . Başvekil, şu halde iki üç mütehassısın reyine müracaat edelim dediler. Cevaben Meclis-i İdarenin (Merkez Bankası İdare Meclisinin) bu hususta 'tout indique' (tam yetki­ li) olduğunu arz ettim. Kabul buyurdular . "

Çam'ın belirttiği hükümet projesi, iktisadi devlet teşekküllerine ait bonoların Merkez Bankası'nca ticari senetler gibi (sermayelerinin yarısı tutarında bir büyüklüğe kadar) iskontoya kabul edilmesi, ayrıca teşekküllerin her yıl sermayelerinin beşte biri kadar bono çıkarabilme­ leridir. Hükümetin, İnönü döneminde 90 milyon liralık, Bayar döneminde 150 milyon liralık bir ek para hacmi yaratma hesabıyla yaptığı öneri, Çam'a göre 300-400 milyon lirayı bulacak etkile­ re sahiptir. Bu enflasyonist etkiler, anlaşıldığına göre Çam tarafından İnönü'ye, sonra da Bayar'a açıklanmış ve Çam bunu yapamayacağını kesin dille söylemiştir. Çam'ın karşı önerisi, "ek emis­ yonu denetim altında" ve hükümetin gereksinmesini sakıncasız sınırlarda tutabilmek üzere, Mer­ kez Bankası altın rezervinin üç katına kadar "Hazineye avans" vermektir. Bayar'ın, konunun uz­ manlarına başvurma önerisini ise Çam, İdare Meclisi'nin dışında herhangi bir uzmanın söz konu­ su olamayacağını"nı vurgulayarak yanıtlar. 1 930'dan 1 940'lara giderken, geçmiş yılların ekonomik buhranı aşılmıştır. İktisat politika­ sında benimsenen çizgi yerleşmiştir. Fakat, ekonomide buhran ortamı tümüyle kalkmadan, buna bir başka buhran eklenmeye başlamıştır. Dünya silahlanmaktadır. Şimdi, bütçenin denkliğinin ötesinde, nereye ne kadar kaynak ayırmak gerekeceği, yeni bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Savunma konusu her geçen gün biraz daha duyarlılık kazanır ve büyür.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM "Bir Vakitler Şimendiferler, Bankalar, En İyi Tarlalar, Ecnebilerin Elinde İdi"

1 93 1 'de İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey anlatıyor: "Cumhuriyet Türkiye'si evvela devleti millileştirdi, milli hır devlet vücuda getirdi. Bu, gayrı Türk olan anasırın (unsurların) memleketten ayrılmasını icap ettirdi, öteden beri onların elinde toplan­ mış olan menkul kıymet stoku da onlarla beraber gitmiş oldu."

Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonominin tablosu yokluklardan ibarettir. Yoklukların en ciddisi ise, "milli ellerde" sermaye birikimi yokluğudur. M. Şeref Bey'i dinlemeye devam edelim: "Bu memlekette bir vakitler şimendiferler, bankalar, ticaret, sanayi, milli şirketlerin hisse senetleri, hatta en iyi tarlalar ve şehirler dahilindeki en iyi emlak Türklerin değil ecnebilerin elinde idi. Bu memleket, tarihinde, milli iktisat namına hiçbir mefhum (kavram) kavrayamamıştır. Milli iktisat­ tan bahsetmek bir vakitler bir kabahat, bir vakitler de bir muammadan (bilmeceden) bahsetmek gi­ bi bir şeydi. "

Milli iktisat, ilk yıllarda ekonomide devletle özel kesimi birbirine bağlı tutan, kavramdır. İktisat politikasında esas anlayış, " milli" özel girişimciliği desteklemektir. Millilik, özellikten ön­ ce geliyor. Bu, yeni rejimin güvence noktasıdır. Özel girişimi destekleyen bir politikanın benim­ senmesi, dış dünyanın çeşitli kuşkularını da törpülemektedir. Milli olan özel girişim için ise, milli iktisat her şeyden önce ekonomiden daha büyük pay almak demektir. Sermaye kazançlarının mil­ li olmayan unsurlardan milli unsurlara aktarılmasıdır. Bunun sürekli kılınması ve "milli müteşeb­ bis"in yoktan var edilmesidir.

300 ikinci kısım: türkiye

İLK BİRİKİM Mustafa Kemal döneminde ekonomi 1 923'te başlar. Ama, başlarken zemininde bir ilk ekonomik birikim vardır. Bu, Mustafa Kemal'den az önce, Birinci Dünya Savaşı'nda başlamıştır. Türkiye'de kapitalizmin ilk birikimidir. Kapitalizmin ilk birikimi ve özellikleri aydınlanırsa, onu izleyen ge­ lişmeler daha kolay kavranır. Çünkü, ilk birikimde önemli nokta, onu koruyacak blokun oluşma­ sı, sınıfsal özelliklerinin ortaya çıkmasıdır. 1 90 8 Meşrutiyeti devlete bir burjuvalaştırma atılımı yapma fırsatı vermiştir. Günün dün­ yada ana çizgisi olan liberalizm benimsendikçe ekonomide kapitalizmin doğal gelişme zeminini döşeme yolu açılmıştır. Osmanlı toprağı bu ortamın getirdiği serbestliğe çabuk ve olumlu tepki verir. Özel girişimcilik serpilmeye başlar. 1 9 1 4'e kadar, ekonomi kapitalistleşmenin özendirilme­ si ve yaygınlaşmaya başlamasıyla gelişir. Ancak, 1 9 14'e kadar süren gelişme biçimi ve temposu bize 1 920 yılı Türkiye'sinin ekono­ mik ve toplumsal fotoğrafını vaat edebilecek, verebilecek nitelikleri taşımaz. 1 920'nin fotoğrafı, 1 9 1 5 'ten başlayan ve hızlanan özel bir gelişme biçimi ve temposunun ürünüdür. Bu, ateşle baru­ tun bir araya gelmesi gibi özel birleşmelerle ortaya çıkar: Nadiren bir araya gelebilen birkaç etke­ nin uzun süren savaş koşullarında buluşmaları gibi. Bir köylüler ülkesinde birinci etken kırsalda aranmalıdır. O güne kadar, Osmanlılığın da içinde yaşadığı liberalizmin koşulları savaşın koşullarına teslim olunca, kıt kanaat sayılacak bir gelişmenin sürdüğü kırsal birdenbire piyasaya açılacaktır. Savaşın olağanüstü talep artışı karşısın­ da ithalatın yetersizliği, orduyu ve kentleri besleme işlerini Anadolu tarımına yüklemiştir. Üreti­ min başlangıç noktası Anadolu toprağı olur. Ürün akışı hızlanır ve bir parasal ekonominin oluş­ masını hızlandırır. Çünkü, özelikle 1 9 1 5'ten başlayarak hızla artan emisyon ve böylece hızlanan fiyat artışları, ürün akışını ve parasallaşmayı besleyen ana etken olur. Dış ticarete kapanan eko­ nomide piyasalaşma savaş koşullarının yüksek ve sürekli talep artışlarıyla gelişecektir. Bu kapalı devre, Anadolu' da şirketleşmeyi ve sermayenin parasal örgütlenmesini daha önce görülmemiş bi­ çimde körükler. Şirketleşme ve bankacılık bu döneme damgasını vuracaktır. O güne kadar ekonominin mer­ kezi olan İstanbul'da, Meşrutiyet'ten sonra boy gösteren bankalara ( 1 9 1 1 'de İstanbul Bankası, 1 9 1 4'te Emlak ve İkrazat Bankası ile Asya Bankası) daha önce belirtilmiş olan İtibar-ı Milli Ban­ kası'nın yanı sıra, 1 9 1 7'de Ticaret ve İtibar-ı Umumi Milli Bankası ve 1 9 1 8'de Milli İktisat Banka­ sı katılacaktır. Ancak, Müslüman Türk nüfusun ekonomi ve finans alanına girişini simgeleyen bu gelişmelerin yakın gelecek için anlam taşıyanları Anadolu' dadır! Bunların ortak özelliği "milli" bir ekonomik söylem gibi ortaya çıkmaları ve "çok kısa sürede büyüme" leridir. Örnekleri ilginçtir. 1 9 1 4'te kurulan Konya Milli İktisat Bankası, 1 9 1 6'da iki şirket yaratmıştır: Konya Tica­ ret-i Umumiye ile Konya Mensucat ve Emtia. Yine 1 9 1 4'te, Milli Aydın Bankası ve İskan Ticaret Bankası (daha sonra Türk Ticaret Bankası olacak) kurulur. 1 9 1 5'te, yola çıkan Karaman Milli Bankası, iki yılda sermayesini iki katına çıkarır. Aynı yıl, Kayseri'de Köy Bankaları kurulur ve ge­ lişirler. 1 9 1 6'da, Kayseri Milli İktisat Anonim Şirketi ve Akşehir Osmanlı İktisat Anonim Şirketi;

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

301

1 9 1 7'de Manisa Bağcılar Bankası, 1 9 1 8 'de Eskişehir Çiftçi Bankası kurulacaktır. Büyük ölçekli savaşın tarım ürününe yarattığı emsalsiz ve sürekli talep, Anadolu'da serveti gitgide büyüyen çift­ çi ve eşraf katmanı yaratırken, bu ürünün ulaşımını üstlenen tüccar da aynı hacimde zenginleş­ mektedir. Anadolu ekonomisi, savaş lojistiğinin çizdiği bir ekonomi haritası üzerinde İstanbul ve İzmir'le bütünleşmeye başlamaktadır. Yaratılan çekim ekseninin bir ucunda İstanbul'un esnafı, spekülasyon ustası tüccarı ve İttihat Terakki'nin "örgüt gücü"; öteki ucunda da Anadolu'nun bü­ yük ve orta çiftçisi, eşrafı, tüccarı ve İttihat Terakki'nin "yerel gücü" vardır. Bu çekim ekseni, üze­ rindeki tüm unsurları zenginleştirmekte ve güçlendirmektedir. İttihat Terakki liberalizmden gitgi­ de uzaklaşmasına karşın "teşebbüs-Ü şahsinin" sınırlanmamasına özen gösterir. Milli servetin o yoldan büyütüleceği düşüncesi ana yoldur. Bu mucizevi gelişmenin büyüsü, bu unsurların tümünü bir arada ve birden harekete getiren emisyon ve bunun savaş koşullarında yarattığı yüksek ve hızlanan enflasyondadır. Osmanlı eko­ nomisinde tüketici fiyatları (geçinme indeksi) 1 9 14=1 00'den 1 9 1 8=1 823'e yükselmiştir. Böyle bir şey "ilk kez" olmaktadır. Daha önceki kapitalist gelişme hep düşük fiyat artışları dünyasında ya­ şanmıştır. Enflasyonun kaynakları girişimciye ve spekülatöre yönlendiren gücü ile tanışılmıştır. 1 9 16'dan sonra, fiyatlar yılda 300'e varan tempoda artar. Emisyon artışları hem savaş giderleri­ ni karşılamış, hem de (Anadolu' da) hızlı kapitalistleşmeyi körüklemiş ve beslemiştir. Savaşa katı­ lan devletler arasında, Osmanlı'da, ötekilerinin çok üzerinde bir tempo ile yaşanan enflasyon, kaynakları yerinden söken ve yeniden yönlendiren bütün etkilerini sergilemiştir. Kapitalizmin taş­ rada ilk birikimini sağlayan bu süreç, İstanbul'un hızlı ve spekülatif zenginleşmesiyle etle tırnak gibi bir model oluşturur. Modelin vazgeçilmez öteki parçası kitlesel yoksullaşmadır. Emisyon ve enflasyon savaşın kapalı ekonomisinde büyük kitlenin gelirlerini ve (varsa) varlıklarını emme basma tulumba gibi ilk birikimin sahiplerine aktarmıştır. Onları fiilen güçlü kılmıştır. Çünkü, enflasyon (hele hiper enflasyon) çok kazanma gücünde olanlara bir büyük sübvansiyon, az kazanmakla yetinenlere ağır bir vergidir. Bu klasik bir hiper enflasyon öyküsüdür. Klasik olmayan şey, savaş yıllarındaki bu özel üretim koşullarının adeta ısmarlanmış bir hiper enflasyonla buluşmasıdır. Buluşma, ekonomik gücü ve yoksullaşmayı keskinleştirmiştir. Daha sonra, Cumhuriyetçilerin öncelikle gözlerine çar­ pan da bu olmuştur: Yani, bu sürecin hem bir yeni blok gücü (büyük topraklı çiftçi, eşraf ve tüc­ car), hem de kitlesel yoksullaşma yaratan özelliği olmuştur. Kapitalistleşmenin 1 9 14'e kadar du­ rağan sayılacak bir Anadolu tarımı ve düşük fiyat artışlarıyla seyreden biçimi ve temposu, böyle bir 1 920 yılı tablosunu kimsenin aklına getiremezdi. İttihat Terakki'nin koruyucu şemsiyesi altında ve uzun savaş-sürekli yüksek enflasyon saye­ sinde güçlenen çiftçi-eşraf-tüccar bloku ile bunun İstanbul "partönerleri"nin henüz kendi siyasal zeminlerini bulup ona oturma fırsatları doğmadan Milli Mücadele başlamıştı. Cumhuriyetçiler ön­ lerinde böyle bir zemin buldular, fakat onu sorgulayabilecek pozisyona ve zamana sahip olamadı­ lar. Bu noktalar gözden kaçırılırsa, daha sonra yaşanacak gelişmelerin birçoğu açıklanamaz.

302 ikinci kısım: türkiye

Dünya savaşı yıllarında milli iktisatçı olan ilk birikim sahipleri, 1 9 1 9'dan (Almanya hak­ kındaki Versailles "fermanı" ve onun "olmazsa olmaz"ı Wilson ilkeleri kesinleştikten) sonra Mil­ li Mücadeleciliği benimsemişlerdir (Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri onların bu aya­ rı yapabilmelerini sağlamıştır) . Büyük savaş Anadolu dışında olmuştur. Onlar savaş yılları ekono­ misindeki yüksek kazanç ve birikimin sahipleridir (Kendilerinden savaş için istenilen ürünü ve malzemeyi bile deftere kaydederek, yıllar sonra özveri olarak anlatmışlardır) . Fakat, 1 9 19'dan (Versailles'ın kesinleşmesinden) sonra savaş artık Anadolu'da, yani, ilk birikim alanında olacak­ tır. O alanı (vatanseverlik duyguları bir yana) korumaları gerekecektir ve koruyacak Kuva-yi Milliye' den başka güç yoktur. İstanbul ve İzmir eskiden beri uluslararası işbölümü kentleridir: İş­ birlikçi olup da kendi varlıklarını koruyabilirler. Şansları sürer. Ancak, kısa sürede müstesna bir zenginliği hissetmiş taşranın ilk birikim sahipleri için böyle bir şans yoktur. Bir Anadolu savaşı, onların bir daha elde etme şansı bulamayacakları birikimlerini süpürüp götürür, fiili güçlerini yok eder. "Tek yol" Milli Mücadele'dir. "UNSUR-O ASLİ" Ekonomide Mustafa Kemal dönemi 17 Şubat 1 923'te İzmir'de başlar. Bu tarihin başlangıç olma­ sı, İzmir İktisat Kongresi'nin o gün açılmasından değil, Mustafa Kemal'in orada yaptığı açılış ko­ nuşmasının çarpıcı özelliklerindendir. Kongre, Cumhuriyetin kuruluş dönemi için önemli olmuş mudur? Hem "Evet" , hem "Hayır" denilebilir. Evetin gerekçesi, bunun ilk Türk İktisat Kongresi oluşundandır: Kongre gruplara göre düzenlenmiştir: Çiftçi Grubu, Tüccar Grubu, Sanayi Grubu ve İşçi Grubu benimsedikleri ekonomik esasları ortaya koymuşlar ve bunlar teker teker oylanmış­ tır. Bir sınıfsal ve mesleki profil ve bununla, çelişki ve denge noktaları ortaya çıkmıştır. Ekonomik esaslar ise, bir istekler sağanağı gibidir. Hemen tümü, layihalar (önergeler) biçimindedir ve so­ muttur. Aralarında daha sonra uygulamada göreceklerimiz de vardır. Bu özelikler, Kongreyi önemli saymak için yeterli sayılabilir. Hayırın da gerekçeleri vardır, küçümsenemez. Başta, Cumhuriyetçilerin Kongreyi o günkü siyasal önemiyle değerlendirmiş olmaları gelir. Cumhuriyetin kurucuları daha sonra Kongreyi ekonomide bir başlangıç noktası ya da kendilerinin ufku ve programı gibi ifadeden uzak kalmış­ lardır. Daha doğrusu, daha sonra Kongreden hemen hiç söz etmemişlerdir. Bunun bir nedeni, İstanbul'un ülke yönetimindeki iddiasını sürdürme ve İzmir Kongresi'ne de ağırlığını koyma arzu­ sunda bulunabilir. İstanbul'un ticaret (ve sermaye) çevreleri, "Ekonomi bizden sorulacaktır! " sö­ zünü henüz Milll Mücadele 1 922'de Ankara'nın amaçladığı seyir içinde sonuçlanmadan söyleme­ ye başlamışlardır. Dış temaslarını, İstanbul'da, savaş sonrası dönem için dışa açık bir İktisat Kongresi toplamak üzere sürdürmüşlerdir. Ankara yönetimi, Lozan görüşmelerinin ilk aşaması sı­ rasında öne geçmiştir. İstanbul'un bu girişimini İzmir İktisat Kongresi'ne çevirerek, yaşanan süre­ cin özünde siyasal olduğunu ve ekonominin siyasetten koparılamayacağını göstermiştir. Kongre bir başarıdır. Ama, ekonomik olmaktan önce siyasal başarıdır. Çünkü, Lozan gö­ rüşmelerinin özellikle ilk döneminde, neler getireceği belli olmayan 1 923 yılında bir tür iktidar

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iy i tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

303

boşluğu havası yaygındır. Rejimin ve iktidarın henüz adı konulmamıştır. 3000 kişilik bir katılım olması gerekir­ ken, İzmir İktisat Kongresi'nin 1 1 35 delege ile toplanması da biraz bunu yansıtmaktadır. Ayrıca, Kongre baş­ kanlığı, Mustafa Kemal'in artık kendi­ siyle siyasal yakınlık kurmadığı Kazım Karabekir'e verilmiştir. Kongrenin ka­ p a n ı ş k o n u ş m a l a r ı n d a , Çiftç i l e r Grubu'nun ve Ticaret Grubu'nun reis­ leri Mustafa Kemal'in adını anmazken "Karabekir Paşa Hazretlerine minnet ve şükranlarını " arzetmişlerdir. İşçi Kadınlar temsilcisi Rukiye Hanım ise iktisat Kongresi için lzmir'e giden Mustafa Kemal, teşekkürlerini sadece " Gazi Mustafa lzmirli kadınlarla yaptığı toplantıda. Kemal Paşa hazretlerine" yöneltmiştir! Kongrenin başarısı, yani siyasal başarı Mustafa Kemal'e aittir. Kongreye riyasetle değil hi­ tabetle ve siyasetle egemen olmuş ve damgasını vurmuştur. Uzun açılış konuşmasında önce Osmanlı'nın tüm geçmişi ile hesaplaşmış (yani, "geri dönüş yok ! " demiş) ve "Yeni iktidar bizle­ riz ! " diye bitirmiştir. "Bizler"in kimler olduğu henüz kesin değildir. Ama, Mustafa Kemal Kong­ rede "yeni iktidar biziz" demektedir. Bu Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle erişilen son noktadır. İzmir, Mustafa Kemal için kongrelerin sonuncusudur. 1 923 yılında süren iktidar boşluğu havası ise, 29 Teşrin-i evvel'de (Ekim) son bulacaktır. Mustafa Kemal'in bu konuşmasında, günümüze kadar sloganlaştırılarak gelen çarpıcı cümleler de vardır. Ancak, konuşmanın önemi bu cümleleri taşımasından çok, sahip olduğu bü­ tünlükte ve sergilediği iddialı analizlerdedir. Geçmişle hesaplaşma, bu analizin alt yapısıdır. Bu hesaplaşma yapılmaksızın ekonomiye gelinemez. Çünkü; "Uzun gafletlerle ve derin lakaydi (umursamazlık) ile geçen asırlar bünye-i iktisadiyemizde (ekono­ mik yapımızda) derin yaralar" açmıştır. "Bir milletin doğrudan doğruya hayatı ile alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır ... Türk tarihi tetkik olunursa inhitat esbabının (gerileme nedenlerinin) ik­ tisadi mesailden (ekonomik sorunlardan) başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır. . . Şimdiye kadar hakiki manasiyle milll bir devir yaşamadık, binaenaleyh 'milll bir tarihe malik olamadık'."

Mustafa Kemal, geçmişle ilk kez çok berrak ve geçmişin askeri başarılarında herhangibir sığınma noktası olmayacağını vurgulayarak hesaplaşırken kesin bir çizgi çeker. Bütün bu askeri seferlerin günümüze herhangi bir ulusal kazanç ve birikim getirmezken, bizi iktisadiyatla (ekono­ mi dünyası ve düşüncesiyle) ilgilenmekten alıkoyan niteliğini kuvvetle vurgular:

304 ikinci

kısım: türkiye

"Mesela, Fatih İstanbul'u zaptettikten sonra, yani Selçuki saltanatıyla Şarki Roma İmparatorluğu­ na tevarüs eyledikten (miras yoluyla sahip olduktan) sonra Garbi Roma İmparatorluğu'na da kon­ mak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru sevketti. Mesala, Yavuz Selim, Fatih'in açtığı garp (batı) cephesini tesbit ile beraber (kımıldatmaksızın) Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek büyük bir İslam İttihadı (birliği) meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman her iki cepheyi tevsi etmek (genişletmek) bütün Bahr-ı Sefidi (Akdeniz'i) bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi (kurmak) gibi şahane bir siyaset takibetmek (izlemek) istedi ve bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı... Osmanlı Hakanları asıl olan ( ... ) noktayı unuttular. Bütün ef'al (eylem) ve harekatlarını hayal­ ler ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilat-ı dahiliyeyi (iç düzeni) siyaset-i hariciyeye (dış siyasete) uydurmak mecburiyeti hasıl olunca zaptettikleri mahaldeki anasırı (yerlerdeki unsurları, yerel hal­ kı) olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde (tutma zorunluluğunda) kaldıktan başka, onlara 'istisna­ lar' (ayrıcalıklar), imtiyazlar (öncelikli haklar) bahşettiler. Diğer taraftan, 'unsur-u asliyi' uzun se­ ferlerde, fütühat (fetihler) meydanlarında dolaştırdılar ( ... ) bu suretle kendi kendini tahrib etmiş (yakmış) oluyorlardı."

Mustafa Kemal için, her şeyin can alıcı noktası burasıdır. Sadece Kongrenin değil, gelecek yıllarda geçmişi değerlendirecek olanların da atlamaması gereken nokta buradadır: "Bu itibarla 'millet', yani 'unsur-u asli' kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal (yaşamının asıl nedenini elde edebilmek) için çalışmaktan mahrum (yoksun) bir halde bulunuyor­ du . . . Bu tacidarlar (yönetici beyler) milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar (yetin­ miyorlar), ( ... ) ecnebileri memnun etmek için 'unsur-u aslinin hukukundan, menabi-i iktisadiyesin­ den' (asli unsurun haklarından, ekonomik kaynaklarından) birçok şeyleri 'atiyye' (ödül) olarak on­ lara bahşediyorlardı. .. Millet eviyle ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnu (yaşamının asıl nedeniyle uğraşmaktan alıkonmuş) olarak diyar diyar dolaştırılıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyaza malik olarak ça­ lışıyor, yani Fatihler 'unsur-u asliyi peşine takarak' kılıçla fütühat yaparken, zaptolunan memalik (ülkeler) ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle (özerkliklerle) sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat, efendiler, 'alelacele fütühat yapanlar sabanla fütühat yapanlara' binnetice (sonuçta) terk-i mevki etmeye (yerlerini bırakmaya) mahkumdur! "

Mustafa Kemal'in 'unsur-u asli'si halk sınıflarıdır. Üretici kitledir. Mustafa Kemal'in ağ­ zından, "unsur-u asli" yüzyıllarca kendini esas işinden, yani, üreticilikten yoksun bırakanlarla he­ saplaşmaktadır. Fethedilecek şey topraktır; ama kılıçla değil sabanla fethedilecek topraktır. "Sa­ ban tutan el, kılıç tutan eli mutlaka yener. " " İSTİKLAL-İ TAM" Geçmişle hesaplaşma sadece Osmanlı hakanları ile değildir. Onların yarattığı zemin üzerinde bü­ yüyen dış dünya güçlerine dönüktür. Ve o hesaplaşma 17 Şubat 1 923'e kadar gelmektedir: " Osmanlı fatihleri, hakanları müstevlileri (istilacıları) unsur-u asli ile beraber 'sabanın önünde mağlup' olup ric'ata (geri çekilmeye) başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiye-i Şa-

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

305

hane (padişahın ikramı) olarak ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayrı müslim­ lere verilen her şey hukuk-u müktesebe (kazanılmış hak) telakki olundu (sayıldı). Ecnebiler bunun­ la iktifa etmediler (yetinmediler), hergün bunu tevsi (genişletmek) için çareler aradılar ve buldular ... Ecnebiler bir taraftan anasır-ı dahiliyeyi ( içerideki gayrı müslimleri) teşvik, diğer taraftan mü­ dahale ile devlet ve Millet aleyhine 'yeni imtiyazlar' alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye (sürekli baskı) altında zaten fakir düşmüş olan anayurdu ve unsur-u asli, devlete verebilecek parayı güç te­ darik edebiliyordu. Fakat, tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame (gösterişli yönetimi sürdürmek) için paraya muhtaçtılar ... O çareler de 'harici istikrazlar akdi' (dış borç sözleşmesi) olu­ yordu. Fakat, istikraz şeraitini ( borçlanma koşullarını) o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını öde­ mek mümkün olmamağa başladı. Düyun-u Umumiye belasını başımıza çöktürdüler ... Bir devlet ki, tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rü­ sum vb tanzimi hakkından menedilir; bir devlet ki, ecnebiler üzerindeki hakk-ı kazasını tatbikattan (yargılama hakkını uygulamaktan) mahrumdur. O devlete müstakil ( bağımsız) denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahalat (dıştan karışmalar) bundan daha fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden (ekonomik gereksiniminden) olan mesela şömendöfer (demir­ yolu) inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildir! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa (yapmaya girişirse) behemehal müdahale olunurdu (mutlaka dıştan karışarak durdururlardı). Ha­ yatını teminden aciz olan bir devlet 'müstakil olabilir mi?' Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemleke­ sinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, 'Türk milleti esir vaziyetine' getirilmişti . . . İstiklal-i tam (tam bağımsızlık) için şu düstur vardır: 'Hakimiyet-i milliye, hakimiyet-i iktisadi­ ye ile tarsin edilmelidir' (Ulusal egemenlik ekonomik egemenlikle taçlandırılmalıdır) ... Yegane kuv­ vet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse (süslenemezse) semere, netice payidar (kalıcı) olamaz."

Mustafa Kemal yaklaşılan, fakat henüz erişilememiş noktanın tam bağımsızlık olduğunu vurguluyor. Yolun yarısına erişilmiş, belki yarı yol geçilmiştir. İki ilke ortakça benimsendiği için buraya erişilmiştir: Misak-ı Milli'nin özü ve Teşkilat-ı Esasiye ile benimsenen değişmez haklar. Bunları birilerine hatırlatmak istercesine konuşmasında yinelemektedir. Birileri, olsa olsa Kongre­ ye katılanları, katılmayanlarıyla ilk birikimin sahipleridir. Önemli ağırlıkları vardır. 1 9 1 9'da baş­ layıp 1 922 sonbaharında bir zaman kesiti bitmiş ya da bitmekte gibidir. ilk birikim varlıkları ko­ runmuştur. Ancak, tam güvence, tam bağımsızlıktadır. Oraya da "birlikte" ilerlemek gerekmekte­ dir. Neler getireceği belli olmayan 1 923 yılının ve Lozan sürecinin başında vurgulanan budur. Çünkü, kazanılan askeri zaferden sonra yeni zaman, bazıları için yoldan dönme zamanı da olabi­ lir. Askeri zaferi mutlaka ekonomik zaferle taçlandırmak şarttır. Unsur-u asliyi sabanın sahipliği­ ne yerleştirmek gerekmektedir. Dış dünya ile hesaplaşmanın sonu yaklaşmıştır, az kalmıştır: "Konferanstaki muhataplarımız (karşımızdakiler) bizimle üç dört senelik değil, üçyüz ve dört yüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar ( hesapları görüyorlar) ve halii muhataplarımız 'Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını' ve 'bugün yeni Türkiye'nin' mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celadetli (yaman) olduğunu 'istiklal-i tam ve hakimiyet-i milliyesinden zerre ka­ dar fedakarlık yapamayacağını' hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve müttefikleri) düçar-ı tereddüt oldu (tereddüte düştü}. İstedikleri kadar tereddüt edebilir­ ler. Bu millet artık kararını vermiştir. 'Bu millet için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir' ...

306 ikinci

kısım: türkiye

Biz kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin malik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız meşrudur, bize lazımdır. Görülüyor ki, bu kadar kat'i (kesin) ve yüksek bir zafer-i askeriden (askeri zaferden) sonra da­ hi bizi sulha kavuşmaktan meneden esbab (nedenler) doğrudan doğruya esbab-ı iktisadiyedir (eko­ nomik nedenlerdir), mülahazat-ı iktisadiyedir (ekonomik düşünce tarzlarıdır) Çünkü bu devlet, bu millet 'hakimiyet-i iktisadiyesini' (ekonomik egemenliğini) temin ederse (sağlarsa) o kadar kuvvet­ li bir temel üzerinde yerleşmiş ve teali etmeye (yükselmeye) başlamış olacaktır ve artık bunu yerin­ den kımıldatmak mümkün olmayacaktır. "

İSTEKLER SAGANAGI VE " MİSAK-1 İKTİSADİ" İzmir İktisat Kongresi'nde grupların istekleri hemen tümüyle somut önerilerdir. Geçmiş yıllarda yaşanan birikimin ürünleridir. İşçi, çiftçi, tüccar ve sanayici olarak Türklerin ekonomi ile tanışma döneminin izlenimleri ve dersleridir. Zengin bilgiler taşır. Bunların kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmadığını söylemek haksız bir eleştiri olur. Çünkü, Türkler bu işte pek yenidir. Daha önce ekonomi grubu oluşturup bir araya gelme gelenekleri yoktur. Böyle bir disiplini getirecek bir ka­ pitalizm içinde hamur olmamışlardır. Üstelik, uzun savaşlar sırasında bu insanların gelecek için dört başı mamur program yapmış olmalarını beklemek gerçekçilikten uzaktır. Bütün bunlar he­ saba katılırsa, Kongre gruplarının teker teker dile getirdikleri istekler dizisi yeni bir devletin baş­ langıcında umut verici, önemli itici güçtür. O günün köylüler ülkesindeki ekonomi dünyasının canlılığının işaretidir. Her grubun iktisadi esaslar başlığı altında getirdiği önerilerin ortak çizgisini aramak gere­ kirse, bu millilik ve korumacılıktır. Yabancılarla eşitliğe, yabancılara tercih edilmeye, yabancıla­ ra kapalılığa ve yerli malı kullanım ilkesine göre tanımlanan bir millilik ve korumacılık üzerinde buluşulur. Ülkenin gelişme perspektifine dönük öneriler bu zemine oturur. Ortak hedef mütemed­ din (uygar) ülkelere yetişmektir. Kalkınma literatüründe daha sonraları "catching-up " (öndekini yakalama ve kabilse geçme) başlığında toplanan görüşler, bunun iddialı, ama gerçekçi ve ne iste­ diğini bilen ülkelerde ortaya çıkan bir tez olduğunu dile getireceklerdir. Tezin birleştirici parçala­ rı, Kongre gruplarının esaslarında sergilenmiştir: Eğitim, bilim ve tekniğin "bir arada" ele alınma­ sı, doğal kaynaklara ve madenlere sahip çıkılması, demiryolu yapımı ve bunun işletilmesinde söz konusu olan tarifelerde kolaylık sağlanması, karayollarının yapımı ve yerel yol yapımı için doğ­ ruca halka yükümlülük getirilmesi, sermayenin örgütlenmesi, işçi örgütlenmesi ve çalışma hakla­ rının özü olan somut öneriler, korporatif örgütlenme biçiminin benimsenmesi gibi istekler dikkat çekicidir. O günün ekonomisi üzerine söylenebilecek her şey, yine o günün millilik tezini berrak­ laştıracak biçimde söylenmiştir. Çekincesiz söylenmiştir. Kongrenin son günü (4 Mart 1 923) ittifakla kabul edilen Misak-ı İktisadi Esasları ise, ge­ nel düzeyde kalmaya özen gösteren, milli ve korumacı çizgiyi benimseyen, fakat ekonomide şekil­ lenecek politikaların siyasal çerçeveye oturacağını göstermek isteyen bir belgedir. Bir bakıma, Lo­ zan görüşmelerindeki Türk tezinin ana çizgilerinin başka bir üslupla yinelenmesidir. Kongrelerin sonuncusu olan İzmir, adeta "Lozan çizgisi dışında, ayrıca bir ekonomik mesajım yok ! " demek-

dördüncü bölüm: ••bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

307

tedir. Anlamak istemeyenlere ve dış dünyaya 1 923 yılı siyasal yıldır. Bu anlayışımızı ve buna gö­ re hareket yolumuzu, ekonomiden giderek etkileme riskine kapalıyız!, denilmesi, bir iktisat kong­ resinin belki de en ilginç ve özgün örneği olmaktadır. Bir ekonomi stratejisi ya da politikası için önce bir siyasal iktidar gereklidir. Bu anlamda genel çizgilerle bir program çerçevesi sadece Mus­ tafa Kemal'in konuşmasının sonlarında yer almıştır. Bu da, anlayanlara, Lozan süreci sırasında başka bir iktidar fırsatı verilmeyeceğinin işaretidir. Daha doğrusu, " İstiklal-i tam"ın başka her şeyden önce bir güçlü siyasal irade ürünü olduğunun işaretidir. "İKTİSAT POLİTİKASI BİZDEN SORULUR" Cumhuriyetin ilanında Fethi Bey (Okyar) meclis reisi oldu. İstanbul mebusu (milletvekili) idi. 1 924'ün başlarında İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası'na "İstanbul mebusu" sıfatıyla bir yazı gön­ dererek, İstanbul'un ekonomik durumu hakkında çalışma yapmalarını, bilgi vermeleri istedi. Oda, adeta böyle bir isteğe hazırmışçasına, hemen bir komisyon kurdu ve başkanlığına eski Ma­ liye Nazırı Cavit Bey'i getirdi. Komisyon 1 924'ün sonbaharına kadar sık sık toplanarak önemli bir rapor hazırladı. Ça­ lışma sadece "İstanbul'un ekonomik durumu"nu ortaya koymakla yetinmedi. Önemli oluşu da, bununla yetinmeyişindeydi. Türkiye'nin ekonomik tablosunu ve izlenmesi gereken iktisat politi­ kasını, İstanbul'un bu politikanın merkezi olacağını kabul ederek öneren bir belge ortaya çıkmış­ tı. Cumhuriyeti kuranların elinde daha önce böyle bir belge olmamıştı. Fethi Bey'in İstanbul'a gönderdiği yazı ile Ticaret ve Sanayi Odası raporunun tamamlanma tarihi arasında başka gelişmeler de olmuştu. Bunlar sonbaharda hızlanmış ve bir sonuca gitmişti. Bu gelişmeler, 1 924'ü de "siyasal bir yıl" yapacak nitelikteydi. Ancak, bu siyasallık 1 923'ün ter­ sine sayılabilecek eğilimlerin güç kazanmasıyla oluşmuştu: 1 924 Teşrin-i sani (Kasım) ayının 9'unda Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Ayın 21 'inde İsmet Paşa Başvekillikten "sağ­ lık nedenleriyle" istifa etti. Ertesi gün Fethi Bey, yeni hükümeti kurdu. Ayın 26'sında İstanbul Ti­ caret ve Sanayi Odası raporu Fethi Bey'e sunuldu. İzmir İktisat Kongresi, özellikleri gereği böyle bir rapor çıkarmamıştı. Zaten çeşitli grupla­ rın bir araya geldiği ve dileklerini dile getirdiği öyle bir kongreden iktisat politikası taslağı sayıla­ bilecek bir belge çıkmazdı. İktisat politikası, ancak bu gruplardan birinin ya da ikisinin kendi ter­ cihlerini ve çizgisini koruyarak oluşturulacak bir şeydi. Bir belgenin bütün grupların ve sınıfların ortak çizgisindeki iktisat politikası diye kabul edilebilmesi için önce bir siyasal irade gerekliydi. 1 923'ten sonra 1 924, Türkiye'de siyasal oluşumlar yılıydı. 1 923'e, İzmir, Lozan ve Ankara dam­ ga vurmuştu. 1 924 ise, İstanbul'un atılım yılıydı. Ticaret ve Sanayi Odası iktisat politikası üzerin­ de hummalı çalışma yürütürken, İstanbul'da Terakkiperver Fırka'nın kuruluş çalışmaları da git­ gide hızlanmıştı. Fırka ve rapor, aşağı yukarı aynı sırada tamam olmuştu. Ticaret ve Sanayi Odası'nın iktisat politikası şablonu, İstanbul'un uluslararası ekonomi iliş­ kilerinde biriken deneyimini ve düşüncelerini yansıtıyordu. Bu, uluslararası işbölümü içinde istikrar ve rol arayan bir iktisat politikası çizgisiydi. Raporun yaklaşımında piyasanın müdahalesiz işlemesi

308 ikinci kısım: türkiye

ana ilkeydi. Ülke parasının değeri ve döviz sorunu önde gelen sorundu. Çünkü, dış ticaret ve öde­ meler dengesi açığı vardı. Yabancı sermaye girişleri özendirilmeliydi. Yabancı sermayenin akışı (hem doğrudan yatırım, hem de sıcak para) piyasaların müdahalesiz işleyişini kolaylaştıracağı gibi, iç tasarrufların hareketlenmesini de sağlayacaktı. Kurumlaşma, özellikle anonim şirketlerin kurul­ ması önemliydi. Fakat, bunlara (İzmir Kongresi'nde önerilenlerin aksine) "yönetimin Türkleştiril­ mesi" gibi, yabancı sermayeyi ürkütücü koşullar getirilmemeliydi. İstanbul'un, özellikle ticari kredi­ lerin iyi örgütlenmiş yapısıyla öyle bir iktisat politikasının (adeta uluslararası dünyanın küçük bir Londra'sı gibi) "hazır merkezi" sayılması gerekirdi ve bu yeni devlet için bir avantajdı; dünya ser­ mayesi için bir çekim noktası sayılabilirdi. Ticaretin yanı sıra, sanayiin gelişmesi için uzun vadeli kredi verecek bir yatırım bankası kurulmalıydı. Ancak, bu bir devlet bankası olmamalıydı. İstanbul, Terakkiperver Fırka ve Fethi Bey hükümetiyle eşzamanlı olarak "İktisat Politika­ sı Bizden Sorulur! " diyordu. 1 925'in Mart'ında Fethi Bey ayrılıp, İsmet Paşa "uzun Başvekilliği­ ne" başladıktan sonra, İstanbul sermayesinden başka bir rapor istenmedi. İstanbul da özellikle Terakkiperver'lerin siyasette varlık kazanamayışlarından sonra yeni bir girişimde bulunmadı. An­ cak, siyasette ve teknik kararlar düzeyinde kendine yakın bildiği çevreleri ve kişileri koruma, fark­ lı görüş sahiplerini hırpalama azminden vazgeçmedi. SERMAYE BİZİMKİLERİN ELİNDE BİRİKSİN Sermayenin yerli özel kesimin elinde birikmesi, böylece bu kesimin bir bakıma yoktan var olması için çok şey gereklidir. Yerli özel kesimin örgütlenebilmesi, kendini temsil eder hale gelmesi işin başlangıcıdır. 1 924'ten başlayarak bu yönde adımlar atılır. Odalar kanunu çıkarılır. Ancak, daha önemli adım yerli sermayenin devletçe desteklenmesidir. Somut destektir. Bunun kilit taşı ve sim­ gesi ise 1 927 yılındaki Teşviki Sanayi Kanunu' dur. Yerli özel kesimde sermaye birikimini amaçlayan bu yasa, tümüyle Cumhuriyet yönetimi­ nin ürünü değildir. İttihat Terakki Döneminin 1 9 1 3 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun bir deva­ mı sayılır. Milli İktisat'ın çekirdeği buradadır. Amaç aşağı yukarı aynıdır. 1 927'de kapsam geniş­ lemektedir. Özel kesim sanayiine çeşitli bağışıklıklar verilir, verilmiş olanlar genişletilir. On beş yıl için düzenlenmiş olan 1 9 1 3 kanunu, bir anlamda süresinin bitiminde yeni koşullara göre ge­ nişletilerek uygulanacaktır. "Sanayi-i milliyemizin (ulusal sanayiimizin) teşvik ve himayesi ve memleketimizde dahili istihlaka­ tımıza (iç tüketimimize) kifayet ettikten (yettikten) başka, bellibaşlı ihracat yapan sanayi müessese­ leri (kurumları) vücuda getirilmesi ve yerli ve yabancı sermayelerle büyük sanayi teessüs ederken (kurulurken) henüz parasını işletmeye alışmamış olan halkımızın da birleşerek toptan veyahut fer­ den ( kişisel olarak), mümkün olan sınai teşebbüslere girişmesi her suretle şayan-ı arzudur. Yeni Teşvik-i Sanayi Kanununun tanziminde (düzenlenişinde) vaziyet-i iktisadiyeleri (ekono­ mik durumları) az çok bize uygun ve bilhassa sanayi-i milliyelerinin (ulusal sanayilerinin) çok kısa bir müddet zarfında (süre içinde) terakki ve inkişaf ettirmek (ilerletip geliştirmek) yollarını bulabil­ miş olan komşu hükümet kanunları ve bilhassa Bulgar, Romen ve Macar kanunları ariz amik (eni­ ne boyuna) tetkik olunmuştur."

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

309

Özel kesim sanayiini desteklerken üzerinde durulan önemli şeylerden birisi modern üretim­ dir. Bu, sermaye birikiminin can damarı olarak düşünülüyor. Cumhuriyet yönetimi, üretim dün­ yasında başlayacak modernleşme için her türlü destek verilmeli diye düşünüyor. Eskişehir Mebu­ su Emin Bey'in (Sazak) 1 9 3 l 'deki deyişiyle; " Biz bir Teşvik-i Sanayi Kanunu yaptık. Erbabı sanayiin (sanayicilerin), erbabı teşebbüsün (girişim­ cilerin) nesi var, nesi yoksa hepsini makinelere verdik. Sizi şöyle himaye edeceğiz, böyle koruyaca­ ğız, memlekette önayak olacak, numune olacak sizsiniz, dedik. Bu himayeye güvenerek az çok pa­ rası olan, nesi var, nesi yoksa kredi koyarak bir işe girişti. "

Emin Bey'in dile getirdiği ortam oldukça kısa sürede oluşturulmuştur. Özel sanayi kesimin­ den de kısa. sürede bir canlılık, bir modernleşme misyonerliği beklenmiştir. Çünkü, oraya verilen destek milli iktisatı simgelemektedir. Başka hiçbir kesime böylesi verilmemiştir. Yine 1 9 3 1 'de Mersin Mebusu Hamdi Bey milli iktisadın bu yönünü açık biçimde anlatıyor: "Memleketimizde en fazla himaye gören bir sınıf varsa o da sanayicilerdir. Teşvik-i Sanayi Kanu­ nu yapılmış ve bu kanun mucibince sanayi müesseseleri müsakkafat, (ev, han, dükkan vb.) arazi, kazanç vergilerinden, kesri munzamlardan, vilayet ve belediye ruhsatiye resimlerinden, eğer esha­ ma münkasım şirketlerden ise tesis ve inşaat malzemesi, eğer mevad-ı iptidaiyesi (hammaddesi) ha­ riçten geliyorsa gümrük resminden muaftır. Bundan başka, alat-ı tesisiye ve inşaat malzemelerinin naklinden yüzde 30 tenzilata tabidir. Bugün memlekette beş altı yüz sanayiciyi koruyacağız diye, 14 milyonluk bir nüfus üzerine ağır bir gümrük resmi konmuştur. .. "

İKİ YOLDAN HANGİSİ? Yönetim sermayenin millileşmesini isterken ve yerli özel kesimin oluşmasını fonlarıyla destekler­ ken, bunu öteki alanlarda izlediği politikalardan ayırmaz. Milli iktisat çizgisi, devletin yeniden kuruluşunun parçalarından birisi sayılır. Çünkü, 1 920'li yıllarda bu çizginin alternatifi sermaye­ nin ve ekonomideki güç merkezlerinin yabancı ellerde bulunmasıdır. O yıllarda ekonomide iki seçenek söz konusudur. Düşünceler, tartışmalar bu iki noktada toplanır. Yönetimin çizgisi, sermayenin yerli ellerde toplanmasıyla kurulacak ve işleyecek bir mil­ li iktisat düzeni oluşturmaktır. Yerli ellerde sermaye birikimi işin özüdür. Bunu; öncelikle özel ke­ sim sanayiinin hızlı gelişmesiyle oluşacak bir kapitalist ekonomi olarak düşünebiliriz. Yönetimin bu çizgisine karşı olan öteki seçeneğin adı ise "liberal" ekonomidir. O gün de li­ beral ekonomi, yabancı sermayeye Osmanlı dönemindeki kadar açık bir çerçeve demektir. Bunun ilk ve belirgin örneği 1340 ( 1 924) sonbaharında yayımlanmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Beyannamesi'dir. Bu beyannamenin (ya da bugünkü deyişle, programın) " iktisadiyat" (ekonomi) başlığı taşıyan bölümü, önce, Türkiye'nin dışarıya hammadde satarak dışarıdan sana­ yi malları alacak bir ekonomi yapısına ulaşacağını öngördükten sonra, 33. maddesinde, fırkanın benimsediği liberal ekonomi görüşünün milli iktisat için çizdiği çerçeveyi gösterir:

310 ikinci

kısım: ıürkiye

lnönü'nün 1929'da başbakan olarak yerli üretimin ve yerli malların önemini vurguladığı konuşma ve aynı yıl Milli iktisat ve Tasarruf Cemiyeti'nin kurulması özellikle 193o'lu yıllarda yerli mallarının kullanımı farklı bir toplumsal bilinç yarattı. Bu artarak devam edecek, sergi vb. gibi etkinliklerin yaygınlaşmasından sonra 1946'da okullarda Yerli Malı Haftası kutlanmaya başlayacaktır. 193o'lu yıllarda açılan bir sergiden görünüm. ·

" Mesail-i iktisadiyedeki (ekonomik sorunlarda) serbest mesleğimiz sanayiimizin himayesine mani (engel) olmayacaktır. Fakat bu himaye alelamya (körü körüne) değil, makul ve mutedil tarzda (akıllı ve ılımlı bir biçimde) ve bir program dahilinde vuku bulacaktır. Müsteid-i inkişaf olmayan (gelişme yeteneği bulunmayan) her sınıfı himaye ederek memleket dahilinde hayatı pahalılandırmak istemeyiz. On senelik bir devre için tanzim edilecek (düzenlenecek) yeni tarife yalnız memleketin istidad-ı tabii­ si dahilinde (doğal yeteneği çerçevesinde) bulunan sanayiin himayesi ile vücuda getirilecek ve ziynet (süs) eşyası hariç olarak diğer mevat ve masnuata (maddeler ve sanayi mallarına) ait gümrük rüsumu tenzil olunacaktır (indirilecektir). Ecnebi ticaretine gösterilecek bu müsaadat (kolaylık) sayesinde, yerli mevadd-ı iptidaiye ve ziraiyemizin (hammaddelerimiz ve tarım ürünlerimizin) Avrupa piyasala­ rında şimdikinden daha geniş bir revaç ve mahreç (kabul ve pazar) bulmasına çalışılacaktır."

Terakkiperverlerin, bu ekonomi çizgisi yeni devletin liberal uygulamalarda Osmanlı döne­ minin çerçevesinden pek ayrılmayacağını, fakat ondan daha başarılı olacağını düşünerek çiziliyor.

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

311

Yerli sermaye de başarı ve gelişme şansını bu çerçevede arayacaktır. Ülke ekonomisi hammadde ve tarım ürünlerinde uzmanlaşmaya uygundur. Ekonominin gelişmesinde bu yoldan gidilecektir. İç pazar yabancılara ne kadar açılırsa, bizim bu ürünlerimiz de dış pazarlarda o kadar geniş ola­ naklara kavuşacaklardır. Liberal ekonomi seçeneği, Terakkiperver Fırka programı okundukça biraz daha aydınla­ nır. "İktisadiyat" ı izleyen "İtibar" (kredi} bölümünde şu okunur: "Serapa (baştan başa) muhtac-ı imar (kalkındırılması gereken) bir memlekette yalnız kendi servet ve sermayesiyle yaşamak fikrinin doğru olmadığına kaniiz (inanıyoruz). Temin-i asayişle, teessüs-Ü sükut ve istikrar ile (güvenliğin sağlanmasıyla ve huzurun ve kararlılığın yerleşmesiyle) harici ser­ mayelere gösterilecek hüsn-ü kabul (güleryüz) ile herkese telkin-i itimat ederek (güven vererek) bu sayede harap memleketimizi seri adımlarla inkişaf ettirmeye (geliştirmeye) gayret edeceğiz."

Kısacası, liberal ekonomiyi uygulamak isteyenler. her şeyden önce şüphesiz ki sermayeyi destekleyecektir. Ama, sermayenin yerlisinin öncelikle destekleneceği yolunda bir işaret ver­ mezler. Liberallik, doğası gereği, sermayenin yerli yabancı farkı gözetilmeksizin bir bütün olarak desteklenmesini gerektirir. Liberallikte "milli iktisat" diye ayrı bir çerçeve söz konusu olamaz. Ül­ kenin pazarları yabancı mallara ve sermayeye açık olacağına göre, yerli sermaye de dış çevrelerle uyum içinde çalışarak gelişme olanağına kavuşur. Yerli sermayenin, yabancı ile bu bağlantıyı ve uyumu kuramaması halinde zayıf kalacağını belirtmeye bile gerek yoktur. Terakkiperver Fırka programında açık seçik dile gelen liberal ekonomi çizgisi daha sonra­ ları bu somutlukta bir belgeye yansımaz. 1 930'un Serbest Fırka programı da "serbestçi"dir; ama bir ölçüde Cumhuriyet yönetiminin geçmiş yedi yıllık düşünce ve uygulamaları ile bağlantıyı ko­ partmamaya da özen gösterir. Zaten, Serbest Fırka'nın programı, Terakkiperverlerinki yanında aceleyle yazılmış, biraz da adet yerini bulsun diye hazırlanmış kısa bir taslağa benzer. Hem yaban­ cı sermayeye, hem de yerli sermayeye göz kırpar. Fakat, bir ölçü getiremez. Bir yandan, "paramı­ zın kıymetini bir an evvel tespit için tedbir almak ve memleketimizde iş görmek isteyecek harici (yabancı) sermayeye bu suretle yol açmak azminde" olduğunu ve "vatandaşların refahına mali ve iktisadi her türlü teşebbüslerine engel olan hükümet müdahalelerini kabul etmeyeceğini" söyler. Öte yandan, "Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun bihakkın" uygulanacağını belirtir ve "bu tevsi oluna­ caktır (genişletilecektir)" der. Böylece, yönetimin karşısındaki liberal ekonomi çizgisi, ister açık, ister örtülü biçimde söy­ lensin, ekonominin gelişmesini ve sermaye birikimini ancak yabancı sermayenin ve dış çevrelerin katkısı ve payı ile gerçekleşebilecek bir iş olarak görür. Yerli ellerde sermayenin birikimi, yaban­ cı sermayenin ekonomiden alacağı pay ile birlikte belirlenecektir. Oysa, yönetimin yerli sermayeyi destekleyen çizgisi açık seçiktir. 1 930'a kadar geçen yedi yıl, kararları, yasaları, uygulamalarıyla da bunu ortaya koymuştur. Milli iktisat budur. "Milli iktisat politikası takip ederken samimi olarak bu politikanın muhalifi olanlara rast geldim, rast gelebilirim ... Gerek ecnebi dostlarımdan ve gerek yerli arkadaşlarımdan milli iktisadııı bu

312 ikinci kısım: türkiye memlekette takibi müşkül (izlenmesi zor) olduğunu çok delillerle işitmişimdir. Memleketin serma­ yesi yoktur, milli iktisad takip edilen yolda ecnebi sermayeyi getirmek güçtür. Binaenaleyh (bu ne­ denle) biz milli iktisat politikası takip etmeyelim, liberal bir yol tutarsak memleketin inkişafı için daha çok sermaye getirebiliriz . . . Bir memlekette milli iktisat sistemi takip olunması ecnebi sermayesinin gelmesine d e mani (en­ gel) değildir. Çünkü, 'bizden daha sol' olan memleketler hariçten sermaye getirmekten ve bunu memleketlerinde çalıştırmaktan nevmit (pişman) değildirler. "

Başvekil İsmet Paşa'nın 1930 sonlarında dile getirdiği milli iktisat tablosu, yerli özel serma­ ye ile yabancı sermayeyi ince bir biçimde birbirinden ayırmaktadır. Yerli sermaye birikimini dev­ letin güvencesi altında saymaktadır. Milli iktisat ya da yerli özel sermayenin birikimi, her şeyden önce teşvik demektir. Yerli özel sermaye bunu kayıtsız şartsız teşvik olarak anlar. Koşullar ne olursa olsun, dev­ letin kaynakları özel kesimin gelişmesini hep garantilemelidir. Bu destek, dış bağlantıların yerli sermayeye sağlayabileceğinden hem daha güçlü, hem de daha garantili görünür. Yerli sermayenin milli' iktisat anlayışında kilit nokta budur. DEVLETÇİLİK UFUKTA GÖRÜNÜNCE Milli iktisat tablosu 1 930 yılına girildiğinde değişmeye başlayacaktır. Dünya buhranı Türkiye'nin kapısını çalmıştır. Özel kesim, yönetimin sağladığı gelişme ortamında rahat yıllar geçirmiştir. Fa­ kat, Cumhuriyet rejimine sağlam bir ekonomi temeli kuramamıştır. Dünya buhranı kapıda iken, özel kesimin buna karşı yeni bir politika önerisi de yoktur. Tek önerisi, kendi birikimini korumak ve güvenceye almaktır. Ekonomiyi buhran karşısında korumak, her şeyden önce özel kesimi ko­ rumak demek olmalıdır. Kayıtsız şartsız teşvik sürmelidir. Cumhuriyet yönetimi 1 930'da milli iktisada yeni bir çerçeve çizmeyi zorunlu görür. İzlene­ cek çizgi, o güne kadar izlenen milli iktisattan daha kapsamlı bir politikanın çizgisi olacaktır. Ekonomi ve rejim milli iktisadın yetersiz çerçevesine ve araçlarına dayanmakla yetinilse, buhrana karşı koyamaz. Yeni politika, milli iktisat anlayışını dışlamamalı, fakat bunu kapsama alarak yönlendirmelidir. Yeni politikanın adı 1930'da İsmet Paşa'nın ağzından duyulur, berraktır ve saman alevi gi­ bi geçen Serbest Fırka deneyiminin lideri Fethi Bey (Okyar) ile tartışma konusu olur: Devletçilik. "Biz iktisatta hakikaten mutedil (ılımlı) devletçiyiz. Bizi bu istikamete (yöne) sevk eden (doğru gö­ türen) bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fikri temayülüdür (düşünce eğilimidir). Devletçilikten büsbütün vazgeçip, her nimeti (mutluluğu) sermayedarların faaliyetlerinden beklemeye sevk etmek bu memleketin anlayacağı şey midir? "

1 930 yılı, milli iktisat anlayışının devletçiliğin çizeceği yeni çerçeveye göre yeniden tanım­ lanma günüdür. Milli iktisadın o tarihte başka bir tanımına rastlanmaz. Devletçiliğin getirdiği kapsam, milli iktisadın "liberallik "le olan karşıtlığını biraz daha netleştirecektir. Böylece, devlet-

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

313

çilik, Cumhuriyet yönetiminin yerli sermaye ile dış çevreleri biraz daha birbirinden ayrı tutmasını da sağlar. Milli iktisadın devletçiliğin kapsamına göre yeniden tanımlanması, yani, yerli özel serma­ yenin ekonomideki yerinin belirlenmesinde 1 930 sonbaharında İktisat Vekili olan Mustafa Şeref Bey'e göre, ekonomideki egemen noktaları devletin elinde bulundurması, özel kesimin "milli" olabilmesini ve öyle kalabilmesini sağlayacaktır. İşin temeli budur. Bu çizgi izlenebildiği ölçüde yerli sermaye ekonomideki piyasa araçlarını gitgide daha iyi kullanma olanağına kavuşacaktır. "İktisadiyatta muayyen hakim noktalar (ekonomide belirli egemen noktalar) vardır. O hakim nok­ talara çıkmış olanlar, herhalde o memleketin efradını (bireylerini) menfaatlerine alet olarak kulla­ nabilirler. Exploititation de l'hoınme pour l'homme- insanın insan tarafından eksplüvate edilmesi (sömürülmesi) budur. Hükümet hiçbir vakit iktisadiyatın hakim noktalarıyla ferdi menfaatlerin hodkamlığından (bencilliğinden) kuvvet alan, hodkamlığı tatbik etmek (uygulamak) için faaliyet sarf eden (uğraş veren) ve en connesan (donanımlı), en açık evantajine (avantajına), faidesine neti­ celer veren menfaatler, ona hakim noktalar bırakmayacaktır. O hakim noktaları tamamen kendisi işgal edecek ve bu sayede memleketin efradı (bireyleri) tarafından yapılan hususi (özel) faaliyetleri himaye edebilmiş (koruyabilmiş) olacaktır. Eğer o hakim noktaları liberalizmin anarşik vaziyetine terk edecek olursak, efendiler, on seneden beri istihsal (elde) edilmiş olan neticelerin hepsi de bir se­ nede bertaraf edilmiş (silip süpürülmüş) olacaktır."

Milli iktisadın devletçiliğin kapsamına göre bir yere oturması için, her şeyden önce ekono­ mide liberalizmin dışlanması gerekmektedir. Liberalizmin özü, ekonominin yüksek ve her şeye egemen noktalarını özel çıkarlara vermektir. Bu olgu, üretime düzen değil anarşi getiren özellik­ ler taşır. Milli sermaye bu koşullarda gelişmez. Gelişmediği gibi, elde etmiş olduklarını da yitirir. Cumhuriyet rejiminin aradığı ve oluşturmaya çalıştığı şeyler de elden gider. Oysa, Cumhuriyet yönetimi ekonomide de, siyasal ortamda da bir uyum ve denge aramak­ tadır. Bu, devletin düzenleyici rolünün genişlemesi ve milli iktisadın, yani, ekonomideki özel ser­ maye alanının buna göre çizilmesiyle olur. Başka türlü de olmaz. 1 927 Teşvik-i Sanayi Kanunu ile hızlandırılmış olan destekler sürecektir. 1 929 Gümrük ta­ rifesiyle bunlara eklenmiş olan teşvikler de esirgenmeyecektir. Ayrıca, vergilerle bağışıklık sağla­ ma çizgisi de izlenecektir. İcra İflas Kanunu gibi iş alanına dönük hukuk mevzuatı ile sağlanan ko­ laylıklarda bir geriye dönüş de söz konusu değildir. " BİZİ ÇOK, HEP DAHA ÇOK DESTEKLEYİN" Eski Maliye Vekili olan Bütçe Encümeni Reisi, Hasan Fehmi Bey (Ataç) özel sanayinin destekle­ nerek geliştirilmekte olduğunu, fakat bu iş yapılırken ekonominin başka kesimlerinin zarar gör­ memesi gerektiğini 1 9 3 1 Haziran'ında anlatmaya çalışıyor. Yönetim milli iktisat anlayışını şimdi devletçilik çerçevesinde geliştirirken, özel kesimi kayıtsız şartsız değil, selektif olarak destekleme­ yi amaçlamaktadır:

314

ikinci kısım: türkiye

" İtiraf ermek lazım gelir ki, sanayiimiz çok himaye edilmiştir. Himayenin esasını kuran Gümrük Tarif Kanunu'dur. Mem­ lekecimizde ipek sanayii inkişaf ermişse (gelişmişse) bunun sebebi ipeğin madde-i ipcidaiyesi (hammaddesi) olan kozayı memleket dahilinde iscihsal ecciğimiz (yurciçinde ürettiğimiz) halde, ipekli men­ sucat (dokuma) üzerindeki himaye resim­

lerinin yüzde 65 nispetinden (oranından) yüzde 1 l O'a ilerlemesidir. Çok geniş bir himayeye mazhar olan (erişen) ipek sana­ yii, koza gibi madde-i iptidaiyesi de mem­ leket dahilinde iscihsal olunacağı için el­ becte inkişaf edecektir. Hem gümrük vergisinden, hem de Karikatürist Cemal Nadir'in Akşam'da çıkan bir karikatürü (1931): "Geçti Bor'un muamele vergisinden muaf (bağışık) ola­ Pazan (Kaynak: Karikatllrkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923-2oo8, rak giren bu mevadı (maddeyi) kumaş Turgut Çeviker, NTV Yayınları, lstanbul, 2010). haline girdikten sonra da muamele vergisinden muaf kılarsak, bu, dahildeki mad­ de-i ipcidaiye müscahsillerinin (ürecicilerinin) zararına olur. İpek kozası, pamuk, keten müs••. "

cahsilleri zarar eder."

Yerli sermayenin milli iktisat anlayışında ise, eski yıllara göre bir değişme yoktur. Kayıtsız şartsız teşvik istemektedir. Hatta, buhranın ekonomideki sıkıntıları artırmış olması, yerli serma­ yeyi eskisinden daha büyük paylar istemeye yöneltmiştir. Ekonominin yüksek ve egemen nokta­ larından çekilmek değil, bunları daha da çoğaltmak istemektedir. 1 930 ile başlayan yeni dönemde yerli sermayenin milli iktisat anlayışının tipik örneklerin­ den birisi, 1931 Mayıs'ında yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası (o tarihte Türkiye'nin tek partisi) kurul tayında izlenebilir. Özel kesimin temsilciliğini ve sözcülüğünü yapan mebuslar, buhranda özel kesimin taleplerinin azalmayacağını, tam tersine, artacağını, örneklerler: "Malum-u aliniz (bilindiği gibi), himaye demek, memleketin istikbalidir (geleceğidir). Temin ede­ ceği (sağlayacağı) bir menfaac için bugünden yapılan bir fedakarlık (özveri) demektir. Yerli malı kullanırken muclaka bunun nefasec ve ehveniyetini (güzellik ve ucuzluğunu) aramamalıyız. Başta kralları olduğu halde, köylüsüne kadar aba, şayak kullanan Bulgarlar gibi biz de memlekecimizde imal edilmiş yerli mallarımızı kullanmak suretiyle işe başlamalıyız . . . Memlekette memurin sınıfı (memurlar) küçük bir zümre (topluluk) teşkil eder. Ve bunlara kanunla bu mecburiyet yerli malı kullanma mecburiyeci tahmil edilebilir (yüklenebilir). Bunun haricinde bizler hepimiz, köylümüz ve harca büyüklerimiz biraz kaba ve hatta hoşa gitmeyecek derecede giyinirsek mesele kalmaz."

Kocaeli Mebusu Asım Bey'in sözlerini, İstanbul Mebusu Sadettin Rıza Bey daha da somut­ laştıracaktır. Özel kesimin istekleri önerge olarak sunulmuştur:

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

315

"Biz İstanbul murahhasları (temsilcileri) İktisat Vekaletini alakadar eden (ilgilendiren) iki takriri (önergeyi) heyet-i aliyeye tevdi etmiştik ( yüksek kurula sunmuştuk) ... Takririmizin ikincisi sanayi meselesini alakadar ediyor (ilgilendiriyor) . Takririmizde bir meseleyi arz ve teklif ediyorduk ki, bu mesele de memleket mahsulat-ı sınaiyesinin (sanayi üretiminin) memlekette sarf ve istihlakini (har­ canması ve tüketimini) ve aynı zamanda sanayiin inkişafını (geliştirilmesini) temin için devlet büt­ çesinden maaş ve ücret alan zevatın (kişilerin) yerli malı ile ilbas ve iksası (giydirilmesi) meselesi idi ... Böyle bir kanunun mevkii meriyete (yürürlüğe) konduğu dakikada talep biraz tezayüt edecek­ tir (artacaktır). Böyle bir talebin zuhuriyle (ortaya çıkışıyla) memlekette bulunan sanayi erbabı ve ashab-ı sermaye (sermaye sahipleri) derakap (hemen) fabrika miktarını tezayüt ettireceklerdir (art­ tıracaklardır) ve fabrika ve tezgahlar çoğalacaktır. Belki altı ay veyahut bir sene için bir miktar te­ reffü-ü fiyat ( fiyat artışı) ihtimali (olasılığı) varsa da, herhalde muhtelif (çeşitli) yerlerde konulacak komisyonlarla bu tereffü-ü fiyatı men edecek esbaba tevessül etmek (önleyecek araçlara başvur­ mak) imkanı vardır. Bendeniz zannediyorum ki, memleketin memurini (memurları) kavaninin (ya­ saların) formüllerine bihakkın riayette ( hakkıyla uymakta) ve onları tatbikte ( uygulamakta) hiçbir terahi (gevşeklik) göstermezler. Esasen, rekabet dolayısıyla bu yerli mamulat fiyatlarında hiçbir su­ rette bir yükseklik hasıl olmayacak ki, herhangi bir memurumuz kanun hilafına (yasaya aykırı) ha­ reket etmek suretiyle bir vaziyet alsın."

Özel kesimin istediği şudur: Bir yasa çıkaralım. Devlet hizmetinde çalışanların (yani, dev­ letten maaş ve ücret alanların) yerli malından başka mal kullanmalarını yasaklayalım. Bu zorun­ luluk, yerli özel kesimin üreteceği mallara karşı olan talebi garantiye alır. Bu sayede özel işyerleri çoğalır. Kısacası, kamu görevlileri paralarını özel kesim için harcayan garantili kaynak haline ge­ tirilirlerse milli iktisat da rayına oturur. Böylece, dünya ekonomisinin buhranı Türkiye'de özel ke­ simin gelişmesi için bir fırsat olacaktır. Yeter ki, devletin kaynağı bu gelişmeyi garantiye alsın, iç pazarı sadece yerli sermayeye versin. Yönetim açısından durum farklıdır. "Yerli malı kullanmak" zaten baştan beri benimsenmiş bir çizgidir. Zaten Yerli Kumaştan Elbise Giyilmesine Dair 1 925 tarihli bir yasa vardır. Zaten, buh­ ran başlayalı, başta sanayi ülkeleri olmak üzere her yerde herkes kendi malını satın almaya dönmüş­ tür. (İngilizler "Buy British", yani, "İngiliz vatandaşı, İngiliz malı kullan" demişlerdir! ) Ama, dünya buhranı karşısında ekonominin rotasını özel kesimin isteklerine göre ayarlamak, iç pazarı ona ka­ patmak özel kesimi kurtarsa da ekonomiyi ve rejimi kurtarmaya yetmez. Durumu yeniden gözden geçirmek ve ekonomide devletin oynayabileceği rolü daha ağırlıklı olarak düşünmek gerekmektedir. 1 930'da başlayan buhran yılları şunu gösterir. Ekonomide eskisinden daha büyük pay ala­ mamak, özel kesim dünyası içinde sıkıntıları ve çelişkileri artırmaktadır. Buhran, sorumlulukları­ nı bilen bir yönetim için, olağanüstü kararlar ve uygulamalar demektir. Bu da; toplumda her ke­ simin katlanacağı özverinin ağırlaşması ile olur. Ancak, özveri özel kesime ağır gelmektedir. Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey (Kansu), 1 9 3 1 yılı sonlarında, ekonominin sıkıntılı günlerinde söylüyor: "Bizde böyle bir buhran ve bütçe muvazenesi (denkliği) mevzubahs (söz konusu) olduğu zaman, ilk hatıra gelen şey, memurların maaşına dokunmak ve kesmektir. Bu vergiyi vereceğiz. Bendeniz de

316 ikinci

kısım: türkiye

bütün ruhumla kabul ederim. Çünkü, memleketin ruhu, hayatı meselesidir. Bunu kim verecektir? Memurin denilen hükümet amelesi (çalışanları), müessesat-ı ticariye (ticaret kurumları) amelesi, yani, amele. Patronlar vermiyor. Vakıa (gerçi) onlar da kazanç vergisi veriyorlar. Fakat, memurlar da, biz de kazanç vergisi veriyoruz. Madem ki, bu vergi memleketin hayati meselesidir. Kabul ediyorum. Vatani meseledir (yurdun sorunudur). Buna bütün vatandaşların iştiraki (katılması) lazımdır. Neden patronlar bundan hariç kalsınlar? Behemehal (ne olursa olsun) onlar da vermelidirler. Yalnız mesai erbabı (çalışanlar) değil."

Tartışılan şey, olağanüstü bir uygulama olarak getirilen buhran vergisidir. Mazhar Müfit Bey özel kesimin buhran vergisi karşısındaki tutumunu yansıtmıyor. Bu tutumu, özel kesim çev­ resinden İstanbul Mebusu Sadettin Rıza Bey'den öğreniyoruz. Görüş şudur: Özel kesim bu vergi­ ye katılamaz. Zaten buhrandan etkilenmiştir; bir de vergi alırsanız, büsbütün yıkılır. "Bu vergiden sermayedaranın (sermaye sahiplerinin) ve serbest meslek erbabının (sahiplerinin) da hissedar olmasını (payı olmasını) mevzubahs buyurdular (söz konusu ettiler) ... Buhran Vergisi di­ ye vazedilen (getirilen) bu vergiyi doğrudan doğruya buhrandan müteessir olan (etkilenen) bir züm­ renin üzerinde tekrar tatbik cihetine (yoluna) gitmek, bu yığıntıya, bu sarsıntıya maruz kalan züm­ reyi ikinci bir yığıntıya maruz bırakmak demektir ... Buhran-ı iktisadi (ekonomik buhran) başlaya­ lıdan beri Türkiye'de serbest meslek erbabı her gün sermayelerinin ziyaından (yitirilmesinden) ve hayatlarının müşkülatından (zorluğundan) çırpınmakla meşgul olmakla beraber, belki de mem­ lekette mevcut olan buhran-ı iktisadiye tahammül edemeyecek (katlanamayacak) vaziyette hayat­ larını muhafaza edememektedirler ... Bunların üzerine ikinci bir vergi tahmil etmek (yüklemek) de­ mek, memleketin bu zümrelerini öldürmek, gömmek demektir ki, intihaen (sonunda) bu zevat (ki­ şiler) ıztırari bir vaziyet (zorunlu bir durum) karşısında acıdığımız memurları kullanamayacak va­ ziyete gireceklerdir. .. "

Dünya buhranının Türkiye'yi etkilediği, özel kesim içinde sıkıntıların arttığı yıllarda, bu çevrede milli iktisattan pek söz edilmez. Konuşulan şey, buhranın getirdiği sıkıntı ortamını kimin nasıl geçireceğidir. Tipik olan şudur: Buhran sıkıştırdıkça, bu kesimin temsilcileri öncelikle kendi öz çevrelerinin derdini dile getirirler. Eski Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi, şimdi İzmir Mebusu olan Halil Bey (Menteşe) bü­ yük toprak sahibidir. Buhran ortamında toprak sahiplerinin ve öteki çiftçilerin sorunlarını sık sık anlatır. En büyük sıkıntıyı orada görür. 1 933 Mayıs'ında, buhranın ağırlığında bir hafifleme ol­ mamışken bunu dile getiriyor: "Zürra (çiftçiler) gayet ağır bir muvazenesizliğin (dengesizliğin) ıstırabı altındadır. O da şudur: 1 929'dan beri zirai artıklar buhran sebebiyle yüzde elliden fazla düştüğü halde, giyim ve ev eşyası fiyatları düşmediği gibi, takas vesaire dolayısıyla biraz daha fazla artmıştır. Herhalde 1 929 nispe­ tinden düşmemiştir. Sonra, zürraın zaruri ihtiyaçları olan petrol, şeker gibi resimler 1929'dan beri düşmemiştir. Yüzde kırk gibi ağır bir mükellefiyet (yükümlülük) ve ağır bir muvazenesizlik ve borç altında ve bir taraftan da ağır fiyatlar karşısında kalan zürra için hususi tedbirler almazsak, buna taham-

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

317

mül edemeyecek (katlanamayacak) ve ziraatimizin bü­ yük bir kısmı sönecektir. O zaman kuracağımız büyük sanayi de yıkılır. Çünkü, sanayi de kuvvetli bir ziraat ocağına dayanır."

Halil Bey, iktisatçıların iç ticaret hadleri dediği kav­ ramla konuşuyor. Tarım fiyatları düşerken, çiftçinin satın aldığı sanayi ürünlerinin fiyatları artmıştır, diyor. Buhranda sanayi çevreleri kazanırken tarımın kaybettiğini söylüyor. Sanayi tarımın sırtından kazanıyor, diyor. Hasan Vasıf Bey öyle düşünmez. İstanbul mebusudur ve sanayi çevrelerinin temsilcisidir. Buhranın çiftçilerle sanayicileri karşı karşıya getiren ortamında kesinlikle sana­ yiciden yanadır: "Deniliyor ki, ziraat mahsullerimizin kıymeti düştüğü ittihat ve Terakki'nin önde gelen isimlerinden, Şuray-ı Devlet Reisliği, Hariciye ve Adliye halde masnuatın (sanayi mallarının) kıymeti eski vazi­ nazırlıktan ile Meclis-i Mebusan başkanlığı yetinde duruyor. Mübadelede muvazene (karşılıklı yapmış olan Halil Menteşe (1874-1946). alışverişte denge) bulunmadığı için köylü alım vaziye­ tinde değildir. İktisaden perişandır deniliyor. Bu görüş kanaatimce hatalı bir görüştür . . . Köylü az kazanıyor, sanayici çok kazanıyor demek doğru değildir. Bir sanayici kazanabilmek için bütün gün patronu ile, amelesi ile çalıştığı gibi, hatta fazla yevmiye alabilmek için gece yarısına kadar çalışır­ lar. Halbuki bir köylü yalnız yaz günü çalışır. İşi de yalnız çapa çapalamaktan ibarettir. Halbuki bir sanayici bir sanatı, bir melekeyi öğrenmek mecburiyetindedir ve onların fikri mesaileri (kafa ça­ lışmaları) vardır. .. Köylümüz eğer fazla kazanmıyorsa fazla çalışmak imkanlarını bulamıyorsa, onun yolu mahsulatın (ürünlerin) miktarını artırmakta değil, onu istihsal edecek (üretecek) başka sahalar bulmakla elde edilebilir. İkinci nokta ... Anadolu dahilinde seyahat yapmış olan İktisat Ve­ kili Beyefendinin encümende verilmiş bir izahatı vardır ki şu mealdedir: 'Anadolu'nun şark (doğu) tarafındaki ıstırap, garp (batı) tarafındakinden daha fazladır. Biz oraları sanayi ile bu ıstıraptan kurtaracağız. Demek ki bütün bu işlerde kurtarıcı yol sanayi yoludur. "

Fakat, daha ilginç olan Halil Bey'in yanıtıdır. Buhranın özel kesim çevreleri içinde çelişki­ leri artırdığı bu ortamda, Halil Bey'in toplumsal sınıf bilinci, büyük çiftçiliğin bilincinden daha yüksektir. Verdiği yanıt, buhran ortamından çekinmesinin yanında, başka bir şeyden daha çok çe­ kindiğini gösterir: "Sanayie mensup olan arkadaşımın son söylediği şeye cevap vereyim. Memlekette sınıf kavgasını icat edecek şeylerden son derece tevekkl etmeliyiz (sakınmalıyız). Fırkamızın bu hususta kabul et­ miş olduğu prensip şudur: Memlekette sınıf yoktur, camianın (topluluğun) muhtelif (çeşitli) işleri­ ni görür, kanun nazarında bir, vatandaşlar vardır. Binaenaleyh (bu nedenle) buna sıkı bağlanmalı­ yız ve sınıf kavgalarını memlekette uyandırmamalıyız... Bu memlekette iş bölümünü her sahada in­ kişaf enirmek (geliştirmek) ve birbirini itmam edecek (bütünleyecek) vaziyete sokmak, yani, mem-

318 ikinci

kısım: türkiye

leketin iktisadi vahdetini (birliğini) kuvvetlendirmek için şart-ı evveldir (ön koşuldur). Binaenaleyh sanayiciler fazla kazanıyor, zürraı (çiftçileri) istismar ediyor, maksadını takip etmedim (amacını gütmedim)."

MİLLİ İKTİSAT SİYASAL FORMÜL İSTER Daha 1 930 yılında, devletçiliğe adım atarak, milli iktisadın yeniden tanımlanmasına karar veril­ diği zaman şu nokta da saptanmış olmaktadır: Milli iktisada yeni bir çerçeve çizmek kolay değil­ dir ve iş ekonomiyi aşmaktadır. Ortada ekonomiden kaynaklanan, fakat sadece ekonomi alanın­ da bağlanamayacağı anlaşılan ciddi bir konu vardır. Siyasal çözüm ve formül gereklidir. Reisi­ cumhur Gazi Mustafa Kemal, Türkiye'de siyasal hareketlerin başlayışında simgesel bir değere sa­ hip görünen İzmir'de, 1 9 3 1 yılı başında çözümün ipucunu veriyor: "Tüccarlardan yahut çiftçilerden ibaret bir fırka olabilir. Halbuki bizim fırkamız böyle mahdut bir nazar takip eden (sınırlı bir görüşe bağlı) bir teşekkül (kuruluş) değildir. Bilakis, her sınıf halkın menfaatlerini müsavi (eşit) bir surette biri diğerini mutazarrır etmeden (zarara uğratmadan) temin etmeyi istihdaf eden (sağlamayı hedef alan) bir teşekküldür. Milletimizin tebayii (doğası) ile fırkamı­ zın programında tamamıyla bir mutabakat (uyuşma) vardır. Bu istikametten (yoldan) yürüyeceğiz. "

Milli iktisadın bu siyasal formülü, 1 930'lu yılların tek partisi olan CHF'nin (CHP'nin) 1 9 3 1 Mayıs'ında yapılan üçüncü büyük kurultayında kesinleşir. Mustafa Kemal'in 1 922 sonla­ rından başlayarak açıklamış olduğu bu çözümün iki yönü önemli görünüyor. Birincisi, tüm sınıfların çıkarlarını güvenceye alacak bir ortam vaat etmek. Bunun için, bir­ birleriyle bağdaşmayacakları noktalardan olabildiğince uzak durmalarını istemek. Bağdaş­ mazlığın esası sınıf çizgisi olacağına göre, toplumun ve ekonominin bu çizgiden uzaklaştığı ölçü­ de bir yönetim rahatlığına kavuşacağını benimsemek. İkincisi, milli iktisadın gerçekleşmesini, CHF'nin 1 9 3 1 'de resmen benimseyeceği devletçilik ilkesine bağlayarak yürütmek. Böylece, milli iktisat, yani, yerli ellerde sermaye birikimi tüm sınıf­ ların sınıf çizgisinden uzak duracağı bir ortamda gelişecek, fakat mutlaka devletçilik uygulaması ile uyumlu olacaktır. Kısacası, milli iktisat devletçiliğe emanet edilecektir. İşin ince noktası şurada görünüyor: Ekonomide ağırlık merkezi 1 923'ten başlayan yedi yıl­ lık milli iktisat uygulamasından bir başka yana kaydırılmaktadır. Yeni ağırlık merkezi devletçilik olacaktır. Fakat, bir çeşit sosyal anlaşma yapılmaksızın işin çeşitli yönlerini bir araya toplamak ve bunu gerçekleştirebilmek kolay değildir. 1 9 3 1 programı, o günün gözlemlerine dayanarak, bu sosyal anlaşmanın koşullarını ortaya koyuyor. Bunu getirirken, hem özel kesime kendi sermaye birikiminin hangi koşullarda yürüyeceğini söylemiş oluyor, hem de Cumhuriyet yönetimine eko­ nomiyi devletçilik gibi yeni bir ilke ile yürütme şansını kazandırmış oluyor. 1 9 3 1 programı bununla yetinmez. Özel sermayeden, daha önce pek açıkça istenmemiş bir şey daha ister: Milli olmak. Programın, ana ilkeler ve esaslardan hemen sonra gelen iktisat bölü­ mü bu istekle başlar:

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

319

"Normal sermayenin yegane membaı (tek kaynağı) milli say (emek) ve tasarruftur. Bunun için ça­ lışmayı artırmak, fert (kişi) ve aile hayatında ve umumiyetle (genellikle) devlet idaresinde, mahalli ve milli (yerel ve ulusal düzeyde) idarelerde tasarruf fikrini kökleştirmek, fırkamızın başlıca prensi­ bidir."

Nedir normal sermaye? Daha önce bu deyime pek rastlanmamıştır. Anlaşıldığına göre, ser­ mayeyi tanımlamak, 1 930-3 1 'de bir çaba gerektirmiştir. "Normal sermayeden milli sermaye kastedilmiştir. Maksat, kendi menabi-i milliyemizden (ulusal kaynaklarımızdan) elde ettiğimiz sermayedir."

1 93 1 programı, CHF kurultayında madde madde görüşülürken, program komisyonu adı­ na konuşan Manisa Mebusu Refik Şevket Bey (İnce) sermayenin normalinden ne anladıklarını böyle belirtmektedir. CHF'nin Katib-i Umumisi (genel sekreteri) Recep Bey (Peker) ise, özel ser­ mayenin sahip olacağı özellikleri biraz daha ayrıntılı anlatır: "CHF'nin nazarında (görüşüne göre), bir memleketin feyzine (ilerlemesine) doğrudan doğruya mü­ essiriyeti haiz (etki yapan) tabii (doğal) bir sermaye mefhumu (kavramı) mutlaka milli tasarrufun hulasalarından, (özlerinden) birikmiş bir yekun (toplam) olmalıdır. Bir devlet her zaman istikraz suretiyle (borç alarak) ve başka suretlerle tedarik edilen (sağlanan) paralarla muvakkaten (geçici) işler görebilir. Fakat, kendi işlerini, kendi muhitinin (öz çevresinin) artırdığı paraların vücuda ge­ tirdiği sermaye ile görmelidir. Biz de programımıza bunu vaz ediyoruz (koyuyoruz). Gerçi bu şim­ dilik güç görünür. Fakat, hayatımızda milli bir mefhum olarak bunu başardığımız gün, bizim de dünya muvacehesindeki (önündeki) iktisadi kıymetimiz artar ve sıkıntılarımızın hepsi mündefi (at­ latılmış) olur. Muvakkat (geçici) tedbirlerle tedarik edilen (sağlanan) para bizim tabii inkişafımıza (doğal ge­ lişmemize) devamlı ve karlı surette yardım edecek sermaye vasıtası (aracı) değildir. Normal kelime­ sini buraya yazmaktan maksat, bu memleketin tabii olarak istinat etmesi caiz olan (kendine kay­ nak yapacağı) sermayenin, milli çalışma muhassalasının (emekle elde edilen şeylerin), tasarrufunun yekunu (toplamı) olarak kabul ettiğimiz prensibini koymaktır."

"BİZE YAKIN OLMAYAN, YÖNETEMEZ " 1 9 3 1'de yerli sermayeye vaat edilen şey, milli emek ve milli tasarrufları kullanarak gelişeceğidir. Bunların, bu gelişmeyi yeterince sağlayacağıdır. Fakat, 1 930, 1 931 , 1 932 ekonomide buhranın artarak ağırlaştığı yıllar olur. Ekonomide gelir ve tasarruflar düşer. Devlet, yürüttüğü işleri bütçe denkliğini bozmaksızın sürdürmek istediği için. yeni yeni vergiler getirir. Yani, milli tasarruf için­ de kendi payını artırır. Özel sermaye, 1 9 3 1 programının söylediği biçimde milli olmanın yolunu bu buhran koşullarında bulamaz. Öte yandan, buhran koşulları ekonominin yüksek ve egemen noktalarının devletin elinde olmasını, yani, devletçiliğin hızlı geliştirilmesini gerektirmektedir. Devletçilik yolunda çalışmalar ilerledikçe, adımlar atıldıkça, bunlar özel kesimde tedirginlik yaratır. "Milli müteşebbis" , devlet-

320 ikinci

kısım: türkiye

çiliğin çizdiği yeni çerçeveye kuşku ile bakar. Ekonomide kendi payını korumak ve büyük tutmak ister. Hem bir savunma psikolojisi içindedir, hem de dolu dizgin hücum eder. Eleştirilerinde sesi­ ni eskisinden daha çok yükseltir. Aldığı ekonomik ayrıcalıkların yanında yenilerini ister. Bu ortamda en zor nokta, ekonominin komuta merkezi olan İktisat Vekaletidir. Görevi, hem devletçiliğin öncü olacağı yeni sermaye birikimi atılımını gecikmeksizin geliştirmek, hem de özel kesime bu çerçeve içinde gelişme fırsatları yaratmaktır. Yerli sermaye, buna ısınamamıştır. Mustafa Şeref Bey'in, 1 930 sonlarından beri özel kesime aşırı ödün vermeyen ve buhran içinde devlet kesiminde sermaye birikimini savsaklamayan tutumu, özel kesim çevrelerine ters gelmiştir. Zaman geçtikçe, bir yandan buhran ortamının yerli sermayede yarattığı belirsizlik, bir yan­ dan da devletçiliğin gelişme yoluna girmesi özel kesimin tüm çevrelerini yönetimin ekonomi anla­ yışına karşı daha açık bir tavır almaya yöneltir. Tavır, özel kesimin milli iktisat anlayışında zaman boyunca hiç kaybolmayan iki özelliği de yansıtmaktadır. Bunlardan birisi, ekonomik ve mali ay­ rıcalıklardan vazgeçmemek, olabildiğince yenilerini almaktır. Bir ikincisi de, ekonominin önemli iş ve karar noktalarını elde bulundurmaktır. Bu iki özellik, özel kesimdeki sermaye birikimi için ilk ve son çarelerdir; ana güvencelerdir. Yerli sermayenin bu tavrını oldukça net biçimde, o dönemde İktisat Vekaletine hemen her konuda karşı tavır almış olan Kocaeli Mebusu Sırrı Bey'den öğreniyoruz. Sırrı Bey, 1 932 Haziran'ında bunu dile getirirken, bir kehanette de bulunuyor: "Hükümetimizin vasıf ve şiarı (niteliği ve yolu) halkçılıktır. Bu itibarla, hükümetten bu vasıf ve şi­ arın icabatına (gereklerine) göre muamele (tutum) beklemek bizim en büyük hakkımızdır. Halbu­ ki gittikçe hakkından ve inisiyatifinden mahrum edilmekte (yoksun bırakılmakta) olan fert, hükü­ metin halkçılık vasfile kabil-i telif olamayacak (bağdaşmayacak) bir vaziyete düşmektedir. Hükü­ met kendi kudretini her gün vatandaşların kudret ve teşebbüslerinin yerine ikame etmektedir (koy­ maktadır). Her gün ticari ve iktisadi muamelatta (işlerde) devletin müdahalesi çoğalmaktadır. Halk hükü­ meti bu şekilde devletçi olamaz. Bizim gibi medeni olan diğer millet ve hükümetler dahi tamamen halkçıdırlar ve fertçidirler ... Bizim aynı zamanda fertçi ve hem devletçi olmak arzumuzdur ki, iktisadi muamelatı teşviş (karma­ karışık) etmekte ve bizi endişeli yollara sevk etmektedir. Hükümet, ancak müstesna ahvalde (ola­ ğanüstü koşullarda) kudretini iktisat sahasında tecelli ettirebilir (gerçekleştirebilir). O da ferdin kendi şahsi teşebbüsleriyle başaramayacağı işlerdir. Yani onların koltuklarından tutup himaye edil­ mesi iktiza eden (gereken) hallerde. O vakit devletçi, kendisinden maksut olan (beklenen) mana ile vazifesini yapmış olur. Ben bu vasıftaki hükümetin devletçi olduğunu kabul etmekteyim. Zaman ve hadisat (olaylar) ispat edecektir ki, hükümetimiz benim dediğim şekilde devletçilik vasfına rücu edecektir (dönecektir)."

Bu, yönetim ile yerli sermayenin devletçilik ve milli iktisat alanında çatışmasıdır. Düğüm 1 932'nin sonbaharında çözülür. Sırrı Bey'in kehanetinin yarısı gerçekleşir, yarısı gerçekleşmez: Mustafa Şeref Bey ayrılır. Yerine, özel kesimin güvenine tartışmasız sahip olan Mahmut Celal Bey (Bayar) getirilir.

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler. bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

321

Kehanetin bu parçası tamamdır. Yerli sermaye, Mustafa Şeref Bey'in yönetiminde azalma­ ya başlayan ayrıcalıklarını, o tarihten sonra yeniden kazanmaya başlar. Ekonominin iş ve karar noktaları bakımından da bir kuşkusu kalmaz. Üstelik, bu ana güvencelerin de ötesinde, 1 933 Haziran'ındaki Sümerbank'ın kuruluş kanunundan. başlayarak, devletin kuracağı sanayilere or­ tak olma şansına kavuşur. Kısacası, sermaye birikimi için önemli ve geleceğe dönük güvenceler el­ de eder. MİLLİ İKTİSADIN YENİ ÇERÇEVESİNE DOGRU "Geçen sene demiştim ki, devletin iktisadi gidişi hakkında iş aleminde vesvese (karamsar bekleyiş) vardır ve bu vesvese sermayeyi iş aleminden kaçırmaktadır. Ondan bir müddet sonra Celal Beye­ fendi İktisat Vekaletine geldiler. Kendileri iş aleminde amil ve nazım (yüksek iş ve yer sahibi) olan büyük bir müessesenin direksiyonunda (yönetiminde) bulundukları için, ilk hedefte onu bertaraf etmeye (gidermeye) çalıştılar. Fırkanın programını ortaya attılar ve dediler ki, işte benim prensiplerim ve gideceğim yol. Ha­ kikaten, bendeniz de o güne kadar fırkanın programını dikkatle okumamıştım. Orada ne gibi ikti­ sadi esaslar vardır? Evvela, iktisatta ferdi teşebbüsü esas olarak kabul ediyor. Sonra, dağınık ser­ mayeleri toplayarak onları hareketli bir sermaye haline koymak için tasarrufu tergip ve teşvik edi­ yor (isteklendiriyor ve özendiriyor) Daha sonra, say (emek) ile sermaye arasında ahenk ve nizamı (uyum ve düzeni) fırkanın prensibi olarak kabul ediyor Hulasa ticaret, sanayi, küçük, büyük zira­ atte bütün erbab-ı mesaiyi (iş sahiplerini) tergip ve teşvik edecek, ferdi teşebbüsü memlekette mü­ zaharetle (arka çıkarak) canlandıracak, kuvvetlendirecek esaslar vaz ediyor. Ferdi teşebbüsleri yavaş yavaş iktisadi sahadan kovarak bütün memleketin faaliyet-i iktisadiye­ sinde devletçiliğe giden asri devletçilikle bizim devletçiliğimiz arasında münasebet (ilgi) yoktur, bu­ yurdular. Ondan sonra, iş alemine koştular. Sanayi ve ticaret erbabı ile temas ettiler. Daha sonra İzmir'e gittiler. Nazilli'de buyurdular ki, burada büyük bir mensucat (dokuma) fabrikası kuraca­ ğız. Sizin sermayeleriniz bunu yapacak kabiliyette olmadığı için, bunu devlet yapacak. Sizin ser­ mayeniz devlet müzaharetiyle (yardımıyla) büyüdükten ve ferdi kabiliyetleriniz inkişaf ettikten (ge­ liştikten) sonra devletin bu sahadaki işlerini yavaş yavaş size bırakacağız. Böyle devletçiliği istemez misiniz demişler. Orada ben de olsaydım, isterim derdim. Memlekette ferdi teşebbüslerin yapama­ yacağı büyük işler üzerinde ferdi teşebbüslere zemin (yer) hazırlamak ve bilahare (daha sonra) ya­ vaş yavaş onlara terk etmek suretiyle devletin yapacağı müzaharetlere bu memleketin elbette her sahada ihtiyacı vardır. Bu hakikatın bu suretle tebarüz ettirilmesinin ve tespit edilmesinin (belirtilmesi ve saptanması­ nın) tesiri pek büyüktür. Devletin iktisadi rolü, ki fırka programında evvelce müphemdi (belirsiz­ di), bundan sonra tebarüz etmiş (belirmiş) olacak ve ilerde memlekette sermaye, iş tamamıyla em­ niyet ve istikrarını bulacak ve memleket yolunda yürüyecektir. İktisadi hayatta ütopik, hayali formülleri memleket hayatına, bünyesine tatbik etmekten de ha­ zer edelim (uygulamaktan sakınalım). Zira, 'o yol bizi sınıf mücadelesine götürür.' Sınıf mücadele­ si demek, memlekette iktisadi nizam ve ahengin mihveri (düzen ve uyumun ekseni) olan muhitte (çevrede) mücadele etmek demektir. Bizim en büyük istinatgahımız (dayanağımız) milli muhittir. Orayı tesis edeceğiz (kuracağız), oraya istinat edeceğiz (dayanacağız). Milli birliğin en büyük istinatgahı (dayanağı) milli vahdettir (birliktir). İktisadi vahdeti, iktisadi nizamı bozacak yollardan hazerdir (sakınmaktır) . "

322

ikinci kısım: türkiye

Halil Bey'in (Menteşe) 1 933 Haziran'ında yaptığı konuşma milll iktisat çerçevesinin yeni bir aşa­ maya yöneldiğinin işaretini taşıyor. 1 93 1 CHF programının getirmiş olduğu milli iktisat anlayışı, Cumhuriyet yönetimi ile yerli sermaye arasındaki tek ortak konuşma zeminidir. Özel kesim çev­ releri, iki yıllık bir gecikmeden sonra bunu kabul etmeye başlarlar. Belki de, bu zemin üzerinde kalarak, devletçiliği 1 920'lerin kalıbından pek ayrılmayan bir milli iktisat uygulamasına yönlendirebileceklerine inanırlar. Fakat, Sırrı Bey'in yukarıda vurgulanan kehanetinin bir de gerçekleşmeyen parçası vardır: Devletçilik uygulaması, özel kesimle yapılmış olan uzlaşma içinde yoluna devam eder. 193435'ten sonra, devlet kesimindeki sermaye birikimi hızlanmaya başlar. Yerli sermayeye verilen bi­ rikim güvencesi, liberalizme doğru bir sapma yaratmaz. Gerçi, "aynı zamanda hem fertçi, hem devletçi olmak arzusu" sürmektedir. Ama, bir yandan da "ticari ve iktisadi muamelatta devletin müdahalesi çoğalmaktadır." Çünkü, 1933'ten başlayarak, özel kesimin ekonomik ve milli ayrıca­ lıklardan yoksun kalma kuşkusu giderilip, kendisini (Celal Bey'in İktisat Vekili oluşuyla) karar merkezine yerleşmiş gibi hissetmesinden sonra, milll iktisat anlayışı daha öncekilerden farklı bir noktaya doğru gider. "Liberalizmi -dilim dahi dönmüyor; bu kelime bana o kadar yabancı geliyor- yıkaraktan, memle­ ketimizde güdümlü bir ekonominin esaslarını kurmak istiyoruz. Bu istihale (değişme) devresinde, bittabi bizim samiamıza (duyma alışkanlığımıza), işitmemize hoş gelmeyecek birtakım şeyler ola­ caktır. Çünkü, yeni prensiplere doğru gidiyoruz. Bu yeni prensiplerde, nihayet memleketimiz bir tecrübe geçirecektir. Fakat, bu tecrübe de mutlak surette müspet bir netice verecektir."

Bu sözler Mustafa Şeref Bey'in değildir. İktisat Vekili Celal Bayar'ın, 1 936'nın Hazi­ ran'ındaki sözleri milll iktisat anlayışının yeni yönünü göstermektedir. Bu yön, 1 933'ten sonra ya­ vaş yavaş yerleşen uygulamalarla ve devletçilik berraklık kazandıkça saptanır. 1 933'ten başlaya­ rak, sermaye birikimin ilkeleri belli olmuştur. Birikim, 1 ) bankalarda, 2) bankaların söz sahibi olacağı bir biçimde devlet sanayi kuruluşlarında gerçekleşecektir. Birikimin can damarı devlet sa­ nayiidir. Fakat, sanayi bunu bankalarla paylaşacaktır. 1 933'ten sonra yerli sermayenin daha geniş birikim olanaklarına kavuşması, eskisinden daha çok teşvik, koruma ve bağışıklık istemesine engel değildir. Bu istekler sürer. Özel kesimin, devletçiliği 1 927 Teşvik-i Sanayi ekseninde tutma- ve 1 920'lerin ideal milll iktisadına çekme çaba­ sı hep vardır. Bu kaybolmaz. Fakat, bu noktaya geldikten sonra, artık ortaya daha önemli bir şey çıkmaktadır: Sermaye birikimini güvenceye almak. Birikimi bir yandan daha akılcı bir örgütlenme yapısına kavuştura­ rak, bir yandan da daha kontrollü bir ekonomi kurarak artırmak. Böylece, milll iktisadın eriştiği aşamada adı da yenilenmektedir: Güdümlü ekonomi. Bu Celal Bey'in sevdiği sözdür. 1 930'ların ikinci yarısında, özellikle İktisat Vekaleti çevresi bu deyimi, devletçilik sözü kadar, hatta zaman zaman daha çok kullanır. Bu deyimle somutlaşan şey, yani, hem yapısı daha akılcı, hem de mer­ kezden kontrollü bir ekonomi kurmak, yönetimin kendi başına aldığı bir karar değildir. Sermaye

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

323

birikimi yolunda özel kesimin eğilimleri güdümlü ekonomiye önemli destek oluşturur. O yıllarda özel kesim, ekonomide daha akılcı örgütlenmeleri istediği ölçüde, merkezden kontrolleri de iste­ yen, benimseyen, bunları birikimin vazgeçilmez güvencesi sayan isteklere, eğilimlere sahiptir. Ka­ pitalist olabilmek için gerekli içgüdüleri vardır. Ama, gelişmesi gereken bir ekonomiyi bütünlük içinde algılayabilecek görgüsü yoktur. Alıcıdır. Vericiliği hiç yoktur. Adı konulmamış bu karma ekonomiye, yani, o çerçevede, o İktisat Vekaletince yönlendirilen bir devletçiliğe razıdır. Alıcılığı sürdürmek koşuluyla. TASARRUFLARI TOPLAMAK VE KULLANMAK Ekonomide akılcı örgütlenmelerin geliştirilmesinden söz edildiği zaman, özel kesim şüphesiz teş­ vikler, ayrıcalıklar, korumalar gibi, işin üretim yönünden başvurulacak çarelerini düşünür. Ama, işin bir başka yönünü daha da ciddi biçimde düşündüğü anlaşılıyor. Bu da mali aracı sistemdir. Çünkü o sistem sayesinde özel kesim sermaye birikiminin kaynağı ile doğruca buluşabilir. Bu be­ reketli kaynak halkın tasarruflarıdır. Tasarrufları toplanır ve kullanılır hale getirmek, bunları kontrol edebilmek özel kesimin hayat kaynağıdır. Mali aracı sistemin özü, olan bankacılık bu işi yapar. 1 933'ün, Celal Bey'in yönetimindeki İktisat Vekaletince ele alınan ilk işlerinden birisi Mev­ duatı Koruma Kanunu' dur. Bu, o günün koşullarında bir çeşit bankalar kanunudur. İlk kez ban­ kalara çekidüzen verilmektedir. Tasarrufların yöneleceği bir yapının zaman yitirmeksizin kurul­ ması amaçlanmaktadır. "Nakdi ve seyyal (parasal ve akışkan) tasarrufların bugün haiz olduğu kuvvet ve ehemmiyet (önem) ve bunların teşvik edilmesindeki iktisadi, içtimai (toplumsal) ve mali faideler arz ve izahtan müstağ­ nidir (açıklama bile gerektirmez). Bunu emin kılmak ve her türli.i tehlikeden mümkün olduğu kadar uzak bulundurmak ise, devletin mühim vazifeleri sırasına geçmiştir. Halk tasarrufatını teshil (kolay­ laştırmak) için tasarruf sandıkları, zirai kooperatifler, posta sandıkları gibi müesseseler vücuda getir­ mek ve bunları emin bir vaziyette tutmak ne kadar lazımsa, bankaların tabi (bağımlı) tutulması icap eden murakabe (gereken denetim) de tasarrufatı teşvik ve himaye noktasından o kadar zaruridir. Bugün memleketimizde vücut bulan milli ve ecnebi bankaları ve bundan sonra küşat edilebile­ cek (açılabilecek) bankaları hususi bir murakabeye (özel bir denetime) tabi tutmamak, dişten tır­ naktan artırdığı parasını bankalarda saklayan halkın hukukunu ihmal sayılabilir. "

1 933 Mart'ında yazılan yasa gerekçesi, tasarruf sahiplerine, devletin bankaları denetleye­ ceği yolunda güvence veriyor. Halkın bankalara vereceği tasarrufları güvencede tutmanın ve iyi kullanmanın tek yolu bankalar üzerinde sıkı devlet kontrolü uygulamak değildir. Fakat, 1 933'te seçilmiş olan yol bu olmaktadır. Aynı tasarı üzerinde görüş bildiren Maliye Encümeni, tasarrufla­ rın korunmasındaki öteki yolu da gösteriyor: " Neşir vasıtaları (yayın organları) fazla ve halkın iktisat bilgisi ileri olan bir kısım memleketlerde mevduatın korunması, bankaların her hafta çıkardıkları hal-i mali (mali durum) cetvelleriyle biz-

324

ikinci kısım: türkiye

zat (doğruca) halka bırakılmıştır. Halk bu cetvelleri tetkik ederek mevduatının vaziyetini tespit ede­ bilir. Ancak, bir kısım memleketlerde de, mevduata mukabil (karşılık) muayyen bir paranın mutla­ ka banka kasalarında bulundurulması şeklinde usuller konulduğu gibi, hususi kanunlarla da tasar­ ruf mevduatı sıkı bir devlet murakabesine (denetimine) tabi tutulmuş ve bilhassa halkın tasarrufu­ nu alacak müesseselerin birçok kanuni ehliyetleri (yasal yeterlilikleri) haiz olması esası kabul edil­ miştir. Memleketimizde de son cihetin tatbik edilerek mevduatın kanun yoluyla korunması kararlaştırılmıştır."

Devletin tasarruf sahiplerine verdiği güvence sözde değildir. Tasarruf mevduatının tanımı­ nın yapılması, bu mevduatın bir bölümünün banka kasasına ve Merkez Bankası'na karşılık ola­ rak yatırılması gibi esaslar getirilir. Banka. kurmak Maliye'nin iznine bağlanır. Banka sermayesi­ ne bir taban sınırı çekilir. Bankalar hisse senetli şirketler olarak kabul edilir. Buna benzer koşul­ lar hem tasarruf sahiplerine güvence verir, hem de sermayenin küçüğü ile büyüğünü ayırarak bü­ yüğünün örgütlenişini düzenlemeye yarar. Özel sermayenin, ekonomide hemen her şeyden daha önce mali aracı sistemi düşünmesinin tek nedeni tasarrufların toplanılır hale getirilmesi değildir. Daha önemlisi, toplanan tasarrufların kullanılmasıdır. Kısacası, kredidir. Bir bankalar yasası niteliğindeki Mevduat Koruma Kanunu krediyi de düzenleyen özellikler taşır. 1 930'ların başında serbest olan kredi faizleri, iş sahiplerinin el değdiremeyeceği kadar yüksektir. Mal fiyatlarının düştüğü, yıllık fiyat artışlarının yok denile­ cek düzeyde olduğu 1930'lu yıllarda ekonomide para çok pahalıdır. "Bir memlekette mevcut kredi şartlarının, o memleket iktisadiyatının ileri veya geri gitmesinde ne kadar büyük bir rol oynadığı aşikardır. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük birkaç şehir müstes­ na olmak üzere, memleketin büyük küçük diğer şehirlerinde bankaların faiz nispeti yüzde 38'e çık­ maktadır. Asıl dikkate şayan olan nokta, bu yüzde 38'in fiilen normal addedilerek (sayılarak), bu­ nun fevkindeki (üstündeki) miktarın ihtikar telakki edilmesidir (vurgunculuk sayılmasıdır). Mem­ leketin iktisadi faaliyetini felce uğratan, içtimai bünyesini sarsan bu vaziyet karşısında tedabir itti­ hazı tahakkuk etmiştir (önlemler alınması gerekmiştir). Milli istihsalimizin henüz ağır bir faiz altın­ da olduğu görülüyor. Fakat denebilir ki, en ağır kredi şartları altında ezilenler küçük krediye ihti­ yacı olanlardır. Muhtelif sebepler taht-ı tesirinde (etkisi altında) mühim bir ekseriyeti bankaların faaliyet sahaları dışında kalan tacir, küçük sanatkar, küçük zürra (çiftçi) memur vesair halk taba­ kaları için, mahdut miktardaki (sınırlı) küçük kredi müesseseleri istisna edilecek (dışta bırakılacak) olursa hemen hemen tefecilerden başka müracaat edilecek kapı yoktur. Bunların aldıkları faiz, ay­ da en aşağı yüzde beşten başlayarak, yine ayda yüzde on raddesindedir (düzeyindedir). Tefecilerle mücadele etmek için bir taraftan tefeciliği ve tefecileri çerçevelemek, diğer taraftan yeni kredi mü­ esseseleri tesisi suretiyle (kurarak) fiilen ihtiyacı karşılamak lazımdır."

Bu, sermaye biriktirmek için parayı ucuz kullanması şart olan iş sahipleri yönünden kabul edilmez bir tablodur. Yine 1 933'ün Mayıs'ında kaleme alınan Ödünç Para Verme İşleri Kanu­ nu'nun gerekçesinde vurgu, özellikle küçük iş sahipleri üzerinde olmakla birlikte, böyle bir faiz ya­ pısının büyük sermaye için de bundan pek farklı olmayacağı anlaşılabilir. Kredi faizlerinin tavanı, bu yasayla saptanır: Bankalar yıllık yüzde 1 2'den çok faiz almayacaklardır. Bu oran, daha sonra,

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

32 5

1938'de yüzde 8,5'e indirilir. Bankalar dışında ise, borç faizinin yüzde 25'i aşması yasaklanmıştır. Bu düzenleme, bankalarla kredi ilişkisi olan iş sahiplerini görece rahatlatan bir gelişme olur. 1 933'ten sonra sermaye birikiminde bankalar ve bankacılık örgütlenmesi, ağırlıklı biçim­ de söz sahibi olduğuna göre, bu düzenlemeler, birikimin işlerliğini sağlayacaktır. Birikimin ortağı olan bankacılık sistemi akılcı bir yapıya kavuşturulmaksızın, birikim için iyimser olunamaz; mil­ li iktisat geliştirilemez. Bankacılıkta adımlar kesilmez. 1 936'da, hem mali aracı sistemin erişmiş olduğu gelişmeyi, hem de bunun daha da geliştirilmesi yolundaki istekleri yansıtan Bankalar Kanunu çıkacaktır. Gerekçesinde der ki: "Milli ekonomi hayatımızda ve ilerleyişimizdeki önemli mevki ve rollerini, milli tasarruf ile yakın ve sıkı münasebetlerini gözönünde tutarak, bankalar mevzuunun (konusunun) bütün esaslı cephe­ lerini (yanlarını) içine alan ana bir kanunla tanzim edilmesi (düzenlenmesi) lüzumuna inanmış bu­ lunuyoruz . . . Milli hayatımıza kök saldığını şükranla görmekte olduğumuz bankalarımız, yalnız sermaye ve ihtiyat akçelerini değil, fakat bunlardan çok daha ehemmiyetli menabii (kaynakları) idare etmekte­ dirler. Böyle sınırları geniş salahiyetlere tekabül eden mesuliyetlerin muvazeneyi temin edecek ehemmiyette olması lazımdır (böyle geniş yetkilere ulaşmış sorumlulukların da bu dengeyi sağlaya­ cak önemle düzenlenmesi gerekir). Bir taraftan milli tasarruf ve sermayeye layık olduğu teminatı bahşetmek, diğer taraftan banka­ ların sarsılmaz temelin üzerinde inkişafına hız vermek ülküsü ile bu kanun layihası (yasa tasarısı) sunulmaktadır."

MERKEZDEN KONTROL ÖZEL KESİME GÜVENCEDİR Tasarrufları toplanır, kullanılır hale getirmeyi, bunlar üzerindeki ekonomik kontrolü kurumlaş­ tırmayı amaçlayan bu üç yasa da o İktisat Vekaletince hazırlanmıştır. Normal olarak Maliye'nin işi olması gereken bankacılık sisteminin derlenip toparlanışını İktisat Vekaletinin düzenlemesi, bir yönüyle, İktisat Vekilinin, yerli bankaların en büyüğü olan İş Bankası ailesinin önemli bir üyesi olmasıyla açıklanabilir. Fakat, öteki yönüyle de İktisat Vekaleti'nin öncelikle özel kesim yönün­ den kazandığı merkezi kontrol gücünü gösterir. 1 930'da başlayan buhran yıllarına kadar, ekono­ mide merkezi kontrol pek söz konusu olmamıştır. 1 930'dan sonra ise, bu kontrol buhranı yöne­ tebilecek ölçüde yürütülmüştür. Kontrolün gelip dayandığı nokta, 1 932'de, daha önceki rahat yıl­ larda özel kesime verilmiş olan rantları yeni sermaye birikimi için devlete aktarmak olmuştur. Fa­ kat 1 933'ten sonra, ekonominin yönetiminde merkezi kontrol yavaş yavaş sistemleşmeye başlar. Ekonominin yönetimi, gitgide doğrudan kontroller kurarak ve bunları geliştirerek yapılmaya baş­ lanır. Milli iktisadın eriştiği yeni aşamada kontrol merkezi İktisat Vekaleti'dir. "İktisadiyatımızı gelişigüzel bir cereyana bırakmak, bugünkü zaruretlerin icaplarına (zorunluluk­ ların gereklerine) hiç uymaz. Onu pek sıkı bir kontrole tabi tutmak lazımdır. Bu kontrolü ancak ve yalnız devlet yapabilir."

326 ikinci kısım: türkiye

İş Bankası'nın en önemli ve deneyimli yöneticisi olan Siirt Mebusu Mahmut Bey'in (Soy­ dan) 1 933 sonlarında Milliyet gazetesinde yazdıkları, o günlerde özel kesim için sürpriz değildir. Özel kesimin düşüncesi budur. Celal Bey'in güvencesindeki bir merkezi kontrol, yerli sermaye bi­ rikiminin sağlama alınmasında en etkili yöntem olarak düşünülmektedir. O yıllarda, özel kesimin ne güvence getireceği belli olmayan bir liberallikten çok, bir güdümlü ekonomi içinde güvence arayışı ve isteyişinin örnekleri çoktur. "Meşrutiyetin son devrelerinde ve bilhassa umumi harbin (dünya savaşının) son senelerinde bazı iktisadi teşebbüslerde milli iktisat mefkuresi (ülküsü) tesisine (kurulmasına) uğraşılmış ise de, umu­ mi harbin bir felaketle nihayet (son) bulması üzerine ani tarzda (birden) meydana getirilen bu teş­ kilat da kısa bir zaman zarfında yıkılmıştır. Milli iktisat mefkuresi Türkiye' de milli hükümetle doğmuştur. Lozan muahedesiyle memleke­ tin her sahada iktisadi bütünlüğünü temin etmiş olan milli hükümet milletin iktisadi hayat ve faa­ liyetiyle yakından alakadar olmuş (ilgilenmiş) ve daha ilk kuruluş devresinde memleketin iktisadi hayatının tezahüratında (ortaya çıkışında) nazımlık (düzenleyicilik) rolünü ifa etmek üzere İktisat Vekaleti unvanı altında müstakil (ayrı) bir vekalet tesis eylemiştir ... İktisat Vekaletinin bugün her zamandan daha ziyade (çok) teşebbüs ve say (emek) erbabına fa­ ideli bir surette rehber olmaya çalışması ( ... ) icap etmektedir. Bu teşekkül, iktisadi mesaisinde (ça­ lışmasında) memleketin kudretli ve bilgili bir erkan-ı harbiyesi (genelkurmayı) vazifesini üzerine alacaktır. "

1 934 yılı başlarında İktisat Vekaletinin Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında bir kanun tasarısı hazırlanmıştır. Vurgu, ilginç bir biçimde, "milli iktisat" üzerinedir. Gerekçesinde dile getirilen, "te­ şebbüs ve say erbabına rehber olmak" ekonominin, hem akılcı, hem kontrollü bir biçimde yeniden örgütlenmesiyle gerçekleşecek bir şeydir. Bu gelişmeleri yakından ve sempatiyle izleyen bir yazar, Ahmet Şükrü Bey (Esmer) 1934 Şubat'ında o günlerde iş çevrelerine yakınlığı ile bilinen Milliyet gazetesinde tasarlanan ya da arzulanan yönetim ve kontrol modelini şöyle anlatır: "Mahmut Celal Bey (Bayar) memlekette müstahsili (üreticiyi) ve tüccarı teşkilatlı hale (örgütlü du­ ruma) getirmek esbabını (nedenlerini) tetkik ve tespit etmiş (incelemiş ve saptamış) olduğunu söy­ lemiştir. Amerika'nın iktisat tarihini tetkik edenler, bu memleketin hakiki reorganizasyon ve rejeneras­ yon devresini açan Hoover'in mesaisiyle Celal Bey'in fikirleri arasında büyük benzerlik görürler. Hoover de ticaret nazırı olduğu zaman, Amerika teşkilatını bu nezarete terettüp eden vazifeleri ifa­ dan aciz (bakanlığa düşen görevleri yapamaz) bir halde görmüş ve Celal Bey'in bugün daha mü­ kemmel olarak tuttuğu yoldan yürümüştür. Amerika'daki kooperatif birliklerinin doğuş ve inkişafını, Almanya'daki kartellerin doğumu­ nu, Fransa' da sendikaların tarihini, İngiltere' de 'concern'leri hatıra getirenler Türkiye' de de bu ih­ tiyacın duyulmuş, yani, memleketimizin iktisadi sahada rüştünü idrak etmiş (ergenliğini kanıtla­ mış) olduğunu anlamaktan büyük haz hissederler."

Ahmet Şükrü Esmer'in yazısı ilginçtir. Türkiye'de, o tarihte, iş çevrelerine ve onların görüş­ lerine bağlı kalem sahiplerinin, Amerika'da Roosevelt'le başlamış önemli değişikliklere değil,

dördüncü bölüm: .. bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

327

Hoover'in simgelediği, eskide kalmış kapitalizm şablonlarına bağlı kalmayı sürdürdüklerini yan­ sıtmaktadır. Ciddi bir yazar olan Esmer bile bu çerçevenin dışına çıkamamaktadır. Faize tavan koymak, krediyi ucuzlatan bir kontroldür. Bu, para piyasasının yerli sermaye birikimi için kolaylık sağlaması demektir. Özel kesimin sevdiği bir kontrol türüdür. Mal piyasalarında fiyatlara taban ve tavan koymak veya tek fiyat saptamak ise, özel kesi­ min sevmediği bir kontroldür. Özel kesim düşük faizle rahatlar, fakat düşük veya sabit fiyatı sev­ mez. Böyle bir fiyat, onun birikimini yavaşlatır. Öte yandan, fiyat, özel kesime sağlanan teşvik, ayrıcalık, koruma gibi destek araçlarının yapışık kardeşi olur. Bu araçların çoğalması ve fiyatla­ rın da yükselmesi sermaye birikimini artırır. 1 927'den sonra zaman zaman yapılan eklemelerle gelişen Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun mantığı, fiyatların denetlenmesine aykırıdır. Fiyatların serbestliği özel kesim için en değerli des­ tekleme aracı sayılır. Ancak, bir başka olgu vardır ki, o da şudur: Sanayi büyüdükçe, fiyatların serbestliği ona eskisi kadar rahatlık vermez. Çünkü, serbestlik iki ucu da açık olan bir şeydir: Da­ ha yüksek fiyatlara kavuşmak iyidir. Fakat, her an daha düşük fiyatlara sahip yeni yetme rakip­ lerin ortaya çıkması hoş bir şey değildir. Bu bakımdan, özel kesim zamanla büyümeye başlarsa, rekabeti sevmemeye, özünde pek sevmediği fiyat kontrolünü ise, için için sevmeye başlar. Fiyatla­ rın üst ucunun açıklığına karşı sevgisi sürerse de, alt ucunu kapalı görmek ona ayrı bir rahatlık verir. Fakat, şu temel koşul değişmemektedir: Ekonominin "merkezden" kontrolü, onun bu gü­ dülerini bilen ve benimseyen ellerde olmalıdır. "Türkiye sınai mamulatı maliyet ve fiyatlarını dünyanın en müsait (uygun) maliyeti seviyesine in­ dirmek ilk hedefimizdir. Bunu derhal temin edebilmemize mani sebepler malumdur (hemen sağla­ mamıza engel olan nedenler bilinmektedir). Fiyat ve maliyet kontrolünü, binnetice (sonuç olarak) yalnız müstehlikin (tüketicinin) menfaati çerçevesinden değil, rasyonel bir sanayi hayatı ve ölçülü ve semereli (verimli) bir himaye ve tutunmuş, yerleşmiş büyük sanayi cereyanı ve inkişafı temini (gelişmesinin sağlanması) noktasından da zaruri bulmaktayız."

Endüstriyel Mamulat Maliyet ve Satış Fiyatlarının Kontrolü Hakkında Kanun tasarısı­ nın gerekçesi İktisat Vekaletince 1 936'nın ilk aylarında yazılıyor. Bu acaba büyük sanayinin aradığı ve özlediği bir kontrol müdür? Böyle bir konuya daha çok tarih araştırıcıları ışık tuta­ bilirler. Burada dikkat çekici görünen şey şudur: 1 930'larda devletçilikle yan yana gelişen mil­ li iktisadın yeni aşamasında, 1 9 36'da, ekonomiyi merkezi kontroller kurarak yönetme noktası­ na gelinmiştir. Örneğin, Bayar'ın yönetimindeki İktisat Vekaleti, aynı tarihli bir başka tasarıy­ la dış ticareti de denetime almaktadır. Kısacası sanayi fiyatlarının kontrolü, sermaye birikimi­ ni yavaşlatmaksızın özel kesimin işleyişine bir çekidüzen verme, kural getirme havasını taşıyor. Özel kesimin gelişmesi, fiyatların serbestliğine ('anarşisine') bırakılmayacak kadar önemli gö­ rülmüştür. 1 930'ların, yeni bir yatırımcılık ve işletmecilik çağı açan devletçilik çizgisi, belirli bir disip­ lin ister. Çünkü, bu yeni bir birikimdir. Merkezi bir plan, program anlayışı bu birikimin niteliği-

328 ikinci kısım: türkiye

ne uygundur. Ancak, ekonomide 1 930'lar bundan ibaret sanılırsa, işin önemli bir boyutu gözden kaçmış olur. O da milli iktisatı elden bırakmamaya çalışan özel kesim boyutudur. Orada, henüz geri kalmışlık düzeyinde de olsa, kapitalizmin gelişme özellikleri yaşanmaktadır. Buna, kendi için­ de çelişkilerini barındıran "bir bütün" olarak bakmak aydınlatıcıdır. Orada, merkezden yapılan kontrolleri sevenler ve sevmeyenler, fiyatların serbestliğini arzulayanlar ve arzulamayanlar, teş­ viklerden yararlananlar ve yararlanmayanlar bir arada yaşarlar. Güçlü olanlar, günün koşulları­ na uyum sağlamaya önem vererek büyüyebilenlerdir. 1 930'ların koşulları, kapitalizmi farklı bir tiyatro sahnesinde seyredebilme ve bu sayede daha iyi kavramaya hizmet etmiştir. Kapitalizmin, fiyatların serbestliği gibi (kitaplarda anlatılan) otomatik ve pek özel bir koşula bağlı olmaksızın ve pek aykırı koşullarda daha köklü geliştiği görülebilmiştir. 1 934-35'ten sonra, İktisat Vekaleti bunun içinde yaşamaya başlıyor. 1 930'ların koşullarında teşvikin kah zıt, kah uyumlu kardeşi olarak görünen fiyat kontro­ lü, yönetim için yeni bir iştir. Geçmişte pek uygulaması yoktur. Hedefi saptamak da her zaman kolay olmayacaktır. "Eğer bir fabrika, teessüs etmiş (kurulmuş) diğer fabrikaları, veyahut tabiatın (doğanın) kendisine verdiği müsait (uygun) damarlara istinaden (dayanarak) kolay istihsal (üretim) yapan bir maden ocağı diğer tarafta daha az müsait şeraitle (koşullarla) teşekkül etmiş olan diğer maden ocaklarını batırmak maksadıyla, hatta zarar ederek, meydanda tek kalmak için, rakiplerini öldüresiye vur­ mak emeliyle bir fiyat kırmasına başlarsa müsaade etmeyeceğim ( izin vermeyeceğim). Bu şeraite gö­ re, yalnız asgari ve azami fiyat değil, tek fiyat tespiti imkanının da hükümetin salahiyeti dahilinde (yetkisinde) olmasını arzu ediyorum. İcabına (gereğine) göre hem asgari, hem azami, hem tek fiyat koyabilmeliyiz. Amerika'da da bu suretle tatbik edilmektedir. Biz fiyat kontrolü meselesine yeni giriyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Fiyat kontrolü koymak için bir mecburiyet hissettik (zorunluluk duyduk). Bize bu mecburiyeti duyuran noktalar, memlekette sanayiin vücuda gelmesi için alınan sıkı tedbirlerin neticesidir. "

İktisat Vekili Bayar'ın 1 936 Mayıs'ındaki bu konuşması, merkezden kontrollü bir ekono­ mi kurmanın her sorunun çözümünü kolaylaştırmak demek olamayacağının izlerini taşıyor. Bir­ birinden oldukça farklı ve çeşitli amaçları, merkezden kontrollü bir ekonomiyle gerçekleştirmeye çalışmak zor olabilir. Yönetim bunlardan bazılarını seçmek ve ötekileri bir yana bırakmak zorun­ da kalabilir. Ekonominin içinden ve dışından birçok çevrenin, birçok etkenin merkezden kontro­ lü isteyişi, öncelikle kendi isteklerinin gerçekleştirileceğini sanmaktan ileri gelebilir ve böyle bir ekonomi kurulurken, daha sonraki gelişmelerin ne olacağı da pek kestirilemez. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, 1 939'da, yeni bir durum değerlendirmesi yapıldığı anla­ şılıyor. Şöyle bir gözleme rastlanıyor: 1 933'ten sonra özel kesime verilen teşvikler o tarihte kuru­ lu bulunan sanayiye tekelimsi ayrıcalıklar yaratmıştır. Bu durum birkaç yıl sürünce fiyatları yük­ seltmiş ve öyle bir noktaya gelinmiştir ki, tek çare merkezden fiyat saptamak ve bunu denetlemek olmuştur. Bu ise, özel kesimin sermaye birikim alanını dar tutmuştur:

dördüncü bölüm: .. bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

329

"Teşvik-i Sanayi Kanunu toplu çalışan küçük sanatlardan başlayarak en büyük sanayie ka­ dar her sınai teşebbüse derece derece muafi­ yetler bahşederken (2261 Sayılı Kanunla) yeni tesis olunacak sanayi, ancak o sanayi şubesin­ de fazla istihsal olmamak şartıyla muafiyetler­ den istifade eder (yararlanır) bir hale getiril­ miştir. Bu madde hükmünün yerine getirilmesi­ nin imkansızlığı kolaylıkla anlaşılabilir Takri­ bi (yaklaşık) hesapla dahi sürprodüksiyon (aşırı üretim) hesabı yapmanın kolay almadığı bedihidir (besbellidir). Bu kanun maddesinin mühim bir kısmı tatbikata geçememiş, asıl mühim büyük sanayi şubelerinden birkaç ta­ nesi de resmi veya yarı resmi birkaç müessese­ ye inhisar etmiş (birkaç kurumla sınırlanmış) ve hususi teşebbüsler de bu sahada, beklenilen inkişafı (gelişmeyi) gösterememiştir. İstihsal fazlasının sanayie mevzu (yatırıl­ mış) sermayede yapacağı tahribatı (yıkımı) ön­ lemek maksadıyla konulan fazlai istihsal taki­ yidatının (aşırı üretim sınırlamasının) mukabe­ leten doğuracağı eşya pahalılığını karşılamak üzere tesisi tavsiye olunan (kurulması salık ve­ rilen) fiyat murakabe ve narh usulü de bekle­ nen neticeyi vermemiştir. Maliyet ve normal kar hesapları gibi çok karışık ve zor işleri tetkik edecek teknik bilgi­ li ve salahiyetli teşkilatla, fiyatların iktisadi hayat üzerindeki tesirlerini hassasiyetle hesap­ layacak tetkik büroları bulunmadıkça, fiyat kontrolünü tesis etmek hiçbir zaman müm­ kün olamazdı. Hususi teşebbüsün yeni sanayi işlerine gir­ mesine mani olan ve eski sanayie imtiyaz ve­ ren bu kanun (226 1 ) , hayatı çok pahalılaştır­ mış ve hususi teşebbüsün giremediği sahada devlet sanayii kurmak zarureti de Maliyenin yükünü çok ağırlaştırmıştır. Bu suretle hususi teşebbüsün girmesi arzu edilen sanayi şubeleri­ ne devlet sermayesinin müdahalesiyle şahsi te­ şebbüse yer vermek umdesi (ilkesi) makus isti­ kamete (ters yöne) sevk edilmiş ve hususi teşeb­ büs bertaraf edilmek (kenarda bırakılmak) su­ retiyle devletçilik siyaseti zorlanmıştır."

Ramiz Gökçe'nin T.C. Merkez Bankası'nın kurulmasından sonra Akbaba'da çizdiği bir karikatür (1929): "Devlet bankası ltalyan sermayesinin de iştirakiyle açılıyor... TÜRK PARASI (lngiliz lirasına) - Haydi bakayım, in aşağı..." (Kaynak: Karikatürkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923-2oo8, Turgut Çeviker, NTV Yayınlan, lstanbul, 2010).

330 ikinci

kısım: türkiye

1 939 Haziran'ında Teşvik-i Sanayi Kanunu ile verilmiş bağışıklıklardaki değişiklikleri an­ latan bir İktisat Encümeni görüşü, özel sermaye birikimini destekleyen politika çizgisinin nasıl merkezden kontrollü bir ekonomiye yöneldiğini dile getiren bir kısa öyküdür. Özellikle son pa­ ragraf, iyi yönetilmemiş bir karma ekonomi politikasının eleştirisi gibidir. İktisat Vekaletinin ekonomiyi gitgide daha çok merkezden yönetmeye dönük çalışması, özel kesime verilen teşvik, bağışıklık, koruma gibi desteklerle çelişmez, bunlara engel olmaz. Böy­ le oluşunun nedenlerinden birisi sermayenin yabancı değil yerli ellerde birikmesi yolundaki istek­ lerin 1 930'larda zayıflamak yerine daha da güçlenmesidir. Yabancıların ülkedeki ayrıcalıklarına son vermek için atılan her adım, sonuçta yerli sermaye için birtakım nimetler yaratır. Bunların ya­ nı sıra, yerli sermayeyi özellikle destekleyen uygulamalar da gündemden eksilmez. "Birçok memleketler küçük sanat, ticaret veya bir kısmı hirfet (sanat) veya mesleğin icrasını (yürü­ tülmesini) kendi vatandaşlarına hasr-ü tahsis eylemektedir (sadece kendi vatandaşlarına vermekte­ dir). Bizde de görülen lüzum ve ihtiyaç böyle bir kanunun tedvini (yasalaştırılması) zaruretini his­ settirmiş ve halihazır iktisadi vaziyet dolayısıyla (bugünkü ekonomik durum nedeniyle) bu hususa bir kat daha ehemmiyet verilmektedir."

Türkiye'de Ecnebi Tebaası (Yabancı Uyruklular) Tarafından İcrası Memnu (Yürütülmesi Yasak) Sanatlar Hakkındaki Kanun, 19 32 başında hazırdır. Bunu tamamlayan daha kapsamlı bir yasa da 1934 yılı başlarında hazırlanır: Müzayede ve Münakasa Kanunu, yani, arttırma ve eksilt­ me yasası. Yabancı uyrukluların Türkiye' de iş alma olanakları bununla biraz daha sınırlanmıştır. İş alabilme bakımından artık yabancılar yerli iş sahipleriyle rekabet edemezler. Ancak, yönetimin verebileceği özel izinlerle iş alma şansları olabilir. Bu uygulama, 1 930'lu yıllarda birçok ülkede benimsenen esaslardan farksızdır. Yerli sermayeye verilen destek en çok teşvik-i sanayi ekseni çevresinde oluşturulur. Bu iş İktisat Vekaletinin görevidir. En çok başvurulan teşvik yöntemi vergi bağışıklığı olur. Özel ke­ sim vergiden bağışık tutulmayı sever. Vergi mükellefi olma niteliği zayıfladıkça, işinin çapını genişleteceğini ifade eder. Ayrıca, ithalat yapmayı sever; fakat ithalat yaparken gümrük öde­ mekten hoşlanmaz. Gümrük resmi veya vergisi ödemezse, hem istediği malı bulmuş, hem de kendi üretim maliyetini düşük tutmuş olacaktır. Teşvik-i Sanayi Kanunu, 1 930'lu yıllar ilerle­ dikçe bu mantığa göre birkaç kez değiştirilir. 1 9 3 8 yılında bu teşviklerin biraz daha yoğunlaş­ tığı görülür: " Halen Teşvik-i Sanayi kanunundan bilistifade (yararlanarak) gümrük resminden muaf olarak it­ hal edilen ve bu sebepten dolayı muamele vergisi vermeyen makinelerden bu kere muamele vergisi alınması lazım gelip, halbuki sanayi ve maadinde müstamel (sanayide ve madencilikte kullanılanı ve memleketimizde imal olunmayan her türlü makine, alat ve edevat ve bunların yedek ve tecdit (yenileme) parçalarından muamele vergisi alınmaması iltizam edilmektedir."

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferter, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

331

1 938'de muamele vergisinde yapılan değişiklik, teşvikleri sanayide yoğunlaştırmaktadır. Aynı yıl, Teşvik-i Sanayi'de yeni düzenleme yapılır: Sanayi artık eski bağışıklıklarla korunmaktan gümrük tarifesiyle korunmaya doğru adım atmalıdır. "2261 'in (Teşvik-i Sanayi Kanununu 1 933'te, Sümerbank Kanunu çıkarken yenilemiş olan yasa) 1 . ve 2 . maddelerine tevfikan (dayanarak) tanzim edilen beş senelik hammaddeler muafiyet cetveli 1933 yılından beri tatbik edilmekte olup, bu cetvelin hükmü 1 937 mali yılı sonunda nihayet bula­ caktır. Tanzim edilecek olan yeni beş senelik hammaddeler muafiyet cetveli yerine asgari (en dü­ şük) gümrük tarife listesinin tanzimiyle (düzenlenmesiyle), Teşvik-i Sanayi Kanunu'ndan istifade etmeyen sınai müesseseleri de muafiyet çerçevesi içine almak ve bu suretle himayeyi daha geniş mikyasta sanayie teşmil etmek (yaymak) ve makine alat ve yedek aksam muafiyetinin kaldırılarak, yerine bunları asgari bir gümrük resmine tabi tutmak düşünülmüştür. "

Kısacası, bağışıklıklardan ve korumalardan oluşan devlet desteği, 1 930'larda zaman za­ man artar. Fakat, o artışlarla birlikte ekonomide kontrol de merkezileşir. Merkezden kontrol, bu yönüyle bu desteklerin ileri aşaması gibi ortaya çıkar. Sermaye birikiminin de, ekonominin gün­ lük dengelerinin de güvencesi gibi görülür. ATEŞTEN GÖMLEK: EMEK-SERMAYE İLİŞKİLERİ :\filli iktisadın oluşturulmasında en çetin ve çapraşık sorunlar, emeğin hakları ve çalışma koşulla­ rı alanında yer alır. Burada iş, devlet ile özel kesim ilişkilerini düzenlemek, özel kesimi destekle­ mek veya frenlemek gibi değildir. Devlet ile özel kesim ilişkileri, şu ya da bu biçimde er geç bir çö­ züme kavuşur. Emeğin hakları ve çalışma koşulları alanına geldiğiniz zaman, konu, toplumda sı­ nıflar dengesidir. Bu dengenin nasıl ve hangi çizgide kurulacağıdır. 1 920'li yılların koşullarında, Cumhuriyet yönetimi için ekonomide öncelikli olan şey yerli ellerde sermaye birikimidir. Birikimin, eskiden olduğu gibi yabancı ellerde toplanacağı bir ekono­ miye dayanarak yeni bir devlet kurulamayacağı düşünülmektedir. Ama, yeni devletin fütursuz ve dolu dizgin bir kapitalizmin yaratacağı sosyal haksızlıklar üzerine kurulamayacağı da bilinir. Böylece, yönetimin benimseyeceği yol, yerli sermayeyi kendine bağlı biçimde geliştirmek, fakat bunu bir sosyal hak çizgisi üzerinde tutabilmek olur. Cumhuriyetin ilanından hemen birkaç ay sonra bu yolda adım atılarak bir Mesai Kanunu (Çalışma Yasası) hazırlanmıştır. Fakat, o yıl­ ların ortamında bu konu olgunlaştırılamaz, sonuçlanamaz, uzar ve ertelenir. 1 929'da yerli serma­ yenin gelişmesi yolunda yeni adımlar atılırken, örneğin, "menkul kıymetler ve kambiyo borsası" yasalaşırken, çalışma yasası da yeniden ele alınır. Fakat, yine sonuçsuz kalır. 1 930'da ortam değişir. Milli iktisat anlayışı artık devletçiliğe göre tanımlanacaktır. Bunun siyasal formülü sınıflar dengesine göre oluşturulur. Dengenin çizgisi 1 9 3 1 CHF programının esas­ larından birisi olur. Sınıflara, sınıf çizgisinden uzak durmalarını, toplumda buna göre oluşacak dengeyi kabul etmelerini önerir. 1 930'dan sonraki birkaç yıl boyunca, sermayenin yerli ellerde, fakat devletçiliğin getirece-

332 ikinci

kısım: türkiye

ği çerçeveye göre nasıl birikeceği ekonominin gündeminde en önemli sorudur. Emeğin, çağdaş ça­ lışma haklarına göre bu birikim düzeni içinde yerini alması da aynı gündemin öteki parçası olur. Buna göre İktisat Vekaleti bir İş Kanunu hazırlar. 1 9 32'de yasalaşması beklenir. Ama, özel kesi­ min benimsemediği bu yasa, Meclis'te kalır. 1 930-32 yıllarında, özel kesim, gelişmekte olduğu hissedilen devletçilik ile yürürlüğe gireceği anlaşılan bir çağdaş çalışma düzeni arasında kalmış ve sıkışmış görünür. İkisini de kabul etmemektedir. İkisi de, özel kesimin gerek eskiden beri, gerek 1 920'lerin milll iktisat yıllarında ve oldukça serbest koşullarda kazandığı sermaye birikimi alış­ kanlıklarıyla bağdaşmamaktadır. Düğüm, Mustafa Şeref Bey'in 1 932 sonbaharında vekillikten ayrılışından sonra çözülür. Bu noktadan sonra, özel kesim çevreleri CHF programının sınıflar dengesi anlayışını kabul etmiş görünürler. Çünkü, 1 933'ten başlayarak, sermaye birikiminin ilkeleri ve özel kesimin birikimden alacağı pay belli olmuştur. Çalışma düzeni de artık buna göre oluşturulacaktır. İş Kanunu yeni baştan ele alınır. Bu kez, kanunu özel kesimin görüşlerine yabancı kalmayan Ali İktisat Meclisi (Yüksek Ekonomik Kurul) hazırlar. Şüphesiz, işin asıl sahibi İktisat Vekaletidir. 1 934 sonlarında tasarı tamamlanır; 1 935'in Mayıs'ında hükümetten çıkmıştır. Halil Menteşe, 1 935'in Mayıs'ında, İş Kanunu tasarısı hükümetten çıkıp Meclise gönderi­ lir gönderilmez konu üzerinde şöyle konuşuyor: "Mesele, bir an evvel sulh-ü içtimai istihkamını (toplumsal barışın sağlamlığını) köylerde ve köy yuvalarında kurmak meselesidir. Binaenaleyh, köylünün sendigalize olarak ( ... ) umumi bir teşkilat (geniş kapsamlı bir örgüt) içine konması meselesidir. Avrupa' da bu suretledir. Biz de bunu bugün­ den itibaren nazar-ı dikkate almaya mecburuz. Çünkü, memleket sanayileşiyor. Çünkü fabrikalar çoğalıyor. İnşallah birkaç sene sonra yüz binlerce ameleyi birleştirecek fabrikalar göreceğiz. Onun için, hakikati anlayıp evvelden tedbir alırsak, memleketi beynelmilel cereyanların tesirlerinden kur­ tarmak için tedbirlerimizi evvelden almış bulunuruz. Mühim bir devlet meselesi üzerindeyiz. Bugün dahi memleket amelesi komünistlikle malul olmaya (sakatlanmaya) başlamıştır: Geçen gün kütüp­ hanede idim. Birkaç genç oraya geldiler. Hepsi komünistlik eserleri arıyorlardı, Sordum, mektep muallimleri dediler. Bunun için, devlet arbitr (hakem) rolünü daima sıkı tutarak sosyal kanunları takdim etmelidir demiştim. Nitekim İş Kanunu gelmiştir. Bu amele kısmına ait olan tedbirleri al­ makla, bilhassa beynelmilel cereyanlara karşı memleketin en kuvvetli istihkamını (koruyucu düze­ nini) çiftçide bulacağız ve onun için çiftçinin ferdiyetçi ruhu üzerinde tedrici surette (yavaş yavaş) işleye işleye bunu kafasında toplamaya çalışılmalıdır. Biz mademki milliyetçiyiz, mademki mülkiyetçiyiz ve bunda fayda görüyoruz ve bunlarda mu­ sırrız (ısrarlıyız). O halde beynelmilel cereyanlara karşı memlekette bir sulh-ü içtimai müessesesi (toplumsal barış kurumu) yaratmalıyız."

Menteşe'nin asıl vurguladığı şey, köylü ve işçilerin sınıf çizgisinden uzak tutulmalarıdır. Özellikle, işçilerin sınıf bilinçlenmesine karşı, büyük köylü kitlesinde bir çiftçi bireyciliğinin göze­ tilmesi, desteklenmesidir. Menteşe, Çarlık Rusya'sının Stolyipin'i ile ortak düşüncelerin sahibidir. Yani, sosyal alanda bilinçlenmenin önlenmesi, buna göre bir kontrolün sağlanmasına büyük önem vermektedir. İş Kanununun 1 936'da yasalaşmasından bir yıl sonra, 1 937 Mayıs'ında da bu

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferter, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

333

işin sadece bir tek yasaya bırakılmayacak kadar önemli ve sürekli olduğunu söyleyecektir. Sanayi geliştikçe, sermaye birikimi arttıkça, işçilerin haklarının somutlaşacağını ve bunun bir bilinçlen­ me ortamı yaratacağını bilmektedir: "Amele meselesi bugün bütün dünya devletleri için en mühim meselelerden biri mahiyetini almış­ tır... Bilhassa 19. asrın ikinci nısfından (yarısından) sonra büyük endüstri hareketleri başlayınca büyük sermayeler teraküm etti (birikti). Bu, mevcut müsavatsızlığı (eşitsizliği) daha da arttırdı... Gittikçe toplanan amelede yavaş yavaş sınıf konsiyansı (bilinci) uyanmaya başladı ve bu tekerrür ede ede (gitgide çoğalarak) bütün devletlerin üzerinde müessir ve mühim kuvvet halinde Avrupa'nın bünyesinde (yapısında) büyük bir ihtilal mukaddimesi (devrim eşiği) olarak harekete geçmiş bulu­ nuyorlar. Bunu, şunun için tebarüz ettirmek (belirtmek) istiyorum ki, bu bizim için ders olmalıdır. Ame­ le cebren (zorla) hakkını almıştır. Amele cebren hakkını alınca, cebren tatbikine geçmiştir. Amele­ nin bu vaziyeti birtakım demagogları istismar ederek amele sınıfları tahakküme geçmeye başlamış ve devletlerin başına bela olmuştur. Biz bu dereceye varmamak için mademki hızlı yürümeye başlamış bir milletiz, amele kitleleri her sene onar, yirmişer bin artmaktadır. Tarihin bu dersini arz eylemek ve İktisat Vekili arkadaşı­ mızın nazar-ı dikkatini celbetmek (çekmek) istiyorum. Amelenin hakkını zorla alması, devleti 'de­ vanse' eder. Bunun için sosyal kanunları bir an evvel ikmal etmek (tamamlamak) ve sosyal tedbir­ leri devlet eliyle ve sermayedarlarla amelenin de yardımı ile ikmal etmesi (tamamlaması) ve amele­ nin gerek fabrika içindeki şerait-i sıhhiye ve hayatiyelerini (sağlık ve yaşam koşullarını) ve gerek is­ tikbalini emniyet (geleceğini güven) altına almak için icap eden bütün kanunları hazır etmesini ve tatbikata geçmesini tavsiye ederim. Esasen İş Kanunu ile devlet, bu vazifesine başlamış bulunuyor... Ama bu vadide daha başka yapılacak çok şeyler vardır...

"

Menteşe için, asıl ağırlık merkezi, işçi ve köylülerin bir ortak sınıf bilincine erişmekten uzak kalmalarıdır. Çalışma düzeninin kuruluşunda amaç, bu bilinçlenmeyi durdurmak olmalıdır. Dü­ zenlemeler, bunu gözeterek yapılmalıdır. Halil Menteşe'nin simgelediği görüş yönetimin İş Kanunu'nu getirirken vurgulamaya özen gösterdiği noktalardan daha değişiktir. Yönetim, çalışma haklarında çağdaş ölçütleri önemli de­ recede benimseyen 1932 tasarısını geri çektikten sonra, 1936'da, merkezden kontrolü öngören bir tasarı getirmiştir. Bunun gerekçesinde benimsenen formül ise, "Türkiye amelesi ve işçilerinin ha­ yat ve haklarını ve menfaatlerini göz önünde bulundurarak, say (emek) ile sermaye arasında ahenk tesisine yarayacak hükümler vaz etmek (koymak)"tir. Formül, iki noktaya özen gösterildiği izlenimini verecek biçimde yazılmıştır: Birincisi tüm işçilerin hayatları, hakları ve çıkarları ilk kez yasal güvenceye alınmakta, kurumlaştırılmaktadır. Bu, hem işin zorunlu ilk adımıdır, hem de ekonomik maliyetidir. İkincisi, emek ile sermaye ara­ sında uyum sağlamak bu adımı atmaya bağlıdır ve onunla tutarlı olmalıdır. İşçinin yaşamı, hakları ve çıkarları için ödenecek olan bedel, bu formüle göre, sermaye bi­ rikiminin kaybedilmiş bir parçası sayılmamalıdır. Bunun bir kayıp olacağı düşüncesi, ancak libe­ ral sistemde söz konusudur. Çünkü, orada işçiye hayat hakkı tanınmaz. Bu da, o sistemde sınıflar arası anlaşmazlığın ve çatışmanın temeli olur.

334 ikinci kısım: türkiye

1 936 Haziran'ında, İş Kanunu görüşülürken, Konya Mebusu Ali Rıza Türel'in vurguladı­ ğı şey, getirilen sistem ile liberal sistemin birbirine beyaz ile siyah gibi zıt oluşudur: "Bir adam için 'minimum ekzistans' dedikleri asgari hayat lazımdır. Bu cemiyet içinde yaşayan bir insan çalışsa da, çalışmasa da yaşamak mecburiyetindedir. Cemiyet onu yaşatmakla mükelleftir. 30 lira, asgari hayat ve geçinme vasıtasıdır. Bunu da kesecek olursak, adam ölür. Eğer bugünkü libe­ ral sistemin tahrip edici vaziyetini göz önüne alırsak, işçinin vaziyetine bakmadan o parayı hacze­ derler ve alırlar. Onun içindir ki, bu kanunun esası, muvazenesi bozuk olan yerleri düzelterek say ile sermaye arasında muvazene tesis etmek (denge kurmak) ve icap eden yerlerde işçiyi devlet ka­ nunlarıyla himaye etmektir (korumaktır) . "

Asgari yaşam düzeyini bile kabul etmeyen v e asgari ücreti düşürmek isteyen liberal sistem top­ lumda denge kuramaz. Çünkü, toplumda emek-sermaye dengesini amaçlamadığı için, bunun bedeli­ ni ödemeye de eğilimli ve istekli değildir. İşçi haklarını kurumlaştırmak için adım atmayı gereksiz bu­ lur. Böylece, liberallik yönündeki eğilimler ağırlık kazanırsa, işçi hakları oluşamaz, kazanılamaz. 1 935 yılı, şu bakımdan dikkat çekicidir: Türkiye'de kurulmakta olan sistemin liberal sis­ temle, adeta akla kara gibi farklı olduğu, o güne kadar yapılmayan biçimde her fırsatta, her alan­ da vurgulanmaktadır. Liberal sistem ile kastedilen şey, kapitalizmdir. Kapitalizmin çalışma yaşa­ mındaki başıboş ve hoyrat uygulamaları, bu ak-kara farkını anlatmakta bol bol kullanılır. Örne­ ğin, eski Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt, 1 935 Haziran'ındaki Ulusçuluk Prensipleri ve İş Hakkı yazısında, özetle "Emeğin hakkını vermeyen ekonomik liberal devletler soyguncu ve işken­ cecidir" der ve bunu şöyle anlatır: "Kemalizm ekonomsal işlerde devletçi olduğuna göre, iş hakkında, işçinin durumuna yabancı ka­ lamazdı ... Ulusçuluk ve demokrasi, elde asa ve keşkül, omuzda kaplan postu ve boynuzla liberallik havalarını üfleye üfleye sokak köşelerinde safları avlamak değildir. İşe payını vermeyen siyasal kurumlar, zamanımız anlamıyla birer soyguncu çetesinden başka bir şey olamazlar, Kemalizmin prensipleri Türk devletini böyle çirkin bir durumdan koruyabilir. Engels diyor ki: Bir gün gelecek, işe payını vermeyen ekonomsal liberal devletler, hani şu eko­ nomsal liberalliğiyle gurur duyan siyasal kurumlar, müzelerde işkence aletleri sırasına konacaklar­ dır. Yarının insanları, bunları tıpkı bir balta, bir satır, engizisyonun kol bacak kıran bir tekerleği, göz çıkaran bir çivisi gibi seyredeceklerdir. Ben komünist değilim. Siyasal inançlarım Kemalist prensiplerdir. Türk doğdum, Türk ulusçu­ su olarak öleceğim. Fakat, tarihin yürüyüşünde işe değer payını vermeyen devletin sonu, Engels'in dediği gibi olacaktır. Kemalizm yene yene ilerliyor. Ve biz durmadan ilerliyoruz. "

1 936 yasası, işçinin yaşam hakkını devlet güvencesine alır, çalışma haklarını ve çıkarlarını kurumlaştırmayı kabul eder. Bunların karşılığında, işçi de, grev hakkından vazgeçmiş, sözleşme hakkını geniş ölçüde merkezi kontrole bırakmış olur. İşçinin bu hakları bırakması, daraltılmasını kabul etmesi, sermaye sahipleri için birikim güvencesi olarak görülür. Sermaye çevreleri de, bu güvence karşılığında kendilerini sıkıya sokacaklar, işçi haklarının bedelini eskisinden daha yük-

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

33 5

sek maliyetlerle ödeyeceklerdir. Yüksek maliyetin, yani yüksek ücretlerin sınırı ise merkezin kon­ trolüyle çizilecektir. Bunu, İş Kanununun yürürlüğe gireceği 1 937 Haziran'ından az önce İktisat Vekili Bayar belirtmiştir: "Bu kanunun amele için ne kadar faydalı olacağı, tatbike geçildikten sonra anlaşılacaktır. Yalnız ufak bir endişem mevcuttur: Bunu burada valilerimizin ve bu işte çalışan hükümet memurlarımızın nazar-ı dikkatini celbetmek için söylüyorum: İş Kanununun tatbiki memlekette ayrıca bir hayat pa­ halılığına vesile teşkil etmemelidir. Eğer bu noktada kafi derecede kül halinde hassasiyet (tümümüz duyarlılık) göstermezsek, böyle bir yanlışın husule geleceğinden endişe etmekteyim. "

1 932 tasarısını geri çeviren özel kesim, 1 936 yasasına karşı çıkmaz. Buna, "orta şekerli" bir kabul demek daha doğrudur. Anlaşıldığına göre, özel kesim için güven verici olan nokta, mer­ kezi kontrolün sağlanmış olması ve iş ilişkilerinin merkezden düzenlenecek yasaklar ve uzlaşma­ larla işleyeceğidir. Özel kesim çevreleri işçi hakları için vaktin erken olduğunu düşünürler. Henüz sanayi ve bunun yaratacağı işçiler ortada yoktur. Bir avuç gibi görünen işçilere, o zamana kadar sağlanmış olanlardan daha geniş hakların verilmesi, sermaye çevrelerinin samimi inancına göre fazladır. Bu, pek açık söylenmez. Sanayi çevrelerinden olmayan, büyük toprak sahibi olarak bu konuda kişisel görüşlerini dile getiren Eskişehir Mebusu Emin Sazak, 1 936 Haziran'ında sanki o çevrelerin söy­ leyemediklerini aktarır: "Bizde amele deyince, müstakil (ayrıca) amele diye bir sınıf yoktur. Amelenin yüzde 90'ı çiftçidir. Bir aylık işi beş amele götürü alır, on beş amelenin yapacağı işi kendisi yapar ... Hiçbirimiz Türk çiftçisinin hayatının ve ıhtiyaçlarının noksan kalmasını arzu eden insanlar değiliz. Hepimiz, suya sabuna dokunmadan ahenge doğru götürecek işi istiyoruz. Bunun (İş Kanununun) çok bozuk yer­ leri vardır. Şimendiferlere, milli müdafaaya kabili tatbik değildir . . . Bu kanunu olduğu gibi kabul edersek devletin başına büyük işler açarız. Bizim memleketimizde amele diye ayrılmış bir sınıf yok­ tur. Nihayet köylüdür. Bu da dokuz ayını köyünde geçirir, üç ay da gelir burada çalışır."

Aslında, Cumhuriyet rejimi için, bu işin zamanı geleli çok olmuştur. Ekonomide, devlet sermaye birikimini başlatmıştır. 1 930'lu yıllarda büyük devlet işletmelerinin kurulması kaçınıl­ maz bir noktaya gelmiştir. Türkiye'de ilk kez, büyük ekonomik kuruluşlar birbiri ardından kurul­ maktadır. Her yıl yenileri ortaya çıkar. Bu tablo devletin en büyük işveren olarak, kapsamlı bir çalışma düzenini savsaklamasını olanaksız kılır. Ayrıca, işin bir başka yönü vardır: Cumhuriyet yönetimi, çalışan sınıfları da kendi siyasal kontrol alanı içine almak ister. Bu bakımdan, belki geç bile kalmıştır. Çünkü, siyasal kontrol fark­ lı bir iştir. Ekonomik gelişmeyi bekleyemez. Ayrı bir zamanlama mantığı izler. Cumhuriyet yöne­ timinin 1 924'ten başlamak üzere, bu yönde yaptığı hamleler de, çalışanların siyasal kontrolünün ertelenmek istenmediğini göstermiştir. Ancak, atılan bir iki adımla önemli bir sonuç alınamamış­ tır. Belki de, işin olgunlaşması zaman almış, 1 9 30'ların ortasına doğru hızlanacak ekonomik ge­ lişmeyi beklemiştir.

336 ikinci

kısım: türkiye

"Hadd-i zatında (aslında), partimizin eski programında esnaf birlikleri teşkil etmek ve bunları par­ timizin eli ile sevk ve idare etmek (yönetmek) hususunda kafi (yeter) derecede bir sarahat (açıklık) yoktur. Esnaf ve işçi birliklerinin teşekkülü hakkında 27 Eylül 1 341 ( 1 925) tarihli bir Heyet-i Ve­ kile kararı vardır: Bütün vilayet idare heyetleri bir zihniyetle bu işlerin tehlikeli olacağını unutup durduk. Tehlikeli diyorum, çünkü parti, Heyet-i Vekilenin esnafa şamil (esnafı kapsayan) kararna­ mesini işçi zümresine teşmil etmek (yaymak) suretiyle muazzam bir kütlenin programsız bir suret­ te sevk ve idaresi mesuliyetini üzerine almış bulunuyordu. Bugün birliklerin vaziyeti ihtilaf ve mem­ nuniyetsizlik (uzlaşmazlık ve hoşnutsuzluk) dolu bir çıkmazın içindedir. Bizim için tehlikeli olabi­ lecek bir silahı onlara vermiş bulunuyoruz. Bugünkü teşekkülü bozmak ve yeniden yapmak lazım­ dır. Yarım tedbirler, fena tedbirler, hiç yapılmamış olan tedbirlerden daha tehlikelidir. "

1 935 Mayıs'ındaki dördüncü CHP kurultayında, İzmir delegesi Dr. Kamuran Bey. parti programının 68. maddesi üzerinde böyle konuşuyor. Madde şöyle demektedir: "Türk işçilerini ve esnafımızı, milletin ana varlığı içinde, o varlık için kuvvet ve fayda verici yolda ve parti programında çizilen zihniyetle teşkilatlandırmayı iş edineceğiz."

Dr. Kamuran Bey, o güne kadar sürdürülen siyasal kontrol anlayışının sonuçsuz ve başarı­ sız olduğu kanısındadır. Yönetimin görüşü de bundan pek farklı sayılmaz. Belki de, bu nedenle, partinin 1 9 3 1 kongresi ve programında açık seçik yer almayan bu siyasal kontrol konusu, 1 935'in satırlarında çok belirginleşir. CHP'nin 1 935 programı grev ve lokavtı, sınıf çizgisine gö­ re dernek kurmayı yasaklar. 1 9 3 1 'in, sınıflar arasında denge arayan, sermaye birikiminin daha çok devlet eliyle mi, yoksa devletin özel kesime de geniş olanaklar tanımasıyla mı gerçekleşeceği­ ni tam açıklamayan havası değişmiştir. 1 935'te, sınıf çizgileri kaldırılırken devlet ve özel kesim alanları da biraz daha net tanımlanır. Program, bu üç noktayı birlikte çözmeyi amaçlamaktadır. Sınıf çizgilerinin kaldırılması, devlet ve özel kesim alanlarının olabildiği ölçüde tanımlan­ ması şu sonucu verecektir: Hem siyasal kontrol, hem de ekonomik kontrol birlikte ger­ çekleşecektir. Bu, milli iktisadın 1 935-36'da eriştiği noktadır: "Bizim ve partimizin nazarında sınıf olmadığı gibi vilayet farkı da yok/ur. Bütün Türkiye bir kül­ dür ( bütündür) ve her köşesi, her karışı ayrı ayrı her birimizin öz toprağıdır. İptidai (ilkel) insanla­ ra mahsus (özgü) olan rejiyonalist vatanperverlik (bölgecilik) gibi hareketleri de şiddetle reddede­ riz. Bir nazım (yüksek) ana menfaat biliyoruz: Milli ekonomi menfaati."

Bayar'ın 1 937'nin Mayıs'ında İktisat Vekili olarak dile getirdikleri de, aradan beş altı ay geçtikten sonra, Başvekil olarak okuduğu hükümet programı da siyasal ve ekonomik kontrolün bir arada ve iç içe gerçekleştirilmek istendiğini anlatır: "Fert (birey) tarafından yapılabilecek işlerin, fertlerce yapılmasını himaye ve teşvik edeceğiz (koru­ yacağız ve özendireceğiz). Bu maksatla sanayii teşvik siyasetimizde devam edeceğiz. Fakat, ferdı mesai (bireysel çaba) ve sermayenin bu gün için yetmediği veya gidemediği işlerde, milli korunma-

dördüncü bölüm: "bir vakitler şimendiferler, bankalar, en iyi tarlalar, ecnebilerin elinde idi"

337

nın gerektirdiği hususlarda milli emniyeti ve umumi menfaati temin etmek, ferdi mesai ve sermaye­ nin çeşitlenip büyümesini kolaylaştırmak için devlet iş başına geçecektir. Bu bakımdan Kemalist rejimin karakteri yapıcı ve yaptırıcı olması ve bazı memleketlerde oldu­ ğu gibi mevcut çeşitli sınıflar menfaati arasındaki mücadeleleri uzlaştırmak değil, umumi ve ferdi (genel ve bireysel) çalışmaya ve menfaate hizmet gayesini gütmesidir. "

Milli iktisadın 1 9 3 1 'ten sonra yeni çerçevesini çizerken, önce merkezden yürütülen ekono­ mik kontrol geliştirilmişti. 1 935 CHP programı, bunun ilk siyasal belgesi olur. Aynı program, si­ yasal kontrolün de yeni esaslarını getirir. Bunların içinde milli iktisat bakımından önemli olan iki­ si, işçilerin ve köylülerin Cumhuriyet rejiminin siyasal kontrol alanı içine alınmasıdır. Bunu ger­ çekleştirebilmek için her şeyden önce işçilere ve köylülere haklar verebilmek gerekir. Çiftçiye top­ rak vermek, onu rejimin dayanaklarından birisi yapmayı sağlayacak yoldur. İşçiye yaşam ve ça­ lışma hakları sağlamak da, onu yönetimin çizgisinde tutmanın ilk adımıdır. 1 935 CHP programı, işçinin ve çiftçinin bu haklarını devlet güvencesine alır. Böylece, 1 936 Haziran'ında kabul edilen İş Kanunu, ekonomik kontrolün siyasal kontrolle bütünleştirilmesi için atılan ilk önemli ve somut adım olur. Partinin Genel Sekreteri ve ideologu olan Recep Peker, o sırada bunu dile getirir. Peker'in sunduğu siyasal çerçeve ile Bayar'ın sunduğu ekonomik çerçeve birbiri üzerine oturur: "Evet, bu İş Kanunu iş hayatımızda muvazene kura­ caktır. Bu kanun işçilerin hakkını, milli birlik havası içinde dikkatle kollamakla beraber, yalnız bununla kalmayacak, işveren unsurların da hak ve vazifelerini tespit etmiş olacaktır. Yani, biz bu eserle tek taraflı bir maksat takip edecek yolda değil, hakları ve karşılıklı durumları tanzim edilmiş bir iş hayatı ile milllyetçi ve halkçı bir iş ve çalışma cephesi kuracak yolda yü­ rüyoruz. Bu nokta çok iyi anlaşılmalıdır."

Özetle, 1 935'ten sonra milli iktisat artık bir "muam­ ma " değildir. Bunun nasıl bir sermaye birikiminin içine yerleşeceği, hangi kurallarla işleyeceği belli olmuştur. Dev­ let kesiminin, birikimin motoru olan sanayii geliştirmeyi üstlenmesi her şeyin hareket noktasıdır. Devlet bu motoru tek başına işletmeyip, bunun nimetlerinden yerli özel kesi­ mi de yararlandıracaktır. Böylece gelişen sermaye birikimi­ nin çeşitli süreçleri merkezden kontrol edilecektir. Ekono­ mik kontrol 1 930'larda yavaş yavaş geliştirilmiş, siyasal kontrol de 1 935'te artık ertelenemez biçimde gündemde yerini almıştır. İşte, dünya buhranından İkinci Dünya Savaşı'na giderken Türkiye'de milli iktisadın tablosu, bü-

Uzun yıllar CHP genel sekreterliği, Dahiliye, Mübadele, imar ve iskan, Nafıa vekilikleri ile başbakanlıkta bulunmuş Recep Peker (1889-1950).

338 ikinci

kısım: türkiye

tün bunların bir araya gidişiyle ortaya çıkar. Milli iktisat, bun­ lardan sadece birisi veya ikisi gibi de görünebilir, hepsi gibi de. Milli iktisat, biraz da onu nasıl görmek istediğimize bağ­ lıdır. 1 930'dan sonra, Tür­ kiye'de sermaye birikimini iç pazara yüklenerek gerçekleştir­ mek amaç olmuştur. Stratejinin kalın çizgisi budur. Yoksa, amacın, sermaye yerli ellerde biriksin de, bu nasıl olursa ol­ sun gibi bir düşünceyle akraba­ Karagöz'de "Maliye vekilimiz Avrupa'da gezerken borç para vermek isteyenler peyda oldu" başlığı ile yayınlanan anonim bir karikatür (1927): "AVRUPALI lığı yoktur. Yerli sermayeye ve­ BANKACILAR - Bravo siz Türklere Kaç senedir bir yerden on para borç almadan rilen bağışıklıklar ve ayrıcalık­ yol yaptınız, bina yaptınız, şehirler, kasabalar imar ettiniz. inandık ki ciddi işler lar, kısa sürede sanayileşmeye yapıyorsunuz. ister misiniz size borç para verelim? KARAGÖZ Borç etmek hoş bir şey değil ama madem ki yola, şimendifere, imara harcayacağız, alabiliriz. ve onun toplum ortamına katkı Bana kalırsa çok nazlanmayalım azizim vekil bey (soldan ikinci: maliye vekili sağlayacaktır. Umulan, bekle­ Abdülhalik Renda) (Kaynak: Karikatürkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923nen budur. 2oo8, Turgut Çeviker, NTV Yayınları, lstanbul, 2010). Böylece, yerli sermaye, toptan ve götürü bir biçimde değil, sanayileşme stratejisine yakınlığı ölçüsünde destek görür. " Ferdi mesai ve sermaye"nin hoşgörü ve destek almasında ölçüt, stratejiye yakınlıktır. Kısacası, yönetime göre, sermaye birikiminin alanı sanayidir. Yerli ellerde birikim ancak orada gerçekleşir. 1 935-36'dan sonra, ekonomide canlılık süreklidir. Gelirler ve tasarruflar artar. Bankacılık yavaş yavaş tabanını bulmaya başlar. Yerli sermaye için, birikimin önemli kaynağı devletin işti­ rak (yani, kendi birikiminden özel kesime pay verme) politikasıdır. Bu politika, sanayi-bankacılık ilişkisini birikimin ekseni yapar. Çalışma düzeni de, bu birikime disiplin kazandırıcı, motoru yağ­ layıcı bir etkiye sahiptir... Türkiye ekonomisinde, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, yerli sermayenin canını sıkacak bir şey yoktur. Özel birikimin cüssesi henüz küçüktür; istekleri de devletin sanayi programlarının temposuna, kapsamına göre ayarlanmaktadır. Ekonominin üretim ve iş ölçeği bu programlarla belirlenir. Yine de, özel kesim için, ekonomide devlet-özel kesimler ikilemi kaybolmaz; aklından çıkmaz. Özel kesim desteklense de, desteklenmese de bu ikilem gündemin üst veya alt köşesinde bir yerlerdedir. •••

-

••"

BEŞİNCİ BÖLÜM "Bir Kanş Fazla Şimendifer"

c umhuriyet yönetiminin hiç sönmeyen büyük özlemi demiryollarına kavuşmaktır. "Memlekette her vasıta ile bir karış fazla şimendifer vücuda getirmek, fakat vaziyet her ne olursa olsun bir gün geri kalmamak düsturu (ilkesi) milletin hakiki ihtiyacına tamamen mutabıktır (uy­ gundur) . "

Cumhuriyet rejiminin henüz çiçeği burnunda iken, 1 924'ün Mart ayında konuşan Reisi­ cumhur Gazi Mustafa Kemal'in bu sözleri ile 1 930'un 30 Ağustos'unda Sivas'a erişen demiryo­ lunun önünde konuşan Başvekil İsmet Paşanın sözleri birbirinin aynıdır: "Bana şimendiferde esas politikamın ne olacağını sordukları zaman, 'bir karış fazla şimendifer' de­ miştim. Bence şimendifer politikası her şeyden evvel yeni inşaat politikası idi."

" YAP-İŞLET"LE MİLLİ POLİTİKA OLUR MU? Cumhuriyetin kuruluş döneminin değişmez simgesi olan demiryolları, 1 9. yüzyıl dünyasının bü­ yük icadıdır. Osmanlı yönetimi de demiryollarına yönelmiştir: Fakat işe, kendi olanakları ile giri­ şememiştir. Bunu bir tür "yap-işlet" sistemiyle yabancı şirketlere ayrıcalıklar vererek yaptırabil­ miştir. 1 934'ün Ağustos'unda, bu kez Elazığ'a varan demiryolunun önünde Nafıa (Bayındırlık) Vekili Ali Bey (Çetinkaya) işin geçmişini şöyle özetliyor: "Türkiye'de ilk demiryolu, Kırım Muharebesinin ( 1 854) ferdasında ( başlangıcında) görülmeye başlamıştır. Bundan sonra İzmir-Kasaba hatları, Bursa-Mudanya, İstanbul-İzmit demiryolu inşası

340 ikinci

kısım: türkiye

tecrübeleri ve nihayet Anadolu şebekesi gelir. Demiryolu inşa ve işletmesinde bu devirlerde hakim olan sermaye ve bilgi kamilen (tümüyle) yabancıya aittir. Memleket menabii (kaynakları) ve nüfu­ su bu uğurda istismar edilmiştir (sömürülmüştür). Bu devirler şu suretle safahat arz eder (aşama­ lardan geçmiştir):

1 ) Yabancı sermaye ve yabancı el ile demiryolu yapmak, işletmek;

2) Yabancı sermaye ve yabancı bilgi ile yapılan işlere karışmak. Bu iki usul imparatorluk devrinin bütün demiryolu siyasetini hulasa eder (özetler). 3) Yabancı sermaye ve kredi esaslarıyla yapılan işlere Türk dimağ ve kolunun daha geniş işti­ rakıyla (katılmasıyla) demiryolu yapmak ve işletmek. Bu hal, istiklal muharebeleri ve müteakip (daha sonraki) senelere mahsus olup bugün dahi son asarı (örnekleri) görülür. 4) Nihayet Türk parası, Türk dimağı, Türk emeğiyle hem yapmak, hem işletmek. Bu netice ise, ancak Cumhuriyetin bariz feyzidir (apaçık üstün verimidir) . "

Osmanlı döneminde açık seçik görüldüğü gibi, yabancı şirketlerle onların arkasındaki dev­ letlerin ulaştırma davasına bakışı bizimkinden daha farklı olmuştur. Onlar Anadolu'nun ulaştır­ ma işini Avrupa ile Ortadoğu'yu bağlayacak stratejik bir köprü olmaktan ibaret görmüşlerdir. Cumhuriyet rejiminin demiryoluna bakışı tamamen değişiktir. Her şeyden önce doğuyu batıya, Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan bir sistemdir demiryolu. Ana güvencedir. Çünkü, İsmet Paşa'nın deyişiyle "İzmir'in servet ve emniyetinin her tehlikeden azade (uzak) olması, Sivaslının yirmi dört saat sonra İzmir'i müdafaa edecek imkana malik bulunmasıyla" gerçekleşir. Bu olma­ dan başka politikalarda da başarı şansı düşüktür. İş bu çapta ortaya konulunca, demiryolu her şeyden önce bir "milli mesele" oluyor. Milli meselelerde ekonomik maliyet tasası ikinci planda kalır. İsmet Paşa devam ediyor: "Milli devlet için şimendifer ihtiyacı milli vahdet (birlik), milli müdafaa ve milli siyaset meselesi, asırların muhassalası (birikmiş özü) olan milli istiklalin muhafazası (korunması) meselesidir."

Cumhuriyet yönetimi işlere bir strateji ile bakma alışkanlığına sahiptir: Demiryolunu sade­ ce asker ve silah taşıyan bir şey olarak görmek yeterli olmaz. İş daha büyüktür. Çünkü bu, savun­ ma ile ekonomiyi ülke çapında birleştirebilen tek projedir. Anadolu'nun basit tarıma dayanan ka­ palı üretim yapısını değiştirecek bir maniveladır. Gidilmemiş, girilmemiş yerleri kendimiz için pa­ zar haline getirebilir, kendimiz için pazar, kendimizi tanımamız, kendimizle tanışmamızdır. De­ miryolu, ekonomik ve siyasal coğrafyayı kontrol etmeyi ve değiştirmeyi sağlar. Cumhuriyetin hemen başında bu politika çizgisi kesinleşiyor. Birkaç yıl içinde şu anlaşılır: Demiryolu gibi, ucuz ve uzun ömürlü bir altyapı ağı olmaksızın, ekonominin gelişmesi sağlam ze­ mine oturmaz. 1 923'te demiryolu hemen hemen yabancı şirketlerin elinde bulunan hatlar demek oluyor­ du. Ve Cumhuriyetin kadroları, Lozan ve Cumhuriyetin ilanı ile erişilen bütünlüğe henüz varılma­ mışken, demiryolu işine, hatların yabancı şirketlerin elinde olduğu bir tablodan başlamak zorun­ daydılar. 1 922 sonları ve 1 923 başlarında, nasıl olacağı henüz açıklık kazanmamış yeni devlete

beşinci bölüm: "bir karış fazla şimendifer"

341

doğru gidilirken, yeni devletin "şimendifer siyaseti" (demiryolu politikası) açıklık kazanmamıştı. İvedi sorun yabancı sermayenin kurmuş olduğu hatların işletilmesiydi. Bu, savaşın bitip ekonomi­ nin işlemesi demek olacaktı. İşletme sorunu öncelikliydi. Bununla içiçe olan sorun ise, bozulanla­ rın onarımı yanında, yeni hatların yapılabilmesiydi. Ülke uzun savaşlardan çıkmak üzereydi. Ağır maliyetli altyapı yatırımlarına kaynak ayırması çok zordu, olanaksız sayılırdı. 1 923 Nisan'ında demiryolu yapımı Meclis'te görüşülürken, Başvekil Rauf Bey (Orbay) de, İktisat Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) de "yeni demiryolu yapabilecek durumda olmadığımızı, yeni demiryollarının ancak yabancı sermayeye hatların çevresinde verilecek maden imtiyazları sayesinde finanse edile­ bileceğini" vurguluyorlardı. Aynı sıralarda oluşturulan Umur-u Nafıa (Bayındırlık İşleri) Programı da bu çerçevede ha­ zırlanmıştı. Bir bakıma, Osmanlı Devleti'nin 1 8 8 0 ve 1 908 tarihli, aynı başlıktaki yol altyapısının devamı gibiydi. İstanbul Sirkeci'den Avrupa'ya uzanan hat ile (Şark Demiryolları) İstanbul Haydarpaşa'da Bağdat'a uzanan (ve Ankara'ya bir yan hatla bağlanan) Anadolu hattı, şebekenin anadamarı olarak kabul edilmişti. Bir demir ağlar tasarımı henüz doğmamıştı. Bu da doğaldı. İs­ tanbul dışında bir başkent ve yeni devletin buna göre biçimlenmeye başlamasına daha sekiz ay vardı. 1 923'ün sonlarına kadar, büyük altyapıların yapılıp işletilmesinde yabancı sermayenin gi­ rişimci olacağı ve bunu imtiyaz karşılığı yapacağı anlayışı dışında bir görüş ortaya çıkmamıştı. O tarihlerde, 4.000 km.lik demiryolu yapım önerisi ile ortaya çıkan (daha doğrusu, 1 908'den beri ülkenin demiryolu piyasasında teklif sahibi olarak boygösteren) Amerikalı Chester'in projesi hazırmış ve olacakmış gibi görünüyordu (Amerika özellikle 1 865'ten sonra koca arazisini çeşitli mü­ teahhitlerin demiryolu şantiyelerine çevirdiği ülkeydi. Demiryolu yapımının laboratuarı olmuştu). Chester 1 908'de, deniz albayıydı. 1 922'de, yeniden göründüğü zaman amiral olmuştu. İşleri artık oğlu izliyordu. Yanlarında Kennedy adlı bir ortak da vardı. 1 922 Eylül'ünde Ankara'da kendisiyle ön anlaşma yapıldı. Bir miktar teminat da alındı. 1 923 Nisan'ında, Lozan sürecinin ikinci yarısına geçilirken, Meclis'teki görüşmelerde anlaşma onaylandı. Anlaşıldığına göre, Dünya Savaşı yıllarında dünyanın büyük devleti olma tasarımını geliş­ tiren Amerika, petrolün gitgide artacak önemine bu tasarımda yer vermişti. Musul'la ilgileniyor­ du. İngilizler ve Fransızların Musul için kurdukları Turkish Petroleum Company yerine, kendi Standard Oil'inin bölgeye yerleşmesini ve demiryolu ile buna çift dikiş atılmasını da istiyordu. An­ kara hükümeti bunları izliyor ve herhalde Amerika'nın Lozan'da bir destek oluşturması gibi bir şans varsa, bunu köreltmek istemiyordu. İngiltere ve Fransa, Lozan'ın ikinci görüşme devresi başlamadan hemen önce Meclis'in Chester anlaşmasını onaylamasından hoşlanmadılar. Görüşmelerde bunu belli ettiler. Lozan'da Musul konusu ertelendi. Chester işi de olmadı. 1 923 sonlarında hükümet yapılan anlaşmayı fes­ hetti. Ancak, demiryolu sorunu bir büyük (belki de en büyük) altyapı davası olarak Cumhuriyet yönetiminin gündeminde ilk sırada idi. İvedilik, başta Anadolu hattı olmak üzere, işletmede görü­ nüyordu. Devletin demiryolu işletmeciliği için hazır birikimi yoktu. O güne kadar, işler yap-işlet-

342 ikinci kısım:

türkiye

le gelmişti. Hükümet, Anadolu hattının yine yabancı sermaye tarafından işletilmesi için bir proto­ kol yaptı (Bu, İngiliz sermayesi demek oluyordu) . Fakat, protokol Meclisin o günkü Bütçe Komis­ yonu olan Muvazene-i Maliye Encümeni'nden ve çiçeği burnunda Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) grubundan geçmedi. Grup da, encümen de Musul sorunu çözülmedikçe, ülke demiryolla­ rının belkemiği olan hattın İngiliz sermayesine bırakılmasına karşıydı! Henüz Ali Çetinkaya'nın 1 934'te sıraladığı üçüncü aşamanın başlangıcındaydık. Ama, demiryolu demek, her şeyden önce varoluşa ilişkin stratejik tercihler demekti. " İstiklal-i Tam"a buradan gidilecekti. Anadolu hattı yabancı şirketten satın alınmalıydı. İsmet Paşa, 1 924 başında, gruptaki görüşmelerde hattı satın almak için bütçenin görüşül­ mesi ve fasıllar arasında aktarma yapılması gerektiğini söyledikten sonra, yeni bir demiryolu po­ litikasının başlangıcına gelindiğini vurgulamıştır: "Bizim 'şimendifer siyasetimiz' vardır. Her türlü nazariyat (kuramlar) ve hayalattan azade (hayaller­ den uzak), ameli (pratik) bir surette vardır. İki kelimeyle ifade edeyim: 'Bir karış fazla demiryolu yap­ mak' . . . Türkiye, bütün hudutlarından istilaya uğramıştır. Şimendiferlerimizin (demiryollarımızın) başı ve nihayeti (sonu) kalmamıştır. Memleketin dörtte üçü vasıtasız ve şimendifersiz kaldı. Felaketli günlerin hatıratın­ dan (anılarından) ahir ihrazatı (gelecekte kazanılacak şeyler) için ders almak lazımdır. Ve o dersi, almışızdır ... 'Bir karış fazla şimendiferimizin yapılmasında bir gün tereddüt etme­ meliyiz.' Şirketler gelsinler, onlara her türlü teslihat (kolay­ lık) gösterelim, istedikleri kadar hat yapsınlar. Ya gelmezler­ se, bekleyecek miyim? Hayır, kendi vesaitim (olanaklarım) ne olursa, 'karınca kararınca' yapacağım."

1927'de yayınlanmaya başlayan

Demiryollor dergisi.

Aynı görüşmelerde, Nafıa Vekili Muhtar Bey, beşbin, altıbin kilometre hat yapılmasının zo­ runlu olduğunu, bunun da bir milyon altın lira gi­ bi bir kaynak gerektirdiğini söyler. Bu, ince hesap­ larla ulaşılmış bir teknik ve mali tablo olmasa da, işin büyüklüğünün kabataslak ortaya konulabildi­ ğini gösterir. Artık bir dönüm noktasına gelinmiş­ tir. Demiryolu, yapımı ve her şeyiyle bir siyaset olarak başlamıştır. Cumhuriyet kurulur kurulmaz başlamıştır. Siyasetin ilk yıllarında, 1 926-27'ye kadar olanaklar sınırlıdır. Demiryolu yapımı ka­ rınca kararınca ilerler. A n c ak, m i l lileştirme k a r a r ı n ı n 1 9 2 4 Nisan'ında 506 sayılı yasayla alınması, demiryol­ culukta kurumlaşmayı başlatır. Anadolu hattı için

beşinci bölüm: "bir karış

fazla şimendifer" 343

�lüdür-ü Umumilik (Genel Müdürlük) kurulur. Bu birkaç yıl sonra Devlet Demiryolları ve Li­ manları genel müdürlüğü olacak ve daha sonra Devlet Demiryolları İnşaatı oradan ayrılıp Nafıa \"ekaleti içinde "Reislik" olacaktır. Şimendifer Mektebi (Demiryolu Okulu), ilk Demiryolu Kong­ resi ( 1 925) ve Demiryolu Mecmuası başlangıç yıllarının hızlı kurumlaşma adımlarıdır. Çetinkaya'nın "yabancı sermaye ve kredi esaslarıyla yapılan işlere Türk dimağ ve kolunun ·daha geniş iştirakıyla' (katılmasıyla) demiryolu yapmak ve işletmek" diye nitelendirdiği dönem 1 926-27'den 1 933'e kadar sürer. Yabancılar müteahhittir. Belçikalılar, İsveç-Danimarka grubu \·e Alman Julius Berger Konsorsiyumu müteahhit şirketlerdir. Kredi bulmak onların işidir. "Türk dimağ ve kolu" ise, bu alana yeni giren Türklerdir. Onlar "taşeron" dur. Nuri Demirağ, Emin Sa­ zak, Simeryol grubu ve Abdurrahman Naci ön plandaki taşeronlardır. Cumhuriyetin demiryolu işini ele alış biçimi, hatların millileştirilmesini şart kılmıştır. Re­ ıim buna girişmekte hiç zaman yitirmiyor. İsmet Paşa'nın ağzından bu kararlılığını dile getiriyor: "Şimendiferleri devletleştirmekte milli siyasetçe, milli iktisatça o kadar çok faideler elde ettim ki, mümkün oldukça her yeni hattı devlete mal etmek vazifemdir. Devlet eline geçen şimendiferlerin hiçbir menfaat ve şart pahasına devlet elinden çıkarılmasına asla muvafakat etmeyeceğim (evet de­ meyeceğim). Geri gitmek hiçbir zaman kabul edebileceğimiz bir adet değildir."

Büyük çapta millileştirme demek, büyük çapta öz kaynak kullanmakta kararlı olmak de­ mektir. Demiryolu politikası, Cumhuriyet yönetimi yabancılara verilmiş ayrıcalıkları 1 920'li yıl­ larda geri almaya başladıktan sonra tümüyle yerli kaynak çizgisine oturur. Cumhuriyetin kuruluş döneminde devlet bütçelerinin vazgeçilmez iki amacından biri milli savunma ise, öteki de demir­ yolculuktur. 1 9 3 1 'de Bütçe Encümeni Reisi Hasan Fehmi Bey'in (Ataç) deyişiyle; "Geçmiş senelerin nafıa (bayındırlık) bütçesi tetkik buyurulursa (incelenirse) görülür ki 20, 25, 30 milyona kadar inşaat parası olarak Nafıa Vekaleti bütçesine konulan tahsisat doğrudan, doğruya Maliyeden Devlet Demiryolları idaresine teslim edilirdi. Bu idare bu para ile şimendifer yapmış ve şimendiferleri işletmiştir. 25, 30 milyonluk bir rakam ifade edecek kadar mühim olan bir tahsisatı (ödeneği) hiçbir murakabeye tabi tutmaksızın sarfına müsaade etmek (denetimden geçirmeksizin harcamasına izin vermek) yalnız Devlet Demiryolları Umum Müdürlüğü bütçesine"

tanınmıştır. Şunu hatırlatmak gerekiyor: O tarihte devlet bütçesi 200 milyon lira kadardır. Ama ülke­ nin içinde bulunduğu koşullar, ekonomide karşılaşılan sürprizler bu " bir karış fazla şimendifer" çizgisini değiştiremez. Çünkü, demiryolu ülkenin bir numaralı öz işi sayılır. Bunu da bizim kadar kimse benimsemez, desteklemez. Yine İsmet Paşanın 1 930'daki deyişiyle; "Gayrı kabili tehir (ertelenmez) milli ihtiyaç için milletin bila kayd Ü şart (kayıtsız koşulsuz) tasar­ ruf ettiği kendi kesesinden para araması gayet tabiidir. Hem niçin şimendiferlerimizi yapabilmek için Avrupa sermayesi teşne olsun? (çok istek göstersin) Milli şimendifer meselesi Mösyö Müller'in mütalaası hududu haricinde (görüş sınırları dışında) olan bir milli vahdet (birlik) meselesidir."

344 ikinci

kısım: türkiye

"HAFİF HAFİF İNLİYORDU ! " Her türlü yatırım hamlesi gibi, demiryollarının d a adsız kahramanları vardır. Adsız kahramanlar olmaksızın vazgeçilmez hedefler, irade gücü ve sabırla ortaya çıkan büyük ölçekli yatırımlar dü­ şünülemez, yapılamaz. İktisatçının ve mühendisin yatırım tanımı ekonomik kaynak, iş organizas­ yonu, verimlilik ve teknik bilgi-becerinin ötesiyle ilgilenmez. Ama, yatırımcılığın zor koşulları bu­ nun ötesine geçmeyi gerektirir; yoksa sonuca varılamaz. İşte, ötesi adsız kahramanlarındır. Zaman ilerledikçe, bellek zayıfladıkça unutulan bir ad Süleyman Sırrı Bey'dir, Mühendis­ tir. İstanbul Mühendis Mektebi'ni (bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi) bitirip, orada öğretim görevi yapmıştır. Osmanlı Devleti'nin Nafıa (Bayındırlık) Vekaletinde önemli işlerin başında bu­ lunmuştur. 1 923'te İstanbul mebusu, sonra İsmet Paşa hükümetlerinde Nafıa Vekilidir. Oturmayan, demiryolu inşaatının bir hattından ötekine koşan, o arada zatürreeye yakala­ nan ve 1 925'in sonlarındaki ölümüne kadar, dar süreye çok demiryolculuk yerleştiren bakandır. Hedefi, "Türkiye'yi 'demirağlarla örmek'" diye ifade etmiştir. 1 933'te Onuncu Yıl Marşına geçen bu deyiş, Süleyman Sırrı Bey'indir. Yani, yeni politikayı ortaya koymuştur. Kurumlaşmaya giden taşları döşemiştir. Zamanında Şimendifer Mektebi (Demiryolu Okulu) demiryolcu yetiştirmeye başlamıştır. 1 925'in yaz aylarında "ilk demiryolu kongresi "ni toplamış, Demiryolu Mecmuası çıkmıştır. Yukarıda vurguladığımız kurumlaşmaları başlatmıştır. Ölümünün arkasından, Yunus Nadi, Cumhuriyet'te şunları yazıyor: "Süleyman Sırrı Bey, genç cumhuriyetimizin milli siyasetini en iyi kavramış ricalinden (önde gelen· lerinden) biri idi. Nafıa işlerinin bir memleketin hal ve istikbalinde oynayacağı rolleri ne kadar de­ rin bir ihata (geniş ve güçlü bakış) ile kavramış olduğuna yakinen vakıf olduğum zaman, kendisine takdir ve hürmetlerim payansız (sonsuz) bir surette artmıştı. Bu meseleleri İsmet Paşa'dan sonra en iyi anlayanlardan biri şüphesiz kendisi idi. Süleyman Sırrı, mukaddes (kutsal) bir vazife başında ölen şanlı ve kahraman bir kumandana ne kadar benziyor: Hasta hasta kalktı. Yerköy'e uzanan Ankara-Sivas hattının küşad-ı rasimesin­ de (açılış töreninde) hazır bulunmaya gitti. Nebizade Hamdi Bey'in bu merasime ait gönderdiğı mektubun Süleyman Sırrı'ya taalluk eden (ilgili olan) şu satırlarına bakınız: 'Nafıa Vekili, bütün seyahat imtidadınca (süresince) ancak demiryollarımız mevz-u bahs (söz konusu) olurken söze karışıyor, 'bu mevzu değişince hastalığının tesiriyle hafif hafif inliyordu.' Hi­ tabesini (konuşmasını) yapmak üzere kürsüye çıkarken nasıl söz söyleyebilecek diye düşündüm. Meğer aldanmışım. Söze başlar başlamaz, üzerindeki hastalıktan eser kalmadı. Karşımızda en ne· şeli zamanlardaki Süleyman Sırrı Bey vardı. Gür ve imanlı bir sesle hitabesini yaptı Milleti, yarının muvaffakiyetleri hususunda temin etti (başarıları için güvence verdi)."

" Bir karış fazla şimendifer" ilkesi, Süleyman Sırrı Bey'den sonra "demirağlarla örme" ilke­ sine ve bunun yatırımlar dizisine dönüşür. İnanç ve yatırımlar birlikte hızlanır. Demiryolları böy­ lece Cumhuriyetin ilk büyük çaplı inşaat hareketi olur. Yerli mühendis, müteahhit ve işçileri, ba­ kım, onarım ve işletme kadroları oluşur. 1 930'un Nafıa Vekili Recep Bey (Peker) bunu açık seçik söyler:

beşinci bölüm: "bir karış fazla şimendifer"

345

" Ecnebi şirketlerin memlekette meşgul oldukları har inşaatında, kendi vesait ve nezaret-i fenniyeleri cari olmakla beraber ( har inşaatında kendi bilimsel/teknik araç/donanım ve yaklaşımları geçerli ol­ makla birlikte), ikinci derecede müteah­ hitlerin Türk evlatlarından teşekkül etti­ ğini (oluştuğunu), aynı zamanda Türk sermayesi ve bilhassa bu sermayeye mes­ net (destek) olan Türk milll bankalarının kredisi ile çalıştığını tespit etmek lazım­ dır. Bu suretle memleketimizin kuvvetli, haysiyetli ve liyakatli (yetenekli) iş grup­ ları teşekkül ermektedir."

1 920'1i yıllardan 1930'lara geçilirken de­ miryolculuk da daha kapsamlı ve ayrıntılı bir politikanın zeminini hazırlamıştır. Yol ağı orta­ ya çıktıkça, iş, demiryolculuktan daha geniş bir araştırma anlayışına doğru uzanmıştır. Ulaştır­ manın entegre niteliği konuşulmaya başlanmış­ tır Amaç, demiryolu şebekesi ile yetinmek değil, ulaştırmanın ana iskeleti olan demiryollarını ka­ rayolları ile bütünleştirmektir. 1 929'da demir­ Cemal Nadir'in Akşom'da yayınlanan bir karikatürü (1935): "Şimendiferin yeni ulaştığı yerlerden: - Kendi kendine yolları ve limanlar ile su işleri için 240 milyon li­ yürüyor amma yarım günlük yolu bir saatte nasıl gidiyor? ra tahsisat verilmesini öngören 1482 sayılı ka­ Anlayamadım .. - Anlamıyacak bir şey değil' .. Dev adımı ile nunun gerekçesi, işin çapının büyük tutulacağını yürüyen bir inkılabın eseri bu' .. Elbette gider... " (Kaynak: Korikotürkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi dile getiriyor: Demiryolu, bir büyük ulaştırma 1923-2oo8, Turgut Çeviker, NlV Yayınlan, lstanbul, 2010). şebekesinin ana damarlarını oluşturacağı gibi; yirmi beş yıl sürdürülmesi tasarlanan bir inşaat ve kalkınma hareketinin de motoru olmaktadır. O günün deyişiyle; "Demiryolları için hükümetin istihdaf ettiği (hedeflediği) birinci merhale (aşa­ ma) bitmiş sayılır. Bu kanun, rub-u asır (çeyrek yüzyıl) devam edecek olan imar siyasetinin yeni bir safhasıdır. " 1 930'un Haziran'ında, inşa olunacak şose ve köprülerle ilgili kanunun görüşül­ mesinde, Recep Bey bu noktanın üzerinde tekrar duruyor: " Hedef ( . . . ) yeni vatan idare merkezini garpta (batıda) İstanbul, Trakya ve Edirne hududuna ve İz­ mir limanına, şarkta (doğuda) Rus, İran hudutlarına kadar bağlamak ve cenup ve cenubu şarki is­ tikametlerinde (güney ve güneydoğu yönlerinde) Suriye ve Irak hudutlarına doğru temdit etmek (uzatmak) bu suretle şarkı, garbı, şimal ve cenubu, yapısı kuvvetli ve seri vasıtaların (hızlı araçla­ rın) hareketine müsait olacak, demiryollarından sonra sürat ve emniyetle ve devamlı suretle hare­ kete müsait olacak şoselerle (karayollarıyla) birbirine bağlamak olacaktır. Bunlar· ilk ana şebekeyi

346 ikinci

kısım: türkiye

vücuda getirecektir. Milli şoseler mutlaka altı temelli şoseler olacaktır. Milli şoselerin düşmek ihti­ mali olan tehlikeli yerlerde· etrafı korkuluklu olacaktır. Hasılı, bütün dünyada şose denildiği za ­ man hatıra gelen bir muvasala vasıtasının (ulaşım aracının) haiz olması lazım gelen evsafta (nitelik­ lerde) şoselerimizi yapacağız."

Ali Çetinkaya'nın, "Nihayet Türk parası, Türk dimağı (beyni), Türk emeğiyle hem yap­ mak, hem işletmek. Bu ise, ancak Cumhuriyetin bariz feyzidir (apaçık üstün verimliliğidir) " dedi­ ği son aşama 1 933'te, ekonominin zor günlerinde başlar. Türk parası ile, yani Cumhuriyetin ilk uzun vadeli iç borçlanması olan Ergani İstikrazı ile Fevzipaşa-Diyarbakır hattı, ikincisiyle de Si­ vas-Erzurum demiryolu yapılacaktır. Türk dimağı, artık işi öğrenmiş olan, dünün taşeronu yerli müteahhitlerdir. Yerliler girince, ihalelerde fiyatı önemli ölçüde düşürürler. 1 933'ten sonra, beş yılda 1 .500 km demiryolu yapıldığını düşünürsek, demek ki inşaat biraz daha hızlanmış, yılda or­ talama 300 km'ye yaklaşmıştır. Demiryolları hatları 1 923'te 3. 700 km'nin biraz üzerindeydi. 1 940'a doğru 7.500 km'ye yaklaşmıştır. Cumhuriyet, yirmi yıldan daha kısa bir sürede, devraldı­ ğından daha çok demiryolu yapmıştır. Kurumlaşma, işletmecilik ve beslenen sektörler hesaba ka­ tılırsa, demiryolu sanayisine doğru ciddi bir adım atılmıştır. "BİZİMKİLER ALMAN RAYLARINDAN DÖRT KAT DAYANIKLI ÇIKTI" Yol ağının ortaya çıkması, bazı önemli değişikliklerin olması demektir. Bunlardan birisi, vaktiyle erişilemeyen yerleri erişilir, yani yönetilir kılmak ve özlemleri gidermektir. Bir başka değişiklik de iş ve yaşam temposunun değişmesidir. Hız anlayışının değişmesi ve ülkenin yeni, daha hızlı bir dö­ neme geçişidir. Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey'in (Kansu) 1 933 Nisan'ındaki sözleri, Cumhu­ riyetin onuncu yılında, demiryolları sayesinde yönetimin yönetme alanını genişletmekte ve yaşa­ mın temposunu hızlandırmakta önemli dönemeçleri geçtiğini belgelemektedir: "Bundan yedi sekiz sene evvel sekiz günde Kayseri'ye, on iki on üç günde Sıvas'a gidebiliyorduk. Yirmi iki günde Elaziz'e gittiğim vardır. Elaziz'e gittiğim ve orada bulunduğum zaman kalbimde yanan, acaba buralarda da bir şimendifer düdüğü duyulur mu arzusu idi. Allah bizi bu arzuya mu­ vaffak etti ( başarıyla ulaştırdı)."

Yol ağı ortaya çıktıkça, başka önemli değişiklikler olur. Denizlere artık birkaç koldan çıkı­ labilmektedir. Bazı demiryolu hatları ekonomide işbölümünün ve gelişmenin özel damarları ola­ rak kurulmaktadır. "Kömür yolu, bakır yolu" gibi hatlar oluşmaktadır. Bu aşamaya 1 930'lu yıl­ ların ortalarında erişilir. Artık demiryolu, yeni bir sanayi hamlesi yapabilmek için zemindir. Ön­ ce büyük çaplı ulaştırma ağını kurarsanız, bunun üzerinde önemli bir hareket yaratabilirsiniz. Köydeki hammaddeyi alıp götürüp sanayi malına dönüştürecek ve sanayi malını alıp getirip köy­ de satacak olan hareketi. Fakat, demiryolu sadece bunu sağlamakla kalmaz. O aynı zamanda, "gidilemeyen topraklar"ı ülkenin ekonomik ve siyasal sınırlarına katabilmenin de yoludur. Cum­ huriyet yönetimi, demiryolunun Diyarbakır'a erişmesini biraz da böyle görür. 1 935'in ikinci Teş-

beşinci bölüm: "bir karış fazla şimendife('

347

rininde (Kasım'ında) Fevzipaşa-Diyarbakır hattının açılışını yapan Bayındırlık Bakanı Ali Çetin­ i.aya erişilen noktayı özetliyor: "Bilirsiniz ki, şimendifer siyasetine Cumhuriyetin ilk yıllarında ve İsmet Paşa Hükümeti zamanın­ da başlanmıştı. Bu siyasetin ilk hedefi Ankara'dan başlayarak, Kayseri'den geçmek üzere Sivas'a, ve Samsun'dan başlayarak yine Sivas'a varmak ve kömür havzasını İç Anadolu'ya bağlamak ve Ak­ deniz kıyılarından bakır madenine erişmek ve Kayseri-Ulukışla ile Kütahya-Balıkesir aralarını bir­ leştirmek idi. Hemen on seneye varan bu devre içinde sırasıyla bahsedilen hatlar yapılmış ve bugün kömür ve bakır yollarının işletmeye açılmasıyla istenilen gaye (amaç) elde edilmiştir. 2628 km'ye baliğ olan (ulaşan) demiryolu şebekesi için devlet hazinesinden 282.300.000 lira sarf edilmiştir. Or­ talama hesap ile her seneye 23.525.000 ve 2 1 9 km. yol düşmektedir."

Artık, ülkeyi "demir ağlarla örmek" Cumhuriyet için varoluş sorunudur. Peki, demir ağları kim yapacaktır? Bunlar hep dışarıdan mı gelecektir? Biz yapamaz mıyız? Bu, sanayii kurup kurama­

maya eşdeğer bir sorudur. Çünkü, demiryolu rayı çelik üreticiliğinin en ciddi sınav alanlarındandır. Çelik çağına girebilmenin ilk sınavıdır. 1 930'larda, Kırıkkale'nin, yani Askeri Fabrikalar'ın işidir. Türkiye'nin ilk metalürji mühendisi, daha sonra Makine Kimya Endüstrisi genel müdürlü­ ğüne uzanan bir meslek ustalığının başlangıcına Kırıkkale'de adım atmış olan Selahattin Şanba­ şoğlu ilk rayın öyküsünü yaşamıştır: " 1 932'de Kırıkkale'de askeri fabrika sahası dışında sadece onüç ev vardı. Meyhane, kahvehane ve kasap dükkanı aynı yerdi. Yol yoktu. Haftada iki tren geçerdi. Gazete gelmezdi. Fabrikaya trenle ya da çamur tarlalardan geçerek gidilirdi. İşçi tamamen oranın köylüsüydü. İki üç saatlik köyün­ den eşekle veya yaya gelirdi. Fabrikada eşeklere ayrı yer vardı. 1 929'da, Kırıkkale Çelik Fabrikası'nın temeli atıldı. Fabrika, 1 932'de tamamlandı ... Kırık­ kale'nin ana imal görevi vasıflı çeliktir. Bunda başarılıdır. 1 932'de imalat çok azdı. 100 ton çelik çıkarıyordu. Fabrika onar tonluk iki Siemens-Martin ocağı, bir tane iki tonluk elektrik ark ocağı, dökümhane, iki tane kupol ocağıyla beraber, haddehane ve haddehanede hem sac, hem yuvarlak, hem dört köşe, hem lama malzemeyi imal edecek vaziyette yapılmıştır. Ayrıca demirhanesi ve ta­ mirhanesi vardır. Başlangıçta hepimiz acemi idik. Doğru dürüst kütle halinde üretim yapamıyorduk. O esnada Harlas isminde bir ustabaşı geldi. Skoda firmasında ustabaşıydı. Oraya 15'lik top imalatı için te­ kemmüle (geliştirmeye) gitmiş olanlar onu alıp geldiler ve bizim fabrikadaki çelik imalatında bu adamın çok büyük yardımı ve tesiri oldu. 'Ray imalatını aşağı yukarı ondan öğrendik.' 'İlk defa' ray, 1 932 Haziran'ının 4'ünde Kırıkkale Çelik Fabrikası'nda yapıldı. Sonra, 1 934'e kadar çelikhane çalışmadı. Çünkü, demiryolları sipariş vermiyordu. Devlet Demiryolları Bayındır­ lık Bakanı Ali Çetinkaya'ya bağlanınca, Çetinkaya emir verdi. Devlet Demiryolları hiç istemediği halde ray siparişini Kırıkkale'ye vermek zorunda kaldı. 'Yapılan rayın evsafına (kalitesine) inana­ madılar.' İnşaat Dairesi Fen Şubesi Müdürü İsmail Fuat bizim rayları Alman raylarıyla mukayese için İsviçre'ye gönderdi. 'Bizimkiler Alman raylarından dört kat daha dayanıklı çıkınca ( 1936) her­ kesin sesi kesildi. Ray imalatı 1 940'a kadar Kırıkkale'de devam etti. Sonra Karabük'e geçti.' Adap­ tasyonu, Kırıkkale'den giden arkadaşlarımız Hilmi Kartay ve Rifat Öktem'in yardımıyla onbeş günde hallettiler."

348 ikinci kısım: türkiye

VEDA TÖRENİ Demiryolu hareketinde dönüm noktası, 1 930'da Sivas'a erişmek ve Erzurum yolunu açmak ol­ muştu. Anadolu'nun stratejik tepelerinden birisi ve belki de en önemli kapısı olan Sivas'a varmak, Cumhuriyet yönetiminin yerleşmesi bakımından simgesel olduğu kadar da pratik bir değere sa­ hipti. Bu noktaya yeni yol yaparak varılmıştı. Bunu tamamlayan çaba da milllleştirmelerdir. Demiryolu yapımı hedeflerine varırken, millileştirme de 1 937'de tamamlanıyor. Ağa son katılan parça Şark Demiryolları, yani, Trakya hatlarıdır. 1937'de demiryolu politikası, artık ge­ lecekte muhasebesi yapılacak derecede bir bütünlüğe erişmiş görünüyor: "Avrupa hududundan ta Türkiye'nin öteki hududuna kadar giden şimendiferin satın alınma me­ selesi tesadüfen Bay Ali Çetinkaya'nın, Bay İsmet İnönü'nün, Bay Recep Peker'in kendi marifeti olarak yapılabilmiş bir eser olmaktan çok daha büyük bir şeydir. Anadolu ham için devletler Türkiye'nin eline geçmesin diye hayli siyasi tedbirler almışlar ve Adana mıntıkasında bulunan bü­ tün hattı satın aldığımız zaman bunu elde etmek için pek çok zorluklar çıkmıştır. Parayı ödediği­ miz halde, bunu fiilen işgal edebilmek için büyük güçlüklerle karşılaştık. Nihayet Şark hattı kal­ mıştı. Cumhuriyetin 1 3 ., 14. senelerinde büyük münakaşalardan (tartışmalardan) sonra bunu da tahakkuk ettirmiş (gerçekleştirmiş) bulunuyoruz. Bu hat askeri ve siyasi noktainazardan (açıdan) da hususi bir ehemmiyeti haizdir (özel bir önemi vardır). Bu sözleri bizi istikbalde (gelecek) zayıf

ismet lnönU, 30 Ağustos 193o'da Ankara-Sivas Demiryolu'nun açılış töreninde.

beşinci bölüm: "bir karış fazla şimendifer"

349

tarafları için tenkit (eleştirme) lütfunda bulunacak nesillere (kuşaklara) cevap vermek için söylü­ yorum."

1 937 Nisan ayında Başbakan İnönü bunları demiryolu politikasının veda töreninde söylü­ yor gibidir. 1 924'te Gazi Mustafa Kemal'in özlemli bir deyişle " refah ve ümran yolu" dediği de­ miryolu, artık ana damarlarıyla ortaya çıkmış, tarihin akışı Cumhuriyet rejiminin belki de en ba­ şarılı politikasını bu noktada tamamlamıştır. 1 939'da Ulaştırma Bakanı Ali Çetinkaya'nın; " De­ miryolları 1 934'te 4000 küsur km uzunluğunda iken, şirketlerden satın aldıklarımız ve inşa ettik­ lerimizle birlikte bugün 7000 km'ye varmıştır. Devletin en iyi işleyen müessesesi haline gelmiştir" diyerek yaptığı gözlem, Cumhuriyet kadrolarının demiryolu politikasının başarısına özel bir duy­ gu ile baktıklarını da dile getiriyor. Bunun nasıl bir duygu olduğu, ayni tarihlerde, 1 9 3 8 'in Haziran'ında Muş Mebusu Hakkı Kılıçoğlu'nun söylediklerinden okunabilir: "Hatırlarsınız, bir vakitler demiryollarında Türkler çalıştırılmazdı. Çünkü, Türklerin bir şeye ka­ biliyet ve kudreti olmadığı propagandasında bulunurlar, ekarte ederlerdi. Ermeniler, Yahudiler ve­ ya ecnebiler bu işe alınırlardı. Fakat, demiryolları, Devlet Demiryolları olduktan sonra, bunu Türk­ lerin Almanlar zamanından daha iyi idare ettiklerini bütün dünya gördü. Şimdi, elektrik işlerini de Fransızlardan daha iyi idare edecekler ve bunu ispat edeceklerdir."

Cumhuriyet demiryollarıyla birlikte " bir karış fazla şimendifer" çizgisi ile başlayıp, "demir ağları örerek" büyüyüp on beş yaşına geldiğinde, yeni ve ortak bir duyguyu da büyütmüştü: Demiryolu demek, insanın kendini kanıtlaması, onurunu kazanması demek oluyordu.

ALTINCI BÖLÜM Mustafa Şeref Bey'in Öyküsü: "İktisadiyatta Esas Olan, Memlekette İstihsal Kuwetlerini Yaratmak, Arttı rmaktır"

r. Münib Hayri Ürgüplü'nün 1 939 tarihli küçük kitabının başlığı Mustafa Şeref Ôzkan ve Eserleri'dir. Şöyle başlar: " 1 93 8 senesi Eylül ayının lO'uncu Cumartesi günü akşamı saat 6'yı 45 geçe büyük bir Türk, çok sevdiği kitapları arasında ve inziva (yalnızlık) içerisinde, nurlu gözlerini hayata ebedi (sonsuz) olarak kapadı. Bu büyük Türkün adı Mustafa Şeref Özkan'dır, ya­ şı 53'tür. Mustafa Şeref Özkan'ı anlamanın bir şeref, anlatmanın bir mazhariyet (yücelme) oldu­ ğuna inanıyorum. " Mustafa Şeref Bey, 1 930 sonbaharında İktisat Vekili olur. İstanbul Hukuk'tan sonra, Pa­ ris Hukuk Fakültesi'ni bitirmiştir. 1 9 14-lS'te önce Konya Mebusu, sonra Ticaret ve Ziraat Neza­ reti Müsteşarı olur. 1 9 1 7 başında kurulan Talat Paşa Hükümetinde müsteşarlıktan, Nazırlığa yükselmiştir. Bir buçuk yıldan uzun süren nazırlığı sırasında, tarım ve ticarette yaptığı başarılı dü­ zenlemelerle, Osmanlı ordusunun en zayıf yönlerinden birisi olan lojistik desteğini sağladığını bi­ liyoruz. 1 9 1 8 sonbaharında bu hükümet ayrılıyor. Mustafa Şeref Bey önce yurtdışına gidiyor; 1 92 0'de de Ankara'ya geçiyor. Lozan'da başdanışmanlardan birisi olarak görev alıyor. 1 923 'ten sonra Burdur Mebusudur. O arada, Ankara Hukuk Mektebi'nde (bugünün Hukuk Fakültesi) idare hukuku dersleri veriyor. 1 929'da, Meclis'te İktisat Encümeni reisi iken, yeni gümrük tarifesi üzerinde çalışan karma encümenin de reisliğini yapıyor. Ve 1 930'un yaz ayla­ rında ekonominin komuta merkezi olan İktisat Vekilliğine getiriliyor. İşe başladıktan sonra devletçilik ilkesinin 1 9 3 1 CHF programında yer alması ve ekonomide somutlaşmasında en önemli rolü oynuyor.

D

352

ikinci kısım: türkiye

İŞİN ESASI: ÜRETİM GÜÇLERİ "Cumhuriyet Türkiyesi'nin eline menkul kıymet stokundan tamamen mahrum (yoksun), arazi iti­ bariyle harabeler gösteren, iktisadi faaliyet itibariyle mümaresesiz ( bir becerisi olmayan) fakat azimli vatandaşlardan başka bir şeyi olmayan, iktisadi muvazene (denge) itibariyle geniş mikyasta açık veren bir Türkiye ülkesi geçti. Bu nokta daima göz önünde tutulmalıdır. Böyle bir vaziyette ne yapılır? Cumhuriyet Türkiyesi bir nokta üzerine teveccüh etti (yöneldi) .. O da memleketin istihsal kuvvetini (üretim gücünü) arttırmaktır. İktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuvvetlerini (üretim güçlerini) yaratmak, arttırmaktır. Çünkü, bu istihsal kuvvetleri sayesindedir ki, menkul kıymetler yenilenebilir ve devam ettirilebilir." .

Mustafa Şeref Bey'e göre, işin can damarı ülkede sermaye birikiminin yaratılmasıdır. Fa­ kat, bu birikim kendiliğinden gerçekleşmez. Sermaye birikimini yaratmak, korumak ve büyütmek için bazı şeyleri akıldan çıkarmamak gerekir. Bunlardan birisi, ekonominin dışa karşı açık verme­ mesidir. "İşi oluruna bırakmak, caiz (uygun) değildir. Bizim memleketimiz uzun müddet tediye bilançosu (ödemeler dengesi) açıklarıyla idare edilmiş olduğu için, memleke­ timizde menkul kıymetlerin ne kadar eksilmiş olduğunu hepiniz takdir buyurursunuz. Devlet demiryolları ve milll bankalarımız üç beş senelik milll sermayemizi teşkil ederler. Sivastopol (Kırım) harbinden itibaren başlayan bilanço açığını ödemek için milll ser­ maye akıp gitmiş bulunuyor."

Lozan Konferansı'na delege olarak kablan, iktisat, Ticaret ve Ziraat vekilliklerinde bulunmuş Mustafa Şeref Özkan (1884-1938)

Özetle, üretim araçlarının zaman boyunca ülkede sağladığı birikimi, ekonominin dış açığı alıp götürür. Ka­ panmayan bir yara gibi, kanadıkça, vücudu güçsüz, hal­ siz bırakır. Sonuçta, uzun yıllar dış açık vere vere kendi­ mize değil de dış dünyaya çalışmış oluruz. 1 929-30 yıllarıyla Türkiye'de başlayan ekonomik buhran, bu kanayan yarayı büyütecek etkiler yaratır. Dış ticaret, dengesizliklerin kaynağıdır. Dengesizlik, 1 930'da getirilen kambiyo kontrolüne rağmen 1 93 1 'de biraz da­ ha artar. Dünya fiyatlarının düşüşü dış ticaret açıklarını büyütmektedir. İhracatın düşmesi ithal gereksinmesinin kısılamaması ve dövizin kıtlığı günün dış ticaret tablosu­ dur. 1 9 3 1 'de, İktisat Vekaleti ithalatta kontenjan siste­ mini başlatır Zor koşullarda, zorunlu olan bir adım atıl­ mıştır: İthal malları kotalara bağlanarak sınırlanmıştır. Amaç, dış ticareti denk tutabilmektir.

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas otan, memlekette istihsal kuwetlerini yaratmak, arttırmaktır"

353

Bu uygulama, adı daha sonra konulacak bir ilkenin de ilk adımıdır. Dünya bir ekonomik buhran yaşarken, herkesin sorunu mal almak değil, malını satmaktır. Buhran sürdükçe, herkes bu işi bir ilkeye bağlayabilmenin yolunu arayacaktır. Bunu ilk bulanlardan birisi Türkiye olur. "Umumi buhran icabı ve buna çaresaz olmak (çare bulmak) üzere alınan tedbirlerin neticesi ola­ rak, muhtelif memleketlerde bazı mühim ticaret maddeleri için tatbik olunan karşılıklı ihracat ve ithalat sisteminin memleketimizde de tatbiki zamanı hulul etmiştir (gelmiştir). Şeker, kahve, çay gi­ bi halkın devamlı itiyat ve ihtiyaçlarına tekabül eden ve ticaret ve tediye muvazenemizde (ödeme­ ler dengemizde) 9 milyon liraya yakın mühim bir mevki işgal eden maddeler ithal edilirken",

bunları bize satanların bizden de o kadar mal almaları istenecektir. Bu ilke, dış ticarette "malımızı alanın malını almak"tır. 1 932 Temmuz'unda Çay, Şeker ve Kahve İthalatının Bir Elden İdaresi Hakkındaki Kanun ile, yani, Mustafa Şeref Beyle başlar. Da­ ha sonra Celal Bayar'ın vekilliği döneminde gelişir ve adı konulur. Fakat, bu uygulamanın püf noktası, dış ticarette ithalatı, ihracatla terazilemektir. Buhran ortamında, Türkiye'ye dış pazar bulmak önceliklidir. İthalatçı bunu da yapabilmelidir. İthalatçı­ nın kazancı, mal ihraç etmekteki becerisine bağlanmaktadır. Tüccar bunu sevmez: Eski serbestli­ ği ve kar olanakları daralmıştır. Ülkenin dış ticaret dengesini kurmak, sermaye birikimini güven­ ceye almak, tüccarın değil ekonomiyi yönetenlerin tasasıdır. 1 9 3 1 'de, ticaret çevrelerinin Musta­ fa Şeref Bey'e karşı oluşmaya başlayan tavrı, l 932'nin en sıcak günlerinde bir kızgınlığa dönüşür. BUHRANIN KÖKENİ: BANKA EGEMENLİGİNDEKİ SANAYİ Gerçekten sermaye birikimini istiyorsak akılda tutulacak bir şey daha vardır: Sanayii, bankacılı­ ğın yedeğine takmamak. 1 929-30 ile başlayan yıllar, bunu herkesin kavrayabilmesi için çevrilmiş bir film gibidir. Mustafa Şeref Bey, dünya ekonomisindeki buhranın özünü burada görmüştür. 1 93 1 'de, bize buh­ ranı temel nedenleriyle şöyle anlatır: "Bugün dünya büyük bir iktisadi buhran içinde bulunuyor. Bizim müşkülatımız (zorluklarımız), bu umumi ve cihanşümul hadisenin (genel ve dünya çapındaki olayın) memleketimizde yaptığı inikas­ lardan (yansımalardan) ileri gelmektedir. İktisadi buhran, bilhassa (özellikle) zamanımızın iktisat sisteminin uygunsuzluğundan ve teknik terakkinin (ilerlemenin) bu sistem karşısında daha ilerlemiş olmasından ve bu sistemin teknik terakki ile mütenasip (orantılı) bir şekil arz edememesinden ileri gelmektedir ... Buhran inikasları (yansımaları) itibariyle birçok manzaralar göstermektedir. Fiyat düşkünlüğü, mal bolluğu, satış azlığı, iş noksanı ve işsizliğin günden güne artması iktisadi buhranın bellibaşlı te­ zahürlerini ifade eder. Buhran fazla-i istihsal (aşırı üretim), 'su-konsümasyon' denen istihlak (tüke­ tim) azlığıyla tezahür ediyor. Fakat, asıl buhranın menşei ve sebebi (kökeni ve nedeni) bu değildir. "

Bu, buhranın panoramasıdır. Herkesin çıplak gözle görebildiği manzarasıdır. Asıl büyük sorun, buhranın kökenindedir. Dünya buhranını izlerken, bunun Türkiye'ye yansımaları ile yetin-

354 ikinci

kısım: türkiye

memek gerekir Bundan alacağımız önemli dersler vardır. Bunları bilmeliyiz. Çünkü, Türkiye eko­ nomik yapısını yeni yeni oluşturmaktadır. Buhran tohumları taşıyan bir yapı kurmaktan özenle sakınılması şarttır. Buhrana, asıl bu yönden bakmalıyız: "Buhranın menşei (kökeni) muasır iktisadiyatın (çağdaş ekonominin) bünyesindeki, uzviyetindeki (organizmasındaki) kusur ve noksandır. Muasır iktisadiyatta 'ekol liberal'in vaz etmiş (koymuş) ol­ duğu rekabet kanunu hakim kılınmakta devam ediyor. Fakat, rekabet kanunun serbest şahsi (özel) teşebbüs üzerine tesir yaparak nazımlık ( düzenleyicilik) rolü ifa etmesi (yapması) devri geçmiş gö­ rünmektedir. Bugün hiçbir vakit sipariş üzerine mal yapmaya imkan kalmamıştır. Makinenin kon­ muş olduğu fabrika daima madde-i iptidaiyeyi (hammaddeyi) yemek ister. İstihlak (tüketim) pazar­ larıyla, diğer fabrikalarla münasebeti ve rabıtası (ilişkisi ve bağlantısı) düşünülmeksizin daima işle­ mek zaruretindedir. Hususi menfaat ( özel çıkar) dediğimiz şeyler, devam ettikçe sahaları genişliyor. Kütleleri şamil (kapsayan) ve onların arasında müşterek menfaat (ortak çıkar) haline inkıliip ediyorlar (dönüşü­ yorlar). Bu müşterek menfaatlerin ekserisi (çoğu) ferdi menfaatlerin idaresine mahsus teşekkül eden anonim şirketlerin eline düşmüştür. Sanayi kapitali de banka kapitallerinin tegallübü (zorlu ege­ menliği) altına girmiştir. Bunlar iktisadiyatta sahası genişleyen müşterek menfaatleri, ferdin hodkamlığından (bireyin bencilliğinden) ilham alarak idare etmek vaziyetini tevlit etmişlerdir (ya­ ratmışlardır). İşte, buhranın esası buradan çıkmıştır."

Özetle, başka terimlerle söylemek gerekirse, buhranın kökeninde yatan şey finans kapital­ den başkası değildir, diyor. Liberal sistem bireyciliğe dayanır; yani, onu körükleyerek gelişir. Bi­ reyciliğin yaygınlaşması pazarları genişletir, birikimin kaynağı olur. Genişleyen pazarların yarat­ tığı birikime el koymak için, şirketlerin boylarının büyümesi gerekir. Nitekim öyle olmuş, şirket­ ler devleşirken anonimleşmişler, fakat aslında ortak çıkarlara değil, kişisel çıkarlara daha çok hizmet eder bir biçim kazanmışlardır. Genişleyen birikime el koyabilmenin öteki koşulu da, ban­ ka sermayesinin egemenleşmesi olmuştur. Bankacılık, hem üretimi pompalamış, hem de birikimin özü olan " sanayi sermayesini yedeğine almıştır. " Liberal sistemin işleyişi budur. Pazarların geniş­ lemesi, üretimin büyük ölçeklere erişmesi, şirketlerin boylarının büyüyüp kalıplarının değişmesi ve işe banka sermayesinin el koyması ile liberallik de artık, o eski rekabet ilkesine dayanan saf li­ beral sistemin izlerini taşımıyor. Şu noktaya varıyoruz: Bu sistem, üretimde yapacağı atılımın zorunluluğu ile tekniği ilerlet­ miş, fakat ekonominin örgütlenme biçimi buna ayak uyduracak gelişkinliğe erişmemiş, geri kal­ mıştır. Buhranın doğuş yeri burasıdır. Bireyciliği konuşturan, teknik ilerlemeleri körükleyen "ekol liberal" in, daha doğrusu, finans kapitalin kendisi yerinden kımıldamamıştır. Kımıldayamaz da. YENİ BİR SANAYİ MODELİ Türkiye ekonomisindeki 1 929-30 buhranı ile aynı sıralarda başlayan dünya buhranı karşılaştırı­ lınca önemli dersler çıkarılır. Türkiye' deki 1 929-30 buhranı şunu netleştirmiştir: Ekonominin çö­ züm bekleyen büyük sorunu sermaye birikimidir.

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuvvetlerini yaratmak, arttırmaktır"

355

1 920'li yılların ekonomisi istihsal kuvvetleri bakımından zayıf kalmıştır. Cumhuriyet reji­ mine, karşılaşılacak buhranları aşmayı sağlayacak çapta bir sermaye birikimi gereklidir. 1 920'ler özel kesimi kayıtsız şartsız desteklemenin, buna erişebilmeyi sağlayamayacağını göstermiştir. Sermaye birikiminin anahtarı sanayidir. Sanayi kurma düşüncesi yeni bir şey sayılmaz. İlk günden beri vardır. Ama, bunu bir "cihazlanma" hareketi haline getirmek şart olmuştur. 1930'dan sonra, sanayileşmenin tasarım merkezi İktisat Vekaleti olur. Sanayileşme, yalnız­ ca olmayan bazı sanayileri kurmak değil, sanayiin yaratacağı bir çekim gücüyle, olabildiği kadar çok ve çeşitli ülke kaynağını harekete geçirmek olarak düşünülür. Bu hareketin başlangıcı da, so­ nu da ülke içinde olmalıdır. Sanayi, ülkenin hammadde kaynaklarından başlamalı, ülkenin pazar­ larına uzanmalıdır. Sermaye birikiminin anahtarı sanayi, sanayii geliştirmenin anahtarı da kredi­ dir. Yalnız, sanayiin kredilenmesini, bankacılığın olağan işleriyle karıştırmamak şarttır. Sanayie büyük bir öncelik veriyorsak, onun krediyle desteklenmesini her şeyden önce ve apayrı bir iş ola­ rak örgütlemek gerekir. Sanayileşme hareketinin dönüm noktası, 1 932 yılı oluyor. İktisat Vekaletinin gözlemine göre, Cumhuriyet ekonomisinin geleceği, sanayi için seçile­ cek modele bağlıdır. 1 920'li yılların Sanayi ve Maadin Bankası deneyimi, hem İsa'yı, hem de �lusa'yı hoşnut etmeyi amaçladığı için zayıf bir sanayi tabanı üzerinde kalmıştır. Artık açık seçik olmak, işleyebilir bir sanayi modeli seçmek kaçınılmaz olmuştur. Modelin iki özelliği olacaktır: Bunlardan birincisi, fabrika kurmak ve işletmenin başka, sanayii kredilemenin başka işler oldu­ ğunu kabul etmektir. Yani, bankacılığı, sanayi işlerinden ayrı tutmaktır: " Bankalar fabrika işlerini idare ettikleri zaman, bankacılığı ihmal ediyorlar. Fabrikalar, bankaların elinden çıkarak, banka yalnız krediyle iştigal eden (uğraşan) bir hale konacaktır. Bir fabrika muay­ yen bir işi, en az para ile idare etmek gayesini (amacını) takip eder. Bir banka ise, muayyen vadeler içerisinde parasına gelir getirmek cihetini nazar-ı itibara (yönünü dikkate) alır. Bu suretle, banka­ cıkla fabrika işletmek adeta birbirine mütenakız (ters) düşer. Sanayi ve Maadin Bankasını ikiye ayırmak zamanı hulul etmiştir (gelmiştir): Birisi banka işleriyle iştigal eden bir müessese yapmak, diğeri de fabrikalarla iştigal edecek müstakil ( bağımsız) bir müessese yapmaktır. "

1 932 Temmuz'unda Mustafa Şeref Bey'in yeni sanayi modelini getirdiği zaman söyledikle­ n, dünya buhranı için söyledikleriyle de tutarlıdır. Sıfıra yakın bir noktadan sanayi kuran, serma­ .,,-e birikiminin, henüz başlangıcında olan bir ülkede şuna özen göstermek gerekecektir: Sanayi ekonominin şahdamarı olacaksa, bu, finans kapitalin (ya da "ekol liberal"in) oluşmasına olanak -,,·ermeyecek bir yapıda kurulmalıdır. Finans kapital, aslında bankacılık demek değildir, ama ban­ kalardan güç alır: Mali kaynaklara el koymanın verdiği güçle, bazı özel çevrelerin sermaye biriki­ mme komuta etmesi, ekonomiyi ve toplumu yönlendirmesi demek olur. Bankacılıkla sanayi iç içe olursa, bankalara sahip olanlar sanayii de yönetirler. "Ekol liberal" bu kaynaktan bir kez doğdu mu, artık ekonomiyi onun mantığı yürütür. Fakat, bu mantık, sanayide zayıf kalmanın ve buhra­ nın tohumunu da içinde taşır.

3 56 ikinci

kısım: türkiye

Sanayi modelinin ikinci özelliği, kurulacak sanayiin önemli bölümünün devletin yöneti­ minde olmasıdır. Yani, devletin yatırımcılığı ve işletmeciliği söz konusu olur: "Memleketin iktisadi muvazenesinin (dengesinin) süratle tanzimi (hızla düzenlenip sağlanması) ,.e istihsal imkan ve kabiliyetlerinin tahakkuku (üretim olanaklarının gerçekleştirilmesi) için icap eden (gerekli) sanayi teşebbüslerinin doğrudan doğruya devlet tarafından vücuda getirilmesi ve işletilme­ si, bir zaruret teşkil etmekte (zorunluluk oluşturmakta) olduğu gibi, devletçe memleketin sanayi ih­ tiyaçlarına göre tanzim ve organize edilmiş bir iktisat siyaseti takibi, hükümetin kabul ettiği esasla­ ra dahi tevafuk etmektedir (da uygundur) . "

1 932 Temmuz'unda Mustafa Şeref Bey'in getirdiği iki yasadan birisi olan Devlet Sanayi Ofisi'nin gerekçesi, hem devletin sanayideki yatırımcılığını ve işletmeciliğini oluşturmayı, hem de iktisat politikasını sanayiin gelişme çizgisine göre yürütmeyi amaçlar. Dava, sanayide günün kısa vadeli gereksinimlerine göre değil, tasarlanan hamleye göre bir model ve politika çizmektir: "Devlet Sanayi Ofisine tahmil edilen vazife (verilen görev), mevcut devlet fabrikalarının idaresin­ den ibaret değildir. Son zamanlarda bazı Avrupa firmalarından şeker ve kimyevi sanayi gibi birta­ kım mühim sanayi tesisatı için büyük mikyasta krediler teklif edilmekte olduğu gibi, bu defa Rus­ ya ile yapılan anlaşma esasatı dairesinde (esasları içinde) alınan kredi mukabilinde birçok fabrika­ lar tesisi mevzubahistir (kurulması söz konusudur). Bu suretle, devletçe muhtelif şekillerde anlaş­ malar ve hususi mukaveleler (özel sözleşmeler) neticesinde tesis edilecek fabrikaların büyük bir ehemmiyet iktisap etmek istidadında olan (önem kazanacak görünen) tesis ve işletmesi tamamen bu hususa hasr-ı mesai eden (bu amaçla çalışacak olan) bir devlet ofisi tesisini istilzam etmektedir (kurulmasını gerektirmektedir) . "

Kısaca söyleyecek olursak, işin kritik noktası, devletin elindeki kaynaklarla sanayi kesimi­ ne apayrı bir gelişme şansı vermektir. Sanayii kredilemek önceliklidir. Devletin fonları ve araçla­ rı buna yönelmelidir. Fakat, kredileme ve tesis kurma işleri birbirinden ayrı tutulmalıdır. Sınai krediler için bir banka kurulmalıdır. Bu banka, sanayi girişimlerine (devlet ve özel) makine ve sa­ nayi malzemesi için kredi sağlamalıdır. Böylece, her sanayi firması kendi sermayesini işletmede kullanma şansına kavuşacaktır. 1 9 3 2 Temmuz'unda Mustafa Şeref Bey'in getirdiği ikinci yasa Türkiye Sanayi Kredi Bankası'dır. Sanayii kredileyecek olan budur. İşin başlayabilmesi için, o güne kadar özel kesime aktarılan bazı teşvik fonları bankaya alınarak, sanayiin kredilenmesine yöneltilecektir. Ancak, bu fonlar sadece "tulumbanın ilk suyu" dur. Asıl kaynak, gümrük gelirleri olacaktır. Kredi gereksin­ mesinin gümrük gelirlerini aşması durumunda, farkı devlet karşılayacak ve zaten sanayi geliştik­ çe makine, kendi kendine işlemeye koyulacaktır. Devletin kuracağı ve işleteceği sanayileri "Ofis" yönlendirecektir. Bu kuruluş, yönetiminde bağımsız olacak, denetiminde ise, İktisat Vekaleti yoluyla TBMM'ye hesap verecektir. Bu nokta özellikle önemlidir: Yakın geleceğin ( 1938'in) İktisadi Devlet Teşekkülleri (İDT) ve otuz küsur yıl sonrasındaki ( 1 964'ün) Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) modelinin çekirdeği

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuwetlerini yaratmak, arttırmaktır"

3 57

oluşmaktadır. Devletin ekonomide çağın düzeyine erişmeyi sağlayacak bir öncü rolü olacaksa, bunun kendine özgü bir hukuk alanı yaratılmalıdır. Modelin işlekliği, ka­ pitalizmin serbest gelişme dönemine özgü bir istediğimi yapar, istediğimi satırım ha­ vasıyla toplumun kaynaklarına " istediği gibi el koyabilme" rahatlığına açık olma­ malıdır. Karar, işleyiş, denetleme, hesap verme aşamaları birbirine bir hukuk anla­ yışıyla bağlanmalı, bu da bir toplumsallığa oturmalıdır. Devlet Sanayi Ofisi ile Sanayi Kredi Bankası'ndan oluşan bu modelde, devle­ tinkilerle özel girişimler arasında mevzua­ tın yarattığı bir ayrıcalık yoktur. Başlan­ gıçta, ikisi de eşit gelişme şansına sahip gö­ rünmektedir Fakat, ülkede yeni bir serma­ ye birikiminin başlamakta olduğunu haber veren bu modelin, devlet sanayiini daha Ramiz'in Karikatür dergisinde yayınlanan bir karikatürü (1938). "Onun Yolu DÜNYA - Yavrum, ne mutlu sana ki o güzel yoldan hızlı büyüteceğini kavramak zor değildir. gidiyorsun da benim gibi ikide bir sendelemiyorsun Özel kesimin boyu da, ilgisi ve ufku da bir (Kaynak: Karikatürkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923-2008, Turgut Çeviker, NlV Yayınları, lstanbul, 2010). türlü büyük sanayie erişmemektedir. Cum­ huriyet rejiminin ise, bekleyecek zamanı kalmamıştır. Şimdi, 1 920'lerin özel kesimi toptan destekleyen politikalarının yerini, bu kesimin payını zaman içinde kendi olanaklarına bırakacak olan bir devlet sanayiciliği alacaktır. Sanayileş­ me projesi, bir devletçilik projesinin de başlangıcı olmaktadır. •••

•••"

" ANARŞİK VAZİYET" YERİNE TOPLUMSAL BARIŞ Sermaye birikimini yaratmak, korumak ve büyütmek için akılda tutulacak şeylerden birisi dış açık vermekten sakınmaktır. Öteki, sanayii, bankacılığın yedeğine takmamak ve ikisini ayrı tut­ maktır. Bir başkası da, çağdaş bir çalışma düzeni kurmaktır. Çünkü, emek, onun çalışma koşul­ ları ve ücreti bir yasal çerçeveye, kurallara oturmazsa, iş sahipleri emeğin sırtından olağanüstü bir sermaye birikimi sağlarlar. Mustafa Şeref Bey'e göre, bu böyle gittiği sürece sermaye ile emek ara­ sında eşitsizlik ve uçurum büyür. Ortaya çıkacak tablo, liberalizmin anarşik vaziyetidir. Bu tablo, ekonominin güçleri arasında denge ve uyum sağlayamaz. Ne sermaye birikimi buhranlardan uzak kalabilir, ne de Cumhuriyet rejiminin amaçladığı eşitlik ve dayanışma sağlanabilir. 19. yüzyılda Avrupa'da böyle olmuştur.

3 58 ikinci kısım: türkiye " Ferdi menfaatler (kişisel çıkarlar), iradenin muhtariyeti (kişinin istediklerinde özerk oluşu) dedi­ ğimiz bir prensibin hükmüne tabidir. İradenin muhtariyeti prensibi, hususi hayatta devletin müda­ haleden içtinap etmesini (karışmaktan kaçınmasını) ve serbest rekabetin pürüzsüz surette tatbik olunmasını istilzam eder (uygulanmasını gerektirir). İradenin muhtariyeti ve devletin müdahale et­ memesi, içtimai hayatta (toplumsal yaşamda) milll tesanüt (dayanışma) yerine cidali (çatışmayı) esas olarak ikame ettirdi (yerleştirdi). Üç nevi cidal meydana çıkardı... Üçüncüsü, her türlü esbab-ı refah ve kudreti (refah ve güç kaynağını) elinde tutan iş, yani ser­ maye sahipleriyle iş arayanlar arasında çıkan cidal. Bu cidal, iş sahipleri üzerindeki tesiri itibariyle çok iyi neticeler verdi. Bunun hudutsuz tatbiki (sınırsız uygulaması) neticesi olarak, maden ocakla­ rında doğan, büyüyen ve ölen, yani ömrünü maden ocaklarında geçiren, dünyasını maden ocakla­ rından ibaret olarak tanıyan emekçiler zümresi görüldü. Binnisbe (bir dereceye kadar) ucuz olduğu için, erkek sınıfından olan ameleye tercih edilen ve 16 saat çalıştırılan kadın ve çocuk emekçiler gö­ rüldü. Irkın atisiyle (ulusun geleceğiyle) hiç alakası olmayan sermaye sahipleri alabildiğine kendi ben-i nevilerini (kendi türlerini) istismara (sömürmeye) başladılar."

Kısacası, devlet, "ırkın il.tisini" korumak ve "kuvvetlilerle zayıfları karşı karşıya getiren ci­ dale" son vermek için işe karışmıştır. Bu işe karışmanın amacı " iktisatta cidal yerine milli tesa­ nüt"ü, hukukta da kişisel sözleşmeler yerine "yasaiı, kanun ve nizamnameli vaziyetler"i koymak içindir. Devlet bir yol çizmelidir. "Bu yol, fertleri ( bireyleri) maddi saadet (mutluluk) itibariyle müsavata (eşitliğe) insaniyete (insan­ lığa) götüren bir yoldur. İş kanunları, bu yol üzerinde konmuş tedbirleri ihtiva ederler (içerirler) . "

Yönetim, Cumhuriyetin başlangıcından beri İş Kanunu için adımlar atmıştır. Fakat, 1 924'ün hemen birinci ayından sonra atılan bu adımlar sonuçsuz kalır. Mustafa Şeref Bey, İktisat Vekili olunca bu işi ele alır, bir yıl geçmeden yeni bir tasarı hazırlar. Tasarı, çalışma yaşamını tü­ müyle kapsamayı amaçladığı gibi, grev ve iş kazaları da içinde olmak üzere, çağdaş mevzuatın iş­ çiye sağladığı hakların kurumsallaşmasını öngörür. Hükümette görüşülürken yapılan bazı sınırla­ malardan sonra, tasarı 1 932 başında Meclise gelir. Mustafa Şeref Bey için, bu yasanın çağdaş normlara uygun olması ve bir an önce yürürlüğe girmesi önemlidir: "İş Kanunu ile milli tesanüdün (dayanışmanın) icap ve ihtiyaçlarından (gerek ve gereksinmelerin­ den) doğan, fertlerin iktisadi menfaatleri itibariyle müsavata (eşitliğe) doğru ilerlemek, hareketleri­ ni kanuni müeyyidelerle (yaptırımlarla) himaye (koruma) altına almak mevz-u bahstir (söz konu­ sudur). İş Kanunu içtimai sulh ve müsalemetin (toplumsal barışın ve barışıklığın) yasasını kuran bir ka­ nundur. Bu kanunla kadın ve çocuklar gibi zaifler himaye edilir. Ücretler teminat (güvence) altına alınır. Çalışırken kazaya uğramış olan amelenin işsiz kalmasına mani olacak kanuni müeyyideli tedbirler alınır. Onlar için hayatın sonuna kadar irat (gelir) almak imkanları temin olunur (sağla­ nır). İş itibariyle emniyet tesis edilir (iş güvenliği sağlanır). Amelenin işsiz kalmasına mani (engel) olacak ahkam (hükümler) konur. Bu suretle, İş Kanunu, emekçiler dediğimiz bir zümrenin hayatı üzerinde refaha doğru müessir olan ahkam-ı kanuniyeyi (yasal hükümleri) müeyyideler dahilinde vazeder (yaptırımlarıyla ortaya koyar)."

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuwetlerini yaratmak, arttırmaktır"

359

Mustafa Şeref Bey, 1 932 başlarında, bu sözlerle toplumun gelişme ufku bakımından işin önemini ve ivediliğini Meclis'te dile getiriyor. İşin gerçeği ise, getirdiği tasarı, o günkü sınıf blok­ larının ekonomik haklar gibi yepyeni bir alan açılmasına karşı katı tutumları önünde bir hayli ile­ ricidir. Bu blokların tutumu ekonomik gelişmenin hızlanmasıyla kendiliğinden değişmemektedir. Belki tersine olmaktadır. Hızlı ekonomik gelişme kazancı ve servetlerini artırdıkça, tutumları ka­ tılaşmaktadır. İş kanunu ve işçi hakları 1 920'lerin hızlı ekonomik gelişmesi ve sınıf bloklarının so­ ğuk tutumu içinde bir türlü gündeme gelememiştir. Öte yandan, Mustafa Şeref Bey tasarıyı, İstanbul başta olmak üzere, hem iş çevrelerine, hem de uluslararası platformlardaki uygun adrese, International Labour Office'e (ILO) (Uluslara­ rası Çalışma Örgütü) göndermiştir. İstanbul sermaye çevreleri, tasarıdan hoşlanmamışlar, bir oyalama ve zamana bırakma çizgisi tutturmuşlar, ama hoşlanmadıklarını da belli etmişlerdir. Bu­ nun aksine, tasarı ILO'da yazılı ve sözlü sunumu yapıldığı zaman övgüyle karşılanmıştır. Türkiye'nin günün en ileri yasasını hazırladığı, orada yapılan görüşmelerde varılan sonuçtur. Üç bölümlü ve 1 92 maddelik tasarının uzun bir gerekçesi ve ilginç vurguları vardır. Türkiye'nin, kendine açtığı ve sonra kapattığı ekonomik ve toplumsal gelişme kapılarından biri olarak, üzerinde durulacak bir örnektir: 2 Mart 1 9 32'de hükümet tasarıyı kabul etmiş, 1 0 Mart'ta, Meclis'e göndermiştir. Haziran'da, Mustafa Şeref Bey bir konuşmasında "Mart'ta Meclis'e arz edilmiştir. Bugün İktisat encümeninde müzakere edilmektedir. Bendenizce, 'bir an ev­ vel toptan çıkarılmalıdır'. " der. Demek ki, yasalaşma noktasına yaklaşmıştır. Samet Ağaoğlu'nun, 1936 Temmuz'unda (değişik bir İş Kanunu'nun yasalaşmasından son­ ra) yazdığına göre; "Bu proje ( 1 932 tasarısı) 'liberal' bir zihniyetle hazırlanmıştı. Hizmet akdi (iş sözleşmesi), mesleki birlikler ve iş ihtilaflarının halli (uyuşmazlıklarının çözümü) Fransız sistemlerinin ufak bir değişme­ siyle aynıdır. Parti, 1931'de yalnız emekle kapital arasında bir ahenk (uyum) temin edecek bir iş ka­ nunu yapmak fikrini programa koymakla iktifa etmiştir (yetinmiştir). 'Emekle sermayenin karşılık­ lı olduğu fikri' galipti (düşüncesi egemendi). Ve 'aralarında bir muvazene yapmak' mevzubahisti (denge kurmak söz konusuydu). 1 935 programına göre ise, emek ve sermaye ulusal ekonominin 'birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan' iki unsurudur. İkisi birden 'ulusal ve ekonomik vahdeti' (birliği) temin ederler (sağlarlar). Aralarında 'zıddiyet' (çelişki) olamaz."

Ağaoğlu'nun saptaması, sermaye çevrelerinin kendilerine ait saydıkları bir alan üzerinde 1 932 tasarısı ile getirilen 'denge'yi kabul etmediklerini, o günkü sınıf bloklarının ekonomik hak­ lara kapalılığını ve Celal Bey'in (Bayar) İktisat Vekilliği'ne gelişinden başlayan "makas değişikli­ ğini" özetlemiş oluyor. Dengesiz durum sürecek, rantlar sermaye çevrelerine geri verilecek, fakat gündemin en önemli işi olan sanayi hareketi, devletçilik modeliyle başlayacaktır. 1 930'ların baş­ larında, zorlaşan koşullarda erişilebilen yeni çizgi bu olacaktır. 1 930'ların başlarında erişilemeyen böyle bir dengenin gerçekleşmesi için, 1 960'ların başla­ rına kadar beklemek gerekecektir (Aradan otuz yıl geçmesinden sonra erişilen dengenin, 1 930'lar-

360 ikinci

kısım: türkiye

da söz konusu olanla aynı olduğu, herhalde bilimsel olarak iddia edilemez, kanıtlanamaz). 1 932'deki makas değişikliğinden önce hükümetin benimsediği çizgiyi aydınlatıcı nitelikteki iş ka­ nunu tasarısının bazı satırbaşları, o tarihte ülke gelişmesinin birçok yönüne de ışık tutar: "Şimdiye kadar iş şartlarının tayininde (belirlenmesinde) işçi ve iş sahibi serbest mukavele ahkamı­ na (serbest sözleşme hükümlerine) tabi idiler. Fakat ( ... ) mukavele şirket değil hizmet mukavelesi olduğundan 'sermayenin kuvveti önünde say (emek) müdafaasız (savunmasız) kalmakta idi ... Fiili­ yatta (uygulamada) ( ... ) işçiye boyun eğmekten başka çare kalmamaktadır.' Bugünkü şahsi teşeb­ büs rekabet sisteminde bir iş sahibinin her şeyden evvel düşündüğü ucuza mal etmek, fazla istihsal (üretim), fazla kar etmektir. 'Kanuni bir murakabeye tabi' (yasal bir denetime bağlı) 'olmaksızın iş şartlarını bizzat tayin eden (doğruca kendisi belirleyen) iş sahipleri' işçilerini insani ve ruhi ihtiyaç· !arından mahrum (gereksinimlerinden yoksun) bir istihsal amili (üretim faktörü), bir makine gibi görmektedirler ... Sayı himaye etmek (emeği korumak) evvela alnının_emeğiyle geçinen vatandaşlara refah ve sa­ adet imkanları (olanakları) vermek ( ... ) Türk Cumhuriyetinin kuvvetlerini feyiz (verimli kılmak) ve hayatının menbalarını (kaynaklarını) korumak demektir. Yoksa işçilerin menfaatlerini iş sahipleri­ nin menfaatlerine tercih etmek değildir ... 'Sayın himayesini, işçi hayatının iyileşmesini iş sahiplerinin hissi fedakarlıklarından (duygulu özverilerinden) beklemenin faidesiz olduğunu' başka memleketlerde yapılan 'tecrübeler göstermiş· tir'. İktisadi fertçiliğin (bireyciliğin) anası sayılan İngiltere işçi meselelerinde devletin müdahalesini her memleketten evvel kabul etmiştir ( ... ) Layiha (tasarı) ( ... ) üç kısımdan mürekkeptir (oluşuyor). Birinci kısım üç baba (konu başlığına) ayrılmıştır. 'Birinci' bap -hizmet akdi (sözleşmesi)- ücretler, hizmet akdinin feshi, müesseselerin da­ hili talimatnamesi (kurumların iç yönetmeliği), ekonoma (bir işyerinde çalışanlar için özel fiyattan sa­ tış yapmak üzere açılan mağaza) ... 'İkinci' bap - işin tanzimi (düzenlenmesi)- işçilerin iş müddeti - is­ tirahat (dinlenme) vakitleri, sıhhat, sınai emniyet ve tahsillerine (eğitim durumlarına) dair (ilişkin) ... 'Üçüncü' bap iş kazaları sigortası - iş yerinde ve iş dolayısıyla işçilerin uğradıkları kazalarda kendile­ rine ve hak sahibi haleflerine, iş sahipleri tarafından teşkil edilecek (oluşturulacak) bir karşılıklı sigor­ ta birliği tarafından verilecek tazminata dair ahkamı ihtiva eylemektedir (hükümleri içermektedir). İkinci kısım da üç bab'a ayrılmıştır: Birinci bap işçilerin yerleştirilmesine, ikinci bap mesleki birliklere ve üçüncü bap 'grev'e ve toplulukla yapılan iş ihtilaflarının (uzlaşmazlıklarının) suret-i halline (çözüm yoluna) dair hükümleri ihtiva etmektedir. Üçüncü kısım, bu kanunun vazından (getirilişinden) doğan ahkamı (hükümleri) dört bab'a ay· rılmaktadır: ( ... ) teftiş, yüksek istişare heyeti (danışma kurulu) teşkili ve vezaifi ( ... ) Kanunun tatbi­ katına memur teşekküller ve uzuvlar (organlar) ( ... ) cezai hükümler (e) tahsis olunmuştur. 'Birçok mıntıkalarda (bölgelerde) işçilerin ne miktar ücret aldıklarını bilmedikleri' ve ( ... ) bazı hi­ lekar ve hodbin (bencil) iş sahipleri tarafından istismar edildikleri (sömürüldükleri) her günkü şika­ yetlerdendir. ( ... ) 'Ücretlerin işçiye tamamen para olarak tediyesinin teminine' (ödenmesinin sağlan­ masına) ayrıca ehemmiyet (önem) verilmiş ve bunun için iş sahiplerinin ekonoma açmaları, işçilerini birer birer borçlandırarak orada mahsup ve takas yapmaları men edilmiştir. .. Ücretin haczi, devir ve temliki (işçiden başkasına hak gibi devredilmesi) men edilmiş ( ... ) ücret imtiyazlı alacaklardan adde­ dilerek (sayılarak) işçinin gündeliği ( ... ) alacaklılarına karşı himaye edilmiştir (korunmuştur) ... Uzun ve fasılasız çalışma sisteminin fert üzerinde asıl ettiği (yarattığı) bedeni ve manevi tesirler göz önünde tutulmuş ve 'iş saati günde sekiz, haftada kırk sekiz' ( ... ) saate muadil (eşdeğer) bir za­ man olarak tesbit edilmiştir.

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: .. iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuvvetlerini yaratmak, arttırmaktır"

361

'İşçilerin sıhhati'ne dair liizımgelen hükümler vaz olun(muş) ( ... ) tahsil (eğitim) meselesine ehem­ miyet verilmiş ve 'yirmiden fazla, tahsil çağını ge­ çirmiş veya hiç tahsil görmemiş işçi kullanan mü­ esseselerde iş sahiplerinin işçileri için mahalli maa­ rif idaresinin' (yerel milli eğitim yönetiminin) vere­ ceği veche dairesinde (yönlendirmeye göre) 'işçile­ rin okutmaları mecburiyeti' konmuştur. Yeni cereyanlar içinde 'medeni dünya kadın­ ları gibi Türk kadınlarının da' hayat mücadelesine girmeleri bir zaruret (zorunluluk) halini aldı ( ... ) 'Nisbeten ucuza' mal olan ve iş sahipleri tarafın­ ........ dan istismar mevzuu (sömürü konusu) olan 'ço­ �: , ··�:· cuk ve kadın sayını (emeğini) korumak' ( ... ) için tedbirler alınmıştır. İş kazaları ( ... ) asrımızın makine sanayi reji­ minde ( ... ) işçilerin işten kalmaları (ile) kendilerini ve ailelerini muhakkak (kesin) bir sefalete sürük­ lüyor. Adi hukuk hükümlerinin tanıdığı tazminat usulü ( ... ) kafi (yeter) bulunmamaktadır ... 'Kaza­ larda iş sahiplerinin mesuliyeti (sorumluluğu) esa­ sı tanınmış' bulunmaktadır. 'İş sahiplerinin iş kazalarından dolayı' uhde­ )'t' . ·.-.: ·. Büyük Taarruz sırasında maliye ve lerine terettüp edecek (yükümlülükleri olacak) daha sonra da ziraat vekilliği yapmış 'bu ıııesuliyetleri sigortalamak mecburiyeti vaz Hasan Fehmi Ataç (1879-1961). olunmuştur' (konmuştur). Bu suretle, iş sahiple­ rinin tazminat ödemeğe kudretlerinin müsait olmama ihtimali bertaraf edilmiş (parasal güçlerinin yetmeme olasılığı giderilmiş) bulunmaktadır. ( ... ) Mecburi sigorta, kazanç kastiyle çalışan sigorta müesseselerine bırakılmamış, ( ... ) sanayi müesseselerinin aralarında teşkil edecekleri (oluşturacak­ ları) bir 'iş kazaları sigorta birliğine' bırakılmıştır. 'İşsizliğin önüne geçmek' ve mümkün olduğu derecede 'herkese iş bulmak' ( ... ) bir iş arz ve ta­ lebi tesis etmeyi (oluşturmayı) 'amme (kamu) hizmetleri'nden telakki etmek (saymak) lazımdır. ( ... ) İşçileri yerleştirme hususunda 'meccani (bedelsiz) yerleştirme evlerine', bilhassa belediyeler ve vila­ yetler tarafından açılacak yerleştirme idarehanelerine ( ... ) ve ( ... ) 'merkezi bir ofis' teşkiline dair ah­ kam (hükümler) vazolunmuştur. Para ile işçi yerleştirilmesi sui istimalleri mucip olmaktadır (kötü kullanıma yol açmaktadır). ( ... ) Para mukabilinde işçi yerleştirmesinin menine (yasaklanmasına) dair layihaya hüküm konmuştur. 'İş hakkı ile sermaye hakkını telif' ederek ( bağdaştırarak) ( ... ) 'muvazeneyi temin etmek üzere işçilerin müştereken hareket ermeleri ve grev yapmalarına dair hakları kamıııda teyit edilmiştir (doğrulanmıştır)'."

NASIL BİR DEVLETÇİLİK? 1 920'li yılların popüler terimi olan millJ iktisat, 1 930'da artık yeni koşullarda, Mustafa Şeref Bey'e göre "devletçilik" demek olmalıdır. Başka bir şey de olmamalıdır. Cumhuriyet ekonomisi­ nin sağlam bir zemine oturabilmesi için, milll iktisat anlayışının "devletçilik kalıbına göre yeni bir

362

ikinci kısım: türkiye

dökümü" yapılmalıdır. Türkiye'nin gelişme düzeyi, ekonomide alacağı yola bağlı olarak belirle­ necektir. Bu da, çeşitli çevrelerin ortak bir sermaye birikimi anlayışında buluşmalarıyla gerçekle­ şecektir. "Bir milletin iktisadi vaziyeti, o milletin medeniyette merhalesini (aşamasını) ifade eder Milli ikn­ sat mefhumu (kavramı) da şu ibarede hulasa edilebilir (özetlenebilir): Memleket dahilindeki iktisa­ di menfaatler (çeşitli çevrelerin ekonomik çıkarları) kendi kendine ve alabildiğine anarşik bir suret­ te faaliyet ve harekette bulunmayacaklardır. Onlar yüksek bir ahenk ve muvazeneyi temin etmek (uyum ve dengeyi sağlamak) için bir noktaya doğru sevk ve tevcih edileceklerdir (yöneltilecekler­ dir). Fakat, bu noktaya sevk ve tevcih edildiklerinde, devletin faaliyeti ferdin (bireyin) faaliyeti ye­ rine kaim olmayacak (geçmeyecek), devlet ferdin faaliyetinde ne gibi engeller varsa onları bertaraf edecek (giderecek), ferdin faaliyetlerinin birbirlerini nakzedecek (silecek), birbirlerini ızrar edecek (zarar verecek) surette yürümelerine mani olarak, onları umum camianın (tüm topluluğun) müşte­ rek ve umumi (ortak ve genel) menfaatini kollayacak surette sevk ve tevcih edecektir. Her fert, fer­ di teşebbüste (özel girişiminde) şuurla ( bilinçle) hareket edecek ve iktisadi faaliyette diğer ferdi menfaatleri kendisi tamamlayacak ve yine kendisi bir müteazzıv küllün cüz'ü (oluşmuş bir organiz­ manın küçük parçası) olduğunu kavrayacaktır. Hükümet devletçilik dendiği zaman bunu anlar ve bu gayeyi temin (amacı sağlamak) için müdahaleyi esas tutmuştur."

Bu devletçilikte, ekonomide egemen noktaları elinde bulunduran, devlettir. Özel kesimin milliliğini sağlayacak araçlar bu sayede oluşur. Ekonomide millilik, sermayenin yerli ellerde birik­ mesidir. Bunun araçları hem milli sermayeye doğrudan yapılacak tahsisler hem de dolaylı tahsis­ lerin yapılmasını sağlayan piyasa araçlarıdır. Bu genel kuralın işleyebilmesi için, işçi-işveren ilişkileri çağın ölçülerine uyularak düzenle­ necektir. İç ticarete rekabet ilkeleri yansıyacaktır. Dış ticaret bir buhran kaynağı olmayacak ve günün koşullarına göre, gerekiyorsa denetlenecektir. Sanayi öncelikle özendirilecektir Sanayide mülkiyetin milli olması, sanayi kuruluşlarının verimli işlemesi ve sanayiin devletçe çeşitli sektör­ lere verilen teşviklerle korunması esastır. Bir önemli nokta da hiç unutulmayacaktır: Sanayi finans kapitalce yönetilmeyecektir. Devletçilik, sanayide birikime öncelik veren bir sistemdir. Hangi kesim sanayide hızlı geli­ şebilirse, orada birikim daha çok artacaktır. Devlet ile özel kesim, bu birikimi artırmak için yarı­ şacaklardır. Devletçilik bu çerçevede oluşamazsa, devlet bu gelişme şemasını uygulayamazsa er geç fi­ nans kapitalin ağır basacağı bir ekonomi tablosu ortaya çıkar. Öyle bir tablo, 1 930'ların dünya buhranının da kaynağıdır. Çünkü, sermayenin anonimleştiği ve sanayiin mali sermayenin kontro­ lüne girdiği bir ekonomide, kontrol devletten finans kapitale geçmiştir. Böyle bir ortamda, piya­ salar rekabet ilkesine göre işleyemez. Kontrol bankaların ve büyük anonim şirketlerin elindedir. Bu tablo, "liberalizmin anarşik vaziyeti"dir.

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuvvetlerini yaratmak, arttırmaktır"

363

TEPKİLERDEN BİR DEMET 1 929-30 yıllarıyla başlayan buhranın yakından incelenmeye değer bir yönü vardır: Devlete, hem ekonomideki rantlara el koyma, hem de sanayide hamle yaparak sermaye birikiminin akışını de­ ğiştirme olanağı vermiştir. Yönetim bu noktayı görmüş ve bu olanağı kullanmıştır. Görmek ve hamleyi yapmak, Mustafa Şeref Bey'in işidir. Doğal olarak, tepkileri de o toplar. Ekonomik buhran, herkesi sinirli ve gergin yapar. En sinirli, en gergin olanlar ise, sermaye kesimini oluşturan çevrelerdir. Buhran ortamının onlara verdiği güvensizlik havası; pazar payla­ rının küçülmesiyle büyür ve karamsar l ığa dönüşür. Buhranda, bu çevrelere güven aşılamak, normal zamanların inandırıcı yöntemleriyle sonuç almak son derece güçtür. Güvensizlik ve karamsarlık, bu çevreleri bir sınıf çizgisinde toplayan ve hücuma hazırlayan ortamdır. 1 930-32 yıllarında ekonomiyi koklayanlar, bu kokuları alacaklar­ dır. Ticaret kesiminin tepkileri, 1 929'un gümrük tarifesi ve 1 930'un kambiyo kontrolleriyle başlamıştır. Gümrüklerin yükselmesi ve dövizin devletçe denetlenmesi tüccarın hoşuna gidecek bir şey değildir. Çünkü, kazancının kaynağı daralmıştır. Daralma, 1 930-3 1 -32'de ithalat hacminin da­ ralmasıyla süreklilik kazanır ve 1 9 3 1 'de başlatılan ithal kotası uygulaması, 1 932 'de dış ticarette ta­ kas yapma ilkesine dönüşünce, tüccarın tepkileri de iki yıl öncesine göre çok büyümüştür. Ekonomide buhran, kaynak kıtlığı demektir. Buhran derinleştikçe piyasalarda havadan ka­ zançlar artar. 1 929-30 yıllarından başlayarak yönetim, buhran rantlarını tüccara bırakmak iste­ memiştir. Bu rantları, olabildiğince devlete mal etmeyi düşünmüş, buna girişmiştir. Girişimde baş­ rolü Mustafa Şeref Bey'in İktisat Vekaleti üstlenmiştir. 1 9 3 1-32 'de iktisadi buhran vergisi, 1 932'de takas komisyonu kurulması, yine 1 932'de çay-kahve-şeker ithalatının bir elden yöneti­ mi, yine 1932'de devletin hizmet kesimine bir adım atarak vapurculuk ve gemi kurtarma şirketle­ ri kurması bu politika çizgisinin ürünleridir. "Bizde, Balkan Harbi'ne kadar Türk münevverleri (aydınları) ticaret hayatına çok bigane (kayıtsız) idiler. Balkan Harbinden sonra ve bilhassa (özellikle) Cumhuriyette bir intibah-ı milli (ulusal uyanış) hasıl oldu Bizden giden anasırın (unsurların) yerini feyz-i Cumhuriyetle (Cumhuriyetin getirdiği iler­ lemeyle) Türk'ün azmi ve himmeti (kararlılığı ve çabası) doldurmuştur. Binaenaleyh (bu nedenle), milli ticareti ben, Cumhuriyetin bir mevludu telakki ederim (yeni doğmuş çocuğu sayarım). Vatan­ daşların bu yola dökülmesine saik olan Cumhuriyettir. Her ne suretle olursa olsun, bunları bu yol­ dan geriye döndürmek şiarımızla ( hedefimizle) muvafık değildir (bağdaşmaz) kanaatindeyim. Milli ticaretin en hakiki şekli, en canlı misali, deniz ticaretinde görülmüştür. Bizim işimiz ne ol­ malıdır? Bu filonun tezyidine (arttırılmasına) elbirliğiyle çalışmak. Böyle bir darlık zamanında, biz ticaret-i bahriyemize (deniz ticaretimize) ne kadar inkişaf (gelişme) verebiliriz ki, hususi (özel) ser­ mayelere 'artık size ihtiyacımız yoktur, devlet bu işi kendi sermayesiyle yapacaktır' diyebilelim?"

1 932'nin Temmuz'unda, İktisat Vekaleti Türkiye Posta Vapurculuğu Anonim Şirketi'ni kurarak deniz ticaretini devlet eliyle düzenlemeyi öngören yasa tasarısını getirdiği zaman, İzmir �1ebusu Kitapçı Hüsnü Bey konuşuyor ve milli, yani özel kesimin ticaretteki rantlardan yoksun

364 ikinci kısım: türkiye

bırakılmaması gerektiğini dile getiriyor. Deniz ulaşımı, ticaretin temel hizmetlerle iç içe yü­ rütüldüğü alandır. İş ve kazanç garantisi vardır. İşletmecilik, iyi yürütülse de yürütülmese de, buh­ ran olsa da, olmasa da bu hizmet piyasası rant getirmektedir. Devlet, 1 932'de bu rantları almaya karar vermiştir. Başka alanlarda da aynı şey amaçlanır. Bunlardan birisi tarımdır. Tarımın bir bölümü ka­ palı devre çalışmaktadır: Kendi üretimini kendi tüketmektedir. Fakat, bir bölümü de pazara açık­ tır. Burada üreticinin soluk alması tüccarın denetimindedir. Ürünü tüccar alır, o pazarlar, rantla­ rı da o toplar. Afyon, bu bakımdan tipik bir üründür. 1 930'larda, ekonomide güzel kazanç sağ­ layan nadide bir bitkidir. Kazancın çoğunu tüccar almakta, azı üreticiye kalmaktadır. Ama, üre­ tici örgütlenirse, kazancın çoğu da onun olacaktır. "Arazi sahibi olmadığı halde bizzat ortakçılık suretiyle afyon ziraati yapanların fakir ve asıl himayeye' (korunmaya) muhtaç çiftçilerden ibaret olduğu ve bunların evleviyetle (öncelikle) koo­ peratife aza (üye) kaydedilmeleri lüzumu" 1 932 Haziran'ında İktisat Vekaletince dile getirilir. Mustafa Şeref Bey, 1 932'nin yaz günlerinde, Türkiye afyon yetiştiricileri satış kooperatifi kanunu­ nu getirdiği zaman, kendisine karşı başlamış olan tepki zincirine bir halka daha eklenmiş olur. "İntihap edeceğimiz teşekküller (seçeceğimiz kuruluşlar), heyet-i idareler (yönetim kurulları) doğru­ dan doğruya işten anlar kimselerden seçilmelidir. Acaba bir istihale (değişme) devresi yaparsak, 'af­ yon kooperatifinin azası (üyesi) elinde fazla mahsul bulunan kimselerden seçilir' dersek, daha iyi ol­ maz mı? Madem ki maksat müstahsile menfaat temin etmektir (üreticiye çıkar sağlamaktır), ilk isti­ hale (oluşma) devresinde afyon sahibi tüccarlar da işin içine girerse menfaatlerini daha iyi bilirler."

Eskişehir Mebusu Emin Bey (Sazak), durumun hiç farkında değilmişçesine, tüccarın rantla­ rını üreticiye ve devlete aktaracak bir kooperatif yerine, tüccarların egemenliğinde bir kooperatif oluşturmanın yolunu önermektedir. Fakat, Kocaeli Mebusu Sırrı Bey, büyük toprak sahibi olan Emin Bey kadar ince bir çizgi izlemeye gerek görmez. Düşüncelerini, tepkisiyle birlikte söyler: "Anlaşıldı. Seri halinde iktisat kanunlarını müzakere edeceğiz (görüşeceğiz). Dün şeker, kahve, çay ticaretinin tahdidi (sınırlanması) şekline, bir elden idaresi dediler. Bugün de afyon ticaretini kendi eline almasına, afyon yetiştiricileri satış kooperatifi diyorlar. .. Halkın muhabbetine istinat eden (sevgisine dayanan) hükümetin mesnedini (dayanağını) ben sarsılmış görüyorum. Bu nokta iyi de­ ğildir. Hatalı yol üzerinde bulunuyoruz."

Sırrı Bey'in tepkisi, yalnızca ticaret rantlarının tüccardan devlete ve üreticiye kayacak olu­ şundan kaynaklanmaz. Getirilen düzenlemelerin önemi başkadır. Ekonominin işleyişine sistemli bir devlet müdahalesinin gelmekte olduğunu, tepkiyi gösterenler, bir depremin yaklaşması gibi duymaktadırlar. Bunu yalnız tüccarlar, armatörler ve büyük toprak sahipleri değil, bankacılar ve bankacılıkla iç içe olan sanayiler de aynı keskinlikte duyarlar. 1 932'de, özel kesim sanayileşmeye karşı değildir. İşlerin büyümesine de karşı değildir. Ama, kendi payının küçülmesine ve sermaye kazançlarının devlette birikmesine karşıdır. Buhran

altıncı bölüm: mustafa şeref bey'in öyküsü: "iktisadiyatta esas olan, memlekette istihsal kuvvetlerini yaratmak, arttırmaktır"

365

ortamı, devlete, hem ekonomideki rantlara el koyma, hem de sanayide hamle yaparak sermaye bi­ rikiminin akışını ve temposunu değiştirme olanağı vermiştir. Bankacılık ve sanayi kesimi, öteki çevrelerle birlikte bir sınıf çizgisinde buluşur. "En iyi savunma hücumdur" tavrını benimser. Bu tavrı en net biçimde ortaya koyan, büyük toprak sahibi bir mebus, İzmir Mebusu Halil Bey (Men­ teşe) olur: "İktisadi sahada ben de 'etatist'im (devletçiyim). Fakat görülüyor ki, sizler prensibinizin hududunu tecavüz ederek (aşarak), iktisadi zaruret (zorunluluk) olmaksızın müdahaleye gidiyorsunuz. Bende­ niz bunda tehlike görüyorum. İstihsale ( üretime), servet tevezzüüne (dağılımına) devletin müdahale­ sine gelince iş kollektivizasyona gider. o müdahalenin arttığı memlekette, iş aleminde büyük bir te­ şevvüş (karışıklık), bir itimatsızlık tevlit etmesi (güvensizlik doğurması} zaruridir (kaçınılmazdır)."

Halil Bey, özel kesimin hemen tüm çevrelerinin " hücum borusunu" seslendirmiştir. 1 932'nin ilkbaharında gündemde milll bankalara verilen bağışıklıkların sanayileşmeye aktarıl­ mak üzere kesilmesi ve Ziraat Bankası'nın köylüden buğday alımına başlaması gibi köklü yenilik­ ler de vardır. İktisat Vekaleti çevresinde tasarlanan ve hazırlanan tüm yenilikler, 1 932 Tem­ muz'unun başında birbirinin ardından yasalaşır. 1 932, dünyada da Türkiye'de de, ekonomide buhranın derinleştiği yıldır. Fakat, Türkiye'de 1 932, etkileri daha sonra kavranacak bir zor ve önemli değişikliğin geri çevrilmez başlangıcı olur: Ekonominin rotası memleketin istihsal kuvvetlerini yaratmak ve arttırmak yönüne çevrilmiştir. Ekonominin yönetimi, bu yönde hızla ilerlemek demek olmuştur. Üretim güçlerini yaratmanın yolu, bir bolluk değil bir buhran ortamında bulunmuştur. Türkiye ekonomisinde bu yolu, " dev­ let sanayii" açmaktadır. 1 932 Ağustos'unda, Reisicumhurun sofrasında geçen ve Yalova Olayı diye bilinen bir ge­ lişme, Mustafa Şeref Bey'in İktisat Vekilliği'nden istifasına yol açar. Sağlık gerekçesine dayanan istifası 1932 Eylül'ünde kabul edilir. Bu olay çeşitli kitaplarda anlatılmıştır.1 1

Yalova Olayı, Mustafa Şeref Beyin, 1932 Ağustosu'nun ilk haftasında tedavi olmak için Avrupa'ya giderken Reisicumhuru ziyaret etmesi sırasında geçer. Olayın sayılı görgü tanıklarından olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bunu (Bilgi Yayınevi, 1968, Ankara) başlıklı kitabında anlatır. Olayın, Y. K. Karaosmanoğlu'nun anlatımını tamamlayan yönü, Selim İlkin ile İlhan Tekeli'nin

Türkiye'de Devletçiliğin Oluşumu (ODTü, 1 982,

Politikada 45 Yıl

Uygulamaya Geçerken

Ankara) başlığını taşıyan kitaplarından izlenebilir. Tekeli ve İlkin'in sap­

tamaları şöyledir: " ( 1 932) Temmuz ayında İktisat Vekilince art arda çıkarılan devletçi yasalar yüzünden özel kesimin tepkileri açıkça su yüzüne çıkmıştı. İşte bu tepkilerin yoğunlaştığı dönemde, Mustafa Şeref Özkan'ın istifasında bardağı taşıran son damla gö­ revini T. İş Bankası'nın, kağıt fabrikası kurma konusundaki girişimlerine Sanayi Umum Müdürlüğü'nün olumsuz cevabı gör­ dü. Bir süredir, kağıt fabrikası yapılması hükumete yakın çevreleri işgal ediyordu. Gümrük ve İnhisarlar Vekaletinin bu ko­ nudaki bir girişiminin sonuçlanamaması üzerine, T. İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar, kağıt üretimi konusunda deney sahibi Mehmet Ali Kağıtçı'ya bir proje hazırlatmış, bu proje ile İktisat Vekaletine başvurmuştu. Yeni Devlet Sanayi Ofisi Ya­ sasının 6. maddesine göre, bu konuda girişimciler, yatırım kararlarını doğrudan doğruya uygulama olanağına sahip değiller­ di. Hükumetin bu konudaki eğiliminin, kağıt fabrikasını kendisinin kurmak istediği yönünde olduğu T. İş Bankası çevresin­ ce öğrenilmiştir. Bunun üzerine gerekli desteği sağlamak için, T. İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar ile Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut (Soydan), Yalova'da Mustafa Kemal'i, ziyaret ederek durumu açıklamışlardı. Mustafa Şeref Özkan sağlık nedenleriyle yapacağı bir Avrupa gezisi öncesinde, muhtemelen İş Bankası yöneticilerinin yapmış oldukları ziyaretin etkileri-

366 ikinci kısım: türkiye

1 932 sonbaharından, 1 9 3 8 Eylül'üne kadar, Mustafa Şeref Bey önce maliye, sonra da bütçe encümeninin değişmez reisidir . . O yıllarda bütçe encümenine "Mustafa Şeref Akademisi" denildiği, Meclis tutanaklarından okunuyor. Ölüm tarihi ilginçtir: Acaba yeni­ den İktisat Vekili (belki de başvekil) olmasından kısa bir süre önce mi ölmüştür? Tarih bu tür soruları yanıtlamıyor. .

Galip Hoca adıyla Milli Mücadele'de savaşan, Cumhuriyet döneminde iktisat vekilliği, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar (1883-1986).

ni azaltmak nedeniyle, Yalova'da Mustafa Kemal'e 7 Ağustos 1 932'de veda ziyaretinde bulundu. Bu ziyaret sırasında, Mustafa Kemal'in, 'Sanayi Umum Müdürünü (A. Şerif Önay) nasıl bilirsiniz? ' diye bir sorusunu, Özkan, 'Dürüst, çalışkan ve kıymetli bir mesai arkadaşım olarak bilirim' diye cevaplandırmıştır. Bu cevap, Mustafa Kemal'in çok sert tepkisine yol açarak, İş Bankasına istenilen müsaadenin verilmemiş olmasını, Sanayi Umum Müdürünün 'kötü niye­ tine' ya da 'bazı menfi tesirler altında kalmasına' bağlamıştır. Bu tepki karşısında, Mustafa Şeref Özkan telgrafla istifasını Başvekile bildirerek Avrupa'ya gitmiştir. Fakat, istifa, uzunca bir süre kamuoyuna açıklanmamıştır. Bu durumun, Başvekilin, bir süre de olsa Özkan'ı desteklemiş olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır ... Bu arada 20 Ağustos 1 932 tarihinde yayımlanan 1 32 1 3 sayılı kontenjan kararnamesi nedeniyle, Özkan'a olan tepkiler daha da artmıştır. Bu kararname, özellikle İstanbul iş çevreleri ile Milli Sanayi Birliğini çok rahatsız etmiş ve İktisat Vekili aleyhine yürütülen kampanya hızlandırılmıştır... Bu gelişmeler karşısında, Mustafa Şeref Özkan'ın sağlık nedenleriyle istifa etmiş olduğunu açıklamak dışında pek az al­ ternatif kalıyordu. İstifa haberiyle birlikte, T. lş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar'ın İktisat Vekili olacağı, 8 Eylül 1 9 32'de gazetelerde yer alıyordu. " Tekeli v e İlkin'in kitaplarında, b u konuda iki özgün belge vardır. Bunlardan birisi, 1 976'da Ahmet Şerif Önay'la yaptıkları özel görüşmedir. Konuyla ilgili şunu açıklıyorlar: "A. Şerif Önay, 24 Temmuz 1 976'da kendisiyle yaptığımız mülakatta, İş Bankası grubunun Teşvik-i Sanayi Kanununda bulunan Bölge imtiyazının kağıt fabrikasına verilmesini istediklerini, Mustafa Şeref Özkan'ın da, kendisine, 'Nasıl olsa vere­ ceğiz, ama, kanunun icap ettirdiği bazı noktalar var, ben de onlardan onu isteyeceğim' dediğini anlatmıştır. " İkinci belge de, Mustafa Şeref Beyin 9 Eylül 1 932'de (yani, istifasının Türkiye' de açıklanmasının ertesi günü), tedavi için bulunduğu Grafenberg Prissnitz Sanatoryumundan, Sanayi Umum Müdürü Ahmet Şerif Bey'e (Önay) yazdığı Önay'ın nite­ liklerini öven ve kendisine, çalışma arkadaşlığı için teşekkür eden özel bir mektuptur. Mustafa Şeref Beyin Vekillikten ayrıl­ masından sonra, Ahmet Şerif Bey kısa bir süre daha Sanayi Umum Müdürlüğü görevini yürütüyor. 1933'ün ilk ayında bu gö­ revden ayrılıyor.

YEDİ NCİ BÖLÜM "Sanayileşmeyi Hususi Teşebbüslere Bırakırsak En Az. iki Asır Daha Bekleriz"

1 920'li yıllarda ekonominin sürükleyici sektörü, ticaret, biraz da bankacılıktır. 1 930'larda ise,

sanayi öne geçer, lokomotif olur. Bunu bankacılık izler. Ekonominin boyutlarına bakılınca, 1 930'ların sanayileşme hamlesi denilen şey, bugün or­ ta karar bir canlılıktan ibaretmiş sanılabilir. O gün yapılanlar, bugün küçük ölçekli ve basit işler­ miş gibi görünebilir. Oysa, asıl etkileri zaman içinde ortaya çıkacak ve önemi geri dönüp bakılın­ ca daha iyi anlaşılacak bir değişiklik yaşanmaktadır. Sanayi ilk kez ekonominin ağırlık merkezi­ ne oturmaktadır. Sanayi ekonominin ağırlık merkezi olunca, ülkede dengeler değişir. Hem ekonomide, hem de siyasette yeni dengeler kurmak şart olur. Ekonominin ve siyasetin yapısı, yeni baştan örgütlen­ meye başlar. 1 930-3 1 'de Cumhuriyet rejimi için siyasetin yapısını yeniden örgütleme sorunu gün­ demde öne geçmiştir. O sıralarda, Türkiye ekonomisinin yapısını, bir sanayi yapısı olarak kurma kararı da verilmektedir. Yeni bir sanayi yapısı, yeni bir sermaye birikiminin başlaması demektir. 19 3 1 Mayıs'ında toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı bir programla sonuçlanmış­ tır. Bu program der ki, ekonominin örgütlenişinde temel ilke devletçilik olacaktır. 1 93 1 Ma­ yıs'ından, 1 932 Temmuz'una gelindiği zaman anlaşılır ki, sanayii ekonominin ağırlık merkezine oturtmak, sermaye birikiminden devletin alacağı payı da büyütmek demektir. O tarihte sayıca kü­ çük gibi görünen özel sermayenin geniş çevresi, bu çizgiden hoşlanmaz. Devletin ekonomideki pa­ yının büyümesiyle gerçekleşecek olan yeni sanayi modelini sevmez. Bunu " aşırı devletçilik" sayar. Sanayileşmeyi devletçiliğe oturtmaya yönelen bu gelişmelerin sahibi Mustafa Şeref Bey, 1 932 Eylül'ünde İktisat Vekilliğinden ayrılır.

368 ikinci kısım: türkiye

"BÜTÜN MİLLİ KUVVET KAYNAKLARI" Cumhuriyetin sanayi hamlesi Mahmut Celal Bey'in (Bayar) İktisat Vekilliği döneminde uygula­ maya girer. Celal Bey, hem İş Bankası Umum Müdürü, hem de mebustur. 1 932 Eylül'ünde Mus­ tafa Şeref Bey'in yerine atanır. Sanayileşmenin yeni boyutu konusunda tereddüdü yoktur. Varsa da açıklayamaz. Dünyada ve Türkiye ekonomisinde buhranın biraz daha derinleştiği 1 932 yılın­ da Celal Bey önemli bir niteliğe sahiptir. Arkasında özel kesimin güveni ve desteği vardır. Önem­ li olan da budur. Çünkü, özel kesimi ve çevresini genç Cumhuriyet rejimine yabancılaştırmamak, yönetimin titizlik gösterdiği noktalardan biridir. Ekonominin daraldığı ve her kesimde sıkıntıla­ rın arttığı ortamda ise, bu titizlik eskisinden daha çok artar. Sanayi kararlarının merkez karargahı olan İktisat Vekilliğinde, 1 932 Eylül'ünden önce dü­ şünülen şey şudur: Buhran ortamında kaynaklar kıtlaşmaktadır. Özel kesime eskisi gibi götürü destek vermek savurganlık olacaktır. Bunun yerine, öncelikle sanayii desteklemek gerekir. Özel kesime akan desteklerin büyücek bir bölümünü kesmek ve bundan sanayi için bir kaynak oluştur­ mak şarttır. Bu, "tulumbanın ilk suyu" olacaktır. Bu olmazsa, Cumhuriyetin kuracağı sanayie ilk büyük hareketi vermek olanaksızdır. 1 932 Eylül'ünden sonra Celal Bey özel kesimi destekleyen devlet fonlarına dokunmaz Bu destekleri azaltmış olan kararları hemen değiştirir. 1 93 3 yılına girildiğinde, ekonomide buhranın derinleşmesi sürerken İktisat Vekaleti sanayileşme için yeni bir çerçeve kurma arayışı içindedir. Aranan çözümün püf noktası, sanayileşmenin devletin ekonomideki payını büyütecek ve özel ser­ mayeninkini küçültecek bir hareket haline gelmemesidir. Celal Bey'in (ve İş Bankası'nın) sanayi­ leşme anlayışı "bütün milli menabi-i kuvva" (kuvvet kaynakları) sloganı üzerine kuruludur. Bu slogan, devlet sermaye birikimini hızlandırırken, yerli özel kesimi bu işin dışında bırakmamak de­ mektir. Sanayileşme, kaçınılmaz olarak devlet öncülüğünde gerçekleştirilecektir: ama özel serma­ yeyi de geliştirmelidir. 1 930'ların Türkiye'sinde, sanayide yerli sermayenin çapı pek küçük oldu­ ğuna göre, özel kesim kendi boyunu, kat kat aşacak olan bir sanayileşme hareketinde ufalanıp git­ mez mi? 1 933'te bulunan çözüm basittir. Kolomb'un yumurtası gibidir: Özel sanayi demek, önce­ likle milli bankalar demektir. Bütün milli kuvvet kaynaklarından yararlanmak ise devletin kay­ naklarını bankalarla eşleştirmektir. Sanayileşme modeline Celal Bey'in İktisat Vekilliği ile getiri­ len çözüm, 1 933 Haziran'ında Sümerbank'ın kuruluş kanununda açıklanır: "Sanayileşme hareketine hız verilebilmesi için bütün milli kuvvet menba (kaynak) ve unsurlarından çok istifade etmek h'izım geldiğini tecrübeler göstermiştir. Bir an evvel sanayileşmek gayesini güder­ ken, Sümerbank'ın milli ve hususi teşebbüslerle beraber çalışması esasına yer verilmiştir. Biriken sermayelerin emniyetli işlerde kullanılmasının bu husustaki mesaiyi (çalışmayı) daha müsmir (ya­ rarlı) kılacağı düşünülerek, Sümerbank'ın sahibi bulunacağı fabrikalar hisselerinden bir kısmının Türklerin ve Türk teşekküllerinin eline geçmesi muvafık (uygun) görülmüştür."

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

369

Nazilli Basma Fabrikası'nın açılış töreni. 9 Ekim ı93]'de yapılan bu törene Atatürk, ismet lnönü, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak'la birlikte katılmıştır.

Aynı çizgi, İş Bankası'nın 10. kuruluş senesi ( 1 933) raporundan da izlenebilir. "Bütün kuv­ vetler" sloganına dayanan yeni politika, özel sermaye çevrelerini sanayileşme hareketine ortak edecektir: "Bugünkü Türkiye devleti, bütün irade ve enerjisini, yürüyen müspet bir program üzerinde topla­ mış bulunuyor. Memleketin bütün iktisadi kuvvetleri, iktisadi unsurları bu yapıcı programın etra­ fında iktisadi seferberliğe davet edilmiştir. Milli iktisadın finansman işlerinde, milll bankalara pek mühim bir vazife düştüğü içindir ki, bankamız, devletin çizdiği çerçeve içinde ve devletin nezaret ve murakabesi (gözetim ve denetimi) altında, memleketin iktisadi kalkınma savaşında -diğer milli bankalarımız gibi- mühim vazifeler almış bulunmakta iftihar eder (kıvanç duyar)."

Devlet Sanayi Ofisi ile Sanayi Kredi Bankası'nın birbirine geçmiş iki çark gibi oluşmasıyla kurulan 1 932 Temmuz'unun sanayi modeli, o yılın Eylül'ünden sonra bitkisel hayata bırakılmış, 1 933 Haziran'ından sonra yeni bir model başlatılmıştır. 1 932 Temmuz'unda birbirinden ayrılmış olan sanayi ve bankacılık işleri, yeni modelde bir bakıma yeniden birleştirilmiştir. Fakat, asıl yeni

370 ikinci kısım: türkiye

olan şey, sanayi hareketine katılacak ve bundan pay alacak alan "milli bankalar"dır. Öncelikle, İş Bankası (ve Ziraat Bankası)'dır. Bunlar devletin tasarlayacağı sanayi işlerine kredi verecekler, ama daha önemlisi, devletin yürüteceği sanayi hareketi içinde pay sahibi olacaklardır. Sümerbank ise, aslında bir banka değil, İktisat Vekaleti'nce tasarlanıp yürütülecek sanayi hareketinin merkez karargahıdır. Bu modelde, milli bankaların gelişme şansı devlet sanayiinin gelişme temposuna bağlan­ mıştır. Sanayi hareketinin sağlayacağı birikim hem devlet kesimine, hem de milli bankalar üzerin­ den yerli özel sermayeye yönelecektir. Böylece, bankacılık kesimi sanayiin yönetiminde bir bakı­ ma söz sahibi olabilecektir. İktisat Vekili Celal Bey'in 1 934'ün yaz aylarındaki deyişiyle; "Hükümet memlekette ana sanayii vücuda getiriyor. Bu ana sanayide milli sermayeye ve hususi (özel) teşebbüslere ayrıca bir kıymet ve pay bırakmıştır. Ana hatların haricinde (dışında) müteşeb­ bislerin sanayi vücuda getirmelerini büyük bir memnuniyetle karşılamaktadır."

Sözler oldukça berraktır: Sanayi hareketinin gövdesi ana sanayidir. Bunu devlet kuracak, bunu yaparken özel sermayeye de pay verecektir. Bu gövdenin dışında, adına " sanayi" denile­ bilecek işlerle uğraşmak isteyenler olursa, devletin bir diyeceği yoktur. Onları da alışılagelmiş bi­ çimde desteklemeye devam edebilir. "SÖMÜRGE EKONOMİSİNDEN KURTULMAK" Sümerbank modeli bir uzlaşma çizgisi oluşturur; sanayi, devletin ve özel sermayenin işbirliğiyle ku­ rulacaktır, anlayışını simgeler. Bundan sonra sanayileşme politikasının ilkeleri netleşmeye başlar. Yavaş yavaş genişleyen halkalar halinde şu anlaşılmaya ve konuşulmaya başlanır: Sanayi­ leşme dörtbaşı mamur bir iştir. Başlangıcında da, sonrasında da kıskanç davranmayı gerektirir. Sanayileşmenin abc'si, hammadde kaynağını, üretim aşamasına, onu da pazara garantili olarak bağlayabilmektir. Bu üçlü zincir garantili biçimde kurulabilirse, sanayi kurulabilir, geliştirilebilir ve buna dayanarak başka politikalar tasarlanabilir. Cumhuriyet yönetimi bu zinciri kurmakta ba­ şından beri kararlıdır. Ama, iş 1 930'larda aydınlanmaya başlar. 1 932 Şubat'ında Mustafa Şeref Bey'in deyişiyle; "Hiç tereddüt etmeksizin arz edeyim ki, hükümet, milli fabrikaların memleket iptidai (ham) mad­ deleri kullanmasını, istihsal membalarımızın atideki emniyeti nokta-i nazarından (üretim kaynak­ larımızın gelecekteki güvencesi açısından) en mühim istinatgah telakki etmektedir (en önemli daya­ nak saymaktadır). Hükümetin esas programı, milli fabrikaların memleket iptidai maddelerini kul­ lanmaları hususunu temindir. Bu hususta, memleket iktisadiyatını (ülke ekonomisini) en iyi surette koruyacak tedbirler ittihaz edeceğiz (alacağız) . "

Milli fabrikalar olarak söz edilen özel kesimin, yerli hammadde kullanmak diye bir tasası yoktur. Amaç, ister yerli, ister ithal olsun, hammaddeyi bulmaktır. Yönetimin sanayileşme anla­ yışı ise, üçlü zinciri kurmaya yönelmektir. Yerli sanayii de bu çizgiye çekmeye çalışır. Bu çaba

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

371

1 930'larda da hep sürer, hiç bitmez. 1 930'ların sanayileşme çizgisi, o zamana kadar dışarıdan alınan şeker, dokuma mamulleri gibi tüketim mallarının yerine yerlilerini koyma çabası olarak kalmıyor. Bu çaba, şüphesiz sana­ yileşmenin bir bacağıdır Ama, bundan ileri olanı, ülkenin hammadde kaynaklarını yerinden oy­ natmanızdır. Hammaddeyi alabildiğiniz yere kendi sınai ürününüzü verebilmenizdir. Ancak bu çapta bir çaba, erişilmez gibi görünen kaynakları ülke ekonomisine katar, ekonominin coğrafya­ sını değiştirir. 1 930'ların özel kesimini temsil etme görevini üstlenmiş olan banka sermayesi de bu çizgi­ ye, "Evet" demiştir. Daha 1 934'ün yaz aylarında ilk sanayi tesislerinin temelleri hazırlanırken, İş Bankası İdare Meclisi Reisi ve Siirt Mebusu Mahmut Bey (Soydan) bunu açık seçik söyler: "Türkiye'yi milli sanayini kurmaya icbar eden (zorlayan) siyasi ve iktisadi zaruretleri kim bilmez. Davamız basittir. Memleketimizi hammaddecilikten, müstemleke iktisadından (sömürge ekonomi­ sinden) kurtarmak istiyoruz. Onun yerine milli ahenkli (uyumlu) bir iktisat sistemi kurmak kara­ rındayız. Bu gayeye varmak için, milletçe bir nevi iktisadi kalkınma savaşına girişmiş bulunuyoruz. Bu savaşta memleketin mali, iktisadi ve milli bütün teşekkülleri kudretlerine göre vazife almışlar­ dır. Memleket işlerinde daima ön safta çalışmayı kendine şiar (iz) edinen müessesemize de devletin sanayi programında vazifeler verilmiştir."

Demek ki, iktisadi kalkınma savaşının ilk adımı, hammaddecilikten kopmaktır. Çünkü hammaddecilikte kalmayı kabul eden bir ülke, sömürge ekonomisi olmayı kabul etmiş demektir. İş, bu kadar basittir. Zaman, hangi zaman olursa olsun, bu kadar basit fakat doğru olan şey de­ ğişmez. Hammaddesi, üretimi, pazarı bizim elimizdeyse, sanayii kurmak ve işletmek, bir teknik ve bilgi işidir. Tekniğe ve bilgiye egemen olma işidir. 1 930'larda, Cumhuriyeti kuranların sanayi ko­ nusuna böyle baktıkları anlaşılıyor. Sanayileşme konusunda kıskanç davranıyorlar. Sanayinin ve­ receği üstünlük ve kontrol şansının pek önemli olduğunu ve bunun kimselerle paylaşılmayacağı­ nı düşünüyorlar. Bu nedenle, o tarihlerde bizim teknik ve bilgi düzeyimizin ötesindeki büyük bir iş olan sanayileşmeyi başkalarına "ihale" etmek, onların gündeminde yer almamıştır. Sanayiin o parçası buna, şu parçası ötekine emanet edilir gibi bir düşünce, 1 930'ların çizgisine taban tabana zıttır. Sanayileşme ciddi bir harekettir ve bölünmez bir bütün olarak tasarlanmaktadır. Sanayinin bir ülkeye "sağladığı üstünlük ve kontrol olanağı" öyle önemlidir ki, sanayileş­ meyi başaran devletler bir yandan da başkalarına karışmak isterler Kendi çıkarlarını ve güçlerini artırmanın, başkalarının sanayiini engelleyebilmekle iç içe olduğunu düşünmeden edemezler. Çı­ karların büyüklüğü, sanayi alanında ticaretten daha iyi anlaşılır. Ticarette gelişen çıkarlar arasın­ da, bir noktada bir uzlaşma bulunabilir. Oysa, sanayi, çıkarları daha temelden kavrar. Ticaretin yelkeni, çoğunlukta sanayiin estirebildiği rüzgara göre şişer. Bu bakımdan, sanayi alanında dev­ letler arası çıkarları uzlaştırmak zor ve zaman zaman olanaksızdır. Herkes birbirini yönlendirmek ister. Hatta, bunun zorla, savaşarak yapıldığı da olur.

372 ikinci

kısım: türkiye

"Memleketimizde çok propagandası yapılmış bir fikir vardı: Hammaddecilik fikri. Bu fikre bazı münevverleriniz (aydınlarınız) da kapılmıştı. Bunlar, sanayi hareketi başlar ve ilerlerse, mali vazi­ yetimizin sarsılacağından endişe ediyorlardı. Bu tezi bir dava gibi müdafaa edenler (savunanlar) ol­ du. Hariçte (yurt dışında) de, sanayileşmek isteyen memleketlere karşı kuvvetli propagandalar var­ dı. Bunların harice ait olanları, cevaba bile değmez Kendi menfaatleri (çıkarları) cephesinden yapıl­ mış olan bu tezahürlerin (görüntülerin) en hafif ifadesi egoizmdir."

İktisat Vekili Celal Bayar, 1 936'da, sanayileşme konusunda devletlerin birbirlerine nasıl karıştıklarını dile getiriyor. Bir başka ülkeyi sanayileştirmemek öyle önemli bir iş haline gelmiştir ki, orada kendine sanayileşmeye karşı olan yandaşlarını bulmak, hatta yaratmak bu işin parçası­ dır. Çünkü, bir başka ülkeyi sanayileştirmemek, oraya hammaddesinden üretim aşamasına, üre­ timinden pazarına kadar el koyabilme şansı yaratmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş döneminde, yönetimin en iyi bildiği şeylerden birisi budur: "Sanayii geri kalmış memleketler, sanayi tesisini (kurmaya) teşebbüs ettikleri zaman sanayii ileri memleketler onlara gülerler. Bir memlekette sanayi tesisi heves edildiği kadar kolay değildir. Bunun için teşkilat ister, sermaye ister. En hevesliler iki senelik müşkülat (zorluk) karşısında teşebbüslerin­ den vazgeçerler . . . Yüksek hayat yaşamak isteyen milletler, bu davadan vazgeçemezler ve geçemeyeceklerdir. Milletler ailesi içinde layık olduğu yüksek mevkii (yeri) tutmak için sanayii be­ hemehal (ne olursa olsun) kurmak lazımdır."

Başvekil İsmet Paşa, 1 934'ün son ayında Eskişehir Şeker Fabrikası'nın önünde işi özetle­ miştir. Sanayileşme teknikten, bilgiden, kaynaktan önce bir inanış konusudur Yani, bir " da­ va"dır. Cumhuriyeti kuran kadronun geçirmiş olduğu deneyimler, bu davayı keskinleştirmiş ve onlarda bir nitelik geliştirmiştir: Kendini aldatmamak. Varlık kazanmak isteyen bir ülkenin ney­ le soluk alıp vereceğine 1 930'larda böyle karar veriliyor. "BUGÜNKÜ MEDENİYET, KÖMÜRE VE DEMİRE DAYANIR" Sanayi kurmanın, sanayii ekonominin lokomotifi yapmanın nedeni, acaba uluslararası çıkar çe­ kişmesinde kazanan tarafta olmak mıdır? Her şey bundan mı ibarettir? İşin herhalde bir "reel po­ litik" yönü de vardır. Varlık kazanmak isteyen genç Cumhuriyetin omurgası sanayi olursa, ayak­ ta durmak ve gelişmek kolay ve sağlıklı olacaktır. Fakat, işin başka, daha önemli bir yönünü gör­ mek gerekir. Cumhuriyet rejimi kurulurken, bir amaca doğru yola çıkıldığı hep söylenmiştir. Medeniye­ te veya bugünkü deyişle, "uygarlığa doğru" . Uygarlık bir yüksek düzeydir ve her çağda tektir. Uy­ garlığın ölçütleri çoktur, çeşitlidir. Eğer bunlardan birisini ekonomide aramak gerekirse bu ölçüt sanayidir. Cumhuriyeti kuran veya ona hizmet eden kadroların ortak düşüncesi burada toplanır. Kişiler veya gruplar arasında başka farklılıklar olmuştur. Fakat, yönetimdekiler çağdaş uygarlığı günün sanayi uygarlığı olarak düşünmekte birleşirler.

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

373

"Cumhuriyet Halk Partisi'nin 4. kongresinde (Mayıs'ta) İkinci Beş Senelik Sanayi Planı için Büyük Önderden ve İsmet İNÖNÜ'den emir aldığımı söylerken, arkadaşlarımın yüzünde gördüğüm se­ vinç, milletin sevinci idi. Benim nazarımda endüstri müsavi (eşit) medeniyet, medeniyet müsavi en­ düstri demektir. İçtimai (toplumsal) hayat seviyesini (düzeyini) yükseltmek için mutlaka endüstri sahasında çok ileri adımlar atmak mecburiyeti vardır."

1 935 yılının son ayında İktisat Vekili Bayar'ın söyledikleri, karşımızdaki tablonun çerçeve­ sini çiziyor. 1 930'larda, Cumhuriyetin yöneticileri uygarlığı ekonomi alanında sanayi ile ölçerler. Başka bir şeyle ölçmeye, tartmaya yönelmezler. Kalkınma konusunda işin özünü kavramak, ken­ dini aldatmamak, çocukça düşüncelere kapılmamak, o yıllarda berraklaşmış bir özelliktir. Türkiye'nin nüfus yapısında büyük çoğunluk köylüdür. Emek gücü, teknik bilgi ve görgü bakımından geridir. Verimliliği düşük tarım çeşitleri, üretimde ağır basar. Başka ülkelerle karşı­ laştırıldığı zaman, ekonomide sanayiin yeri, varla yok arasındadır. Adına sanayi denilen kuruluş­ lar vardır, ama bunlara bakarak Türkiye'de sanayiin varlığından söz etmek, kendini ve halkı al­ datmak olur. Cumhuriyet yönetimi bu konuda ciddi ve samimi olmaktan hiç uzaklaşmaz. Ülke­ nin geri bir ziraat memleketi olduğunu bilir ve tek çıkış yolunun da bir an önce sanayileşmek ol­ duğunu söyler: "İktisadi cihazımızı (donanımımızı) kurmak lüzumu, her gün daha mübrem ve müstacel (zorunlu ve ivedi) bir vaziyet alıyor. Mübrem sanayiin kurulması bitmedikçe, her nokta-i nazardan (açıdan) yürek istirahati duymamıza imkan yoktur. Memleketin sınai teçhizatını (donanımını) tamamlamak için bütün gayret (çaba) ve dikkatinizi celbetmeyi (çekmeyi) yerinde buluyorum. "

1 933 yılının sonbaharında Gazi Mustafa Kemal, geri bir tarım ülkesinden, gelişmeyi yaka­ lamış bir sanayi ülkesi olmaya doğru geçiş için çok beklenemeyeceğini söylüyor. Çünkü, sanayi­ leşme kararı verilmiştir. Sanayi, nasıl başkalarına emanet edilemeyecek bir çaba ise, aynı zaman­ da da savsaklanmaması gereken bir harekettir. Bu harekette başarı, zamana karşı yarışabilmeye bağlıdır. Çağın sanayii, ancak hızlı bir koşuyla yakalanabilir. 1 933'te, Cumhuriyet rejimi bu ko­ şunun çıkış noktasındadır. Cumhuriyet yönetimi "sanayileşeceğiz" derken, ufak ve hafif sanayilerle, geleneksel çalış­ ma kollarıyla, eskimiş teknolojilerle uğraşmayı, ikinci veya üçüncü sınıf bir sanayi ülkesi olmak­ la yetinmeyi düşünmüyor. Yönetimin güçlü arzusu, doğruca günün ileri sanayi kollarını kurabil­ mektir. Sanayiin uygarlığa doğru açacağı kapı bu kollara yönelmeye bağlı olacaktır. Sanayiin, çağdaş işbölümünü öğretecek ve düşünce yapısında devrimler yapacak nitelikleri, ancak böyle kazanılabilir. Yoksa, sanayiin uçsuz bucaksız dünyası içinde önemsiz, ikinci, üçüncü derecede iş­ leri yapmaya aday olmak, toplumu ileri götürmeyecektir. Toprağı sarsıp değiştirebilmek, sanayi­ in özünü iyi kavramaya ve tam bu noktada samimi olmaya bağlıdır. "Hiç değilse, memleketin ya­ rısını kömüre alıştırmak ve sarf ettirmek lazımdır. Bugünkü medeniyet kömüre ve demire istinat eder (dayanır) . Kömürsüz ve demirsiz bir medeniyetin yürüyeceğini iddia etmek boş bir sözdür. "

374 ikinci

kısım: türkiye

Başvekil İsmet İnönü, 1 935'in sonlarında, Cumhuri­ yetin 1 930'lu yıllardaki değişmez inancı diyebileceğimiz, "Sanayi uygarlıktır" çizgisini iyice somutlaştırıyor. Çağdaş sanayii, Cumhuriyet yönetimi böyle görmektedir Sanayiin hemen tüm kollarının can damarlarının kömür ve demir ol­ duğu sadece bir gözlem değil, hangi sanayilerin kurulacağı­ nı gösteren bir politika çizgisi olarak önemlidir. 1 930'lu yılların ikinci yarısında, rejimin hedefi bu çizgiyi kısa süre­ de oluşturabilmektir. Bu düşüncenin, yönetim kadroların­ da egemen olduğu, başka seçenek bulunmadığı anlaşılıyor. Manisa Mebusu Turgut Türkoğlu bunlara bir örnektir. 1 936 ilkbaharında konuşuyor:

1933'te Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından yayınlanmaya başlayan ve yayınını 1949'a kadar sürdüren propaganda amaçlı La Turquie Kemaliste dergisinin kısa bir süre kapaktaki "Kemaliste" adını "Kamaliste" olarak kullandığı sayısının kapağı.

" Beş senelik plan işi, bilhassa (özellikle) demir sanayii ve yüksek fı­ rın siyasetinden ibarettir. Yirminci asırda bir milletin istiklal ( bağım­ sızlık) sembolü yüksek fırındır ve yüksek fırına sahip olmayan ve de­ mir sanayii bulunmayan bir millet, bir harp zuhurunda (çıktığında) kendisini müdafaa (savunmak) için muhtaç olduğu silahları yapa­ mamak ve dışarıdan da tedarik edememek (sağlayamamak) yüzün­ den istiklali ve mevcudiyeti (varlığı) tehlikeye düşer."

" ORGANİK VE PLANLI BİR EKONOMİ YARATMAK" 1 930'larda benimsenen düşünce şudur: Sanayi programla kurulur. Çünkü, sanayiin özünde ne is­ tediğini bilmek, tasarlamak ve kurmak vardır. Bunda ciddi olmanın ve amaca erişmenin tek yolu programdır. Program bir merkezden yapılır ve yürütülür. Ayrıca, program, gitgide genişleyecek bir hareketi devletin yürütmesi demektir. Sanayi programının genelkurmay karargahı Sümerbank'tır. Sanayi hareketinin komutanlığı­ nı yapan Sümerbank Genel Direktörü Nurullah Esat Sümer, 1 936'nın son ayında bu işi anlatıyor: "Türkiye'nin fiili ve vazıh (olup biten ve açık) bir hedef olarak endüstrileşme hareketi, devletin yüksek otoritesinin millet ekonomisine müdahalesi ile başlar. Bu müdahalenin mevzuu (konusu), Türkiye' de ana sanayii devlet eliyle kurmak ve Türkiye'yi hava gibi, su gibi ve güneş gibi artık ih­ mal edilmez birer ihtiyaç halini almış olan ana sanayi branşlarında muhtar (kendi ayağı üzerinde durur) bir hale gelmekten ibarettir. Türkiye'nin ampirik bir ekonomisi, bir ortaçağ ekonomisi vardı. Ziraat kısır, ormanlar harap, madenler metruk (terk edilmiş), tezgahlar kırık ve memleket tenha idi. Bu manzarası yüzündendir ki, emperyalist politikaya dayanan ekonomi nizamı (düzeni), bu memlekete bir sömürge gözü ile bakar oldu ve burada bir nevi politik boyunduruk tesisine kalkıştı. Cumhuriyet bunu bir hamlede yıktı. Türkiye'de organik ve planlı bir ekonominin yaratılmasını da bizzat devlet eline aldı."

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

375

1 933'ten sonra, devlet ilk sanayi kuruluşlarını gerçekleştirmeye başlar. Bu işin ilk adımı, İs­ met Paşa'nın 1 932 Mayıs'ında Sovyetlere gitmesi ve orada bir anlaşmaya varılmasıdır. Sovyetler, Türkiye'nin sanayi hareketi için kredi açacaklar, teknik yardım sağlayacaklardır. Orada, 1 929'­ dan sonra, hızlı sanayileşmeyi amaçlayan ilk beş yıllık plan yürütülmekte ve başarılı olmaktadır. 1 932'nin yaz aylarında, bizde de ilk sanayi programlarının hazırlığı başlar. Sovyetlerden teknik kurullar gelir. Kurulacak sanayilerin türü, teknolojisi ve yer seçimi için dolaşır ve rapor verirler. �iustafa Şeref Bey'in iktisat vekilliğinden ayrılışından sonra iş bir süre yavaşlar, hatta savsaklanır. Sonunda, kredi ve teknik yardım protokolü 1934 yılı başında Ankara'da imzalanır. Bu, Türki­ ye'nin sanayileşmesinde ilk eylem belgesi olur: "Protokol, yirmi senede kabil-i itfa olmak (geri ödenmek), hiçbir faiz tediyesine mahal vermemek (faiz ödemeyi gerektirmemek) üzere hükümetimiz namına açılacak sekiz milyon dolarlık bir kredi mukabilinde (karşılığında) memleketin sanayileştirilmesine yarayan makine ile alat ve levazımı (araç ve gereci) tedarike imkan (sağlamaya olanak) veren bir akittir. Memleketi sanayileştirmek programının mümkün mertebe (olabildiğince) süratle başarılması, sanayi memleketlerinin, bu hususta geri kalmış memleketlerin bu yoldaki hareketlerini iyi bir göz­ le görmemeleri bakımından, bilhassa esaslı bir mesele halini almıştır. İşte bu protokol, bu vadide (konuda) milli sermayeye yardım etmek ve bunu döviz ihracına mecbur kalmaksızın mal tediyesi suretiyle (malla geri ödeyerek) yapmak itibariyle çok faydalı ve mühimdir."

1 934'te, sanayileşme hareketinin bir programla başladığı açıklanır. Bu hareketi devlet ör­ gütleyecek ve yürütecektir. Sanayi hareketi, ekonominin belli başlı işlerinin programla yapılması düşüncesini de birlikte getirecektir. Program veya plan, yalnızca sanayiin değil, kısa sürede eko­ nominin de iyi yürütülmesi için kılavuz olarak düşünülecektir. 1 934'ün sonuna gelindiği zaman ilk sanayi programı somutlaşmış, bütçesi ortaya çıkmıştır. İktisat Vekili Bayar bunu açıklar: "Devlet, memleketin birinci derecede ehemmiyetli sınai mevzularını tahakkuk ettirmek vazifesini üzerine aldı. Devletin bu müdahalesinin tecellisi (nasıl gerçekleşeceği), kısmen hususi (özel) teşeb­ büslerle işbirliği yapmak, fakat mühim bir kısmı itibariyle de kendi vasıtalarıyla memleketi cihaz­ landırmak kararı olmuştur. Devletin bugün tatbiki (uygulanması) ile uğraştığı beş senelik sanayi programı böyle doğdu. Sanayi programının umumi (genel) çizgileri: 1 Mensucat sanayii: Pamuklu, yünlü, kendir. 2 Maden sanayii: Demir, sömikok, kömür ve müştekkatı (türevleri). 3 Selüloz sanayii: Kağıt, karbon, selüloz, suni ipek. 4 Seramik sanayii: Şişe, cam, porselen 5 Kimya sanayii: Zaçyağı, klor, sudkostik, süper fosfat. Programı başarmak için sarf edilecek para 45 milyon liraya yakındır. Bunun memleket içinde harcanacak olanı 25 milyon lira tutmaktadır. Programa dahil fabrikaların bir yılda çıkaracakları malların takribi (yaklaşık) değeri, sif (CiF) kıymetine göre 35 milyon liradır. Bu programı tamamen başardığımız anda, devlet emniyetinin korunması, milletin refahı, zirai İptidai maddelerimizin kıy­ metlenmesi, kısaca, memleketin emniyeti, geliri, refahı artmış ve ahenkli (uyumlu) bir ekonomik yapının sağlam temelleri atılmış olacaktır." -

-

-

-

-

376 ikinci kısım: türkiye

1 934, sanayide ilk büyük hamlenin yapıldığı yıldır. İsmet Paşa, Ağustos'ta İzmit Kağıt fab­ rikası ile Paşabahçe Cam'ın temellerini aynı günde atar. Ekim'de Keçiborlu Kükürt ile Isparta Gülyağı'nın temelleri atılırken, Turhal Şeker Fabrikası açılır. Kasım' da Konya Ereğli Dokuma'nın temeli atılır. Bakırköy Bez fabrikasının açılışı yapılır. 1 9 34 yılına damga vuran yatırımcılık bir başka önem taşır: Osmanlılık, sistemli bir yatırım hareketine girişme şansı bulamadan sona ermişti. Yatırımcılığı öğrenememişti. Yani, sermaye bi­ rikiminin kendi kendini büyütmesinin sırrına erememişti. Sanayi hareketinin "ilk ve en önemli simgesi" ise, 1 934'ün Mayıs'ında Kayseri Dokuma Fabrikası'nın temelidir. Yatırımlar bununla başlıyor. Bu, beş yıllık sanayi programının sözden işe geçirilmesi demek olduğu kadar, başka şeyleri de simgeler: Sanayi programının, o güne kadar dı­ şarıdan getirtilen malları yurtiçinde üretmeyi hedeflediği, aynı zamanda, bu sanayiin ülkedeki hammadde kaynaklarını gözeterek kurulacağı ilk kez Anadolu'nun ortasında, Kayseri'de somut­ laşmaktadır. Bu çizgiye günümüzün iktisat sözlüğünde "ithal ikamesi" deniyor. Amaç, basit ola­ rak, yurtiçinde üretimi artırırken ithalatı artırmamak, hem daha çok üretmek, hem de üretilen de­ ğeri yurtiçinde alıkoyarak çoğaltmaktır. Cumhuriyetin üstün iktisatçılık gibi bir iddia taşımayan yöneticilerinin, bu çizgiyi firesiz biçimde uygulamaya yöneldikleri, 1 930'ların ortasına gelindiği zaman iyice anlaşılıyor. Başvekil İsmet Paşanın, 1 934'ün Mayıs'ında Kayseri Dokuma'nın temelini atarken "kurtu­ luş hareketinin en inandırıcı delili" dediği fabrikalar oldukça hızlı biçimde kurulur. "Büyük endüstriyi memlekette kurmak için derli toplu bir program halinde faaliyete yeni başlamış bulunuyoruz. Dokuma sanayii, bizim inkişafımız (gelişmemiz) için büyük bir mevzudur. Her mem­ leket az çok büyük sanayie buradan başlamıştır, denilebilir. Bu büyük mevzuda, dokuma fabrika­ sının tesisi işinde Sovyet sanayii ile teşrik-i mesai etmiş (işbirliği yapmış) bulunuyoruz. Bu sene endüstri programının diğer fabrikalarını memleketin muhtelif (çeşitli) yerlerinde müte­ akıben (bundan hemen sonra) kuracağız ve bir seneden sonra bunlar işlemeye başlayacaktır. Ümi­ dimiz odur ki, beş sene içinde tahakkuk ettirmeye (gerçekleştirmeye) çalıştığımız bu programı, beş seneden daha az bir zaman zarfında (süresinde) mükemmelen işletmeye başlayacağız. Türk inkılabının inandırıcı ve hakiki manasını (anlamını) zihinlere yerleştirici timsalini (simge­ sini) hiç hatırdan çıkartmamalıyız. Bu, yeni iş ailesinin ve fabrikalar mecmuasının (topluluğunun) verdiği mana olacaktır. Memleketin kurtuluş hareketinde en inandırıcı delil (kanıt) fabrikaları kur­ mak ve onları işletmekte gösterdiğimiz hizmet ve liyakat (yetkinlik) olacaktır."

Yapılan yatırımlarda gecikme, aksama, ödenek eksikliği nedeniyle duraklama olmaz Ta­ sarlanan programda yarım bırakılan bir şey görülmez. Hatta, bunların tersi olur. İşlerin 1 934 ve 1 935 yıllarındaki hızlı temposu, daha birinci program yürütülürken, bir ikincisinin hazırlanışını gündeme getirir. İkinci program, sadece birincinin genişletilmesi değil, sanayide daha ileri bir dü­ zeye erişebilme isteğinin bir tasarımı sayılır. Sanayi arka arkaya atılan adımlarla kurulursa, kısa sürede yeni gereksinmeler yaratır. Sa­ nayi, hızlı geliştikçe yeni alanlar yaratan bir özelliğe sahiptir. Sanayide her gelişmeyi önceden ta-

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

377

Temeli 1934'te atılan ve 1935'te faaliyete geçen Paşabahçe Şise ve Cam Fabrikası'nın 1936'daki bir görUnUmU.

sarlamak değil, oluşan boşlukları ve beliren yeni gereksinmeleri çabuk sezebilmek ve çabuk prog­ ramlayabilmek önemlidir. Sanayi programlarının sağladığı yaratıcılık buradadır. Cumhuriyet yö­ netimi, daha 1 934'ün sonlarında bu sorunla karşılaşıyor. İkinci program, bu karşılaşmadan do­ ğuyor. "İkinci beş senelik programımızda maadin ( madenler) ve elektrik sanayiine ve şimdiye kadar kur­ duğumuz sanayiin mütemmim (tamamlayıcı) veya aneks (ek) branşlarla ve umumu (tümü) ekono­ mik bünyemizin (yapımızın) istilzam ettiği (gerekli kıldığı) yeni bir kısım sanatlara hususi bir ehem­ miyet (özel bir önem) vereceğiz."

1936 yılının başında İktisat Vekili Bayar, ikinci sanayi programını dile getiriyor. Sanayileş­ meyi dokumadan ve öteki tüketim kollarından başlatma zorunluluğu, sanayiin kökleri ve can da-

378 ikinci kısım: türkiye

marları demek olan madencilik ile enerjinin de kısa sürede kurulmasını zorunlu kılmıştır. Çünkü, sanayi denilen büyük gövde, gelişebilmek için maden ve enerji tüketmelidir. Bunları bulmak ve tü­ ketmek, sanayide gelişebilmenin temel koşuludur. Bunları sağlayamamak ise, sanayiin durakla­ masına, yavaşlamasına yol açar Sanayi demek, 1 930'ların ortasında program demek olduğuna göre, daha birincisi sonuçlanmadan, fakat onun yarattığı boşlukları görerek ikinci bir sanayi programını hazırlamak doğaldır. "Tutulacak olan en doğru yol, memleketin maden sahasındaki faaliyetinin kazanabileceği büyük ehemmiyetle mütenasip (orantılı) ve madenciliğin hususiyetlerine ve şartlarına uygun yeni bir mü­ essese kurup, kendisini bilhassa (özellikle) ve müstakar bir surette (yerleşmiş bir biçimde) bu işler­ le alakalandırmak olacaktır. . . Büyük elektrik santrallerinin kuvvet membalarını (güç kaynaklarını), umumi surette (genellik­ le) linyitlerimiz ve maden kömürlerimiz teşkil edecektir. Ve bu madenlerin maliyet fiyatlarına ya­ kın ucuz fiyatlarla elektrik santrallarına verilmesinde, elektrik kuvvetinin ucuza mal edilmesi nok­ tasından büyük ehemmiyeti vardır. Bundan başka, elektrik santrallarının mühim müşterileri olan madenlerimizin de muhtaç oldukları bu kuvveti mümkün mertebe (olabildiğince) ucuz satın alma­ ları lazımdır."

1 935'in Temmuz ayında hazırlanmış olan Etibank kanun tasarısının gerekçesi, Başvekil İnönü'nün aşağı yukarı aynı sıralarda dile getirdiği, "Bugünkü medeniyet kömüre ve demire da­ yanır" sözünün bir rastlantı olmadığını, sanayileşme hareketinin açtığı yeni sorunlardan ve yeni çözümlerden yansıdığını gösterir. Sanayi programla yürüyecek, fakat sanayileşmenin "geliştikçe ortaya çıkan mantığı", bu programı genişletecektir. İş, sadece fabrika kurmakla bitmeyecek, sa­ nayiin gıdası olan madenle elektriği de mutlaka kapsayacaktır. Sanayi fabrikaları, nasıl madenle ve elektrikle bütünleşerek gelişiyorsa, program da sanayiin bu "organik ve entegre" niteliğine gö­ re geliştirilecektir. 1 930'ların ortalarında, sanayi gelişirken, sanayileşmenin duraklamamasının koşulu da ortaya çıkmaktadır. " MODERN VE İLERİ BİR MİLLET ENDÜSTRİSİZ OLAMAZ" Sanayileşmenin ilk aşamasında bir özellik dikkat çekicidir: Maliyet tasasını aşmak ve bu sayede modern ölçülere erişebilmek. Sanayii kurmak için korumak şarttır. Bu da, öncelikle maliyetlerin, devletçe korunması demektir. Daha işin başlangıcında, 1 933'ün sonlarında, İş Bankası İdare Meclisi Reisi ve Siirt Mebusu Mahmut Bey (Soydan) bunun altını çizer: "İktisadiyatımızı gelişigüzel bir cereyana bırakmak, bugünkü zaruretlerin icaplarına (zorunluluk­ ların gereklerine) hiç uymaz. Onu pek sıkı bir kontrole tabi tutmak lazımdır. Bu kontrolü ancak ve yalnız devlet yapabilir. Sanayiimizi yeni baştan kuruyoruz. Bu hareket birçok fedakarlıkları icap ettiriyor. Hiçbir memleket istihlak (tüketim) maddelerini mutlaka hariçten aldığı fiyatlardan daha ucuz tedarik et­ mek kararıyla sanayiini kurmaz. Milli sanayiini kurmuş olmak için yapar. Sanayii en çok ileri olan memleketlerde bile, öyle maddeler var ki, serbest rekabet karşısında ayakta durmasına imkan yok-

yedinci bölüm: •sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

379

tur. Rekabetin mihveri (ekseni) maliyet fiyatıdır. Maliyet fiyatı ise, hususi, mahalli, maddi ve hatta manevi birçok amillerin tesirinden kurtulamaz. Bütün memleketlerin maliyet fiyatını azaltmak kabiliyeti aynı derecede değildir Onun için, sa­ nayiini kuran her memleket, gümrük himayeleriyle (korumalarıyla) onu müdafaa etmeye (savun­ maya) mecburdur. Biz bile, eğer buğdaya gümrük koymamış olsa idik, Türkiye, bugün ekmeğini hariçten tedarik mecburiyetinde kalırdı."

Sanayiin gelişmesiyle birlikte, maliyet sorunu gündeme gelir. Çünkü sanayi kurmak özel­ likle ilk aşamasında, pahalı bir iştir. Eğer mutlaka ucuz bir şey kurmak istiyorsanız, sanayi kur­ maktan tümüyle vazgeçmeniz gerekir. Sanayileşmenin ucuza çıkanı yoktur. 1930'ların yönetimi bunları iyi bilmektedir. Bunları bilerek sanayileşme hareketine giriş­ mektedir. Ancak, sanayiin yüksek maliyetlerini o günün kuşağına yüklemek ve bunu görmezlikten gelmek gibi bir tutumu da yoktur. 1 935-36 yıllarında maliyetlerin rasyonel olması gerektiği sık sık dile getirilir. Hammadde maliyetinin ve işletmecilikte başarının önemi üzerinde durmak, o gü­ nün konuşmalarında çok yer tutar, Ancak, sanayi kurmanın gelişmiş ülkelerle rekabet demek ol­ duğu da akıldan hiç çıkmaz. Maliyetler korunmazsa, böyle bir rekabet, sanayileşmeye veda et­ mekten başka anlama gelmeyecektir. Bu, sanayileşmek isteyen her ülkenin iki duvar arasına sıkış­ mış durumudur. Sanayileri kurarken korumak, fakat bir yandan da maliyetleri düşürmek için ça­ re, belki de yine sanayiin kendi içindedir: Olabildiğince hızlı gelişebilmek ... 1 936'da, İktisat Veki­ li Bayar, sanayileşmeye başlayan ülkenin, bu iki duvar arasındaki konumunu açıkça söyler: "Teşviki Sanayi Kanunu büyük hizmet etmiştir. Fakat; o zamanki maksat sadece el tezgahı etabın­ dan makine devrine geçmemizi teshil etmekti (kolaylaştırmaktı) . Biz bu işe yeni başlamış bulunu­ yoruz. Karşımızda 19. asır başlarından beri kendini bu işe vermiş milletler vardır. Bizim sanayii­ miz dün doğmuş bir çocuktur. Bunu adeta yirmi yaşında bir atletle koşturmak istiyorsunuz. Türkiye'nin endüstrileşmesi, milli korunma zaruretinin (zorunluluğunun), kısaca milli varlığımı­ zın temel taşıdır."

Olabildiğince hızlı gelişmek, yeni sanayi kollarına geçmeyi gerektirecektir. Bunların başında, günün gelişmiş ülkelerinde sanayiin simgesi olan demir-çelik vardır. Medeniyetin demir-çeliksiz ola­ mayacağı, Cumhuriyet rejiminin ilk günlerinden beri imrenerek benimsenmiş bir düşüncedir. Fakat, o günlerde, bu sanayi kolu çok uzaktadır. 1 935'i geçtikten sonra, rejim bu kararı alma noktasına erişiverir. Demir çeliğe geçmek, ana sanayinin en önemli adımını atmak demektir. Sanayiin esas so­ runlarının sıcaklığı en çok bu alanda hissedilir. Maliyet, rekabet ve koruma gibi sanayiin eti kemiği olan konular, demir-çelikle birlikte ekonominin gündemine yerleşirler. Devlet Tarafından Kurula­ cak Demir ve Çelik Fabrikalarının Haiz Olacakları Muafiyetler (Bağışıklıklar) Hakkındaki Kanun tasarısı, 1938 Mayıs'ında sanayileşmenin eriştiği bu aşamanın da bir özeti gibidir: "I. Beş senelik sanayileşme programı içinde Sümerbank tarafından kurulması mukarrer (kararlaş­ tırılmış) demir ve çelik fabrikalarının muvaffakiyetle başarılması ve çalışması, bu sanayiin mahiye-

380 ikinci kısım: türkiye ti (niteliği), yapılacak maddi fedakarlıkların büyüklüğü ve memleketin emniyeti bakımından bir hi­ maye ile kabildir. Filhakika (gerçekten), teklif edilen muafiyetlerin hiçbirisi memleketin umumi ik­ tisadiyatını müteessir edecek (etkileyecek) bir vüsat ve mahiyette (genişlik ve nitelikte) değildir. Kabulü istenen himaye tedbirlerinin hedefi ucuz maliyettir. Tesis edilmekte olan demir ve çelik fabrikalarının istihsal (üretim) fiyatının tespitinde mevad-ı iptidaiye ( hammadde) ve yardımcı mad­ delerin nakliye ücretleri en mühim rolü oynamaktadır."

Sanayi hareketinin ilk simgesi, nasıl Kayseri Dokuma Fabrikası olmuşsa, ana sanayi demek olan demir çeliğe geçişin simgesi de Nisan 1 937'de Karabük tesisinin temeli olur. İngiliz kredisi ile yapılan Karabük. bugünün ölçüleriyle bakıldığında, hızlı bir tempoyla tamamlanır. İki yıldan da­ ha kısa bir sürede üretime hazırdır. Cumhuriyet rejiminin demir çeliğe girme niyeti 1 920'lerden beri vardır. "İlk hedefler" den biridir. 1 7 Mart 1 926 tarihli Demir Sanayiinin Tesisine Dair Kanun bunun içindir. Birinci mad­ desi şöyledir: "Karadeniz mailesinde (içe dönük bölümünde) 'Devlet tarafından' tesis edilecek demir sanayii ile merbut (bağlantılı) kömür ve demir madenlerinin tetkik (inceleme), taharri (araştırma), tesis ve iş­ letilmesi için dört senede sarf edilmek ve her sene sarfı icap eden (harcanması gerekli) miktar büt­ çeye konulmak üzere onsekiz milyon lira tahsis olunmuştur (bu işe ayrılmıştır)."

Yasanın üçüncü maddesi de, yıllık bütçenin onda bir büyüklüğünde bir tutarın Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) vizesine tabi olmadığını düzenlemiştir. Ancak, işin gerçekleştirilmesi, eko­ nomik kaynak zorlukları içinde dar yollardan yürümesi sonunda 1 937'yi bulur. Selahattin Şanba­ şoğlu, içinde yaşadığı kuruluşu şöyle özetlemiştir: "Viyana'da Profesör Bossart'a tetkik ettirdiler. 'Cevher olmasa dahi (demir-çelik) lazımdır' dedi. İktisat Vekaleti, Milli Savunma'ya sordu: 'Nerede kuralım?' Vedat Akdoğan (sonra umum müdür oldu), Hasan Osman Kıraç ve benimle üç kişilik bir heyet kuruldu. Yer tetkiki yaptık. Sonunda 'Zonguldak' dedik. Genelkurmay 'Deniz topların ateş menzili dışında (o vakit 70 kilometre idi) ol­ malı' dedi ( 1 936). Zonguldak'tan 70 km içeride Karabük bulundu. Almanya ve İngiltere çok ilgilendiler. Krupp 80 bin ton, Brassert 1 50 bin ton kapasiteli teklif verdiler. İngiliz hükümeti çok bastırdı. İsabet oldu. Çünkü Brassert çok iyi firmaydı. 3 Nisan 1 937'de Karabük'ün temeli atıldı. 9 Eylül 1939'da, yüksek fırından pik alınmaya başlandı. 'Bu ka­ dar kısa zamanda böyle bir şey yapabilmek insanların iş yapma arzusunun yüreklerine işlenmesin­ dendir. Hafriyat, toprağın kazma kürekle kazılması ve eşeklere, katırlara yüklenen küfelerle taşın­ ması şeklinde yapılmıştır.' Karabük'te Azmi Tlabar adında bir kontrol mühendisi vardı ve hergün sabahtan gece 1 'e kadar çalışırdı. Projenin gerçekleşmesinde en önemli kişidir."

Demir çeliğe geçişte önemli bir etken, savunma düşüncesidir. Dünya, 1930'lu yıllarda si­ lahlanma yarışma girişmiştir. Yarış, 1 940'lara doğru gitgide hızlanmaktadır. Genç Cumhuriyet rejimi, kendi savunma politikasını izleyebilmenin sanayiini kurabilmekle iç içe olduğunu fazlasıy­ la bilmektedir. Hem geçmiş yıllar, hem de başka ülkelerin deneyimleri çarpıcı örneklerle doludur.

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

381

"Toplarını ve tayyarelerini (uçaklarını) bizzat (kendisi) yapamayan milletlerle, bir iç harpte bile, endüstriciler tarafından nasıl top gibi oynandığını görmekteyiz. Bir memleketin yalnız kendi üretim ve yoğaltım kabiliyetlerine dayanan bir milli endüstrisi olduğu gibi, ayrıca bir de istiklal (bağımsız­ lık) endüstrisi vardır. Bu istiklal endüstrisinin temeli demir ve çeliktir."

Karabük'ün temeli atılırken, Falih Rıfkı Atay, o günün İspanya iç savaşına işaret ederek, savunmanın bağımsızlığı korumak demek olduğunu, bunun ise, ana sanayide ilerleyebilmekle gerçekleşebileceğini anlatırken, Cumhuriyet yönetiminin esas çizgisini yansıtır. O yıllarda yöne­ tim şunlarla karşı karşıyadır: Bir yandan, sanayide nasıl hızla ilerlemeli, bir yandan da, buradan elde edilecek temelle, büyüyen savunma sorunlarına nasıl yeni yeni çözümler bulmalı ? SANAYİ SİTESİ Mİ , " SİLİKON VADİSİ" Mİ ? "Türkiye Cumhuriyeti teşekkül ettiği vakit, 1 923'te, elinde çelik üreten hiçbir tesis yoktu. Demir­ çelik sanayiine ait tek şey çeşitli yerlerdeki ufak dökümhanelerden ibaretti."

Selahattin Şanbaşoğlu, Cumhuriyetin başlangıç noktasındaki fotoğrafı gösteriyor. Sanayi hareke­ ti "sıfır" noktasında sayılır. İlk çaba ülkeyi çelik çağına yetiştirmek olmalıdır. Önce demiryolları ve bütün yapılar oradan beslenecektir. 1 920'lerdeki ilk hamleler, teşvikler ve kurumlaşmalar ve özellikle 1 930'ların sanayi programları bunun örgütlenmesine dönüktür. 1 932'den başlayarak model ve politika berraklaşmıştır. İkinci bir örgütlenme daha vardır. Bu ülke politikası düzeyinde değildir. Belirli bir kurum­ laşma çerçevesindedir. Şanbaşoğlu'nun deyişiyle, bu "devletin kendi için kurduğu sanayi" dir. Kendi için demek, savunma araç ve malzemesi ve oradan başlayarak yapılan çeşitli imalat demek oluyor. Buna savunma (ya da harp) sanayii de diyebiliriz. Bir minyatür, ama kaliteye ve çeşitliliğe dönük sanayi örgütlenmesi gibidir. Bunun adresi Askeri Fabrikalar' dır. Eski adıyla İmalat-ı Har­ biye. Yeri Kırıkkale'dir. 1 950'de Makine Kimya Endüstrisi (MKE) adını alacaktır. Askeri fabrikalardan oluşan sanayi sitesinin kuruluşu hemen hemen Cumhuriyet'le başlar: "İlk teşebbüs 1 924'te, beş sene zarfında sarf edilmek üzere 100 milyon lira ödenek veren kanunla başladı. Demiryolu o tarihte Yahşihan'a kadar gittiği için, Genelkurmay'ın 'Kızılırmak'ın doğusun­ da kurulsun' ilkesine göre, Türkiye'nin harp sanayii mamulleri ihtiyacı için imalathaneler Ankara ve civarında kuruldu. Önce Fişek fabrikası ile başladı. 1 929'da Kırıkkale Çelik Fabrikasının teme­ li atıldı. Fabrika, 1 932'de tamamlandı. Böylece, sırasıyla kuvvet santrali, mermi, pirinç, çelik, tü­ fek ve barut fabrikaları, Ankara'da kapsül ve maske fabrikaları ortaya çıktı. Çelik fabrikasında 1 935-50 arasında 150 çeşit çelik yapılmıştır. Bugün ( 1995'te) Türkiye'de bunların dörtte biri bile yapılmıyor! Uçak çeliği, kalem çeliği, paslanmaz çelik, semantasyon çelik­ leri ve daha birçokları. 1 938-39'da Ankara kalesi altına inşa edilen büyük sığınağın zırh kapısı Kırıkkale'nin imalatıdır. Kitaplardan bakarak yaptık. Patent, lisans mevz-u bahs değildi. Bu insa­ nın kendi gücüyle bir şeyler yapmasıdır. Kapasite, iki tonluk elektrik ark ocağı idi. Kendi ihtiyacı­ mızı, Devlet Demiryollarının, Milli Savunma'nın ihtiyaçlarını karşılardık. Piyasaya vermedik. Piya­ sanın pek ihtiyacı da yoktu. "

382 ikinci kısım: türkiye

Şanbaşoğlu'nun deyişiyle "heves, gayret ve sonuç" olduğu için, bu minyatür sanayi sitesin­ deki ürün çeşitleri başlangıç yıllarıyla karşılaştırılamayacak derecede çoğalmaktadır. Zaten bilin­ mekte olan mavzer tüfeğinden yılda 40 bin adet yapılır. Top, tabanca, zırh mermisi, zırh levhası, vagon yayı, tampon yayı, kurşun yüksek fırını, akümülatör ve daha birçok ürün kabına sığmayan sanayi aklının ve çabasının ürünleridir. " 1 938'de tanksavar toplarının yapımı başladı. Bu, üstün teknik isteyen bir şeydir. Lisans alınmadı. Top ebadı bilerek, takliden yapıldı. Savaş başlayınca, dışarıdan artık hiçbir şey gelmedi. Umum Müdür Eyüp Paşa (Durukan) krom nikelli çelik gerektiren ileri top namlusu istedi. 'Guleman'dan kromu getirdim. Maliye Bakanlığının nikelli bozuk paralarına da el koyuyorum! " dedi. Böylece, 1 939-45 arasında 3,7'lik, sonra 5,7'lik tanksavar topu için 500 namluluk çelik çıkardık."

Bir askeri yapı içinde emir ve hedef önceliklidir. Ama, kabına sığmayan sanayi aklı kendi kendine çok değişik ve üstün ürünler yapma mücadelesine girişir. Mücadeleyi göze alır. Çünkü, sanayide öğrenmenin ve rüştünü ispatlamanın yolu budur. Askeri Fabrikalar'ın adındaki "askeri" başlık, araştırma ve gitgide yeni şeyler, daha karmaşık ürünler yapabilme güdüsünü sınırlayan de­ ğil, özendiren, kolaylaştıran bir rol oynar. Adeta, araştırıcı akıl yapacağı ürünleri kendi seçer. Teknik bilgide geri kalmışlığa meydan okuyan bir havari havasındadır: " 1 940'ta, kendi girişimimizle tank yaptık. Bunun sadece Ford motoru dışarıdan geldi. Dizaynı bi­ zimkilerindir. Tipi kendimize mahsustur. Kamil, Necati filan yaptılar. Zırh levhası, topu, paleti, aktarma organları hepsi bizim üretimimizdir. Bu tank, 1 946'da Cumhuriyet Bayramı töreninde geçti. Ancak, sipariş gelmedi ve bu tek tank olarak kaldı. Amerikan yardımı başlayınca hazırcılık ve kolaya kaçma başladı."

1 930'ların başında çelik üretimini ve ray çekmeyi koda'nın ustabaşısı Harlas'tan öğrenen mühendislerle işçilerin on-onbeş yıl içinde kendi kendilerine tank yapma iddiasına erişmeleri heye­ can vericidir. Tank yapmaya eşdeğer bir başka adım da uçak yapmaktır. O iş, daha erken başla­ mıştır. Dünyada uçak çağının doğuş yılları olan 1 9 14- 1 9 1 8 savaş yıllarından kısa süre sonra gün­ deme gelmiştir. Heves, gayret ve sonuçla ilerlemiş, 1 950'den sonra hazin biçimde kapanmıştır. " 1 925'te Kayseri'de uçak fabrikası kuruldu. Buraya Alman Junkers uçakları getirildi. Yapılan ça­ lışma makinalı tüfek yerleştirmek ve bunları harp uçağına tadil etmekti (dönüştürmekti). Sonra, İzmir'de uçak tamirhanesi kuruldu. Daha sonra, İkinci Dünya Harbi içinde Tayyare Cemiyeti'nin Etimesut'taki tesisinde, yurtlarından kaçmış Polonyalılar PST tipi 7-8 kişilik sivil keşif uçağı yaptı­ lar. Bunlar Danimarka'ya satıldı. Ama, daha önemlisi, dizaynı bize ait olan, kesik kanatlı, 'Uğur ti­ pi' talim uçaklarının imalidir. Motoru İngiliz Havilland'dır. Motor gövdesi gelir, Çiftlik'teki uçak motor fabrikasında işlenir, uçağın montajı Etimesut'ta yapılırdı. Uçuş tecrübeleri işi sonuç verdi. Bu fabrika 1 951 'de Makine Kimya Endüstrisi'ne intikal etti (geçti). Orada 54 uçak yaptık, motor­ larını işledik. Bunlardan dördünü törenle, Türk pilotlarıyla uçurarak, 1 954'te Ürdün'e hediye gön­ derdik. Gerisini Milli Savunma'ya verdik.

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

383

Sonra Milli Savunma'nın siparişi kesildi. Uçağı artık Amerikan askeri yardımından alacakları­ nı söylediler. Böylece, uçaktan vazgeçerek bu tesislerde kuluçka makinası yapmaya başladık! Son­ radan, aynı yer Türk Traktör'ün fabrikası oldu. 1 924'te niyet uçak yapmaktı. Devlet Demiryollarının, İmalat-ı Harbiye'nin, Tayyare Cemiyeti'nin elemanları bu işe yöneltildi. Uçak mühendisi olmak için yurtdışına gönderildiler. 1 950'de uçakların dizaynını bizim mühendisler yapıyorlardı. Heves, gayret ve sonuç vardı. İsten­ seydi her şey yapılabilirdi."

Evet, mühendisler ve teknik düzeyde onlara destek olup görüş alışverişinde bulunanlar. Pe­ ki, işçiler? "Fabrikaların işçileri köylülerden oluşmuştur. Köylü gayet iyiydi. Eli son derece becerikliydi. İyi nezaret edilecek olursa çalışan insandı. Köylüde çok kabiliyetli insanlar var. Öğreniyorlar. Yani, kendiliklerinden bir şey yapmıyorlar, ama öğreniyorlar, bir şeyler yapmaya alışıyorlar. .. Bizim işçi­ lerimizin hepsi köylüydü, ama öğrenmede büyük kabiliyetleri vardı. Pota hazırlama, kalıpları ha­ zırlama, izabe yapma, tornalama yapma. Bütün bunları çabuk öğrenirler. Bilgilerini geliştirmezler. Ama çabuk öğrenirler. 1 930'lu yıllarda çelik fabrikasında 500-600 kişi çalışırdı. İşçilere, yani, çalışan köylüye kendi getirdiği pekmez veya ayrana bandığı yufka ekmeğinden ibaret yemeğinin ve kendi elbisesinin dı­ şında ilk fabrika yemeği ve iş kıyafeti Kırıkkale Çelik fabrikasında verilmiştir. Bunu yapan devlet değildi. Kendi aramızda para toplayıp başlattık ve usul haline getirdik. Yemekhane kurup karava­ na düzeni yaptık. O tarihte Almanya'da da fabrika kendi işçisine yemek ve iş kıyafeti vermezdi. Fabrika işçiye ça­ lışması için sadece iş takımı ve avadanlık verirdi. Ancak, Almanya' da şuur teşekkül etmişti. Orada, işçi iyiyi ve kötüyü fark ediyordu."

İmalat-ı Harbiye'nin, bir manzume halinde, gelişe gelişe kurulan sanayi sitesi, aslında bir Silikon Vadisi'dir. Ülkedeki sanayileşme inancı o vadide filizlenip büyür, kurumları ve politikala­ rıyla elle tutulur hale gelir. O vadiyi kuran ve o vadide yaşayanlar ise, sonraki kuşakların kavra­ ması kolay olmayan farklı bir görgü ve bilgi dünyasının insanlarıdır. OLGUNLAŞMANIN İŞARETİ: KURUMLAŞMA 1 934'ten sonraki birkaç yıl içinde hızlı bir gelişme yaşanmıştır. Bir sanayileşme sürecinin birçok sorunu o yıllarda ortaya çıkar ve yeni tartışma konuları yaratır. Canlı bir dönem geçmektedir. Hammaddeden, üretimin teknik yönlerine, sanayi işçisi yetiştirmekten, pazarları geliştirebilmeye kadar çeşitli konular gündeme gelir. Ekonominin gündemi 1 920'lerin sonlarından, hatta 1 930'la­ rın başlarından oldukça farklı işlerle dolmaktadır. 1 937-38'e gelindiği zaman, artık sanayileşme hareketinin kurumsal çerçevesini çizmek ve yerleştirmek gerekmektedir Kaldı ki, bu hareket, hesaplaşması yapılacak kadar gelişmiş görünür. . . Kurumsal çerçeve, aynı zamanda devletçiliğin gövdesini oluşturur. Çünkü, sanayinin geliş­ mesi, devletçiliği de yerine oturtacaktır. Ülkede yapıyı değiştirecek olan sanayii devlet kuracaktır. Bu iş, bir misyon gibidir. Ekonominin devlet kesimindeki sermaye birikimi dört beş yılda gelişmiş-

384 ikinci kısım: türkiye

tir. Cumhuriyetin kuruluş dönemi tamamlanırken 1 93 8'de, İktisadi Devlet Teşekkülleri Kanunu ile sanayileşme hareketi de ilk kurumlaşma noktasına varır. 193 8'in Mayıs ayındaki kanun tasa­ rısı, bu noktaya erişmenin belgesidir: "Büyük sanayi hareketi neticelerinden birisinin de, sanayileşmiş olsun, henüz sanayileşmiş bulun­ sun veya sanayileşme yolunda olsun, bütün dünyada devletlerin vazife ve mesuliyet hudutlarını (so­ rumluluk sınırlarını) genişletmek şeklinde tecelli etmiş (gerçekleşmiş) bulunduğu malumdur. Milli varlık ve milll kurulma ve korunma mülahazaları (düşünceleri) bu hudut içine daima birçok eko­ nomik karakterli işleri de almış ve dolayısıyla bu işlerin icabat (gerekleri) ve tekniğini de beraberce benimsemek zaruretini doğurmuştur. .. Bu layiha (tasarı) bu ihtiyacın, mevcut divan-ı muhasebat ve mali kontrol usullerinden, devlet iktisadi teşekkülleri teknik icapları (gerekleri) bakımından lüzum­ lu görülmüş uzaklaşmayı ihtiva etmektedir (içermektedir). Tabir-i diğerle (başka bir deyişle), kon­ trolün daha müspet ve daha müsmir (etkili) olması derpiş edilmiş (öngörülmüş) bulunmaktadır."

1 938'de, İktisadi Devlet Teşekkülleri Yasası ile ortaya çıkan sanayi modeli, kendi sermaye birikimini yapabilen ve bunu sürekli büyütebilen bir örnektir. İşleyebilmesi, yapay desteklere veya anormal sınırlamalara bağlı değildir. Bu yasa, sadece sanayileşme hareketinde merkezin devlet ol­ duğunu saptamakla kalmaz, bu hareketin mantığına uygun bir çalışma düzeni getirir. Bu düzen, 1933'ün Sümerbank Yasası'ndaki anlayışa göre farklılaşmıştır. Sanayileşme· genişleyen bir hare­ ket· halini aldıkça, devletin rolü ve payı kaçınılmaz olarak büyümektedir. Fakat, sanayiin öncülü­ ğü ile ekonomide vücut bulan devlet kesimi, devlet bütçesinden ayrı bir düzen halinde ve ortak il­ kelerle örgütlenmelidir. Banka sermayesi, sanayi hareketinden pay almakta, ama bu pay sanayileş­ meyi belirleyici bir etki yapmamaktadır. Asıl önem kazanan şey, sanayileşme yaygınlaştıkça, her parçanın birbiriyle uyumlu işleyebilmesini sağlayacak bir düzendir. Tıpkı, bir sanayi kuruluşunun iç düzeni, hatta bir makinenin parçaları gibi. 1 9 38 'de bu noktaya gelinmiştir. İşin mantığı, devle­ tin 1933'tekinden daha kapsamlı ve etkili bir örgütleme gücüyle davranmasını gerektirmektedir. 1 93 8 yasası, beş yılda mesafe alan sanayileşme hareketinin hesaplaşması ile birlikte günde­ me gelir: Özel kesim sanayii, eski çizgisinde ve devletin sağladığı desteklerle yürümekte, fakat sa­ nayileşme hareketine anlamlı bir biçimde ortak olamamaktadır. Bu, 193 8'de fark edilen bir şey değil, 1 934'ten sonra iş adım adım ilerledikçe ortaya çıkan bir gözlemdir. İktisat Vekili Celal Bayar'ın, daha 1 936'da söylediği gibi; "Eğer memleketin sanayileşmesini ve milletin muhtaç olduğu refahı bazı hususi (özel) teşebbüslere ve bu teşebbüslerin dayandığı sermayeye bırakmak lazım gelirse, laakal (hiç değilse) iki asır (yüz­ yıl) daha intizar (bekleme) devresi geçirmekliğimiz lazımdır."

Devletin yürüttüğü sanayi hareketi kurumlaşırken, özel kesimde bir sanayi örgütlenmesi görülmez. Bankacılık, devlet sanayiinden aldığı paylar ve desteklerle gelişirken, özel sanayi serma­ yesi ne düşünce, ne de yatırımcılık bakımından bir büyüme içindedir. Özel sanayiin sermaye biri­ kimi de ufku da, aşağı yukarı eskisi gibidir. Büyük düşünme yeteneği yoktur. Bunu en yakından

yedinci bölüm: "sanayileşmeyi hususi teşebbüslere bırakırsak en az iki asır daha bekleriz"

385

gören ve iyi bilen, 1 930'larda sanayi hareketinin bakanlığı demek olan İktisat Vekaletidir. Bayar, 1 936'nın ilkbaharında tablonun ne olduğunu söyler: " Fabrikalarımızın kuruluş şeraiti (koşulları) başkadır. Eğer işi cereyan-ı tabiisine (doğal akışına) bı­ rakacak olursak, liberal sistemde olduğu gibi bunların hepsi milll değil, şahsi (kişisel) menfaatleri­ ne en uygun şeraiti (koşulları) arayarak, sahillerimizin kenarına yapışarak kaplumbağa gibi kala­ caklardır. Fevkalade ahvalde (olağanüstü durumlarda) ve mesela bir seferberlik icabında İç Anadolu'nun ihtiyaçlarını temin edecek tek bir fabrikamız olmayacaktır ve himayeyi de temin et­ meden kurarsak, yaşamayacaktır. İktisat Vekaletine onu mütecaviz (aşkın) müracaat vaki oldu ( başvuru yapıldı). Biz pamuklu fabrikası kurmak istiyoruz, dediler. Fakat hepsinin istedikleri yerler, sahillerden bir adım ileri git­ meyen yerlerdir ... Heyet-i mecmuasını (tümünü) hürmetle karşılamak mecburiyetinde olduğum bu müracaatların üç esasa dayandığını gördüm. Birincisi, ecnebi sermayeye paravanlık; ikincisi, şimdi müsaade (izin) koparırsam ileride spekülasyon yaparım, diye düşünenler; üçüncüsü de, bu fabrika­ ları kurmak için zaten kapasiteleri olmayan kimseler. Bir tanesi gelip de devletin gösterdiği yerde fabrika kurmamıştır. Halbuki biz Kayseri' de, Ereğ­ li' de fabrika kuruyoruz, Nazilli'de fabrika kuruyoruz. Bunları mesela İzmir'de kurmuş olsaydık, elbette daha çok kazanacaktık. Fakat, Nazilli'ye gitmek mecburiyetindeyim. Ereğli fabrikasını da­ ha sahile indirmiş olsak, sahildeki fabrikalar gibi daha rantabl kalacaktı. Fakat, Ereğli'yi tercihe mecburum."

Temeli ı937'de başvekil ismet lnönü tarafından ablan ve yapımı iki yıl içinde tamamlanan Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları ı995'te özelleştirildi. Resimde, ı94o'larda bir Cumhuriyet Bayramı'nda fabrikanın flamasını taşıyan işçiler.

386 ikinci kısım: türkiye

Cumhuriyet yönetimi, 1 932'de zamana karşı çetin bir yarış açmış ve bu yolda başarılı git­ miştir. Sanayi, ekonomiyi sürüklemiş, yapıyı değiştirmeye başlamıştır. Ekonomide benimsenen çizgi ile bağımsızlığın birbirini sürükleyebilen şeyler olduğunu, sanayideki gelişme birkaç yılda so­ mutlaştırmıştır. Kısacası, bağımsızlık, bir sözcük olmaktan çıkmış, bir iş haline dönüşmüştür. Cumhuriyet rejiminin renkli kalemi Falih Rıfkı Atay, 1 937'nin yazında anlatıyor: "Ya bizzat devlet teşebbüs etmese idi, acaba bugünkü endüstrimiz nasıl kurulacaktı ve madenleri­ miz nasıl işleyecekti? Belki de birçokları tahakkuk etmeyecekti (gerçekleşmeyecekti) yahut ecnebi grupların önüne düşen milli kılavuzlar, bizi mukaddes (kutsal) liberalizme sömürtüp duracaklardı. Böyle memleketler biliyoruz. Simdi onlar milli gelir kaynaklarını ecnebilere kaptırdıkları için yanıp durmakta ve baca dumanı ile teselli bulmaktadırlar. Henüz yeniyiz: İhtisas kadromuz gençtir; tekniğe ve mekanizmaya birkaç senedir alışıyoruz; pek çetin satış ve pazar davaları ile ve ihtikarcılarla (vurguncularla) karşı karşıya bulunuyoruz. Bu­ na rağmen, şunu katiyetle (kesinlikle) söyleyebiliriz ki muvaffakız ( başardık)."

1 930'ların sanayi hareketi, 1 932'deki modelini 1 933'te değiştirmiş, fakat 1 938 'e gelindiği zaman o model de daha farklı ve kapsamlı bir biçim almıştır. Şu ortaya çıkmıştır ki, sanayileşme her şeyden önce bir irade ve karar konusudur. Bunun bir hareket ve politika halini alabilmesi, ira­ dede ve kararda ısrarlı olmaya bağlıdır. Sanayileşmenin siyasal boyutu, belki de öteki yönlerinden önce gelmektedir. 1 937 Nisan'ında, Karabük'ün temelini atarken Başbakan İnönü bunu saptıyor: "Modern ve ileri bir millet endüstrisiz olamaz. Eğer Cumhuriyet rejimi olmasa ve Cumhuriyet Halk Partisinin devletçi politikası takip edilmese idi, endüstrinin bu memlekette kurulması hiçbir zaman tahakkuk edemezdi (gerçekleşemezdi). "

SEKİZİ NCİ BÖLÜM "Halkımız Yaradıllştan Devletçidir"

1 930'larda sanayileşme güçlü bir arzu olarak ortaya çıkmasa ve işlerin ağırlık merkezi olmasa,

Türkiye'nin devletçilikle tanışmamış veya farklı bir deneyimden geçmiş olacağını düşünebili­ riz. Sanayileşme ve devletçilik, 1 930'larda ortak bir çizgide buluşmaktadır. Devletçiliğin öyküsü bu buluşma ile yazılıyor. Cumhuriyeti kuran kadronun bir alışkanlığı vardır: İşlere hep bir strateji ile bakmak. İşte, sanayileşmeyi adım adım giderek değil de, büyük bir solukla hamle yapıp yol alarak çözülebilecek bir iş saymak, bu alışkanlığın ürünüdür. 1 930'lu yıllarda liberalizm (veya kontrolsüz bir kapita­ lizm), bu stratejiye uygun bir zemin sağlayamaz. Çözüme devletçi bir mantıkla erişilecektir. Bu mantık, 1 930'dan 1 935'e ve sonrasına doğru gitgide güçlenir. Bu güçlendikçe toplumda liberaliz­ min kurumlarına ayrılan yer daralır. ÖNCE SİYASAL MODEL Devletin ekonomiye müdahalesi 1 930'dan önce de vardır. Ama, o zamanlarda bu önemli bir ko­ nu olarak pek konuşulmaz. O yıllarda, yönetimin ekonomide ana çizgisi yerli özel sermayeyi des­ teklemek ve korumaktır. Bunun doğal olduğu ve hep süreceği düşünülür. Bu, milli iktisadın yolu sayılacaktır. Özel kesim, desteklenip korunmasının doruğuna 1 927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanu­ nu ile erişir. Cumhuriyet Halk Fırkasının 1 927 programı, (veya o günün deyişiyle. " 927 Teşrini­ evvel C.H.F. Kongresi'nde ittifakla kabul edilen Umumi Reis Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin program beyannameleri" ) yürütülen bu çizginin siyasal senedi sayılabilir. 1 927 programı, " Cum­ huriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, laik, halkçı ve milliyetçidir ve milletin iktisadi menfaatini te­ min etmeği birinci derecede haiz-i ehemmiyet addeder (önemli sayar)" diye başlarken, ilkelerini ve ekonomi çizgisini genel bir biçimde ortaya koymuş olur. Devletin ekonomiye uzaklığını-

388 ikinci

kısım: türkiye

yakınlığını nasıl ayarlayacak ve benimsediği çizgiyi nasıl sürdürecek olduğu ise, programın son paragrafında sunulur: "İktisadi inkişafat (gelişme) için vaz olunacak kanunların (getirilecek yasaların) ve devletçe alına­ cak tedbirlerin münhasıran (sadece) halkın umumi menafii mülahazasına müstenit olması (genel yararı düşüncesine dayanması) başlıca gayemizdir. Ne kadar mühim olursa olsun, hususi bir men­ faatın temini veya vikayesi (özel bir çıkarın sağlanması veya korunması) için devletçe tedbir alın­ masına ve bahusus (özellikle) efradın hususi menafii (kişilerin özel çıkarları) için hazine-i devletten (devlet hazinesinden) bilvasıta veya bilavasıta (dolaylı ya da dolaysız) herhangi bir faide beklemek gayri mümkün ve gayri caiz (olanaksız ve uygunsuz) olduğunun kanaat haline gelmesine bilhassa ehemmiyet (özellikle önem) veriyoruz."

Burada, her durumda genel çıkarın üstün olduğu, kamu çıkarının açıkça tercih edildiği ve hiçbir biçimde devletten özel kişilere çıkar sağlanmayacağı vurgulanmıştır. Fakat, biliyoruz ki, 1 920'lerin ikinci yarısı yerli sermayeyi özendirme ve desteklemenin bir politika haline geldiği dö­ nemdir. O halde, burada bir " farklılık" vardır. Ve program, bunun akılda tutulması gerektiğini vurguluyor. 1 927'ye gelindiği zaman, kapanmış bulunan Terakkiperver Fırka'nın 1 924 tarihli programındaki bırakınız yapsınlarcı ruh, bu programın çizgisine yansımaz, bırakınız yapsınlarcı düşünceye 1 927'de de Türkiye' de çeşitli çevrelerde rastlanır. Ama, özel sermayeyi destekleyen po­ litikaların doruğa eriştiği 1 927 yılında bile, o düşünce, yönetimdeki partide etkili olacak bir siya­ sal güce kavuşamamıştır. Yerli sermaye desteklense de, asıl çizgi kamu çıkarının üstünlüğüdür. Bu ciddi bir farktır. Ancak, 1 927'de tazelenen Teşvik-i Sanayi Kanunu, parti ve yönetim ile özel kesim arasın­ da bir konuşma-görüşme başladığının ciddi işaretidir. Özel sanayi için verilen teşvikler, bağışık­ lıklar, destekler, bir yandan yeni devletin ve onun ekonomisinin kuruluş döneminde bir "doğal gelişme" çizgisine yerleşme arzusunu yansıtır. Bir yandan da, özel kesimin, kendisini geliştirebil­ mek için hep devletin desteğini arayacağını gösteren bir erken işarettir. Devletçilikten, bir politika çizgisi olarak ilk kez 1 930'un Ağustos'unda söz ediliyor: " Liberalizm nazariyatı (kuramı), bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisatta mutedil (ılımlı) devletçiyiz. Bizi bu istikamete (yöne) sevk eden, bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fıtri temayülüdür (yaradılıştan gelen eğilimidir). Mutedil devletçi olarak halkın temayülatına (eğilimle­ rine) ve metalibine (isteklerine) yetişemiyoruz diye kusurluyuz. Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti (yararı) sermayedarların faaliyetinden beklemeye sevk etmek bu memleketin anlayacağı bir şey midir?"

Başvekil İsmet Paşa bu sözleri, 30 Ağustos 1 930'da, Sivas'ta, demiryolunun açılışında Osmanlılık'la hesaplaşma ağırlıklı uzun konuşmasında söylüyor. Her şeyden önce şunu yansıtı­ yor: "Ekonomide serbestlik" giysisine bürünen bir akım, halkın gereksinmelerini karşılayamaz ve ileriye dönük bir siyasal çizgi oluşturamaz. Cumhuriyet yönetimi, Terakkiperver Fırka ile karşısı-

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

389

na çıkan böyle bir akımı, çağdaşımsı bir biçim içinde görünen, fakat özünde gericiliğe (karşı dev­ rime) yönelen bir siyasal hareket sayar. Böyle bir hareketin, güç kazanabilmek için Cumhuriyetin ilkelerini ve varlık nedenlerini takas edeceğinden kuşku duyar, bu kuşkusunu hemen dile getirir. Gerçekte, Cumhuriyetin kurucusu olan parti öyle bir mevzi tutarak kurulmuştur ki, bunun karşısında yer alacak bir başka parti, "devlet müdahaleciliğini azaltmaya" söz vermek zorunda kalmıştır. Terakkiperver Fırka bunun ilk ve keskin örneği olmuş, fakat ömrü de kısa sürmüştür. 1 930'da, Serbest Fırka aynı, hazır platforma oturmuştur. Devlet müdahalesine ve girişimciliğine karşı olanların şarkısını söylemiştir. Daha ihtiyatlı görünmeye özen göstermiş, Cumhuriyet reji­ minden ödün vermeyecek bir siyasal çizgi oluşturacağını söylemiş, fakat ömrü Terakkiperver' den de kısa olmuştur! İsmet Paşa, 1 930'da, yapılmakta olan işlerin adını "devletçilik" koymaktadır. Burada, dev­ letin daha aktif, daha sorumlu, daha koruyucu olması ve ülke işlerini özel sermayenin tesadüfçü eğilimlerine bırakmaması gerektiği dile getiriliyor: Yıkık ve yoksul bir ülkede halka hizmet götür­ me zorunluluğunun büyük önceliği olduğu vurgulanıyor. Burada, "halk bekliyor, biz yapıyoruz" gibi bir ağırlık vardır. Sağlık, eğitim gibi alanlarda hemen herkes devletin rolünü rakipsiz saydığı­ na göre, ülkenin yönetiminde bir çeşit halkçılık ilkesinden kaynaklanan bir devletçilik de ağır ba­ sacaktır. Fakat, iş bununla bitmiyor. Bu sözler başka ipuçları da taşıyor. Devletçilik daha geniş bir çerçevede düşünülüyor, görüşülüyor olmalıdır. 1 930 yılında, Cumhuriyetin ana kadrosunun dü­ şüncelerinde bir şeyler billurlaşıyor. Ülkede, Cumhuriyet rejimi henüz yerleşmemiştir. 1 923-24'ten beri çekilen çizgiler silinmez hale gelmemiştir. Ancak yeni politikalar bunları silinmez kılabilir. Siyasal ve askeri gelişmeler, Türkiye'yi 1 922-23'te bir Cumhuriyetçilik noktasına eriştirmiş ve bu "tarihi an" değerlendirilmişti. 1930'da, bu kez ekonomik ve siyasal koşullar değişik bir bi­ çimde, rejimi yine benzeri bir noktaya getirmiş gibidir. Yine 1 923'teki gibi iş, tarihi bir seçiş nok­ tasına varıldığını sezmeye, bu noktanın niteliğini kavramaya ve karar almaya bağlıdır. Cumhuri­ yetçi nokta, sadece gelişmelerle değil, siyasal bilinçle ve güçlü sezgiyle yakalanabilir. Yeni politi­ kalar oluşturma kararı da aynı bilinç ve sezgiyle verilebilir. Çünkü, bu nokta yakalanamazsa ka­ çabilir, belki de bir daha kolay kolay yakalanamaz. Cumhuriyet yönetimi, 1 930'da, ekonomi ala­ nında bunun devletçilik ile yakalanacağına karar kılıyor. Cumhuriyetin kadrosu için, billurlaşan şey, basit bir tercih işi değildir. Ekonomide devletin rolüne mi ağırlık vermeli, yoksa özel sermayeyi kayıran bir serbestleştirme çizgisine mi kaymalı sorusu durup dururken değil, bu sorunun yanıtını da içinde taşıyan koşullarda doğmaktadır. 1 930'da da böyle olmuştur: "Halkımız tab'an (yaradılıştan) devletçidir ki, her türlü ihtiyacı devletten talep etmek için kendisin­ de bir hak görüyor. Bu itibarla, milletimizin tebayii ( doğası) ile fırkamızın programında tamamıy­ la bir mutabakat (birbirine uygunluk) vardır. Bu istikametten yürüyeceğiz ve muvaffak (başarılı) olacağımızda şüphe yoktur."

390 ikinci kısım: türkiye

Siyasal mesajların ve çözümlerin değişmez sahibi olan Gazi Mustafa Kemal, 1 9 3 1 yılı ba­ şında, Türkiye'nin siyasal yaşamındaki önemli dönemeçlerin yeri olan İzmir'de, devletçiliğin yeni bir siyasal modelle birlikte geleceğini açıklamaktadır. Bırakınız yapsınlarcılığa yönelecek bir eko­ nominin, birbirinden farklı yararlara ve çıkarlara bağlı sınıfları ve çevreleri, Cumhuriyet rejimine bağlı ortak bir siyasal çizgide tutamayacağına 1 930-3 1 'de biraz daha inanılmıştır. 1 9 3 1 'de, siya­ sette "tek parti" sistemine geçilir. Burada, Mustafa Kemal'in sözleri, sadece zamanlama bakımın­ dan değerlendirilirse, eksik olur. Çünkü, daha sonraki yıllara da bakınca görülür ki, kendisinin bir topluluk önünde devletçilik üzerinde dile getirmiş olduğu tek düşünce budur. DEVLETÇİLİGİN ÖZÜ: SANAYİ Siyasal model, devletçiliği kavramakta yardımcı olabilir, ama onu pek tanıtamaz. Devletçiliği or­ taya koyacak olan şey ekonomik özüdür, sermaye birikimi düzenidir, bunun kurumlarıdır. Devletçiliğe birdenbire başlanmaz. Önce bir tür geçiş dönemi yaşanır. Bunun siyasal sene­ di, 1 9 3 1 Mayıs'ındaki Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında kabul edilen programdır. Orada, fırkanın ana vasıfları "altı ok" biçiminde simgelenir. Devletçilik bunlardan birisi olur. "Ferdi mesai ve faaliyeti (bireysel çalışma ve işi) esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete (bayındırlığa) eriştirmek için, milletin umu­ mi (genel) ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde -bilhassa (özellikle) iktisadi sahada- dev­ leti fiilen alakadar etmek (doğruca ilgilendirmek) mühim esaslarımızdandır."

CHF'nin 1 9 3 1 programında. altı okun içinde sık sık "muasır" sözcüğü geçer. Muasır, ya­ ni, çağdaş uygarlık her alanda gelişmenin yönü kabul edilir. Uygarlığı kurumlaştırmanın yöntemi, ekonomiye ayak basmak zorundadır. Bu yöntem, devletçilik olacaktır. Amaç, çağın olabildiğince ileri üretim biçimlerini alabilmektir. Yani, sanayii ve bunun getireceği düşünce değişikliğini top­ lumda dönüşümler yaratacak biçimde kullanmaktır. Devletçilik ilkesinin siyasal programda altı oktan birisi olarak benimsenmesinde büyük ro­ lü olan Mustafa Şeref Bey, daha 1930'un sonbaharında devletçiliğin ekonomide nasıl bir yöntem demek olacağını açıklamıştır. Mustafa Şeref Bey'in gözlemiyle, "Ekonomide belirli yüksek noktalar vardır. O noktalara erişenler, yani, özel sermayeler herkesin çıkarlarını kendi çıkarlarına göre düzenleyebilirler. Bu, insanın insanı sömürmesinin esası olur. Cumhuriyet yönetimi, ekonominin yüksek noktalarını bu bencillik ilkesi uygulamasına açık bırak­ mayacaktır. O noktaları, devlet tutacaktır. Böylece, özel sermayeleri de koruyabilmiş olacaktır. "

Mustafa Şeref Bey'in İktisat Vekili olarak ortaya koyduğu devletçilik anlayışı şunu göste­ rir: Devletçiliğin ekonomik tanımı, 1 9 3 1 'de açıklanan yeni siyasal model anlayışından önce oluş­ turulmuştur. Fakat, ortada devletçiliğin henüz ne özü, ne sermaye birikimi, ne de kurumları var­ dır. Bunlar 19 31 'de de ortaya çıkmamış olduğu için, devletçilik o günün koşullarında ekonomiye müdahale olarak algılanır. Dünya buhranının etkilediği Türkiye ekonomisinde dengeler, devletin

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

391

aldığı kararlarla sağlanmaya çalışılmaktadır. Ekonomi durgunlaşırken, devletin düzenleyici rolü­ nün artmasını devletçilik olarak görenler vardır. Bundan kimi sevinir, kimi yakınır. Ama, devlet­ çilik 1 9 3 1 'de ortaya çıkmamıştır. Devlet yüksek noktalardan bazılarına çıkmış, fakat en önemli­ sine henüz yönelmemiştir. 1931 programından başlayarak, bir nitelik değişikliği söz konusudur. Devletçilik, ilk biri­ kim dönemiyle eşleşen Milli İktisattan ötede bir birikimi ve gelişme biçimini öngörecektir. Yoksa, milli iktisatın devamından ibaret bir şey olur. ilk birikim çağ hangi çağ olursa olsun, esas olarak kendini yineler, kendini büyütür. Daha fazlasını verecek cevheri kendi içinde büyütemez. Bu ne­ denle, Milli İktisat ile ileri ülkelerin düzeyine varılamaz. 1 930'da terim olarak yerleştirilen, 1931 'de CHP programı ile ilk siyasal belgesi oluşturulan devletçilikten beklenen ise, muasır me­ deniyet seviyesinin üzerine" çıkma zeminini yaratmasıdır. Milli İktisatçıların dili, 1 9 1 0'lu yıllar­ da da, 1 920'li yıllarda da berraklığa kavuşamamıştır. Devletçilik tezinin Cumhuriyetçileri ise, sa­ nayi devriminin diliyle konuşurlar. Sözlerin arasında, hatta vurgulamalarında milli iktisat terimi geçse de, artık 1 930'larda konuşulan dil bellidir: Sanayi sözcükleriyle, sanayi devriminin dili ve şi­ vesiyle konuşulur. Özlem, sanayi devriminin sermaye birikimine ve onun kurumlaşmasına, onun insan tipinin yaratılmasına da özlemdir. ilk birikim, sanayi devriminin insanını ve onun geliş­ meye açık düşünce ufkunu yaratamaz. Sanayi devrimi ise, bütün yaratıcı süreçleri bağrında ta­ şıyarak kendi kendini kısa sürede aşabilecek in­ san tipinin ortaya çıktığı dönemdir. İlk biriki­ min insanı için, yepyeni bir çağa giriştir. Türki­ ye'nin buna erişmesi gerekiyor. Kabilse, kısa sü­ rede. Devletçilikten beklenen esas budur. Ekonomide ve devletçilikte dönüm nokta­ sı, 1 932 yılında gelir. Bu, 1 932 Temmuz'undaki yasalarla, devletin yüksek noktalardan en yükse­ ğine çıkma kararıdır. O yasalarla, Cumhuriyet yönetimi yeni bir sermaye birikimine başlama ka­ rarını geri dönülmez biçimde vermiş olur. Sanayi­ leşme hareketi ekonominin ağırlık merkezi ola­ caktır. Bu karar devletçilik ilkesiyle uygulanacak­ Cemal Nadir'in Akşom'da çıkan bir karikatürü (1935): tır. Mustafa Şeref Bey, belki de tarihi bir sezgiyle "- Yakında bütün köylere (Alettrik) adında biri gelecekmiş. karara geri dönülmezlik veren kurumlaşmaları Evlerimizi o aydınlatacak, değirmenleri o çevirecek, yağhanemizi o işletecek, yükümüzü o taşıyacakmış .. bir tür yıldırım harekatı ile yasalaştırmıştır. Sanayileşme kararı, devletçilik ilkesiyle - Kimlerdenmiş bu delikanlı be Aliş?.. - Bilmem amma dayı, bu kadar kuvvetine bakılırsa Devlet Baba'nın oğlu olmalı .." hemen birleşemez. Cumhuriyetin ana kadrosu (Kaynak: Korikotürkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923-2oo8, Turgut Çeviker, NTV Yayınları, lstanbul, 2010) içinde ve bu kadro ile toplumda fiili iktidar mev-

392 ikinci

kısım: türkiye

zilerine sahip bulunan çevreler arasında görüş ayrılıkları olduğu ortaya çıkar. Ayrılık, 1 9 3 1 'de başlayan siyasi model üzerinde değildir. Yüksek noktalardan en yükseğinde yer alma konusunda­ dır. O tarihte yerli özel kesim, yabancı sermayeci, dış borççu, küreselci, hammaddeciliğe veya ta­ rımla yetinmeye özenen bir çizgide görünmemektedir. Ama, özel sermaye, devletin sermaye biri­ kimini düzenlemesini ve bu birikimde en aktif yeri almasını sevmez. Sevmediği şey, sermaye biri­ kiminin türü (yani sanayileşme) değil, bu birıkimin devletin payını büyütürken, kendisini küçük bırakma olasılığıdır. Sanayileşmeyle devletçiliği buluşturan bu gelişmelerin sahibi Mustafa Şeref Bey'in 1 932 Eylül'ünde İktisat Vekilliğinden ayrıldığını biliyoruz, Celal Bey'in (Bayar) İktisat Vekili oluşun­ dan sonra, 19 33 Haziran'ında ortaya çıkan Sümerbank Yasası, Mustafa Şeref Bey'in tasarladığın­ dan farklı bir sanayileşme modeli getirdiği kadar, devletçilikte de bir yeni dönemin başlangıcını simgeliyor. Devletçilik, özel kesimle uzlaşma içinde kısa sürede işlerliğe kavuşan yeni sanayileşme modeline göre biçimleniyor. 1 933'ten sonra devletçiliğin gelişmesinde, hem yeni bir sermaye biri­ kiminin ortaya çıkışı, hem de yapılan uzlaşmaların bu birikimi çevreleyip besleyişi izlenebiliyor. ADIM ADIM GELİŞTİRİLEN ÇERÇEVE "Hususi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap et­ tirdiği işlerde, bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır."

Cumhuriyet Halk Partisi'nin, 1 935 Mayıs'ında toplanan Kurultayından yeni bir program çıkıyor. CHP, o tarihte ülkenin tek partisidir. Devletin partisi demektir. Yeni program yine altı ilkeyle, ya­ ni, altı okla başlar. Altı oktan birisi devletçiliktir. 1 93 1 programında yukarıdaki gibi yazılan dev­ letçilik, 1 935'te de öyle yazılır. Fakat, o kadarla kalmaz. Yeni programda, devletçilik ilkesinin uy­ gulamadan da esinlenerek genişlediği görülür: "İktisat işlerinde devletin alakası (ilgisi) fiilen yapıcılık olduğu kadar, hususi (özel) teşebbüsleri teş­ vik (özendirme) ve yapılanları tanzim ve murakabe de etmektir. Devletin hangi iktisadi işleri fiilen yapacağının takdiri, milletin umumi ve yüksek menfaatleri­ nin icabına (genel ve yüksek yararlarının neyi gerektirdiğine) bağlıdır. Eğer devletin bu icap yolun­ da fiilen yapmaya karar verdiği iş hususi bir teşebbüs elinde bulunuyorsa, bunun alınması her de­ fasında bir kanun yapmaya bağlıdır. Bu kanunda, hususi teşebbüsün bu yüzden uğrayacağı zararın devlet tarafından tazmini şekli (ödeme biçimi) gösterilecektir. Zararın takdirinde, istikbale ait muhtemel kar düşünülemez."

Bu satırları, 19 32-33'ün gelişmelerinden sonra okumak insanı şaşırtabilir. Çünkü devletçi­ liğin, üzerinde uzlaşma sağlanan ilk uygulama belgesi olan 1 933 Sümerbank Yasasında, devlet ile özel sermaye arasında bir çeşit ortaklığın kurulabileceği dile getirilmiştir. Bu uzlaşma noktasına da, devletçilik ilkesini getiren, devletçiliğin küçük çapta da olsa ülkede bir sanayi devrimini yer-

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

393

!eştirme göreviyle özdeşliğini tasarlayan ve bunu uygulayarak geliştirmek isteyen bir İktisat Veki­ linin görevden ayrılması ile varılmıştır. Demek ki, yönetim, devletçilik modelinde bir uzlaşma için geri çekilmiştir. Sanayileşmede iki adım atabilmek için, devletçilikte bir adım geri atmıştır. Çün­ kü yeni sermaye birikimi başladıktan sonra, devletçilik her şeyden öne sanayileşme ile tanımlana­ caktır. Devletçilik salt sanayi demek değildir. Ancak, sanayi olmaksızın, onun açtığı çağın insanı ve iş yelpazesi olmaksızın kavranamayacaktır. İnsan, 1 932-33'te uyuyup, gözlerini 1 935'te yeniden açsa, devletçilik ilkesinin 1 933'tekin­ den de daha özel kesimci bir biçime gelmiş olduğunu göreceğini sanmaz mı? Devlet ile milli ban­ kaların ortaklığı geliştikçe devletçiliğin "çok yumuşak" bir kıvama erişeceğini düşünmez mi? He­ le, İş Bankası umum müdürünün İktisat Vekili olduğunu ve vekaletteki kadronun tümünü değiş­ tirdiğini de bilse, bu beklenti çok doğal olmaz mı? Fakat, işler öyle olmamıştır, 1933'ten sonra, devletçilik daha önceki yılların tasarımların­ dan farklı bir çizgiye girerek gelişmesini sürdürür. ilk bakışta, 1 932-33 uzlaşmasında, cumhuriyet yönetimi, uzlaşan taraf gibi görünmektedir. Görüntünün kaynağı şudur: Yönetim, 1 930 yıllarının buhran ortamında sermaye birikimini başlatmak ve gerçekleştirmek için çok arzuludur. Böyle bir hamleyi engelleyecek, aksatacak her şeye karşı da çok duyarlıdır. O yıllarda tek ve en güçlü dü­ şünce, Cumhuriyet rejiminin sermaye birikimini (yani, sanayileşmeyi) gerçekleştirmeye mecbur, hatta mahkum olduğudur. Aslında, o ortamda, özel sermaye de uzlaşmak istemektedir. Uzlaşmak, özellikle banka sermayesinin en belirgin niteliğidir. Bu nokta, 1 933'ten sonra berraklıkla izlenebilir. Bir buhran, hele dünya buhranı ortamında, yerli banka sermayesinin uzlaşmaktan başka bir hareket şansı yoktur. Devletçiliğin gelişmesinde dönemeç, devletin, yapılması zor iş sayılan sanayi hareketini ba­ şaracağını kanıtlamasıdır. Fabrikaları, bir kurtuluş hareketinin simgesi olarak kurması ve ehliyet­ le işleteceğini, insanların yaşamında inandırarak, yeni bir dünya açarak göstermesidir. 1 934 yılı­ nı yaşayıp 1 935'e gelindiği zaman, bu, büyük ölçüde kanıtlanmıştır. Sermaye birikimi arzusu, sa­ nayileşme hızlı bir biçimde başladıktan sonra azalmaz, artar. Devlet, sanayi hareketinin kendi yö­ netimiyle başarılacağını kanıtladıkça, özel sermaye devletçiliğin çizgisiyle uzlaşır. Bu çizgiyi kabul etmekle kalmaz, ona katkıda bulunmaya yönelir. Çünkü, kendi birikimi ve payının büyüklüğü bu işe ortak olmasına bağlıdır. Milli İktisatın yeni bir çerçeveye kavuşması, devletçiliğin başarısıyla olacaktır. O ortamda, zaman ilerledikçe özel sermaye uzlaşmaz yönlerini değil, uzlaşıcı nitelikle­ rini sergilemektedir. Sermaye birikimi arzusu güçlendikçe ve devlet bu işi yapabildiğini kanıtladıkça, devlet sağ­ lık, eğitim; bayındırlık türü işlerle yetinsin gibi bir devletçilik ilkesi herkese yetersiz, hatta gülünç görünür. Bu çoktan aşılmıştır. 1 933 uzlaşması da bundan ileridedir. Fakat, 1934'teki sanayi ham­ lesi, devletçilik ilkesini de facto daha da öteye götürmüştür. İşte bu gelişme, devletçiliğin sınırları­ nın ve kurallarının yeniden ve daha genişçe ortaya konulmasını gerekli kılar. Cumhuriyet yöneti­ mi ekonomide başarının devletçilik ilkesini geliştirmeye bağlı olduğunu hisseder ve "yeni bir siya-

394 ikinci

kısım: türkiye

sal senet" hazırlar. 1931 programı, " devletçiliğe geçişin senedi" olmuştu. "Devletçiliğin siyasal senedi" ise, 1 935 programı olur. 1 935'e sadece 1 934'ün sanayi hamlesiyle gelinmemiştir. 1 935'te, dünya buhranı daha da hafiflemiş görünür. Hele 1 932'deki hava çok değişmiştir. Türkiye ekonomisi 1 934'ten başlayarak gelişmektedir. Cumhuriyet rejimi, ekonomide başarı sağlamakta ve gelişen bir zemin üzerinde ol­ duğuna inanmaktadır. Sanayileşme başarısı, geleceği eskisinden çok daha iyi görünen bu ekono­ mide devletin yapıcılığı ve yönlendiriciliğini herkese kabul ettirmektedir. Devletçiliğin siyasal se­ nedi bu koşullarda hazırlanır. ÖZEL SERMAYE, HİMAYE VE LİBERALİZM "Yeni programda devletçiliğin tarifini açık bir hale koyuyoruz. Eski programdaki tarifte 'umumi teşebbüs serbesttir; devlet de iktisadi bakımdan istediği şeyleri yapmakta serbesttir' diyorduk ... Biz iki cereyana gitmiyoruz. Birisi, her şeyi devlet yapacaktır. Kızıl fikirler böyle söylüyor. Ferdin (bi­ reyin) nefes almasına imkan bırakmıyor. Bunu kabul etmiyoruz. ikinci bir şeyin daha aleyhindeyiz (karşısındayız). O da şudur: Hususi teşebbüs canının istediğini yapacaktır. Ekonomik teşebbüsler­ de devlet ona bağlıdır. Bunu söyleyenlere de kızıl sağ diyebiliriz. Bu, koyu bir liberal fikirdir."

Siyasal senedi öğrenmek için, siyasal kimliği önemli olan kişilere bakmak, kulak kabart­ mak gerekir. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 1 935 Mayıs'ındaki kurultayda, partinin altı "ana vasfı"ndan birisi olan devletçilik üzerinde açıklamalar yapıyor. Parti görüşünü anlatıyor. Açıkla­ ması, hem devletçiliğin sınırlarını; hem de kurallarını ortaya koyuyor: "Biz bunların ortasındayız. Devlet denilen ana müessese, istediği zaman herhangi bir işi yapabilir. Amma, devlet bu işi yaptıktan sonra o sahada hususi teşebbüs erbabına (sahiplerine) iş kalmazsa, hususi teşebbüs başka iş yapsın ... Devlet bu yolda kayıt (sınırlama) altına giremez."

Parti Genel Sekreteri Recep Peker, sadece partinin pratik işlerine yönelerek çalışan ve örgüt işlerinden başkasına bakmayan bir genel sekreter tipi değildir. O işlerin yanı sıra, partinin ideo­ logluğunu da üstlenmek isteyen, bunu göstermeyi seven bir iddia sahibidir. Devletçiliğin 1 935'te­ ki sınırları ve kuralları üzerinde konuşurken, özel kesimin sınırlarını da ortaya koymaya yöneli­ yor. "Devlete sınırsızdır" demek yerine, "özel sermayenin sınırları vardır" demeyi tercih ediyor! Daha çok Devletin, istediği alanda istediği işi yapabilmesini, zaten özel kesimi himayesine alan, böylece onu denetleyebilen ana kurum oluşundan ötürü doğal saymaktadır. Özel sermayeyi hi­ maye eden ve denetleyen devletin, ona "sen dur, şu işi ben yapıyorum" demesi de normal olacak­ tır, " Bakayım, ne yapıyorsun? " demesi de. Devletçilik ilkesi, bu doğrultuda düşünülecektir: "Hususi teşebbüsün yapmakta olduğu işi devlet kontrol etsin mi, etmesin mi? Kontrolsüz bırakıla­ cak hususi teşebbüs hiç ulusal menfaatlere uymayan yollara sokar, birbirlerine zincirlenmiş kartel­ leri ile, yurdun özü olan halk tabakasını istismar eder (sömürür). Bundan müstehlikler (tüketiciler)

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

395

kitlesi, hatta hammaddeci yurttaşlar zarar görür. Devlet kontrolü varittir ve lazımdır (geçerlidir ve gereklidir). Devletin, esasen hususi teşebbüs sahiplerinin yaptığı işler üzerinde birçok himayeleri vardır; sa­ nayii himaye için çeşit çeşit şekiller vardır Biz bir yandan bu himayeleri kabul ederken, diğer yan­ dan da onların halkı istismar etmesi kapılarını kapamayı ödev sayıyoruz. Üçüncü safha: Hususi teşebbüsler devam ederken, devlet bu işe müdahale edebilir (karışabilir) mi? Açıkça söyleyeyim, evet, devlet bu işi kendi eline alabilir. Amma, bir şey yapamaz. Türkiye' de müsadere yoktur. Hiç kimsenin malı kazancı müsadere edilemez. Bir işin devlet tarafından alınma­ sı, bahsettiğim umumi menfaat nokta-i nazarından (genel çıkarlar açısından) lüzumlu görülürse, bu nevi her iş için Büyük Millet Meclisinde her defasında ayrı kanun yapılır."

Peker, 1 935'in ortamında şunu vurguluyor: Sermaye birikimini yürütmek başka, özel giri­ şimciliği himaye etmek başka iştir. İkisi de devletin işidir. Devletçiliğin gelişme ufku ve kuralları buna göre düşünülüyor. Bu ufuk, sermaye birikiminin gereklerine göre genişleyebilir. Fakat, bu genişleme 1 932-33 uzlaşmasındaki bir hususu değiştirmez. Özel sermaye, sanayileşme hareketi­ nin açtığı gelişme çizgisi üzerinde payını almaya devam edecektir. Himaye, bu payın güvence al­ tında tutulması, küçültülmemesi demektir. Çünkü, özel sermaye henüz ilk birikim dünyasının sı­ nırlarını aşabilmiş değildir. Sanayi devrimi dünyası ona çok bol gelen bir giysidir. Payını alacak, ama devletçilikle tasarlanan ufku daraltmaya niyetlenmeyecektir. Ekonomiyi işletecek ilkeleri bu derece politize etmek kaçınılmaz oldu mu, işin ne olduğu kadar, ne olmadığını da açık seçik ortaya koymak zorunlu hale gelir. Siyasal senetler veya onla­ rın sahipleri bunu dile getirirler. 1 935'te, bu netleştirilir. Sermaye birikiminin " neyi reddederek" gerçekleştirileceği, ayrı bir ilke biçiminde değil, fakat en önemli yerlerde vurgulanarak anlatılır, gösterilir, kabul edilir. "Amme (kamu) haklarında anarşiyi besleyen, ekonomide ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını istismar eden (sömüren) liberalizme karşı cephemizi daha sıklaştırıyoruz. Haklarda hürriyetin sını­ rını, devlet varlığının otorite sınırı içine alıyoruz. Artık her yerde son nefesini vermekte olan liberal devlet tipinin kucağında beslenip büyüyen çatışmalar zincirini kırıyor, sınıf kavgası yollarını sımsı­ kı kapıyoruz."

Recep Peker, ekonomideki devletçiliğin ötesinde bir şeyi, bir toplum ve devlet düzeni anla­ yışını vurguluyor. 1 935 CHP programına siyasal senet niteliği veren çerçeveyi çiziyor. Çerçeve çizdiği zaman: Liberalizm bunun dışında kalıyor. Çerçeveyi kabul etmek, özel kesim için de libe­ ralizmi dışlamayı gerektiriyor. Bu tablo, birkaç şeyi daha anlaşılır duruma getiriyor. Birincisi, Cumhuriyet yönetiminin hiçbir zaman "bırakınız yapsınlar"cı olmadığı, artık re­ jimin yerleştiği 1 935 yılında iyice anlaşılıyor. Liberalizmin, daha doğrusu, kontrolsüz bir kapita­ lizmin kurulmasına ve yerleşmesine karşı, Cumhuriyetin ana kadrosu içinde baştan beri var olan tedirginlik ve kuşkunun zamanla kaybolmadığı, hatta adım adım gelişerek açık bir tavır haline geldiği görülüyor. Ekonomide özel sermayeye tanınan gelişme olanağı, sanki liberalizmin olum-

396 ikinci kısım: türkiye

suzluklarının daha keskin biçimde vurgulanmasını zorunlu kılar. Bu gelişme olanağı, liberalizmin ekonomide veya siyasette ortaya çıkabileceğini akla getirmemelidir. İkincisi, yerli özel sermayenin de, liberalizme karşı olan tavrı yakından bildiği, kabul ettiği ve beslediği de, 1 935'e geldiğimiz zaman açıklığa kavuşmaktadır. 1 9 32'de, İktisat Vekaletindeki nöbet değişiminden sonra, özel sermayenin liberalizme karşı olan bir çizgide gelişmesi, yatağını bulmuş bir akarsu gibi hızlanmıştır. Şüphesiz 1 930'larda dünyanın birçok ülkesinde sermayenin çizgisi bu olmuştur. Türkiye' deki yerli sermaye, bu örneklerden daha farklı bir kimlik kazanarak gelişmiş görünmüyor. Böylece, devletçilikle birlikte geliştikçe, yerli özel sermayenin neye karşı ol­ duğu da belirginleşiyor. Özel kesim, baştan beri destek ve teşvik istemiş, yabancı sermayeye kar­ şı korunmaktan hoşlanmıştır. Rekabet karşısında kalmaktan hoşlandığı ise oldukça şüphelidir. Bunlar, özel sermayenin yönetimin çizgisiyle uzlaşması için de gerekli şeylerdir; ama yeterli değil­ dir. 1 932-33'ten sonra, özel sermaye sadece sermaye birikiminden pay istemekle kalmaz. Bu biri­ kimin merkezi bir karar ve kontrol düzeniyle güvenceye alınması gerektiğine de inanır. Özel giri­ şimin gelişmesini sağlayacak bir devletçilik çizgisini destekleyen sermaye çevrelerinin inancı bu yöndedir. 1 932-33'ten sonra, İktisat Vekaleti, bu inancı hep gözetir. Kısacası, yerli özel sermaye­ yi desteklemek ve korumak başka, liberalizm yoluna gidecek bir ekonominin kaderine razı olmak başkadır. 1935'te özel kesimcilik, liberalizm denilen şeyle bağdaşmaz. Fakat, bu inanç havada kalmamalıdır. Siyasal, senede bağlanmalıdır. Sadece ekonominin değil, toplum düzeninin de kabul edilen önemli parçası olmalıdır. Cumhuriyet yönetiminin üslubu budur. 1935 CHP programı, işte bu senettir. Ama, toplum yönetiminde siyasal kabullerin önemi­ ni iyi bilen bir yönetim için, işi ortaya daha ağırlıklı koymakta yarar vardır. Bunu, ülkenin tek par­ tisi bile olsa, bir parti kadrosunun dışında da adeta bir "yemin tekrarı" gibi vurgulamak şarttır. "Türkiye'nin tatbik ettiği (uyguladığı) devletçilik sistemi, 1 9'uncu asırdan beri sosyalizm nazariyat­ çılarının (kuramcılarının) ileri sürdüğü fikirlerden almarak tercüme edilmiş (çevirisi yapılmış) sis­ tem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarmdan doğmuş, Türkiye'ye has (özgü) bir sistemdir. Devlet­ çiliğin bizde manası (anlamı) şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini (bireylerin özel girişimlerini) esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket iktisadlyatını devletin eline alması. Türkiye Cumhu­ riyeti Devleti, Türkiye vatanında asırlardan beri kendi teşebbüsleriyle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi. Ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu (yapmayı ba­ şardı). Bizim takip ettiğimiz (izlediğimiz) 'bu yol liberalizmden başka bir sistemdir'. "

Sözler Atatürk'ündür, Tarih, 1 935'in Ağustos'udur. Yer, İzmir Fuarının (o günün deyişiyle, panayırının) açılışıdır. Sözler Atatürk'ün olmakla birlikte, söyleyen kendisi değildir. Atatürk, bun­ ları söylemek üzere, günün İktisat Vekili Bayar'ı görevlendirmiştir. Bayar'ın oradaki deyişiyle; "Atatürk inkılabının dayandığı temel, Türkiye'nin siyasal ve ekonomik bütünlüğüdür. Türkiye Cumhuriyeti'nin tatbik etmekte olduğu devletçilik prensibi, memleketi en kısa yoldan ve en ileri hızla bu amaca vardırmaktır Büyük yaratıcı önderimizin ekonomide bu ana umdemiz (ilkemiz) hakkında bana verdiği emir ve direktiflerini size kelime kelime olduğu gibi okuyorum. "

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

397

Daha önce lzmir'de değişik yerlerde panayır ve sergi adı altında açılan fuar 1936'da şimdiki yerinde "Arsıulusal lzmir Fuarı" adıyla uluslararası bir fuar haline geldi. Resimde 1936'daki açılış töreni.

Atatürk'ün deyişi birkaç bakımdan dikkat çekicidir. Birincisi, devletçiliğin Türkiye'ye öz­ gü bir sistem olduğunu vurgulamasıdır. Bu, 1933 Sümerbank modeliyle kabul edilmiş koşulların bir yinelemesidir. Uzlaşmanın esası değişmemiştir. Özel kesimin sermaye birikiminden pay alaca­ ğı konusunda, 1 933'e göre değişen bir şey yoktur. Bu, Recep Peker'in, devletçiliği kızıl solla, kızıl sağ arasında büyük bir alan olarak görmesine de uygundur ve devletçiliğin "ne olduğunu" söyle­ menin bir yoludur. Devletçilik, özel kesimin var olmasıyla ve varlığını devletin öncülüğündeki ser­ maye birikiminden pay alarak sürdürmesiyle tanımlanır. Devletçiliğin kuralı budur. İkincisi, yapılacak işlerin çokluğunu ve büyüklüğünü görerek, ülke ekonomisini devletin eline almasıdır. Yani, devletin gerekli gördüğü şeyleri yapması, yapacak olmasıdır. Sermaye biri­ kimini. gerekli gördüğü ölçüde genişletebilmesidir. 1 935'te ileriye dönük bir durum tespiti yapıl­ makta ve devletçiliğin sınırlarının, sermaye birikimi gerektirdikçe genişleyeceği saptanmaktadır. Devletçiliğin sınırı böyle görülür. Devletçiliğin ne olduğunu söylemenin bir yolu da budur.

398 ikinci kısım: türkiye

Üçüncüsü, devletçiliği koşulları, kuralları ve sınırlarıyla kabul ederken, Cumhuriyet yöne­ timinin yolunun ne olmadığıdır. Bunun, sosyalist kuramın çizdiği bir yol olmadığı zaten bilinmek­ tedir. Ama, 1935'te Atatürk nedense çok açık söylüyor: Liberalizmden başka bir sistemdir. Dev­ letçiliğin " ne olmadığı" açıkça söylenmiştir. Atatürk bunları, devletçiliğin siyasal senedi olarak 1 935 Mayıs'ında ortaya çıkan CHP programından üç ay sonra söyler. Daha doğrusu söyletir. Seçtiği yer, yerli sermayenin o tarihte bir çeşit buluşma yeri veya kurultayı sayılabilecek İzmir Fuarı'dır. Fuar, küçük çapta da olsa, uluslararası iş temaslarının başlatılabileceği bir yer olarak da tasarlanmıştır. Şüphesiz, bu duyurunun daha ilginç yönü, Atatürk'ün, sözlerini söyletmek için Bayar'ı seçmiş olmasıdır. Böylece, devletçiliğin esasları, özel sermayeye en yakın yöneticinin ağ­ zından duyurulmaktadır. Devletçiliğin koşulları, kuralları ve sınırlarının duyurulmasında sözcü­ lüğü Bayar'ın yapması, parti ile özel kesimin devletçilik anlayışları arasında herhangi bir farkın söz konusu olmayacağının da belgelenişidir. Mayıs ayında parti kurultayında benimsenen esaslar, Ağustos ayında özel sermayenin beklemediği, kulak tırmalayan bir duyuru değil, duymayı bekle­ diği bir şeydir. Devletçilik onun payını küçültmeyecektir. Bunun en yüksek siyasal karar düzeyin­ den, sermayeyi muhatap alarak dile getirilmesi büyük güvencedir. 1934'ün sanayileşme yılı oluşundan sonra, 1 935 de devletçilik yılı olmuştur. Devletçiliğin ne olduğu ve ne olmadığı 1 935'ten sonra sık sık vurgulanacaktır: "Bizler istihale (değişme) devri geçiriyoruz. Liberalizmi -dilim dahi dönmüyor, bu kelime bana o kadar yabancı geliyor- yıkaraktan, memleketimizde güdümlü bir ekonominin esaslarını kurmak is­ tiyoruz."

İktisat Vekili Celal Bayar'ın, 1 936'daki bu sözleri, 1935'in siyasal senedini doğrulamakla kalmıyor, devletçiliğin parti programında ve kağıt üzerinde bırakılmadığını, ekonominin ana ilke­ si olmaktan öteye götürülmekte olduğunu akla getiriyor. Ekonominin· ana ilkesi olmaktan ötesi, devletin ana ilkelerinden birisi olarak düşünülmesidir. Ekonominin temel ilkesinin biraz daha po­ litize edilmesidir. Bir adım daha ilerisi, siyasal nitelikli büyük bir adımdır. O adım 1 936 yılı sonunda olgunlaştırılmıştır Devletçilik, önce ekonomide başarıyla uygu­ lanan bir ilke olarak kabul görmüş, parti programında buna göre yerini almış, daha sonra özel ke­ simde ve geniş bir çevrede de benimsendiği anlaşılmış, şimdi sıra bütün bu tırmanışlı gelişmenin siyasal senedini yapmaya gelmiştir. 1 937 yılı Şubat ayında, Başvekil İsmet İnönü ve 153 arkadaşı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda değişiklik önerisi getirirler. Devletçiliğin "ikinci siyasal senedi" 1 937'deki Anayasa değişikliği olacaktır. Devletçilik, parti ilkesi olmakla kalmayacak, devletin yö­ netim esasları arasında yerini alacaktır: "Teşkilat-ı Esasiye Kanununun esas hükümleri gösteren 1. maddesinde Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu yazılı olup, bununla yalnız devletin şekli beyan edilmiş oluyor. Halbuki devle­ tin şekliyle beraber siyaset ve idare tarzında takip edeceği ana vasıfların da esas hüküm olarak gös­ terilmiş olması lüzumludur. Bu düşünce ile 2. maddede milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laik ve inkılapçılık vasıfları da gösterilmiştir."

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

399

Devletçiliğin, parti programının soyut gibi görünen bir ilkesi olmaktan çıkarak ve sanayi bazına kavuşarak 1 935'te somutlaşması ve ekonomiyi yöneten temel ilke haline gelmesi, bir tep­ kiye yol açmamıştır. Belki, hızlı yaşanan bir değişiklik henüz tepkilerini oluşturmamıştır. Belki devletçiliğin, hızlı bir sermaye birikimi ile özel kesimi de geliştireceği düşüncesi, tepki değil, bir ka­ bul ortamı yaratmıştır. Fakat, 1 937'de durum farklıdır. Anayasa değişikliği durumu farklılaştır­ maktadır. Devletçilik işi, sermaye birikimi konusu olmaktan çıkıp, herkesin ideolojisi ve herkesin yönetimi noktasına yönelmiştir. Bu adım, belli ki tepki doğurur. Bu çapta tepkiler sermayenin hem eski düzenine, hem de yeni yükselişine sahip çıkan siyasal sözcülerce dile getirilirler. 1 937 Şubat'ında d a aynı şey görülüyor: "CHP'nin umdelerinin Teşkilat-ı Esasiye'ye geçebilmesi için gösterilen esbab-ı mucibeyi (gerekçe­ yi) ben varit (geçerli) görmüyorum . . . Devletçilik, devletin şekli meyanına giriyor (arasında sayılı­ yor) Şimdi ekonomide liberal taraftarı ferdiyetçi bir vatandaş ortaya çıkar da propagandaya baş­ larsa, şekl-i devleti tebdil cürmüne tasaddi etmiş (devletin biçimini değiştirme suçuna yeltenmiş) di­ ye acaba onu polis yakalayıp da mahkemeye verecek midir? "

Sözcü, Halil Menteşe'dir. Halil Bey'in 1 932 Temmuz'unda Mustafa Şeref Bey'in geliştirdi­ ği sermaye birikimi modeline, özel kesimi sileceğini öne sürerek karşı çıktığı kolayca hatırlana­ bilir. Daha sonra, milli iktisat çerçevesinin oluşması yolunda sınıf çizgilerini olabildiğince silen bir yönetim modelini salık verişi de bilinmektedir. Kendi çizgisinde siyasal bilinç düzeyi yüksek olan Menteşe, 1 93 7'de atılan adımı sevmez. Devletçiliğin, özel sermayenin benimsediği milli iktisat çerçevesini zorlayacak bir yeni siyasal yol açabileceği Halil Bey'e tehlikeli bir olasılık gibi görü­ nür. 1 937'nin bu çerçevesinde, 1 937'nin güdümlü ekonomisini destekleyenlerin, bir başka çerçe­ vede liberalizmi destekleyebilmeleri pekala mümkündür. Bunu durdurmamak gerekir. 1 930'larda açılan yeni dönemin getireceklerini eski milli iktisat anlayışı içinde hapsederek küçük tutmak, ödün vermek istemeyen, bilinçli bir sınıf yaklaşımını yansıtıyor. Benzer bir yaklaşım, devletçiliği bir güdümlü ekonomi olarak gören anlayışla ortaya çıkıyor. Bu da, 1 930'ların devletçiliğinde, özünde bir sermaye rejimi olan Alman Nasyonel Sosyalist ekonomisini arayan bir tavır oluyor. Halil Bey'in, gelecek için güçlü önseziler taşıyan bu karşı çıkışı, 1 932'deki gibi geniş yan­ daş kitlesi bulamaz. 1 937'de yönetimin siyasal çizgisi de farklı bir havadadır. Herkesin duyarlı ol­ duğu sermaye birikimi ve bundan pay alma konusu başka, siyaset ve yönetim başka şeyler gibi gö­ rülmektedir. Devletçilik ilkesini tartışılmaz kılan sermaye birikimi rayına oturduktan sonra, sıra üstyapıya, yani devletin siyaset ve idare tarzına gelmiş sayılmaktadır. Sermaye birikiminin raydan çıkması da söz konusu değildir. "Bir liberal çıkıp liberalizmin esaslarını, bir komünist çıkıp komünizmi müdafaa edemeyecek mi­ dir diye sordular. Hayır etmeyecektir, edemeyecektir. Teşkilat-! Esasiye Kanununa muhalif (anaya­ saya karşı) herhangi bir hareket nasıl bir cürüm (suç) ise, bu esaslara muhalefet de aynı şekilde cü­ rüm sayılacaktır."

400 ikinci kısım: türkiye

1937 değişikliğinde. Teşkilat-ı Esasiye Encümeni Reisi Şemsettin Günaltay durumu keskin çizgilerle netleştirmektedir. 1 937'de, devletçilik artık siyasal bir giysiye sahip olmaktadır. Artık, ekonomiyi yöneten temel ilke olarak görülmesi yeterli değildir; adeta aşırı uçlar arasında kalan bir büyük orta alanı tanımlamaktadır. 1 937 Şubat'ında, bu düşünceyi açık seçik biçimde ortaya ko­ yan Recep Peker' dir: "Milliyetçiliğin nakızı (çelişkisi) olan beynelmilelcilik ve halkçılığın nakızı olan imtiyazcılık (ayrı­ calıkçılık) veya sınıfçılık, devletçiliğin nakızı olan liberallik, laikliğin nakızı olan klerikallik ve inkı­ lapçılığın nakızı olan irtica lehinde hiçbir faaliyet yapılamayacaktır. .. Bugün liberalizm her yerde ya çökmüş, tarihe intikal etmiş veyahutta sarsıntı nöbetleri içinde can çekişmektedir. Hayata yeni doğmuş olan Türkiye Devleti'nin hayatı için liberalizm, çok fena ve çok zararlı bir unsurdur. Bugün liberalizm demek, hukuk bakımından bir anarşi, ekonomi bakı­ mından da bir kısım yurttaşları diğer yurttaşlara istismar ettirmeye açık bir kapı demektir. Bu sa­ dece yeni ve nizamlı bir devlet kurup işletmek yolunda olan bizler için değil, asırlık devletler için, bile bir afettir. Eğer biz sadece kopya edilmiş liberal fikirlerle meşbu (dolu) bir cumhuriyetçi olmak­ la iktifa etseydik (yetinseydik), güç ve çetin zamanlarımızda yurtdışından içeriye dökülen zehirler­ le memleketi altüst etmek isteyenlere karşı durabilir miydik? "

EKONOMİDE DEVLETÇİLİK: YOKTAN VAROLAN BİR ÇERÇEVE Devletçiliğin ekonomideki çekirdeği 1 934-35'ten sonra büyümüştür. Cumhuriyet rejiminin ekono­ misi oluşurken, bunun payandası olan devletçilik sınai yapının kuruluşuyla filizlenir. Serpilip, bir modele oturarak gelişmesi, ekonomide hem genişlemesine, hem derinlemesine kök tutmasına bağ­ lıdır. Ekonomi geliştikçe, devletçilik altyapı ve hizmet alanlarında gelişmeye yönelir. 1 930'ların so­ runlarının aşılması ve Cumhuriyet rejiminin kuruluşunu gerçekleştirmesi bu gelişmelerle olur. Cumhuriyet rejiminin ilk günlerinde, devletin ne yapacağı ve yapacağını nasıl gerçekleşti­ receği tam belli değildir. Devlet özel· girişimi destekleyeceğine ve ekonomik gelişmenin öncülü­ ğünü ondan bekleyeceğine göre, kendi ekonomik örgütlenmesini de buna göre ayarlamalıdır. Fa­ kat, devletin ekonomideki sorumlulukları birdenbire büyürse; bu ayar da birden değişecektir. Kı­ sacası, ilk yıllarda ekonomide devletin tutacağı yer belirlenmemiştir. Devletçiliğin örgütlenmesi diye bir konu yoktur: "Zannediyorum ki, zamanın icabı (gereği) her vilayetin (ilin) değil, hatta her köyün indelicap (gere­ kince) devlete vereceği vergiyi, yiyeceğini, giyeceğini çıkaracak esasları şuurlu (bilinçli) bir surette tes­ pit edecek bir hale getirmekle devlet mükelleftir (yükümlüdür). Devletçilik deyince bu hatıra gelir."

1 9 3 1 Mayıs'ındaki CHF kurultayında Eskişehir Mebusu Emin Bey (Sazak), belki de far­ kında olmadan çok geniş bir devletçilik tanımı yapıyor. O tarihte, devlet eliyle sermaye birikimi­ nin gerçekleşmesine dönük bir siyasal karar yoktur. Fakat, hem ekonomide uzun yılların biriktir­ diği işler, hem de dünya buhranının rüzgarına karşı koyma düşünceleri vardır. 1 9 30'dan sonra devletin ekonomideki kuruluşları çoğaldıkça, bunlar üzerindeki dikkat, özen ve eleştiri artar. Sermaye birikimi başlamadan önce, devletçiliğin zemini böyle hazırlanır.

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

401

"Bir mütalaaya (görüşe) göre, devletleştirilen idarelerin hiçbirisi muvaffak (başarılı) olamamıştır, hepsi zarar etmiştir. Evvela (önce) şunu söylerim ki, muhtar idarelerin hemen hepsi muvaffak olmuş­ tur. Mesela Demiryolları İdaresi, bugüne kadar devlet bütçesinden on para muavenet (destek) alma­ dan ve bir açık vermeden kendisini idare etmiştir. Bizim memleketimizde nüfusun azlığına ve saha­ nın geniş olmasına rağmen, şimdiye kadar demiryollarımız on para bile tazminat istememişlerdir. İnhisarlar (tekel): Tütün, müskirat (içki) ve saire. Mali gayeleri istihdaf eden (amaçları hedefle­ yen) bu idarelerin şirket eliyle idare edildiği zaman ile bugün devlet eliyle idare edildiği zamanki ha­ sılat farklarını gösteren rakamlara bakarak biraz insaf ile mukayese ederlerse (karşılaştırma yapar­ larsa), devlet elinde nasıl inkişaf ettiği (gelişme gösterdiği) ve millete ne büyük varidat (gelir) vere­ rek halkımızın vergi külfetlerine ne mühim miktarda kolaylık temin ettiği görülür. Devlet eliyle ya­ pılan işler zarar ediyor nakaratı, kavl-i mücerrettir (desteksiz atıştır). "

Bütçe Encümeni Reisi Hasan Fehmi Bey (Ataç), devlet kuruluşlarının sayıca artmaya baş­ ladığı bir zamanda, 1 932'nin Haziran'ında konuşuyor. Zaman ilginçtir. Sermaye birikiminin dev­ let eliyle gerçekleştirilmesi için karar alınmış, iş tasarıdan uygulamaya geçirilmek üzeredir. Fakat, ekonomide uygulanmak üzere hazırlanan modelin siyasal desteği tam mıdır; henüz belli değildir. Hasan Fehmi Bey, şüphesiz bunları bilmektedir. Durumu en iyi bilenlerdendir. Konuşması, iki ra­ kipten (yani, devlet ve özelden) birisinin savunması gibidir. Devletçiliğin tartışmasızlığına, o sa­ vunma gerektirmeyen ortama henüz gelinmemiştir. Devlet kuruluşları da, henüz çeşitli alanlarda da farklı statülerdedir. Devletin koyduğu sermayenin bütünlüğünü sağlayacak bir ortak model hazırlanmaktadır; fakat ortaya çıkmamıştır. Devletçiliğin ekonomideki çekirdeği büyürken, iş olgunlaşmaya başlar. Hem devletçiliğin arkasındaki siyasal desteğin sağlamlaşması, hem de başarısı elle tutulmaya başlanan sanayi hare­ ketinin yeni bir ufuk açışı, devletçiliğin yavaş yavaş "bir bütün" halinde görülebilmesini sağlar. Devlet ekonomisinin bir organizma olarak düşünülmesinin zamanı gelmiştir: "Bendeniz şahsen şuna kaniim (kişisel inancım odur) ki, devletin yalnız resmi daireleri değil, husu­ si sermaye ile teşekkül eden (özel sermaye ile oluşan) müesseseler dahi normal bir şekilde ve nor­ mal bir kontrole tabi (bağlı) olmadıkları takdirde, muhakkak (kesinlikle) onların neticesi anarşi olur. Hükümetimiz, fırka (parti) programının esasları dahilinde (çerçevesinde) devletçidir. Bu siya­ setin yürütülmesi neticesi olarak, bundan sonra mali, sınai ve hatta ticari devlet müesseseleri vücu­ da getireceğiz Mesele böyle olunca,, bunları yeknesak (bir örnek) bir tarzda kontrol etmek için sa­ lim (sağlam) bir esasa bağlamak zarureti kendiliğinden tebarüz etmektedir (belirginleşmektedir). "

İktisat Vekili Celal Bey, 1934'ün Mayıs'ında Divan-ı Muhasebat'ın (Sayıştay'ın) teşkilatı ve görevleri ile ilgili yasa görüşmesinde, yani, ilk sanayi programı vücut bulurken konuşuyor. Ar­ tık gündemde, devlet- özel çekişmesi değil, ekonomideki üretim ve işletme birimlerinin denetlen­ mesi ön plana çıkmaktadır. Celal Bey'in konuştuğu tarihten on yıl önce ise, ekonomide devlet pek yoktur. 1 923 tarihli İzmir İktisat Kongresi'nden sonra egemen görünen hava içinde, tüccarın ve küçük bir sanayi kesi­ minin sürüklediği ekonomi çizgisi, genç Cumhuriyet rejiminin devletçi olmasına yatkın görünme-

402 ikinci kısım: türkiye

mektedir. Ekonomide devletin yerini küçük tutmak isteyen ve bu yeri, sadece yeni yetme özel ser­ mayeye kullandırmak olarak gören akım, siyasal karar sahipleri arasında da güçlü biçimde temsil edilmektedir. Bunun ilk örneği, 1 34 1 (1925)'in Nisan'ında çıkan Sanayi ve Maadin Bankası Yasası'dır: Yasa, özel sermaye yanlısı çevrelerin tam tersi bir istekle desteklemelerine rağmen, dev­ letçiliğin ilk çekirdeğini yaratmıştır. Çekirdek, 1 9 3 1 'den sonra Mustafa Şeref Bey'in ellerinde hız­ la olgunlaşacak ve ondan sonra kabuğunu çatlatarak beş yıldan kısa bir sürede devletçi bir serma­ ye birikimi modeli yaratacaktır. Bu iktisatçıların dikkatle incelemesi gereken ilginç bir öyküdür. "Yüksek bir inkişaf-ı sınaiyeye vasıl olmuş (sınai gelişmeye erişmiş) olan hükümetler tarafından sırf müessesat-ı sınaiye ve madeniye tesis ve idare (sanayi ve maden kurumları kurmak ve yönetmek) ve memleketin sınai faaliyetini takviye etmek (sanayi işlerine destek vermek) için ayrıca resmi ban­ kalar vücuda getirilmesine memalik-i müterakkiye-i garbiyede tesadüf edilmemekte (gelişmiş batı ülkelerinde rastlanmamakta) ve bu gibi hususat tamamıyla hususi müessesat-ı itibariye (tümüyle özel kredi kurumları) tarafından ifa olunmakta (yerine getirilmekte) ise de, 1 8 . asırda, Büyük Fre­ derik zamanında Prusya'da ve Katerina zamanında Rusya'da hükümetçe böyle bankalar teşkil edil­ diği anlaşılmış olduğundan, bizde de pek ziyade muhtaç olduğumuz inkişaf-ı sınaiyeyi istihdaf eden (sınai gelişmeyi hedefleyen) böyle bir bankanın teşkili (kurulması) vücuhu adide ile ( birçok yönden) münasip olduğu teemmül edilmiştir (uygun olduğu düşüncesine varılmıştır)."

1 925'te, Sanayi ve Maadin Bankası'nın kuruluşu hakkında görüş bildiren Ticaret Encüme­ ni, durumu ortaya koymuştur. Amaç, ekonominin özel sermaye eliyle gelişebilmesini, devletin sa­ nayi ve bunun tabanı olan maden işlerinde doğruca destekleyebilmesidir. Bunun için banka ku­ rulmaktadır. Ancak, Prusya ve Rusya örnekleri Birinci Sanayi Devrimi öncesi ya da başlangıcına aittir. Kapitalizmin finans ve ticaret sermayesi aşamasında bulunduğu zamanların " sanayi ve ma­ den bankası" modelleridir. Sanayi devriminin 1 9 . yüzyılda birikim için hazırladığı patlama henüz yaşanmamıştır. Çağdaş sayılabilecek iş örgütlenmeleri çıkmamıştır. Ticaret Encümeninin kabulü, milli iktisat esasları çerçevesinde bir arayıştır. Askeri Fabri­ kalar bir yana bırakılırsa, Banka, Osmanlı döneminden devlete kalan bazı sınai kuruluşları göze­ timinde tutacak, bunları ileride özel sermayeye devretmek üzere işletecektir. Ayrıca, özel kesimi bu alanlarda kredilemek için çalışacaktır: "Kabul edebildiğimiz, fabrikalardan, teşekkül edecek şirketlere devir zamanına kadar muattal (iş­ siz) durmaması için, bir geçici devre ait muvakkat (geçici) işletme hususunda salahiyet (yetki) ver­ mektir. Prensip olarak, encümeniniz, devlete ait bir müessesenin doğrudan doğruya fabrikacılık yapmamasını iltizam etmektedir (gerekli görmektedir). Eğer zaruret (zorunluluk) olmasaydı, hatta Sanayi ve Maadin Bankasının muvakkat (geçici) bir zaman için bile doğrudan doğruya fabrika iş­ letmesine taraftar olmayacaktı. Fakat, milyonlarca lira sermayeyi ahz eden (alan) bu müessesatı iilii halini (olduğu gibi) terk etmenin büyük bir zarar olduğunu düşündük. O nokta-i nazardan (açı­ dan), şirketler teşekkül edip (oluşup) de bu fabrikaları idare edecek bir imkan hasıl oluncaya ka­ dar, muvakkaten (geçici olarak) bankanın bunları doğrudan doğruya işletmesi şekline rızadade (ra­ zı) olmak mecburiyetinde (zorunda) kaldık."

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

403

Sanayi ve Maadin Bankası Yasası, 1 925'in Nisan'­ ında görüşülürken, Muvazene-i Maliye (yani Bütçe) Encü­ meni adına ve "Bravo" sesleri arasında konuşan Çatalca Mebusu Şakir Bey (Kesebir), karar düzenini de önemli öl­ çüde etkileyip biçimlendirebilen bir tutumu yansıtıyor. Devletin sanayi ve maden alanında böyle bir şey kurmasın­ dan ürkmeyelim, bu geçidir, diyor. Bu tutum etkilidir. Öy­ le ki, Şakir Bey'in temsil ettiği encümen, günün hükümeti­ nin kurulan bankanın ilk amacı olarak saptadığı, " Bizzat veya iştirak suretiyle tesisat-ı sınaiyede bulunmak ve mües­ sesat-ı sınaiyeyi işletmek" ve "doğrudan doğruya maden' işletmek" biçimindeki ifadesini değiştirir. "Bankaya, dev­ redilmiş olan müessesat-ı sınaiye (sanayi kuruluşlarını) te­ şekkül edecek şirketlere devredinceye kadar bizzat idare etmek" ve " biliştirak (ortaklaşa) maden işletmek" biçimi­ ne çevirir. Devletin kendi başına yeni sanayi kurması veya kalıcı biçimde sanayi işletmeciliği yapması, 1 925 'te, bu çizgiyi benimseyenlerce sakıncalı görülmektedir. Bu tutum, devleti, ekonomideki kaynakları toparla­ iktisat ve Tarım bakanlıklarında bulunan Şakir Bey (Kesebir), (1899-1966). yarak özel sermayeye aktaran bir merkez olarak görme an­ layışından doğmaktadır. Kurulan banka, devletin böyle kaynak aktarmasının organı olurken, sermayenin milllleşmesine de hem doğruca, hem de kredileme yoluyla destek olacaktır. Burada, devlet bir sermaye birikimi modelinin aktif parçası değil, özel bi­ rikimin koruyucusu rolündedir. Banka, bir milll iktisat modelinin organı ve simgesi olmaktadır. Devletçiliğe erişmek gibi bir amaç izlemeksizin işleyen Sanayi ve Maadin Bankası modeli­ nin hesaplaşması 1 932'de yapılır. 1 920'lerin özel sermayeyi destekleyen ekonomi çizgisi, Cumhu­ riyet yönetiminin beklediği çözümleri getirememiş, banka da bir başarı sağlayamamıştır. Cumhu­ riyet rejimine, sağlam ve kalıcı olan hızlı birikim yapan bir sistem gereklidir. Bunun için 1 930 yı­ lını geçmeliyiz. "Sanayi ve Maadin Bankasının bir taraftan fabrika işleterek bu fabrikaların hüsn-ü idaresiyle (iyi yö­ netilmesi) mesul (sorumlu) tutulması ve diğer taraftan bu fabrikalarla rekabet sahasında karşılaşan hususi teşebbüs erbabına muhtaç oldukları krediyi temin etmesinin gayrı kabil-i telif (bağdaşmaz) iki vaziyet ihdas etmekte olduğu geçen altı senelik müddet zarfında tecrübelerle tezahür etmiştir. Bankanın kredi vazifesi (görevi) yalnız fabrikalar idare etmesinden müteessir olmakla (etkilen­ mekle) kalmayıp, yeni fabrikalar tesisine (kurmayı) sermayesiyle iştirak etmesi (katılması) dahi, kredi faaliyetini fevkalade takyit etmiştir (son derece sınırlamıştır). Esasen banka, kendiliğinden ye­ ni bir işe girişmemiştir. Alakadar (ilgili) bulunduğu 2 1 muhtelif (çeşitli) teşebbüsten dördü bidayet teessüsünden (kuruluşundan) beri kendi idaresinde bulunan fabrikalar olup, mütebakisi (geri kala­ nı) ile olan münasebeti (ilişkisi), on yedisi bankanın teessüsünden (kuruluşundan) evvel ve biri de

404 ikinci

kısım: türkiye

sonra olmak üzere hükümetçe takarrür etmiş (kararlaştırılmış) olan iştirakler veya ikrazlardır (ödünçlerdir) . "

1 932'nin Mart ayında, Mustafa Şeref Bey'in İktisat Vekaleti, Türkiye Sanayi Kredi Ban­ kası'nın kuruluş gerekçesini yazıyor. Yaklaşmakta olan devletçilik, kendi kurumlarını getirmek üzere önce bu hesaplaşmayı yapmaktadır. Gerekçeye yansıyan hava, Cumhuriyet rejiminin ser­ maye birikimini gerçekleştirmek için yitirecek zamanı olmadığıdır. Sanayi ve Maadin Bankası 1 925'ten sonraki yıllarda birikimin organizmasını yaratmaktaki başarısızlığın simgesi olmuştur. Çare, sermaye birikimi sürecinin mantığına göre bir işbölümü yapmaktır. Sanayii her şeyden ön­ celikli olarak kredilemek, yatırım ve üretim işini de bundan ayırmak şarttır. Yatırım ve üretim işinde devletin tartışılmaz bir öncülük yapacağını artık alçak sesle söylememek, işi olduğu gibi or­ taya koymak gerekmektedir. Bu yapılmaz ve ekonomi buna göre örgütlenemezse, sermaye biriki­ mi sürüncemede bırakılmış olur. "Cumhuriyet hükümetinin 'halkın yapamadığı işler' formülü ile çevresini tespit eylediği (saptadığı) devletçilik siyasetinin sınai sahadaki ilk tecrübe adımı olarak tesis ettiği (kurduğu) T. Sanayi ve Maadin Bankası, Milli Müdafaa, Nafıa ( Bayındırlık) ve inhisarlara (tekele) ait olan fabrikalar gibi kanunu mahsus (özel yasa) ile kurulanlardan maada (başka) devlet fabrikalarını ve iştiraklerini ida­ re etmekle beraber bu müesseselerin imkan hasıl oldukça (olanak doğdukça), bankadan irtibatları­ nın (bağlarının) kesilmesi ve bankanın bir sanayi kredi bankası halinde çalışması esası da vazedil­ miş (benimsenmiş) bulunuyor. Memleketin iktisadi muvazenesinin (ekonomik dengesinin) süratle tanzimi (düzenlenişi) ve is­ tihsal imkan ve kabiliyetlerinin tahakkuku (yönetim olanaklarının gerçekleşmesi) için icap eden sa­ nayi teşebbüslerinin doğrudan doğruya devlet tarafından vücuda getirilmesi ve işletilmesi bir zaru­ ret teşkil etmekte olduğu gibi, devletçe, memleketin sanayi ihtiyaçlarına göre tanzim ve organize edilmiş bir iktisat siyaseti takibi hükümetin kabul ettiği esaslara tevafuk eylemektedir (uygun ol­ maktadır). "

Devlet Sanayi Ofisi'nin, 1 932 Mayıs'ında yazılan gerekçesi şunu gösteriyor: Önemli şeyler olmaktadır. Devletçiliğin dalgası kabarmaktadır. Beş altı yıl gibi oldukça kısa bir sürede, devleti sermaye birikiminin özü olan sanayiye girmekten alıkoyan bir ortamdan, sanayiden başlamak üzere sermaye birikimini devletin öncülüğüne veren bir çizgiye gelinmiştir. Bu, oldukça hızlı bir gelişmedir. Devlet Sanayi Ofisi ile Sanayi Kredi Bankası'nın iç içe geçmiş dişliler gibi işlemesi, "devlet­ çilik projesinin esası"dır. Projenin iki dişlisinden birincisi olan ofis, devletin yatırımcılığı ve işlet­ meciliğini yürütecek ve geliştirecektir. Böylece, devletin kurulmuş ve kurulacak sanayi tesisleri or­ tak ilkelerle yönetileceklerdir. İkinci dişli olan Banka ise, bir sermaye birikimi modelinin vazgeçil­ mez parçası olan yatırım finansmanını yürütecektir. Temmuz 1 932 tarihli Devlet Sanayi Ofisi Yasası, ekonomide devletçiliğe atılan büyük bir adım olur. Bu, sadece devletin sanayi kurmasının adımı değildir. Yasanın uzun başlığı işin önemi­ ni dile getirmeye yeterlidir: Kanunu Mahsusalarına Tevfikan (Özel Yasalarına Dayanarak) Kurul-

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir" 40 5

muş Olanlardan Maada Devlet Sermayesiyle Tesis Edilmiş ve Edilecek Fabrikaların ve Devlet İş­ tiraklerinin ve Kurulması Müsaadeye Tabi veya Mukaveleye Bağlı Olan Fabrikaların Suret-i İda­ resi (Yönetim Biçimi) ve Devlet Sanayi Ofisi Teşkili'nin yasası. Başlık, neredeyse bir yasa kadar uzundur. Devlet sermayesinin büyüyeceği ve bunun için bir yönetim biçimi hazırlandığı başlıkta bile vurgulanmaktadır. Böylece, 1 932'nin Temmuz'unda, yüksek sesle söylenmeksizin önemli bir başlangıç yaşa­ nır. Devlet mülkiyetindeki bir yatırım ve üretim düzeninin hukuku yerleşmeye başlamıştır. Bu dü­ zen, devletçi bir sermaye birikiminin kurallarını ve güvencelerini gösterir. Daha doğrusu, serma­ yenin birikirken nasıl korunacağını gösterir. Yasanın ilk maddeleri bunu yerine oturtur: Kapsa­ nan tüm sanayi kuruluşlarının taşınır ve taşınmaz mallarını Ofisin yönetimine verir. Sermayenin hisse senetlerine bölünerek temsil olunacağını, fakat bunların satılamayacağını, olsa olsa yarısının ödünç için karşılık gösterilebileceğini söyler. İştirakleri de kapsayacak biçimde, tüm sanayi kuruluşlarının Ofisçe yönetileceğini gösterir. Kısacası yasa, sermaye birikiminin kuralları ve gü­ vencesi yönünden açık kapı bırakmaz. Çünkü, girişilecek işin çapı büyüktür. Yasa gerekçesinde, bunun üzerinde özellikle durulur: "Devlet Sanayi Ofisine tahmil edilen vazife (yüklenen görev) yalnız Sanayi ve Maadin Bankası ta­ rafından devredilecek olan mevcut devlet fabrikalarının idaresinden ibaret değildir. Son zamanlar­ da bazı Avrupa firmalarından şeker ve kimyevi sanayi gibi birtakım mühim (önemli) sanayi tesisa­ tı için büyük mikyasta (ölçekte) krediler teklif edilmekte olduğu gibi, bu defa Rusya ile yapılan an­ laşma esasatı dairesinde (esasları çerçevesinde) alınan kredi mukabilinde (karşılığı) birçok fabrika­ lar tesisi de mevzubahistir (kurulması söz konusudur). Bu suretle devletçe muhtelif şekilde anlaş­ malar veya hususi mukaveleler (özel sözleşmeler) neticesinde tesis edilecek fabrikaların büyük bir ehemmiyet iktisap etmek istidadında olan (önem kazanacağı anlaşılan) tesis ve işletmesi tamamen bu husus hasr-ı mesai eden (tümüyle bu işe yönelecek olan) bir Devlet Ofisi tesisini iltizam etmek­ tedir (kurulmasını gerektirmektedir). "

Devletin yatırımcılığı v e işletmeciliğini bir düzene bağlayan yasa, girişilen büyük çaplı işe de "geri dönülmezlik" kazandırmaktadır. Fakat, her birikim kararı, emme basma tulumba gibi işleye­ cek bir finansman düzeni ile desteklenirse gerçekleşir. 1 920'lerde, amaç özel sermaye birikimi gibi görünürken, finansman işlerini milli bankaların yapacağı düşünülmüştür. Sanayi ve Maadin Ban­ kası da, özel sanayiin milli bankalarla eşleşmesini kolaylaştıracak bir yardımcı görev üslenmiştir. 1 932'nin devletçi modeli ise, kendi yatırımcı ve işletmeci kurumu (Devlet Sanayi Ofisi) ile kendi finansman kurumunu (Sanayi Kredi Bankası'nı) eşleştirmiştir. Ekonominin gelişme ekseni, bu eşleşme üzerine kurulacaktır. Sanayi Kredi Bankası 1 920'lerin Sanayi ve Maadin Bankasının yerine geçtikten sonra ana görevi üstlenerek, sanayii kredileyecek, devletçi birikimi pompalaya­ caktır. Bu bir modern yatırım bankası modelidir. Yeni başlayacak sermaye birikiminin "olmazsa olmaz"ıdır. Böyle olunca, 1920'lerin milli bankaları (ve özellikle bunların en önemlisi olan İş Bankası) ekonomideki yeri artık ön planda gelmeyen özel sermaye ile eşleşmiş olarak kalacaktır. Bu kez,

406 ikinci kısım: türkiye

sanki o bankalara birikimin yardımcı görevi kalmış gibidir. Sanayi Kredi Bankası, yeni başlaya­ cak sanayileşmenin kredi ve finansmanını üstlenmekle, bir bakıma İş Bankası'nın sermaye biriki­ mi sürecinde baştan beri tutmak istediği yeri alacaktır. Bunu, 1 932'de belki herkes fark etme­ miştir. Ama, bankacılar hemen kavramışlardır. 1 932'nin öyküsü biliniyor. İş Bankası, özel sermayenin Mustafa Şeref Bey'in getirdiği yeni model karşısındaki olumsuz tutumunu değerlendirir, siyasetin olanaklarını ilginç bir biçimde kul­ lanarak harekete geçer. Yasaları durduramamıştır; fakat Mustafa Şeref Bey'in ayrılmasına yol açan gelişmeler sonunda, 1 932'nin Eylül'ünde İktisat Vekaleti'ni ele geçirir. O tarihten sekiz ay sonra, 1 932'nin devletçi modeli, yerini bir başka modele bırakarak tarihe karışır. İş Bankası yö­ nünden bakılınca en önemli sonuç, Sanayi Kredi Bankası'nın doğamadan ölüşüdür. Özel kesim yönünden bakılınca, sanki 1 932'nin devletçiliği tersine çevrilmiş ve yeniden Sanayi ve Maadin Bankası esprisine dönme yolu açılmıştır. Sanayi ve Maadin Bankası, Cumhuriyetin ekonomisine milll iktisat modelini yerleştirmekte önemli bir halka idi. Ve bu halkayı kendi temeli olacak bir kurum (ya da kurumlar)la değiştirmeden devletçilik modeli doğamazdı. Sanayi ve Maadin Banka­ sı anlayışına (sermaye kesiminin istediği) dönüşü yapmak, devletçiliğin doğmadan ölmesi demek­ ti. İktisat Vekaleti'nin sermaye kesiminin eline geçmesine karşın işler öyle yürümedi. Yeni modelin, 1 933 Haziran'ında ortaya çıkan Sümerbank Yasası'na dayandığını biliyo­ ruz. Yasa gerekçesi, İktisat Vekaleti'nin yeni kadrosu tarafından 1 932'nin devletçi modeliyle po­ lemik yapan bir hava içinde yazılmıştır. Bu hava, ekonomideki buhranın derin yılı olan 1 933'te, yasadan çok gerekçeye yansımıştır. Devlet ile özel kesimi bir arada düşünen ve asıl amacı devlet sermayesini özelleştirmekmiş gibi görünen bir çeşit devletçi model hazırlanmış izlenimi, istenilir­ se bu gerekçeden okunabilir. Özel kesimin de, o tarihte bunu böyle okuduğu anlaşılıyor. "Devlet Sanayi Ofisi, 'milli' sanayiimizin inkişafına amil olmaktan ziyade (gelişmesinde etkili ol­ maktan çok), sanayi erbabımızı (özel kesim sanayicilerini) endişeye (kuşkuya) düşüren bir müesse­ se tesiri yapmıştır. (Şimdi) istihsal (üretim) faaliyetleri üzerinde menfi tesirler yapabilecek 'bütün amiller' (etkenler) 'ortadan kaldırılmış' ve benzerleri hususi müesseselerin (özel kuruluşların) ras­ yonel çalışma usulleri kabul edilerek, 'ticari bir serbesti' ile inkişaf edebilmesi (gelişebilmesi) için, müesseseye (Sümerbank'a) 'anonim şirket' karakteri verilmiştir. Sümerbank'ın sahibi bulunacağı fabrikalar hisselerinden bir kısmının Türklerin ve Türk teşekküllerinin eline geçmesi muvafık (uy­ gun) görülmüştür."

1933 Nisan'ında yazılan gerekçe, Milli iktisat modelini ekonominin yegane zemini sayan ve bunun aşılmasını kabul etmeyen bir anlayışı yansıtır. Bu bakımdan, ilk bakışta, Sümerbank'ın, Sa­ nayi ve Maadin Bankası dünyasına dönecek bir yolun başlangıcı olacağı izlenimini verebilir. Çün­ kü Sanayii ve Maadin modeli, özel sermayenin sevdiği modeldir. İlk birikimin güçlenmesine des­ teklenmesine yardımcı olacak, bu birikimin mantığına göre kurumlaşacak modeldir. Ayrıca, özel kesim (ve onunla dayanışma gösteren çevreler) önemli bir ödüne de sahip olmuştur: Sümerbank ta­ sarısı, özel kesime eski istisna, muafiyet ve ayrıcalıklarını geri veren "Teşvik-i Sanayi Kanununa

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

407

�1üzeyyel (Ek)" tasarıyla "yapışık kardeş" yapılmıştır. Hükümet ikisini Meclise birlikte gönder­ miş, orada ikisi aynı gün içinde görüşülmüş ve yasalaşmış, "Müzeyyel"in kanun numarası bile (2261 ), Sümerbank'ınkinden (2262) bir önce olmuştur! Sermaye (ve onunla dayanışma gösteren çevreler), Cumhuriyetin onuncu yıl kutlanmasına çok az süre kala karşılık olmaksızın yani, rantla­ rını geri almaksızın sanayi hareketine destek vermekten sakınan tavırlarını korumuşlardır. Sümerbank Yasası'nın, Sanayi ve Maadin havası veren bu polemik yönünün ötesinde, özel sermaye için bir şeyler dile getiren bir kredi yönü vardır. Sümerbank modelinin ilk özelliği, yatırım­ cılıkla kredilemeyi yine birleştirmiş olmasıdır. Bu ilginç bir birleşmedir. Kredileme işinde, hem Sümerbank'ın, hem de başını İş Bankası'nın çektiği milll bankaların yapacağı şeyler vardır. Sümer­ bank, asıl işi devletin kuracağı fabrikaları desteklemek olduğu halde, özel sanayii kredilemekle de yükümlü kılınmıştır. Elindeki likit sermayenin en az yarısını bu işe yöneltecektir. Öte yandan, mil­ li bankalar da, devletin kuracağı tesislerin finansmanına yönelecek ve devletin sermaye birikimin­ den pay alacaklardır. Özel sanayii kredilemek, devletin kendi birikiminden önemli bir bölümünü, özel birikime akıtması demektir. Bir anlamda, Sanayi ve Maadinin çizgisini izlemektir. Milli ban­ kaların devlet sanayiini kredilemesi ise, doğamadan ölen Sanayi Kredi Bankası için tasarlanan işle­ ve benzemektedir; fakat bankacılık üslubu ve sonuçlarıyla, ondan farklıdır. Kısacası, Sümerbank modelinin kredi yönü de, bir anlamda Sanayi ve Maadin esprisinden çok uzak sayılmaz. Fakat, yasanın bir başka yönü vardır ki, devletçi sermaye birikimine giden yolu açık ve ge­ niş tutar: Devlet mülkiyetindeki sermayenin korunması ve devletçi yatırımcılık-işletmecilik çizgi­ sinin varlığı, modelin önemli niteliğidir. Bu, Devlet Sanayi Ofisi esprisinin devamıdır. Böylece, Sü­ merbank modelinde ilk uygulama belgesine kavuşan devletçilik, kendi yatırımcı - işletmeci kuru­ mu (Sümerbank) ile kendi dışındaki finansman kurumlarını (başta İş Bankası olmak üzere milli bankalar) eşleştiren bir çizgide doğar. Bu "karma" model siyasal karar yapısı içindeki ilginç çekişmelerle doğmuş olmalıdır. Ya­ sanın hazırlık aşamasında, 1 933 başlarında kadroları artık Celal Bey ve ekibince değiştirilmiş olan İktisat Vekaletinde özel kesimci bir devletçilik modelinin oluşturulduğu, buna karşılık, 1 932 devletçilik çizgisinin partide ve Meclisin düzeltme ve karar aşamalarında ortaya çıktığı anlaşılı­ yor. Yasaya da yansıyan bu melez nitelik, özel kesimin finansman işinde; devletçi çizginin de, ya­ tırım ve üretim işinde ağır basmasıyla sonuçlanmış görünür. Devletçi sermaye birikimi Sümerbank Yasası ile artık kesin bir biçimde doğarken, özel ke­ simi düşündüren noktalardan birisi, bu birikimi sınırlı tutabilmektir. Sümerbank modelinin bu sı­ nırlamayı sağlaması ve ekonominin yine 1 920'lerde olduğu gibi, özel sanayiin milll bankalarla eş­ leşme çizgisine girmesi, özel sermayenin değişmeyen dileğidir. "Bir madde vardır. Onda. devlet sanayii devletin bugün elinde bulunan ve Sümerbank'ın idaresine verilecek olan sanayiin de yavaş yavaş anonim şirket haline kalbedilerek (dönüştürülerek) hisse se­ netlerini satmak suretiyle, memlekette kabiliyet hasıl oldukça (oluştukça) gerek Türk şahıslarına ve gerek Türk, müesseselerine (kurumlarına) yavaş yavaş terk edileceğine dair bir hüküm vardır. Bi­ naenaleyh (bundan ötürü), şu madde ile de devletin iktisadi sahadaki rolü tamamiyle tespit ediliyor

408 ikinci

kısım: türkiye

(saptanıyor) ve kanuniyet kesp ediyor (yasallık kazanıyor). Bundan sonra, devletin iktisadi rolü ki fırkamızın (partimizin) programında müphemdi (belirsizdi)- tebarüz etmiş ( belirginleşmiş) ola­ cak ve ileride memlekette sermaye, iş tamamıyla emniyet ve istikrarını bulacak ve memleket yolun­ da yürüyecektir."

1 933 Haziran'ında Sümerbank tasarısı yasalaşırken, Halil Bey (Menteşe), devletin ekono­ mideki iş alanının bu model sayesinde sınırlar içine alınmış olacağını söylüyor. Devletçi sermaye birikiminin sınırlandırıldığını, işin ruhunun özel sermayeye kaynak aktarmak olduğunu vurgulu­ yor. Oysa, Halil Bey'in bile farkına varmadığı şeyler gelişmektedir. Devletçiliğin çekirdeği, her şeyden önce bu yasayla biraz daha büyüme olanağına kavuşmaktadır. Bu çekirdeğin büyüyebilmesi, sermayenin korunabilmesine büyük ölçüde bağlıdır. Yasa tasa­ rısı hazırlanırken son sözü söyleyen Bütçe Encümeni birkaç can alıcı değiştirme yapar. Hasan Feh­ mi Bey'in (Ataç) reisliğindeki encümenin, devlet mülkiyetindeki sermayeyi korumaya gösterdiği özen çok önemlidir. Sanayileşme hareketinin yeni genelkurmay karargahı olan Sümerbank'ın kura­ cağı tesisleri, sermayesi tamamen devlete ait fa brikalar terimiyle ayrı bir kategori olarak ilk kez ni­ teleyen, bu encümendir. Bu, devletçi bir sermaye birikiminin güç alacağı ve ileride şekilleneceği bir hukuk çizgisinin ilk basamağıdır. Yine, encümen, bu fabrikaları sınırlı sorumlu ve Sümerbank'a bağlı şirketler haline getirerek, devletin sermaye varlığını hukuk alanına yerleştirir. Bu sermayeye güvence sağlamak üzere hisse senetlerinin yüzde yüzünün Sümerbank adına yazılı olacağını söyler, bunların Türklere satılabilmesi için hükümetin önerisini ister. Kısacası, sermayenin devlette kalma­ sı esas, özel kesime devredilmesi ise siyasal karara bağlanmış bir istisna haline gelir. "FIRKAMIZ DEVLETÇİDİR " Cumhuriyetin onuncu yılına iki stratejik nokta damga vuracaktır. Bunlardan biri, iktisatçı diliy­ le, yeni sermaye birikimi modelidir. Cumhuriyetin kurucuları, iktisatçıların günümüzdeki diliyle konuşmazlar. Ancak, günümüz iktisatçısının onların meramını anlaması zor değildir. Onlar "ser­ maye birikim modeli" diye konuşmadıkları halde, akıllarını en çok kurcalayan şeyin böyle bir modelin savsaklanmayacak, ertelenmeyecek konuların başında geldiği anlaşılır. Nasıl bir model? 1 920'lerin hareket noktasında, geri kalmışlığı aşma davası vardır. Bu da­ va kazanılmadan modern bir devlet kurulamaz; aydınlığın değerini keşfeden bir toplumun harcı kanlamaz. Bu davanın kazanılması için üstün nitelikli bir ekonomik büyüme modeliyle yürümek gerekir. Önemli olan, sayısal büyüme hızı değildir. Hız bir performans gösterir; onun içeriği hak­ kında bilgi vermez. Toplum için uzun dönem güvencesi sağlayacak bir yapının taşlarının döşenip döşenmediğini göstermez. Cumhuriyetin kuruluşunda asıl aranan şey ise, taşların döşenmesidir. Geri kalmışlığı aşma davasına hizmet edecek sermaye birikim modelidir. Hangi taşlar döşenecek, meselesidir. 1 933 'ün ikinci stratejik noktası, bunun için siyasal kararın oluşması ve berraklık kazanma­ sıdır. Siyasal karar 1 9 3 1 'in altı oklu Fırka programı ile genel çizgiler halinde verilmiştir. Fakat,

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

409

orada iş tanımı yapılmamıştır. Fırka'nın devletçi­ lik oku ile hangi hedeflere nişan alacağı, devletin hangi kapsama, ne gibi işlere yöneleceği henüz bir ekonomik modele oturmamıştır. Devletin, yatı­ rımcı ve işletmeci olarak 1 920'lerden itibaren so­ mutluk kazandırdığı geniş kapsamlı ve uzun dö­ neme dönük iş demiryolculuktur. Acaba devletçi­ lik bununla yetinen bir birikim çerçevesinde mi kalacaktır? Fırka içinde oluşan görüşlerde farklı­ lıklar vardır. Çünkü, bunlar sosyal sınıf ve yeni Türkiye fotoğraflarının farklılıklarını yansıtmak­ tadı lar. Aynı siyasal çatı altında, toplum tercihle­ ri farklıdır. Yapılacak işler (yeni sermaye birikim modeli) ortaya çıkınca, siyasal kararın da açık­ lanması gerekecektir. Yoksa, farklılıklar sürecek ve (ileride de görüleceği gibi) keskinleşecektir. 1 93 2 yılının gelişmeleri bu iki stratejik nokta çevresinde yaşanmıştır. Ciddi çekişmeler başlamıştır. Çünkü, 1 920'li yıllar boyunca eko­ nomide gidilen çizgi esas olarak savaş ekonomi­ Cemal Nadir'in Akbaba'da yayınlanan bir karikatürü (1938): sinden çıkışın yoludur. Bunun ötesinde, ülke için "DAHiLiYE DOKTORU - içi, dışı, her tarafı sağlam bir yeni sermaye birikimi modeli oluşturacak ni­ Aslan gibi maşallah (Kaynak: KarikatUrkiye, teliklere sahip değildir. Bir tür NEP'tir. Ekonomi- Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 1923-2008, Turgut Çeviker, NlV Yayınları, lstanbul, 2010). yi fiyatlar ve tüketim yoluyla canlandırıp üretimi ve özel birikimi teşvik etme modeli sayılabilir. Etkileri ve ufku kısa dönemde sonuç almaya dö­ nüktür. Hanehalkı ve özel şirket gelirlerini artırabildiği ölçüde bu sonucu alacaktır. Uzun dönemi gözeterek girişilen yeni kurumlaşmalar da bu sonuca katkı yapacaktır. Ancak, 1920'lerin bu modeli bir uzun dönem stratejisi içeremez. Yarattığı çıkarların sahip­ leri bir uzun dönem stratejisinin yatırım-tasarruf mekanizmalarına, bunların gerekli kıldığı kay­ nak transferlerine sempatiyle bakmazlar. Yeni yatırım-tasarruf mekanizmaları yeni bir birikimi gelecek kuşaklar için hazırlayan kanalları inşa edecektir. 1 920'lerde yaratılan ekonomik çıkarla­ rın sahipleri (ya da o günün yükselen sınıfları) çıkar alanlarının geleceğin birikimi için dar tutul­ masından hoşlanmazlar. Bunu, devletçiliğin serbest alanı sınırlaması olarak dile getirirler. Yeni yatırım-tasarruf mekanizmalarıyla işleyecek model, doğruca (o güne kadar ülkede ya­ pılamayan) birinci sanayi devriminin ürünlerini, süreçlerini, iş örgütlenmelerini ekonomide ön plana geçirecektir. 1 920'lerin NEP'inde birikmeye başlamış çıkarların ekonomi, teknolojik, iş ör­ gütlenmesi ufku, bu yeni perspektifle uyumlu değildir. Yeni perspektif kendine özgü bir birikim (devlet) sektörü yaratacaktır. Model bu motorla işleyecek, kendini bununla besleyecektir. .••

••. "

410 ikinci kısım: türkiye

1 932 Temmuz'unda yeni sermaye birikim modelinin ilk adımı atılır. Ve çekişme başlar. Modelin sahibi Mustafa Şeref Bey'in (Özkan) sahneden çekilmesi ve Celal Bey'in (Bayar) İktisat Vekaletine getirilmesi çekişmeyi yumuşatır ama, kesmeye yetmez, 1 933 yılına uzatır. 1 933 Haziran'ında, bir " uzlaşma" olan Sümerbank tasarısı yasalaşırken bile, 1920 öncesinin milli ikti­ sattan gelip 1 920'lerin NEP'inde süregelen ekonomik çıkarların ve kabullerin sahipleri (Halil Bey' de [Menteşe] olduğu gibi), yeni (devletçi) sermaye birikimin (hala 1 920'ler yaşamyormuşça­ sına) sınırlı tutulması arzusundadırlar. Yeni (devletçi) birikimin henüz bir siyasal kararla resmiyet kazanmamış olması, buna karşı olan ve şüpheli bakanlara bu konuda bir siyasal boşluk olduğu izlenimini verirken, bir yandan da karşı koyma çabalarına yol açmaktadır. Siyasal kararın berraklığı ilginç bir biçimde gelecektir. Cumhuriyetin onuncu yıldönümün­ de, aylık Kadro dergisinin Teşrin-i evvel (Ekim) 1 933 sayısına İsmet Paşa bir başyazı gönderir. Başlığı, "Fırkamızın Devletçilik Vasfı"dır. Bu, değişik bir yazıdır. Başvekil İsmet imzalıdır. Bun­ dan, kişisel görüş izlenimi alanlar olabilir. Ama, yazı okundukça görülür ki, " Fırkamızın devlet­ çi" olduğu tam yetkiyle ve tartışmaya yer vermeyecek biçimde açıklanmıştır. Yeni (devletçi) ser­ maye birikimi modelinin zamanının çoktan geldiği ve niçin gerekli olduğu ekonomik nedenleriy­ le anlatılmıştır. Anlatırken, bunun siyasal kararı tebliğ edilmiştir. Aranan, 1 920'lerdekinden üstün niteliklere (yapı taşlarına) sahip bir birikim modelidir. Kırmızı çizgisi vardır: Ekonomiyi savunabilmek. Yazı, "iktisatta devletçilik siyaseti bana her şey­ den evvel bir müdafaa vasıtası (savunma sistemi) olarak kendini gösterdi" cümlesiyle başlar. Dev­ letçilik üzerinde (öncelikle ekonomiyi devletçilikle risklerden koruma üzerinde) tartışmaların 1 925'lerden beri sürdüğünü, ama yaşananların artık kuşkuya yer vermeyecek açıklıkta olduğunu söyler. Zaman geçtikçe, devletçilik düşüncesi kökleşmiştir. Ancak, devletçiliği salt bu koruma için istemek muhafazakar bir güdüdür. Devletçiliği be­ nimsemek için korunma yeterli bir gerekçe olamaz. Asıl neden, ekonomik büyümeye dönüktür (Bazı düşüncelerin aksine, ülke ekonomisini 1 930'da başlayan dünya buhranına karşı korumak­ tan ibaret değildir. Devletçilik, özü bakımından bir buhran ekonomisi modeli değildir). Asıl iş, ül­ ke ekonomisinin bir bütünlük içinde düşünülmesi ve bu çapta bir sermaye birikiminin tasarlan­ ması, gerçekleştirilmesidir. Sanayiden başlayarak, her şeyin düşünülmesidir. Bu bakımdan devlet­ çilik, ilerlemek ve inkişaf etmek (gelişmek) gibi genişleyici politika için de en müspet ve en mües­ sir (bilimsel ve teknik olarak uygun ve en etkili) vasıtadır. Başka bir dille söylersek üstün nitelikli sermaye birikim (ya da ekonomik büyüme) modelidir. Sermaye birikimin en geniş kapsama erişebilmesi ve en hızlı biçimde (bir an evvel) gerçek­ leştirilmesi amaçtır. Ve "taşıdığımız vazifelerin (görevlerin) en ağırı ve en mühimidir. " Yani, eko­ nomik büyüme (ya da yeni sermaye birikimi) modeli, geri bırakılmış(lık)tan çıkışı olabildiğince hızlı ve bütünlük kazanarak gerçekleştirmelidir. Kısacası, bu amaçla tasarlanabilen yapıları "dev­ letin yardımcı nezareti (yönlendiriciliği) ve hatta doğrudan doğruya teşebbüsü (girişimi) olmaksı­ zın kurtulabilmeyi safdil olanlar düşünebilir! " " Fırkamızın Devletçilik Vasfı ", böylece meseleyi bir varoluş davası biçiminde ortaya koyu-

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

411

yor. Sermaye birimi, ülke çapında ve bütünlük içinde gerçekleştirilmezse dava (yani, cumhuriyet rejimini sağlam ayaklar üzerine kurulması), zayıf kalacaktır. Devletçilik siyaseti geçen on yılın de­ neyimlerinden süzülüp gelen bu düşüncenin ürünüdür. Bu on yıl sonunda, yeni (devletçi) bir ser­ maye birikim tarzının yegane yol olacağı kararına erişilmiştir. Gerçekten, 1 933 geçilip 1 934'e çıkıldıktan sonra şu görülür: Yatırımcılık başlayıp devlet fabrikaları kurulduktan sonra, sermaye birikiminin kendi genişleme mantığı, devletçi birikimi sınırlama niyetlerini ezip geçer. 1 932'de Mustafa Şeref Beyin, Sanayi ve Maadin modelini eleşti­ rirken vurguladığı bir şey vardır: Amacı özel sermayeye kaynak aktarmak diye saptanan bir "devletçi" model büyüyüp serpilemez; çünkü bu aktarma ile yeni bir sermaye birikiminin özü olan sanayileşme sağlanamaz. Yani, bu model sermaye biriktiremez. Yeni ve devletçi bir serma­ ye birikimi amaçlanacaksa, bu işin birinci amacı özel kesime kaynak aktarmak değil, yatırım yapmaktır. 1 934'te başlayan gelişmeler bunun doğru bir önsezi olduğunu gösteriyor. Sümer­ bank modeli, yatırımcı-üretimci yönünün ağır basmasıyla, devlet kesimindeki bir sermaye biriki­ mi modeli olmaya doğru gidiyor. Modelin finansman ve kredileme yönü, yatırımcılığın bu tem­ posuna ayak uydurmaya başl{yor. Devletçi yatırım ve üretim temposunun daha düşük olması halinde belki daha yüksek perdeden duyulabilecek ve etki yaratabilecek olan devletçi birikimi sı­ nırlama sesleri, bu yüksek tempoda duyulmaz olur. Bu gelişme, Sümerbank modelinin sermaye­ yi, yani, üretim araçlarım çeşitlendiren, büyüten ve koruyan bir anlayışla daha da geliştirilmesi yolunda düşünceler yaratır. Devletçilik, sanayii geliştirebildikçe kendi gelişmesine kavuşacak bir raya oturmaktadır. KAMU KESİMİ HUKUKİ VARLIK KAZANIYOR Sanayi hareketi yavaş yavaş ekonomiye yön çizerken, devlet kesimindeki kuruluşların ortak bir statüye yerleştirilmesi öncelik kazanır. Devletçiliğin kendi işleyiş kurallarım koyabilmek gerekir ki, sanayi hareketi de gelişen bir modele otursun.

Sistem ne olursa olsun gelişen her ekonominin kendi kontrol düzenleri vardır. Devletçi ekonomininki de 1934-35'ten sonra kurulur. Bu, siyasette merkeziyetçiliğin arttığı bir zamanda kurulmaktadır. Çalışma yaşamının, sanayiin, ticaretin yeni kuralları ortaya çıkmaktadır. Özel ke­ sim artık hızlanan bu gelişmenin karşısında değil, arkasındadır, desteklemektedir. O gün söz ve karar sahibi olan herkes bu çizgidedir. Sermaye birikiminin devletçi kurallarla gelişmesi, plan ve program düşüncesini yaratır. Sa­ nayinin, 1 934'te, bir program anlayışı içinde kurulması, devletçilik için esin kaynağıdır. Dev­ letçiliğin planla gerçekleşeceğine inanılır. Bu inanç, 1 935 CHP programına da yansıyacaktır: "Yurdun sanayileşmesi için devletin ve hususi teşebbüslerin kuracakları müesseseler bir ana prog­ rama uygun olacaktır. Devlet planları, yurdu kısa zaman içinde milli bir sanayi manzumesi (dizisi) haline getirecek gibi birbirini kovalayacaktır."

412 ikinci kısım: türkiye

1 9 34-35'in heyecanı içinde, plan ve program düşüncesi oldukça iddialı görünür. Devlet ke­ siminin olduğu gibi, özel sermayenin de bir ana programa uyum sağlayacağı tasarlanmaktadır. Şüphesiz, Türkiye'de 1 930'lu yılların program veya plan olarak tanımlanan iş programları, eko­ nominin tümünü kapsayan nitelikte değildirler. Bunlara, bir çeşit "sektör programı" olarak bak­ mak doğru olur. Siyasal kararla seçilen bazı sanayi alanlarında, ekonominin kaderini etkileyecek bazı önemli mühendislik projeleri tasarlamak ve bunları hızla uygulamak, 1 930'ların programcı­ lığının özü olmuştur. Ancak, plan ve program düşüncesi, kısa sürede hem toplumun gelişmesini sağlayacak başka alanlarda tasarımlar yapmaya, hem de bütün bunları birleştirmenin yollarını aş­ maya doğru yeni ufuklar açmış görünür: 1

"Memleketimizde muhtelif seneler içinde zaman kompartımanlarına (bölümlerine) nasıl iktisadiyatımızı takdim etmiş isek bizim on sene zarfında veyahut beş sene zarfında ne kadar doktora ve ne kadar profesöre, ne kadar hukukçuya ila ... ihtiyacımız olacağını, binaenaleyh (bundan ötürü) birinci dereceden, ikinci dereceden, birinci kabiliyetten, ikinci kabiliyetten azami (en yüksek), asga­ ri (en düşük) hadleri tayin etmeyi (sınırları belirlemeyi), memleketin irfan (bilim ve kültür) müda­ faasında mevcudiyet (varlık) müdafaasında, siyasi müdafaasında her safhasında (aşamasında) bi­ rinci plana geçirmek mecburiyetinde bulunacağız. Takribi (yaklaşık) bir hesapla, bunu tayin etmek safhasındayız ve mecburiyetindeyiz."

Elaziz Mebusu Fazıl Ahmet Aykaç, 1935 Mayıs'ında, eğitimin planlanması gerektiğini söy­ lerken, Sümerbank modeliyle açılmış olan ve genişleyen bir devletçilik zemini üzerinde ko­ nuşuyor. Plan ve program düşüncesi, sanayi sayesinde somutlaşmıştır. Fakat, bu, aslında insan aklının ve bilgisinin somutluk kazanması demektir. Devletçilik, bunu olabildiğince yay­ gınlaştıracak ortamı sağlar. Planın tasarlama, örgütleme ve uygulama gibi temel nitelikleri devlet­ çilik ortamında hem işlerlik kazanır, hem de devletçiliğin gelişmesini yönlendirir. Bunlar, 1 930'lardaki sanayileşme ve devletçilik yıllarının kısa sürede yarattığı düşünceler olarak karşımı­ za çıkar. Devletçilikteki gelişmenin doruğu, 1 938'in Haziran'ında kabul edilen İktisadi Devlet Te­ şekkülleri (İDT) yasasıdır. Şüphesiz, 1938'e bir sıçramayla gelinmez. Daha 1 935'te, CHP progra­ mının "devlet planları"nı dile getiren maddesi, devlet kesiminde biriken sermayenin örgütlenece­ ğini, düzenleneceğini de söyler: "Sermayesinin ekseriyeti (çoğunluğu) veya tamamı devlete ait olan sınai müesseselerin mali kontro­ lü, ticari mahiyetleri icabına (niteliklerinin gereğine) uygun düşecek yolda tanzim edilecektir (dü­ zenlenecektir). Rasyonel çalışmaya ehemmiyet (önem) vereceğiz."

İlk kez Sümerbank Yasası'yla hukuki varlık kazanan sermayesi devlete ait olan müessese­ ler kategorisi, 1 935'te kesinleşmiştir. 1 938'de ise, artık devletçiliğin ekonomideki çekirdeği iyice olgunlaşmış ve ortaya çıkmıştır. 1 934'ten sonraki gelişmeler gösterir ki, ekonomideki sermaye bi­ rikimi modelinin bir "ana dokusu" vardır: İç pazarın bütünlüğü ve sanayiin buna göre hem yay-

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

'J13

gınlık, hem de derinlik kazanması. Bu doku tuttuğu ölçüde model işleyecek, başarılı olacaktır. 1 938'de, " Sermayesinin tamamı devlet tarafından verilmek suretiyle kurulan iktisadi teşekkülle­ rin idare ve murakabeleri (yönetim ve denetlenmesi) hakkındaki" yasa ekonomide kamu kesimi­ nin hukuki varlığını bir bütünlük içinde getirir. Bu, 1 933'ün Sümerbank'ına göre·oldukça gelişmiş ve iyi düşünülmüş bir yapıya sahiptir. Kendi üst ve alt kuruluşları, yatay ve dikey bağlantıları vardır. İş ve kontrol düzeni iyi tanımlan­ mıştır. Görevlerin ve sorumlulukların ölçüleri konmuştur. Hesaplarda birörneklik esprisi egemen­ dir. Kısacası, 1938'in İDT modeli, işleyen, biriktiren ve biriktirdiğini değerlendirebilen bir yapıy­ la doğar. Bu yapı, sanayi kurma düşüncesini aşan bir özelliği de yansıtır: Model sadece kar ama­ cıyla çalışmayacaktır. Satın alma gücü düşük olan kitlelere mal ve hizmet sağlama hedefi de önemli bir parçasıdır. Bu, devletçi politikaların başlangıçtan beri izlediği, fakat 1 932 ve 1 933'te­ ki sanayi kurmaya dönük modellerde dile getirilmeyen bir çizgidir. Bir bakıma, devletçiliğin özü, toplumsal boyutu sayılır. Örneğin 1930'un Hıfzıssıhha Kanunu ile sağlık alanında veya 1932'nin çiftçiyi destekleme politikasıyla tarım alanında ortaya çıkmıştır. Halkın refahı boyutu, sermaye birikimi modeli içinde değil, devlet politikaları düzeyinde ele alınmıştır. 1 938'in İDT Yasası, büyümekte olan bir sermaye birikiminin ürünüdür. Eğer siyasal ter­ cihler de uygunsa, büyüyen bir birikimin toplumsal boyutu da gelişir. 1 93 8 yasası, bu gelişmeyi de yansıtıyor. Toplumsal özü olmasa, devletçilik, bir devlet kapitalizminden başka bir şey olamaz. İDT modelinde birkaç özellik hemen göze çarpar. Birincisi, devlet mülkiyetinde birikmek­ te olan sermayenin korunmasıdır. 1 9 38 Mayıs'ında yazılan yasa gerekçesi, bu özelliği açık seçik vurguluyor: "Layiha (tasarı), devlet idari ve cari (yönetsel ve günlük) işleri bakımından tanzim edilmiş olan mevcut Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) ve mali kontrol usullerinden, devlet iktisadi teşekküllerinin teknik icapları (gerekleri) bakımından lüzumlu görülmüş uzaklaşmayı ihtiva etmektedir (içermek­ tedir) . Tabir-i diğerle (başka deyişle), kontrolden kaçınılmamakta, fakat kontrolün daha müspet (olumlu) ve daha müsmir (verimli) olması derpiş edilmiş (öngörülmüş) bulunmaktadır."

Gerekçe şunu dile getiriyor: Sermaye birikimi devletin zaten yürütmesi gereken günlük (bu­ na sıradan da diyebiliriz) işlerin ötesinde bir çaba isteyen süreçtir. Yürütme için olduğu gibi, de­ netim için de buna göre bir düzen ister. Sermaye birikimini amaçlıyorsak, buna özgü kurallar ge­ tirmemiz şarttır: "İktisadi, sınai ve ticari sahalarda girişilen herhangi bir işin başarılabilmesi sırf bu çeşit işlere ait esasların daima göz önünde tutulması ve bu esaslara uyulmasıyla kabil olur. Bazı hizmetlerin ifası (yapılması) bakımından, bütün devlet teşkilatına tatbik edilen (uygulanan) ve bu teşkilatta esaslı faydalar temin eden kanuni (yasal) yükümleri iktisadi devlet teşekküllerine de tatbik etmek (uygu­ lamak), bu gibi teşekküllerin iktisadi, sınai ve ticari bünyeleri ve gayeleri (yapıları ve amaçları) ica­ bından bulunan bütün muamelelerindeki sürat, suhulet (kolaylık) ve seyyaliyete (alışkanlığa) mani (engel) olur."

414 ikinci kısım: türkiye

Devletçi sermaye birikimini yürütecek ve geliştirecek temel koşullar gösterilmiştir, Serma­ yenin birikimi, bu temel ve aynı zamanda özel olan koşullarla korunmuştur. Devletçi birikim ala­ nı, sadece sermayesinin tamamı devletin olan teşekküllerle sınırlı değildir. Kapsam geniş tutul­ muştur: Sermayesinin yarısından çoğu devletin olan kuruluşlar da kapsama alınır. Devlet şemsi­ yesinin siperleri "zamanla daralmaz, genişler" diye düşünülmektedir. Bir başka özellik de dikkat çekicidir: 1 9 38 yasasında, devlet mülkiyetindeki sermaye net çizgilerle örgütlenmiştir. Devlet kesiminin en büyük yatırım ve üretim birimi olan teşekküller, ser­ maye vererek müessese kurmaktadırlar. Müesseselerin tüzelkişiliği ayrıdır, fakat bunlara şirket denilmez. Sınırlı sorumludurlar, teşekküllere bağlıdırlar ve böylece sürekli denetlenirler. İş prog­ ramları hazırlayarak çalışırlar. 1 938'de, böylece, devletin sermaye birikimi kendi hukukunu da bu iki temel birim üzerine kurar. Devlet kesimindeki sermayenin örgütlenme koşulları artık kalı­ cı alarak ortaya çıkmıştır. Bir özellik de denetlemedir. Devletin sermaye birikimi alanının genişleyişi dikkate alınarak, denetim işi de büyümüştür. 1 932 ve 1 933 yasalarında İktisat Vekaletince yapılan denetleme, şim­ di Başbakanlık düzeyine çıkar. Bunun için, Umumi Murakabe Heyeti ( Genel Denetleme Kurulu) adıyla ayrı bir organ oluşturulur. Kısacası; sermayenin örgütlenmesi ve denetlenmesi de gösterir ki, ekonomide de, büyüyen bir sistem, bürokrasisini oluşturacaktır. Bürokrasi (karar, örgüt ve iş elemanları) her büyüyen sistemin (kamu ya da özel) büyüme gereksinmesi içinde var olur. Bu ge­ reksinmeye katkı, bürokrasinin varlık nedenidir (bürokrasi sözcüğünün "pejoratif" anlamda kul­ lanılması "popüler" bir alışkanlıktır. Bu ayrı bir konudur). 1 925'in Sanayi ve Maadin Bankası'ndan, 1 938'in İDT'sine gelinceye kadar uzun bir yol aşılmıştır. 1 925'te istisnanın istisnası gibi dile getirilen devletçi sermaye birikimi, 1 938'de esasın esası olmuştur. O arada, tarih, kişilere de kısa sürede aşılan uzun yolda farklı görevler vermiştir. 1 925'te, devlete ait bir müessesenin doğrudan doğruya fabrikacılık yapmasının ancak geçici ola­ rak kabul edilebileceğini dile getiren Şakir Bey (Kesebir), 1 938'de, günün İktisat Vekili olarak İDT Yasası'nı hazırlar ve tüm karar organları önünde savunmasını yapar. Günün başvekili ise, 1 932'de, İş Bankası'nın genel müdürü olarak, devletçi Mustafa Şeref Bey'in yerine atanan Celal Bayar' dır! Devlet alanındaki sermaye birikimi, hukukta yerini aldıktan sonra gelişmesi eleştirisiz ve pürüzsüz olmayacaktır. Bu birikim, 1 925'te daha belli belirsiz iken veya 1 932'de birden büyüye­ cek bir çekirdek iken, nasıl eleştiri almışsa, ekonominin rotasını çizmeye başladıktan sonra da eleştiri görecek, sınırlandırılmaya çalışılacaktır. "Memleketin zaruri şartlarının neticesi (zorunlu koşullarının sonucu) olarak devletin iktisat saha­ sında almış olduğu ve günden güne genişlemekte olan müesseselerini kendi şartlarına göre işleme­ lerini temin etmek için birtakım tedbirler aldık. Bunların yüksek direksiyonu daima devletin ol­ makla beraber, işleme direksiyonunda muhtariyet (özerklik) verdik. Şimdi görüyorum ki, biraz bu muhtariyeti merkeziyete doğru çekmek tandansı (eğilimi) vardır. Bendeniz bunu da muvafık bul­ muyorum."

sekizinci bölüm: "halkımız yaradılıştan devletçidir"

415

1 939 Mayıs'ında Halil Menteşe, İDT'nin birinci doğum yıldönümü denilebilecek tarihte düşüncelerini böyle dile getirmektedir. 1 940'lı yılları yaşadıktan sonra, Türkiye'nin tablosu değişecektir. 1 930'ların siyasal mode­ li etkisini yitirecektir. Özel sermaye, 1 930'larda kabul ettiği uzlaşmayı, 1 940'lı yılların yarısı ge­ çildikten sonra bozacaktır. O zamanlar devletçiliğin giysisi gibi görünen siyasal model eriyecektir. Siyasal modelin göçüşünden sonra, devletçiliğin oluşturduğu ekonomik araçlar kalıcılığını korur. 1 950'li yıllara gelince, bunlar yeni işlevlerle ve bazı değişmelerle yeniden ortaya çıkar. Eko­ nomide devletçilik çizgisi pek incelmeden sürer.

DOKUZUNCU BÖLÜM "Bir Memlekette Kim Daha Az. Kazamyorsa, Dış Açığı O Öder"

"Türklerin tarihinde bir Kırı m Muharebesi vardır. Bu, bir dönüm noktası olm uştur. Kırım Muharebe­ siyle devlet Avrupa ile tam bir temasa geldiği gibi, o vakte kadar Avrupa'da inkişaf etmeye (geliş­ meye) başlamış olan büyük istihsal (üretim) ile de temasa geldi. Avrupa terakkiyatı (ilerlemesi) neticesinde kurulmuş olan makine iktisadiyatı mamulatını (ürünleri n i) memleket dahiline (ülkenin içerilerine) göndermeye başlad ı."

1 931 'in Temmuz'unda, İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey önemli şeyler söylemektedir. Dış açı­

ğın kökenini anlatıyor. Cumhuriyet yönetiminin, dış ekonomik ilişkileri pembe görüntüleriyle ve kağıt üzerindeki tablolarla değil de katı gerçekleriyle ele alan bakış açısı bu anlatımın özelliği­ dir. Dinlemeye devam edelim: "Bunun karşısında himaye eder (koruyucu) tedbirler almak ve bu tedbirler sayesinde bir taraftan küçük sanayiin çabuk eriyip gitmesine mani (engel) olmak, diğer taraftan da memleketin iktisa­ di muvazenesini (dengesini) temin (sağlamak) için dahilde (yurtiçinde) büyük sanayi yaratmak icap ediyordu. Yalnız o vaktin zimamdarlarınca (dönemin yöneticilerince) bugünkü anladığımız şekilde iktisat siyaseti derpiş edilmiş (göz önünde tutulmuş) ve kafalarında yer etmiş değildi. Hat­ ta öyle bir malumata malik olsalar (bilgileri olsa) da o zamanın beynelmilel Türk istatükosu olan (uluslararası ortamda Türk'ün konumu olan) kapitülasyonlar, bu yolda tedbirler konmasına ma­ ni idi."

DIŞA AÇIK VERMEK NE DEMEKTİR? Bugün iyi biliyoruz ki, Kırım Savaşı, en şanlı şöhretli dönemini yaşamakta olan İngiltere'nin dün­ ya ticaretinde ve ekonomide kayıtsız şartsız serbestlik ilkesini olabildiğince yaygınlaştırdığı, bu çizgiyi zorlayarak dünya pazarlarını birer ikişer ele geçirdiği zamana rastlar. Anlaşıldığına göre,

418 ikinci kısım: türkiye

İngiltere için en iyi olan şey, onun pazarı haline gelmeye başlayan ülkeler için pek iyi olmamakta­ dır. Türkler de bu tablonun bir parçasıdır. Mustafa Şeref Bey'in konuşması sürüyor: "Hiçbir himaye (koruma) tedbiri almaksızın Avrupa'nın büyük istihsal masnuatı (sanayi üretimi) memlekete akın etmeye başladı. Ve o andan itibarendir ki, bu memlekette ticaret-i hariciye (dış ti­ caret) açığı kendini gösterdi. Yine aynı tarihten itibaren memleket tarihinde iktisadiyatta yeni un­ surlar müessir surette (etkili biçimde) kendini göstermeye başladı. Bu unsurlar evvela ecnebiler ve ondan sonra tesanütle (dayanışarak) birleşebilecek olan yerli gayri Türklerdir. Türkün sanayii sön­ müş, ticareti ise Avrupa'dan gelen masnuatı (sanayi üretimini) memleket pazarlarına tevzi etmek (dağıtmak) üzere bu iki unsurun eline geçmişti. Binaenaleyh, bugün hududumuz dahilinde bulunan vatandaşlara iktisadiyatın yalnız rençberliği düşmüştü."

Bir özet yapalım: Devletin 1 9. yüzyılın ortasında Avrupa ile düşman değil, dost olarak iliş­ kiye girmesi, o güne kadar yürütülen ilişkilerden bambaşka sonuçlar veriyor. Devletin Avrupa ile alışverişi sürekliliğe bağlanıyor. Bu sürekliliğin ekonomide önemli bir sonucu vardır: Avrupa'nın makineye dayanan büyük ölçekli sanayi üretimi ile karşı karşıya kalmak. Yani, Avrupa'nın sana­ yi üretiminin pazarlarımıza girmesi. Bu, o zaman bizim yönümüzden sakıncalı görülmemiştir. Sa­ kıncalı görmüş olsak da o günlerden başlayarak elimizi kolumuzu bağlayan kapitülasyonlar, bu malların girişine karşı iç pazarı korumamıza engeldir. Burada işin tarihçesinden daha önemli şeyler vardır. Sanayide dış dünya ile kendi pazarların­ da rekabet edemeyen bir ülke kapılarını böyle açarsa, ekonomisinde dış ticaret açığı başlar; dışarıya sattığından çok daha fazlasını almak zorunda kalır. Dış açık sürekli hale gelirse, o ülkenin insan­ larında bir farklılaşma başlar. Yeni tipler ortaya çıkar: Yabancılar ve içerideki işbirlikçileri. Osman­ lı İmparatorluğu'nun ekonomisinde işbirlikçilik rolü Türk olmayan nüfusa uygun düşmüştür. İşte böylece, bir yandan Türklerin elindeki sanayi (ki bu, Avrupa'nın makine sanayii ile boy ölçüşemeyen küçük sanayidir) göçmeye başlamış, bir yandan da ticaret (o güne kadar olma­ dık biçimde) hızlanmıştır. Ticaret arttıkça yabancılarla, içerideki işbirlikçilerin ekonomide etki gücü de artmıştır. Ticaret sermayesinin ve sınıfının oluşmasında bu etki önemli olmuştur. İktisat dilinde işbir­ likçi masum ve yansız bir terimdir. Dünya ile ilişkileri başlayan, sıklaşan ve örgü halini alan bir ülkede, ticaret işbirliğinin ilk ve olağan zeminidir. Ülke, ticaret hacmini artırdıkça bu insan tipini yetiştirecektir. Daha doğrusu, o kendi kendini yetiştirecektir. Bu etki, bu iki tipin Avrupa mallarını iç pazara yerleştirmesiyle sürekli büyümüştür. Türk nüfus, Avrupa sanayiinden, Osmanlı pazarına uzanan bu ekonomi köprüsünde aktif bir rol alma­ mış, daha doğrusu alamamıştır. Böyle olunca da, yapabildiği şey sadece rençberlikte kalmıştır. Yani, Türk bu tablonun basit tarım üreticisidir. Peki, bir ülke böyle sürekli olarak dış açık verebilir mi? Avrupa'dan alınanlar dışarıya sa­ tılanlardan hep fazla olursa, arada kalan açığı kim, nasıl öder? Mustafa Şeref Bey bunu da anla­ tıyor. Anlatırken, "gelecek kuşakların kulağına küpe" olacak bir öğütte bulunuyor gibidir:

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder''

419

" Her sene daha ziyade (çok) açık veren ticaret muvazenesinin (dengesinin) açığını rençber Türk ka­ patıyordu. Çünkü, bir memleketin ticaret muvazenesinin açığını o memleket dahilinde yaşayanlar içinde daha az kazananlar öder. Çünkü, çok kazanmış olanlar ferdi, şahsi istihsal (kişisel üretimle­ ri) ile istihlaklerini (tüketimlerini ) tevazün ettirdiklerinden (denkleştirdiklerinden), onların menkul kıymet stoklarından ayrıca ticaret muvazenesi için hiçbir şey ayrılmaz Açık için ayrılan, zati haya­ tında (özel yaşamında) istihlaki ile istihsalini karşılaştıraınayan, kazancı ile masrafını denk getire­ meyen kimselerin menkul kıymet stokundan ayrılır. O zamandan beri devam eden açık, Türk mil­ letinin menkul kıymet stokunun sarfiyle (harcanmasıyla) kapatılagelmiştir. Bir memleket için men­ kul kıymet stoku, asli (ana) sermayeyi temin eder (sağlar). Menkul kıymet stokları bitmiş olan memleketlerde yalnız işçilik bulunmuş olur. Hakikaten (gerçekten) Harb-i Umumiye tekaddüm eden zamana (Biritfci Dünya Savaşı öncesine) kadar Türklerin vaziyeti yalnız işçilik vaziyeti idi."

Bu tablo ilginçtir. Karşımızda öyle bir ekonomi vardır ki, burada bir kesimin rolü dış açığı sürekli kılmak ve büyütmektir. Bu rolü, Avrupa malını pazarlarımıza yerleştirmeyi üstlenenler oy­ narlar. Bunlar sayıca azdır. Fakat, aktiftir ve bu süreç onları kazandırdıkça, gelirleri ve servetleri büyüdükçe güç sahibi olurlar. Bir kesimin rolü ise, dış açık ne kadar büyürse büyüsün bunu öde­ mektir. Bu pasif rol önce ellerindeki birikmiş varlıkları satarak, sonra da ağırlaşan vergilere kat­ lanarak bu ödeme düzenini kabullenen çoğunluğa düşer. Böylece birikmiş varlıkları azalan ve dış borçları artan ülkeler, tipik olarak işçileşirler, daha doğrusu ucuz işçi ülkesi haline gelirler. Mustafa Şeref Bey'in çizdiği tablo şunu gösteriyor: Cumhuriyet yönetimi yetmiş seksen yıl­ dır süregelen dış açıklardan tedirgin olmaktadır. Dış açıkların altında ekonominin yapısındaki bozuklukların yattığı görüşündedir. Bozukluk ciddidir: Devletin ve ekonominin dış dünya ile uzun süredir sakat ilişkiler içinde hamur oluşundan doğmuştur. Ekonominin yapısındaki bozukluk, 1 9 . yüzyıl ortaların­ dan başlayarak genişleyen ve ekonomiye damgasını vuran ti­ caretten kaynaklanmaktadır. Bu ticaretin sürekliliğini sağlamak için çalışan ve yabancı finans ku­ ruluşlarından oluşan bankacılık sayesinde beslenmekte ve sanayi­ yi teslim almaktadır. Cumhuriyet yönetimi, ti­ careti, yurtdışına· bağımlı olarak yapılan bir iş olarak değerlendi­ rir. Ticaret Türklerin varlığını artıracak değil, azaltacak yönde 1936'da lzmit'te Sümerbank Kağıt ve Karton Fabrikası olarak kurulan ve işlemiştir. Koşullar değişmedikçe başka fabrikaların eklenmesiyle 1955'te SEKA adını alan işletmelerin kağıt hamuru bölümü (1941). aynı biçimde işleyecektir. Koşul-

420 ikinci kısım: türkiye

ların değişmesi için sanayi gelişmeli ve bu amaçla finanse edilmelidir. Cumhuriyet rejimi en çok sanayie ve milli bankalara güvenir. Tüccara daha az güvenmektedir. Ticaret devletleştirilmez. Fa­ kat, tüccarın çıkarları devletin ekonomik hedeflerinin önüne geçemez. Özellikle 1 930'lu yıllarda bu çizgi daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır. NİÇİN KORUMACILIK? Cumhuriyet yöneticileri ekonominin yapısını değiştirmek gerektiğini ilk günden beri düşünürler. "İktisatta bağımsızlık" devletin uluslararası alanda egemenliğinin, sözünü dinletir olmanın teme­ li diye düşünülür. Dış dünyaya karşı korunmaktan yoksun bir ülkede ekonomide yapı değişikliği gerçekleşemez. Dışa karşı korunamayan bir ekonomi, iyi yönetilirse Osmanlılığın son yetmiş sek­ sen yılından daha hallice olabilir. Ama, gelişme iddiası çok güçlü olamaz. Yapı değişikliğine başlayabilmek için, dünya. ekonomisi ile ilişkilerde verilecek kararların kumandasını tam anlamıyla ele geçirmek gerekir. Karşı taraf, Cumhuriyet rejiminin hemen böyle bir başlangıç yapmasını Lozan'da esirgemiştir. Ekonominin dışa karşı korunması beş yıl için erte­ lenmiştir. Bir bakıma, eski pazarlar yeni Türk devletinin çatısı altında da bir süre işlesin, hatta beş yıllık alışkanlık bir süreklilik yaratabilirse, hep işlesin diye düşünülmüştür. Ama, Cumhuriyet yö­ netimi kararlıdır. Daha 1 925 yılında, yeni gümrük tarifesini hazırlamak için komisyon kurar. 1 929 yılı, ekonomide istenen yapı değişikliğinin başlangıcı olmalıdır. "Eskiden beri iktisadi meslek ve mezhebim himayeciliktir (korumacılıktır). Türk müstahsilleri (üre­ ticileri) tarafından çıkarılan ve Türk eli ile imal edilen her maddenin meşru (haklı), makul (akla uy­ gun), muayyen (belirli), mutedil (ılımlı) hadler dahilinde (ölçüler içinde) himayesine şiddetle taraf­ tar olan arkadaşlarınızdanım."

Daha önce Maliye ve Ziraat Vekilliklerinde bulunan Hasan Fehmi Bey (Ataç), 1 929 güm­ rük tarifesini hazırlayan komisyonun reisidir. Lozan'da kabul edilen beş yıllık "ekonomiyi dışa karşı koruma kısıtlılığı" 1 929'da son bulur. 1 929 Cumhuriyetin kendi gümrük tarifesine kavuş­ ma yılıdır: Şimdi, Hasan Fehmi Bey ticaretin yeni çerçevesini gösteriyor: Gümrük tarifeli ticaret, başta sanayi olmak üzere yerli üreticiyi ve yerli malları korumaya hizmet edecektir. Burada biraz duralım ... Ekonominin dış dünyaya karşı korunması, aslında Cumhuriyet yö­ netimi ile başlamış bir düşünce ve bunun uygulaması değildir. Bu adım daha önce, Osmanlı Devleti'nin son günlerinde atılmıştır. Hasan Fehmi Bey'in reisliğindeki Gümrük Tarife Encümeni­ nin 1 929'daki deyişiyle; "Osmanlı İmparatorluğu devrinde; gümrük resminin kıymet üzerinden istifası· (alınması) usulünün terkiyle (bırakılmasıyla) yerine sıkleti müstenit (ağırlık esasına dayanan) mütefavit (kendi içinde farklılıkları bulunan) tarife sisteminin ikamesi (getirilmesi) düşünülmüş ve bu maksada göre tertip edilen (düzenlenen) tarife projesi, Harb-i Umuminin bir dereceye kadar bahşettiği( sağladığı) fırsat­ tan bilistifade (yararlanarak) 1 Eylül 1332 ( 1 916) tarihinde tatbik mevkiine (uygulamaya) konul­ muştur."

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder"

421

1 9 1 6 tarifesi ile sağlanan koruma, Birinci Dünya Savaşı'nın sağladığı fırsat sayesinde ger­ çekleştirilmiştir. Osmanlı'ya " iç pazarlarını bizim mallarımıza karşı koruyamazsın" diye şamar atabilen devletler, zaten düşman durumundadırlar. Böylece, her devlet gibi, Osmanlı da savaş or­ tamında kendi çıkarına karar alma fırsatı bulmuştur. Ortalama olarak, yüzde 15-20 arasında bir gümrük resmi ile ekonomisini korumaya başlamıştır. Fakat, savaş sürdükçe bir yandan paramı­ zın satın alma gücü düşmüş, bir yandan da mal fiyatları hızla yükselmiştir. Böylece, başta yüzde 20 gibi tasarlanan gümrük tarife oranı, zamanla fiilen yüzde 5-6'ya kadar inmiştir. Kısacası, 1 9 1 6 gümrük tarifesi, bir korunma isteği olarak kalır; savaşın ve zamanın akışı ile yaşanan şeyler bu isteği geçersiz kılar. Yeni bir başlangıç için 1 929'a kadar beklemek gerek­ miştir. Cumhuriyet yönetiminin 1 929 yılında amaçladığı şey, ekonominin olağanüstü gümrük ta­ rifeleriyle korunması değildir. Öteki ülkelerin ölçüleri içinde bir korunmadır. 1 929'un kış ve ilk­ bahar aylarında konuyu incelemek için kurulan "muhtelit encümen" yani karma komisyon bu­ nun altını çizmiştir: "Esasen işbu nispet-i vasatinin (tarife oranı ortalamasının) hiçbir zaman yüzde 20 miktarını bula­ mayacağı tahakkuk eder (ortaya çıkar) ki, şu takdirde netice itibariyle (sonuçta) mücavir milletler (komşu veya örnek uluslar) derecesinde bir gümrük resmi istifa olunacak (alınacak) demektir."

Aynı şeyi, 1 929'un Haziran'ında bu konu Mecliste görüşülürken, Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey de vurgular: "Mübalağalı (aşırı derecede yüksek) bir tarife değildir. Unutmamak lazımdır ki, yaptığımız tarife 1 332'den ( 1 9 1 6'dan) beri içine girdiğimiz devrede yaptığımız dar bir tecrübenin mahsulüdür. Fa­ kat gördük ki, yaptığımız tarife birçok hükümetlerin yeni aldıkları resim kıymetine nispet edilecek (gümrük değerleriyle karşılaştırılacak) olursa, bizim aldığımız resimler onların nispetinin dununda (altında) kalmaktadır. Sanayii çok inkişaf etmiş memleketlerin tarifesinden biraz ağır bulunuyorsa da, bu doğrudan doğruya memleketin iktisadi ihtiyaçlarını düşündüğümüz ve onu bir an evvel tat­ min edebilmek istediğimiz içindir. "

1 929 gümrük tarifesinin önemi, Cumhuriyet yönetiminin ekonomiyi dışa karşı koruma an­ layışını ortaya koymasıdır. Tarifenin 1 925'ten başlayarak sürdürülen üç yıllık hazırlık süresi, dünya ekonomisinin rahatlık dönemine rastlar. Dünya, savaştan sonra gelişmekte, ticaret yaygın­ lık kazanmaktadır. Ortada kara bulutlar değil, pembe ufuklar vardır. Bu ortam, Cumhuriyet kad­ rolarının normal koşullar altında ekonomiyi ne derecede ve nereye kadar korumak istediklerinin ölçüsünü anlayabilmemize elverişlidir. Koruma anlayışı, Hasan Fehmi Bey'in başkanlığındaki Gümrük Tarife Komisyonu'nda açık seçik yer alır: "Sanayi tamamen inkişaf ve sermaye tekasüf etmedikçe (sanayi tümüyle gelişmedikçe ve sermaye birikmedikçe) ne halen ve hatta ne de uzun bir zaman için serbesti sisteminin tatbikine tevessül edil-

422

ikinci kısım: türkiye

memek (girişilmemek) lazım geleceğini komisyonumuz tafsilden müstağni (uzun uzun anlatmayı gereksiz) görmektedir."

Konuyu 1 929'un kış ve ilkbaharında inceleyen karma komisyon da, "gümrük siyasetimiz" diye bir başlık altında bu koruma anlayışını ayrıntılarıyla açıklamaktadır. Burada ilginç bir rast­ lantı vardır. 1 9 1 6 yılının gümrük tarifesini hazırlayan Ticaret ve Ziraat Nezareti Müsteşarı (daha sonra nazırı, yani, bakanı) olan Mustafa Şeref Bey. 1 929 karma komisyonunun da başkanıdır. Komisyon raporu şöyle diyor: "Memleketimizde sanayi tamamen inkişaf ve milli sermaye, derece-i kifayede tekasüf eylemedikçe ( sanayi tümüyle gelişip ulusal sermaye yeterli derecede birikmedikçe), gümrük siyasetimizin hima­ ye sisteminden başka bir şey olmayacağı tabiidir. Milli say (emek) ve sermayenin kıymetlendirilme­ si ve şerait-i iktisadiyemizin takviyesiyle ( ekonomik koşullarımızın geliştirilmesiyle) refah ve saade­ ti memleketin (ülkenin refah ve mutluluğunun) temini, ancak bu sistem dahilinde gidilebildiği tak­ dirde husulpezir olabilir (gerçekleşebilir) . "

Bu çerçeve, her şeyin korunmasını öngörmüyor. Derece derece korunacak ve korunmaya­ cak maddeler vardır. Karma komisyon bunları sınıflandırır: "Himaye edilecekler" , " himayeye muhtaç olmayanlar", "haklarında müsaadekar davranılacak olanlar" , "muaf tutulması lazım ge­ lenler" ve "men edilmesi veya o derecede resme tabi tutulması lazım gelenler" ayrıntılarına bakıl­ dığı zaman, bir koruma anlayışının fotoğrafı ortaya çıkar. TÜCCAR O YANDA MI, BU YANDA MI? Ekonomiyi dışa karşı eskisinden daha sıkı korumaya karar vermek birçok şeyin dönüm noktası olur. Bu, her şeyden önce ekonomide çıkarlar dengesini yeniden ayarlamak demektir. Ayar, sade­ ce ekonomide kalmaz, birçok yere yansır. Kişilerin ve hatta yönetimlerin geleceklerinin hesabı bir­ çok çevrede böyle dönüm noktalarında yapılır. 1 929 yılından sonra Cumhuriyet yönetimi ve onun kadroları için de bu böyle olacaktır. Ticaret çevreleri daha yüksek oranlar getiren bir gümrük tarifesini sevmezler. Devlet gelir­ lerinin artacak olması veya sanayiin daha iyi korunabilmesi onları pek ilgilendirmez. Çünkü, ar­ kada aşağı yukarı seksen yıla uzanan bir serbest ticaret döneminin karlılık ve risk alışkanlığı var­ dır. Bu küçümsenecek şey değildir. Ticaret çevrelerinin daha korumacı bir dış ticaret politikasına karşı mutlaka tepkileri olur. Tepki, ekonomide gözle görünür; siyasette ise hemen ortaya çıkabileceği gibi, yıllar yılı içten içe kaynayarak da büyüyebilir. 1 929'dan sonra her ikisi de olmuştur. Korumacı bir politika benimsemek, her yönetimi ticaretle sanayi arasında bir yerde bırakır. Serbest dış ticaret ortamından korumacılığa geçerken, önce ticaret çevrelerinin tepkisi önem ka­ zanıyor. Artan gümrük resmi nedeniyle ithalatı pahalılaşan bir ekonomide ticaret çevrelerinin tep­ kisi beklenmeyecek bir davranış değildir. 1 929'un Haziran ayı başında konu görüşülürken Kasta­ monu Mebusu Hasan Fehmi Bey'in sorusundan öğreniyoruz:

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder"

423

" Elimizi, kolumuzu bağlayan zincirleri koparmak suretiyle böyle bir tarifeyi heyet-i celilemize (yü­ ce kurulumuza) getirmeye muvaffak olan hükümeti evvela tebrik ederim. Yalnız bir endişeyi arz et­ mek istiyorum: Tüccarlardan öğrendiğime göre, bu tarife kanunu Meclise sevk edildiği günden iti­ baren birçok tüccar Avrupa'ya siparişler yapmış, büyük yekunda 'İstanbul'da depolara dört, beş sene sarf olunmayacak (harcanamayacak ) bir halde mal stok edilmiş.' Bunlara karşı hükümet ne tedbir almak istiyor?"

Yönetim bunu bilmiyor değildir. Fakat, ne yeni gümrük politikasını erteleyebilecek, ne de tüccarın döviz taleplerini sonuna kadar karşılayabilecek durumdadır. Ticaretin serbestliğine daya­ narak iş yapan çevrelerin mal talebi arttıkça ekonomi sallanmaya başlar. Çünkü, döviz kıtlaşmak­ ta, o kırlaştıkça Türk Lirası'nın değeri düşmekte, o düştükçe ithalat pahalanmakta, ülkenin yöne­ timi zorlaşmaktadır. 1 929'un sonbahar aylarında dünyada patlak veren para buhranı tabloyu bi­ raz daha karartır, 1 929'un son ayında durumu Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey' den öğrenelim: "Harici tediye taahhütlerinin (dış ödeme yükümlülüklerinin) vadeleri, ithalat hareketlerinin son ay­ lardaki kesafeti ile mütenasip (yoğunluğu ile doğru orantılı) olarak birbirini takip eden yakın fası­ lalarla (aralıklarla) geldiğinden, piyasada döviz talebi artmış, döviz kurları yükselmeye başlamıştır. Kurların yükselmeye başlaması harice borçlu olanları borçlarının karşılığını melhuz (olası) yeni kur terfilerinden (yükselişlerinden) evvel temin edebilmek için mevsimsiz döviz mubayaasına (satın al­ maya) sevk etmiştir. Talepler teakup ettikçe (birbirini izledikçe) kurlar yükselmiş ve kurların teref­ füü (artışı) döviz mubayaatındaki (satın alımındaki) tehalükü (telaşı) arttırmıştır. Bu meyanda bila­ sebep ve lüzum (nedeni ve gereği yokken) döviz mubayaasının (satın alımının) yapılmakta olduğu da mülahaza edilmektedir (düşünülmektedir). Bu, ister spekülasyon, ister döviz iddiharı (biriktirip saklanması) mahiyetinde olsun, piyasa halet-i ruhiyesini ihlal eder (psikolojisini bozar). Bu cereya­ na kapılmış olanların da büyük mesuliyet (sorumluluk) hisseleri vardır."

Yönetim ticaret çevrelerini doğrudan değil, dolaylı biçimde kınamaktadır. Kınamaktadır, çünkü Merkez Bankasından ve bir altın rezervinden yoksun olan Türk parası normal sayılacak dünya koşullarında yıllardır zaten ufak ufak aşınmaktadır. Çünkü, uzun savaşlardan çıkmış bir ülkede talep artışı normalin üstünde artış gösterir ve bunun bir bölümü yerli üretimle karşılansa da, artan talep ancak ithalat artışı ile karşılanabilir. Bu koşullarda ithalat, daima ihracattan bü­ yük olur. Ülkenin bir süre dış ticaret açığı vermesi kaçınılmazdır. İthalat tüccar için daha karlı ha­ le gelir. Ancak, daha, daha, daha çok kar için mal stoklamaya ve spekülasyona yöneldiği zaman, bu kıt olan şeyin yani, dövizin fiyatı artmaya başlar. Ülkenin tüm fiyat dengeleri bozulmaya yüz tutar. Türkiye'de de böyle olur. 1 929'da Türk parası, hızla değer yitirmeye başlar. Ekonomide dengesizlikler kısa sürede büyür ve ciddileşir. Kınama, dolaylı yapılır; çünkü yönetim henüz ken­ dini tam olarak güçlenmiş saymamaktadır. Sanayii destekleyerek dış ticaretin yurt içindeki etkilerini dengelemek, Cumhuriyet yöneti­ minin ilk günlerden beri benimsediği ilkedir. Ama, 1 929'un buhrana dönüşmeye başlayan or­ tamında iç pazarda dış ticaretin payını azaltmak ve yerli sanayininkini artırmak bir zorunluluk ol­ muştur. Tüketiciye yönelik bir kampanya ile iç pazarda yerli üreticinin payını artırmak yeni poli-

424 ikinci

kısım: türkiye

tikadır. Başvekil İsmet Paşa 1 929'un son ayında kampanyayı ve politikayı başlatıyor. Sözleri, dış ticaretin yıllar sürecek bir daralmanın başlangıcında olduğunu da simgeliyor: "Devlet hayatında olduğu gibi millet hayatında da kendi membaına (kaynaklarına), yani istihsali­ ne kifayet etmek (kendi üretimi ile yetinmek) endişesi, 'işte asıl büyük tedbir' budur. Millet kendi istihsalinden fazla sarf etmeyecek, kanaatkar bir hayata girmek mecburiyetindedir. Bu memlekette senede beş milyon liralık kahve ve iki milyon liralık çay içilmektedir Geniş ormanları ile meşhur, henüz demiryolu uğrağı olmayan bir şehrimizde elektrik tesisatı için lazım olan direkleri demir ola­ rak harice ısmarlamışlardır. Eğer istihsalatımız kifayet etmiyorsa (yeterli değilse) ve çalışkan vatandaş ekmekle kahve ara­ sında muayyer (kayıtsız) kalacaksa, onun kahveyi tercih edip dermansız düşmemesi için gücümüz yettiği kadar kulağına bağıracağız. Güzel lavanta sürünmüş ince ipekliler içinde Türk kızlarının cı­ lız ve ciğeri çürümüş bir hale gelmesine muvafakat etmeyeceğiz. Anadolu dağlarının çiçeklerini ba­ şına takarak gürbüz vücutla cephane taşıyan anaları gibi, kızlarımızın sağlam vücutlu ve yerli ipek­ lileriyle dağ çiçeği kokusunu dalgalandırarak her şeyden evvel kuvvetleri, kanaatkarlıkları (tutum­ lulukları), tasarruflarıyla kendi yuvalarını yılmaz kaleler gibi sağlamlaştırmalarını isteyeceğiz."

Cumhuriyet yönetiminin "ecnebiler ve ecnebilerle tesanüt" halindeki ticaret ve finans çev­ relerinden kaynaklanan dengesizliklere karşı duyarlığı 1 9 1 9'dan, 1 930'a girerken artar. Dünya bir ticaret ve finansman girdabına girmektedir. Zaman, bu kanallardan gelecek et­ kilere karşı kendini koruyacak önlemler alma zamanıdır. İthalatı frenlemek ve iç pazarda dış fi­ nansman ve ticaretin payını azaltmak üzere büyücek bir adım atılır: Türk Parasını Koruma Kanu­ nu. Tarihi 1930'un Şubat'ıdır. " Kambiyo kontrolü" başlar. Yönetim, kambiyo kontrolünü yeni bir iktisat politikasının başlangıcı gibi getirmez. Yöne­ timin, iktisat politikasının normal araçlarının ötesinde bir kontrole başvurmasının nedeni, ekono­ mi dışı birtakım yıpratıcı etkiler karşısında kaldığına inanmasıdır. 1 929 yılı ekonomide bağımsız karar almanın başlangıcı iken, o tarihe kadar bozulmayan istikrar niçin kısa zamanda olağanüs­ tü biçimde bozulmaktadır? Niçin birdenbire bir döviz sorunu çıkmıştır? İstikrarsızlık için ne ge­ çen yıllardan biriken, ne de 1 929 yılındaki gelişmelerle açıklanabilecek olan bir büyük neden var­ dır? O halde, dış ticaret ve finansman çevrelerinden kaynaklanan istikrarsızlığı ekonomi ötesi bir­ takım nedenlerle açıklamak gerekiyor. Yönetimin gözlemi budur. "Hassas (duyarlı) ve dikkatli olarak milli paranın halini ve istikbalini (bugününü ve yarınını) temin edecek kabil-i tasavvur (akla gelebilecek) bütün tedabire tevessül etmişizdir (tüm önlemleri almışız­ dır). Milli paranın kıymetini muhafaza etmeyi hükümet esas bir vazife addetmektedir. Ve memle­ ket için milli paranın kıymetini muhafaza ederek bu uğurda her vasıtaya müracaat etmek hayati bir ehemmiyeti haizdir (yaşamsal önemdedir) . Milli para üzerindeki tazyikin (baskının) nameşru (hak­ sız) olan sebepleri vardır. Bu sebeplerle mücadele etmek için hükümet sizden selahiyet (yetki) is­ tiyor. Milli para üzerinde en hassas ve müessir (etkili) olan amil (etken) halkın itimadıdır. Türlü tedbirlerle dahilde ve hariçte ( içeride ve dışarıda) milli paramızın aleyhinde olarak gerek menfaat­ leri nokta-i nazarından (çıkarları açısından), gerek sakim ( hastalıklı) emellerle hareket edenler var­ sa, bunlar her şeyden evvel para üzerinde halkın itimadına (güvenine) taarruz ederler (saldırırlar) . "

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder"

42 5

Başvekil İsmet Paşa, 1 930 Şubat'ında Türk Parasını Koruma Kanunu'nun gerekçesini an­ latmak üzere konuşuyor. Yönetimin gözlemi, duyarlığı ve hangi yönde hareket edeceğini Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey'in sözleri tamamlıyor: "Döviz buhranı memleketin maliyesini, iktisadiyatını (ekonomisini), ticaretini birer birer ve birbiri arkasından bir buhrana sürükleyebilir. Maliyeyi bozar, çünkü evvela (her şeyden önce) alınan ma­ aş ve ücretler, alanları geçindiremez bir hale getirir. İktisadiyatı ve ticareti bozar. Çünkü hiç kimse uzun müddetli (süreli) işlere cesaret edemez. Aldığı zaman kaça ve sattığı zaman kaça satmıştır. İş­ ler olamaz. Bu buhran münhasıran (sadece) iktisadi müessirlerin (ekonomik etkenlerin) tevlit ettiği (doğurduğu) bir buhran değildir. Bu buhranda spekülasyonun ve idari, adli, siyasi sahalarda tam istiklalini (bağımsızlığını) almış olan memlekete iktisadi sahada bunu esirgemek isteyenlerin büyük tesirleri (etkileri) vardır. Başka amiller (etkenler) başka kuvvetler müessirdir ve bunlara karşı da münhasıran (sadece) iktisadi tedbirlerle mücadele etmek kabil değildir. Borsa daima gayri tabii ( doğal olmayan) bir va­ ziyet arz ediyor. Bir tazyik (baskı) ve bu tazyikten sonra birkaç gün sükunet, sonra yeni bir tazyik, yeni bir ricat (geri çekilme), yeni bir tazyik ve yeni bir ricat. Bu göstermektedir ki, iktisadi tedbir­ lerle iktifa ettiğimiz (yetindiğimiz) müddetçe bizi tamamen epoize etmek ( bitkinleştirmek) ve son­ ra belki de müracaat edilecek (başvurulacak) idari tedbirlerin kuvvetini kestirmek düşünceleri ha­ kimdir. Devlet her tarafta taahhüdatını (yükümlülüklerini) ifa etmeyecekmiş, devlet borçlarını eda et­ meyecekmiş (ödemeyecekmiş), moratoryum ilan edecekmiş, harici ve dahili tediyat (dış ve iç öde­ meler) teahhurata uğrayacakmış (ertelenecekmiş) gibi şayialar (söylentiler) devam edip durmakta­ dır. Tediye intizamı (ödemede düzenlilik) bundan evvel nasıl idiyse bugün nasılsa yarın da öyle olacaktır."

1 929'a kadar, yönetimin ekonomiyi dış dünyadan gelecek etkilere karşı koruma isteğinde bir aşırılık yoktur. Başka ülkeler üreticilerini ne kadar koruyorlarsa biz de o kadar korumalıyız. İstek budur. Bu kadarlık bir koruma, ekonomide gelişme sağlamaya yeterlidir, diye düşünülür. Bu ka­ darlık korumaya içimizden ve dışımızdan kimsenin diyeceği bir şey yoktur, diye düşünülür. Karşılaşılan tablo farklıdır. İçimizden ve dışımızdan bu kadarlık korumaya karşı olanlar vardır. 1 929'da bunun ortaya çıkışı, yönetimi daha etkili korunma araçlarına yöneltir. Güm­ rüklerin verdiği korunma olanağına, kısa süre içinde gümrükten başka yollarla korunmanın araç­ ları da eklenir. 1 930 Şubat'ındaki kambiyo kontrolü bunların ilkidir. Kambiyo kontrolü, ekono­ mi olağanüstü sayılan iç ve dış etkiler karşısında kaldığı zaman başvurulan araçtır. 1 929 sonu, 1930 başında olağanüstü etkiler geçiciymiş gibi düşünülür. Kambiyo kontrolü de öyle sayılır. Ama, dünya ekonomisi tam o sırada uzun sürecek bir olağanüstü dönemin başlangıcına gelmiştir. Özellikle Amerika'nın, 1 929 sonunda ekonomik çöküşe karşı içgüdüsel tepkiyle kendi­ ni korumaya alması, yani, ithalatı zorlaştıran yüksek gümrük tarifesi ve çeşitli engeller getiren Smoot-Hawley yasasını çıkarması bütün ülkeleri zora sokmuştur. Şimdi her ekonomi rüzgarda sallanmaktadır. Rüzgarlar en çok döviz yönünden, ticaret yönünden, fiyatlar yönünden esmekte-

426 ikinci

kısım: türkiye

dir. Türkiye ekonomisini de ilk sallayan rüzgarlar bunlardır. Bu ortam, ekonomiyi olağanüstü bi­ çimde korumak için her tedbiri almanın ortamıdır. Hem de zaman geçirmeden. 1 930'dan sonraki koruma, olağanüstü korumadır. Dövizin, dış ticaretin, fiyatların denet­ lenmesi gerekir. Olağanüstü koruma, ekonominin yetmiş yıllık dış açığına son verir. Dış açığın kalkması tüccarın mal ve döviz kullanma olanağının azaltılmasıyla olur. Kısacası, tüccarın iş ala­ nının daralmasıyla, dış açık son bulur. 1 9 3 1 'de Avrupa ekonomisinin adeta depremle çökmeye başlamasından sonra dış ticaret denetlenmeye başlar. 1 930'un kambiyo kontrolüne, 1 9 3 1 Temmuz'undan sonra dış ticarette kon­ tenjan uygulaması eklenir. Dıştan alınan mal çeşidi ve miktarı azalır. Bir ülkede piyasada mal hacmi daralırsa, bazı mal fiyatlarında aşırı yükselmeler görülür. 1 9 3 1 'de de karşılaşılan durum budur. Yerli ve ithal mallarda fiyat artışları olur. Çünkü, henüz ta­ lep artışı yüksek, mal arzı (stokların henüz çözülmemesi ve yerli üretimin yetersizliği nedeniyle) düşüktür. Oysa, dünyada fiyatlar düşmektedir. 1 93 1 'in son ayında, "memleket hariç veya dahi­ linde fiyatların yükselmesini icap ettirecek bir sebep yokken toptan veya perakende eşya fiyatları­ na vaki olacak zammı ihtikar (vurgunculuk) kabul ederek, ticaret üzerinde fiyat denetimi başlatı­ lır. Bu, tüccarın iş alanını biraz daha daraltacaktır. MALIMIZI ALANIN MALINI ALMAK 1 9 3 1 'in sonlarında, ekonominin dış ödeme açıkları durdurulmuş gibidir. Fakat, ödeme açığını ka­ patmak, ekonomiye denge sağlamaya yetmez. Dış dünyaya bağlı ticaretin ve buna bağlı bir çark gibi işleyen üretim dallarının da aynı bütünün parçaları gibi denetlenebilmesi gerekir. Yoksa, ül­ ke dışarıya mal satamaz ki, dışarıdan mal alsın. Kontenjan uygulaması ülkeye giren mal çeşidini ve hacmini sınırlayarak açığın kapanmasını sağlamıştır. Ama, dışarıya mal satışını garantilememiş­ tir, garantileyemez. Dünya buhranının derinleştiği ortamda, mal gidiş gelişini garantileyecek tek ilke takastır. 1 932'nin Mart'ında Takas Komisyonu'nu kurarken yönetimin gerekçesi bu durumu yansıtıyor: " Umumiyet itibariyle (genellikle) memleket mahsulat ve mamulatını (tarım ve sanayi ürünlerini) ecnebi (dış) piyasalarda satmak ve memlekete lüzumu olan maddeleri mümkün olduğu kadar da­ hilde (yurtiçinde) istihsal etmek, hariçten ancak bu suretle temin edilmeyen ihtiyaçlara tekabül eden (karşılanmayan gereksinmelere uygun) eşyayı getirmek, iktisadi muvazeneyi (dengeyi) koru­ mak için esaslı bir prensip gibi görülmektedir. 1 1 940 nolu kararname ile bu maksada doğru ilk adım atıldı ve devlet müessesatı (kurumları) ile bunlara ilhak edilen (katılan) bazı teşekküllerin hariçten satın alacakları eşya bedelinin memle­ ket mamulat ve mahsulatı ile ödenmesi, yani takasa tabi tutulması esası vazolundu (getirildi)."

Cumhuriyet yönetiminde, 1930'larda, dış dünya ile mal gidiş gelişini sağlayacak ilkeye eri­ şilmiştir. Takas ilkesi, dünyanın içinde bulunduğu koşullara göre benimsenmiş ilkedir. Ülkenin durumunu dünyanın durumu ile birlikte dikkate almayan bir dış ticaret politikasının astarı, yü-

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış

açığı o öder" '+27

zünden pahalı olur. İktisatta hiçbir zaman bilgiçlik taslamayan Cumhuriyet yönetimi bunu iyi bi­ lir. 1 932'den başlayarak dış ticarete çekilen yeni çizgi, Mustafa Şeref Bey'in söylediği gibi şuradan kaynaklanır: "Maksadımız tamamen açıktır: Amme (kamu) kesesinden yapılan hizmete mukabil (karşılık) vergi olarak alınan para mukabilinde hariçten gelecek olan eşyayı, kıymet itibariyle memleketten çıka­ cak eşya ile ödemekten başka bir şey değildir."

İşin özü şu oluyor: Döviz diye bir sorun yaratmaksızın, dış ticareti dengede tutacak bir ti­ caret yolu bulmak. Ticareti, ekonomi için altından kalkılmaz bir dengesizlik kaynağı haline getir­ memek. Dış ticaret güçlüklerinin kaynağında Türk parasının gerçek değerinin ne olduğu, paranın dış değerinin ne olması gerektiği gibi sorular yoktur Güçlük, dünyaya mal satamazken, mal al­ maktan kaynaklanır. Bunun bizimle ilgili yönü de vardır, dünya durumu ile ilgili yönü de. Yöne­ tim gerçekçidir ve dünya ekonomisinin içinde yaşadığı buhranı doğru değerlendirmektedir. Dün­ ya para sistemi bir iki yıl içinde çökmüştür. Bu sistem her ülkenin parasını başka ülkelerin gidişi­ ne ve paralarına güvenerek ayarlaması üzerine kuruludur. Bu güven ortadan kalkınca, sistem de onun esasları da göçmüştür. Bu göçüşle birlikte, her ülke kendini dış ticaretin getireceği rüzgarla­ ra karşı korumaya girişmiştir. Koruma girişimi en zayıflardan değil, en güçlülerden başlamıştır. 1930'da ABD yüksek gümrük tarifelerinin arkasına saklanmış, onu bir iki yıl içinde İngiltere ve ötekiler izlemiştir. Kambiyo kontrolleri yaygınlaşmış, kimse ülkesinden sermayenin dışarı gidişi­ ne izin vermemiştir. Bu ortamda ne yapılır? Cumhuriyet yönetimi mal satabilmek için Türk parasının değeriy­ le oynamayı kabul etmez. Rejimin bin bir güçlükle kurduğu dengeleri korumak önemlidir. Benim­ senecek yol tektir. 1 932'de benimsenen ilke, 1 934'ten sonra daha somut bir biçime kavuşur. O günlerin İktisat Vekili Celal Bayar'ın sözleriyle; "Harici ticarette düsturumuz malımızı alanın malını almaktır. Her memleket kayıtsız şartsız Türki­ ye'ye istediği kadar mal sokabilecek mi? Böyle bir vaziyet, Türkiye'de asırlardır sürmüş olan tica­ ret açığı devrinin derhal ve yeniden başlaması demek olur."

Malımızı alanın malını almak ilkesi dış ticareti ikili anlaşmalar çizgisine oturtur. Kliring bu işin esası olur. Kontenjan ve takastan kliringe doğru geçiş, tüccarı da rahatlatır. Dışarıya satılan malı artırabilirse, içeriye getireceği mal da artacaktır. Malımızı alanın malını almak ilkesi, tüccar için bir güvence sayılır. Ama, tüccarın bundan daha fazlasını istediğini düşünmek yanlış olmaz. Kendisi tüccar olmamakla birlikte, Halil Bey (Menteşe) 1 934'ün Mayıs'ında konuşurken bu düşünceyi dile getirir gibidir: "Tüccarlara fazla yük yükledik. İktisat Vekiileti'nin yaptığı kliring mukaveleleri, kontenjantmanın nispeti aşağı yukarı yüzde 35 düşmüş, yani, memleketin 55 ithalatı bugün kliring mukaveleleri mu-

428 ikinci

kısım: türkiye

cibince serbeste giriyor. Acaba bu kontenjantmanı tamamıyla kaldırarak memlekette büyük kredi muamelesi yapmak ve ticari işlerde bir 'solejman' vermek kabil olmaz mı? Kontenjanı tamamıyla kaldırsak, memlekete kapalı olan krediler açarak ticarete bir vüsat (geniş kapsam) veremez miyiz? "

İstatistikler, 1 930'lu yıllarda Türkiye'nin dış ticaretinin düşük düzeyde kaldığını fakat " açık vermek yerine fazla" yarattığını gösteriyor. Yönetim için iki nokta önemlidir. Birincisi, dış ticaretin açık vermemesi, ticaretin ekonomi için bir dengesizlik kaynağı olmamasıdır. İkincisi, ti­ caretin tarımı ve sanayii, bunların da ticareti karşılıklı olarak, aynı bütünün parçaları gibi düzgün işletebilmesidir. Bu, işi örgütlemeye bağlıdır. İş iyi örgütlenebilirse, dış ticaret ve yurtiçi üretim birbirine bağlı dişliler halinde işleyecektir. 1 930'lu yılların ilk yarısı geçtikten sonra yönetimin dü­ şünce çerçevesi aşağı yukarı böyledir. 1 930'larda bütün dünyada ikili ticaret anlaşmaları yaygınlaşmıştır. Bu tür anlaşmalarla örülü bir dünya, ülkeyi kendi içine kapanma hevesine sürükleyebilir. Dış ticaret ve yurtiçi üreti­ min birbirine bağlı dişliler halinde işlemesi yerine, ticaret alışkanlıklarının köreldiği bir ortama gi­ rilebilir. Bu ince ve önemli bir noktadır. Ama, yönetimin bu noktada duyarlı olduğu anlaşılıyor. Dış ticaret artık iyice kliring anlaşmalarına göre düzenlenirken, 1936'da, Bayar, yönetimin dü­ şüncesini dile getiriyor: "Türkiye otarşik, yani, bütün ihtiyaçlarını kendi hudutları içinden temin etmeyi (sağlamayı) ister bir siyasetin zebunu (isteklisi) değildir." Türkiye, otarşiye yönelmek niyetinde değildir. Ama, dış ticaretin örgütlenmesi ve ticaretin denetlenmesi yönetimin gündemindedir. Dış ticaretin örgütlenmesi, yurtiçi üretimin dış talebe uyumunu sağlayışı yanında, yerli üreticinin hakkının yenmemesini de sağlayacaktır. 1 935'in son aylarında, Zirai Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu görüşülürken, yine Bayar bu noktayı vurgulamıştır: "Biz harici ticaretimizi teşkilatlandırmak (örgütlemek) arzusundayız. Teşkilatlandırmak için de ko­ operatifleri vasıta (araç) olarak kullanacağız. Demek oluyor ki, kooperatiflerin görecekleri iş küçük olmayacaktır. Dahildeki piyasalarda zürraın (tarım üreticisinin) lehine nazımlık (düzenleyicilik) ro­ lünü yapacak fakat aynı zamanda vazifesinin icabı (gereği) olarak hariçte (yurtdışında) de mahsul­ lerimize en iyi bir mahreç (pazar) bulacaktır."

Bu, 1 930'un tütün tekelinden daha ileri bir adım olabilir. Çünkü, kooperatif için tasarlanan şey, yalnız çiftçinin elindeki ürünü satın almak ve ona bir gelir garantisi sağlamak değil, bu ürüne dış pazarlarda da sahip çıkmaktır. Bu adım atılabilirse, tarım ürünlerinin ihracatçısı tüccar değil, doğruca çiftçinin kendisi olacaktır. Dış ticaretin iki bacağından birisi olan ihracatı, Cumhuriyet re­ jimi için de güvenceli olacak bir biçimde, üreticinin kooperatiflerine bağlayacak girişim, uygulama­ da bu noktaya erişemez ve ileriki yıllarda tarım ürünleri ihracatı yine tüccarın elinde kalır. Kısacası, yönetimin tarım ve ticaret arasında kurmak istediği dişli ilişkisi, belki Cumhuri­ yet rejiminin köye ve köy ekonomisine girmekte gecikmesi, belki hem köyde, hem ticarette fiilen iplerin birçoğunu elinde tutan tüccarın bunları bırakmayışı ve kurulan örgütlemenin bu tabloyu

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder"

429

değiştirmekte yetersiz kalışından ötürü etkili boyut kazanamaz. Tanında kooperatifleşme küçük ölçüde gerçekleştiği gibi, amacı da çiftçinin eline biraz daha yüksek fiyat geçmesini sağlayabil­ mekle sınırlı kalır. "MİLLİ TÜCCAR" 1 930'lu yılların ikinci yarısında yönetimin daha önceki yıllardan farklı ve ağırlıklı biçimde üzerin­ de durduğu şeylerden birisi, ticaretin denetlenmesidir. 1 935'ten sonra, Türkiye ekonomisinin bir "güdümlü ekonomi" olma yolunda adımlar attığı, zaman zaman söylenmektedir. Bunun ticaret düzenindeki yansıması, mal ve fiyat denetimleridir. Dış ticareti, açık vermeden ve çeşitli ülkelerle kliring anlaşmaları yaparak yürütürken, yurtiçinde de tüccardan beklenen şeyler vardır. Gelişen sanayi yatırımları ve artan ulaşım, mal akımlarını ve iç fiyatlar arasındaki ayarı eskisinden daha önemli kılmaktadır. Hareketlenen bir ekonomide havadan kazanç olanakları artar. Yönetim ha­ \·adan kazançların ilk önce ticarette ortaya çıkacağını düşünmektedir. 1 935-36'nın ortamında ticaretin yeniden tanımlanması ve tüccarın kimliği gündeme gelir. 1 930 yılında çıkmış bir yasa vardır: "Ticarette tağşişin men'i (hilenin önlenmesi) ve ihracatın mu­ rakabesi (denetlenmesi) . " 1 930'da yasanın hazırlanışındaki amaç tarım ürünlerinin ihraç pazar­ larının standartlarına ve niteliklerine göre hazırlanmasıdır; tarım ürünleri ihracatının bir başıboş­ luk içinde yapılmaması, bir düzenliliğe kavuşturulmasıdır. O zaman bu amaç, yasanın gerekçesin­ de şöyle vurgulanmıştır: "Faaliyet-i iktisadiyemizin (ekonomideki işlerimizin) mihverini (ana eksenini) ziraat teşkil ettiği ci­ hetle (oluşturduğundan), hammaddeler ve bilhassa mahsulat-ı zıraiye (tarım ürünleri) harici müba­ delatımızda (dış alışverişlerimizde) mühim (büyük) bir yekun (toplam) arz etmektedir. Mahsulat-ı ziraiye (tarımsal ürünlerin) satışları günden güne müşkülat peyda etmektedir (zorlaşmaktadır) ih­ racatımızın en mühim kalemlerini teşkil eden tütün, üzüm, incir, fındık, pamuk, afyon, yün, tiftik, yumurta, hububat ve diğer maddeler cihan piyasasında şiddetli bir rekabete maruzdur. Türk malı­ nın istihsalinde tekemmül (olgunlaşma) ve intizamı (düzgünlüğü), satışında itimadı ve istihlakinde rağbet ve emniyeti (aranılır ve güvenilir bir tüketim malı oluşunu) temin maksadıyla, bu hususlara müteallik (bunlara ilişkin) muamelelerin (işlemlerin) bazı esaslı usul ve kaidelere istinat ettirilmesi (yöntem ve kurallara dayandırılması) zaruri (zorunlu) görülmüştür. "

1 930'da tüccardan istenen şey, dünya piyasalarının rekabetçi koşullarına göre mal gönder­ mesidir. İşin başıboşluktan kurtarılmasıdır. 1 935-36'ya geldiğimiz zaman tablo değişiktir. Şimdi, rüccardan görev istenmektedir. 1 930'un Ticarette Tağşişin Men'i yasası, 1 936'da yeniden ele alındığı zaman, İktisat Vekaleti farklı bir gerekçe hazırlamıştır: "Ferdin (bireyin) menfaati cemiyetin (toplumun) menfaati diye bir şey yoktur. Bir tek menfaat var­ dır. Bu memleketin endüstrileşmesi, ekonomik cihazlanmasını (donanımını) tamamlamak için işe çağırdığı vatandaşların en başında ihracatçı tüccarlarımız vardır. Her ihracatçı tüccar, bu büyük ül­ kü ile hazırlanmış milli mahsulün, hariçte en iyi şeraitle plasmanı vazifesini almış adam demektir.

430 ikinci kısım: türkiye Bu vaziyette ve bu derecelerde üstün ve milli mahiyette (nitelikte) vazife almış bir fertte bazı şerai­ tin (koşulların) aranmasından daha tabii (doğal) bir şey olamaz."

Vurgu, tarım ürünlerinin nitelikleri üzerinde değil, tüccarın nitelikleri üzerindedir. Ticare­ tin kurallarından önce, tüccarın belirli niteliklere sahip olması ön plana çıkmıştır. Tüccarın çıkar­ ları, devletin ve sanayileşmenin hedeflerinin önüne geçemeyecektir. Tüccarın yeri, milli iktisat an­ layışının 1 935'lerdeki ifadesiyle, "güdümlü ekonomi"de en önemli halkalardan birisidir. Bu hal­ ka, milli hedeflerle uyumlu olacaktır. Ticarette tağşişin men'i, 1 936'da bu çerçeve ile görüşülürken, İktisat Vekili Celal Bayar tüccardan beklenen görevi anlatır: "Harici ticarette şaibeden azade (lekesiz)kimselerle iş görmeyi milli menfaat namına lüzumlu gör­ mekteyim. Bizde namuskarlık şart-ı esasidir (ana koşuldur). Mutlak bir emniyet tesis etmek lazım­ dır. Biz harici ticaretle iştigal eden vatandaşları bu evsafta (nitelikte) insanlar olarak kabul etmek isteriz. Bundan sonra, 1 00 almış ve aldığının yüzde 30'unu vermek suretiyle yüzde 70'ini herhangi bir şekilde cebine atmış olan insanların bizim memleketimizin mümessili olarak hariçte kendilerini göstermelerine müsaade edemeyiz."

Bayar 1 937'nin Ekim'inde Başbakan olur. Hükümet programını açıklarken, aynı çizgiyi bi­ raz daha netleştirir: "Bir tüccarın yalnız şahsi menfaatini (kişisel çıkarını) düşünmesi demek, istifade ettiği menbaı (ya­ rarlandığı kaynağı) kurutması demektir Bu, ancak kendisini bir kolonide farz eden adam tarafın­ dan düşünülebilir. Türkiye böyle olmadığı için, bu tarzda çalışmak isteyenlerin hareketlerine mani (engel) olacak tedbirleri almakta gecikmeyeceğiz. 'Milli tüccar' demek, büyük kalkınma savaşında rol almış adam demektir."

O yıllarda ticaret üzerindeki denetim havası sürekli olarak artar. 1938'de "Maktu fiyat üzerine satış mecburiyeti" getiren yasadan sonra, 1 939'un Nisan'ındaki Dr. Refik Saydam kabinesinde Ticaret Vekaleti kurulur. Yapacağı görev, öncelikle ticarette arttığı anlaşılan hava­ dan kazanç olanaklarının denetlenmesidir. Pazarlıksız Satış Yasası, İhtikar (havadan kazanç) hak­ kında tedbirler, 1 939 sonlarında ticaret üzerinde yoğunlaşan denetleme isteklerinin ürünleridir. Bu denetim havasına rağmen, o yılların tablosu tüccarın pek zarar etmediğini gösteriyor. Tüccar 1 930'lu yıllarda da pazar garantilerine sahip olmuş, hatta zaman zaman bu pazarları ken­ disi yaratmıştır. Yurtiçinde de ticaretin kazancı az olmamıştır. Özellikle 1 930'lu yılların başlangı­ cında düşük fiyatlara boyun eğen tarım üreticisi karşısında, tüccar ona açtığı yüksek faizli kredi­ lerle geleneksel ağabeylik rolünü sürdürmüş, böylece ek kazançlara sahip olmuş ve bu rolünü ku­ rumlaştırma yolunda ilerlemiştir. Cumhuriyet yönetiminin 1 930'larda tüccara çok fazla güvenmeyen, gerektiğinde onun iş alanını daraltmaya yönelen tavrını tüccarın nasıl değerlendirdiğini tam bilemiyoruz. Ancak, bu

dokuzuncu bölüm: "bir memlekette kim daha az kazanıyorsa, dış açığı o öder"

431

tavra ve ticaretin denetimi yolundaki girişimlere, tüccarın pek sıcak bakmadığını söylemek de zor değildir. 1 930'lu yıllarda dış ticarette Almanya'nın payı gitgide artar. Kliring sistemini Almanlar pek sevmişlerdir. Özellikle Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Almanya'nın dış ticaret ağını geniş­ letmesini sağlayan pazarlar olur. Türkiye de bu sistem içinde dış ticaretini Almanya'ya yöneltir. "Leibensraum" çizgisine de uygun olan Alman sisteminin mimarı Dr. Schacht'tır. 1 930'ların ikin­ ci yarısında, öteki Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri gibi Türkiye'ye de gelip gider. Ticaret artışıy­ la birlikte kaynak artışı vaad eder. Kliringli ticaret zaman zaman Almanya'ya aldığımızdan daha çok mal vermemizin yarattığı sorunlarla yürür. Fakat, dış ticaretimizin yönü değişmez. 1 939 yılı başında yine kliringden doğan sorunlarla ilgili bir iktisat encümeni görüşünde dış ticaretin duru­ mu şöyle saptanıyor: "Almanya ile aramızdaki ticaret hacmi harici ticaretimizin yarıdan fazlasını teşkil etmek itibariyle, öteden beri bizim için üzerinde hassasiyetle durulan bir mevzu (konu) olmuştur. Dünya buhranın­ dan sonra değişen beynelmilel iktisadi münasebat sistemlerinde (uluslararası ekonomik ilişkilerde) bizim gibi ticari hareketlerini sıkı bir murakabe (denetleme) ile hal-i muvazenede (dengede) tutmak mecburiyetinde olan milletlerin ittihaz zaruretinde (başvurmak zorunda) kaldığı kontenjan ve kli­ ring usulleri en geniş ve arızasız şekilde Almanya ile cereyan etmiştir."

1 940'a doğru dünyada savaş ateşi yükselmektedir. Büyük çaplı bir savaş ortamında, tica­ ret sanayi kadar önemli olacaktır. Hatta, savaş koşullarında yavaşlatılan sanayiin önüne geçecek­ tir. 1 930'larda ticareti gitgide daha çok denetlemek isteyen cumhuriyet yönetimine karşı tüccarın pek sıcak olmayan bakışı, savaş içinde ve sonunda biraz daha şekillenecektir. 1 940'lı yılları ince­ leyenler, savaş döneminde ticaretin sanayiin önüne geçişi ile önemli siyasal sonuçlar yaratılmış ol­ duğunu söyleyebilirler.

ONUNCU BÖLÜM "Mösyö Müller'in Raporu Ne Oldu Efendiler?"

"1336, 1337 ve 1338'de (1920, 2 1 ve 22'de) burada bulunanlar, köylülerin elbiselerinin b i n parça­ dan mürekkep olduğunu (bir araya geldiğini) görmüşlerdir. Kapılarımız açıldığı zaman, bizim ne tar­ lalarımızı sürecek makinemiz, ne ufak kazmamız, ne de küreğimiz vardı Olsa bile pek azdı. Bunları tamamen hariçten (yurtdışından) getiriyoruz."

MİLLİLEŞTİRME 925 yılı başında, Maliye Vekili Mustafa Abdülhalik Bey'in (Renda) birkaç sözle çizdiği man­ zara, ülkenin kendi başına ayakta kalmasının zorluğunu anlatabiliyor. Ama, bugün belki bir­ çoklarına yapılamaz gibi görünen bir şey başlatılıyor: Böyle bir ekonomiye dayanarak bir milllleş­ tirme politikası uygulanıyor. On beş yıl ileri gidelim 1 93 8'in Haziran'ında Antalya Mebusu Rasih Kaplan'ın konuşma­ sına kulak kabartalım:

1

"Niçin bu millet bu kadar fakir ve niçin bu yurt bu kadar harap (yıkık) kaldı? Mütemadiyen (sü­ rekli olarak) kendi kendime bunu sorardım. Milli idarenin teessüsünden (kuruluşundan) bugüne kadar bu kürsüden geçen kanunlar bu cevabı verdi. Hakikaten Türk ulusunun fakir kalmasının, Türk yurdunun harap kalmasının sebepleri varmış. Türk ulusu kendi yurdunda ekmeği yanında bekçi olarak kalmış. Türkiye'de ne kadar nafi (yararlı) işler varsa hepsi bir imtiyaz (ayrıcalık) ile, hepsi birer birer, cebirle (zorla) kendisinin elinden alınmış. Bilhassa iktisat sahasındaki kurtuluş ça­ lışmaları, yurtta milletin ve memleketin gasp olunmuş (zorla alınmış) bu haklarını iade etti (geri verdi) kendisine mal etti."

Millileştirme politikası, Cumhuriyet yönetiminin 1 939-40'a kadar süren kuruluş dönemi­ nin temel çizgilerinden birisidir. Kesintisiz uygulanmıştır. Başta demiryolları olmak üzere, altyapı tesisleri yabancı mülkiyet ve işletmelerden alınıp kamu varlığı haline getirilmiştir.

434 ikinci kısım: türkiye

Son yetmiş seksen yılında Osmanlı yönetiminin yavaş yavaş içine gömülüp çıkamadığı şey, ekonominin o günkü can damarlarını yabancı imtiyazlara vermek zorunda kalışıydı. Ekonominin can damarları demiryolları, liman, su, elektrik, havagazı gibi altyapılardı. Bütün bunlar, zamanın­ da bir tür "yap-işlet" modeliyle yabancılarca kurulmuştu, imtiyazla işletilmekteydi. "İşlet"in so­ nu yoktu. Toprağın sahibine yeniden devri konuşulmamıştı ve söz konusu değildi! " Osmanlı Hükümeti zamanında 1 910 senesinde Nafıa (Bayındırlık) Nazırı Halaçyan ile aktedilen (imzalanan) bir mukaveleye müsteniden teşekkül eden (sözleşmeye dayanarak kurulan), İstanbul' da Türk Anonim Elektrik Şirketi, tarih-i teşekkülünden (kuruluş tarihinden) bugüne kadar olan harp ve mütareke (ateşkes) zamanlarında ve Lozan Muahedesinin akdi (andlaşmasının imzası) sıraların­ da ve daha sonraki zamanlarda fırsat ve vaziyetlerden istifade ederek, daima imtiyaz mukavelena­ me ve şartnamesinin esas maddelerini kendi meram (amaç) ve menfaatine göre tadil ettirmek (de­ ğiştirmek) ve şartname ve mukavelenin hükümlerine aykırı birçok muamele (işlem) ve hareketler­ de bulunmak suretiyle, halkın ve hükümetin hak ve menfaatlerini suiistimal ettiği (kötüye kullan­ dığı) ve taahhüt ve vecibelerini (söz ve yükümlülüklerini) hiçbir zaman doğru yapmadığı ve yap­ mak istemediği ve tesisat ve vesaitinin (araçlarının) selamet-i umumiyeyi (halkın esenliğini) tehdit edecek bir derecede mühmel (başıboş) bırakıldığı ve fen kaidelerine nazaran noksan bulunduğu, yaptırılan murakabe (denetim) ve teftişler neticesinde tespit edilmiştir."

1 93 8 'de İstanbul Elektrik Şirketi millileştirilirken yazılan gerekçenin alınan bu satırlarda şu okunmaktadır: Osmanlı yönetiminde ülkeye yerleşmiş olan yabancı kuruluşlar, yeni rejime karşı da pek farklı bir tutum ve çekidüzen içine girmemişlerdir. Lozan Antlaşması bizim için önemli şeyler ifade etmiştir. Fakat, anlaşılan bu kuruluşlarca pek önemsenmemiştir. Eski düzen ne de olsa sürer, denilmiştir. "Haklar menfaatler mukabilinde (karşılığı) olmak lazım gelir. Eski idareden kalmış olan bu şirketleri, bu hak prensibine bir türlü inandıramıyoruz. Vaktiyle, belki iktisadi ve ticari maksatlarla gelmiş olan bu sermayeler, aynı zamanda eski zamanın siyasi koku­ larını bir türlü unutamıyorlar." 1 930'lu yıllarda demiryollarının yönetimini ve bu yollardaki yabancı şirketlerin millileşti­ rilmesi işini yürütmüş olan Ali Çetinkaya, 1 936'da yabancı şirketlerin alışkanlıklarını anlatıyor. Belki biraz da bu alışkanlıkların yarattığı etkilerle, Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki birkaç yıl içinde millileştirme politikası kesinleşmiş ve 1 920'li yılların sonuna doğru uygulanmaya başlamıştır. Millileştirmeler, 1 930'lu yıllarda bir süreklilik içinde yapılır ve tamamlanır. Cumhu­ riyetin kuruluş dönemi kapanırken, yabancı kuruluşlar ekonominin yönetiminden çekilmişlerdir. Millileştirmeler döneminin son ürünlerinden olan İstanbul Elektrik Şirketi, Türkiye'de o güne kadar yerleşmiş yabancı kuruluşların tipik bir örneği olduğu gibi, Cumhuriyet yönetiminin artık her şeye egemen olduğu bir noktada, millileştirme gerekçesinin de açık seçik bir örneğidir. 1 93 8'de Bütçe Encümeni şöyle diyor: "Şerefli ve müstakil ( bağımsız) varlığımız içinde bir diken gibi yaşayan ve mütemadi surette (sürek­ li olarak) milli menfaatlerimizi hiçe saymaktan ve mukavele hükümlerini bulduğu her fırsat ve ve-

onuncu bölüm: "mösyö mütıer'in raporu ne oldu efendiler?"

435

sileden istifade suretiyle daima kendi lehine tatbik etmekten çekinmeyen bu şirketten memleketin kurtarılması, tesisat ve imtiyazatın (kuruluşun ve ayrıcalığın) çetin müzakerelerden sonra en müsa­ it şartlarla satın alınması ... "

Kısacası, millileştirme, "yap-işlet" in tersyüz edilmesidir. Cumhuriyetin millileştirme ile do­ lu geçen ilk on beş yılı, yetmiş yıllık yabancı imtiyazcılığı silmeye yeterli olmuştur. İşletilebilir du­ rumda olan, ekonomik ömrü uzun ve hazır altyapı sermayesine sahip oluvermek, Cumhuriyet yö­ netiminin akılcı girişimlerinden birisidir. Millileştirmek için gerekli döviz ödemeleri bir miktar borçlanarak karşılanmıştır. Ancak, bu noktada yönetimin tercihi kesindir: Ülkenin kendi altyapısına sahip olması dövizle ölçüleme­ yecek derecede önemli sayılmıştır. Yoksul ve en çok da dövizden yoksun bir ülkenin böyle bir ter­ cih yapmış olması ilginçtir. Yönetim özellikle 1 930'dan sonra, ya altyapıya sahip olmak, ya dö­ vizden tasarruf etmek gibi keskin bir seçimle karşı karşıyadır. Ortası yoktur. Dövizden önemlisi yok gibi bir yolu seçmesi, o gün ve bugün birçok iktisatçıya tek doğru tercih olarak görülebilirdi. Ama, yönetim tereddütsüz öteki yolu, yani kendi altyapıma sahip olmaktan önemlisi yok yolunu seçmiştir. Uzun dönemin ve kalıcılığın sağlamlığını hiçbir şeye değişmemiştir. Bu sağlamlık fiyat­ landırılamayan bir şeydir. Bugün herhalde daha iyi anlaşılıyor ki, Abdülhalik Bey'in dile getirdiği 1 925 manzarasının değişmesinde, bu millileştirmelerle kazanılan sermayenin ciddi katkısı olmuştur. " YABANCILAR BİZİ BEGENİYOR MU?" Rasih Kaplan açık sözlü bir mebus tipidir. Özellikle dış dünya ve yabancılarla ilişkiler konusun­ da pek sözünü esirgemez. 1 93 9 Mayıs'ında yine kulak misafiri oluyoruz: "Bilhassa icra (yürütme) işlerinde ecnebilerden rapor almak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Onun için, onlar yalnız hoca olarak kalmalıdır. Müdür olamazlar. Ecnebi müdür olduğu vakit çok tehli­ kelidir, zararlı neticeler alırız."

Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonominin çeşitli sorunlar karşısında olduğunu biliyoruz. Güçlü bir strateji alışkanlığı, sağduyu, politikada uzlaşmalar yaparken ilkelerden ödün vermeme becerisi, ilk yıllarda yönetimin elindeki kozlardı. Ama, daha fazlası yoktur: Buna karşılık, kay­ naktan ve nitelikli işgücünden yoksun bir ekonomiyi çekip çevirmenin zorlukları zamanla azala­ cak gibi değildir. Bu ekonomiye, başta Osmanlı borçları olmak üzere, ağır yükler taşıtmaya giriş­ mek, tüm dengeleri bozacaktır. Yönetimi baş edemeyeceği durumlarla karşı karşıya bırakacaktır. O zamanlar dünyada bugünün uluslararası kuruluşları henüz yoktur. Ama, uluslararası akıl hocaları vardır. Türkiye gibi. dış borçlarla ve ağır ekonomi sorunlarıyla: karşı karşıya olan ülkelere giderler, raporlar verirler .. Bu raporlar, dış sermaye ve siyaset çevrelerinin doğrultularını ve dileklerini de yansıtır.

436 ikinci

kısım: türkiye

"İki buçuk sene evvel İş Bankası Fiserig namında bir mütehassısı celbetmiş (uzmanı getirtmiş), fa­ kat onun verdiği rapor hükümsüz kalmıştır. Daha sonra, Mösyö Müller namında Almanya' dan bir mütehassıs celbedilmiştir. Müller gayet dikkatli bir rapor tanzim etmiştir (hazırlamıştır). Bu rapor bütün iktisadi bünyemizi tetkik etmiş (incelemiş), tahlil etmiş, hastalığımızı meydana koymuş ve te­ davi çarelerini ileri sürmüştür. Bu rapor ne oldu efendiler? Rapor bittikten ve hükümete tevdi edil­ dikten (verildikten) sonra gayet mahrem (çok gizli) bir surette masalarda saklanmıştır. "

1 930 Eylül'ünde, Serbest Fırka lideri Fethi Bey'in eleştiri yollu söylediği şey, hükümetin uluslararası akıl hocalarının sözlerini dinlemediğidir. Her biri bugünün IMF'si kadar tanınan Rist, Müller ve sihirbaz maliyeci Schacht'ların biri gidiyor, öteki geliyor. Önerileri birbirini ta­ mamlıyor. Bugün okunduğu zaman, insana "Tuhaf şey, ben bunları yakın zamanlarda da duy­ dum galiba" dedirtiyor (Mösyö Müller'in raporunun özellikleri, yukarıda Cumhuriyet Merkez Bankası'nın kuruluş aşamasında aktarılmıştı). 1 930'da Türkiye'ye yapılan öneriler kısaca şöyledir: Osmanlı borçlarını ödemekte geciki­ yorsunuz; işi aksatıyorsunuz. Bu yüzden, dış dünyada mali güvenceniz bozuktur. En önemli şey budur. Ne yapıp yapıp bu güvenceyi sağlamlaştırmaktan, yani, uluslararası sermaye çevrelerinden kredibilite sağlamaktan önemlisi yoktur. Bunun yolu, başka işlerden çok, dış ticarete öncelik ver­ mektir. Paranızın değerini düşürün. Yani, devalüasyon yaparak yeniden ayarlayın. Zaten, Türk Lirası kendini dünya ekonomisi içinde var etmiş bir para değildir. Altın karşılığı bile yoktur. Tür­ kiye, Osmanlı Bankası'nı dışladığı için, bir merkezi para otoritesinden yoksundur. Demiryolu ve benzeri büyük yatırımlara girişmeyin. Bu çok yanlıştır, çok maliyetlidir. Yine de, bu tür yatırım­ lara girişmeden edemiyorsanız, bunlar için dış kredi almanın yollarını bulun. Şüphesiz, önce dış dünyada kredibilite kazanmanız gerekir ki, ondan sonra yatırım niyetleriniz için kredi bulabilesi­ niz. Bunun için de, önce dış borçları düzenli ödeyin. Ödemek size ağır geliyor diye, herhangi bir kesinti yapmayın, kuşku yaratmayın. Yabancı sermayeyi olabildiğince destekleyin. Ekonomide devlet kesimini genişletmekten mutlaka kaçının. Uzmanların raporları ve sözlü ifadeleri birbirinin aynıdır. İlhan Tekeli ve Selim İlkin'in buldukları bir belge, Cumhuriyet yönetiminin bu öğütleri na­ sıl değerlendirdiğine bir ışık tutuyor: Başvekil İsmet Paşa, 1 930 sonlarında ABD'den gelen bir müsteşarla konuşmaktadır: "Bir mütehassıs (uzman) arıyoruz. Kendisinde aradığımız evsaf (nitelikler) şudur: Hem işinin ehli (ustası) olmalı, hem de kapitalist mehafilin (çevrelerin) tesiratından azade (etkilerinden uzak) kala­ bilecek bir şahsiyet (kişilik) sahibi olmalıdır. Bu son nokta çok mühimdir ve bunda ısrar ederiz."

Yönetimin uluslararası akıl hocalarına bakışı bu noktadan hiç ayrılmaz. 1 930'lu yıllar bo­ yunca çeşitli "hoca"lar Türkiye'ye gelir giderler. Fakat hiçbiri "müdür" olamazlar. Yabancıların bizi beğenip beğenmedikleri, bizden çok onları ilgilendiren bir şey sayılır. Rasih Kaplan'ın özde­ yişi gelecek kuşakların kulağına küpe olmalıdır.

onuncu bölüm: "mösyö müller'in raporu n e o l d u efendiler?"

437

BÜTÜNLEŞME Mİ, BAGIMSIZLIK MI ? Cumhuriyet rejimi 1 92 3 'te her şeyden önce yetmiş seksen yıllık bir geçmişi devralıyor. O yetmiş seksen yılda, devlet dış dünya ile sarmaş dolaş bir bütünleşme ma­ cerası yaşamıştır. Bunun bir ideo­ loji tortusu da vardır. Dış ticaret ve dış borçlanma, emmebasma tu­ lumba gibi işleyerek, bütünleşme­ nin ideoloj isini beslemişlerdir. Cumhuriyetin ilanıyla noktalanan mücadele de tabloyu tümüyle de­ ğiştirmemiştir. Cumhuriyet rejiismet lnönü bir radyo konuşmasına hazırlanıyor. minin ilk önemli muhalif partisi olan Terakkiperver Fırka dış dünya ile bütünleşmeyi çok önemseyen bir çizgi ile ortaya çıkmıştır. Fakat, dış çevrelerle bütünleşmenin ideolojisi, Cumhuriyetin yönetici kadrolarında kök tutmuyor. Tersine; bir tepki oluşuyor ve bir akılcı bağımsızlık anlayışı filizleniyor. Seksen yıllık macera en sonunda devleti kaybettirmiş olduğu için, şimdi devleti yeniden kurmak, her şeyden önce bağımsızlık denilen şeye sahip olmayı gerektiriyor. Bütün bunlar, yazıldığı kadar kolay görünen ve kolay yapılabilen şeyler değildir. 1 920'ler­ de, Türkiye'deki Cumhuriyeti, onu kuranlar başka, dış çevreler ve yabancı sermaye başka türlü düşünmektedir. Cumhuriyetçilerin görüşlerini biliyoruz. Yabancı görüşlerin ise, Sevr'den Lozan'a gelindiğinde değişmiş olduğunu söylemek zordur. "Ben Lozan'dan şu müşahede (gözlem) ile döndüm: Milletin kazandığı milll haklar teslim olun­ du. Fakat, Avrupa, mahrum edildiği (yoksun kaldığı) bütün imtiyazları Türk milletinin geçirece­ ği mali buhranlar sayesinde kamilen istirdat etmek {tümüyle ele geçirmek) ümidinde idi. Bu bir tahmin değildir. Bu sözler, en salahiyettar (yetkili) ağızlardan benim yüzüme karşı söylenmiş açık fikirlerdir. Biz Avrupa'nın hitabını realist, acı bir imtihan daveti şeklinde ve tabii telakki ettik (doğal saydık) . "

1 930'da Başvekil İsmet Paşa Lozan'dan ayrılışını anlatıyor. Barış imzalanmış, Türkiye'nin hakları saptanmış, kabul edilmiştir. Lozan'ı kabul etmek, Türkiye'yi yeni bir devlet olarak say­ mak demektir. Bir barış konferansının kapanışında, yeni doğan devlete sonsuza kadar uzanan ba­ şarılı bir ömür dilemeniz gerekir. Fakat, bunu yarım ağızla da olsa söylemek yerine başka bir şey yaparsanız, yani, bu yeni devletin yönetimine ekonominiz çökecektir derseniz, konferanstan en

438 ikinci kısım: türkiye

çok bu kapanış sahnesi akılda kalır. Öyle de olmuştur. 1924'ten sonrasına bakınca, Türkiye'de yabancı sermaye alanında bir canlılık yoktur. ilk günlerin yokluk ve yoksulluk ortamında yabancı sermayenin ekonomiyi canlandıraca­ ğı düşünülmüş, hatta bu yolda bazı sözler alınmış da olsa, dış çevrelerle arada sanki bir soğukluk vardır. Cumhuriyetin yöneticileri yabancı sermaye gelişine karşı olmadıklarını her fırsatta söyler­ ler. Fakat, "aman sermaye gelsin de, ne isterse veririz" gibi bir tavır almazlar. Böyle bir tavrı be­ nimsemedikçe, yabancı sermayeye tümüyle karşı görünmekten kaçınamazlar. İsmet Paşa, bunu bir ara söylemiştir: "Senelerden beri sermaye propagandası milli politikayı çürütmek için çalışmaktadır. Milli mücade­ le senelerinde ecnebi mehafile mensup (yabancı çevrelerden) zevat (kişiler) arasıra gösterişli telgraf­ larla Ankara'ya bizimle müzakereye geleceklerini söylerlerdi. Bütün memleket derhal bu sıkıntılı ve üzüntülü günlerin bir müzakere ile hallolunacağı ümidine düşerdi, İnebolu'dan sahile çıkan ve bi­ ze teklifler getirdi manzarasını veren müzakereci, uğradığı her köyde Ankara'daki meselenin bu se­ fer artık hitam (son) bulacağını bildirirdi. Ankara' da karşı karşıya geldiğimiz zaman, yüzümüze ba­ kar, resmi bir sıfatı yoktur, salahiyetname (yetki belgesi) almamıştır. Hulasa (özetle), müzakereci bir yanlışlık olduğunu ileri sürerek avdete kalkar (döner) İnebolu'ya kadar, her köyde, meseleyi halletmenin mümkün olduğunu, bütün sıkıntıların geçmesi kabil olduğunu, fakat Ankara'dakilerle konuşmak imkanının tasavvur olunamadığını (bir türlü konuşulamadığını) yapma meyus (üzüntü­ lü) bir tavırla söyleyerek çıkar gider. Maksat müzakere, herhangi bir çare değil, bu nam (ad) altın­ da memleketin içine gelirken ve giderken zehir saçmaktır. Şimdiye kadar hiçbir sermayedar bana şartlarını söylemedi. Şartlarının karnı tok, işini yapan, kanaatkar bir adam tarafından işitilecek şartlar olması, söylenebilmesi için lazımdır. Bu geçen se­ nelerde sermaye getirecek adamın düşünebileceği şartları kabul edebilecek şahsın ise, akşama yiye­ ceği olmayan, kapısında alacaklılar zorlar, gözü kararmış biçare bir adam olması lazımdı . "

Bu, 1 930'a kadar uzanan yılların havasıdır. O arada, yabancı sermaye için bazı işaretler verilir. "Herkesin ismini tanıdığı ve bildiği Ford kumpanyasıyla hükümet arasında, İstanbul' da tesis edile­ cek (kurulacak) bir montaj fabrikası için bir mukavelename teati edilmiştir (sözleşme karşılıklı alı­ nıp verilmiştir). Bu fabrika otomobil, traktör, tayyare gibi vesait demonte edilmiş ( parçalarına ay­ rılmış) bir halde Amerika'dan celbettikten (getirttikten) sonra, İstanbul'da tesis edilecek montaj fabrikasında bunları monte hale koyacak, ikmal ve itmam eyleyecek (tamamlayıcı hizmetler yapa­ cak) ve birtakım tefrişat (döşeme) vs'yi de atölyelerde yapacaktır. . . ôyle ümit ediyorum ki, Ford müessesesi İstanbul'a gelip çalışmaya başladığı andan itibaren kendisini aynı ayar ve aynı meslekte gören ve aynı sahada çalışmakta bulunan diğer büyük müesseseler de birer birer gelip bizden, aynı müsaadeyi isteyeceklerdir. "

Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey, 1 929 yılı başında Ford şirketine verilen montaj iznini anlatıyor. Bu, yabancı sermayeye verilen işaretlerden birisidir. Bir başkası da, yine İstanbul' da bir serbest bölge kurma hazırlığıdır. Dünyada özellikle Amerika kaynaklı sermayenin hareketlendiği

onuncu bölüm: "mösyö müller'in raporu ne oldu efendiler?"

439

ve Avrupa'ya aktığı o yıllarda, bunlar büyük çapta girişimler sayılmaz. 1 930-3 1 'den sonra ise dünyanın koşulları sermaye hareketlerine pek elverişli değildir. Türkiye'ye yabancı sermaye gel­ mez. Ancak, 1 934-35'ten, yani, Cumhuriyet rejimi sağlamlığını yatırımcılığı ile de kanıtladıktan sonra, tablo yeniden değişmeye başlar. Dış dünya, rejimin kalıcılığını kabul etmiştir. Karabük de­ mir-çelik tesisleri için yarışan Almanlar ve İngilizler bunu kanıtlayacaktır. O yıllarda, yönetim, Lozan' dan sonra başlattığı bir çizgiyi biraz daha geliştirme olanağı bulur: Yabancılara verilen imtiyaz alanlarını daraltmak ve imtiyazcılığı bir politika olarak unut­ turmak. "Biz bu kanunu ta öteden beri arzu ederdik. Fakat, daima memleketin inkişafına ve istikbaline ma­ ni (gelişmesine ve geleceğine engel) olan kapitülasyonlar bunu akim bir halde (sonuçsuz) bıraktı. Umumi Harp'te kapitülasyonların bir taraflı olarak ilgası (kaldırılması) üzerine bazı sanatlar Türk­ lere hasredildi. Biz bu hakkın en büyüğünü Lozan'da kazandık. Lozan'da, bazı sanatlar ve meslek­ leri vatandaşlara hasrettik. Son kalan birkaç kısım vardı, onları da bu kanunla ikmal ve itmam et­ miş (tamamlamış) oluyoruz. İçtimai ve iktisadi (toplumsal ve ekonomik) işleri de vatandaşlara hasrettik. Bu da iktisadi bir zarurettir. Az sermaye ile az mümareseye (beceriye) muhtaç olan sanatlar ve mesleklerdir. "

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey, 1 932 Haziran'ında Türkiye'de Ecnebi Tebaası Tarafından Yapılması Memnu (Yasak) Sanatlar yasalaşırken, yabancılara verilen imtiyazları genişletmenin ya da korumanın değil, azaltmanın politikasını anlatıyor. Sermayenin tamamlayıcısı olan hizmetler alanı yabancı girişimlere kapanmaktadır. İmtiyazcılık öyle bir politikadır ki, dış çevrelere sadece sermaye ile sınırlı ayrıcalıklar vermekle yetinmez, hizmet kesimini karşılıksız olarak yabancı giri­ şime sunar. O girişim, koyduğu sermaye miktarının çok ötesinde bir rahatlığa kavuşur. Geldiği ül­ kenin kaynaklarını oldukça ucuza kullanmış ve kendisine ek kazançlar sağlamış olur. İmtiyazcılı­ ğın yüzyıldır harmanladığı hizmetleri, Cumhuriyet yönetimi 1 930'larda iyice kapatmaktadır. Yabancı sermayenin daima dallanıp budaklanan imtiyaz sistemine karşı olan politika çiz­ gisi, o yıllarda gelişir. 1 930'lara kadar, yabancı sermayenin arayışı eski karlı imtiyazcılığının sür­ mesidir. Bu sürerse Türkiye'ye gelebilir. 1 930'ların değişik koşullarında şurası iyice anlaşılır: Hiz­ met kesimlerine yayılan bir imtiyazcılık politikası kesinlikle bitmiştir. Yabancı sermaye, ancak sermayenin gerektirdiği normal ve kontrollü ayrıcalıklar bulabilir. " Eskişehir fabrikasında tayyare (uçak) tamir edilmekte ve yapılmaktadır. Fakat tecdiden (yeniden) yapmak devresine henüz dahil olmuş bulunuyoruz. Bu sene Kayseri fabrikasının yapacağı yeni tay­ yarenin adedi on ikidir. Kayseri fabrikasında biz Amerikalılarla çalışıyor değiliz. Amerikalılarla ya­ pılan bir mukavele vardır. Bu mukavele mucibince (gereğince) Kayseri fabrikası onlara verilmiş de­ ğildir. Bu fabrika devlete aittir. Bu mukavele, bir sene için devam eden bir tecrübe mukavelesidir. Luft Hansa şirketinin Türkiye havalarında seyr ü sefer (uçuş hizmeti) imtiyazı yoktur. Bu imti­ yaz yalnız Türklere aittir. Hiçbir ecnebi (yabancı) şirketi, Türkiye havalarını geçit yapmak müsaa­ desine malik değildir."

440 ikinci

kısım: türkiye

Yine 1 932 Haziran'ında, Milli Müdafaa (Savunma) Vekili Zekai Bey (Apaydın), yabancı sermaye ile belirli koşullarda sözleşme yapılabileceğini, fakat eskisi gibi imtiyaz vermenin söz ko­ nusu olmayacağını açık seçik anlatıyor. İmtiyazcılığın, yabancı sermayeden beklenecek yararı, ya­ rar olmaktan çıkardığı, yönetimin inancıdır. Yönetimin inandığı şeylerden birisi, imtiyazcılığın yabancı sermayeden beklenebilecek ya­ rarı zarar haline soktuğu ise; öteki de millileştirmelerin yeni yabancı sermaye gelişine engel olma­ yacağıdır. Millileştirmeler, 1 920'lerde başlayıp 1 930'larda tamamlanırken, Türkiye'ye yeni ya­ bancı sermaye girişleri başlar. "Hükümet bu ecnebi kumpanyalar (şirketler) hakkında almış olduğu kararları öyle hakiki sebeple­ re istinat ettirmekte muvaffakıyet (dayandırmakta başarı) göstermiştir ki, yeknazarda (ilk bakışta) ecnebi sermayesine düşmanlık manzarası arz eden bu hareketler, ecnebiler tarafından dahi zaruri ve hoş nazarla görülmüştür. Ecnebi sermayeler bir taraftan memleketten çıkarken diğer taraftan sermayesini en emin ve dürüst yerlerde kullanmasını bilen İngilizler memleketimize demir fabrika­ ları için büyük mikyasta (ölçekte) sermaye getirmişler ve aynı veçhile (biçimde) Hollandalılar da sermaye yatırmak için emre amade bulunduklarını (hazır olduklarını), hatta mukavele ile tevsik ederek (belgeleyerek) bildirmişlerdir."

Muğla Mebusu Hüsnü Kitapçı'nın 1 937'nin ilkbaharında Karabük tesislerinin temeli atılır­ ken çizdiği tablo, üretim araçlarının kontrolünü tam olarak kazandıktan sonra Cumhuriyet yöne­ timinin, yabancı sermaye girişimlerine karşı daha rahat olduğunu gösterir. 1 930'larda şu ortaya çı­ kar: Türkiye yabancı sermayeye kapalı değildir; fakat, üretim araçlarının kontrolü Türkiye'nin kendi işidir. Dış ticaret ve dış borçlanmanın oluşturduğu eski emmebasma tulumba, Cumhuriyetin kuruluş döneminde ortadan kalkmıştır. Böylece; dış dünya ile onun isteklerine gitgide bağımlı ha­ le gelerek bütünleşmenin ideolojisi silinmiştir. Üretim araçlarının kontrolünü dış çevrelerle paylaş­ mak diye bir şey artık söz konusu değildir. Daha 1 9 3 1'de, Mustafa Şeref Bey söylemiştir: "Ecnebi mütehassıslar getirelim, onlara program yaptıralım ve bu program dairesinde (çerçevesin­ de) ecnebilerden para gelsin diyorlar. Ben bundan şunu anladım: Bir program yapılacak, ecnebi pi­ yasalar dolaşılarak bu program dahilinde, geliniz Türkiye'ye para getiriniz denecektir. Bu tesisatı vücuda getirmek için buna lüzum yoktur. Çünkü, sermayesini getirecek kimse kendi programını daha iyi yapar."

İŞİN PÜF NOKTASI: YERLİ ÖZEL SERMAYE İş Bankası İdare Meclisi Reisi ve Siirt Mebusu olan Mahmut Bey (Soydan) 1 930 yılı başında, yö­ netimin yarı resmi organı olan Hakimiyet-i Milliye'de şöyle yazıyor: "Mali ve iktisadi istiklalimizden fedakarlık istemeyen ecnebi sermayesini hüsn-ü kabul ediyoruz (iyi karşılıyoruz). Arkasında siyasi emeller taşıyan ve memlekette imtiyazlı bir vaziyet isteyen ya­ bancı sermayelere el uzatmıyoruz. İmtiyazlı sermayeye aleyhtar (karşı) oluşumuz hissi sebeplere müstenit değildir (duygusal nedenlere dayanmaz). Bu nevi sermaye yerli müteşebbislerin aleyhine bir darbedir.

onuncu bölüm: "mösyö müller'in raporu ne oldu efendiler?"

441

Halbuki, biz memlekette milli iktisadı hakim kılmak, vatandaşları iktisat yolunda teşvik etmek istiyoruz. Ecnebi sermayesine imtiyaz vermek bir fayda temin etmez. Belki mevcut iktisadi muvaze­ nesizliğin (dengesizliğin) devamına sebep olur."

1930'larda İş Bankası demek, Türkiye'deki özel kesimin en dikkate değer sözcüsü demek­ tir. Fakat, yönetime karşı olan bir sözcü değil. Bankanın en önemli yöneticileri, dönemin tek par­ tisinin içindedirler. Bunların başta gelenlerinden birisi Mahmut Celal Bey (Bayar) ise, öteki de Mahmut (Soydan) Bey'dir. Banka, partinin ekonomik çizgisini ve uygulamalarını etkilemek için çaba gösterir. Zaman zaman ikisinin çizgisi birbirinden zor ayırt edilir. "Önümüzdeki hafta memleketin muhtelif yerlerinde mühim birkaç fabrikanın temeli atılıyor. Bir Türk olarak hepimiz gurur duyabiliriz ki, bu fabrikaları kurmak için lazım olan milyonları milli bankalarımız temin etmiştir... Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, iktisadi istiklalini elde etmeden hiçbir millet, siyasi istiklal iddiasında bulunamaz. Siyasi istiklal için bugüne kadar hudutsuz can, kan ve mal fedakarlığı yapan Türk milleti, bundan böyle de başka türlü hareket edebilir miydi? Türkiye Cumhuriyeti için kendi kendine, kendi imkan ve vasıtalarıyla yaşamak esaslı bir ülkü­ dür. Bütün çalışmalarımız, bu ülküye canlı bir dikkat vermeye matuftur. Sanayii olmayan memle­ ketler; şeklen (biçimsel olarak) istiklal sahibi olsalar bile, hakikatte müstemleke (sömürge) memle­ ket vaziyetinden kurtulamaz. Gazi Türkiye'si, böyle bir vaziyete düşmek istemez. Biz sanayiimizi kurtarmakla, istiklalimizi, mevcudiyetimizi müdafaa etmiş oluyoruz. Bize mutlaka mallarını sat­ mak isteyenler, bu müdafaa hakkımızı kullanmaktan tabii memnun olmazlar. Fakat, milli hak ve menfaatlerimiz mevzubahs olduğu zaman, başkalarının dilekleri ikinci planda kalır."

1934 Ağustos'unda Mahmut Bey'in, bu kez o tarihte özel kesimin görüşlerini yansıttığı bi­ linen Milliyet'te yazdıklarını okuyoruz. Türk özel kesiminin yarı resmi görüşü sayılabilecek bu düşünceler, başka bir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Cumhuriyetin kuruluş döneminde dikkati çeken şey şudur: Yönetim, yabancı sermayeye karşı olumsuz bir resmi tavır almamıştır. "Yabancı sermaye gelsin" demiştir. Fakat, yerli özel ser­ mayeyi yabancı ile bütünleşmeye yöneltmemiştir. Yeni sermayeyi yabancı ile bütünleşmeye yö· neltmemiştir. Yerli sermayeyi bu yönde özendirecek politikalar benimsemekten hep uzak durmuş­ tur. 1930'larda ekonominin büyük çarkı devletçilik olduğu zaman, yerli sermaye de bu çarkın içinde yer almıştır. Özel yerli sermaye, 1930'larda kendi gelişme şansını yabancı sermaye ile işbir­ liğinde değil, devletçilikte aramıştır. Kısacası, özel kesimin dış çevrelerle işbirliği yapmasının ko­ şulları doğmamıştır. Böylece, yönetim yerli sermayeyi hep kendi yanında tutmuştur. Yabancı ser­ maye ile kurulan ilişkiler ise, tümüyle devlet yönetiminin bir parçası olmuş ve kontrol edilmiştir. BORÇ YİGİDİN KAMÇISI MI? "İstiklal mücadelesi günlerinden beri mazinin (geçmişin) mirası olan birçok meseleleri bugüne ka­ dar Cumhuriyet hükümeti bir bir halletmeye muvaffak olmuştur ... Cumhuriyet hükümetlerine te­ kaddüm eden (daha önceki) hükümetler; varidat menbalarımızı (gelir kaynaklarımızı) ve onların

442 ikinci

kısım: türkiye

idarelerini birer birer Düyun-u Umumi'ye teslim etmek suretiyle, adeta Maliye Vekaletini bildiğiniz maruf (ünlü) binaya nakil (taşımak) için bir vaziyete geçmişlerdi. Memleketi bu noktadan tesellüm eden (teslim alan) Cumhuriyet, mazinin bütün pürüzlerini temizlemiştir. Cumhuriyet hükümetini, bu mukaveleye ( 1 928 Osmanlı borçları sözleşmesine) götüren ilk mü­ zakere, Lozan'da başlamıştır. Lozan'da heyet-i murahhasımız (yetkili temsilci heyetimiz), evvela (önce) Diiyun-u Umumiye mevzuatını bir mesele-i dahiliye addederek (iç sorun sayarak) ve nokta­ i nazarını (görüşünü) diğer taraflara kabul ettirerek, Düyun-u Umumi'ye işlerinin beynelmilel bir vesika (uluslararası bir belge) şeklinde Lozan Muahedesine tevdiine mani (eklenmesine engel) ol­ muşlardır. Saniyen ( ikinci olarak), Harb-i Umumi'de veya daha evvelleri Osmanlı İmpara­ torluğu'ndan arazi alan devletlere hisse tefrik ettirmiştir (Osmanlı'dan ayrılan devletlere borçları bölüştürmüştür) ... "

"Daha sonra, Paris'te hamiller mümessilleriyle (alacaklıların temsilcileriyle) murahhasları­ mız (yetkililerimiz) karşı karşıya gelerek mukavele ve itilafnameyi (anlaşmayı) imza etmişlerdir. Bu mukaveleye nazaran borçlarımız karşılıklıdır. Ve karşılıkları İstanbul ve Samsun gümrükleri hasılatıdır. Düyun-u Umumiye Meclisi memleketimizi terk edecek, Paris'e gidecek ve orada iki meclisli bir teşekkül haline geçecektir. İstanbul'da, bir ajan bulunacaktır. Vaktiyle devletin he­ men tekmil varidatını (gelirlerini) rehin olarak almış ve bunları bilfiil idare ve cibayet etmiş (dev­ letin vergilerini ve gelirlerini doğruca kendisi tahsil etmiş) bir idareye mukabil, müşahit (gözlem­ ci) vazifesiyle mükellef (görevi yapan) bir ajandan başka hududumuz içinde bir mevcudiyeti kal­ mamıştır."

Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey, 1 928'in son ayında, Osmanlı borçlarının Cumhuriyet rejimince ödeneceğini imzaya bağlayan anlaşma için açıklamalar yapıyor. Osmanlı borçları, Lozan'da Ankara hükümetinin arzu ettiği sınırlamalar içinde ve bunların ötesine geçmeksizin gö­ rüşülmüştür. Cumhuriyet rejimi, daha çiçeği burnunda olmanın tadını alamadan karşısına çıkan bu ağır yükü olabildiğince ertelemek istemiştir. Alacaklıların çoğu Fransız, geri kalanları da İngi­ lizler ve İtalyanlardır. İş olabildiğince uzatılır. Sonunda, 1 92 8 Haziran'ında alacaklıların temsilci­ leriyle Paris'te bir borç ödeme anlaşması imzalanır. İmza yetkisi, Paris Büyükelçisi Fethi Bey'e (Okyar) verilir. Bu borçlara imza atılmazsa, Türkiye'ye taze kaynak gelmesi söz konusu olmadığı gibi, baş ağrıtıcı birçok başka sorun da -nedense- gündemde kalıp duracaktır. Cumhuriyet yönetiminin dış borçlar konusundaki ilk politika ustalığı, işi Lozan'da bağla­ mayıp ertelemek ve uzatmak olmuştur: İkinci ustalığı da, bu uzatmada 1 928 yılı sonuna kadar ba­ şarılı olmasıdır. 1 929, Cumhuriyet rejiminin kendi gümrük tarifesine kavuşma yılıdır. Lozan'da başlayan, kendi ekonomisini beş yıl için dışa karşı korumama dönemi sona ermektedir. Cumhu­ riyet yönetimi, borçlar işini de 1 929'a kadar uzatarak hem dış borçlar, hem de dış ticarette karar ve eylem olanağını eline alır. Osmanlı borçları, Cumhuriyet rejiminin kullanacağı kaynakları dara sokar. Bu ta başından bilinir. Lozan'da görüşmeye başlar başlamaz, bu işte olabildiğince zaman kazanmak istenir. Du­ rum, 1 928'de de pek değişmiş değildir Türkiye'nin borç ödeme takatinde bir artış olmamıştır. Yö­ netim, borçları imzayı bağlamanın, borç sorunlarını bitirmek değil başlatmak demek olduğunu iyi bilir. İşi uzatmakla, 1 923-24'ten sonra en az beş yıllık bir süre kazandığı gibi, duruma daha çok

onuncu bölüm: "mösyö mülle�in raporu ne oldu efendiler?" '643

hakim olacağı bir zamanı seçmiştir. Böylece 1928, Cumhuriyetin borç ödeme sorunlarının başla­ dığı tarih olur. "Hiç şüphe yok ki, çok iyi olduğuna kail olduğum (inandığım) bu mukavelenin neticesi (sözleşme­ nin sonucu), servet-i umumiyesi (ekonomik varlığı) pek yüksek olmayan memleketimizin sırtına se­ nevi (yıllık) ilk devrede 1 8-20 milyon bir para yüklenmesi demektir ve bu borçlarımızın hamilleri (alacaklıları) ekseriyet-i azimesi itibariyle (büyük çoğunluğuyla) ecnebi hamilleri (yabancı alacaklı­ lar) olduğu için, memleketin beynelmilel muvazene-i iktisadiye ve hesabiyesi (ödemeler dengesi) aleyhine ahz-i mevki edecek (sonuç verecek) olan büyük bir rakamdır. Bu taahhüt, bu itilafname­ den (anlaşmadan) değil, başka mecburiyetlerden, başka zaruretlerden doğmuş şeylerdir. Hiç şüphe yok ki, bugün açıklı bir muvazene-i hesabiyemiz (ödemeler dengemiz) vardır. Bittabi (doğal olarak) bu 1 8 milyon veya daha az veya daha çok bir paranın bu açıklı muvaze­ ne-i hesabiyeye ilave edilmesi (eklenmesi), netice itibariyle paramız üzerinde menfi tesir icra edecek bir mahiyettedir (olumsuz etki yapacak niteliktedir). Bugün Türk evrak-ı nakdiyesinin kıymeti (pa­ rasının dış değeri) henüz fiilen dahi kesb-i istikrar etmiş (istikrar kazanmış) değildir. Aldığımız yü­ kün ağırlığını müdrikiz (biliyoruz). Memleketin iktisadiyatı üzerinde icra edeceği tesirin derecesini müdrikiz."

Eski Maliye Vekili Hasan Bey'in (Saka) Osmanlı borçlarına çözüm aranırken çok emeği geçmiştir. Konuyu ve sonuçlarını gerçekçilikle değerlendirmek, sorunlardan çekinmemek, karar­ ları pembe göstermemek onun da özelliklerindendir. Gerçekten, işler Hasan Saka'nın söylediği gibi gelişir. 1 929'da, ilk borç ödemesi yapılınca, Cumhuriyet yönetiminin elindeki kaynaklar daralır. Hemen aynı yıl içinde döviz üzerinde spe­ külasyon başlar. 1 929 yılının bir başka özelliği vardır: O güne kadar dış ticaret serbesttir Başka bir deyişle, dış ticarette karar gücü tüccarların elindedir. Çünkü, dış ticareti serbest bir ekonomi­ de döviz kimin elindeyse karar gücü de ondadır. Dış borcu ödeyen devlettir, tüccar değildir. Dev­ let, elindeki kaynakları borç ödemeye akıttıkça, tüccarın, dövizden kaynaklanan gücü azalmaz, anar. 1 929'da da böyle olmuştur. Tüccar, artan döviz gücünü mala çevirmeye girişmiştir. Olağa­ nüstü ithalat yapmıştır Döviz gücünü ithal malı stoklarıyla anacak bir güçle pekiştirmeye yönel­ miştir. Yönetim, dış borç ödemenin, kullanabileceği kaynakların bir parçasından vazgeçmek anla­ mına geldiğini bilmektedir. Fakat, umudu vardır: Vazgeçtiği bir kaynağı, 1 929'da kendi gümrük tarifesini uygulamaya başlayınca, dış ticaretten elde edeceği kaynakla kapatmak. Ummadığı şey ise, döviz spekülasyonudur; bunun Türk parasının değerini hızla düşürmesidir, bunun da ekono­ mide çabuk gelişen bir dizi dengesizlikler yaratmasıdır. 1 929'da, önce döviz spekülasyonu başlar. Tüccarın, yeni gümrük tarifesine yakalanma­ mak için yaptığı olağanüstü ithalat, bunun boyutlarını büyütür. Büyüttükçe de Türk parasından kaçış hızlanır ve paranın değeri düşer. Yılın sonuna yaklaştıkça, ekonominin tablosu gittikçe ka­ rarır. Ekonomi bir çatalın ağzına gelmiştir: Ya dış ticareti ve dövizi eskiden beri yapıldığı gibi ser­ best bırakmak; yani, dış çevrelerin ve tüccarın ekonomiyi yönetici bir karar gücü olduğunu kabul

444 ikinci kısım: türkiye

etmek ya da bunu bir çeşit "kördüğüm" saymak ve keskin bir vuruşla düğümü çözmek. Artan dö­ viz spekülasyonu, dünya buhranının büyümeye başlayan dalgalarıyla birleşirken, yönetim ikinci yolu seçer. 1 930 Şubat'ında, Türk Parasını Koruma Kanunu (TPKK) ile döviz ve karar gücü yö­ netimin kontrolüne geçer. 1 929 ve 1 9 30 yılları gösterir ki, Osmanlı borçlarını alacaklıların isteklerine göre ödemek, eldeki kaynakları kurutacak, Cumhuriyet rejimini çıkamayacağı köşelere sıkıştırarak Lozan'daki kapanış sahnesine yöneltecektir. Çare, bir yandan borçları ertelemeyi sürdürmek, bir yandan da döviz tasarrufu yapmaktır. " 1 928 mukavelesinin (sözleşmesinin) bu memleketin takati haricinde olduğu sabit olduktan sonra hamillerle (alacaklılarla) müzakere (görüşme) açtık ve fiili bir statüko hasıl oldu (oluştu). Buna na­ zaran geçen sene beş milyon kadar bir para verdik ... Tediyeye (ödemeye) başladığımız paranın ka­ bul edilmediğini görüyoruz. Yani, tediye ediyoruz, memnun olmuyorlar. Bu hususta kati bir itilaf (kesin bir anlaşma) hasıl oluncaya kadar tediye etmekte maddeten bir faide (yarar) yoktur. Bu borçlar meselesinde bizim esaslı bir iddiamız vardır: Osmanlı borçlarından bize düşen his­ seyi, memleketin takanyla mütenasip (orantılı) bir hudut dahilinde tediye etmek istiyoruz. Esasını reddetmiş değiliz. Bize telkin olunan (benimsetilmek istenen) suret-i hal (çözüm yolu) şu idi: Bir milyon sterlin ve­ rilsin. Bu bir milyon sterlinin yarısını kendi paramızdan verelim ve yarısını da borç olarak tedarik edip (buluşturup) verelim. Bu hal tarzı ile iki seneyi geçirelim. Ondan sonra vaziyet yeniden müta­ lea olunur. Yahut mukaveleye ( 1 928 sözleşmesine) avdet olunur. Bizim esas addettiğimiz (saydığımız) nokta ise şudur: İki sene sonra 928 mukavelesiyle bu memleketin tediyeye takan olamazsa, bir tehlike hasıl olur. Dişimizden tırnağımızdan arttırdığı­ mızdan fazlalık olursa, o fazlalıkla 'daima artmakta olan bir borcu mütemadiyen (sürekli olarak) tediye etmek' mecburiyetinde kalacağız. Memleketin atisi (geleceği) için inkişafını (gelişmesini) güçleştirecek. Hulasa (özetle), bütün tasarrufatımız (biriktirdiklerimiz), bütün emeklerimiz ve gay­ retlerimiz memlekete sarf olunamaz (ülke için harcanamaz) gibi bir halet-i ruhiye (psikolojik hava) meseleyi çok müşkül bir vaziyete sokar ve işkal eder (güçleştirir). Şimdi bizim için mühim nokta şudur: Borcun esasını tanıyoruz. Bir itilafa (uzlaşmaya) varmak istiyoruz. Memleketin takan dahilinde kati bir neticeye bir an evvel varmakta faide görüyoruz."

1 93 1 'in Temmuz'unda, Avrupa ülkelerinin ekonomide en zor günleri yaşadığı sıralarda, Ankara'da Osmanlı borçları görüşülürken, Başvekil İsmet Paşa. yönetimin düşüncelerini ve tutu­ munu ortaya koyuyor. Dış borç ödemek, her şeyden önce bir temel ilkeye göre olacaktır: Ülkenin takatıyla orantılı biçimde ödemek. Bu ilke üzerinde bir esneklik kabul edilmez. Yoksa, bir borç tuzağına sürüklenmek işten değildir. "Alacaklıların bugün bize önerdikleri koşulları kabul edelim de, yarına Allah kerim" gibi, bugünü kurtarmaya bakan bir görüşe yatkınlık, yarın bir borç tuza­ ğına düşmek demektir: Bu kafayla, yarın bugünkünden daha çok borç ödemek zorunda kalınır. Bu yola bir kez girdik mi, elimizde avucumuzdaki her şeyin borç ödemeye gittiğini, kendimizi kal­ kındırmaya hiç kaynak ayıramadığımızı görürüz. Her şeyi borca vermek, toplumu boşa çalışıyo­ ruz psikolojisine götürür. "Garp (batı) kapitalistleri Türk kanını daha mı emecekler? Ne olmuş? Düyun-u muvahhade tenez-

onuncu bölüm: "mösyö müller'in raporu ne oldu efendiler?"

445

züle (borç toplamı indirime) uğra­ mış. İnmiş. İnsin efendim. Milletin kanını sülük gibi emen, damarımıza yapışan bu garp kapitalistlerini biz mi düşüneceğiz? İnkıta olacakmış (Türkiye ödemeyi kesecekmiş). Be­ nim esasen beklediğim inkıtadır."

Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey, yönetimin borç ödeme işindeki tutumunu daha keskin sözlerle ortaya koyuyor. Bunla­ rı söylerken, geniş bir kitlenin tepkisiyle ko­ nuşur gibidir. Aynı çizgi, Antalya Mebusu Rasih Bey'le (Kaplan) sürer: "Türk milletinin ilk tahsil (öğrenim) derecesini rakamla göz önüne geti­ recek olursak, Düyun-u Umumiye'yi düşünemeyiz. Milletin ilk tahsil de­ recesindeki evlatlarının daha yüzde sekizi onu okuyamamıştır. Bu vazi­ yette, bize asırların (yüzyılların) mi­ ras bıraktığı Düyun-u Umumiye'yi düşünemeyiz. Ne çiftçisine, ne tüc­ carına hiçbir yardımda bulunamı­ yoruz. İptida (önce) bu milletin ha­ yatı, saadeti, ondan sonra eski borç­ lar düşünülür."

Cemal Nadir'in Cumhuriyet'in 10. Yılında Akşom'da çıkan bir karikatürü: "Bugün Türkiye'de yükselen yegane ses (Kaynak: KarikotUrkiye, Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi 19232oo8, Turgut Çeviker, NTV Yayınları, lstanbul, 2010). •••"

Bu, İsmet Paşa'nın altını çizdiği ilke­ lerden ikincisidir. İlki, dış borçları ülkenin takatıyla orantılı olarak ödemektir. İkincisi de, borç öderken ülkenin gelişmesini buna feda etme­ mek, önce bu milletin hayatına kaynak ayırmaktır. Bu bir ekonomik savunma çizgisidir. Fakat, alacaklılar ve dış çevreler, "önce ülkenin işle­ ri, sonra borç ödemeleri" çizgisinden hoşlanmazlar. İş, 1 933'e kadar uzar. 1 933'te, Türkiye için daha uygun ödeme koşulları imzalanırken, yönetimin savunma çizgisinde bir değişiklik olmamış­ tır. 1 923 'ten başlayıp ne yapacağını bilen sabırlı bir politika izlenmiş, dava adım adım kazanıl­ mıştır. 1 933'te, Bütçe Encümeni Reisi Hasan Fehmi Bey (Ataç), Osmanlı borçlarının geçmişini ve Cumhuriyet yönetiminin sabırla sonuca giden politikasını güzel ve uzun bir konuşmayla anlatır. Büyüyen dış borcun, bir ülkenin kaynaklarına el koymanın en kestirme yolu olduğunu, bir nok­ tadan sonra buna bir de ad konulacağını açıklar. Bizim borca verilen ad Düyun-u Umumiye'dir.

446 ikinci

kısım: türkiye

"Türkiye'yi takriben (yaklaşık) seksen sene müddetle tazyik (baskı) altında tutarak mevcudiyer-i maliyesini (mali varlığını) ve iktisadiyatını tahrip eden (yıkan) istismar müessesesinden (sömürü kurumundan) başka bir şey değildir. Fakat, Cumhuriyet hükümeti, her sene emrivakileri (oldubit­ tileri) biraz daha tevsi ederek (genişleterek), birkaç sene içerisinde Düyun-u Umumiye'nin elinde ve emrinde hiçbir varidat (gelir) bırakmadı, 1 928 itilafnamesi de, mukavelat ve imtiyazatı (eski sözleş­ meler ve ayrıcalıklar) hukuken iptal etmiş oldu. 1 928 mukavelesi iki mühim netice ifade eder. Biri, Düyun-u Umumiye müessesesinin ebediyen (sonsuza kadar) defnedilmiş olması. Diğeri de, borç miktarını vasati (ortalama) hesapla yarıya in­ dirmesidir. Millete ve tarihe diyebiliriz ki çok fena mirasları dahilde ve hariçte (içte ve dışta) tama­ men hallettik ve azami menfaatinizi de temine muvaffak olduk (çıkarlarınızı en üst düzeyde koru­ mayı da başardık). Bütün varidat menbalarını (gelir kaynaklarınız) hiçbir kayıt ve şarta bağlı olma­ yarak elinize ve emrinize hazırdır. Borç işlerinde hiçbir imtiyaz kalmamıştır."

1 933, Cumhuriyetin onuncu yılıdır. Ciddi zorluklar aşılmış, rejim içeride kabul edilmiştir. Dış dünyada ise, o günlerin altın değerindeki parası sayılan İngiliz sterlininden başlamak üzere paraların değerini tepetakla eden şeyler olmaktadır. Bütün bu gelişmeler, Osmanlı borçlarının yü­ künü hafifletir. Borç ödemeyi geciktirmekle, Cumhuriyet yönetimi kazançlı çıkmıştır. Elindeki sı­ nırlı kaynakları, "Ya yabancılar bizi beğenmezse" gibi bir komplekse kapılarak boşa savurma­ mıştır. Yönetim, 1 933 anlaşmasını da kesin saymaz. Borç yükünü daha da hafifletecek bir anlaş­ maya erişebilmeyi amaçlar. 1 936'da böyle bir yeni anlaşma yapılıncaya kadar, borç yükünün iç kaynaklar üzerindeki baskısı hafif tutulur. 1 935-36'da artık ekonomi düzlüğe çıkmıştır. Şu nokta ilginç ve önemlidir: Borç ödeme pürüzleri ve çekişmeleri, işin aslında Türkiye'nin güvenilirliğini sarsmamıştır. Yönetim hiçbir zaman "Borçları ertelersek kredi güvenilirliğimiz kal­ maz, onların dediğini yapalım, istediğini ödeyelim" gibi bir düşünceye saplanmamıştır. Tersine; eski borç ilişkilerini ekonomik gelişme davasının dışında tutma ustalığını göstermiştir. Bu ustalık da daha sonraları yönetime önemli şeyler kazandırmıştır. Bütün bu gelişmelerle, 1 935 yılı geçildikten sonra manzara şudur: Alman, İngiliz ve Fran­ sız kredileri Türkiye'ye yönlenmeye başlar. 1 93 6 Haziran'ında, Karabük'te kurulacak demir-çe­ lik tesisi için anlaşma imzalanırken, krediyi veren Export Credit Guarantee'nin temsilcisi Mr. Sommerville şöyle diyor: "Bütün Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere, İngiltere Hükü­ meti, Türkiye'de bir ticaret işi için ilk defa olmak üzere kredi açmaktadır." ANADOLU'YU ASYA'DAN KURTARMAK! Falih Rıfkı Atay'ın, 1 935 Eylül'ünde Ulus (eski Hakimiye-i Milliye) gazetesinde Kayseri'de kuru­ lan yeni sanayiyi anlatırken çizdiği tablonun renkleri bambaşkadır: "Beton kombina, ekmeğini Amerikan unu ile yoğuran eski rejimin sarı ve yoksul Kayseri'sine bir çağ uzaktan bakıyor. Sız de bizimle birlikte genç teknisyen ve işçileri selamlayınız: Onlar Anadolu'yu Asya'dan kurtarmaktadırlar. Hürriyet türkülerinin en güzelini işitmek için, bu makine seslerini hammaddeci kulağı ile dinleyiniz."

onuncu bölüm: "mösyö müllefin raporu ne oldu efendiler?"

447

Bunlar, 1 925'te Maliye Vekili Mustafa Abdülhalik Bey'in, " Bizim ne kazmamız, ne de tü­ feğimiz vardı"sından çok farklı şeyler anlatan sözlerdir. Hastalığımızı tedavi etmek isteyen Fise­ rig, Müller ve başkalarına niçin kolaylık gösterilmediğini merak eden Fethi Bey'in 1 930'daki so­ ruları da çoktan unutulmuştur. Çünkü, Cumhuriyet rejimi, üzerinde durduğu zemini oynatma­ ya, değiştirmeye başlamıştır. Eski günlerin sorunlarını, eski günlerde bırakma becerisini göster­ miştir. Zemini değiştirmek sanayi ile olur. Cumhuriyet yönetiminin ekonomi anlayışında sanayi­ nin her şeyden üstün bir önceliği vardır. Öyle bir önceliktir ki, bunun yerini başka bir şey alamaz. Hammaddecilikle ya da ticaretçilikle gelişmeye niyetlenmek ise, kendini aldatmak demektir. Hammaddeciliğe, ticarete yönelmek, işi başından kaybetmek olur. Gelişme, pahası ne olursa ol­ sun, her şeyden önce sanayinin kurulması, desteklenmesi, yaşatılmasıdır. 1 930'larda, çeşitli çev­ relerin sözcüleri bu ortak çizgide buluşurlar: "Türkiye'yi milll sanayiini kurmaya icbar eden (zorlayan) siyasi ve iktisadi zaruretleri kim bilmez? Davamız basittir. Memleketimizi hammaddecilikten, müstemleke iktisadından (sömürge ekonomi­ sinden) kurtarmak istiyoruz. Onun yerine, milli ahenkli (uyumlu) bir iktisat sistemi kurmak kararın­ dayız. Bu gayeye varmak için, milletçe bir nevi iktisadi kalkınma savaşına girmiş bulunuyoruz. Bu savaşta memleketin mali, iktisadi ve milli bütün teşekkülleri kudretlerine göre vazife almışlardır."

İş Bankası'nın kuruluşunun onuncu yılında, İdare Meclisi Reisi Mahmut Bey ortak çizgide konuşuyor. Ülkeyi hammaddecilikten, sömürge ekonomisinden kurtarmak, Anadolu'yu Asya' dan kurtarmak demektir. İşte, dış kredi de bu amaç için aranır. Sanayiyi kuracak ve yaşatacak sermaye aranmakta­ dır. Cumhuriyet yönetimi, 1 9 3 1 yılı sonuna kadar bunu bulamamıştır. Bulamamanın sıkıntısını yaşamaktadır. Bu sermaye, 1 932 ilkbaharında Başvekil İsmet Paşa'nın Sovyetler'e gidişiyle bulu­ nur. Sovyetler'den sağlanan kredi ve teknik yardım, Cumhuriyet yönetiminin sağladığı ilk önem­ li ve büyük çaplı ekonomi desteğidir. Bu, Cumhuriyetin sanayileşmesini başlatan ilk fon ve teknik destek olur. 1 933'ten başlayarak, fabrikalar kurulur. " Ruslarla yaptığımız mukavelede bize sekiz milyon dolarlık mal kredisi açılmaktadır. ilk münase­ batımız ( ilişkilerimiz) kendileriyle vücuda getirdiğimiz tekstil fabrikalarının makineleri üzerinde­ dir ... Biz mutlaka mal almak zorunda değiliz. İş ve hesap elverdiği takdirde alacağız. Bu mukavele­ nin esas mahiyeti bir dostluk nişanesi (simgesi) olduğuna göre, dostlarımızın da bize yaramayacak mal vereceklerini asla düşünmüyoruz."

İktisat Vekili Celal Bey (Bayar) 1 934 Mayıs'ında bunları söylerken, Sovyet kredisi kullanıl­ maya başlanmıştır. Hedefi, zamanlaması ve ödeme koşullarıyla, bu kredi Cumhuriyet yö­ netiminin istediği, aradığı şeylere denk düşer. Hem sanayi projeleri, hem de bunların malzemesi ve teknik yardımı sağlanır. Sanayileşmenin bu ilk fonu, yönetimin 1 930'larda çizdiği yeni ekono­ mik stratejiyi netleştirir, bu stratejinin uygulanır ve kanıtlanır olduğunu gösterir. 1 935 sonların-

448 ikinci

kısım: türkiye

da devletçiliğin ilk ürünleri alınmaya başlanır: Anadolu'yu, Asya'dan kurtarmanın yolları açıl­ maktadır. 1 935'ten sonra, yabancı sermaye yeniden Türkiye'nin gündeminde yer almak ister. Bu kez, gündemi, yabancı sermayenin ve yabancılara borçlanmanın mantığı değil, Türkiye'deki yöneti­ min istekleri ve hedefleri çizmektedir. Artık yeni bir yapının kurulacağı belli olmuştur. Yabancı sermaye de bu yeni yapıya uyum sağlamaya çalışır. Karabük Demir-çelik Fabrikasını yapmak için gelen İngiliz kredisi, bu uyumun en somut örneğidir. Hem de, birkaç yıl sonra başlayacak olan ye­ ni bir işbirliği döneminin sanki ilk simgesidir. "Dünya silahlanma yarışı içinde, memleketimizin müdafaa vesaitini (savunma araçlarını) azami nispet ve süratle takviye ve ikmal (en yüksek oran ve hızla destekleme ve tamamlama) için yapıla­ cak döviz sarfiyatından hiçbir surette kaçınılmaması lüzumu katı bir zaruret olarak kaydedeceğim. Bu zaruret haricinde, döviz sarfiyatımızın ancak pek ciddi ihtiyaçlara hasredilmiş olmasına rağ­ men, döviz vaziyetimizde ferahlık bulunduğunu maalesef (ne yazık ki) arz edemeyeceğim ...

"

1 939'un Mayıs'ında, Maliye Vekili Fuat Ağralı açılmakta olan yeni döneme ayak uydur­ manın zorunluluğundan söz eder gibidir. Yeni dönemin ilk belirgin özelliği savaşa dayanması ola­ caktır. Daha 1 935'te, dünyayı saracak bir büyük çaplı savaşın ekonomi üzerinde etkili olacağı se­ zilmiştir. Türkiye'de ekonomi hem savunmaya, hem de insanları savaş dışı tutarak yaşatmaya hiz­ met edecektir. Savaş koşullarına girmek, ekonomide yeniden darboğazlara girmek olacaktır. Yal­ nız kalmamak, savaş koşullarında darlıkları aşabilmenin stratejilerinden birisi olarak düşünülür. Başkalarının kaynaklarını olabildiğince kullanabilmek, az verip çok alabilmek, savaşta ekonomi­ yi yürütebilmenin yolu olmalıdır. 1 935'ten sonra, Cumhuriyet yönetimi bu hava içinde bir yan­ dan olabildiğince çabuk gerçekleştirilecek sanayi atılımlarını düşünürken, bir yandan da dış dün­ yada işbirliği alanını geniş tutacak bir konum izler. "Memleketimizi yarının tehlikeli hadisatından (olaylarından) mümkün mertebe (olabildiğince) uzak bulundurmak ve Avrupa'da ve bütün dünyada başgösteren ihtilaflar (uzlaşmazlıklar) önünde sulhperver (barışsever) siyasetimizin samimi bir tezahürü (içten bir görünümü) olan bitaraflığı mu­ hafaza etmek (tarafsızlığı korumak) Cumhuriyet hükümeti için esas siyaseti teşkil ediyordu (oluş­ turuyordu). Fakat, hadisatın Balkan Yarımadası'na intikal etmesi (geçmesi) ve Akdeniz emniyeti­ nin milli hayatımızda kendisini yeniden hissettirmesi anından itibaren, hükümetiniz kendisini cid­ di bir milli emniyet meselesi karşısında bulmuş ve bu emniyeti tehlikeli tesadüflere marnz (rastlan­ tılar karşısında) bırakmaksızın lakayıt ve bitaraf (kayıtsız ve tarafsız) bir vaziyette bulunmanın mümkün olamayacağı kanaatine varmıştır."

1 939'da, Maliye Vekili Ağralı ile hemen hemen aynı günlerde konuşan Başvekil Refik Say­ dam, bir savaş ortamına özgü stratejik sorunların ön plana geçtiğini söylüyor. Ekonomiye ve kay­ nakların kullanılışına da öncelikle damgasını vuracak olan yeni bir dönem başlayacaktır: Bu dö­ nemin ilk habercisi, 1 939'un Mayıs'ında kesinleştirilen Akdeniz Anlaşması olmaktadır. Türkiye

onuncu bölüm: "mösyö mülle(in raporu ne oldu efendiler?"

449

ile İngiltere arasında, Saydam'ın sözleriyle, "hiçbir alakadar (ilgili) devleti hakkı olduğu istifadeden mahrum etmeyen (yoksun bırakma­ yan), fakat hiçbir hegemonya hevesine imkan bırakmayan bir Akdeniz nizamı ( düzeni ) " için bir anlaşma yapılmaktadır. Savaş ortamı, Türkiye'yi yeni stratej ilere ve yeni işbirliği eksenlerine yöneltmektedir. Bu çizgi, 1 939'un İkinciteşrin (Kasım) ayında Ankara'da Türkiye, Fransa ve İngiltere'nin imzaladığı "üçtaraflı yardım anlaşması " ile sağlamlaştırılacaktır. Strateji ve işbirliği, Türkiye'yi, Cumhuriyetin kuruluş dönemi önemli ölçüde tamamlanırken yeni bir yola oturtmak­ tadır. "Bu muahedeyi (anlaşmayı) bizim için yalnız askeri ve siyasi bir ve­ sika telakki etmek (belge saymak)asla doğru olmaz. Bilakis (tam tersine), doğru olan telakki şudur ki, bu siyasi vesikalar milletimiz için siyasi ve askeri sahalarda olduğu kadar, içtimai (toplumsal) ve iktisadi sahalarda dahi uzun, mesut (mutlu) ve verimli bir devreye esaslı bir başlangıç teşkil edecektir."

Lozan Konfeeransı'nda Türk heyetine saymanlık yapan, maliyeci Fuat Ağralı.

Hariciye Vekili Şükrü Saracoğlu, üçlü anlaşmanın imzasından sonra, Türkiye'nin yeni ve uzun bir yolun başlangıcında olduğunu sezer gibi konuşuyor. Savaş rüzgarlarının getirdiği bu baş­ langıç noktasında, savaştan başka bir şeyi görmek ve düşünmek pek söz konusu değildir. Savaş, her şeyi sürükleyen bir büyük dalga gibi kendi yıkıcı ivmesinin oluşmasıyla birlikte Türkiye için de yeni bir yön çizecekti. Savaşın yakıcı sıcaklığı duyulurken, Cumhuriyet yönetimi kendisini, tasarladığı aşamaları önemli ölçüde aşmış ve tarihle hesaplaşmayı başarmış sayar. Geçmiş olduğu yollar, yönetime bü­ yük bir güven kazandırmıştır. Falih Rıfkı Atay, daha 1 937'de bunun çizgilerini çeker: "Bir rejim tarihe ve halk yığınlarına, yeni tesis ettiği (oluşturduğu) iktisadi menfaatler ve yeni ya­ rattığı say (emek) ve ahlak kıymetleri ile hesap verir. Birçok ıslahat (yenileştirme) yaptığına şüphe olmayan Osmanlı inkılaplarının, onların bazen bütün değerlerini inkar ettirecek kadar bizi ifrata (aşırıya) saptıran kusurları işte bunlardır. Tanzimatla, köyleri zaten bir tarafa bırakınız, fakat şe­ hirlerde ve birtakım büyük kasabalarda eski iktisadi menfaatler yıkılmışsa da yenileri vücut bulma­ mıştır. Bulanlar da, Türkten gayrı herkesin işine yaramıştır."

1 923 'te Ankara'da kalarak Cumhuriyeti " ateşle, demirle ve kanla " kuran kadronun, 1 930'larda çekinmeden ortaya koyduğu bu hesaplaşma, 1 940'lı yılları yaşarken, yeniden ve bam­ aşka koşullarda Türkiye'nin gündemini oluşturacaktır.

ONBİRİ NCİ BÖLÜM "Üreten Köylü Milletin Efendisidir!"

KÖYLÜ MÜ, ÇİFTÇİ Mİ? azi Mustafa Kemal'in 1 922'de söylediği bu "efendi"li söz zamanla kalıcılık kazandı. Bir "özdeyiş" oldu. Herkes bunu kolayca, hatta olur olmaz yerlerde söylemeye başladı. Bazıla­ rı, bunu Mustafa Kemal'in köylüye hoş görünmek için söyleyiverdiğini düşündüler. İleride, çok partili yıllarda, birçokları, bir köylü dalkavukluğuna oturan siyaset çizgilerinde bu sözü sık sık kullanır oldular. Özdeyiş, zamanla asıl hareket noktasından uzaklaştı. Dikkatle bakılırsa, 1 922'deki hareket noktası kolayca görünür. Berraktır. Sözün vurgusu müstahsil (üreten) köylü üzerindedir. Üreten köylü "çiftçi" demektir. Evet, Türkiye bir köylüler ül­ kesidir. Ama, çiftçiler ülkesi olamamıştır. Köylü, başka bir olanaktan yoksunluğu nedeniyle yaşa­ mını en basit düzeyde, en basit tarımla sürdürür. Basitte kalmayı kader gibi izler. Bu nedenle ya ve­ rimsizdir ya da çok düşük bir verim düzeyini aşamaz. Kabuğunu kıramayan çabası, başka bir şeye benzemediği için tarım olarak nitelense bile, ekonomik ve toplumsal sonuçlarıyla anlamsızdır. Cumhuriyet rejiminin kurulduğu anda en önemli hedefi köylüyü çiftçi yapabilmektir. Üre­ timi meslek edinebilen, ne ürettiğini bilen, daha iyisini nasıl üreteceğini düşünebilen, yaşamını ar­ tık buna göre yönlendiren ve böylece bir değişim içine giren insan tipi Cumhuriyet rejiminin özle­ midir. Köylüler ülkesinde büyük özlem çiftçi tipidir. Bilinçli tarım üreticisidir. Ekonominin loko­ motifi tarım olacaktır. 1 930'da, Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey bir tablo çizmiştir:

G

"Cumhuriyet teessüs ettiği (kurulduğu) zaman her nevi kuvvetimizin menbaını (kaynağını) teşkil eden (oluşturan) köyleri ve köylüleri bitkin bir halde bulduk. Bir taraftan aşar ve mültezim (köylüden alınan aşar vergisi ve iltizam yoluyla vergiyi almak üzere köylüye yüklenen görevli), diğer taraftan as­ kerlik mükellefiyeti (yükümlülüğü) devletimizin hayat menbalarını kurutacak bir hale getirmişti.

452

ikinci kısım: türkiye

İktisadi noktadan bakılınca, Türkiye'yi (a) ham mevat (madde) istihsal ve ihraç eden (üretip dı­ şarı satan) (b) mamul mevat ithal eyleyen bir ülke olarak görürüz. Türkiye'nin iktisadi hüviyeti (kimliği) ziraatçiliktir. İstihsal ve ihraç edilen mevat da bilhassa zirai ve hayvani ham maddelerdir. Nüfusumuzun üçte ikisi çiftçi ve ihracatımızın yüzde 75'i mevadd-ı ziraiye (tarım ürünü) olunca memleketin ana damarının ne olduğu meydana çıkar."

Çiftçilik yolunda ilk engel, köylerin ve köylülerin bitkinliğidir. Bunu aşacak bir tarım poli­ tikası bütün politikalardan önceliklidir. Bu, yönetimin her fırsatta yinelediği çizgidir. İlk cumhu­ riyet hükümetinin İktisat Vekili Hasan Bey (Saka) 1 924 Mart'ında, bütçe görüşmelerinde (yani, iktisat politikasının o günkü ana zemininde) açık seçik söyler: "Bizim memleketimizin terakki etmesi (ilerlemesi) için, evvela ziraatin terakki ve tekamül etmesi zaruridir (önce tarımın ilerlemesi ve gelişmesi zorunludur). Hiçbir memleket ziraatini terakki ettir­ meksizin sınai bir memleket olmak şerefine varmış değildir. Ticaret ve sanayi daha güç ve ziraatin tekemmülünden sonra geçilecek, vücut bulabilecek sahadır .. Hiçbir memleket bilmiyorum ki, ev­ vela ticaretini veyahut sanayiini terakki ettirmiş, ondan sonra da ziraatini tekemmül ettirmiş ol­ sun ... Ziraatimiz lazımgelen inkişafını göstermedikçe memlekette sanayiin inkişafını (gereken geliş­ mesini) beklemek doğru değildir."

Kabul kesindir. Tarıma yönelmekten başkası gerçekçi değildir. Tarım tek ana çizgidir. Toplumun nüfus yapısı ve özellikleri de bunu emretmektedir. Büyük köylü kütlesi -onlar küçük üreticiler, ortakçılar, marabalar ve topraksız köylülerdir- yıllarca savaşa gitmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin uzun yıkılış dönemi birbirine eklenen savaşlar zinciri olmuştur. Son köylü kuşağının babaları ve dedeleri de cepheden cepheye gitmiştir. Köylünün belleği ve yaşamı savaşa çağırıl­ mak, arada sırada toprağı ekme fırsatı bulmakla şekillenmiştir. Şimdi, Cumhuriyet rejimi ilk kez bu bitkin köylülere "Toprağı ekin, sizi bir daha savaşa göndermeyeceğim ! " diyecektir. " Yurtta sulh, cihanda sulh" özdeyişinden, bir devlet politikası dışında yorum aranırsa, ilk ve gerçekçi an­ lam budur: Köylüyü cepheden cepheye gitme düşüncesinden uzak, toprakta, üretimde tutabil­ mektedir. O halde, nasıl bir tarım politikası? Cumhuriyetin ilk hükümetleri bunu mümkün olan her koldan girişimle diye düşünmüşlerdir. Mümkün olanlar sınırsız değildir, sınırlıdır. Görünen ve görülemeyen engeller vardır. Engellerin özelliği, bu köylü ekonomisinin yapı özellikleridir. Yapı pre-kapitalist ilişkiler ve kurumlaşmaların ağırlığını taşımaktadır. Cumhuriyetin ilk hükümeti bunlardan mümkün olanlara hemen el atmak ister. Henüz iki ayını doldurmadan, Köy Kanunu'nu hazırlar. Kanun, köyleri ülkenin karar ve yönetim dokusunun hücreleri kabul eder. Bu çağdaş bir dokudur ve bunun içinde köylünün tarımsal ve tarımsal olmayan birçok işi olacaktır. Köylü, bun­ ları yapabilir, becerebilir ve kurulacak çalışma düzeni içinde bir uyum yaratılabilir. Köy, "şahsi­ yet-i maneviye sahibi" , "bir ölçüde kendine yeterli" ekonomik ve yönetsel birim haline gelebilir. Düşünce budur. Köy kanunu görüşmeleri, öngörülen uyumun, bir yandan köyün geleneklerinin mümkün olduğunca "çağdaş" bir karar ve yönetim biçimiyle bağdaştırılabilir sayıldığını, bir yan-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

453

dan da tarım politikasının bu zemin üzerinde kurulacağını yansıtır. Bu pre-kapitalist ilişkilerin tasfiyesine kırıp dökmeden, gerçekçiliği öne çıkararak girişen, ama ihtiyatlı bir giriştir. İkinci hamle Aşar'ın kaldırılmasıdır. Aşar vergisi köylülüğü pre-kapitalist denetim dünya­ sında tutan kökleşmiş kurumdur. Devlet gelirlerinin aşağı yukarı dörtte birini oluşturduğu ve ver­ giyi köylüden tahsil eden görevliler üzerinden düşük maliyetli, ama garantili bir denetim sağladı­ ğı için, Osmanlı Devleti'nde merkezi yönetimin vazgeçemediği, güçlü, istikrarlı bir araçtır. Cum­ huriyet yönetimi, ayağının tozuyla, 1 925 yılı başında bu yükü köylünün üzerinden alacaktır: Hem köylüye onun üretici olmasını istediğini ciddi bir teşvik vererek göstermek için, hem de onu Köy Kanunu ile göreve çağırmak için. Bir çiftçiler ekonomisine giden yol tarımda destekler yaratmakla, bunları kurumlaştırmak ve sağlamlaştırmakla aşılacaktır. Eskiden varolanları geliştirmek, akla gelen ve mümkün olanlara girişmek Cumhuriyetin ilk hükümetleriyle başlar. Tarım politikasının sahibi Ziraat Vekaleti'dir (Tarım Bakanlığı). Vekalet, 1 924'te, daha önce başka vekaletlerin çatısı altında küçük ve etkisi sı­ nırlı parçaları toparlanarak kurulur. Ondan çok şey ve her şeyi yapabilmesi beklenir. Destek deyince, Ziraat Bankası'nın kilit kurum olacağı düşünülür. İlk akla gelen, kredi ka­ nalını harekete geçirmektir. Banka, köylülüğün bünyesini oluşturan iki farklı kategoriye de el uza­ tabilmelidir. Birisi, büyük kütledir, yani savaşa gidenler. Bunlar ekonomik destekten yoksundur­ lar. O günün deyişiyle "muhtacin-i zürra", yani "muhtaç üretici" dirler. Ziraat Bankası için özel ödenek ayrılacak, Banka bununla (Düyun-u Umumiye elindeki stoka el konularak) muhtaç üreti­ ciye tohumluk dağıtacaktır. Ayrıca, bu üreticiye kredi açacak, borç senetlerinde işlem kolaylığı getirecektir. Bunlar bitkin haldeki köyler ve köylüler için ilk önlemlerdir. Köylülüğün, büyük kitle dışındaki kategorisi, zengin ve hali vakti yerinde olanlardır. Bun­ lar "büyük" ve "ortadan büyük" çiftçilerdir. Ziraat Bankası eskiden beri onları kredilendirir. On­ ların teminatı banka için sağlam'dır. Yeni dönemde Ziraat Bankası'nın ilk projesi tarıma şirket kurarak yönelmektir. Kurulacak zirai şirketlere Bankanın yüzde 20 ortaklık payı ile katılması dü­ şünülür. Bu, mevcut sermaye birikimini tarıma yönlendirme girişimidir. Pamukta, üzümde, incir­ de ve çeşitli ürünler bazında Bankanın ilk sermayeyi koyarak tarımda şirketleşme yolunu açması ve politikayı yönlendirmesi tasarlanmıştır. Tarımda şirketleşmenin berrak bir politika çizgisine kavuşması zordur. Zorluk, aslında iki farklı çizgi olan şirketleşme ile kooperatifleşmenin adeta aynı projeymiş gibi içiçe doğmasından­ dır. Kooperatif, ilk hükümetin ilk projelerindendir. İlk adı İtibar-ı Zirai Cemiyetleri, yani Tarım Kredisi Topluluklarıdır. Ziraat Vekili Zekai Bey bu tasarıdan İtibar-ı Zirai Cemiyetleri yahut Şir­ ketleri Kanunu diye söz eder. Sonra başlık değişir: İtibar-ı Zirai Birliği olur. Birlik sözcüğünde de belirsizlik vardır. Önemli politika aşamalarında belirsizlik kabul edilemez. Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı Cemal Hüsnü Bey (Taray), projenin sözcüsüdür. Bunu açıklar: "Birlik kelimesi doğrudan doğruya 'kooperatif' demektir. Fakat bu birçok kooperatiflerden ayrı­ dır ... Burada esas 'sermaye değil', eşhasın (kişilerin) birbirlerine kefalet-i müteselsile ile ('zincirleme

454 ikinci kısım: türkiye kefil' olarak) itibar-ı zirailerini (tarımsal 'kredi değerlerini') tesbit etmektir. Bu itibar-ı zirailer üze­ rinedir ki bir 'şirket' müessestir (kuruludur). "

Tasarlanan ş u olmuştur: Adı "Birlik" olan v e kooperatifi çağrıştıran bir tür şirket kurula­ caktır. Buna taşınır ve taşınmaz değer sahipleri kolayca üye olurlar. Bu değerlere sahip olmayan­ lar da kefaletle Ziraat Bankası'ndan alacakları parayı koyarak üye olabilirler. Birliğin ya da şir­ ketin nerelerde kurulacağına Ziraat Bankası karar verecektir. Birlik (şirket) vereceği kredi tutarı­ nı üyenin saptanmış olan kredi değerliliğine göre ayarlayacaktır. Eğer zengin çiftçiler, Birliğe üye olmamışlarsa "o bölgede" Ziraat Bankası kredisinden yararlanamayacaklardır. Proje zengin çift­ çi ile büyük kitleyi aynı çatıya yönlendirmek ister. Ancak, zengin ve hali vakti yerinde çiftçiler böyle ortaklaşa bir çatı altına girmekten hoş­ lanmazlar. Bunu yine en berrak biçimde " büyük çiftçi" Emin Bey (Sazak) dile getirir: "Küçük zürraa (üreticiye) yardım etmek lazım gelirse doğrudan doğruya hükümetin yardım etme­ si lazımdır. Tehlikeyi göze almak lazımdır. Memlekette miktarı pek az olan 'çalışkan sınıfı' böyle körletmek için kanun yapılmaz Beyefendi! Bu memlekette senin dediğin gibi zengin yoktur. Onse­ kiz saat çalışan adamlardır senin zengin dediğin adamlar. Servet, sarf-ı mesaiye mütevakkıf (emek harcayarak sağlanıyor) iken, bu mesaiyi (çalışmayı) durdurmamak için çare aramalıdır. "

Zengin ya da büyük çiftçinin ya da Emin Bey'in deyişiyle çalışkan sınıfın kredi desteği ko­ nusunda çizgisi belirlidir: "Kredi başka, yardım başka"dır. Kredi onundur, küçük üreticiye veri­ lebilecek olan ise (bütçeden) hükümet yardımıdır. Büyük çiftçinin tarım politikasından ne anladı­ ğı, neyi, nasıl tanımladığı, neyi kabul edip, neyi etmeyeceği berraktır. Çizgisini çekmiştir. Hiç zig­ zag yapmaz ve ödün vermez. Bu, Cumhuriyet hükümetinin tarıma büyük öncelik veren ve arayış­ larla kurmaya çalıştığı politika önünde kah bir set, kah yüksek bir duvar olacaktır. Emin Bey'in dile getirdiklerinde bir gerçek de vardır: Büyük çiftçi sürekli bir zenginleşme yaşamamıştır. Onun zenginleşme şansı özel dönemlere bağlı olmuştur. Uzun süren savaş yılları hem özel kıtlıklarıyla, hem de yüksek ve istisnai fiyat artışlarıyla savaş zenginleri yaratmıştır. O zaman kıtlıklar ve fiyat artışlarının sürekliliği büyük çiftçi ile tüccara bir ortak çizgide buluşma, tarihi bir ortaklık kurma şansı vermiş, ikisini de zenginleştirmiştir. Ancak, savaş sonrası koşulla­ rında çiftçi normal dünyasına dönmüştür. Tüccara gönül bağı sürse de, artık savaş döneminin özel ve olağanüstü karları yoktur. Çiftçi, büyük de olsa çalışmak zorundadır. Gerçi, savaşta baş­ layan sürekli zenginleşme beklentisi sönmez. Ama, tarım, normal koşullarda karınca kararınca sürdürülen büyüme temposu içinde demektir. Bundan öteye gidemeyen bir köylü ekonomisinde bir sürekli zenginleşme kaynağı olamaz. " Köylülerimiz zengin olamamıştır. Ziraat ilerleyememiştir. Köylü zengin olmazsa, ziraat ilerleye­ mezse, o memlekette başka türlü ümran tasavvur etmek (bir gelişme düşünmek) mümkün müdür? Ümrana vasıl olmak (erişmek) için bir derecede köylüyü zengin etmek lazım gelir. Arazimiz mün­ bittir (verimlidir). O halde sebebi nedir ki, köylü tohumluğunu temin edemeyecek bir hayat-ı zira­ iye (duragan tarımsal yaşam) takip ediyor?"

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

45 5

"Aşar usulü mülgadır" (kaldırılmıştır) diye başlayan yasanın görüşülmesinde, 1 925'in Şu­ bat'ında, kısa süren Başvekilliği sırasında Fethi Bey'in (Okyar) bu sözleri, çözülememiş bir bilme­ cenin yanıtını havada yakalayabilmeye çalışan bir elin hamle yapmasını andırıyor. Şuna inanıl­ maktadır: Tarım zenginleşmenin, yani, gelişmenin kaynağı olabilir; eğer geliştirilebilirse. Yumur­ ta tavuktan çıkmalıdır! Tarımı geliştirebilmek için, 1 924'ten başlayarak mümkün olan girişimler özellikle iki alan­ da dikkat çekicidir. Biri, makinalaşma hevesi ve arzusudur. Öteki tarımda eğitimi ve araştırmayı yaygınlaştırıp, kurumlaştırma isteğidir. "MAKİNALAŞMAK İSTİYORUM" Karasabandan makinalı tarıma geçişin ilk çabası 1 9 . yüzyıl sonlarında başlar. Simgesi pulluk ol­ muştur. Bunu önce gayrımüslümler çiftliklerinde kullanırlar. Sonra yavaş yavaş kıyı ve ovalarda­ ki tarım bölgelerine yayılmıştır. 1 9 14'te pulluk sayısı yirmibine yaklaşır. Traktörün tarımda gö­ rünmesi de o tarihlerdedir. Ama, zenginleşmemiş tarımda traktör, henüz nadide süs eşyası gibidir. Ancak, savaş yılları tarım ürünleri üzerinde "büyük ve sürekli talep" yaratınca, toprağın verimi­ ni artırmak "Allah'ın emri" haline gelir. Savaş sanki tarımın ve tarımda makinalaşmanın büyük şansı, daha doğrusu Tanrısı olmuştur! Gitgide daha çok ürün talebi, daha yüksek verim, daha yüksek fiyat, daha yüksek kazanç zincirinin bir ucu traktör ve tarım araç gereci imal eden ve ithal eden yabancı şirketlere bağlanmıştır. Tarımda büyük çiftçinin ve tüccarın bu ortaklaşa zenginleş­ me dönemi savaşın sona erişiyle kapanmaz. Dünya tarım fiyatlarının 1 9 14-15 ile başlayan yükse­ lişi tarımda zenginleşme düşüncesini filizlendirmiş, savaş sonrasına ve Cumhuriyetin ilk yıllarına da taşımıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük çiftlikler traktör alımını sürdürürler. Ziraat Ban­ kası da doğrudan traktör satın alarak çiftçilere dağıtmaya başlar. Beklentiler henüz büyüktür. Ve­ rilen teşviklerle çoğalan traktör sayısı 1 920'lerin sonunda ikibini aşacaktır. Aynı tarihlerde pulluk sayısı da ikiyüzbini geçer. Bunlar Nazım Hikmet'in; "Mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım karnıma bir turbin oturtup kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!"

dediği yıllardır. Cumhuriyet yönetimi tarımda makinalaşmaya ithalatçı gözüyle bakmaz. " Köylülerin bitkinliği"ni aşan bir tarım politikası için makinalaşma düzeyinde de mümkün olduğunca üretici olmak zorunludur. Traktör imalatı büyük iştir. Ama, pullukta durum farklıdır. Mustafa Şeref Bey, 1 9 3 1'de, tarım işlerinin yine İktisat Vekaletinin çatısı altında olduğu sıralarda bunu söyler: "Pulluk yirmi seneden beri birçok teşviklerle himaye edilmiştir (korunmuştur). Fakat, hiçbir zaman pulluğun karasaban yerine ikamesi (kullanılması) ciheti düşünülmemiştir. Bizim maksadımız yalnız

456 ikinci

kısım: türkiye

imalathaneleri tesis değil, bilhassa bir an evvel köylülerimizin teamülüne (iş alışkanlığına) pulluğu ithal etmektir. Pulluğun hem hariçten gelerek ve hem de dahilde imal edilerek köylünün eline geçe­ bilmesi hususunu temin etmek lazımdır. Tabii, memleketimizde köylünün ihtiyacına kafi gelebilecek miktarda pulluk imali mümkün ol­ duğu dakikada, birinci işimiz elbette hariçten gelen pulluklar üzerine gümrük resmi vazetmek (koy­ mak) olacaktır. Fakat, bugünkü vaziyete göre, bu yola girersek köylülerin bir an evvel karasaban­ dan pulluğa geçmesini tehir etmiş (ertelemiş) oluruz."

1 920'lerin ikinci yarısında, daha öncekine göre hızlı bir makinalaşma yaşanmış, ama o yıl­ ların sonunda düşmeye başlayan ve gitgide düşen tarım fiyatları çiftçinin makinalaşma yolunda cesaretini kırmıştır. Çünkü, zenginleşmenin (tüccarla birlikte) savaşın olağanüstü koşullarının bir tarihi ikramı olduğu kavranmaya başlamıştır. 1 930 başlarında, ana sorun yine eski noktasına gel­ miştir: "Karasabandan pulluğa geçebilmek! " " UZMANLARIMIZ AZDIR" Tarım, büyük ölçüde geleneklerin hüküm sürdüğü bir dünya üzerine oturmuştur. Zengin ve hali vakti yerinde çiftçiler arasında makinalı tarımın yayılmaya başlaması üretimin üzerindeki kabuğu koparmaya yetmez. Yeni bilgi ve uzmanlık kıttır. Bu kıtlığın yerini bolluk alabilirse, tarım dünyası yeni po­ litikaya kavuşabilir. Cumhuriyet yönetiminin eğitim ve araştırma özlemi büyüktür. Tarımda eğitimin öne­ mi Osmanlı Devleti'nin anlaşılmaya başlanmıştır. En yakın izlediğimiz ve öğrendiğimiz ülke Almanya'dır. Almanya'nın tarım okulları ilham kaynağıdır. 1 890'dan sonra başlayan ve dünya savaşı yıllarına ka­ dar süren bir ilk atılım dönemi yaşanır. Yüksek düzey­ de uzman yetiştiren okulların (en önemlisi Halkalı Zi­ raat ve Baytar Mekteb-i Alisi) yanında, orta düzeyde pratik çiftlik bilgisi veren okullar ve bunları da ta­ mamlayacak biçimde, doğruca tarım üreticisine yöne­ len ziraat mektepleri, tarımda bir sistem çerçevesi gibi düşünülür. Bu yaklaşımı Cumhuriyet yönetimi benim­ seyerek ve yaygınlaştırmaya çalışarak sürdürür. 1 920'li yıllar, eğitimi, kapsamlı bir tarım politikasının önemli ayağı sayan ve ciddiye alan çabalarla doludur. Gelişme hamleleri ile birlikte her alanda uzmanlaşmaya önem verilmeye başlayan 193o'lu yılların sonunda Ankara'da Gazi Enstitüsü'nde kurulan bir botanik laboratuvarı.

"Memleketimizin 'bir ziraat memleketi' olduğu göz önüne alı­ nırsa, bizim başlıca kuvvet ve servet mesnedimizin (dayanağı­ mızın) toprak olduğu tezahür eder (görünür). Cesaretle söyle­ meliyiz ki, memleketimizin zirai sahada müstait olduğu inkişa-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

457

fı temin edecek (tarımdaki potansiyelinin gelişmesini sağlayacak) ilmi ve ameli iktidarda sahib-i selahiyet mütehassıslarımız (bilimsel ve uygulamacı yetkili uzmanlarımız) azdır."

Gazi Mustafa Kemal, 1 926 Kasım'ında Meclis'i açış konuşmasında tarıma ve tarımda tek­ nik bilginin önemine vurgu yaparken, bunun politikanın bir ayağı olacağını söylemiş oluyor. Ve ekliyor: "Zirai teşkilatımızı, ziraat mekteplerimizi, zirai faaliyetlerimizi 'fenni' usuller dahilinde (bilimsel yöntemlerle) esasından tanzim edecek tedbirleri, hakiki erbabı delaletiyle ittihazda tereddüde ma­ hal olmadığı kanaatındayım (kökten düzenleyecek önlemlerin işin gerçek uzmanlarınca alınmasın­ da duraksamaya yer olmadığı kanısındayım)."

Mustafa Kemal'in, ilk gününden başlayarak tarıma büyük ilgisi vardır. Bu özel ve amatör­ ce bir ilgi değil, köylüler ülkesinde en ciddi sorunların orada yattığını gözleyerek, çözüm arayışla­ rı üzerinde düşünmenin ürünüdür. Vurguladığı fenni usul tarımda ileri, bilime ve teknolojiye da­ yanan üretim yöntemlerinin kullanılmasıdır. Modernizasyondur. Bunun için 1 925 'ten başlayarak giriştiği proje örnek çiftlikler (Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği gibi) kurmaktır. Çiftçinin reh­ berliğe gereksinim duyduğunu düşünür. Rehberliğin, köylünün çiftçileşebilmesine yardımcı olaca­ ğı umudunu besler. Örnek çiftliklerin, 1 930'da yeniden kurulacak olan Ankara Yüksek Ziraat Mektebi (bugünkü Ziraat Fakültesi) öğrencileri ve mezunlarıyla gitgide genişleyen ve rehberliğin çapını büyüten bir kadroyla içiçe, tarıma yeni yaklaşımlar getireceğini, çeşitlenmeyi ve verimi ar­ tıracağını tasarlar. Fenni usulün bir kolu araştırma, deneme, tohum ıslahı ve üretilmesidir. Bu çalışmalar da 1 925'ten sonra hızlanır. Ama, o yıllar başlangıç dönemidir. Bir bakıma Osmanlı Devleti'nin son döneminde tarım alanındaki çabaların aşıldığı, yeni atılımların arandığı, başla­ tıldığı dönemdir. Çalışmaların sonuçla­ rı, çiftçi olması istenen köylüye, yani bü­ yük kütleye, henüz erişemez. Oysa, bir ziraat memleketi olarak kabul edilen ül­ kede köylüyü çiftçi yaparak yerinde tut­ mak, onu öncelikle orada üretici yap­ mak önemlidir. Modernizasyonu köylü ile buluşturmak, ona alıştırmak, benim­ setmek gerekir ki, köylü kendi yerinde üretici olabilsin. "Ziraat memleketi"nde aranan model budur. 1 9 1 4'ten sonra dünyada tarım fiyatları gitgide yüksel­ Atatürk'ün 1925'te verdiği talimat üzerine örnek bir çiftlik olarak kurulan Atatürk Orman Çiftliği'ndekl satış mağazası (1940). miştir. Bu yüksek seyir, makinalaşmanın

458 ikinci

kısım: türkiye

yanı sıra, eğitim ve araştırmayı da önemli kılmıştır. Modernizasyon sayesinde kaynakların daha iyi kullanılma şansı doğmuştur. Bir "ziraat memleketi" olma şansı artmıştır. Ancak, 1 930'a doğ­ ru tarımdaki yüksek fiyat konjonktürünün tersine dönmesi, sadece tarım sektöründe yoğunlaşmış bir modernizasyonun etkisinin de sınırlı kalacağını gösterecektir. Köylülüğün, büyük kitle dışındaki kategorisi, yani büyük ve ortadan büyük çiftçiler, bu ge­ lişmeleri kah içinden, kah dışından, kah katılarak, kah uzak durarak izlerler. Bunlar, çoğunlukla, kapitalist olamamış büyük çiftliklerin sahipleridir. Kimi çiftliğinin başından ayrılmaz, kimi de çiftliğine pek uğramaz, işlerini emanet etmiştir. Bu yapıda pre-kapitalist özellikler ağır basar. Or­ takçılık esas yöntemdir. Nüfus artış hızının henüz zayıf olduğu bir köylüler ülkesinde, tarım işçi­ sinin sayısı da görece azdır, toprakta verim çok artamaz. Bu tablo, büyük çiftçinin davranışlarını şekillendirir. Onu modernizasyonu keşfedebilme şansından uzak tutar. Muhafazakarlık kabuğu, yenilikler karşısında onun hemen sığındığı yerdir. Yenilikler olabilir, ama o kendini ve sadece kendini güvencede tutmak ister. Aşar'ın kaldırılması 1 925'te Meclis'te görüşülürken, küçümsenmeyecek sayıda çiftçi mebusun tutumu bunun ilginç örneğidir: Aşarın kaldırılmasıyla dörtte biri eksilen bütçe gelirlerindeki açığı kapayabilmek için getirilen vergilere (başta arazi vergisi olmak üzere) karşı çiftçi mebuslarca sergilenen direnç, ta­ rımda kapitalizmi özlemekten çok pre-kapitalist kalıpların nasıl da savunulduğunu gösterir. Bir ziraat memleketine dönüşebilmek için mümkün olan girişimlerin kaynak kıtlığı ve bilgili insan az­ lığından çok, köylülüğün yapısı ve sınıfsal özellikleriyle sınırlandığı, 1 920'lerin sonlarında belli olmaya başlayacaktır. "KÖYLÜNÜN ELİNE BİR KURUŞ GEÇİYOR" 1 920'lerin köylüler ülkesi Türkiye, esas olarak buğdaycıdır. Tarımın kaderi buğdayda belirlenir. Düşünceler ve kararlar ona göre alınır. Buğdayda kuru tarım yapılır. Sonucu, iklimin sürprizleri belli eder. 1 927-28'in kuraklıklarında da böyle olmuştur. O güne kadar beslenen umutları biraz karartmıştır. Tarım fiyatlarında aynı sıralarda başlayan düşme eğilimi modernizasyonu pahalı kılmaya başlarken, tarım politikasının ilk muhasebesi de yapılmış olmalıdır: Ne götürdü, ne ge­ tirdi? Varılan sonuçlar arasında radikal bir karar vardır: Politikanın sahibi Ziraat Vekaleti, tarım okullarının yeni baştan kurulmasına, bunun için beş yıl süreyle kapatılmasına ve öğretim kadro­ sunun ana merkez Almanya olmak üzere Avrupa'ya gönderilmelerine karar verir. Ayrıca, Veka­ let kendi kapısına da kilit asarak, 1 928'de İktisat Vekaleti'nin çatısı altına girer. Oysa, istatistik­ ler bize 1 920'lerin ikinci yarısında ekilen arazide büyük artış olduğunu, özellikle buğday üretimi­ nin 1 925'ten sonra beş yıl içinde ikibuçuk katına (bir milyon tondan, ikibuçuk milyon tona) çık­ tığını, verimin (hektara kg) üç kat (900 kg.ın üzerine) arttığı söyler (Bu, ileride 1 960 yılında erişi­ lecek buğday veriminin biraz altındadır). Demek ki, yapılan değerlendirmede ileri aşamalı ve yeni bir başlangıçtan hareket etme ar­ zusu egemendir. Başarılı sayılacak bir politika bütünlüğüne varılamadığı, politika araçlarının ve

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

459

kurumlarının istendiği gibi oluşmadığı düşünülmüştür. Ziraat Vekaleti'nin çalışmalarına, adeta bir "pilot proje" gözüyle bakılmıştır. Politikanın özellikle küçük üreticiye dönük yönleri zayıf kal­ mıştır. 1 924'te yürürlüğe giren İtibar-ı Zirai Birlikleri yasasına karşın, birlikler oluşamamıştır. Dünya tarım fiyatlarında büyük düşüş başlamadan önce de, küçük üretici alın terini ancak karşı­ layabilmektedir. Tarım politikasında yeni bir sayfa açma düşüncesi yeni bir açılış töreni gibi ortaya çıkmaz. Küçük üreticiyi korumak ve tarım ürünlerinde oluşan rantları kamuya kazandırmak atılan ilk adımlar olur. 1 929 Mayıs'ında hazırlanan Zirai İtibar (Tarımsal Kredi) ve Alım Kooperatifleri yasa ta­ sarısında özelikle üzerinde durulan nokta küçük üreticinin küçüklüğünden doğan mali destek ek­ sikliği, daha doğrusu yokluğudur: "Zirai istihsalatı (üretimi) için çiftçi herkesten ziyade (daha çok) krediye muhtaçtır. Çiftçi sınıfının büyük bir ekseriyeti (çoğunluğu) muhtaç olduğu kredinin istihsali için kafi (yeter) derecede bir ban­ ka teminatı irae edemeyecek vaziyettedir (sağlayamayacak durumdadır). Bu hal, büyük itibar (kre­ di) müesseseleri nezdinde mazhar-ı itibar (kredi şansına sahip) olamayan çiftçiyi para tedariki ıztı­ rarı (sağlama çaresizliği) karşısında murabahacıların (tefecilerin) kucağına atılmak mecburiyetinde bırakır. Çiftçinin murabahacılığın zulmünden kurtarılması ve mahsulünü müsait (uygun) zamanda de­ ğer fiyatıyla satabilmesi ve sfü (emeği) ve sermayesi mahsulünden hakkıyla istifade ve fennin (bilim­ sel bilginin) ve terakkiyatın icabatına (gereklerine) göre toprağın ıslah ve maliyet fiyatının tenzil ça­ relerini arayan iktisatçılar ve hükümet ricali (kesimi), bu gayeyi ancak zirai itibar (kredi) sahasın­ da vücuda getirilecek mahalli teşekküller (yerel kuruluşlar) ile vusulü (yapılabilir) görmüşlerdir. Çiftçinin iktisadi ve içtimai vaziyetinin çare-i ıslahını (düzeltilme çaresini) bu teşekküllerin ta­ ammüm ve inkişafında (kurulup gelişmesinde) bulan mütemeddin (uygarlaşmış) milletler koopera­ tif nam-ı umumisi altında (genel adı altında) bu teşekküllerin memleketlerinde teessüs ve inkişafı­ na ( kurulma ve gelişmesine) bütün kuvvetleriyle hasr-ı mesai eylemişlerdir. Gayrı mahdut mesuliyet (sınırsız sorumluluk), bilhassa küçük çiftçiye yardım etmek üzere teşek­ kül eden köy kooperatiflerinin mebna-yi aslisidir (asli yapısıdır) ... Köyün zenginleri esasen kafi temi­ nat icrasıyla (güvence vererek) muhtaç oldukları krediyi bankalardan her zaman istihsal edebildikle­ rinden (sağlayabildiklerinden), bu sınıf çiftçinin, fakir köylünün taahhüdatından mütevellit mesuli­ yetlere iştiraki icap eden (üstlendiği yükümlülüklerden doğan sorumluluklara katılmayı gerektiren) bu teşekküle girmek istemeyecekleri tabiidir. Kredi ihtiyacı içinde çırpınan fakir köylüyü insafsızca istismar eden (sömüren) bu zengin zümrenin, çiftçiye kredi temin edecek bir teşekkül ile karşılaşma­ ları, menfaatlerini de ihlal edeceğinden (çıkarlarını da bozacağından) kooperatif teşkiline ön ayak olacakların teşebbüslerine mani olmaya çalışmaları da ayrıca şayan-ı kayıttır (belirtilmelidir)."

Kooperatifçilik, 1 924'ün şirketleşme ile karışan belirsizliğinden sonra 1929-30'da yasal ze­ minine kavuşur. Ancak, iş yavaş yürüyecektir. Üreticiyi kucaklayabilecek bir kooperatifçiliği, bü­ yük toprak sahipleri de sevmez, küçük üreticiye murabaha (tefecilik) yoluyla " ağabeylik" eden tüccar da. Yasa çıktığı sıralarda tarım fiyatlarında başlayan büyük düşüş ortamında kooperatif­ çilik amaçlanan biçimde can kazanamaz:

460 ikinci

kısım: türkiye

O yıllarda, küçük üretici için tek güvence, tarıma devletin el uzatmasıdır. Daha doğrusu, devletin tarımı eline almasıdır. Oysa, devletin mali gücü, bunu yapabilmek için yetersizdir. O yapı içinde, tarımı olabildi­ ğince eline almayı tasarlayamaz, buna girişemez. Ama, bazı sınırlı işlere girmekte de gecikmez. İç ve dış piyasa güvencesi olan bazı ürünlerde kontrolü elde tutmak ister. Üreticilerin örgütlenmesi­ ne yönelemez, fakat bazı ürünlerin tek alıcısı haline gelir. Tek alıcılığın verdiği kontrol olanağını kullanır. Tütünde devlet tekeli kurmak, bunun tipik örneğidir. Tütün öyle bir üründür ki, hem devlet gelirlerini artıracak, hem de küçük üreticinin devletçe desteklenmesini sağlayacaktır. Bu iş, en çok tüccarı rahatsız eder. Rahatsızlık, tütün alımında devlet tekelinin kurulduğu 1 930 Haziran'ında açığa vurulur. "İmtiyazlı (ayrıcalıklı) bir müessesenin (kurumun) zürraın (çiftçinin) ve tüccarın karşısına çıkarak rekabet etmesi doğru mudur, değil midir ve acaba bunun karşısında tüccarın serbest ticaret yapma­ sına imkan var mıdır, yok mudur? Efendiler, yoktur. Ticaret çok açık olmakla beraber gizli nokta­ ları da vardır. Fakat tüccarın bütün esrarı onun elindedir. Binaenaleyh (bundan ötürü), tüccarın karşısına rakip bir müessese halinde çıkacaktır. Tüccara suhulet (kolaylık) göstermek lazımdır. Tütün memleketin başlıca ihracat emtiasıdır (ürünüdür) Bunu işleyen tüccara azami suhulet (olabildiğince kolaylık) göstermek lazımdır. Tüccar kaçakçılık yapmaya tenezzül etmez ve şimdiye kadar da etmemiştir. Bizde eğer bir tüccar sınıfı yoksa -ki vardır ve iftiharla (göğsüm kabararak) söylüyorum ki, tüccar zümresi (topluluğu) var­ dır ve memleketimiz içinde çok nafi (yararlı) bir varlıktır- bunu ibda etmeliyiz (yaratmalıyız)."

Tütün alımında devlet tekeli kurulmasına karşı olan İstanbul Mebusu Hüseyin Bey konuşu­ yor. Hüseyin Bey, devletin küçük üreticiye yönelik bir alıcılık işini sırtlamasına karşıdır. Bunu, bir bakıma tüccarın işinin elinden alınması sayıyor. Yönetimin görüşü başkadır. Tütün tekelinin kurul­ masından önce kaleme alınan İktisat Encümeni Raporu, yönetimin gerekçesini şöyle yansıtıyor: "Tütün ticaretimizin kısm-ı azamı (çoğunluğu) Türkler elinde olmadıkça ve mezkur (söz konusu) ticarethanelerin de Almanya ve Bulgaristan'da olduğu gibi, bizde de bir kartel teşkili ve dolayısıyla çiftçilerin hakim ve insafsız ve her türlü kayıttan azade teşekküller (sınırlamadan uzak kuruluşlar) karşısında bırakılıp ezilmesi ihtimali bulundukça, tütünlerimizin devlet tarafından idare olunan bir inhisara tabi olması elbette tercih olunur. İnhisar idaresince şimdiye kadar hiçbir çiftçinin elinden zorla mal alındığı vaki değil ve bilakis buhranlı senelerde çiftçinin elinde kalem ve hiçbir tüccar ta­ rafından on para verilmeyen tütünlerin yardım maksadıyla satın alındığı pek çok defalar görülmüş­ tür. Tütün ticaretiyle uğraşan tüccarların işine inhisarın hiçbir müdahalesi (karışması) olmadığı gi­ bi, onlarla rekabet meselesi de yoktur."

Fakat, yönetimin gerekçesini yansıtan İktisat Encümeninin görüşünde bütünlük sağlanamaz. Tüccarın sesi orada da duyulur. Encümen raporuna karşı görüş yazanlar olur. Şöyle diyorlar: "Tütün ziraatinin layık olduğu inkişafına (erişebileceği gelişmeye) inhisar mani teşkil etmektedir (tekel engel olmaktadır). Çünkü inhisar zihniyeti (tekel anlayışı), yalnız istihlakte kalmaz, istihsa-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

461

lata da ticarete de kol atar. İnhisar, iş sahasını daraltır, müteşebbislerin (girişimcilerin) teşebbüsle­ rine engel olur. İş hayatına atılmak isteyenlere faaliyet sahası bırakmaz."

Tüccarın karşı oluşu özetle, "tütün üreticisini ayakta tutan biziz; devlet işe karıştığı zaman önce tarıma zarar veriyor. İşe karışma alışkanlığıyla yarın öbür gün her alana yayılacaktır" biçi­ mindedir. Yönetim ise, tüccarın tarıma ve tütün üreticisine destek olduğu kanısında değildir. Farklı görüştedir. Tütün tarımında erişilebilecek gelişmeye tüccarın ayak uyduramadığı, bunu frenledi­ ğini düşünmektedir. Maliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey bunu vurgular: "Bu memlekette noksan olan kabiliyet, ziraat kabiliyeti değildir, İstihsal hususunda eğer tacirleri­ miz müstahsil zürraın (tarım üreticisinin) kabiliyeti ile, onların kudretiyle muvazi (koşut) adım at­ mazlar ise, tabiatiyle fazla istihsal memleket dahilinde (yurtiçinde) kalmak suretiyle fiyatların suku­ tunu intaç ediyor (düşüşüne neden oluyor) ve zürra sınıfında yeni bir yeis (umutsuzluk), yeni bir in­ kisarla (kırıklıkla) kendiliğinden tahdid-i ziraat hasıl oluyor (tarımın sınırlanmasına yol açılıyor). İstatistikler tetkik edilirse görülür ki, istihsal hayli yükseldiği zamanlar, ihraç kabiliyetimiz bir se­ ne evveline nazaran değişmemiş denecek kadar azdır. "

Dünyada tarım fiyatlarının düşüşü, 1 930'da hızlanmaktadır. Saracoğlu, bu düşüşü, tücca­ rın üreticiden yeterince ürün satın almayarak daha da hızlandırdığına işaret etmiş oluyor. Bu, buhran içinde buhran yaratacak bir etkidir. Üretici fiyatlarının, tek alıcı durumunda olan tücca­ rın talep azlığı nedeniyle düşüşüdür. Tüccarın, tarım üreticisinin "kudretiyle muvazi adım" atma­ yışının nedenini Saracoğlu açıklamıyor. Bunu, Gaziantep Mebusu Reşit Bey vurguluyor: "Tüccar istiyor ki, hükümet 50 kuruşa müşteri olmasın ki, kendileri 25 kuruşa alsınlar. Tüccar is­ tiyor ki, hükümet rakip olmasın ve almasın, ben ucuza alayım. Hükümet ne için almasın? Hükü­ metin alması çiftçinin menfaatinedir. Çünkü, tüccara karşı rakiptir. "

O yıllarda, Cumhuriyet yönetiminin elinde küçük üreticiye erişebilecek tek kuruluş Ziraat Bankası' dır. Ama, büyük çaplı bir tarım politikası için pek gücü yoktur. Devlet bankanın desteği­ ne değil, banka devletin desteğine dayanır. Tarımdan çok ticarete dönük çalışır. Cumhuriyet yö­ netiminin köye dönük politikalarına yeni varlık kazandıracak bir ajan haline gelemez. Kaldı ki, tarımı sahiplenecek bir resmi organın kuruluşu da, 1 932'ye kadar gerçekleşemez. O yıl Ziraat Vekaleti kurulur. DÜNYA BUHRANI GELİNCE Dünya 1 930'da beklenmedik biçimde değişmese, belki bu tablo rahatsızlık yaratmayacak ve bir gelişme yolu bulunacaktır. Ama, dünyada tarım fiyatlarının büyük düşüşü ile, buhran Türkiye'yi, yani nüfusumuzun üçte ikisini vurmaya başlar. Bir yandan, büyük çoğunluk olan buğday çiftçisi, öte yandan, ihracat demek olan tütün, fındık, vs.nin üreticisi yara alır. Böylece, hem büyük çiftçi-

462

ikinci kısım: türkiye

nin üretim hevesi kırılır, hem de küçük üreticinin yoksullaşması hızlanır. Köylünün aldığı mallar pahalılaşırken, sattığı ürünlerin fiyatı düşmektedir. Bu alım-satım fiyat farkı, gitgide büyür, buh­ ranın özelliği olur. Buhranda büyük çiftçiler, küçüklerin de sözcülüğünü Üzerlerine alırlar. Büyük toprak sahibi olan İzmir Mebusu Halil Bey (Menteşe) köy, toprak, tarım konularında hep öne geçmiştir. Buhranın yoğunlaştığı 1 933 yılının Mayıs'ında konuşuyor: "Buhran, bu sene memleketimiz için şiddetini daha ziyade arttırmış bulunuyor. 1 932 senesinde pa­ muk, tütün gibi birkaç ihracat eşyamız sükut ettiği (fiyatça düştüğü) halde, bugün zirai mahsulatı­ mız umumen (tüm tarım ürünlerimizin fiyatları) düşmüştür. Üzüm, incir, zeytinyağı, fındık gibi zi­ rai mahsulatımız buhrandan çok müteessir olmuştur (kötü etkilenmiştir). Hayvanlar da o nispette (oranda) fiyat itibariyle düşmüştür. Buhran karşısında zürraın mükellefiyeti (çiftçinin yükümlülü­ ğü) büyük nispette artmıştır Zürra yalnız gümrük rüsumunu vermez, gümrük rüsumuna koyduğu­ muz resimlerle dahilde (yurtiçinde) mümasil (benzeri) eşyanın fark-ı fiyatını (fiyat farkını) da verir. Bu fark-ı fiyat da ayrı bir vergidir. Ben yalnız zürraın vaziyetini (durumunu) söylüyorum Çünkü, memleketin bütün istinatgahı (dayandığı nokta) orasıdır. Bundan maada zürra, gayet ağır bir mu­ vazenesizliğin (dengesizliğin) ıstırabı altındadır. O da şudur: 1 929'dan beri zirai artıklar buhran se­ bebiyle yüzde 50'den fazla düştüğü halde, giyim ve ev eşyası fiyatları düşmediği gibi, takas vs. do­ layısıyla biraz daha artmıştır. Zürra için hususi (özel) tedbirleri almazsak, buna tahammül edeme­ yecek (katlanamayacak) ve ziraatimizin büyük bir kısmı sönecektir. O zaman kuracağımız büyük sanayi de yıkılır; çünkü, nihayet sanayi de kuvvetli bir ziraat ocağına dayanır."

Halil Bey, iki yıl sonra, 1 935'in Mayıs'ında konuşurken de havasında bir değişiklik yoktur: "Ben çiftçiyim. Birkaç gün sonra çantamı alıp çiftliğime giderim. Meclis açılıncaya kadar ağaçlar ve toprak içinde köylülerin arasında yaşarım. Köylünün vaziyeti ciddi olarak ehemmiyete alınacak haldedir. Elindeki toprağını, kolunu, kuvvetini ancak maliyet fiyatına devredecek bir vaziyette dön­ dürmektedir. "

Buhranda çiftçilerin sözcülüğünü üstlenen bir başka İzmir Mebusu Hüsnü Kitapçı da 1 934'te aynı tabloyu çizer: " Birçok köylüler biliyoruz ki, buğdaylarını satmak için piyasa merkezlerine getiriyorlar. Bunu ge­ tirmek için üç kuruş masraf etmişler, eline dört kuruş veriliyor. Bir kuruş kazanmıştır. Vaktiyle 1 6 kuruş olan buğdaydan köylünün eline 1 3 kuruş geçiyordu. Şimdi bir kuruş geçiyor. Köylü, malının para ettiği bir zamanda yaptığı borçları, mallarının para etmediği bir zamanda ödemeye mecbur tutuluyor. Köylünün yegane maişet vasıtası {tek geçim kaynağı) olan hayvanı da gi­ diyor. Bundan başka emvali gayrı menkulesi {taşınmaz malları) da satılmak suretiyle elden çıkıyor ... "

Yönetim, buhran sırasında, bir yanda çiftçi ile tüccarın, öbür yanda sanayicinin bulundu­ ğu blokun arasında kalmış gibidir. Üreticinin yardımına gitmek ister. Fakat, olanakları çok sınır­ lıdır. Köylerin ve köylülerin bitkinliğini giderebilmek için geçmiş yıllarda tarımda benimsenen teş­ vik politikaları, buhran karşısında işlemez. Zengin çiftçinin yüksek tarım fiyatlarından sürdürdü-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

463

193o'larda modem tarım tekniklerinin uygulama alanı bulduğu Atatürk Orman Çiftliği'nde traktör (1938).

ğü ve piyasa bulduğu ortamın rahat koşulları buhranda yok olmuştur. Zor koşullar, zengin çift­ çinin bol üretim yapma ortamı değildir. Küçük üretici ise desteksiz yapamaz, ama bunun bir po­ litikası henüz şekillenmemiştir. Bu politika rahat koşullarda değil, zor günlerde oluşur . . . Bu, bu­ gün destekleme politikası dediğimiz şeydir. Tarımda destekleme politikasının ilk çekirdeği, 1932'de ortaya çıkıyor. 1 932'den, 1 938'e giden yıllarda tarımı desteklemenin çerçevesi çiziliyor. Bunun gövdesi buğdaydır. Buğday fiyatları, buğday çiftçisi ve bu çiftçinin üretimi hem köyde, hem kentte ekonominin temel çivisidir. Tarımı destekleme politikası buna göre düzenlenir. 1 938'de Toprak Mahsulleri Ofisi'ni kuran kanun gerekçesi, destekleme politikasını kurumlaştırı­ yor. 1938 Haziran'ında bütçe encümeninin görüşünü okuyalım: "Cihan {dünya) piyasalarının pek mütehavvil temevvüçlerinden {bir öyle bir böyle değişen dalga­ lanmalarından) müteessir olan {etkilenen) toprak mahsullerimizin ve bilhassa buğdaylarımızın kıy­ metlendirilmesi için 1 932 yılından itibaren iç piyasalarımızda buğday alım satımını tanzim etmek

464 ikinci kısım: türkiye (düzenlemek) üzere Ziraat Bankasına memleketin muhtelif yerlerinde buğday satın almak ve bun­ ları münasip zamanlarda satmak ve muhafaza edecek silolar inşa etmek vazifesi verilmişti Dört se­ neden beri yapılmakta olan bu tecrübenin iyi neticeleri görüldüğünden, davayı daha esaslı şekilde hal (çözmek) ve daha şamil (kapsamlı) bir surette tanzim etmek ve afyon inhisarını (tekelini) da bünyesine almak üzere bir Toprak Mahsulleri Ofisi teşkili kabul edilmiştir."

1 930'lardaki buhranın özelliği, tarım fiyatlarının dünya çapında düşmesi ve bunun yıllar­ ca sürmesidir. İktisat Vekili Celal Bayar 1 934 yılı sonunda çiftçinin eline geçen fiyatların yeniden yükselmeye başladığını söylemektedir: "Türk köylüsü ve müstahsili bir iki istisnasıyla 1 929'dan beri kaybettiği fiyatları ilk olarak bu yıl bulmuş ve yüzü gülmüştür." Yönetimin verdiği yüksek fiyatlar ve yapmak zorunda kaldığı Buğdayı Koruma Kanunu gi­ bi düzenlemeler işin bir yüzüdür. İşin öteki yüzü, özellikle küçük üreticinin, fiyatlar ne olursa ol­ sun sürdürdüğü üretimdir. Küçük üreticinin yapabileceği başka bir şey yoktur. Büyük çiftçi Halil Bey (Menteşe) bu noktayı çok iyi görüyor: "Biz buhranı nispeten hafif geçirdik. Bunun sebebi de çiftçinin yüksek bon şansıdır (talihidir). Çift­ çi düşen kıymetlerini, bana kar getirmiyor, neye devam edeyim demeyerek, bunların miktarını ar­ tırmak suretiyle alacağı mahsulün yekununu (toplamını) artırarak, kısmen ziyanı tazmin (kapat­ ma) yoluna gitmiştir. Bunun içindir ki, kıymetler düştüğü halde ihracat tonajları artmaktadır. Fa­ kat, bu şiddetli bir mücadeledir."

Buhranı aşmak için, fiyatlar ne kadar düşerse düşsün, üretmekten başka yol yoktur. Fiyat düşünce üretimin kısılması, buhranın köylerden kentlere bulaşarak derinleşmesine yol açardı. Üretimi kayıtsız şartsız sürdürecek olan küçük üreticidir. .. Çünkü onun mücadelesi büyük çiftçi gibi kar değil, hayat mücadelesidir. Şiddetli mücadeledir. Kazanmak için değil, hayatta kalmak için, kaybını kapatabilmek için yapılan üretimdir. "Bon şans " , fiyata bakmaksın üreten çiftçilere sahip olmaktır. Halil Bey'in büyük çiftçi gözüyle ortaya koyduğu gibi, buhrandan çıkış, tarım ke­ simindeki faturanın küçük üreticilerce ödenmesiyle gerçekleşir. Ancak, küçük üreticinin takati o kadar yüksek değildir. Yine aynı yıllarda, büyük çiftçile­ re olduğu kadar sanayicilere de yakın olan çevrelerden duyulan " buğday ziraatini devlet üzerine alsın" önerileri, bu yükün ancak devlet desteğiyle kaldırılacağı görüşünü dile getiriyor. Kısacası, buhranın bir özelliği de, yükü paylaşması beklenen bazı çevrelerin buna -ister vergi, ister fiyat yo­ luyla olsun- hiçbir istek duymamalarıdır. BİLİM VE KOMBİNA Cumhuriyetin onuncu yılı her alanda birçok şeyi anlatabilmenin zemini olarak düşünülmüştü. Tarımda anlatılacak ve yeni bir başlangıcı gösterecek olan bilim ve teknolojinin kurumsallaşma­ sıydı. Bunun simgesi, Ankara Yüksek Ziraat Mektebi'nin Yüksek Ziraat Enstitüsü'ne dönüşmesi­ dir. 1 933 Mayıs'ında hazırlanan yasa tasarısının ilk cümlesi Enstitü'nün 29 Ekim' den itibaren bü-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

465

tün fakülteleriyle çalışmaya başlayacağını vurgular. Enstitü aslında bir Tarım Üniversitesi olarak kurulmaktadır. Hem bilimsel inceleme ve araştırma, hem de öğretim ve denemeler yapması öngö­ rülmüştür. 1 933 yılı, Almanya'da Hitler'in iktidara gelişiyle birlikte oradaki bilim dünyasında bü­ yük tedirginlik yaratmıştır. Bunun sonuçlarından biri, Alman bilim adamları ve uzmanlarının ta­ nıyıp bildikleri bir ülke olan Türkiye'ye, özellikle Cumhuriyet yönetimine değer vererek, çalışmak üzere gelmeleridir. Yüksek Ziraat Enstitüsü Rektörlüğü'ne de böylece bir Alman profesör (Falke) atanır. Almanlar, kendi ülkelerinde hiç değilse yüzyıllık bilimsel birikim, deneme, araştırma gele­ neğinden ve bunun ürünlerini elde etme başarısından süzülerek gelen nitelikli kişilerdir. Türki­ ye'de yüksek düzeyde bir tarım bilgisinin oluşmasına, bunun doğru bir modernizasyona yönele­ rek şekillenmesine, yaratıcılık kazanmasına büyük katkıları olur. 1 930'lı yılların tarımda en belirtmeye değer, doğru ve kalıcı çabası budur. Makinalaşma­ nın yavaşladığı, hatta gerilediği, ürün fiyatlarının sanayi fiyatlarının çok gerisinde kaldığı buhran yıllarında tarım dünyasından ciddi bir okullaşma talebi gelmez. Pratik bilgiyi zenginleştirecek bir okullaşma hareketi görülmez. Tarım, apayrı bir sabır işidir. Buhranın sürekliliği ve derinliği bu sabrın ürünü olacak cazibeyi silip götürmüştür. Büyük savaş yıllarının tarımda yüksek fiyatlı kon­ jonktürüne alışmış düşünce yapısı, şimdi inanılmaz gibi gelen düşük fiyatlar ortamında allak bul­ lak olur. Yüksek fiyatların kılavuzluğunda zenginlik dünyası gibi görünen tarım şimdi bir yoksul­ luk dünyasına sürüklenirken, 1 890'lardan başlayarak filizlenen tarım yaklaşımı sınırlarına da­ yanmaktadır. Tarım dünyası yeni düşünceler ve kurumlaşmalar beklemektedir. Ziraat Vekaleti'nin 1 932'de yeniden kurularak çalışmaya başlaması tarım politikasında birkaç yıldır yapılan değerlendirmelerin ilk adımıdır. Yeni bakış ise 1 936'da açıklığa kavuşacak­ tır. Atatürk, bunu Meclis'in açış konuşmasında ayrıntılara girmeden, önemli bir programın öne­ mini vurguluyormuş gibi yapmayan bir üslupla özetler: "Ziraatte kalkınmayı kolay ve çabuk yapmak için şartlar 'çok ilerlemiş ve hazırlanmıştır. Yeni usulde ve yeni makineler kullanmakla, iyi teşkilatla yapılacak yardımlar'ın süratle semere vereceği­ ni görüyoruz. "

Yeni yaklaşımın ayrıntılı bilgisini ve tarım için tasarlananları İnönü verecektir. İki nokta dikkat çekicidir: Biri, o güne kadar tarım için yapılanların artık daha fazla sonuç vermeyeceğidir. Bir sınıra gelinmiştir. İkincisi, tarıma sanayi bakışıyla yaklaşılmaktadır. Yeni talep yaratabilmek için teknik ve sınai desteğin ölçeğini radikal biçimde büyütmek şarttır. Bu yeni bir makinalaşma, cihazlanma ve örgütlenme hamlesiyle olmalıdır. Devletçiliğin sanayi ile özdeşleşerek yarattığı ba­ şarı, tarımda da yaratılabilirse, işte yeni tarım politikası bu olacaktır. Kısacası, hem tarım sektö­ rünün buhran yıllarında yoksullaşma ile sonuçlanan karnesi, hem de devletçiliğin sanayide kısa sürede aldığı mesafe, Cumhuriyet yönetimine bir yeni bakış şansı sunmuştur. 1 935-36'dan başla­ yarak dünya tarım ve hammadde fiyatlarında yeni bir artış yaşanması, yönetimin büyük düşün­ me kapasitesini ve iyimserliğini de desteklemiştir.

466 ikinci kısım: türkiye

İnönü, 1 936'nın son ayında Artırma ve Yerli Malı Haftası'nın gelenekselleşen açılış konuş­ masında, Atatürk'ün yaptığı özeti biraz genişletir ve şunları söyler: "Bu sene bilhassa (özellikle) ziraat için esaslı tedbirler almak yolundayız. Ehemmiyetle (önemle) vardığımız netice odur ki, eğer 'daha fazla mahsul' almak istiyorsak, 'daha radikal' davranmamız lazımdır ... Bugünkü şartlar ve vasıtalar içinde (koşullar ve araçlarla) miktar olarak istihsal edilebi­ lecek maddeler aşağı yukarı istihsal edilmektedir. Köylüye ve çiftçiye daha fazla mahsul kazandır­ mak için 'yeni tedbirler' lazımdır ... Önümüzdeki sene içinde geniş mikyasta (ölçekte) 'su politika­ sı'na başlayacağız. Birtakım büyük sular var ki, yalnız tahribat (yıkım) yapıyorlar... 'Endüstri prog­ ramı gibi' başlıbaşına bir ziraat programının tahakkuk safhalarını her sene tetkik etmek (gerçekleş­ me aşamalarını her yıl incelemek) bizim yeni zevkimiz olacaktır."

Yılın son günlerinde, CHP Kamutayı'nda bu yeni yaklaşımın hazırlanan yasa tasarılarıyla somutlaştığını anlatır: "Bu kanunlar ve bunları takip edecek (izleyecek) diğer kanun, plan ve kredilerle yeni bir iktisadi ve zirai kalkınma devresine gireceğiz. Birkaç senelik tecrübe ve bizzat vaki olan görgü ve tetkiklerimiz (doğruca kendi gözlemlerimiz) göstermiştir ki, 'sanayide hem istihsalat (üretim) hem gelir arttığı halde, ziraatte istihsalat artmamıştır. Yalnız fiyat yüksekliğinden doğan bir gelir artması vardır.' Halbuki, memleket için ziraatin daha da artma devresine girmesi, sanayiin ilerlemesi ve müdafaa (savunma) kuvvetlerinin artması için de en sağlam yol ve başlıca şarttır. Bizim 70 kilo aldığımız bir topraktan Danimarkalı, Hollandalı, 250'ye yakın almaktadır. Şimdiye kadar şimendifer ve sanayi işlerinde olduğu gibi, 1 937'den itibaren ziraatimizi çiftçile­ rimizi kalkındırmak için mühim (önemli) paralar tahsis edeceğiz (ayıracağız). Nasıl kredi ve istihlak kooperatifleri kurulmuş ise, istihsalin tanzim ve teşkili (üretimin düzene sokulması) için de planlı ve iştirakli ( ortakça) bir çalışma devresine girmek lazımdır. Yeni aletlerle harman makineleri, sürme ve sulama tertipleri ile planlı olarak 'zirai kombineler' vücude getirmek istiyoruz ... Bu kombineler(in) ( ... ) her biri bir cüz-Ü tam (entegre kuruluş) şeklinde olacaktır ve ( ... ) münferit ve müşterek (tek tek ve ortaklaşa kullanılacak) alet ve makinelerle mücehhez (donanmış) bulunacaktır. Bu kombinelere Orta Anadolu ve Şark'ta daha çok ihtiyaç vardır. Düşündüğümüz ilk plan 'bin kombine' üzerine tesis olunacak (kurulacak) ve dört senelik bir tecrübenin verdiği neticeye göre temin ve teksir olunacaktır (dört yıllık bir deneyimin sonuçları­ na göre geliştirilecektir ve genişletilecektir) Bu sistemin remzi '(simgesi) yeni usul ve yeni alet' olacaktır."

1 93 7 Şubat ayında Zirai Kombinalar İdaresi yasası çıkar. Görevi tarım makinaları, araç parkı ve mücadele ilaçlarıyla köylülerin çiftçi olmasına destek olmak ve onları modern tarıma alıştırmaktır. Bunu tamamlayan adım, Atatürk'ün 1 937 Haziran'ında Hazineye bağışladığı çift­ liklerin, o yıl sonunda Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu adıyla kuramsallaşmasıdır. Yazdığı ba­ ğış mektubunda, Atatürk, "( ... ) bu müesseselerin (kuruluşların) "ziraat usullerini düzeltme", istihsalatı " ( üretimi) artırma ve köyleri kalkındırma" yolunda, devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsn-ü intihab ve inki-

onbirinci bölüm: "üreten köylü milletin efendisidir!"

467

şafına çok müsait birer amil ve mesnet ( önlemlerin iyi seçilmesine ve gelişmesine çok uygun birer etken ve dayanak) olacaklarına"

inandığını vurgular. Bu vurgu tarım politikası kapsamında önem verdiği üç başlığı yeniden gös­ termektedir: "Tarımda üretim yöntemlerinin geliştirilmesi, üretimin artırılması ve köylerin kal­ kındırılması." İlk ikisi, sonuçlarının ancak uzun dönemde alınabildiği çabalardır. Bunlar köylüyü çiftçi yapma çabasının belki de en önemli aşamalarının yaşandığı ve 1 924-25'ten başlayan biriki­ min sonuçlarının alınmaya başlandığı 1 940'lı yıllarda gerçekleşme yoluna girer. Üretimdeki sıkın­ tılar ve darlıklarla yaşanan dünya savaşı yılları özellikle kombinaların ve çiftliklerin altından ba­ şarıyla kalktığı ağır savaş yılları olacaktır. Daha sonra, 1 950 yılı başında iki kurumun birleşme­ siyle Devlet Üretme Çiftlikleri kurulacaktır. Köy kalkınması ve yönetimi ise çok yönlü ve çetrefil iştir. Tarımın gelişme sınırına eriştiği ve daha ileri gidecek takatinin kalmadığı anlaşılan 1 936 yılında, üretim sorunu ile köyün yöneti­ mi sorununun içiçe olduğu ve her ikisinin de gelip toprak davasına dayandığı berraklaşmıştır. Ka­ bul edilen şudur: Toprak davasına neşter atılmazsa köylüyü çiftçi yapma çabası sonuçsuz kala­ caktır. Cumhuriyet yönetiminin bu görüşü, 1 9 30'larda ısınmaya başlayan kaçınılmaz bir iç he­ saplaşma halinde 1 940'lara uzanacaktır.

ONİKİNCİ BÖLÜM "Toprak İşleyenin"

umhuriyetin ana kadrosu, 1 920'lerde, bir ziraat memleketi olarak tanımladığı Türkiye' de, işin sadece tarım politikasından ibaret olmadığını bilmektedir. Tarım, toprak ve köy bir üç­ lüdür. Omuzunda yeni bir devlet kurma ağırlığını taşıyan yönetim önce bu üçlü ile karşı karşıya­ dır. Ülkenin dertleri de oradadır, taşıdığı potansiyel de. Ziraat memleketinde çözümleri sadece tarım politikası ile aramak, toprak ve köy boyutu­ nun taşıdığı sorunları görmezden gelmek, sınırlı bir başarıyla yetinmek demektir. 1 924'ün Köy Kanunu, köyü çağdaş bir düzenin ana birimi olarak tanımlar. Köyün kendine yeterli bir birim ol­ masını ve merkezle bir amaç ve dil birliği içine girebilmesini, konuşabilmesini ister. Ancak, bu so­ yut bir köydür. Ona biçim veren sınıf ve güç ilişkilerinden ve üretim koşullarından arındırılarak tanımlanmıştır. Bu ilişkiler ve koşullar köyün yekpare bir birim olarak merkezle konuşabilmesi­ ne, kendini anlatabilmesine elverişli değildir. Köyün yasadaki tanımında, orada gücün sahibi olan, Meclis'te de güç gösterisi yapabilen büyük toprak sahibi ya da zengin çiftçi görünmez. Kü­ çük üreticinin (orta ve yoksul köylünün) derdini neden anlatamadığı, üretimde ve söz söylemek­ teki güçsüzlüğü tanımdan okunamaz. Sesinin çıkmadığı anlaşılamaz. Köyün duyulan sesi, büyük toprak sahibinin ve zengin çiftçinindir. Meclis'te de onlar konuşur. Köyün bu değişmez, sessiz dünyasında konuşulmayan şeylerin başında toprak mülkiyeti gelir. Küçük üretici, ortakçı, topraksız ve az topraklı köylü mülkiyet konusunu açıp yüksek sesle konuşamaz. Toprağın kendisini yaşatan yegane varlık olduğunu bilir, ama ona sahip olmayı, onu istemeyi bilmez. Toprak verilirse, onu nasıl işleyip geliştireceğini de tasarlayamaz. Cumhuriyetin ana kadrosu, bu tablonun nasıl bir büyük istikrarsızlığın kökeni olduğunu bilir. Buna nasıl ve ne zaman neşter atılacaktır? 1 920'lerin dünyasında yepyeni bir devlet kurma­ nın dışarıdan gelen zorlukları yanında, içten kaynaklanan ciddi engelleri ve zorunlu dengeleri var-

C

470 ikinci

kısım: türkiye

dır. Tarım, toprak ve köy üçlüsüne üç yönden birden yüklenmek olanaksızdır. Üretim boyutu er­ telenemez. Bu, tarım politikasını ivedi ve öncelikli yapar. Toprak davası ise, işin ve birçok şeyin candamarıdır. Ancak, "Kuruluş"un başlangıcında siyasal dengeler çok hassastır. Toprak davası­ na el atılamaz. Cumhuriyete destek olanlar, siyasal kadrolarda yer alanlar arasında büyük toprak sahipleri, zengin ve hali vakti yerinde çiftçiler az değildir. Başlangıçta, Milli Mücadele'den beri sü­ regelen bir iç içelik vardır. 1 920'lerin sonlarına doğru Cumhuriyet yönetimi bir değerlendirme yapmaya başlamıştır. O yıllarda yaşanan kuraklık ve dünya tarım fiyatlarının düşmesiyle başlayan yeni konjonktür öğ­ reticidir. İnsanlar ve kadrolar bolluk dönemlerinde çok şey öğrenme şansı bulamazlar. Darlık, sı­ kıntı ve kriz dönemleri öğrenme zamanıdır. Kadroların ehliyeti de çoğunlukla bu dönemlerdeki öğrenme kabiliyetiyle ortaya çıkar. Cumhuriyetin ana kadrosu, yeni konjonktürde işin candama­ rını hemen yakalamıştır: Toprak davasını ertelemek üretimi savsaklamak derecesinde sorun yara­ tacaktır. "ESİR GİBİ ÇALIŞAN TÜRK KÖYLÜLERİ" Cumhuriyet yönetiminin toprak davasının çözümü için hareketi ilginç bir noktadan başlayarak gelişir: 1 9 Haziran 1 927 tarihli, 1 097 sayılı yasa. Başlığı, Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakilleri (Bazı Kişilerin Doğu Bölgelerinden Batı İllerine Gönderilmeleri)'dir. Yasa­ nın 1 . maddesi "İdari, askeri ve içtimai (toplumsal) nedenlerle, Doğu'daki sıkıyönetim bölgesin­ den 1 400 kişinin ve seksen isyancının aileleriyle birlikte Batı illerine gönderileceğini" , öteki mad­ deleri de işlemin kısa sürede gerçekleştirileceğini ve bundan böyle Batı'da yerleşeceklerini belirtir. Gönderilenlerin büyük çoğunluğu büyük toprak sahipleridir. Yasanın 9. maddesi bunlara ait top­ rakların Hazine'ye geçeceğini ve değerinin yerinde oluşturulacak bir kurulca saptanacağını, 1 1 . madde ise Batı' da kendilerine verilecek taşınmazların değeri Doğu' da sahip olduklarından düşük­ se, aradaki farkın yine Hazine'ce kendilerine toprak verilerek tamamlanacağını düzenler. Bir mül­ kiyet kaybı olmayacaktır. Birkaç ay sonra, (Kasım'da) yasada değişiklik yapılarak gönderilenlerden bazılarının eski yerlerine dönmeleri uygun görülür. Ancak, Haziran'dan başlayarak Hazine'ye geçen topraklar oradaki topraksız köylüye dağıtılmıştır. Geri dönen büyük toprak sahipleri, bu dağıtılmış toprak­ ları geri almaya girişirler ve köylü yine topraksız kalır. Yönetim bu fiili durumu zorla değil, yeni bir yasayla düzeltmek ister. 2 Haziran 1 929 tarihli, 1505 sayılı yasa bunun için hazırlanmıştır. Fakat, bundan çok da­ ha fazlasını kapsar. Cumhuriyetin toprak dağıtımını nasıl geniş boyutta düşündüğünü ve hareke­ te geçtiğini gösterir. Ama, aranan çözüme bir siyasal hesaplaşma yaratmaksızın erişmek istenir. Ama, 1 505 ile ok yaydan çıkmıştır. Yasanın kısa metni, toprakta o tarihte henüz siyasallaşmamış olan çekişmenin boyutları hakkında fikir verir. Gelişmeleri anlatır. Yasa gerekçesi, 1 097'nin 9. maddesiyle Hazineye geçen arazinin topraksız köylüye, aşiret­ lerdeki köylülere ve göçerlere dağıtıldığını, onların bu toprağı işlediklerini, ancak bunların geri

onikinci bölüm: "toprak işleyenin" 471

dönenlerce ellerinden alındığını, bunun önleneceğini belirtir. Yasanın 2. maddesi, 1 097'de belir­ tilen Doğu bölgesindeki topraklarda hükümetin topraksız olan, aşiret mensubu olan köylüye ve göçerlere gerekli gördüğü kadar toprak dağıtacağını, büyük arazi sahiplerine 500'den 2.000 dö­ nüme kadar toprak bırakılabileceğini söyler. Yasanın 3. maddesi, dağıtmak üzere Hazineye geçe­ cek arazi için nasıl değer saptanacağını gösterir. Vergi bazı ve tapu değerini esas alır. Ve belki de en önemlisi, bu yasanın hem Doğu' da, hem de hükümet gerekli gördüğü takdirde ülkenin her ye­ rinde uygulanacağını kaydeden 4. maddesidir. Kısacası, bu adı konulmamış bir toprak dağıtımı yasasıdır. Toprak dağıtımının ilkelerini ilk kez ve kolay kolay değişmeyecek biçimde ortaya koyar. Daha sonraki yıllarda, özellikle Cum­ huriyet yönetiminin toprak sorunu etrafında ciddi bir siyasal hesaplaşmaya yönelişinin başlangı­ cıdır. Koyduğu ilkeler uzun süre korunur, bazı rötuş ve eklemelerle zaman içinde beslenir. Eldeki belgeler, 1505'in hem Doğu'daki büyük topraklarda, hem de Muğla ve Konya'nın ba­ zı büyük çiftliklerinde kamulaştırma yapıp köylülere toprak dağıtarak uygulandığını gösteriyor. Ancak, Batı'daki büyük toprak sahipleri bu uygulamadan hiç hoşlanmazlar. Şura-yı Devlet'e (Danıştay) giderler. 1 505'in sadece Doğu ile sınırlı olduğu yolunda görüş alırlar. Dire­ nirler. Hükümet de direnir. 1 933 yılı sonlarında, 1 505'in 4. maddesine Meclis'in açıklık getirme­ si için bir Başvekalet tezkeresi hazırlar. Gerekçesinde şöyle yazar: "Şarkta (doğuda) geniş çiftlikler ve bu çiftliklerde serf gibi yaşayan topraksız, fakat toprağa bağlı birçok insan vardır. Ancak, aynı vaziyette çiftliklere ve insanlara Anadolu'nun diğer birçok yerin­ de de tesadüf olunmaktadır (rastlanmaktadır). Şarkta bu insanları bu bağdan kurtarıp toprağa sa­ hip kılmak ne kadar liizımsa, garpta (batıda) da aynı vasıftaki insanları aynı surette kurtarmak ay­ nı derecede ve belki daha şiddetle liizım ve zaruridir (gerekli ve zorunludur)."

Toprak davasının mutfağı, 1097 sayılı yasayla birlikte Dahiliye Vekaleti (İçişleri Bakanlı­ ğı) olmuştur. Zaten o tarihte, 1 927'de, Ziraat Vekaleti tarım politikasındaki yeni yeni sorunların peşinden koşmakta, bir "ziraat memleketi" olabilme arzusuyla büyüyen işlere yetişmeye çalış­ maktadır. Bir süre sonra, 1 928'de de tatile girecektir! Dahiliye Vekili Şükrü Kaya toprak davasını sahiplenmiştir. Görüşleri, bir köylüler ülkesi­ nin gelişme sorunlarına yapısal ağırlıkla baktığını gösterir. 1 933'te, toprak davası artık yönetimin gündemine çıkmamak üzere yerleşirken, sözleri açık seçiktir: "Köylü kendi toprağını çok sever. Bu köylünün asıl vasfı mümeyyizidir (belirgin niteliğidir) Sevme­ diği, sevemeyeceği bir toprak varsa o da kendisinin esir gibi kullanıldığı ve kullandığı başkasının toprağıdır. Bunu hakikaten sevemez ve sevmemekte haklıdır. Onun içindir ki, bizim arzumuz her şeyden evvel çiftçiye toprak vermektir ve bunun da kanunu gelmiştir. .. Arazisini ve tarlasını kendi­ si işletmeyerek oralarda kurun-u vüstada (orta çağda) olduğu gibi, yani, esir gibi çalışan Türk köy­ lülerini ev ve arazi sahibi yapmak, maksadımızdır."

4 72

ikinci kısım: türkiye

Ama, bu niyet toprak sahiplerince hoş karşılanacak bir şey değildir. Dönem ve yaşanan ko­ şullar ne olursa olsun, zaman ne kadar kritik olursa olsun, Eskişehir Mebusu Emin Bey (Sazak) bu tavrı netleştiriyor: "Büyük arazilerin taksimi (paylaşımı) meselesini anlayamadım. Büyük arazinin taksimi için yeni bir karar mı veriliyor, yeni bir kanun mu yapılıyor? Fırkanın (partinin) prensibinde ve BMM pren­ siplerinde böyle bir esas yoktur. Toprak sahibi olmak bu memlekette ayıpmış gibi bir manzara ha­ sıl oluyor. Yavaş yavaş büyük emval (mülk) sahibi olmak, çok para sahibi olmak fena telakki edil­ meye (sayılmaya) başlanırsa bunun sonu nereye varır? "

Emin Bey yalnız değildir. "Batı"dan başka sesler de yükselir. Manisa Mebusu Refik Şevket Bey (İnce) de bu görüştedir: "İşi hiç değilse doğu ile sınırlayalım" diyor: "Bence şark mıntıkası dahilinde muhtaç zürraa tevzi edilecek arazi hakkındaki kanunu esas ittihaz ederek (kabul ederek), umumi bir surette bütün memleketin muhtelif yerlerinde zaruret varmış gi­ bi, memleketin vasatında (ortasında), garbında, şimalinde ve cenubunda aynı kanunu tatbik etme­ ye (uygulamaya) kanunun ruhu müsait (uygun) değildir."

GÖRÜNEN KÖY KILAVUZ İSTİYOR Cumhuriyetin onuncu yılında rejim oturmuştur. Buhran yılları henüz sona ermemiştir. Ancak, yö­ netim yeni yeni deneyimlere girip çıkmıştır. Yaşanan sıkıntılarla yeni şeyler öğrenmiş ve Devletçi­ lik yolunda tercihlerini yaptıktan sonra, kendine güven çizgilerini çekmiştir. Başlamak üzere olan sanayi programı bir çalışma çerçevesi ve iş disiplininin esaslarını getirmiştir. Bütün bunlar Cum­ huriyetin ana kadrosunun tarım, toprak ve köy üçlüsüne bir stratejik görüşle bakmasını sağla­ maktadır. Gündem bu görüşle düzenlenecektir. Darlık, koşullar ve güncel sorunlar bu görüşle şe­ killenen gündemi perdeleyemez. 1 930 yılıyla başlayan, derinleşen ve köydeki yoksullaşmayı keskinleştiren buhran konjonk­ türü stratejik çizgileri berraklaştırır. Buhran kimilerini çok, kimilerini daha az sarsar. Ancak, köy­ deki yoksullaşma böyle algılanamaz. Buradaki sorun köyün kente göre yoksullaşması değil, köy­ lünün mutlak yoksullaşmasıdır. Oradaki yoksulluk, köylünün buhranda sığınacağı en son varlı­ ğın, ekebileceği toprağın yokluğu ile benzersizliği kavranabilen bir şeydir. Köylünün gerileyip ge­ rileyip duvara yapışmasıdır. Bu yapışma noktasında, yani, toprağın yokluğunda somutlaşan şey, mutlak yoksulluktur. Cumhuriyet yönetiminin stratejik bakışını berraklaştıran şeylerden biri, sa­ nayi programının yapıcı katkısını görmesi ve buna inanması ise, öteki de, bununla iç içe, kırsal­ daki yoksullaşma dramını hissetmesi ve buna çare aramasıdır. Burada yatan sorunlar bir tarım politikasının boyutunu aşmaktadır. Karar tektir ve hem toprak, hem köy kararıdır. Atılacak adım, köye toprak dağıtarak gir­ mektir. "Köyde, parti veya devlet emrinde, nasıl isterseniz öyle alınız, kılavuz eksiktir. İçine girilmeyen köy, yerinden oynamaz. Bütün değişiklikleri, yeni şartları, kerpicinin içinden yıllar yılı seyreder,

onikinci bölüm: "toprak işleyenin" 473

durur. Köyün katı görenek ve güvensizlik kabuğunu kırarak, onun harimi (kendi ocağı) içinde yer almamız lazımdır."

1 936'nın başında, resmi organ olan Ulus'ta Falih Rıfkı Atay'ı okurken, Cumhuriyet yöne­ timinin değişik bir adım atmanın eşiğine geldiğini anlamak kolaydır. Netleşen düşünce şudur: Kö­ yü, bir sanayi işi olan devletçiliğin dışında tutmak değil, onun siyasal kontrol alanı içine almak ge­ rekmektedir. Çizgiyi, 1 936 Temmuz'unda yine Atay'ın kaleminden izliyoruz: " Halkçı cumhuriyetin dörtte üç vatandaşı köyde oturmaktadır. Onlar yaşayışları, teknikleri ve ah­ lakları ile garplılaşmadıkça (batılılaşmadıkça), hayalimizin Türkiyesi vücut bulamaz. Maddi, ma­ nevi nerede bir kalkınma davası varsa, terbiyeci veya kılavuz veya müdahaleci muallim (öğretmen), çiftçi, hekim ve belediyeci olarak devlet orada hissolunacaktır. Ankara etrafındaki köyleri dolaşı­ nız: Büyük merkez hiçbirine örnek olmamıştır ve olamaz. Köy mekanizmasının her vidasını oynat­ mak için bir bilen lazımdır. Ekspreste uyandıktan sonra Sincan köyüne bakınız: Şu veya bu mese­ lesini nerede ve nasıl halledersek edelim, ideal Türkiye'nin asıl meselesi oradadır."

Köy ve tarım davası sanayileşme davasından farklı bir seyir izlemektedir. Sanayileşmenin önce stratejisi oluşmuş, sonra gerekli sosyal uzlaşmaları sağlanmış, kadroları hazırlanmış ve yasa­ ları çıkmıştır Bütün bunlardan sonra da, 1 935 CHP programı ile siyasal senedi düzenlenmiştir. Kısa sürede önemli yol alınmıştır. Bu sayede, 1938 yılına gelindiği zaman sanayileşme için harcan­ makta olan çabaları, bir hukuk çerçevesi içinde toplayıp düzenleme noktasına erişilmiştir. Köy ve tarım davasında ise, yol alınamamıştır. "Ekspreste uyandıktan sonra Sincan köyü­ ne bakma"nın çok ötesine gidilememiştir. Köye girmek, köyü kavramak ve her vidasını oynatmak zordur. Her şeyden önce, toprak sahipleri köylü denetimini kendilerinden başkasıyla paylaşmaz tutumlarını değiştirmemişlerdir. Toprak sahipleri siyasal temsil düzeni içinde bir yere sahip olsa­ lar ve bu denetim Cumhuriyet yönetimi için önemli olsa bile. Böylece, çözüm geciktikçe toprak sorununun siyasal niteliği büyüyecektir. 1 936'da Atay'ın kaleminde ortaya konulan berraklığa 1 929'un 1 505 sayılı yasasından sonraki gelişmelerle varılmıştır. 1 933-34'ten sonra toprak ve köy artık tek dava halinde düşünül­ müştür. CHP'nin 1 935 Mayıs'ındaki Kurultayı'nda benimsenen program bir siyasal kabul belge­ si niteliğindedir. Orada neyin, nasıl yapılacağını okuyabiliriz. Genel Sekreter Recep Peker'in Ku­ rultaydaki açıklamaları da yeterince açıktır: "Parti, hükümetinin kendisine önemli iş edindiği, Türk köylüsünü topraklandırmak işine yeni programda yer veriyor. Bunun için hususi istimlak kanunları (özel kamulaştırma yasaları) yapılma­ sını göz önünde tutuyoruz. Tabiidir ki, Teşkilatı Esasiye Kanunu (Anayasa) da icap ederse, diğer kanunlar gibi buna göre değişecektir. "

Demek ki öngörülen şey, topraksız v e a z topraklı köylüye sadece hazine arazisinden yapı­ lacak bir dağıtım değildir. Asıl iş, özel kamulaştırma yasaları düzenleyerek özel mülkteki büyük

47 4 ikinci kısım: türkiye

arazilerden dağıtım yapmaktadır. Yani, toprak rejimini radikal biçimde değiştirmektir. Anayasa engelse, bu yönde gerekli değişiklik yapılacaktır. İşe, toprak dağıtımını, Anayasa düzeyinde ga­ rantiye almakla başlanılacaktır. Köy, tarım ve toprak davasında öteki adımlar bundan sonra ve bununla uyum içinde atılacaktır. Bu üçlü davada belki de en önemli yıl 1 936'dır. 1 936 sonlarına doğru, karardan uygula­ maya giden yol çizilmiştir. Uygulama şablonu oluşmuştur. Toprak dağıtımı ve yeni köy düzeni ile eşleşecek tarım modeli hemen hemen belli olmuştur. Model artık Başvekil Fethi Bey'in (Okyar) 1 924-25'teki, "Çiftçiler zenginleşsin! " dediği çizgiye oturmaz. Bu, bir süre izlenmiş, getirdikleri ve getirmedikleriyle bir sınıra ve köyün azalmayan yoksulluğuna dayanmıştır. Bir bakıma, genç Türkiye Cumhuriyeti de kendi NEP'ini uygulamış ve bunun açmazlarıyla karşı karşıya gelmiştir. Şimdi, açmazları açıkça konuşma zamanıdır. Kırsaldaki mülkiyet ve mülksüzlük tablosu ile ta­ rımda bir sınıra gelinmiştir ve bundan öteye gidilemeyeceği anlaşılmıştır. Tarımda bunun ötesine geçebilmek ve gelişebilmek için kırsalda mülkiyetin sınırları yeniden düzenlenecektir. İsmet Paşa, 1 936 sonunda parti kamutayındaki "Bin kombina" konuşmasında mülkiyet sorununu masaya yatırır: "Bir toprak en çok mahsulünü 'yalnız' bir vaziyette verir: 'O toprağın işleyenin malı olması.' Yur­ dumuzda topraksız çiftçinin sayısı her tasavvurun (düşünülebilenin) üstündedir. 'Hiçbir' vakit, hiç­ bir adamın malını cebren zapt etmek (zorla ele geçirmek) fikrinde değiliz. Fakat, 'hiçbir' surette köylüyü ilelebet (sonsuza dek) topraksız kalmaya mahkum eden 'dar çerçevede' bırakmaya razı ol­ mayız. "

Tarımı geliştirmek istiyorsanız, önce temel koşulu uygulayacaksınız. İnönü bunu söylüyor: "Toprak işleyenin! " Tablo siyah-beyazdır: Bir yanda büyük topraklarından parça alınmasına karşı duranlar, öte yanda düşünülebilen bir sayının üstündeki topraksızlar. Bu, habire toprak sa­ hiplerinin çıkarına işleyen bir aşırılık tablosudur. Tarımın bir dar çerçeveye sıkıştırılmasıdır. Çift­ çiler zenginleştikçe topraksızlar artmakta, fakat tarımda verim artmamaktadır! Büyük topraklılar bu güce nasıl sahip olmuşlardır? Cumhuriyetin ana kadrosu, bildiği şeyleri ortaya döküp toprak sahiplerinin üzerine yürümek istemiyor. Toprağı onlardan zorla almayı da bir başka aşırılık say­ dığını onlara söylüyor. Genç devletin henüz hassas olan dengelerini korumak için, onları dar çer­ çeveden çıkıp reformcu bir çizgide uzlaşmaya davet ediyor. İstediği, sınıfsal güçlerin ileri ve geliş­ meye açık bir üretim düzeni için anlayış göstermesidir. Cumhuriyetin ana kadrosunun bu düşüncede ve kararda birlik içinde olduğu birkaç kade­ mede dile getirilerek açık seçik söylenir. Atatürk'ün siyasal desteğine sahip olduğu bilinen Şükrü Kaya sözcü gibi konuşur. Sözlerinin arasında büyük çiftçileri okşar gibi görünse de, mülkiyet so­ rununu ve toprak dağıtımını açıkça ve ödünsüzce ortaya koyar: "Biz büyük çiftçi taraftarıyız da. Çiftlikleri işletenler sonuna kadar işletsinler ve müsterih olsunlar (içleri rahat olsun). Biz onların en büyük yardımcısı olacağız. Maksadımız işlemeyen toprakları, iş-

onikinci

bölüm:

"toprak işleyenin" 475

leyen kollara vermek ve bu suretle işlemeyen toprakları, işleyen kollara vermek ve bu surette işle­ meyen toprakları mamur (işleyip geliştirilmiş) bir hale koymaktır. Şark halkını topraklandırmak esasını düşünürken, garp halkını topraklandırmamak hatıra gel­ mezdi. Çünkü, (o takdirde, B.K.) memleketi garp ve şark diye ikiye ayırmak lazımdı. Tabiidir ki hü­ kümet ve Meclis, bu tefrikayı (ayırımı) yapamazdı. Bugün memleketin 5 milyon nüfusu başkalarının toprağında çalışmaktadır. Bu suretle toprak­ la uğraşanlar, ancak kara ekmek yiyebilecek haldedirler. Türk köylüsü Türkün efendisidir demek, adeta bir süsten ibaret kalıyor. Bazı vilayetlerin yarısından fazlasında köylü, başkalarının elinde olan topraklarda çalışmaktadır. Bu toprağı nasıl ve ne suretle ele geçirmişler, şimdi tetkik edecek (ele alacak) değiliz. Şimdi demek ki ellerinde tapuları vardır, ona riayet ediyoruz (uyuyoruz). Mem­ leketin içinde başkalarının toprağında çalışan binlerce halk vardır. Bunları topraklandırmak, Tür­ kü bu toprağın efendisi yapmak, bizim en birinci borcumuzdur... Eğer bu köylüyü toprak sahibi yapmayacak olursak, bu sanayi fabrikalarını kim için, hangi pa­ zarlar için kuruyorsunuz? Bizim yaşamamız 13 milyondan ibaret olan köylü tabakasını zengin et­ mekle ve behemehal (ne olursa olsun) kuvvetli yapmakla kabildir ... "

1 936'da, açıklamalar birbirini tamamlar. Toprak dağıtımı yapılacak, köyün toprak sahip­ lerinin korumasındaki kabuğu kırılacaktır. Kararın siyasal boyutu Atatürk'ün, Kasım ayında, İnönü'nün " Bin Kombina" konuşmasından iki ay kadar önceki Meclis'i açan sözleriyle tamam­ lanmıştır. Atatürk, orada, getirilen modelin ülke çapında geliştirileceğini, ülkenin tarım bölgeleri­ ne ayrılarak kapsamlı bir politika uygulanacağını vurgulamıştır: "Toprak kanununun bir neticeye varmasını kurultayın yüksek himmetinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçinebileceği ve çalışabileceği toprağa malik olması lazımdır. Vatanın sağlam teme­ li ve imarı bu esasradır. Bundan fazla olarak, büyük araziyi modern vasıtalarla işletip vatana fazla istihsal temin edilmesini isteriz ... Memleketi ziraat bölgelerine ayırmak icap eder. Her birinde köy­ lülerin gözleriyle görebilecekleri, örnek tutacakları, verimli, modern, pratik ziraat merkezleri ku­ rulmalıdır."

Yapılan değerlendirmelerden sonra, köy, tarım ve toprak davasında artık yeni bir modelle mesafe alınabileceği ve bunun kalkınmada ciddi bir aşama olacağı ortak düşüncedir. Buna verilen önemi Cumhuriyeti ana kadrosuna en yakın kalemlerden Falih Rıfkı Atay, 1 937'in ilk günlerin­ de berrak bir dille anlatır: " Başbakan İsmet İnönü'nün 29 ilkkanun (Aralık) parti toplantındaki program nutku, hiç şüphesiz Cumhuriyet tarihine fasılbaşlarından biri olarak geçecektir. Dava ne kadar büyükse, düsturları o kadar basittir: 1 Halkı topraklandırmak, -

2 Toprağın verimini arttırmak, 3 Su ve orman meselesini halletmek. Türkiye'de köylüyü topraklandırmak demek, eğer bir aileyi 6 nüfus üzerinden hesap edersek, iki buçuk milyona yakın mülkiyet kurmak demektir. Geçen seneler, doğu vilayetlerinin bazı bölge­ lerinde topraksız köylü nispetinin yüzde 77'yi bulduğu yerlere tesadüf edilmiştir. -

-

476

ikinci kısım: türkiye

İlk programda 1 000 kombina tesis ederek, yeni usul ve yeni aletlerle, köyler arasında planlı ve iştirakli bir çalışma yoluna girmek, nutkun en cazibeli noktalarından birini teşkil eder. Mesele hem memleketin ihtiyaçlarına, hem bu asrın toprak istihsal davasına uygun, ikisini birbiri ile an­ laştıran ameli ve ilmi tarzı bulmakta idi. Köy tarlası, sadece köylüyü geçindirir, basit bir maişet vasıtası olmaktan çıkıp, milli kudreti ve geliri arttıran bir istihsal unsuru olmak lazımdı. Köy ne sadece pazar olmakla, ne de hammaddecilikle ileri bir cemiyetin nüvesi olabilir. Çünkü, bu iki şart sömürge köylerinde de vardır. İptidai köylerin pazarlığı haraçgüzarlıktan, hammaddeciliği toprak esirliğinden ileri gidememiştir . . . Kalkınma planı, yeni kanunlar tatbik olunup, bütün köyleri, ya­ ni, nüfusun yüzde 78'ini kapladığı zaman bu rejim memlekette hiçbir dinin kazanmadığı bir itiba­ ra erecektir."

"AGRERLERİN ISTIRABI, BÜYÜK VE MİLLİ ISTIRAPTIR" Strateji 1 93 7'nin hemen başında, Şubat ayında uygulamaya konur: Başbakan İsmet İnönü, Ma­ latya mebusu sıfatıyla ve 153 mebusla birlikte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddelerinin değiştirilmesi için bir kanun teklifi getirir. 1 924'te Anayasa ile tam güvenceye alınmış bulunan toprak mülkiyetinde, şimdi köylüye toprak verebilmek için değişiklik şart olmuştur: "Değiştirilmesi istenen 74. madde şahısların menkul ve gayrimenkul mallarının masuniyetini (taşınır ve taşınmaz mallarının dokunulmazlığını) gösteren esaslı bir kaidenin (kuralın), ne gibi hallerde sahiplerinin rızası aranmayarak alınabileceğini tespit etmektedir . . . Teklif edilen 2. fıkrada çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve eşhasın (kişilerin) tasar­ rufu altında olup devlet tarafından idare olunmak için alı­ nacak arazi ve ormanlar hakkında 'hususi istimlak ka­ nunları (özel kamulaştırma yasaları) yapılabileceği' yazıl­ mıştır. Yurttaşların mülkiyet haklarını masun bulundurmak (dokunulmaz tutmak ) ve bütün kanunların bu hakkı ko­ rumasını sağlamlaştırmak, Türkiye Devletinin önemle ta­ kip ettiği bir esas olmakla beraber, özel bir menfaatin ko­ runması düşüncesiyle halkımızın çoğunluğunu teşkil eden ve genlikleri ulusun ilerlemesi bakımından en lü­ zumlu olan çiftçilerimizin geçmiş devirlerde olduğu gibi hizmetkar durumunda kalması inkılapçı Türkiye'nin ana siyasasına uymayacağından, bu büyük menfaatin elde edilmesi emrinde hususi istimlak kanunları yapılmasının ana kanunumuzda yer tutması lüzumla olduğu düşünül­ müştür. "

Örnek bir tarım merkezi olmasına çok önem verilen Atatürk Orman Çiftliği'nde bir harman makinası (1940).

Toprak rejiminde değişiklik yapmak, böy­ lece 1 937 yılında Cumhuriyet yönetiminin ilkele­ rinden birisi olmuştur. "Toprak işleyenin", artık

onikinci bölüm: "toprak işleyenin" 477

anayasal kabullerden biridir. Değişikliğin sözcülüğünü yine İçişleri Bakanı Şükrü Kaya yapar; yi­ ne açık ve kararlı konuşur: " 1 8 milyon Türkün 15 milyonu çiftçidir. Bu 15 milyonun birçoğu kendi toprağında çalışmaz. Çift­ çiyi toprak sahibi yapmak demek, Türk çiftçisini, yani, Türk ekseriyetini (çoğunluğunu) kendi eko­ nomik mukadderatına (gelecek çizgisine) sahip kılarak bu memleket için hayırlı ve aktif bir eleman yapmak demektir. Bu büyük kitleden eğer büyük bir menfaat bekliyorsak, ötekinin berikinin top­ rağında çalışmaktan kurtarmalı, kendisini kendinin olacak topraklara hakim kılmalıyız. Asırlar­ dan ve asırlardan beri canları ile, kanları ile müdafaa ettikleri topraklardan elinde kalan kısmından olsun, kendisine hür ve efendice yaşayabileceği kadar bir parça vermek hiç kimseye çok görülmez zannederim. Eğer çiftçinin yüksek istihsal kabiliyetinden istifade ederek onu aynı zamanda müstehlik (tüke­ tici) bir vaziyete koymazsak, ekonomide yaptığımız işler dahili (iç) pazar da müşterisiz kalır. Bizde köylünün ocağı tütmezse fabrikanın bacası söner."

1 936-37 yıllarının havası ve ortamı, 1 923-24 yıllarınınkinden oldukça farklıdır. 1 924'te büyük toprak mülkiyetini Anayasa güvencesine alan ve kalkınmayı bu çizgiden giderek erişilecek bir zenginleşme olarak dile getiren düşüncenin izine, 1 937'de Cumhuriyetin yönetim kadrosu içinde rastlanmıyor. 1 924'ten sonra büyük çiftçinin zenginleşmesi sürmüştür. Ama, bu zenginleşme Cumhuri­ yet rejimine bir " umran"; yani kalkınma sağlamış değildir. Cumhuriyetin kalkınması başka yön­ den, sanayiden yürüyerek gerçekleşirken, tarım buna ayak uyduramamıştır. Köyde zenginleşenler Cumhuriyet yönetimin aradığı kalkınma panoramasını kavramamışlar ya da bununla ilgilenme­ mişler, bundan pek heyecan duymamışlardır. Böylece 1 937'de Cumhuriyetin köy ve tarım dava­ sı demek, öncelikle toprağı dağıtmak demek olmuştur. Köyde Cumhuriyetin varlığını toprağa ka­ vuşarak kavrayacak ve bundan heyecan duyacak geniş bir çevre yaratabilmek olmuştur. Toprak işleyeninin anayasal kabul olduğunu Erzurum Mebusu Aziz Akyürek; "Anayasa toprakla ilgilenmeyecekse, başka ne ile ilgilenecektir ki? " diyerek anlatmıştır. "Toprak işi bir Teşkilat-ı Esasiye işi midir, değil midir? Bizim gibi dörtte üçü çiftçi olan bir mem­ lekette toprak, Teşkilat-ı Esasiyenin ana temellerinden birisini teşkil eder. Aynı zamanda, toprak yaşamanın da en mühim temelidir. Ortakçı çiftçiler -ben bunları hakiki çiftçi addetmiyorum (saymıyorum)-. Bugün yüz binlerce, milyonlarca yurttaşımız ameledir ve bir nevi iktisadi esirdir. Onları hakiki hürriyetlerine, iktisadi varlıklarına çıkarmak için partinin ve BMM'nin kararları tamamıyla yerinde olacaktır."

1 937'de, Cumhuriyet yönetimi toprak dağıtmaya kararlıdır. İşin ciddi oluşu, yalnızca bu yönde bir anayasa değişikliği yapılmış olmasında değildir. Yönetimin niyeti, bir kerelik bir dağı­ tım yapıp bununla yetinmek gibi görünmüyor. Toprak dağıtımı sürekli olacaktır. Bunun böyle söylenmesi anlamlıdır. Hem de Atatürk'ün yakın çevresinde yeri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın ağzından:

478 ikinci kısım: türkiye "Bu memleketin agrerlerinin ıstırabı, büyük ve mill'i bir ıstıraptır. Eğer bunu halletmeyeceksek.. memleketimizde topraksız çiftçiyi cumhuriyetin ve inkılabın büyük nimetlerinden mahrum bırak­ mış olacağız. Eğer millet kendi topraklarında ekmeğine hakim olamazsa ve bunu temin edemezsek. yapılan şeylerin manası kalmaz. Vatandaşını aç ve topraksız bırakıp şu veya bu muhayyel (hayal ürünü) idealler peşinde koşmak kendini aldatmak değil midir? 'Toprak, çiftçiye toprak. Bu bir de­ falık iş değildir. Topraksızlık hissedildikçe verilecektir'."

BÜYÜK TOPRAKLILAR: "KÖYÜN DÜZENİYLE OYNAMAYIN! " 1 930'ların köy ve tarım stratejisinde hareket noktası olarak köylülerin topraklandırılması seçil­ miştir; ama bu, konuda büyük toprak sahiplerinin görüşünde ve direncinde bir değişiklik yoktur. Cumhuriyet yönetiminin 1 933-34'ten başlayarak gitgide arttırdığı ve 1 937'de doruğa eriştirdiği momentum, toprak sahiplerinin tavırlarında pek bir şey değiştirmemiştir. Çünkü, toprak ve tarım konusuna büyük toprak sahiplerinin bakışı temelden farklıdır. Bu­ nu kavrayabilmemizi sağlayanların başında Halil Menteşe gelmektedir. Büyük çiftçi olan Mente­ şe; 1935'te şunu dile getiriyor: "Çiftçi kendi sürer, mahsulünü kaldırır, ambarına götürür, hayvanına yükletir, satar. O öteden be­ ri ferdiyetçidir (bireycidir). Çiftçinin bu ferdiyetçi ruhu toplanışın içtimai (toplumsal) ve ahlaki va­ ziyetini kavramaktan biraz uzaktır."

Bu açıdan bakınca tarım öyle bir dünyadır ki, üreticiliğini kimse ile paylaşmayan çiftçi, bi­ reyci bir çerçevenin içinde çalışır ve yaşar. Sanayie ve kentlere özgü bir işbölümü dünyasının öl­ çülerine, ahlak anlayışına ve o tür dayanışmalara hiç gerek duymaz. Çiftçinin hu dünyasını değiş­ tirmeye girişmek hem olanaksızdır, hem de yanlıştır; işin doğasına aykırı olur. 1 93 7'de, toprak davası siyasal platformda doruğa vardığı zaman da Halil Menteşe işin te­ meliyle ilgili görüşlerini dile getirerek "çiftçinin bu dünyasına karışılmaması" gerektiğini söyle­ miştir: "Çiftçi, çift ile meşgul olan halka derler. Çift sürer, kendi arazisi yoktur, başkasının arazisinde or­ tak olarak çalışır ve yaşar. Yahut da az arazisi vardır. Zannetmiyorum ki, bunlardan başka kimse­ leri de ve çiftçi amelesini toprak sahibi yapmak meselesi mevzubahis (söz konusu) olsun. Böyle olursa, o zaman hayvanını, alatı edevatını (araç gerecini), evini, tohumunu ve mütedavil (iş çevire­ cek) sermayesini de vermek lazım gelecektir. Buna hiçbir devletin hazinesi tahammül edemez (da­ yanamaz) ve bu dünyanın hiçbir yerinde böyle halledilmiş (çözülmüş) değildir. Fabrikaya amele la­ zım olduğu gibi, toprağı işlemeye de amele lazımdır. Bilhassa, ameleyi toprağa çivilemek ve onu toprakta tutmak çok zor bir meseledir."

Büyük çiftçi gözüyle, bu dünyada büyük-küçük, topraklı-topraksız arasında fark yoktur. Bu tür farklılıklar bir bakıma bu dünyanın özellikleridir. Toprakta çalışan işçi, yani amele ise farklıdır. O, bu dünyayı döndürebilmek için gereklidir, fakat çiftçi sayılma niteliğine sahip değil­ dir. Özünde bireycilik yatan tarım dünyasının işçisi, tıpkı kapitalist bir sanayi işletmesinin işçisi

onikinci bölüm: "toprak işleyenin"

479

gibi dışarılıklı sayılır. Bu nedenle, tarım dünyasında yapılacak bir toprak dağıtımından amele ya­ rarlanamaz, mülk sahibi olamaz. Çiftçi dünyasının tablosu bu olunca, toprak dağıtımı da önemli bir iş olmaktan çıkar. Aynı şeyleri, bir başka büyük toprak sahibi, Eskişehir Mebusu Emin Sazak da 1 937de ol­ dukça yalın bir biçimde söylemiştir: "Büyük çiftçi, küçük çiftçi diye bir ikilik vücuda getirmeye lüzum yoktur. Toprak kanunu yapıyo­ ruz. Lüzum hasıl olursa çiftçiye toprak vereceğiz, vesaire. Memlekette büyük çiftçi, küçük çiftçi yoktur. Küçük çiftçilerin tam kredisi biter, sonra öküzü ölür, karısı ölür, yahut tohumunu güzün ekmiştir, don vurur. Bu vaziyette koşacağı yer komşularıdır, büyük çiftçilerdir. Onlar küçük çiftçi­ lere ambarını açar, para verir, ne faiz, ne bir şey düşünür."

Böylece, toprak ve tarım alanına büyük çiftçinin gözlükleriyle bakınca, işi bu kadar büyüt­ meye ve siyasal boyutlarıyla ortaya koymaya gerek yoktur Hatta, işi böyle ele almak sakıncalı sa­ yılır. Mülk güvenliğini sarsacak şüpheler yaratabilir. Bu ise, Cumhuriyet rejimi için topraksızlığın, daha doğrusu mülksüzlüğün yaratacağından daha sakıncalıdır. Bunu, Halil Menteşe, 1 937'nin Şubat'ında, Anayasa değişikliği görüşülürken net biçimde söylemiştir: "Ben zannetmiyorum ki, Dahiliye Vekilinin dediği gibi bizde muazzam bir question agraire (toprak davası) olsun, yani, çiftçinin yüzde 80'i başkasının hesabına çalışmış bulunsun. Bu vaziyet çok izam edilmiştir (büyütülmüştür). Kendi arazimden 4000 dönümünü, yani yarısını bugün kendi ortakçı­ larıma devretmiş bulunuyorum. Binaenaleyh ( bundan ötürü), toprak kanununu herkesten evvel tatbik etmiş (uygulamış) bulunuyorum. Bizde, diğer memleketlerde olduğu gibi, hukuku medeniye (medeni hukuk) haricinde (dışında) insanlar yoktur ve öteden beri yoktur. Müslümanlık, 'mülkiye­ ti bir akide-i diniye (dinsel kural) olarak kabul ettiği için, bizde ve bütün Müslüman memleket­ lerinde herkes mülk sahibi olabilir ve alıp satabilir ... Zannediyorum ki, aradan seneler geçince gene bu topraklar başka ellere devrolunacaktır ... Bu mesele, Cumhuriyet Hükümetinin zannederim İzmir'in istirdatından (geri alınışından) sonra ora­ larda kalan metruk (bırakılmış) araziyi muhtaçlara dağıtmasından başlar ... Tasarruf emniyetinin (güvenliğinin) inkişaf etmesi (gelişmesi) çok lazım olan bu memlekette emniyetsizlik ve istikrarsızlık tevlit edecek (doğuracak) vaziyetleri düşünmek ve mezürayı (ölçüyü) da elden bırakmamak lazımdır."

1 930'lı yılların sonuna doğru köy, toprak ve tarım alanında Cumhuriyetin tek partisi için­ deki görüş ayrılıkları netleşmektedir. Büyük toprak sahipleri, yönetimin en üst düzeyinden kay­ naklandığı belli olan siyasal tercihler karşısında bile, tavırlarında en ufak bir oynama göstermez­ ler. Köyün denetimini kendilerinden başkasıyla paylaşmaya yanaşmazlar. Zaman değişmiş de ol­ sa, onların tutumu değişmemiştir. Toprak ve tarım konusunda gözden kaçırmamak gereken bir şey vardır: Cumhuriyeti ku­ ranlar asker kökenlidirler. Fakat, Junker değildirler. Büyük toprak sahipliği ile kapitalist çiftçiliği ve devlet kurma misyonunu yapısında birleştiren Junker modeli ya da benzeri Türkiye'nin yapı-

480 ikinci kısım: türkiye

sında oluşmuş değildir. Kurucu ana kadro "köylüyü çiftçi yapabilecek" politikaların arayışında­ dır. Mülkiyet konusunda tabuları ve önyargıları yoktur. 1 920'lerin politikalarıyla istediklerine erişememişlerdir. Bunu görürler. Zenginleşen, fakat tarımın gelişmesi için atılım yapmayan top­ rak sahiplerinin, zenginleşen, fakat sanayide atılımın istediği ciddi çabayı üstlenmeyen sermaye sahiplerinden pek farkı olmadığı anlaşılmıştır. Ne var ki, toprak sahipleri ve hali vakti yerinde olan çiftçiler CHP'nin saflarında ve Meclis'tedirler. Siyasal kararları tartışırlar, paylaşırlar, karşı çıkarlar. Ancak, aralarında toprak sahipliği ile Junker'lerinki gibi modernizasyona açık kapitalist çiftçiliği bağdaştıranlar ya pek azdır ya da yoktur. Tarımda, en küçüğünden büyüğüne kadar bü­ tün yatırımları devlet yapmıştır. Köylüyü çiftçi yapmak kadar, belki de daha çok, zengin çiftçiye destek olmuştur. Ancak, zengin çiftçi ya da büyük toprak sahibinin, resmen bir ziraat memleketi olarak kabul edilen Türkiye'de tarımsal gelişmenin ajanı olmaya giriştiği söylenemez. Tarımda yatırımcılığı üstlenmez, buna özenmez, modernizasyonu öğrenmez. O tüm çabasını kazandığı mülkiyeti korumaya ve büyütmeye odaklamıştır. Büyük toprak sahiplerinin tutkusu, mülkiyetle­ ri ve buradan kaynaklanan güçleridir. Kırsaldaki düzeni, saflarında siyaset yaptıkları Cumhuriyet rejimi ile paylaşmak istemezler. Cumhuriyetin köylülüğü bağımsız çiftçi yapma politikasına kat­ kıları, köylü üzerinde kendi 'patronajlarının azalmaması ile sınırlıdır. Yeni arayışlar ise, onlarda hep tedirginlik yaratır. Böylece görüşler farklılaşır. Cumhuriyet yönetimininki bellidir: Cumhuriyet rejimini eko­ nomisi ve yönetimiyle köye götürmeyi amaçlamaktadır. Bunun için köye girmeye karar vermiştir. Köyde rejimin sahibi, bugün topraksız veya az topraklı görünen köylü olacaktır. Bunun için on­ lara toprak dağıtılacaktır. Toprak, yalnız hazineden değil, asıl büyük topraklardan alınarak dağı­ tılacaktır. Bunun için özel kamulaştırma yasaları hazırlanacaktır. Bu iş sürekli olacak, yani, her­ kes yeterli toprağa sahip oluncaya kadar yapılacaktır. Bununla köyün satın alma gücü artacak, köy, sanayi ekonomisinin temposuna ayak uydurabilecektir. Yine bununla köyün siyasal deneti­ mi de Cumhuriyet yönetiminin ellerine geçecektir. Toprak dağıtımı ile birlikte uygulanacak olan tarım modeli (yani, büyük devlet çiftlikleri) üretimi artırdıkça, köylü bu yönde güvenceye kavu­ şacak, ilk kez bir güven kazanacak, hevesi artacaktır. KÖYÜ EGİTMENİN YOLLARI Yönetimin 1 933-34'ten sonra daha kararlı biçimde geliştirdiği anlaşılan bu görüş, zamanla bir başka boyut daha kazanır. Falih Rıfkı Atay'ın "İçine girilmeyen köy yerinden oynamaz" deyişin­ de de herhalde bu vardır: Rejimin ekonomisi ve yönetimi, köye yeni örgütlenme ve eğitim sayesin­ de girebilir. İşi bu doğrultuda tasarlamak gerekir. Yoksa, köyün toprak ve tarım düzeni ilk gün­ den beri nasılsa, öyle işleyip gider. Yeni örgütlenme ve eğitim bir arada gerçekleşecek şeylerdir. Bunu, daha 1 932 yılında Maarif (Milli Eğitim) Vekili Esat Bey belli ediyor: "Dört beş köyün merkezinde, vasatında (ortalama noktasında) bulunan herhangi bir köyde, yani altı köy farz etsek, bunlardan her birine mektep yapılacağına, merkezi vaziyette bulunan bir köyde

onikinci bölüm: "toprak işleyenin"

481

bu altı köyün çocuklarını, yani altmışar yetmişer çocuğunu barındıracak mektep yapılması ve ora­ ya altı yedi köye sarf edeceğimiz para ile kullandığımız muallimlerin (öğretmenlerin) nısfı nispetin­ de (yarısı kadar) muallimi teksif ederek (aynı noktaya yönlendirerek) daha az para ile idare etmek imkanı vardır. Her köyde bir leyli (yatılı) mektep açmaktansa, böyle yatacağını, vesaiti bir yerde toplayarak dört beş köy yerine merkezi vaziyette bir mektep yapılmasını daha ziyade kabili icra (daha çok yapılabilir) görüyorum. "

Köy v e toprak davasının Cumhuriyet yönetiminin çeşitli sorunları içinde önem kazandığı 1937 yılına gelindiği zaman, işin bu boyutu biraz daha açıklığa kavuşmuştur. Milli eğitimin özü, çabayı köy üzerinde yoğunlaştırarak o davayı çözmek haline gelmiştir. Milli eğitimin aklı orada toplanmıştır. 1 9 3 7'nin Maarif Vekili Saffet Arıkan bu çözüm arayışını ifade ediyor: "Esas iş, köyü okutmak işidir. Nüfusumuzun 3 .799 bini kasaba ve şehirlerimizdedir. Nüfusları 800'den fazla olan köylerde 2.388 bin, nüfusları 400-800 arasında bulunan köylerde 3 . 1 73 bin va­ tandaş oturduğu halde, nüfusları 400'den aşağı olan 32 bin köyde, 6.836 bin vatandaşımız bulun­ maktadır. Bizim, nüfusu 800'den fazla olan köylerde beş sınıflı mektep yapmak gayemizdir Nüfu­ su 400-800 arasında bulunan köylerde, her iki veya üç 'köye isabet etmek üzere beş sınıflı mektep yapmak imkanını araştıracağız Nüfusu 400'den aşağı olanlara gelince, memleketin her tarafına ya­ yılmış bulunan bu köyleri tabiat ve arazi itibariyle toplamaya -bilhassa yakın senelerde- imkan yoktur. Buralarda· eğitmen usulünün tatbiki çok faydalıdır ... Bu köylere biz sekiz-on sene zarfında eğitmen yetiştirmek fırsatını elde edebileceğiz."

Arıkan'ın belirttiği "eğitmen usulü'', 1 930'ların sonuna doğru Cumhuriyet rejiminin köye giriş için üzerinde durduğu yöntemdir. Rejim için amaç, köyde öncelikle bugünkü kuşak değil, ya­ rının kuşağıdır. Cumhuriyetin köy modeli ancak bu amaca yönelmekle oluşabilir. Köy, ancak böylece yeni ekonomiyi ve yönetimi özümser. Düşüncelerin netleşmeye başladığı 1 937 yılında, köy ve toprak işlerinin uzmanı olan Kütahya Mebusu Naşit Hakkı Uluğ bunu güzelce özetliyor: "40 bin köyümüzün ancak 5051 'inde okul olduğunu biliyorsunuz... Geriye 35 bin köy kalıyor. Bu okulların çoğu büyük ve toplu köylerdedir. Şimdiye kadar tutulan tempo ile, malum mevzuatla muallim mekteplerinden öğretmen yetiştirmek, hususi (özel) idarelerin, bugünkü muallim ve mek­ tep kadrolarını bile güçlükle besleyen bütçelerinden yeniden mektepler, muallim evleri yaptırabil­ mek suretiyle bu büyük açığı kapamak yolu, yıllar ve hatta asır ister. . . Buna tedbir aranan günlerde, bir gün Sayın Arıkan'ın ağzından dış görünüşüne ilk bakışta ba­ sit bir buluş, fakat hakikatte çok özlü ve isabetli bir tedbir olarak 'köy eğitmeni' tipinin kültür hiz­ metimize verileceğini duymuştuk. 'Köy eğitmeni tipini milli terbiye elemanlarımızın arasına konmasını tıpkı Kristof Kolomb'un yumurtasına benzetmek kabildir. Eğitmenin eline 7 yaş ile 12 yaş arasındaki henüz dimağı form ol­ maktan uzak yavrucuklar verilmiyor. Bu yaştaki köy çocuklarına öğretilen şeyin buz üzerine yazı yazmak kabilinden olduğu görüldü Eğitmene verilen çocuklar 9-13 arasındadır. Bunlar artık tarla­ nın da tam unsurlarıdır. Kültür Bakanlığı Türk köyünün büyük kalkınmasının temelini atmak için Ziraat Bakanlığı ile el ele vermiştir. "

482 ikinci kısım: türkiye

Uluğ'un tarlanın tam unsurları dediği kuşağın hem üretim, hem eğitim içinde hamur olma­ sı ile Cumhuriyet yönetimi, köyde işe temelden başlayabilecektir. İş ve eğitim birlikte olursa, kö­ ye yeni bir temel gelir. 1 930'ların sonuna doğru artık yönetimin çizgisi bu görünüyor. Yönetimin görüşü herkesin görüşü değildir. Genellikle köy ve tarım alanında mutlaka bir şeyler yapılması gerektiği ortak gözlemdir. Köyün yoksulluğu, gelişen sanayi karşısında daha çok ortaya çıkan farklılığı, düşünceleri eskisinden daha çok uyarmaktadır. Arzular zaman geçtikçe büyümektedir. Köy ve toprak konusunun çok konuşulduğu 1 937'de görüşlerin kimi sadece göz­ lem ve arzu taşır, kimi de yönetimin radikal ölçülerini yumuşatmaya dönüktür Manisa Mebusu Hikmet Bayur, belki de Atatürk'ün yakınında hizmet görmenin verdiği rahat bir bakışla, 1937'de tarımdaki tabloyu özetleyen bir ortalama görüş sunuyor: " Bugün Türk köylüsü, Avrupa'nın en az istihlak ve istihsal eden (tüketen ve üreten) köylüsüdür. Cumhuriyetin 14. senesindeyiz. Samimi söylersek, köylünün yükselmesi için ciddi bir şey yapılmış değildir. Memleketimizde sanayi yolu bulunmuştur. Bu yoldan gideceğiz ve muvaffak olacağız. Fa­ kat, köylünün kalkınması işinde daha çığırı bulamadık. Bu memleketin kalkınması, köylünün kalkınmasına bağlıdır ve ciddi, esaslı kalkınma yalnız onunla, kabildir. Sınai kalkınma, ticari kalkınma, şayet köylü kalkınması olmazsa, bunlar gayet mahdut (çok sınırlı) kalmaya mahkumdur... Zirai kalkınmanın umumi (genel düzeyde) ve derhal akla gelen iki esaslı çaresi vardır: Bunlardan birisi. köylüyü ameli (pratik), zirai bilgiye kavuştur­ mak Yani, ona zirai bilgi vermek. İkincisi, ona ucuz para temin etmek... Beklediğimiz şey köylünün kalkınmasıdır. Yani, şimdiki refahın iki, üç misli fazlalaşmasıdır. Vasati Avrupa çiftçisinin refahı­ na kavuşması, o yola girmesidir. Faiz yüzde 9, bazı şeraitte yüzde 10 ve 12 olacaksa, bu ameli su­ rette köylüyü kalkındıracak bir faiz değildir ... Faiz miktarı yüzde 3-4 civarında bulunmalıdır ... Makineleşmek her yerde esas değildir. Fakat, birçok bilgiler sayesinde aynı şerait tahtında (ko­ şullar altında) (Avrupa'da) bizden fazla istihlalde bulunmaktadırlar Bizde de bu bilgiler hasıl ola­ cak ve bu yola girilecekse, küçük çiftçinin biraz üstünde olanlara ehemmiyet verilmelidir. Böyle derken, hiçbir zaman 10, 20, 30 bin dönüm arazisi olanları kastetmiyorum. 1 00-500 dönümlük toprak sahiplerini alalım. Zirai terakki belki evvela bunlarda görülmüştür ... Çünkü bunlar kutula­ yemut (ölmeyecek kadar beslenerek) geçinmek mecburiyetinde oldukları için mümkün mertebe fazla kazanmak yolunu aramış ve bulmuşlardır."

BÜYÜK TOPRAKLILAR DİRENİYOR Köy, toprak ve tarım alanında yönetimin bu çizgisini paylaşmayanlar sessiz değillerdir. Paylaşma­ manın çeşitleri vardır. Bunun yollarından birisi bazı gerçekleri dile getirmektir. Çünkü köy kesi­ mi, acı ve kimsenin kolayca "hayır" diyemeyeceği gerçeklerle doludur. Bunun bir örneğini Eski­ şehir Mebusu Emin Sazak'ın, bazen kara mizaha varan açık sözlerinde bulabiliriz: "Köy salgını, son zamanlarda tatbik edilmeye başlandı. Acaba bu parayla köylüye yarar ne iş ya­ pılıyor, diye öğrenmek istedim. Evvela bir köy konağı yapılıyor. Köye geldikleri vakit vali, kayma­ kam beyler istirahat etsinler diye. Bundan köylüye bir faide (yarar) var mı, hayır. Ondan sonra şe­ hirlerde nerde ipsiz sapsız kopuk kimseler varsa, bunları köy katibi yapıyorlar O hale geliyor ki, müfettişi umumi (genel müfettiş) gelecek diye, halk dağa kaçıyor. Yani köy kalkınmıyor. köy dağa kalkıyor. Kalkınma bu şekilde oluyor."

onikinci bölüm: "toprak işleyenin"

483

Aynı gözlemlerden biri de Refik Şefket İn­ ce'nindir. 1 939 Mayıs'ında, bir süredir köy üzerinde yoğunlaşan düşüncelerin köylüye yeni yükümlülük­ ler getireceğini hissettirerek konuşmaktadır: "Nüfusunun bu kadar mühim bir kısmı çiftçi olan bir memleketin o nispette sekenesi (otu­ ranları) köylüdür. Köy ve köylüye ilanı aşk hu­ susunda Türk kadar şiir yazan ve mebusları ka­ dar kaside okuyan az bulunmuştur. Fakat iriraf etmek lazım gelir ki, bugün idare bakımından, yani köylülerin köy karnımı dolayısiyle içinde bulundukları vaziyetin doğurduğu idare bakı­ mından hali çok acınacak bir şekildedir. Köy kaymakamın, valinin icraat desteği olmuştur. Kaymakam herhangi bir işi yapmak isterse, yaptırmak istediği işi köylüye havale eder. .. Ben öyle köyler gördüm ki köy kanunu mucibince (gereğince) yapmakla mükellef (yü­ kümlü) olduğu işlerden maada (başka) nüfus başına 25-30 lira kadar salma vermektedir. .. Köy yolu diye, köy kanununun tarif ettiği hu­ dut haricinde olarak yaptırılmış olan yolların bazılarının, şoselere muadil olduğunu gören Cumhuriyet döneminin büyük toprak sahiplerinden, arkadaşlarımız çoktur ... Nafıa Vekaleti, köy­ Kuvay-ı Milliye içinde yer almış, demiryolları lüden istifade ediniz diye tamimler yaparsa, müteahhidi, Eskişehir mebusu Emin Sazak (1892-1960). Sıhhat Vekaleti sıhhat korucuları için köylü­ den para alınız derse, Dahiliye Vekaleti matbuat ( basın) için köylüler şunu yapsın derse, falan gazetelere abone olmak için kaymakam tarafın­ dan tazyik edilirse (baskı yapılırsa), bu şerait dahilinde (koşullarda) köy bütçesi köylünün taham­ mül edemeyeceği (kaldıramayacağı) bir hale gelir."

Köy, toprak ve tarım konusunda yönetimin çizgisini paylaşmayan çevreler mutlaka bir şey­ ler yapılmasını dile getirirler, fakat bu alanda yeni politikalar oluşturulurken şüphecidirler, çe­ kimserdirler, muhaliftirler. 1 930'ların sonlarında Cumhuriyet yönetiminin "köyde bir şeyler ya­ pacağı" belli olmuştur. Şüphecilik ve çekimserlik yeterli olmayacaktır. Yönetimin çizgisini paylaş­ mayan büyük çiftçi için en akıllı tutum, bu çizgiyi yumuşatmak, radikallikten uzaklaştırmak ve toprak davasına getirilecek çözümün dışında kalmayıp, onu yönlendirebilmektir. Yönetimin köy ve toprak davasında kararlılığı sürdükçe, bu tutum da gelişiyor. En güzel örneği yine Halil Menteşe'nin 1 939 yılı başındaki görüşlerinde buluyoruz: "Toprak tevzii (dağıtımı) meselesinden bahsettiler. .. Bu mesele hakikaten sene/erden beri söylenmiş ve artık hükümetin kati (kesin) bir surene buna şekil vermek zamanı gelmiş olduğuna ben de tama-

484 ikinci kısım: türkiye mıyla iştirak ederim (katılırım). Çünkü, bir defa orta ve büyük arazide bu sebepten teşebbüs ve imar faaliyeti durmuştur. Sonra, orta ve büyük arazide itibarı selbetmiştir (olumsuz etkilemiştir) ve bu arazinin mübadele (alım satım) kabiliyetini de tahdit etmiştir (sınırlamıştır) ... Bu, bizim memle­ kette halli müşkül (çözümü zor) büyük ve muazzam bir mesele mahiyetinde (niteliğinde) değildir. .. Rusya'da ihtilalle halledilmiştir. Çünkü, Rusya'da kanunu medeniden yalnız 1 500 kast istifade ederdi. Yüzde 90'ı da mir sistemi dedikleri hukuk-u medeniyeden mahrum, toprağa merbut (bağ­ lanmış), toprakla beraber alınır satılır bir zümre idi. İşte bu zümre, işi kendi lehlerine olarak Bolşe­ viklikle halletmişlerdir ... Fransa'da da ihtilalle halledildi. Fransa'da da kiliseler, feodaller araziye hakimdi. Bizde feodal­ ler yoktur. Binaenaleyh burada halledilecek mesele, elinde alat-ı edevat-ı ziraiyesi mevcut (tarımsal araç gereci bulunan), toprağı yok veya çok az olan kimselerin adedi tespit olunabilir. Bunlara ara­ zi vermekten ibarettir. Meseleyi bu şekle soktuktan sonra, önümüzde halledilmesi mümkün olma­ yan mühim bir mesele mevcut değildir."

Cumhuriyet kadrosunun köy-tarım-toprak davasına bakışındaki değişme 1 924'ten 1 937'­ ye varıldığı zaman berrakça görülür. 1 933'te, sanayileşmeye adım atmakta kararlı olan kadro na­ sıl özel sermayeye aradığı payı vererek bir uzlaşma yapmış ve önündeki engeli kaldırmışsa, köy­ tarım-toprak davasında da 1 937'de toprak sahiplerine karşı benzer bir tutum benimsemiş görün­ mektedir. Onlara, bu davanın önemini kavramalarını ve birlikte ileriye doğru tarihi bir adım at­ mayı önermektedir. "Burayı bir çiftçiler ülkesi yapalım" demektedir. 1 936-37'deki bakışın 1 924'tekinden önemli bir farkı tarım ve köy dünyasını, daha doğru­ su çiftçilik meselesini artık sanayi gözlüğü ile görmesidir. Sanayi hareketi ile benimsenen işbölü­ mü, verimi, kapasitesi, girift ve yaratıcı örgütlenmesi tarıma bakış tarzını etkilemiştir. Köylüyü çiftçi yapma arzusuna gerçekçilik ve somutluk kazandırmıştır. Çiftçi modeli berraklaşmıştır, ta­ nımlanabilmektedir. Bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bir yanda, aradan yıllar geçmesine karşın toprağa kavuşamadık­ ları için çiftçiliğe adım atamayan köylü kitleleri, öte yanda, nasıl bir çiftçi istediğini artık sanayi bil­ gisiyle takviye eden, ama ona henüz gerekli toprağı verememiş olan kadrolar. Özelikle Şubat ayın­ daki anayasa değişikliği (toprağı kamulaştırma kararı) sonrasında, 1 937 yılında, bu çelişkinin çö­ zümüne daha önce olmadığı kadar yaklaşılmıştır. Yeni tarım modelinin çerçevesi belirmiştir. Mustafa Kemal, 1 920'lerin ikinci yarısında, "tarımda modernizasyon" demişti. Örnek çift­ likler kurarak "ileri düzeyde tarım hedefi" göstermeye çalışıyordu. Bir ziraat memleketi olmak için bir şeylere dikkati çekmek istiyordu. 1 930'ların ikinci yarısında koyduğu hedefler ise daha öğreticidir. Tarımsal ile siyasal ve toplumsalı birleştiricidir. Cumhuriyetin bu davada nereden ne­ reye geldiğinin simgesidir. 1 937 sonbaharında, Meclis açış konuşmasında bu birleştiriciliği özen­ le vurgulayacaktır. Toprak ve tarım davasında nereye gelindiğini de, nereden başlanacağını da söyler gibidir. Durum tesbiti ve program önerisi içiçedir: "Milli ekonominin temeli ziraattir. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekte­ yiz. 'Köylere kadar yayılarak programlı ve pratik çalışmalar' bu maksada erişmeyi kolaylaştıra­ caktır.

onikinci bölüm: "toprak işleyenin"

485

Fakat bu hayati (yaşamsal) işi isabetle amacına ulaştırabilmek için, ilk önce ciddi etüdlere da­ yalı bir 'ziraat siyaseti' tesbit etmek ve onun içinde her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir 'ziraat rejimi' kurmak lazımdır. Bu siyaset ve re­ jimde, önemli yer alabilecek noktalar başlıca şunlar olabilir"

der. Bu paragraf, işin esasına "giriş" niteliğindedir ve "genellik" taşır. Somut öneriler ya da önemli yer alabilecek noktalar 1 936'dan beri belirlendiği anlaşılan, uygulanacak politikayı göste­ nyor: "Bir defa, memlekette 'topraksız çiftçi bırakılmamalı' dır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın 'hiçbir sebep ve suretle bölünemez' bir mahiyet almasıdır. 'Büyük çiftçi ve çiftlik sahipleri'nin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgeleri­ nin nüfus kesafetine (yoğunluğuna) ve toprak verim derecesine göre 'sınırlanmak' lazımdır. Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş vasıtalarını artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri va­ kit geçirilmeksizin alınmalıdır. Herhalde, en küçük bir çiftçi ailesi bir çift hayvan sahibi kılınmalı­ dır ... Traktörler büyük çiftçileri tavsiye olunabilir. Köyde ve yakın köylerde 'müşterek harman ma­ kinaları kullandırmak, köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline' getirilmelidir. Memleketi iklim, su ve toprak verimi bakımından ziraat bölgelerine ayırmak İcab eder (gere­ kir). Bu bölgelerin her birinde köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacak­ ları verimli, modern, pratik 'ziraat merkezleri' kurulmak gerektir."

1 937 Kasım ayındaki bu satırların Mustafa Kemal ile İsmet Paşa'nın ortak çizgisini taşıdı­ ğını görmek zor değildir. O konuşma, başlamak üzere olan bir yeni politikanın kanaviçesi sayıla­ bilir. Ama, bir dramı da içinde taşımaktadır. Mustafa Kemal'in sanki veda ve vasiyet konuşması­ dır. Aynı zamanda, yeni politikanın önündeki engelin sahiplerine, "Gelin burayı gelişmiş bir ülke yapalım! " çağrısını son kez tazelemektedir. Bu engelin, köylüyü çiftçi olmaktan alıkoyan ve ülke­ nin köylülükle içiçe yaşanan binbir sorunu çözümsüz kılan, çözüm yolu açmayan niteliği bilin­ mekte ve konuşulmaktadır. Dram, rejimin engeli aşamayışındadır. Bir yıl sonra, 1 938'in başbakanı Celal Bayar, hasta olan cumhurbaşkanı adına (kendi ha­ zırladığı) meclis açış konuşmasını yapar. Dikkatli bir göz onda toprak davasındaki dramın derin­ liğini yakalayabilir. Konuşma metninde, tarım bölümü son birkaç yılın metinlerinden kopmuştur: Cumhurbaşkanının ağzından "Geçen seneki nutkumuzda, milli ekonominin temeli ziraattir ( ... ) bir ziraat rejimi kurmak lazımdır, tavsiyesinde bulunmuştuk" denilir ve orada kesilir. Sonrasında değil çiftçinin topraklandırılması, toprak sözcüğüne bile rastlamak zordur. Tarım işleri, toprak davasından ayrılmış ve toprak davası gündemden kaldırılmıştır. Konuşmanın o bölümü, sanki büyük toprak sahiplerince hazırlanmıştır ve sanki o güne kadar toprak kanununun bazı sözcüle­ ri o hükümette ve mecliste değildir. Ve sanki, Bayar, bir yıl önce 8 Kasım 1 937'de meclisten gü­ venoyu isteyen programında, Cumhurbaşkanının " Bir defa memlekette 'topraksız çiftçi bırakıl­ mamalıdır"' diye başlayan uzun paragrafını kelime kelime kendi programına "Şef'in direktifleri" diyerek aktarmamıştır!

486 ikinci kısım: türkiye

Ülkenin geleceği bakımından dram sayılacak bu gelişme, ekonomi ve siyaset boyutuyla ar­ tık keskinleştiği berrakça görülen bir uzlaşmazlığın süreceğini de açık seçik sergilemektedir. Birinci Dünya Savaşı yıllarından başlayarak güçlenen ve gücünü Cumhuriyet döneminde de ısrarla korumaya çalışan büyük topraklı çiftçi, eşraf ve tüccar bloku, rejimin siyasal gücünde bir zayıflama sezdiği zaman, özelikle bu "blok " la ilgili ana politikalarda öne geçmeye ve belirle­ yici olmaya davranmaktadır. Cumhuriyet döneminde filizlenen iş dünyası da, başta toprak mül­ kiyeti sorunu olmak üzere bloka yakın durmaktadır. 1938'de İsmet Paşa'nın aktif siyaset dışında kaldığı ve Mustafa Kemal'in artan rahatsızlığıyla yavaş yavaş uzaklaştığı alanların başında, top­ rak-tarım-köy eksenindeki yeni politika gelmiştir. Blok, kendini birinci derecede ilgilendiren poli­ tikalar ve kararlarda bir iktidar boşluğu görmüştür. 1 932 Eylül'ünün politika makasını devletçi­ likten uzaklaştıran hamlesinde görev alan Bayar'ın, 1 938'de bulunduğu makam yine önemli ol­ muştur. Cumhurbaşkanının nutku bunun bir belgesidir. 1932'de, Cumhuriyetin bir yeni başlan­ gıç yapabilmesi için devletçilik dönüm noktası olmuştu. 1938'de ise, yeni dönüm noktası toprak davasıdır. Toprak-tarım-köy ekseninde uzlaşmazlık başlamıştır ve sürecektir. Yeni cumhurbaşkanı (İnönü), 1 939 yılı Meclis açış konuşmasında, sıcak savaşın Avrupa'da başladığı ortamda, "mem­ leketimizin toprak meselesi"ne değinmekle yetinecektir. Ama, 1 940'ın ilk ayında, 1 938'de gün­ demde bulunmayan Köy Enstitüleri yasası gelecektir. Enstitüler, geciken toprak yasasının daha önce doğan kardeşidir. Cumhurbaşkanı, 1 94 1 Meclis açış konuşmasında "toprak kanunu Büyük Meclise sunulmak üzeredir" diye başlayarak, işin 1 937'deki yörüngede izleneceğini anlatır. 1 942 konuşmasında, söz konusu blokun unsurlarına ağır dille hücuma geçer ve bunun bir sınıfsal itti­ fak özelliği taşıdığını ima eder. 1 944 konuşmasında ise, "eğer kuvvetle ümit ettiğim gibi, bu sene toprak kanununu çıkarırsak, ziraat bakımından büyük neticeler verecek ve içtimai bünyemizin esas meselesi olan davayı temel bir tedbire bağlamış olacağız" diye vurgular. Görüş farklılıkları 1 938'den sonra keskinleşirken, dünya yeni ve büyük bir savaşa yönel­ miştir. Yıllar sonra, tarihin ilginç şakalarından ya da dramlarından biri daha yaşanacaktır: Sava­ şın bitiminde, Celal Bayar toprak kanununa karşı çıkarak kurulan partinin (Demokrat Parti) baş­ kanlığını yapacaktır. Köy ve toprak davasına direnç ve yükselen sınıflar tarafından konulan am­ bargo ülkenin geleceğinde ciddi sonuçlar yaratacaktır.

Son Sözler

1 920'ler ve 1 930'lar için birkaç son söz gerekiyor. Kitapta üzerinde durulanlar arasında, bazı noktalara yeniden bakabiliriz. Bazı şeylere özellikle ışık tutabiliriz.

BAGDAŞMAZLIKLAR 20. yüzyılı Versailles ile başlatıyoruz. Versailles, başta emperyalist mertebesine 19. yüzyılda eriş­ miş devletler olmak üzere, büyük kapitalizmin (ya da kapitalistlerin) daha da büyüyebilmesi için kilometre taşı değerine sahiptir. Versailles'dan beklenen her şeyden önce bu olmuştur. 1 9 . yüzyıl­ da yerküreye yerleşmiş Anglosakson modelinin (ve Pax Britannica'nın) sürdürülmesini sağlayacak büyük fırsattır. 1 9 1 9'da emperyal proje, Versailles'dır. Ancak, beklenen olmamıştır; olamamıştır. 1 920'ler " olmadı"nın; 1 930'lar, "olmayınca neler oldu"nun öyküsü ve öyküleridir. Büyük devletler yönünden tarafından bakınca, tasarlanan ama yaşananlar bunlardır. Bir büyük bağdaşmazlık doğmuştur. Emperyal projenin parçaları birbirini tutmamıştır. Ekonomik parçalar birbiriyle, siyasetin parçaları birbiriyle ve her ikisi birbiriyle uyuşmamıştır. Bu büyük uyumsuzluk, 1920'lerin kısmen 19. yüzyıl izlerini taşıyan senaryolarını ve 1 930'ların, da­ ha önce benzerleri yaşanmamış senaryolarını yaratmıştır. Böylece, Versailles'dan ( 1 9 1 9) yola çı­ kanlar, 1 940 Temmuz'unda Funk'un açıklamasıyla berraklaşan Karşı-Versailles denebilecek bir rakip kapitalist dünya tasarımını karşılarında bulmuşlardır. Emperyalizm mertebesindeki büyük kapitalist devletlerin bu tarihi seferi boyunca çok yönlü, yirmi yıllık bir krizin tablolarını seyredi­ yoruz. Dünya sistemi bakımından krizin tohumları 1 9 1 9'da atılmış, kriz, ekonomik boyutuyla 1 929-1 9 3 1 'de patlak vermiş, siyasal boyutuyla gitgide olgunlaşarak 1 939-1940'ta kapitalist dün-

488 son sözler

ya içinde bir büyük hesaplaşmaya davetle sonuçlanmıştır. Ekonomide ve siyasette o güne kadar gündeme bile gelmeyen İngiliz-Amerikan işbirliği de böylece o tarihte başlayıvermiştir. Öncelikle Versailles'dan Karşı-Versailles'a gidiş içindeki ekonomi senaryolarının seyir defterini veren kita­ bımızın sayfaları 1 940'ta bu işbirliği başlarken kapanıyor. Anglosakson modelinin sahibi İngiltere emperyalist aşamaya varalı, 1 9 1 9'da elli yılı geçmiş­ ti. Savaşta ekonomide verimli olacak insan gücünün takati tükenmiş, ekonominin üretim kapasite­ leri ise, 1 9 1 9'dan sonra işe yaramayacak hedefler için tam kullanılmıştı. Kapitalizm, şimdi İngilte­ re başta olmak üzere savaşın galiplerinden iki şeyi öncelikle istiyordu: Birincisi, geniş çaplı ve yeni bir sermaye birikimi. İkincisi buna uygun (alışılmış) bir siyasal istikrar rejimi (Pax Britannica). Kapitalizmin bu iki güçlü arzusundan ilki için savaşı kazanan emperyalist güçler dünyada yeni kaynaklara erişmeli ve onları kullanmalıydı. Bu yapılmaksızın siyasal istikrar (barış) yeniden kurulamazdı. ilk adım, bir savaş sonunun bilinen kuralını yerine getirmekti. Yenilmiş olanların hazır kaynaklarına el koymak. Hazır kaynaklar üzerinde ciddi ve sürekli bir kullanım hakkı ya­ ratmadan, yeni kaynaklara uzanmak gerçekçi bir hamle olamazdı. Bu ilk adım özellikle Almanya gibi emperyalliğe varmış, ama yenik düşmüş bir sanayi ülkesi üzerinde bir büyük operasyon yap­ mayı gerektiriyordu. Yani, kapsamlı bir işti. Almanya'nın reel kaynaklarını kullanma hakkına sa­ hip ya da ortak olmakla başlayacak; onun doğmuş ve doğacak kuşaklarını ağır bir borç (savaş tazminatı) yükü altına almaya kadar uzanacaktı. Almanya'yı bu büyüklükte bir çerçeveye yerleş­ tirmek gerekiyordu. Kapitalizmin, galip büyük devletlerden gecikmeksizin yerine getirilmesini beklediği bu savaş kuralı, yeni sermaye birikimine geçebilmenin "olmazsa olmaz"ı idi. 20. YÜZYILIN ÖN PROJESİ

Her şeyin bir sırası vardır. Önce tasfiye yapılmalıdır. Lloyd George'un 1 9 1 8 Kasım'ındaki seçim sloganı (Kayzer ödesin! ) ve 1 920 Temmuz'undaki zafer cümlesi (Artık Türkiye yoktur! ) hazır kaynakları ele geçirmek üzere yürütülen geniş tasfiye operasyonunun sade birer özetidir. Kapita­ lizmin titizliği ve önceliği bellidir: Anglosakson modeli yeniden pürüzsüz işletilmelidir. 19. yüzyıl­ dan kalan ve savaş sonunda meşruiyetini artık yitirmiş olan pürüzler (birtakım imparatorluk ya­ pıları) temizlenmelidir. Yeni Almanya, usulünce eskiden arındırılarak Anglosakson dünya mode­ line eklemlenmelidir. Kapitalizmin 20. yüzyıl projesi, başlangıcında ( 1 9 1 9), 19. yüzyıl şablonu­ nun devamı üzerine kuruludur. Esaslar kaybolmaksızın bir geçiş yapılacaktır. Yeni yüzyıla geçi­ şin ön projesi Versailles olacaktır. Bu ideal senaryodur. Büyük galip devletlerin, kapitalizmin şablon değişmeksizin aradığı yeni sermaye birikimini ve onun siyasal disiplinini sağlayacağına inanılmaktadır. Bağdaşmazlık çıkması, bunun büyüme­ si ve oradan filizlenecek krizler öngörülmez. Wilson'un, Lloyd George'un, Clemenceau'nun 1 9 1 9'un ilk yarısındaki sözleri, tavırları bunu gösteriyor. Hepsi Versailles ile sonuçlanacak geliş­ melere bir büyük ön proje gibi yaklaşmışlardır. Kapitalizmin yeni el koyma ve yayılma ihtiyacına uygun siyasetin esaslarını vaz etmeye girişmişlerdir. Her şeyden önce, günün kapitalizminin temel taşı sayılan altın standardının devam etmesi

son sözler

489

gerektiğine inanılmaktadır. Bu, sorgulanmayan ve kabulü mutlak olan esasların başındadır. İşin müteahhidi İngiltere'dir. Sermayenin en güvenilir unsuru ve devletidir. Ancak, zaman ilerledikçe (sermayenin sabrı zorlandıkça), İngiltere'nin bu görevi gereğince yürütebileceği yolunda kuşkular birikir ve 1 922'nin Cenova Konferansı'nın sonuçsuz kalmasından sonra bunlar bu kuşkular bü­ yür. Almanya'nın önüne savaş galiplerinin yazarak koydukları borç, ödenmesi şüpheli alacak ha­ line gelmektedir. İngiltere (sermayenin en güvenilir devleti) bunu ödetmeyi başaramamaktadır. Rusya'nın (sermaye için çok çekici büyük kaynaklarıyla) teslim alınmasını da sağlayamamıştır. Çarlık Rusya'sının yaptığı borçlanmalar ve verdiği imtiyazlar donmuş kalmıştır. Alacaklar ve imtiyazlar özel kişilerin ve şirketlerin, ama özelikle bankaların (finans serma­ yesinin) önemli davası olmuştur. Dava, alacağın ve imtiyazın eski defterleri kapatmak üzere alın­ ması ve orada gömülü kalması değildir. Bunlar finans sermayesinin önayak olacağı (kredilendire­ ceği) yeni birikim için ilk kaynaktır. Bankalar yeni krediler için kaynak aramaktadır. Almanya'ya yazılan borcun da, Rusya'dan alınmaya çalışılan eski alacakların da ortak noktası budur. Alman­ ya (Versailles nedeniyle) daha yakın, Rusya (sistem değişikliği nedeniyle) daha uzaktır. Başta İn­ giltere, galip devletlerin rolü, yakınlığı en yakın hale getirmek, uzaklığı yakın kılmaktır. Sermaye yeni birikim için sabırsızlanmaktadır. 1 922'de, sermaye cephesinde sabırsızlık artar. Cenova Konferansı'nın başarısızlığı (ve ay­ nı yılın Temmuz'unda gönülsüzce toplanan Lahey Konferansı'nın umut vermeyen görünümü) ser­ mayenin daha yumuşak değil, daha sert önlemlere ve politikalara yönelmesinde dönüm noktası olur. Rusya' dan istediği geniş imtiyazları alamayan petrol sermayesi, özellikle Standard Oil'in ba­ şını çektiği bir atılımla tüm sermaye gruplarını Rusya'dan çekilmeye ve ilgili devletleri bir büyük ambargo koymaya çağırır. Bu, ekonomik olarak teslim alınamayan Rusya'nın dışlanmasına yö­ nelen bir politika çizgisini başlatacaktır. Çizginin İngiltere' deki yansıması, Rusya ile yumuşak iliş­ kiler yürütmeyi gözeten Lloyd George'un sonbaharda (bir daha başbakanlığa dönmemek üzere) düşüşü ve yerine ortodoks politika sahibi Muhafazakarların (yani, sermayenin ana dilinden en iyi anlayan siyasetçilerin) tek başlarına iktidar olmasıdır. 1 922 sonlarından itibaren sermaye için öncelik ve ilk hedef Almanya'dır. Sabırsızlığı çılgın­ lık derecesine varan Fransız sermayesinin arzularını göz ardı edemeyen Poincare, 1 923 Ocak ayında ordularını (ve Belçika askerini) Ruhr'u işgal etmeye gönderir. Almanya'nın en değerli kay­ nağına el konulacaktır. Bu, 1 922 yılının koşullarında sermaye içinde nasıl bir el koyma yarışının başladığını gösteren örnek olaydır. Her büyük savaşın sonu aynı zamanda bir yeniden bölüşümün başlangıcıdır. Devletler düzeyinde yeniden bölüşüm ise, sermaye için yeni bir birikimin başlangı­ cıdır. O noktaya bir türlü erişememenin ne gibi senaryolar yaratacağı, sermayenin 1 922 ve 1 923'teki asabiyetinden öğrenilebiliyor. İNANDIRICILIK VE KONTROL: BİR İNGİLİZ SORUNU 1 923 yılında sermayenin bir değil, birkaç ciddi sorunu vardır. Biri, sermaye içinde (Ruhr'un işga­ li üzerine) keskinleşen zıtlığın giderilmesi; bir başkası, Almanya'nın kapitalizmin ana modeline

490 son sözler

eklemlenmesi ve bir başkası da altın standardının dünyanın yeni koşullarında yeniden sahneye konulabilmesidir. 20. yüzyıl ortamına geçiş, yaşananlardan sonra anlaşılmıştır ki, ilk iki sorun bir arada çözülmeden sağlanamaz. Yani, ilk iki sorun çözülürse üçüncüsünü çözmek çok kolaylaşır. Geçiş projesi (Versailles) gerçeklere göre şekillenir, uygulanabilir ve tarihi işlevine hizmet eder. İşin merkezinde İngiltere'nin bulunduğunu unutmamak gerekiyor. Orada, sermayenin ana dilini en iyi bilen ve konuşan siyasetçiler iktidarda olmalı ve kalmalıdırlar. Kapitalizmin dünya modelinin merkezi siyasal düzeyde "su geçirmez" olmalıdır. Ekonomide ise, aynı sağlamlık rezerv paranın anahtar rolüne sıkı sıkıya bağlıdır. Rezerv para ile ilgili pürüz olmamalıdır. Herhangi bir pürüz, riskleri büyütür ve sermaye birikimini aksatır. Çözüm, rezerv paranın (İngiliz sterlini 1 Amerikan doları ile takviyesidir. Bu, iki ayaklı yeni altın standardı olacaktır. Güvencesi, para oto­ ritelerinin (İngiliz ve Amerikan merkez bankalarının) işbirliği ve piyasaların (City ve Wall Street l uyum için merkezi denetim işlevlerini yürütmeleridir. Bu, 20. yüzyılda finans sermayesinin ilk bü­ yük çapta eşleşme ve harekete geçme girişimidir. O eşleşme yapılmaksızın kapitalizm yeni yüzyıl­ da oyun alanını kuramaz. 1 923 'te, kapitalizm o noktaya henüz erişememiştir. İngiltere'nin ekonomik gücü (daha doğrusu, güçten düşmüş İngiltere) ve politikaları bunu sağlamaya yetmemiştir. Sermayenin biri­ kim arzuları ve bunların çapı ise 1 9 1 4 öncesine göre büyümüştür. Dünya değişmiş, adeta küçül­ müş ve talepler artmıştır. İngiltere, muhtaç olduğu inandırıcılık ve sahip olması gereken kontrol kapasitesine Almanya'nın yeniden ana modele eklemlenmesi sayesinde kavuşacaktır. Eklemlenme Dawes Pla­ nı ile, yani, Amerikan finans sermayesinin Avrupa piyasasına gelmesiyle gerçekleşecektir. Bu, Amerikan sermayesinin Avrupa'ya yaptığı ilk çıkartma harekatıdır (Yirmibeş yıl sonraki ikinci harekatın, Marshall Planı'nın öncüsüdür). Dawes Planı 1 924'te kesinleşecek, sonbaharda ilk Amerikan kredileri Alman ekonomisine girmeye başlayacaktır. Sermaye, artık İngiltere' de Muha­ fazakar iktidarın siyasal güvencesine, Avrupa'da ise, Amerikan banka kredilerinin güvencesine sahiptir. 1 925 Nisan'ında, Muhafazakarların Maliye bakanı Churchill altın standardının, dünya­ nın yeni koşullarında sahneye konulduğunu müjdeler. Kısa süre içinde, Almanya'nın eklemlenme­ si önce Locama Paktı ile sonra Milletler Cemiyeti üyeliği ile tamamlanır. Başka deyişle, yeni Al­ manya 20. yüzyılın Pax'ına alınır. Ancak, bu kez Pax uzun ömürlü olmayacaktır. Avrupa'da, 1 9 1 9'un Versailles'ı ile kurgu­ lanan oyunda baş gösteren ve büyüyen bağdaşmazlıklar Dawes Planı ile giderilmeye çalışılsa da, zaman ilerledikçe bunların sadece üstlerinin örtülebildiği görülecektir. Fakat, Amerikan ekonomi­ sinin 1 920'lerdeki hızlı gelişmesi ve bunun Avrupa'da öncelikle Alman sermaye sınıfına destek ol­ ması ile kapitalizm aradığı yeni sermaye birikimine erişmiş olacaktır. Amerikan ve Avrupa serma­ yelerinin aradığı entegre birikime uygun politikalar şekillendirilecektir. İngiltere de bu sayede, 1 9 1 9' dan sonra aradığı inandırıcılığı bulmuş, onun markasını taşıyan dünya modeli kontrol me­ kanizmasını kurmuş görünmektedir. Bu tablo 1 9 3 1 'e kadar sürecektir.

son sözler

491

SERMAYENİN GELİŞEN DOKUSU Kapitalizm, 1 9. yüzyılda İngiltere sayesinde bir dünya sistemi olmuştu. İngiltere de kapitalizm sa­ yesinde bir dünya devleti. Ruh ve vücut birbirine tam uymuştur. Sömürgeler-dominyonlar sistemi mal ve sermaye akışı için çok elverişle bir alt yapı şebekesi olmuştur. Ancak, İngiltere'nin ekono­ misi, siyaseti ve yaşam tarzı ile kapitalizmi damarlarına sindiren dönem emperyalizm mertebesine ulaştığı yüzyılın ikinci yarısıdır. Kendi ülkesinde pre-kapitalist yapılar tasfiye edilmiş, finans ve ti­ carette dünyadaki üstünlüğü ilk sanayi devriminin sahipliği ile tamamlanmıştır. City, İngiliz serma­ yesini yatırımlarla yeryüzüne yaymış, pazarlar yaratmış ve kontrol mekanizmalarını kurmuştur. İngiltere, kapitalizmi bir dünya sistemi haline getirmekte zaman farkıyla elde ettiği üstün­ lüğü liderlik bilinciyle kullanmıştır. Kapitalizmi geliştirme, yani büyütme ve güç yaratma ve bu­ nun dümenini elde tutmanın nasıl tarihi bir rol olduğunu, Victoria çağından itibaren İngiliz ser­ mayesinin kaptanları ve halkı çok iyi kavramıştır. Emperyalizm çağında yaratılan ivme, bir son­ raki sanayi devriminin şampiyonu olmasa da, taşıyıp getirdikleriyle İngiltere'nin dünyada lider konumunu 1 9 3 1 'e kadar sürdürmüştür. Özellikle 1 920'lerde, iki nokta dikkat çekicidir. Birincisi ve en önemlisi, İngiliz kapitalizmi­ nin eksiksiz oluşudur. Kapitalizmin tüm yapıları, öteki kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığı takdir­ de görülür ki, gelişebilecekleri kadar gelişmişlerdir. Bu komple bir kapitalizm modeli olmuştur. İkinci nokta ise özellikle tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin merak alanındadır: Bu komple kapita­ lizm, üstelik dünya ekonomisini kontrol eden bir modele (altın standardı esaslı Anglosakson mo­ deline) de sahipken nedense ( ! ) İngiltere'nin dünyayı yönetme iddiası zayıflamış ve sürdürüleme­ miştir. Kapitalizm, Victoria çağında İngiliz bayrağı altında yeni sermaye birikimi için sürekli ola­ rak yayılmıştır. Piyasalar yaratıp onları genişlettikçe dokusunda da değişme başlamıştır. Sermaye yapısında adeta bir derinleşme ihtiyacı doğmuştur: Büyük birimler oluşmuş, hızlı gelişmiş ve do­ kuya egemen olmuştur. Bu, emperyalizm çağı ile başlayan tipik ve toptan bir yapı değişikliğidir. Kapitalizm artık gitgide büyük birimler ekonomisidir. Büyüklük modernleşebilmenin te­ mel koşulu olmuştur. Büyüklük sadece irileşme değil, daha önemlisi büyük çaplı operasyonları yapabilme gücüdür. Sanayi, her çeşit finans, banka, sigorta, toptan ve perakende ticaret, ulaşım hizmetleri, demiryolculuk, deniz taşımacılığı (daha sonra, havacılık), madencilik, elektronik üre­ tim ve dağıtımı ve basın yayından sinemacılığa kadar uzanan hizmetler bu gitgide genişleyen ope­ rasyonun alanlarıdır. Sermaye yapısının büyük birimi olan büyük şirket, sanayi çağının ürünüdür. İngiliz kapita­ lizminin henüz 1 850'lerdeki ilk büyük şirketleri demiryollarındadır. Sayıları 20'den az değildir. Ama, daha sonra kapitalizmin biyolojik kuralı işlemeye başlayacak ve 20. yüzyıl dokusunu oluş­ turacaktır: Şirket birleşmeleri ve olağanüstü büyüklükte bir şirketin doğuşu. Bu, eşit büyüklükte­ ki şirketlerin gönüllüce ve eşit haklara sahip olarak yeni bir büyük şirket kurmalarıyla değil, bü­ yük bir şirketin küçükleri kendi gövdesine almasıyla gerçekleşen bir " biyolojik" süreçtir. Bazı hal­ lerde de, iki ya da üç büyük şirket çok büyük bir şirkete dönüşmek üzere birleşirler. Hangisi olur-

492 son sözler

sa olsun, 20. yüzyıl kapitalizminin simgesi büyük, daha doğrusu, çok büyük şirket olmuştur. O, tekel çağının tek hücresidir. İngiliz kapitalizmi, 1 9 14'ten önceki yirmibeş yılda bu dokuyu yaratmıştır. 20. yüzyılın en önemli büyük şirketleri Büyük Savaş'tan önce sahnede yerlerini almışlardır. Kömürden, demir-çe­ likten, ağır makinalardan gemi inşa ve silah imalatına kadar sanayinin tüm sektörlerine girmiş ve egemen olmuşlardır. Bu çapta bir harekatın şirketlerini büyük sermaye olarak nitelemek gerekir. Büyük sermayenin dünyasında 1 9 1 8 'den sonra önemli değişmeler bir arada yaşanmıştır. Özellikle 1 920'ler ve bir ölçüde de 1 930'lar yeni sanayilerin öne çıktığı, sermayenin iç dünyasın­ da temerküzün arttığı, Taylorizm'in yaygınlaştığı yıllardır. Büyük şirketi daha da büyüten biyolo­ jik süreç, sermayenin dokusuna devleşmeyi bu dönemde yerleştirmiştir. Avrupa kapitalizminde o irileşmeyi en yaygın biçimde yaşayan İngiltere'dir. Büyük sermaye, yeni sanayi devriminin kimya, otomotiv, elektrik, petrol, lastik, havacılık gibi sektörlerinde egemenlik kurmuş, çeşitlilik kazan­ mış ve İngiliz kapitalizmi böylece dokusunu yenilemiştir. Sermayenin gitgide büyük parçalarla oluşan dokusu, sanayide 1 9 14'ten önce ve 1 9 1 8 'den sonra olmak üzere yükselen iki dalga yaşadı. 1 9 14'ten öncesi, altın standardının (ve Anglosakson modelinin) altın yıllarıydı. 1 9 1 8 'den sonrası ise, modelin yeniden canlandırılması için koşulların bir türlü oluşturulamadığı, inandırıcılık yerine bağdaşmazlıkların ortaya çıktığı "gri" yıllardı. Fa­ kat, sermayenin kendi dokusunu ören gelişmesi, sanki o iki dönem farklı değilmiş, 1 920'ler 1914 öncesinin devamı imiş gibi sürüyordu. Ekonominin yeni sektörleri içinde belki de en önemli halka olan petrolde, " büyük parça", iki devin (Royal Dutch ve Shell Co.) birleşmesiyle, 1 906'da Royal Dutch Shell olarak (ve Stan­ dartd Oil'den sonra en güçlü şirketi kurarak) doğmuştu. Buna karşılık, İngiliz otomotiv sanayii­ nin üç büyükleri (İngiliz Ford'u, Morris ve Austin) 1 920'lerdeki talep patlamasıyla sahnede yer­ lerini aldılar ( 1 9 1 9'da, sadece 387 oto imal eden Morris, 1 929'da 63.000 araç üretiyordu). Tüke­ tim malları sanayilerinin en büyüğü olan Imperial Tobacco bu mertebeye 1 9 14'ten önce erişmiş­ ti. 1 920'lerde ise, altmış bin işçi çalıştıran ve 1 5 8 şirketi kontrol eden Lever Brothers'ın Hollanda şirketi Margarin Unie ile ( 1 929'da) birleşmesinden doğan Unilever Avrupa'nın en büyük şirketi olmuştu. Hizmet sektörlerinde yaşanan gelişmeler da bunlardan farksızdır. Perakende ticarette, da­ ha 20. yüzyıla varmadan büyük mağazalar (Harrods gibi) ve mağaza zincirleri ortaya çıkmıştı. 1 8 80'de Amerika'da kurulan Woolworths, 1 909'da İngiltere'ye gelmişti. 1 920'lerin sonunda İngiltere'de bu mağazanın sayısı 444'e ulaşmıştı! Marx&Spencer, iki ayrı adın (iki şirketin) bir­ leşmesiyle 1 907'de sahneye çıkmıştı. 1 9 1 9-20'den sonra, kendine özgü bir "konsept" yaratarak büyüyen bir piyasanın sahibi oldu. Basında, sinema dünyasında, müzik aletleri ve malzemesinde (EMI gibi) yaşanan gelişmeler de yükselen iki dalganın birbirini izlediğini ve kapitalizmin doku­ sunun aynı " biyolojik" süreçlerle oluştuğunu gösterir. Emperyalizm mertebesine eriştikten sonra, kapitalizmin adeta kendine özgü bir çoğalma tarzı ortaya çıkmış, " büyük parçalar" bunu şekil­ lendirmiştir.

son sözler

493

Büyük sermayenin İngiliz kapitalizminin dokusunu tazelemesinde finans sektörüne ayrı bir yer vermek gerekir. 1 9 1 8 'den sonra biyolojik büyümede belki de en dikkat çekici gelişme, İngiliz bankacılığında beş büyük kuruluşun (Barclays, Lloyds, Midland, Westminster ve National Pro­ vincial) oluşmasıdır. Sermaye, mevduat ve toplam varlıklarıyla, bunlar Alman ve Fransız banka­ larına göre çok büyümüşlerdir. Finans, Anglosakson modelinin "olmazsa olmaz" ayağı idi. Özel­ likle City'nin, kendine özgü yapısıyla modelin işleyişinde oynadığı rol dikkate alınırsa, sermaye­ nin dokusundaki gelişmenin (ve gelişme ihtiyacının) bütüncül (entegre) niteliği daha iyi anlaşılır (İngiliz bankacılığı içindeki keskin devleşme mücadelesi çağdaş kapitalizmin yükselişe geçtiği 19. yüzyıl ortalarında başlamış, sektördeki kapışma-birleşme hareketi 20. yüzyıl başlarında doruğa varmıştı. Bu biyolojik süreç içinde, Lloyds ve Midland taşra bankacılığından City'ye terfi etmiş­ lerdi!). Kısacası, momentumunu 1 9 14'ten önceki yirmi beş yılda yakalamış olan İngiliz kapitaliz­ mi kendi dokusunu evirerek ( büyüme, irileşme ve tekelleşme eğilimi güçlenerek) gelişmesini 1 9 1 8'den sonra da sürdürmüştür. Ancak, dokunun aynı biyolojik süreçle tazelendiği 1 920'li yıl­ larda o güne kadar kapitalizmi dünya sistemi yapan kurgu (" altın standardı"na dayalı Anglosak­ son modeli) artık aksamaktadır. Daha doğrusu, 1 9 14'teki kesintiden sonra yeniden aynı biçimde kurgulanamamaktadır. Adeta, kapitalist gelişme ile ona hayat veren model arasında ciddi bir çe­ lişki doğmuştur. Kapitalizmin büyümüş ve çeşitlenmiş olan talepleri artık bu model ve onun sahi­ bince karşılanamamaktadır. Bütün bunların en önemli sahnesi İngiltere'dir. Bütün bunlar "tek ül­ ke" sayesinde yaşanmış ve görülebilmiştir. 1 920'lere gelindiği zaman yaşanan şey, tek ülke saye­ sinde kapitalizmdir denilirse, abartı olmaz. 1 930'dan sonra ise, artık tek ülke sayesinde kapita­ lizm modeli yoktur. Çeşitli kapitalizmler vardır. Orası yeni iddialar dünyasıdır. KÜÇÜK VE YALNIZ EMPERYALİST Büyük sermaye deyince, 20. yüzyıl başlarında ve 1 920'lerde, Fransa'da (ve Almanya' da) akla ban­ kacılık ve ağır sanayi gelir. İngiliz kapitalizminin tüm sektörlere yayılarak elde ettiği çeşitliliğe Avrupa'nın bu iki önemli kapitalist ekonomisi sahip değildir. 1 9 14'te, Avrupa'nın en büyük beş ticaret bankasından biri (Credit Lyonnais) Fransız sermayesinindi (Öteki üçü İngiliz, biri de Al­ man sermayesine aitti). Sanayide ise, Fransız sermayesinin dünya büyükleri arasında yer alabile­ cek iki şirketi vardı: Kimya sektöründe Saint-Gobain ve elektrikte Thomson-Houston. Fransa'nın dünya finans ve ödeme sisteminde İngiltere'nin ölçeğinde bir sorumluluğu (ve gücü) yoktu. O, emperyalizmin başkanı değil, üyesiydi. Ekonomisi ortodoks kalıpla ve muhafa­ zakar iktidarlarla işliyordu. Savaştan sonra, yeni kaynaklara el koyma senaryosu belki İngiliz ser­ mayesinden de çok Fransız sermayesinin tutkusuydu. Rusya'daki yeni rejime karşı en hoşgörüsüz çevre Fransız sermayesiydi ve Almanya'nın en ağır tazminatı kabullenmesi için ısrarcıydı. 1 923 başında Ruhr'a zorla el koyan Poincare, bu sermayenin 1 920'lerde güven duyduğu yegane siya­ setçi sayılabilir. Poincare iktidarda olmadığı ve hele orta-sol hükümetlerin kurulduğu hallerde, Fransız sermayesi yurtdışına kaçmayı ve Poincare iktidara gelince dönmeyi alışkanlık yapmıştı!

494 son sözler

Fransız kapitalizminin, 1 920'lerin ilk yarısında İngiltere'yi (ve uluslararası finans çevreleri­ ni) en çok uğraştıran soruna, yani altın standardını yeniden kurgulayarak işlerlik kazanmasına ciddi bir katkısı olamazdı. O, 1 923'ten sonra Almanya sorununa kilitlendi. Yeni kaynaklara el koyma rüyasından uyanarak gerçekle yüzleşti. Kredilenmeye muhtaçtı ve bu çerçevede kalıp ba­ şının çaresine bakacaktı. Emperyalliğini büyütme hevesi, yerini inişe bıraktı. Dawes Planı yani Amerikan sermayesinin Avrupa çıkartması, Fransız sermayesinin bir büyük Fransız emperyaliz­ mine kılavuzluk etme hayalinin sonu, daha doğrusu, sonun başlangıcı oldu. Fransız sermayesi. 1 924'te takkeyi önüne koyup düşündü ve kendi çapında bir " altın oyunu" oynamaya karar ver­ di. Yalnız kalan, orta boy (ya da küçük) bir emperyalizmin oynayabileceği en başarılı oyun, 1 920'lerin ikinci yarısında bu idi. Poincare iktidarının 1 926-28 yılları, Fransa için İngiltere'nin 1 925'i gibi bir dönüm nokta­ sı oldu. Fransız sermayesi, kendine alan yaratarak başarılı bir altın oyunu oynadı ve 1 932'ye ka­ dar süre kazanmış oldu. Fransa geçici bir refah ve bolluk dönemi yaşadı. Altınla oynayan ve eko­ nomik gücü ( daha büyük kapitalistlere göre) bundan ibaret olan bir örnek oluşturdu. Dawes Pla­ nı ile tescil edilen iniş bir süre durdurulmuş oldu. Fransız sermayesi, Poincare örneğinde berrakça görüldüğü gibi muhafazakar iktidarlardan başkasını istemezdi. Ancak, Fransa'daki muhafazakar dokuyu, sadece sermaye sınıfının gücü ve arzusu ile sınırlı saymak yanıltıcı olur. Muhafazakarlık orada daha karmaşık bir olgudur. Uzun süren, donuklaşmış bir siyasal kalıp yaratmıştır. Bu kalıp, ekonomide ortodoks politikaları garan­ tiye alacak bir siyasal bileşim istiyordu. Başka seçenek istemiyordu. Farklı bir seçeneğin gündemin ucunda görünmesi bile, sermayeyi ürkütmeye, kaçırmaya yetiyordu. Kaçış, ancak ortodoks poli­ tikalara biat etmekle dönüşe çevrilebiliyordu. Bu, sermayenin de alıştığı bir oyun gibiydi. Fransa'nın, ortodoks politika çizgisini bozmaksızın oynadığı altın oyunu 1 932'den sonra sürdürülemedi. Daha önce anlattığımız şekilde, Fransız ekonomisinde "ortodoks politika + altın oyunu" çizgisi o tarihlerde tükenmişti. Ekonomide yolun sonuna gelinmişti. Oyunun sonu, ser­ mayenin politikalarının sona erişi gibi kabul edildi. Başka bir politika çıkaramayan siyasal kalıp 1 934'ten sonra yeni bir oluşuma gebeydi: Solun iktidarı. Seçenek, kapitalizmin öteki sınıfının farklı politika çizgisi olarak siyaset sahnesine geldi. Kapitalizmin ve onun yarattığı buhranın azabını çeken işçi sınıfı hemen yeni bölüşüm politikası istiyordu. Solun iktidarı 1 936'da böyle başladı. Ancak, Fransız usulü altın oyunu, ekonomiyi -or­ todoks politikalarla ilerlemenin olanaksızlığı bir yana- birdenbire yepyeni politikalara yöneltecek makas değişikliği yapmanın da zor olduğu bir noktaya getirmişti. 1 936 Eylül'ünde, yapılması ka­ çınılmaz hale gelen (sermayeyi Fransa'da tutmaya çalışan) devalüasyondan sonra, solun iktidarı uzun ömürlü olamadı. Farklı iktisat politikasını oluşturamadı. Fransız sermayesinin alışkanlıkla­ rını yumuşatması ve iddialarından vazgeçmesi söz konusu değildi. Zira, doku ve sistem, esnekli­ ğe yer vermiyordu. 1 936 Haziran'ında bölüşümü işçi sınıfının payını büyütecek şekilde etkileyen iktisat politikası çizgisi sermaye tarafından kabul edilemezdi. Bu çizginin siyasal kalıbı bir yıl so­ nunda bozuldu ve 1 937'nin yaz aylarına girerken "eski hamam, eski tas"a dönüldü.

son sözler

49 5

Muhafazakar siyasal kalıba ve ortodoks iktisat politikasına dönüşle birlikte, 1 930'ların uluslararası konjonktürü içinde Fransa bir devlet krizine yaklaşıyordu. 1 940'ta, Fransa artık aciz devletti. Emperyalist kimliği işe yaramıyordu. Büyük komşu devletin yeni faşizmle beslenen yeni emperyalizmine teslim olacaktı. BÜYÜK, Aciz, ŞAŞKIN, CÜRETKAR 1919'da, emperyalliği yeniden sahneye koyma ve dünyayı düzenleme görevinde, dünya sermaye­ sini temsilen başı çeken İngiliz sermaye sınıfı idi. Kapitalizmin dünya ölçeğinde işleyebilmesi için tesisatın aksaklıklarını gidermek ve bunu çalıştırabilmek onun işiydi. Bu projenin dünya ayağı al­ tın standardının yeniden işler hale getirilmesiydi. Sistem, bir büyük devletler kulübü olarak resmi­ yet kazandığı 1 870'ten itibaren, yavaş (ya da makul) bir ekonomik büyüme temposuna ayarlı şe­ kilde işlemişti. 1 9 1 4'e kadar, kapitalist büyüme temposu ciddi bir spekülatif balon yaratmamıştı. Şimdi, özellikle finans sermayesinin beklentisi likiditenin kontrollü ve sermayenin hareketli oldu­ ğu bir rejimdi. Bunun için, İngiliz ve Amerikan merkez bankalarının (yani, sterlin ve doların sa­ hiplerinin) sıkı işbirliği ile piyasaların (yeni ve çeşitli finans araçlarıyla) bu işbirliğini gözetecekle­ ri bir ana mutabakat lazımdı. Ancak, "tesisat"ın işleyebilmesi, Avrupa ayağının sağlamlığına bağlı olacaktı. 1 9 19'daki Versailles'ın (kapitalizmin 20. yüzyıl için ön projesinin) önemi buradaydı. Yüzyılın ön projesinin "çıpa"sı Almanya idi. Savaştan sonra Avrupa'da (ve dünya ekonomisinde) büyük boşluk yaratı­ lamazdı. Alman yenilgisinden sonra kapitalizmdeki boşluk doldurulmalıydı. Avrupa'nın dünya sistemi içinde tutulması için "çıpa "nın (büyük bir sanayi ülkesi ve piyasası kimliği ile) kontrol al­ tına alınması ve projeye eklemlenmesi şarttı. Kısacası, Versailles'da Almanya ne muamele görür­ se görsün, onun sahip olacağı "çıpa" rolü iyi tanımlanmalıydı. Sanayi ülkesi Almanya, savaşı kazanamamış, emperyal arzuları kabarmış, ama, yarım kal­ mıştı. Sanayi çağında sermaye yapısının birimi olan büyük şirket, orada yüzyıllık bir geçmişe sa­ hipti. Örneğin, Avrupa'nın en önemli silah imalatçısı ve entegre bir kömür-demirçelik şirketi olan Krupp, 1 8 1 2'de kurulmuştu ve 1 8 80'lerde yirmi bin işçi çalıştırmaktaydı. Aynı yıllarda Almanya, elektrik ve kimya sanayileriyle büyük atılım yapıyor ve ikinci sanayi devriminin kapitalizminde kendisi için en uygun gelişme koşullarını yakalıyordu. O koşulların yarattığı sanayi dokusu, özel­ likle yatırım mallarında Alman büyük sermayesini rakipsiz kılıyordu. Bu gelişme kısa sürede doğal mecrasını buldu: Alman sermaye sınıfı, bastırılamayan sö­ mürgecilik arzusuna karşı en büyük engel gördüğü Bismarck'la mücadelesini 1 880'lerde tamam­ ladı. 1 890'dan, yani, Bismarck ayrıldıktan sonra doludizgin sömürgeciliğe yöneldi. Afrika'yı ken­ dine ilk yayılma alanı olarak hedef seçti. Alman kartellerinin gelişme çağı, aynı zamanda Almanya'nın emperyalliğinin birinci adımı olarak Afrika'da yoğun sömürgecilik deneyimi kazan­ dığı dönem oldu. Bu süreç 1 91 9'da birdenbire kesildiği anda, Almanya da bir boşlukta kaldı. Her ülke için temel olan iki dayanaktan yoksundu: İşleyen bir ekonomi ve temel kararların oluştuğu siyaset. Bir büyük sanayi kapitalizmi, aciz devlet düzeyine düşüvermişti.

496 son sözler

Almanya'nın aciz devlet dönemi 1 924'e kadar sürdü. Weimar'ın, yani, kültürce aydınlan­ mış, fakat siyasette iddiası berraklaşmamış bir orta sınıf liberalizminin ürünü sayılan cumhuriye­ tin bu ilk dönemi; ekonomide akıl almaz enflasyonlarla, iflaslarla, siyasette de güçsüz orta sağ ik­ tidarlar ve onların arkasında varlığını hissettiren, otoriterlik yanlısı ordu desteği ile yaşandı. Sa­ vaşın galibi, Versailles'ın mimarı güçler (İngiltere, Fransa ve biraz uzak duruyormuş gibi görünen Amerika) 1 9 1 9 Haziran'ından 1 923 sonlarına kadar süren zor dönemde Almanya'ya el uzatma­ dılar ya da uzatamadılar. İngiltere ve Amerika'nın, 1 923'te Almanya için "çıpa" rolünü tanımlamak üzere işe giriş­ melerinden sonra, toparlanma başladı: Dawes Planı Almanya'ya bir ekonomi rejimi getirdi. Onun mali yapısını kontrole aldı ve böylece dünya (Anglosakson) kapitalizminin sermaye birikimine ek­ lemlenmesini gerçekleştirdi. Bu operasyon Alman sermaye sınıfının beklentilerini karşılıyordu. Si­ yasetin rejimi (Weimar) kitleler gözünde bu sayede meşruiyet kazandı, işlemeye başladı. Weimar cumhuriyeti, gerçekte Dawes Planı, onun kredileri ve koşullarıyla vücut bulmuş oldu (Benzer bir tabloyu, siyaset bilimciler, daha farklı koşullarda, 1 949'da Federal Almanya'nın kuruluşu ile Marshall Planı bağlantısında da arayabilirler). Alman sermaye sınıfı, çıkar yolu bu eklemlenmede görüyordu. Zira, Dawes Planı, Alman sermayesinin ayağına krediyi getiriyor ve süregelen likidite kıtlığını bitiriyordu. Vahşi enflasyon (ve sahte likidite dönemi) sona ererken, bu reel kredi akışı sayesinde bir sermaye rejimi yeniden kurulabiliyordu. Krediyi getiren finans sermayesi, Weimar cumhuriyetinin de güvencesi oluyordu (Weimar'ın başka bir güvenceye sahip olmadığı, 1 930'ların başlarında ortaya çıkacaktı! ) . Bunun ötesinde, Almanya'nın Anglosakson model çerçevesinde bir genel borç senaryosuna bağlanarak kontrol altında tutulması sermaye sınıfı için sorun değildi. Dünya sermayesiyle entegre bir doku içinde olmak güvencesiydi. Alman ekonomisi, dünya kapitalizminin Anglosakson modeli içinde yeniden düzenlenebil­ mesi için kendine düşen rolü oynayacaktı. Ancak, ikinci Sanayi Devrimi'ni sahiplenmiş olan yapı, yeni emperyal projenin "çıpa"sı olmasının yanı sıra, önce Almanya için işleyecekti. O sanayi do­ kusu oluşmuştu ve ne askeri yenilgi, ne de Versailles'in boyunduruğu dokuyu aşındırabilirdi. Al­ manlar sanayi çarklarını kilitli tutmadılar. 1922'in Rapallo anlaşmasından sonra (yani, Dawes Planı'ndan önce) Almanlar Sovyetler'e çeşitli askeri araç, gereç, malzeme ve teknik eğitim desteği yaptılar. Bu ilişkiden doğacak bir yakınlaşmaya karşı İngiltere (ve Fransa) Locarno anlaşması ve Milletler Cemiyeti üyeliği ile Almanya'yı Sovyetler'den ve böylece sanayinin yeni pazarından uzak tutmaya çalıştılar. Fakat, 1 922'de kurulmuş olan askeri-ticari ilişki 1 933'e kadar sürdü. 1 933'te iktidarı alan Nasyonal Sosyalist yönetim, bu ilişkiye son verdi. Büyük sermayenin on yıllık paza­ rı o zaman kapandı. Dawes Planı'nın kaynakları Amerikan ekonomisinin yükseliş dalgasına bağlı olan özel sek­ tör kredileriydi. Yükselişin sonlarında kaynaklar zayıfladı ve 1 929'un Wall-Street krizinden son­ ra kurudu. Bir büyük kapitalist ekonominin canlılığı sürdükçe bir başka (muhtaç) kapitalist eko­ nomiyi beslemesi, fakat canlılığı sona erince onu ağır bunalıma terk etmesi, 1 920'lerin çarpıcı ör-

son sözler

497

neklerindendir. Ağır bunalım ekonomide başlayacak ve hemen siyaset alanını kaplayacaktır. 1 929'dan sonra, Weimar'ın ikinci kez aciz devlet dönemi başlayacaktır. Dış krediden yoksun ka­ lan Weimar, ortodoks daralma politikalarına yönelir. İşsiz kitleler yaratan bu sıkıntılı dönem 1 932'nin sonuna kadar sürecektir. 1 930-32 yıllarının bir özelliği, Alman sermaye sınıfının derinleşen buhrandaki tavır deği­ şikliğidir: Birikim arzusunun sürekliliğini sağlamak üzere, Weimar cumhuriyetçiliğine sırt çevirip otoriter rejim arayışına girmesidir. Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Hindenburg başta ol­ mak üzere, Alman siyaset sahnesinin orta-sağ kanadı, sağ kanadının uçlarını da kontrole alarak bir otoriter rejime yönelebileceklerine inanmışlardı ve bunun için sermaye sınıfı ile görüş birliği ıçindeydiler. Weimar'ı belki sadece bir vitrinden ibaret tutacak bu proje, Alman ekonomisinin dünya kapitalizmine eklemlenmiş konumunu değiştirmeyi amaçlamıyordu. Dawes Planı, uzantısı olan Young Planı ile sürecekti. Dış kredi aka bilmeliydi. Almanya, 1 930'a (Young Planı'na) kadar borç (yani, kontrol altında tutulma) oyununu usulünce oynadı. Başrol, merkez bankası başkanı Schacht'ındı. O, Anglosakson modelinin ana ekseni olan para otoritelerinin ve piyasaların (başka deyişle, finans sermayesinin) güvenine sahip­ ti. Oyunu, modeli sorgulamaksızın ve Alman ekonomisini (sermayesini) temsil ederek oynuyordu. Böylece, Alman sermayesinin de Avrupa kapitalizmi için önemli olan " çıpa" rolünü oynayacağı güvencesini veriyordu. Schacht, Wall-Strett'in çöküşünden bir süre sonra görevden çekildi. 1 933'te döndüğü za­ man, oyunu kendi koyacağı ve her an değiştirebileceği usullerle oynamaya girişti. 1 933'te, hem Alman sermayesini, hem de yeni rejimi temsil ediyordu. 1 93 1 Eylül'ünde Anglosakson modeli ve onun usulleri geçersiz hale gelmişti. Artık karşısında kapitalizmin hastalanmış ve zayıf düşmüş Amerika'sı ve İngiltere'si vardı. Finans sermayesinin uluslararası gücü 1 930'dan önceki gibi değil­ di. Anglosakson sermayesine ödün verme zorunluluğu yoktu. Schacht, sermayenin buhranla ortaya çıkan çelişkilerini ve buradan doğan zayıflıklarını iyi görüyordu. 1 933'ten başlayan yeni siyasal koşullarda, önce 1 9 1 9'dan sonra da 1 924'ten itibaren Almanya'ya yazılan borçları kendi yöntemleriyle değiştirdi, sildi ve Alman ekonomisi üzerinde in­ şa edilmiş mali kontrol mekanizmalarını kaldırdı. Yerine, içeriden ve tek merkezden yönetilecek kontrol sistemleri kurdu. Bu, dünya finans sermayesinin sevmediği, ama çaresiz kaldığı bir tablo yarattı. Kapitalizmin içinde liberal-totaliter çelişkisi berraklaşıncaya, yani, 1 934'e kadar otoriter bir Alman modeline Anglosakson çevrelerinden itiraz gelmedi. Ancak, totaliter bir Almanya'nın kendi dünya modelini ve bunun sermaye birikimini arzuladığı ve inşa edeceği sonra yavaş yavaş anlaşıldı. Almanya'nın Anglosakson modelinden kopması ve farklı bir birikim süreci içinde ken­ di dünya ekonomi modelini inşa etmesinin zemini 1930'ların ikinci yarısında ortaya çıktı. 1 930 öncesi borç (kontrol) mekanizmalarını kabul eden ve bunları sürdüren bir Almanya, siyasal olarak da Batı'dan ( Anglosakson uyumundan) kolay kolay kopamazdı. İngilizler, 1 920'lerde fon akımı ve mali kontrol sağlayan Dawes Planı'nın, bir siyasal mensubiyetle bütün­ leştirilmesini ve böylece kontrolün pekişmesini istediler. Locarno Paktı ve Milletler Cemiyeti üye-

498 son sözler

!iğini bu bakımdan zorunlu saydılar. Ancak, 1 930'larda Schacht'ın operasyonlarıyla eş anlılık içinde, Alman sermayesi yeni yayılma zeminini, Lebensraum'u bulacaktı. Böylece, Almanya sade­ ce Anglosakson "borç" (kontrol) mekanizmasından çıkmakla kalmıyor, kendi yayılma ve kontrol sistemini de rakip model olarak oluşturuyordu. Funk, 1 940 Temmuz'unda modeli açıkladığı za­ man, Alman askeri çoktan Paris'e girmişti. Funk'un açıkladığı hegemonya modeli, Nasyonal Sos­ yalist Almanya'ya göre bir 20. yüzyıl ön projesiydi. Bir karşı-Versailles'dı. Bu gelişmeler içinde dikkat çekici bir nokta vardır: Reform iddiasının sahibi olarak sahne­ de görünen Alman orta sınıfı, büyük sermayeninkinden farklı bir ekonomi projesi üretmedi. 1 920'lerde, dünya kapitalizmine eklemlenmenin arkasında yatan sermaye birikimine orta sınıfın kökten bir karşı çıkışı olmadı. Bunun ciddi sorgulamasını yapmadı. Oysa, kapitalizmde birikim sürecinin bağrında taşınan istikrarsızlık, Alman düşünürü Marx'tan bu yana tartışılmış, özüm­ senmiş, bilgi haline gelmiş ve son noktayı da Rosa Luxemburg koymuştu. Alman orta sınıfının 1 9 1 9'dan sonra ağır basan ortak özlemi liberal demokrasiydi. Buna odaklandı. Orta sınıfın enerjisi ve çabası Weimar'ın siyasal inşası ve kurumsallaşması üzerinde toplandı. Siyasal proje onun, ekonomi projesi büyük sermayenindi. Sermaye sınıfına ait birikimin yürütülmesi sayesinde, kendi özlemi olan siyasal projenin (Weimar cumhuriyetinin) gerçekleşece­ ği, 1 920'lerde orta sınıfın şu ya da bu biçimde genel kabulü oldu. Orta sınıf entelektüellerin zen­ gin kültür birikimi ve siyasal düşünceye katkıları, Alman ekonomi dünyasında şekillenecek fark­ lı bir proje ile eşleşmedi. Orta sınıfın liberal demokrasi arzuları, sermaye sınıfının birikim arzula­ rı üzerine oturtulmuş oldu. 1 930'larda ise, Almanya'da ekonomi projesi, sermaye sınıfının Nasyonal Sosyalist siyasal projeye birebir uyum sağlamasıyla ve bu birlikteliğin ağır basmasıyla vücut buldu. Nasyonal sos­ yalizm büyük tasfiyelerle kurulup işleyen bir rejimdi. Sosyalistlerin yanı sıra liberaller de tasfiye­ ye uğradılar. Kalanlar, yeni ekonomi ve siyaset projesini (sermaye birikimi ve güç kullanımı) sor­ gulamak bir yana, Weimar'ın liberal demokrasisini yok eden o koşullarda, rejime göre yön değiş­ tirdiler. 1 930'ların, yeni orta sınıfı Weimar'dan Nasyonal sosyalizme kaymış, orada kendine kim­ lik arayışına girmişti. Rejimin sermaye ve siyasetin özel karışımından oluşan gücü arttıkça, yeni orta sınıfın rejime katkıları da çoğaldı. KAPİTALİZM İÇİNDE REFORMCU KAVGA 1 920'ler, Amerika'da ekonominin hızlı büyüme dönemiydi. Kapitalizmin dalgası yükseliyordu. Amerika dünya ekonomisini sürüklemeye başlamıştı. Anglosakson dünya modelinin sahibi ve so­ rumlusu henüz İngiltere idi. Ama, dünya kapitalizmini ekonomik dalgaları ile etkileyen, deprem yaratabilen ülke artık Amerika oluyordu. Bu, savaş bittiği zaman öngörülenden farklı bir tabloydu, Kapitalizm savaştan sonra hızlı büyüme arıyordu. Galip gelen emperyalistler (İngiltere ile yardımcısı Fransa) mağluplardan baş­ layarak yeni kaynaklara el koymak istiyorlardı. Büyüme, eski yayılmacılık yoluyla gerçekleşecek­ ti. Arzulanan olamadı. Artık sistemin büyüme kapasitesini Amerika, kendi alanı içinde belirleme-

son sözler

499

ye başlıyordu. Kapitalist büyümenin "yükseliş" ve " iniş" dalgalarını belirleyen motor oradaydı. Amerikan kapitalizmi 1 920'lerde vahşice ve doludizgin büyüyordu. Bu tarz ve tempo, dünya ka­ pitalizminin Anglosakson modele yerleştirilmiş ve 1 8 70'lerden gelen istikrarlı (daha düşük tem­ polu) büyüme özelliğini yok edecekti. Amerikan ekonomisi yüksek iç taleple, hızlı bir teknolojik ilerlemenin üretime uygulanma­ sını sağlayan kurumsal değişikliklerle, bunun sonucunda ortaya çıkan yüksek verimlilikle genişle­ yen iç pazarla ve tümünün hakkını fazlasıyla veren finans mekanizmasıyla körükleniyordu. Ve or­ taya yüksek bir ekonomik performans çıkıyordu. Gerçi, 1 920'li yıllarda tüm kapitalist ekonomi­ lerde sermayenin yapısı şirket birleşmeleriyle merkezileşiyordu. Böyle bir yapı değişikliği büyüme temposunu, özellikle 1 920'lerin ikinci yarısında hızlandırmıştı. Büyük kapitalist devletlerin tü­ münde (ve Amerika'da) sermaye sınıfının tercihlerini tam benimseyen ve uygulayan iktidarlar var­ dı. "Tüm iktidar sermayenin"di. Ancak, Amerika'dakine eşdeğer bir üretim gücüne ve perfor­ mansa hiçbir büyük kapitalist ekonomi erişemiyordu. Hızlı Amerikan büyümesi bağrında istikrarsızlık taşıyordu. Ancak, kapitalizmin tek istik­ rarsızlık kaynağı bu değildi. İngiliz ekonomisi de farklı bir istikrarsızlık taşıyordu. Amerikan eko­ nomisi yükseliş döneminde iken (yani, 1 929'a kadar) İngiliz ekonomisinin dış açığı genişliyordu. İngiliz'in "açık verme" kapasitesi Amerikan büyümesi ve dış fazla vermesiyle giderilemiyordu. İn­ giltere henüz liderdi, ama açık vermeye mahkum olmuştu. İngiliz'in bu sürekli açığı sistemin öte­ ki istikrarsızlık kaynağıydı. Böyle bir lider, sisteme istikrarlı büyüme getiremezdi (0 yılların İngiltere'sinin liderliği bu bakımdan sanki 2000'li yılların Amerikan ekonomisini andırıyordu). Amerikan ekonomisi iniş döneminde ( 1 929'dan sonra), Avrupa'dan başlayarak, dünya ekonomisinde deprem yaratıyordu. Sistemin büyüme kapasitesi, Amerika'nın inişe başlamasıyla sönüyordu. Daralmaya dönüşüyordu. Ancak, daralma da İngiliz ekonomisinin açık verme kapa­ sitesini küçültemiyordu. Versailles ile başlayan bağdaşmazlıklar, kapitalizmin bu iki büyük aya­ ğının taşıdığı istikrarsızlıklarla ve uyumsuzluklarıyla artıyordu. Yegane uyum, ikisinde de işsizli­ ğin artışı idi. Yani, aynı hastalığın ortaya çıkışıydı. İngiliz ekonomisinde işsizlik savaştan hemen sonra başladı. Azalmadı. 1 925'ten sonra arttı. Amerikan ekonomisinde, büyüme yavaşlayınca ( 1 929'da) işsizlik baş gösterdi ve sonra gitgide arttı. 1 9 30'dan sonra, iki ekonomide de en ciddi hastalık bu idi. 1 930'larda, Amerikan ekonomisinde büyümeden, büyümenin yükseliş ve iniş dalgaların­ dan değil, onarımdan ve reformdan söz etmek gerekir. Çünkü, büyüme yılları bitmiştir. Geride kalmıştır. Sermaye sınıfının ekonomiyi büyümeye yarayan soluğu tükenmiştir. Şimdi, sermaye sı­ nıfının yapamadığı bir kapitalizm yapma zamanıdır. Daha önceki ve 1 920'li yıllardaki kapita­ lizmden farklı bir şey yapmaya girişmek, önce sermaye sınıfının kodamanlarıyla, özellikle finans sermayesi ile (kapitalizm içinde kalarak) kavga etmeyi zorunlu kılar. Roosevelt'in ve ekibinin işi öncelikle bu kavgadır. Roosevelt'e göre, eski kapitalizmden farklı, yeni bir kapitalizm yapmak için kavga edile­ cekse, her şeyden önce bir şeyin iyi anlaşılması gerekir: Tüm iktidar sermaye sınıfına bırakılamaz!

500 son sözler

Amerika'da ilk kez (ve 20. yüzyılda son kez) görülen şey, kapitalizmi yeniden kuracak biçimde onarmak için, sermaye sınıfının alışılmış tercihlerini tam (ya da hiç) benimsemeyen bir iktidardır. Amerikan sermaye sınıfı, büyük çöküşe karşın, 1 920'lerin kapitalist büyüme süreci içinde sahip olduğu ayrıcalıklardan ve "hakim noktalar"dan vazgeçmek istememektedir. Çöküşü, çalı­ şan sınıfın bedel ödemesi ve böyle bir uyumu kabul etmesiyle gidermekten, bu tamamlanınca bü­ yümeyi yeniden aynı (kazanılmış! ) ayrıcalıklar ve hakim noktalarla başlatmaktan başka bir çözü­ me razı değildir. Farklı bir ekonomi projesi yoktur. Farklı ekonomi projesi, bir çeşit güleryüzlü kapitalizmden geçer. Bu, çalışan sınıfa ödün verme esnekliğine sahip olmayı gerektirir. Amerikan sermaye sınıfı, geçmişi ve katılaşmış alışkan­ lıklarıyla, bunu yapmaz. Büyük çöküş noktasında, böyle bir yeni tasarımı yapabilmek, eğer bu kı­ vama ve olgunluğa gelmişse ve medeni cesarete sahipse, orta sınıfın görevidir. Yeni bir başlangıç (New Deal) tarihi bir iştir. Orta sınıfın temsilcisi Roosevelt olacaktır. Görevi, Amerikan kapita­ lizmini yeni bir raya oturtmaktır. Roosevelt'in girişimi, orta sınıfın, kapitalizmi kurtarmak ve zindeleştirebilmek için çalışan sınıfa ödün verebileceğini ve onun hareket alanını ekonomik desteklerle ve sosyal haklar vererek genişletebileceğini gösteriyor. Burada, çalışan sınıfın hareket alanını genişletirken, sermaye sınıfı­ na kırmızı çizgiler çekebildiği, bunun için kavgayı göze alması gerektiği gözden kaçmamalıdır. Orta sınıf, kavgayı kapitalizm için kapitalizmin egemen sınıfı ile yapmaktadır. Roosevelt'in aradığı kapitalizm modelini özgün kılan şey, işin candamarı burasıdır. Bu kavgayı göze almadan kapitalizme kapitalizm için müdahale edilemez. Çalışan sınıfa verilecek desteklerin ve hakların ekonomideki izdüşümü toplam talebin canlandırılmasıdır. Büyük çöküşün yarattığı işsizlik ve da­ ralma toplam talebi o kadar söndürmüştür ki, sermaye sınıfının yeni yatırım yapmayı düşünmesı söz konusu değildir. O halde, yeni yatırım yapmak ve bunu mutlaka çalışan sınıfa verilecek eko­ nomik destek ve sosyal haklarla eşleştirmek, kapitalizmde devletin işi olacaktır. Bunu da ancak reformu orta sınıf kadrolarının bilgi ve karar sahibi olduğu bir devlet yapabilir. Kapitalizme ye­ niden işlerlik kazandırabilmek için toplam talebi artırmak ve bunun için de yeni yatırım yapmak gerekiyorsa, bu düşünce çizgisinin ve kararın sahibi orta sınıftır. Yeni yatırım devletin işidir. Böy­ le bir yatırım ajanlığının kararını almak için, sermaye sınıfı ile kavgayı göze almak gerekir. De..-­ let yatırımı, "kötü kişi" (kötü orta sınıf) olmaya girişerek yapılır. Sermaye sınıfı toplam talep ar­ tışından yararlanacak olsa da, kapitalizmin içinde kendi arzusu ve kararı dışında böyle bir damar oluşmasından hoşlanmaz. Sermaye sınıfı böyle bir devlet profiline alışık ve yatkın değildir. Sev­ mez. Sınıfsal içgüdülerine aykırı bulur. Roosevelt'ten de, orta sınıf reformculuğundan da nefret eder. Hele, Roosevelt'in sermaye sınıfına da, yeni, zinde ve büyük birimlerin aklı ile işleyecek bir kapitalizm kurmak üzere çalışma disiplini (kodlar) getirmek istemesi, sermayeyi isyan noktasına getirir! Kapitalizmde sermaye sınıfı koşullar ne kadar kötüleşmiş olursa olsun akıl alma ihtiyacı duymaz. Hele, iş sınıfsal ödün vermeye gelip dayanmışsa? Bazı iktisatçılar, aynı tarihte ( 1 933'ün ilk aylarında) iktidara gelmiş olan Roosevelt ile Hitler'in ekonomiyi canlandırmak ve talep yaratmak için devlet eliyle altyapı projelerine öncelik

son sözler 501

vermiş olmalarını, iki farklı ülkedeki iki modelin birbirine benzediği şeklinde vurgularlar. Bu, dar ve yanıltıcı bir bakıştır. Roosevelt'in önemini önemsizleştirir. O iki kapitalizm, yapıları ve içinde bulundukları ekonomik konjonktür bakımından birbirinden farklıdır. Ancak, asıl dikkat çekici nokta, iki ülkedeki iki farklı orta sınıfın (kapitalizm içinde) kendi tarihi konumlarını ve görevlerini algılamasında gözlenebilir. Bu farklılık, iki ülkede ekonomi pro­ jelerini ve siyasal rejimlerin niteliğini (ya da kaderini) de etkileyen özellikler taşır. Amerika'nın, kapitalizmi onarmak ve ona yeni bir çehre verebilmek için çalışan sınıfın payını, sosyal haklarını ve toplam talep yaratıcı ekonomik potansiyelini gözeten, onunla bir (ittifak değilse de) yakınlaş­ ma içine giren orta sınıfı farklıdır. Roosevelt'i ve 1 930'ların Amerika'sının yeni gündemini özgün kılan başka şeylerden önce budur. Buradaki algılama kapasitesi ve eylem becerisidir. 1 930'lar Almanya'sının orta sınıfı için benzer hükümlere varmak zordur. Oradaki tablo acıklıdır. Alman orta sınıfı 1 920'lerde reformcu sayılabilecek bir ekonomi projesi oluşturmaya yönelmemiştir. Ser­ maye sınıfını ekonominin sahibi gibi kabul etmiştir. Alman ekonomisinin 1 920'lerin sonundan itibaren girdiği derin krizde, sermaye sınıfı ile hesaplaşmayı göze alamamıştır. Sadece Weimar'ın liberal demokrasi tasarımı ile meşgul olmuş ve bu tasarım 1930'da beyhude bir meşguliyet haline gelmiştir. 1 930'dan sonra, Alman orta sınıfının siyasette ve ülke gündeminde hiçbir özgün iddia­ sı kalmamıştır. Derin krizle birlikte sürüklenmiş ve Hitler'in siyasal projesi ile Alman sermaye sı­ nıfının ekonomik birikim süreci arasında kalıp ezilmiştir. Özgürlüğü ve hakları yok edilen çalışan sınıfı değil gözetmek, ona gözü bile ilişmemiştir. Sürüklendiği noktada Hitler'e devlet yatırımları gibi şeyler önermiş ve sermayenin Lebensraum'a yönelen birikim sürecinin kadrolarına katılmış­ tır. O dönemin Almanya'sına özgü bir "yeni" orta sınıfa dönüşmüştür. 1 920'li ve 30'lu yılların bir özelliği, ekonomi ve siyaset projelerini sınıfsal sahipleriyle ve berraklıkla tanıma, kavrama olanağı vermesidir. Birinci savaş bittiği zaman sadece sermaye sını­ fının ekonomi projesi gündemdeydi. Farklı bir proje yoktu. Sermaye sınıfı yeni birikim arzusunu 1 91 4 öncesinin, savaşta kesintiye uğramış eski Anglosakson modeliyle eşleştirmek istiyordu. Pro­ jenin sahibi olan İngiltere'de ( Lloyd George'un, sermaye sınıfınca kabul görmeyen sosyal önerile­ ri dışında) liberal ve reformcu bir orta sınıf projesi henüz oluşmamıştı. Sermaye sınıfının projesi yürütülmeye çalışılacak, ama, bilindiği gibi, yürütüldükçe sistemik bağdaşmazlıklar büyüyecektir. 1 920'lerin sonunda dünya çapında ekonomik kriz, 1 930'ların sonunda da siyasal kriz çözümsüz boyutlara varacaktır. Savaş bittiği zaman ( 1 920'den itibaren) 20. yüzyıl başlıyordu. Ancak, bu, sermayenin eko­ nomi projesine sığmayacak bir yeni çağ olacaktır . Savaştan çıkılırken, kapitalizm içinde bunu çıp­ lak gözle görenlerin sayısı çok değildi. Ama, vardı. Yenilik, toplumlarda tüm sınıfların sahneye çıkmakta oluşuydu (Sahneye çıkmakta geciken sınıfların toplumları bunu daha sonra yaşarlar). Yeni çağ, siyasette ve ekonomide sınıf politikaları üzerine kurulacaktır. Siyasetin zemini gelişmiş­ ti, kitleselleşiyordu. Her büyük savaş sonunda kartopu gibi büyüyen ekonomik talepler de bu ze­ min üzerinde kitleselleşiyordu. Bunlara artık sosyal talepler de eklenmeye başlıyordu. Böylece, kitle/sınıf partileri dönemi açılıyordu. Sınıf programlarına (taleplerine) göre şekillenecek iktisat

502 son sözler

politikaları artık gündemdeydi. Bütün bunlar, 1 91 4 öncesi altın standardı dünyasındaki kontrol ve ayar mekanizmasının vidalarını sökecektir. Kapitalizmin, içinde taşıdığı istikrarsızlıktan ötürü yürümediğini gören ve açık seçik söyle­ yen kişi İngiliz orta sınıf liberali Keynes'ti. 1 925'te, Muhafazakarların Maliye bakanı Churchill altın standardı için düğmeye basarken, Keynes ömrünün sonuna kadar sürecek olan reform yol­ culuğuna başlıyordu. Bu, sadece onun kişisel yolculuğu değildi. Siyasette, başta Lloyd George ol­ mak üzere İngiliz liberallerinin platformu idi. Keynes'in önerisi, bilindiği gibi, devletin ekonomiye müdahalesiyle kapitalizmin yeniden yürür hale getirilmesiydi. Tarihi uygulaması İngiltere'de değil, önce Amerika'da Roosevelt'le ger­ çekleşecek olan öneri, İngiliz Amerikan orta sınıf liberallerinin reform düşüncesini yansıtıyordu. Keynes, Roosevelt'in meramını en iyi anlayanlardandı. Önerdiği müdahalenin ağırlık merkezinde kısa dönemde yapılacak devlet yatırımları vardı. Devleti ekonomide sürekli bir ajan haline getire­ cek uzun dönemli bir yatırım programı oluşturmak yoktu. Buna benzer etkiler yapacak bir mali­ ye politikası da yoktu. İngiliz orta sınıf liberal düşüncesinde, uzun dönemli devlet programı eko­ nomide değil, sosyal alanda olabilirdi. Bu, refah devletine gidişin yoluydu. Kapitalizmde orta sı­ nıfla çalışan sınıfın buluşma ekseni orasıydı. Anglosakson liberallerinin sosyal boyutla destekle­ nen ekonomi projesinin özü bu idi (Ancak, sosyal boyutun ekonomi alanına alınması ve yerleşme­ si için 1 942'deki Beveridge raporunu ve 1 945'teki İşçi Partisi iktidarını beklemek gerekecektir! ). Kıta Avrupası liberalleri ise, siyasal proje ile meşgul idiler. Sosyal görüşlerine destek olacak bir ekonomi projesi üzerinde pek çalışmamışlardı. İngiliz sermaye sınıfının, İngiliz yurdu dışında liberal demokrasinin dünya kapitalizmine si­ yasal altyapı oluşturması gibi bir tasarımı yoktu. Dünyaya yayılacak bir şey varsa, o da (kendi . sermaye birikimi idi. Bu altın standardı ile kontrol edilecekti. Liberal demokrasi bir ihraç ürünü değildi. İngilizler, 1 920'lerin sonlarına doğru Weimar cumhuriyetinin inişini ve Hindenburg'la çevresinin Alman sermayesiyle uyum içinde liberal Weimar demokrasisinden otoriter bir rejime yönelme arzusunu ve adımlarını kayıtsızlıkla izlediler. İngiliz demokrasisi, o yıllarda çalışan sını­ fın hak talepleriyle daha çok karşı karşıya kalmaya başlıyordu. Sermaye sınıfı, kendi demokrasi­ sini kendi ekonomik payını küçültmeksizin yürütmeye çalışıyordu ve bunun zorlaştığını görüyor­ du. Liberal demokrasinin sürdürülebildiği, çalışan sınıfın ekonomik haklarıyla birlikte siyaset ala­ nında yer almasına, yani, demokrasi alanının sosyal zemin sayesinde genişletilmesine bağlıydı. Li­ beral demokrasi ancak sosyal ve ekonomik haklarla sağlamlaştırılabilirdi. Ancak, İngiliz sermaye sınıfı için henüz bunu kabul etmenin vakti değildi. 1 945'e kadar beklemek ve toplumun seçim sandığı üzerinden tebliğ ettiği bilgiyle bunu öğrenmek gerekecekti. SAVAŞTAN SONRA KÖYLÜLER VE EKONOMİ Savaş, bağdaşmazlığın en keskin biçimidir. Savaştan sonra, kazananın kaybedene kabul ettirece­ ği barış gelir. Barışın bağdaşmazlıkları ortadan kaldıracağı varsayılır. Acaba, barış sadece bunun için mi yapılır yoksa bilerek ya da bilmeyerek barış koşullarının içine yeni bağdaşmazlık tohum-

son sözler

503

lan mı serpilir? 1 9 1 9'dan başlayan gelişmeler, sanki yeni bir bağdaşmazlıklar senaryosu gibi ol­ muştur. Ortaya bir başarısız barış tablosu çıkmıştır. Bu siyasal kurgu olarak değil, kapitalizmin yayılma sürecinin özelliği olarak daha dikkat çekicidir. Kapitalizmin yayılma zorunluluğu, o gü­ nün özel koşullarında sanki böyle bir barıştan başkasını olanaklı kılmamaktadır. Kapitalizmin büyük devletleri, 1 9 1 9'da 20. yüzyıl için İngiltere'nin öncülüğünde bir " barış şablonu" hazırlaya­ caklardır. İlk deneme dönemi 1 920'ler ve onun ekonomi zemini olacaktır. Bu, esasta bir "soğuk barış" modelidir. 1 946'da şekillendirilecek (soğuk savaş denilen) soğuk barışın ilk laboratuar ça­ lışmaları o zeminde denenmiş gibidir. 1 9 1 9 modeli barışın yani Versailles ile başlayan sürecin temellerinden biri, yenik düşmüş devletleri ekonomik kaynaklarıyla birlikte kapitalizmin dünya düzeni içinde bağımlı tutmaktır. Başka deyişle, bir bağımlılık ilişkisi yaratmak ve bunu kurumsallaştırmaktır. Kurgusu hazır olan{ işleyişi kesintiye uğramış 1 9 1 4 öncesi Anglosakson dünya modelini 20. yüzyıla başlarken tazele­ menin ilk adımı bu olmuştur. Almanya'nın o düzen içinde tutulması ("çıpa " rolü), bedeli ne olur­ sa olsun eşsiz bir öneme sahipti. Almanya, bu role "Hayır ! " diyemeyeceğini, 1 923'te takati tüken­ dikten sonra kabul edecektir. Ancak, 1 9 1 9'da 20. yüzyıl için kapitalizmin tanımladığı bağımlılık ilişkisini kabul etmeyen ülkeler de vardı. Bunlardan ikisi, dünya düzeni tasarımı bakımından kapitalizm için farklı neden­ lerle önemliydi. Biri Sovyetler'di, öteki yeni Türkiye. Sovyetler, Ekim devrimi günlerinden başla­ yarak tavırlarını belli etmişlerdi. Bu tavır (sergilenen esneklik payı hesaba katılsa bile) değişmiyor­ du. Yeni Türkiye ise kapitalizmin istediği bağımlılığın temel koşulu olan kapitülasyonların reddi­ ni, kendi varlığının temel koşulu sayıyordu. Kapitalizmin bunları kabul etmesi kolay olmadı. Bi­ raz zaman aldı. Bu tablo berraklaştıktan sonra (Sovyetler için 1 9 2 1 'in başı, Türkiye için 1 923'ün Tem­ muz'u) iki ülke de kendi yollarını kendileri açtılar. Siyasal rejimlerinin farklığına karşın, iki ülke­ nin 1 920'li yıllarda kendilerine ilk kuruluş aşamasında seçtikleri düzen ve onun politikaları ilginç benzerlikler taşır. Benzerlikler, ikisinin de birer köylü ülkesi olmasından başlar ve dünya kapita­ lizmine eklemlenmeyi kabul etmemelerine karşın, bu ilk dönemde ekonomiyi kapitalizmin ku­ rumlarını işleterek canlandırmayı amaçlamaları ile devam eder. Kuruluşun ilk dönemi, bir köylü ülkesi için en ciddi buhran olan savaş ekonomisinden çıkışın önemi hesaba katılmaksızın kavra­ namaz. Rejimin tasarladığı asıl modele geçiş bu hareket noktasından başlayan bir özel süreçtir. Bu süreçte, birçok yeni kurum gündeme yerleşecektir. Bu, ilginç bir geçit resmidir. Bir ülkede köylülüğün yüzyıllardır yerleşmiş, pek yavaş ve pek az değişmiş üretim ve yaşam alışkanlıkları ağır basıyorsa ve o ülke savaşın kıtlıklarına ve yıkımına uğramışsa, bu koşullardan çıkış için önyargıları, hatta temel sistemik düşünceleri bir yana koyabilmek gerekir. 1 92 1 Mart'ında, Lenin'in rotayı NEP (Yeni Ekonomi Politikası)'e çevirirken yaptığı budur. NEP, bir savaş ekonomisinden çıkış modelidir. O koşulların köylüler ekonomisine özgüdür. Büyük kapita­ list ekonomilerin savaştan çıkış tarzına, onların arayışlarına benzemez. Benzer bir savaştan çıkış zorunluluğu 1 922'nin Eylül ayından itibaren Mustafa Kemal'in karşısındadır. Başlangıç noktası,

504 son sözler

"Üreten köylü efendimiz! " dir. Çünkü, bir köylüler ülkesinde karşılaşılabilecek ilk ve en ciddi ek­ nomik sorunla daha önce ne Lenin ne de Mustafa Kemal yüzyüze gelmiştir: Tarım üretimi. Böyle bir "çıkış zorunluluğu" karşısında, ekonominin en önemli manivelası köylünün ken­ disidir. Doğru politika, onu kişisel olarak muhatap almak, köylüye çiftçi imiş gibi davranabilmek­ tir. Lenin bu noktaya 1 9 1 7-1 8'den sonraki yılların "savaş komünizmi"nin kıtlık koşullarından gel­ miştir. Mustafa Kemal ise, savaş yıllarının ( 1 920-22) yoksunluklar ve kıtlıklar ekonomisine bir ad vermemekle birlikte, savaş sonunda Anadolu'nun " bir baykuş yuvası"na benzediğini vurgulamış­ tır. Daha sonra, 1 930'da, Maliye vekili Saracoğlu Şükrü Bey de şöyle demiştir: "Cumhuriyet ku­ rulduğu zaman, her türlü gücümüzün kaynağı olan köyleri ve köylüleri bitkin bir halde bulduk." O koşullarda var olabilmenin bu ilk adımı atılamazsa, büyük kapitalizm ile çevrilmiş bir köylüler ekonomisi, ikinci acil adımı da atamaz. Yani, sanayi hareketine girişemez. Çünkü, sana­ yi hareketi (kendi göbeğini kendi kesecek olan böyle bir ekonomide) ancak tarımdan kaynak ak­ tararak yapılabilir. NEP, Sovyetler'de ürününü teslim yükümlülüğünü köylünün üzerinden kaldırmakla başla­ mıştı. Teslim yerine ona "Vergi öde! Para ile iş gör. Hesabını sen yap, biz karışmayalım! " dendi. Yönetim gerçi teslim yöntemi sayesinde ürünün bir miktarını elde bulundurma garantisine sahip­ ti. Ancak, bu köylü kitlesini yoksullaştırma pahasına elde ediliyor ve ekonominin damarları ku­ ruyordu. Böyle bir kıtlık ekonomisi ancak parasallaşma ile canlanabilirdi. Yeni Türkiye'de de, benzer canlanma aşar vergisinin kaldırılmasıyla başlayacaktır. Canlanmanın sürekliliği fiyat me­ kanizmasının (iç ticaret hadlerinin) tarım lehine işletilmesiyle tamamlanıyordu. Kısacası, köylüye ödün vermek iktisat politikasının ilk çizgisiydi. Bu ödünler köylülüğün bir bütün olarak kazançlı çıktığını düşündürebilir. Oysa, köylülüğün eşitsizlik yapısı içinde, kapitalist ilişkiler geliştikçe iki ülkede de zengin köylü zenginleşiyordu. Eşitsizliğin artışı, rejimlerin ekonomiyi işletebilmek için ödediği sosyal (ve siyasal) bedeldi. Ekonomik getiri ise, tarımın (ve böylece ekonominin) yüksek büyüme hızlarıydı. Yeni toprakların da üretime açılmasıyla, örneğin Türkiye tarımında yıllık or­ talama büyüme hızı 1 920'lerin ikinci yarısında yüzde 15'e yaklaşıyordu. Tarım ekonominin loko­ motifi oluyor, oradan başlayan canlanma yapıyı geliştirmeye başlıyordu. Köylüyü çiftçi yapabilme yolunda fiyatlar ve parasal teşvikler etkiliydi. Sovyetler'de de, Türkiye'de de bunlar yeterli görülmedi. Çünkü, üretim kendi kendine öğrenilecek şey değildi. İle­ ri teknik yöntemler ve yeni örgütlenme biçimleri işin temeliydi. Modernizasyon, o günün köylü­ ler ülkesinde öteki sektörlerden de önce tarımın gelişebilmesi için ana koşuldu. Sovyetler'in büyük ölçekli üretim için devlet çiftlikleri (sovhoz) ve kolektif çiftliklerden (kolhoz) bekledikleri bu idi. Mustafa Kemal'in "örnek çiftlik" üzerinde, kendini buna adayarak ısrarla durması bir fantezi de­ ğildi. Tarımda gelişebilmek için meselenin candamarını, teknik bilgiyi gösteriyordu. NEP, Sovyetler'de başından itibaren bir tarım ve ticaret politikasıdır. Sanayi eksenli bir po­ litika değildir. Sanayi yönünde, hafif ve tüketim malı üreten sanayilere öncelik veren bir anlayış ağır basar. Bu, köylülüğün sadece üretici değil, tüketici olarak da gözönünde tutulma önceliğinin yansımasıdır. 1 30 milyonluk bir köylü nüfusu tüketici kitlesi olarak gözönünde bulundurmak,

son sözler

50 5

ekonomiyi kapitalizmin oyun kurallarına göre canlandırma girişiminin "olmazsa olmaz" ıdır. Köylünün isteyeceği malları üretmek, sanayiin ilk işidir ve sektörün içinde işbölümü buna göre düzenlenecektir. Baştan ( 1 921 yılının "teşvik-i sanayi" denebilecek kararnamelerinden) itibaren KOBİ eksenli bir sanayi politikası NEP'in çizgisidir. Köylülüğe verilen güvence ve teşvik, taşranın küçük üreticisine ve esnafına destekle eşleştirilmektedir. Daha önce kamulaştırılmış sanayi tesis­ lerinin özel kesime ( 1 921 Mayıs'ında, Parti Konferansı kararlarıyla) kiralanması da bunları ta­ mamlamaktadır. Ve istenen de, büyük sanayinin NEP'in piyasa kurallarıyla işleyecek düzenine göre çalışmasıdır; NEP'in büyük sanayi mantığına ayak uydurması değil. Büyük sanayi işletmele­ ri "muhasebe" (kar) ilkesini gözeterek çalışacaklardır. Lenin, 1 92 1 'de bunları "ticarilik ilkesine geçiş" olarak nitelendirmiştir. 1 923 Nisan'ında, kamu girişimlerine devlet bütçesine yük olmama­ ları, kendi kendilerini yönetmeleri için bir tür "iktisadi devlet teşekkülü" statüsü verilmiştir. Bü­ tün bunlar, devrim kadrosunun sosyalizmi sanayi üzerine inşa etmek düşüncesi ile yan yana, içi­ çe yaşan gelişmelerdir. 1 924-25'ten sonra, sanayinin gitgide büyüyen momentumu ise sonucu be­ lirleyen gücü yaratmıştır. Türkiye' de de, tarım ve ticaret başlangıçta iktisat politikasında ağırlıklı yere sahiptir. Top­ rak sahibi-tüccar bloku siyaset saflarında yer tutmuştur. Bloka (ve politikalara) kısa süre sonra özel sanayici de eklenmiştir. Osmanlı ekonomisinin son yıllarından devralınan "teşvik-i sanayi" ayrıcalıklarının sürdürülmesi, cumhuriyetin ilk yıllarının doğal kabulüdür. Tarıma verilen deste­ ğin, tüccara piyasaların çalışması için gösterilen geniş serbestliğin tamamlayıcısıdır. Ama, özel sa­ nayi manüfaktür düzeyinin ötesinde bir varlık ve yaratıcılık gösteremez. Bu özel sanayiden genç cumhuriyete yepyeni ve sağlam yapı kazandıracak bir sermaye birikimi hamlesi beklendiğini dü­ şünmek gerçekçi değildir. Kuruluşun 1 920'lerdeki ilk yılları için "teşvik-i sanayi" ile beklenen bi­ raz daha sanayidir. Bambaşka çapta bir iş olan sanayileşme ve onun sermaye birikimi değildir. Cumhuriyetçi kadro, aynı yıllarda, demir sanayii kurma girişimi gibi, uçak fabrikası (ve sanayisi) gibi sanayileşme adımlarının devlet tarafından yapılabileceğini de sergiler. Niyet öyledir, ancak inşa düşüncesi henüz bir bütünlüğe kavuşmamış, somutlaşmamıştır. Ülkede bunu besleyecek ve yaygınlaşacak bir sanayi ortamı ve bilinci oluşmamaktadır. Siyasal kadronun genç cumhuriyeti büyük çaplı bir sanayi hareketi üzerine oturtma arzusu özel sektörde muhatabını bulamaz. Arzu­ nun ne olduğunu anlamak için 1 932 yılı beklenecektir. Sovyetler'de NEP'te köylü ile en yakın bağlantıyı kuran zümre tüccardır (Nepmen). Top­ tan ve perakende ticarete olduğu kadar, kooperatiflere de o egemendir. Ancak, ekonomide piya­ saların tüccarın aktörlüğünde işletilmesi, onu başaktör yapmaz. Ekonomi kapitalizmin kuralla­ rıyla canlanacaksa, sistemin damarlarını örme görevi finansındır. Bir köylüler ekonomisinde ka­ pitalist gelişmenin bir yüzü "kulak" ile "nepmen" arasındaki "ver-kaç"lardır. Ama, öteki yüzü parasal akımlar ve bunların disiplinidir. Hem başarı, hem de disiplin sağlayabilmek öncelikle al­ tın rezervi tutabilmeye bağlıdır. Bunun için, bütçe ve dış ticaret fazlası yaratan bir politika benim­ senmelidir. O politikanın en önemli ürünü istikrarlı para birimi olacaktır. Ağırlık merkezinde de maliye ve merkez bankası oturur. Sovyetler'de, 1 92 1 sonbaharından itibaren, maliye istikrarlı pa-

506 son sözler

ra birimi ve denk bütçeye odaklı politika izlemiş, bir yıl içinde ekonomi bir dengeye gelmiştir. Ay­ nı sıralarda çıkarılan medeni kanun NEP'le elde edilen tüm kazançları güvenceye almıştır. Kısacası, köylünün üretici, ama daha önemlisi, tüketici olabilmesi piyasaların işletilebilme­ sine bağlıdır. Ancak, piyasaların işletilmesini isteyen tasarım, kısa sürede karşısında daha önce beklemediği şeyleri de bulur: Büyüyüveren ve merkezi kurumlarını sosyal ve siyasal yapı içinde de oluşturarak ekonomik gücünü gitgide pekiştiren bir kapitalizm ve bunu besleyerek sosyal taban­ lara sürekli kaynak aktaran bir gelişme mekanizması. Sosyalizmi arayan rejimin bağrına kısa sü­ rede yerleşen kapitalist birikim ve onun gelişme özellikleriyle içiçe baş gösteren işsizlik, iç göçler. düşük kalan ücretler, ihmal edilen yüksek katma değerli sektörler, vs. Yavaş yavaş bir fotoğraf or­ taya çıkmaktadır: Kapitalist gelişmenin olağan istikrarsızlıkları ve onların gitgide çoğalan işaret­ leri. Bunlar sosyalist bir rejimin kuruluş aşamasında hesapta olmayan sorunlardır. Bunların peşin­ den mi koşulacaktır, önüne mi geçilecektir? Ve nasıl ? Cumhuriyet Türkiye' sinin başlangıcında, para ve mali istikrar meselesi, enflasyon ve belir­ sizlik yıllarının geride bırakılmasından, yani, 1 925'ten sonra ele alınır. Modern bir devlet yapısı­ nın gereği olduğu kadar, kapitalist gelişmeyi de güvenceye alacak kurumlaşmalar (medeni kanun. ticaret kanunu gibi) istikrara doğru atılan adımlardır. Kuruluşun payandası istikrardır. Kazançlar üzerinde, geçmiş yıllardaki gibi bir belirsizlik artık söz konusu değildir. Gelişme­ mişliğin mutlu paradoksu denilebilecek bir tablo vardır: Emisyon sabittir ve cumhuriyetin merkez bankası henüz kurulmamış olduğu için, para biriminin değeri piyasada belirlenmektedir. Para hacmi, bankalarda artan mevduat ve kredilerle genişlemektedir. Üretim kapasitesi arttıkça ve ti­ caret kanalları işledikçe, ekonomi ve finans işlemleri istikrar kazanarak artmaktadır. Türkiye' de, savaş yıllarında ve sonrasında yaşanmış büyük enflasyona karşın, Sovyetler' deki gibi para operasyonlarına gerek olmamıştır. Ekonomi, adı bile herkesçe tam bilinmeyen Türk li­ rasıyla genişlemiş ama 1 925'ten sonra sektörler arasında ciddi "fiyat makasları" açılmadan bü­ yüme temposunu sürdürmüştür. Taleple birlikte iş hacmi ve karlar arttıkça aşar hasılatının yok­ sunluğu giderilir. Köylü, tüccar, bankacı ve yeni yetme sanayici hoşnuttur. Ücretler yeterli satınal­ ma gücüne sahiptir ve o düzey korunur. Türkiye'de 1 920'lerdeki kapitalist gelişme, Sovyetler'in aynı yıllarda hızla gelişen kapitaliz­ mine göre daha geri kalmış bir ekonomi fotoğrafıdır. Yeterince olgunlaşmamış bu kapitalizmin taşıdığı sorunlar henüz gün yüzüne çıkmamış, berraklık kazanmamıştır. Kapitalizmdeki bu göre­ li geri kalışlığın belki siyasete yansıması da Sovyetler'dekinden farklı olmuştur. Sovyetler'de daha gelişkin bir kapitalizm, orada sosyalist ve daha gelişmiş bir siyaset ortamının çekişmelerine, çeliş­ kilerine, zıtlaşmalarına zemin yaratmıştır. Zıtlaşmalar keskinleşince, çözümlerde de radikalleşme ağır basmıştır. Kapitalizmin yeterince gelişmeyen sermaye birikimi, geri kalmışlığın kabuğunu kırmakta yetersizdir. Cumhuriyet rejimine beklenen ekonomi temelini sağlamayacağı 1 930'a yaklaşırken görülecektir. Cumhuriyetin beklentisi büyüktür. Ancak, tüm desteklere ve teşviklere karşın, he­ nüz dünya buhranı ekonominin kapısını çalmamışken, özel birikimin yeni Türk toplumuna ne ve-

son sözler

507

rebileceği sınırlarıyla görülmeye başlar. Dünya buhranı tabloyu berraklaştırır. Cumhuriyetin ku­ ruluş çözümlerinde zaman ve hamle kaybı yapılamaz. 1 930'a kadar ekonomide deneme-yanılma­ larla yaşanan geçiş dönemi fazla uzatılamaz. Uzatılırsa, ekonomide çözümsüz kalan sorunlara, özellikle sanayi hareketi başta gelmek üzere atılım bekleyen davalara siyasetin sorunları da ekle­ nebilir. İşin boyutları büyür. NEP'İN TÜKENİŞİ NEP bir geçişti. Bir kez yaşanabilirdi. Deneme ve yanılma ile yaşanacağını baştan kabul eden bir esneklikle sahneye konulmuştu. Kurgusu, başardıkları kadar sonunu da içinde taşıyordu. Lenin, 1 920'nin çıkmazlara saplanmış ekonomisinde NEP'i nasıl atılacak zorunlu adım olarak görmüş­ se, NEP'in sonunun geleceğini de erken görmüş ve söylemiştir. 1 922 Kasım'ında, ekonomi hak­ kındaki son sözleri NEP'in açmazını ve ülkenin ana davasını vurgular. NEP'ten ana davayı çöz­ mesi beklenmemelidir. Ana dava kalkınmadır: "Rusya bir köylü ekonomisinin iyi hasadıyla kurtarılamaz. Bu yeterli değil. Köylülüğe tüketim eş­ yası sunan hafif sanayide işlerin iyi gitmesiyle de olmaz. Ağır sanayi kaçınılmazdır. Ağır sanayi dev­ let desteği ister. Bunu bulamazsak, bırakın sosyalist devleti, uygar bir devlet de olamadan kaybolur gideriz."

NEP piyasalarla, daha doğrusu fiyatlarla işler. Bu köylülüğün istediği fiyatlarla işler, de­ mektir. Fiyatın gerçek anlamı budur. Köylü üretici ve tüketici olarak en makbul unsur ise, ekono­ mi onun (alıp satmak için) karar vereceği fiyatlar dengesinde yürür. Ancak, (Lenin'in de işaret et­ tiği) kritik nokta sanayi yolunu bulacak stratejidir. Köylüye göre doğru olan fiyatlar dengesi ile o yola gidilemez. Sanayinin nabzı güçlü biçimde atmaya başladıktan sonra, sanayiye göre doğru olacak fiyatlar dengesinde bir farklı ekonomi kurgusu lazımdır. Bu sağlanamadıkça, köylü fiyat­ lar yoluyla kaynakları kendine çeker ve sanayiye (gönüllü) ciddi bir aktarma yapmaz. Geçen za­ man, sanayi (ve kalkınma davası) için kaybedilen zamandır. Stalin, 1 929'da, " artık bekleyemeye­ cek şekilde köşeye sıkıştıklarını" vurgular. Orası, o koşullarda NEP'in sonudur. Türkiye'de, 1 920'lerde mesele böyle konuşulmamıştır. Ancak, Türkiye'nin NEP'i tarım fi­ yatlarındaki düşüşün keskinleştiği ortamda ( 1 920'ler biterken) son bulmuştur. Cumhuriyet yöne­ timi, bundan sonra yeniden işin başlangıcına, yani, köylülüğün istediği fiyatlarla işleyecek bir ekonomi kurgusuna bir daha dönmeye niyetlenmemiştir. Zamanı kavramamak gibi bir yanılgıya düşmemiştir. Artık sanayinin zamanı gelmişti. Gecikilemezdi. Tarım fiyatlarındaki sürekli düşüş baskısının dünyadan (dıştan) gelmesi, 1 930'ların ilk yıl­ larında, kalkınma davasında stratejinin tüm unsurlar masa üzerine konularak tartışılmasını per­ delemiştir. Devletçiliğin en önemli taşıyıcı kolonunun sanayi olduğu bir gerçek olarak kabul edil­ miştir. Tarım ile sanayi fiyatları arasında tercih meselesi söz konusu olmamıştır. Düşük tarım fi­ yatlarının sürekliliği sanayiye kaynak transferini kolaylaştırmıştır. Yeni (devletçi) sermaye biriki­ mi bu zemin üzerinde kurulacak, ekonominin dengesi bu birikime göre oluşacaktır. 1 930'ların ilk

508 son sözler

yarısında, ekonominin karşı karşıya kaldığı dış ticaret hadleri ve içerideki göreli fiyatlar köylülü­ ğün aleyhine seyreder. Bu zor duruma karşı köylülüğe kalkan olabilecek kurumlaşmalar (koope­ ratifleşme, alım garantileri, destekleme fiyatları, Ziraat Bankası kredileri vs) yetersizdir ve yenidir. Etkisizdir. Köylü düşüşü süren dünya fiyatlarıyla karşı karşıyadır. Zengin köylü durumu idare edebilir. Ama, büyük kütle darbeyi yer. Ağırlık merkezi sanayi olan yeni sermaye birikim senaryosu 1932'de başladı. Bu, cumhuri­ yet rejiminin sağlam bir ekonomi temeli kurmak üzere başlangıçtan ( 1 923'ten) beri öngördüğü, 1 920'lerin sonlarına doğru da öngörüsünü pekiştirdiği senaryo idi. Gecikilemezdi. Sanayiden de vazgeçilemezdi. Öyle ki, 1 929'un ilkbaharından itibaren başlayan kıt kaynak ortamında, özel sa­ nayiin 1 920'lerden gelen teşvikleri kısılmadı. 1 932, ekonomideki daralmanın aşırıya vardığı yıl­ dı. Fakat, sanayi destekleri 1 932'de yeni bir anlayışla düzenlendi. Yeni birikim (büyük sanayii ku­ rabilmek) için yönlendirildi. Özel sanayiciler yola, 1 920'lerin dünyasında devam etmek istiyorlardı. Cumhuriyet rejimi­ nin sağlam ve ileri dönük bir ekonomi zemini kurmak için attığı adımın önemini kavramadılar. Kendi birikimlerini sürdürebilmekle ilgiliydiler. 1 932 ile gelen sanayi hareketinin yeniliğine ve bü­ yüklüğüne ayak uyduramadılar. Bu harekete katılamadılar. Devletçilik, 1 93 1 Mayıs'ında Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında kabul edilen prog­ ramla benimsenen "altı ok"tan biri (ve şeklen en uzunu) idi. 1932'de başlayan sanayi hareketi, böylece, devletçiliğin taşıyıcı kolonu oldu. Bir sanayi hareketiyle tarihi olarak eşleşmesi gereken öteki taşıyıcı kolonu, yani toprak reformunu sahiplenmek de cumhuriyet yönetiminin işi olacak­ tı. Devletten her türlü teşviki gören özel kesim (özellikle sanayi kesimi) 1 930'ların sanayi hareke­ tinin önemini kavrayamadığı gibi, toprak reformunun kendisini " burjuva" olabilme yolunda er­ genliğe ulaştıracak ciddi sınav olduğunu da algılayamamıştı. Kendini büyük toprak sahibine ya­ kın ve onunla müttefik olmaktan da kurtaramamıştı. Cumhuriyet rejiminin kadroları sanayi ha­ reketini ve toprak reformunu kendileri yüklenirken iki ciddi yoklukla yola çıkıyorlardı: Biri, ileri atılmak ve tarihi rolü üstlenmek isteyecek bir sanayi burjuvazisinin yokluğu; öteki, topraksız, az topraklı, maraba, yarıcı, ortakçı, mevsimlik işçi olan ve yine tarihin seyri içinde toprak talep et­ mesi, bunu ortaya koyması beklenebilecek köylülüğün kitlesel yokluğu. Cumhuriyet rejimi kadrolarının, 1 930'lara girilirken artık Müdafaa-i Hukuk aşamasının ötesine geçip, siyasallaşmış, partileşmeyi öğrenmiş, yeni bir devletin kuruluşundaki sorumluluğun ciddiyetini ve kalkınma davasının zorunluluğunu kavramış olduklarını, kısacası on yıl gibi bir sü­ rede önemli dönüşüm geçirdiklerini kabul etmek gerekir. 1931 'den, fırkanın yeni programından sonra, bu kadrolar bu iki ciddi yokluğu görerek, fakat herhangi bir sınıfsal destek almadan, bu iki taşıyıcı kolonu inşa etme meselesiyle karşı karşıya idiler. Sovyetler'de, kapitalist ekonomi 1 920'lerde, sosyalizmin siyasal zemininin ilk kuruluş aşa­ masında iken gelişiyordu. Siyasal zeminin sağlamlığı, kalkınma davasının berraklaştırılmasından ayrı bir konu değildi, onunla içiçeydi. Özel birikimi büyüten kaynak transferi ise, giderek berrak­ laşan kalkınma stratejisinin kaynak tahsisi anlayışıyla çelişiyordu. Özel birikimin sahipleri ve et-

son sözler

509

kiledikleri çevre rejime direniyordu. Partinin sağ kanadı da (sol kanat kalmamıştı! ) farklı neden­ lerle NEP'in sürmesini istiyordu. Türkiye'de, özel birikim ve toprak-ticaret blokundan oluşan çevre, 1 920'lerin kaynak transferi sürecinin değişmesini istemiyordu. Bunun dışında bir ufka sahip değildi. Başlangıçta, cumhuriyet öncesindeki ekonomik ilişkilerin sürmesini öngören bir modeli İstanbul çevresi be­ nimsemiş ve bunun siyasal partisini de (Terakkiperver) desteklemişti. Ancak, sonuçsuz kalan o gi­ rişimden sonra bu direniş yaşanmamıştı. Cumhuriyetin ( devletçilik ile berraklık kazanacak) kuru­ luş çizgisi, bir kısmı siyasetin içinde de yer alan bu çevrelerce ciddi direnç yaratmadan kabul gör­ dü. İlk sürtüşme, ilk reform adımı sayılabilecek toprak dağıtımında, 1 929'da ortaya çıktı. 1 932 ise tüccar-sanayi-toprak sahibinin bloklaşarak, rejimin yeni devletçi sermaye birikimi atılımına direndiği yıl oldu. Direniş parti sınırlarını aşıyordu ve sınıfsal bir gövde gösterisi boyutu kazanı­ yordu. Etkili oldu. Ancak, bu direniş, cumhuriyetçi çekirdek kadronun siyasal bilinç ve sorumlu­ luk kapasitesine eriştiğini ve devletçilikle berraklaşan bir inşa tasarımını sahiplendiğini de sergile­ di. İnşa düşüncesi, yeni sermaye birikiminin başlaması ile somutluk kazandı ve 1 933-34'ten son­ ra rejimin ana çizgisi olarak yerleşti Devletçilik bir hazır şablon değildi. 1 923 'ten itibaren filizlenen arzular ve hedefler vardı. Deneme ve yanılmaya açıktı. Temel düşünce rejimin korunması, yeniden inşa ve geliştirme idi. İs­ tikrarı ekonomik büyüme ile bağdaştıran bir model aranıyordu. 1 920'lerin kuruluş yıllarında ekonomide istikrarın koşulu bütçe denkliği ve bağımsız para otoritesinin var edilmesi idi. Serma­ ye birikimi öncelikle altyapı inşaatına (yani, demiryollarına) bağlıydı. Ancak, yaşandıkça bir ge­ lişme sürecinin mantığı ve özellikleri görülmeye başlanmıştır. Bir köylüler ülkesinde kaynaklar harekete geçirildikçe daha fazlasını yapma zorunluluğu doğar. Talep ve iş hızla artar. Sorunları çözdükçe, yeni ve daha çetin sorunlarla karşılaşılır. Yeni çözümler yeni yöntemler ister. 1 920'le­ rin sonu, 1 930'ların başında gelinen nokta buydu. Ekonomide daha üstün nitelikli, daha büyük kapasiteli çözümler getiren bir yaklaşım şarttı. Yeni taşıyıcı kolonlar inşa edilmezse, daha ileriye erişilemezdi. 1 920'ler geride kalacaktı. Yeni yöntemlerle yeni işler yapmak bir mücadele gerekti­ recekti. Mücadele içerideydi. 1 920'lerde, onun ( NEP) ekonomisinde kalmak isteyenler ile 1930'lara geçmek isteyenler arasındaydı. 1 932 ve 1933'te yaşananlar bu mücadelenin bir özeti­ dir. 1 934'te, yeni yatırımlarla yeni bir dönem açılmıştır. Devletçiliğin ne olduğu o zaman anlaşıl­ maya başlanmıştır. 1 920'lerdekinden daha üstün nitelikli bir sermaye birikimi süreci sayesinde kavranmıştır. Türkiye ekonomisi 1 929'da, Wall-Street'in çöküşü henüz ufukta değilken, dıştan kaynak­ lanan şoklarla karşılaşmıştır. Şokun bir kolu Osmanlı borçlarının (ağır) ilk taksitinden, öteki ko­ lu yüklü ithalat yaparak yeni gümrük rejimine tepki veren ve döviz kıtlığını başlatan tüccardan geliyordu. Böyle bir ekonomi, savunma yapmak zorundadır. Yeni kurumlaşmalar ivedi ve zorun­ ludur. 1 930'la gelen ilk önlemler dövizin ve para hacminin kontrolüdür. 1 920'lerin ekonomisin­ de süregelen kapitalizme özgü finansallaşmanın böylece denetime alınmasıdır. Sonra, 1 9 3 1 'de dünya buhranı tüm ekonomileri etkisine aldıktan sonra, her ülkenin başvurduğu dış ticaret kon-

510 son sözler

trolleri gelecektir. Bunlar, devletçiliğe yönelmeyen kapitalist ülkelerin de fazlasıyla uyguladığı ko­ runma çareleridir. Devletçiliği bunlarla tanımlamak yanıltıcı olur. Kaldı ki, yeni Türk lirasının al­ tına göre tanımlanması, döviz tahsisinin kurumlaşması, yerli üretimin dış ticaret korumacılığı ile güvenceye alınması, özel sanayi desteklerinin sürmesi vb. özel kesimin yeni (sıkıntılı) koşullarda da aradığı ve bulduğu payandalardır. 1 930'ların yeni, devletçi sermaye birikimine katılma kapa­ sitesine erişemeyen özel kesim, devletçiliği günün korumacı koşulları yönünden tanımış, oradan bakış çerçevesinde tanımlamıştır. Korunma ve kontrolün (her ülkede olduğu gibi) zorunlu kıldığı kendine yeterlilik, özel kesim gözlüğü ile devletçilik olarak yorumlanmıştır. Sonra, yeni taşıyıcı kolon olan sanayi hareketi inşa edildikçe devletçiliğin nasıl salt korumacılıktan farklı bir atılım ol­ duğu, boyutlarıyla ortaya çıkmış ve kabul edilmiştir. Özel kesim 1 920'lerin (NEP) ekonomisinin sona ermiş olduğunu, 1 930'ların ikinci yarısında, devletçi sermaye birikimi ilk meyvelerini verip kurumlaşmaya başlarken kavramıştır. YABANCI SERMAYE İSTEMEK Savaş sonu dünyasının sorunlarından biri ticarettir. Savaş, her ülkede ticareti devletin kontrolüne alarak yürütülmüştür. Kapitalizmin büyük devletlerinde de savaş biter bitmez ticaret serbestleş­ memiştir. Ekonominin bir barış ortamının gereklerine göre yeniden düzenlenmesi zaman alır ve çeşitli ayarlarla yapılabilir. Ticaret de bunlara ayak uyduracaktır. Ticaretten beklenen en önemli işlev, savaş ortamından barış düzenine geçerken ekonomideki kıtlıkları gidermeye yardımcı olma­ sıdır. Savaş sonunda ticaret önlemleri bu nedenle ivedilik taşır ve kısa dönemde yapılacak işleri yansıtır. Daha sonraki yılları öngören dış ekonomik ilişkiler bir kalıcı politika halinde bu ivedilik taşıyan kısa dönemli işlerin çerçevesini aşar. Ancak, ikisi arasında kopukluk olmayabilir. İvedilik yer yer kalıcılığa dönüşebilir, kurumlaşabilir. Devletler birbirlerinin işine karışmadığı takdirde tablo böyledir. 1 9 1 8'de bitirilen büyük sa­ vaş sonunda ise, işin mantığı farklıdır. Savaşı kazanan büyük devlet(ler), kaybedenin dış ekonomik ilişkilerini olabildiğince kendi elinde (ellerinde) tutmak ister. "Elinde tutmak" , ticareti istediği ko­ şullara bağlamaktan, sermaye giriş-çıkışlarına, çeşitli imtiyazları elde etmeye, borçlandırmaya, pa­ ra ve maliye işlerini yönetmeye, vergilere, fiyatlara, döviz kuruna karışmaya kadar uzanır. Buna. kısaca, yenik ülkenin ödemeler dengesini yönetmek de denebilir. Kapsamlı iştir. Yenik ülkenin si­ yasal yaşamını şekillendirmeye kadar uzanabilir. Savaşın kazancı böylece geometrik biçimde çoğal­ tılabilir (Bu, 1 9 1 4- 1 9 1 8'den sonraki büyük savaşlarda da görülebilen bir ana şablon gibidir). Savaşı kazanan büyük devletlerin, İngiltere, Fransa ve Amerika'nın yenik Almanya ve en cüsseli müttefiki Osmanlı Devleti için tasarımları kabataslak böyledir, denilirse abartılmış olmaz. Yenik " büyük" devlet Almanya, en önemli sanayi ülkelerindendir. Dünya finans sermayesinin ha­ tırı sayılır aktörlerine de sahiptir. Savaşta yenik sayılsa da, ekonomide yenilmesi söz konusu ola­ maz. Ödemeler dengesini başlangıçta galiplere teslim etse bile, 1 9 1 9'da kapitalizmin dünya mo­ deli içinde Almanya kendi birikiminin ürünü olan farklı bir yere sahiptir. Savaş sonu koşulları ne olursa olsun, Alman sermaye sınıfı dünya kapitalizminin tepelerinden aşağı inmeyeceğine inan-

son sözler

511

maktadır. Ekonomide yenilgiyi kabul etmeyeceği gibi, kendi siyaset dünyasında da söz sahipliği­ ni bırakmaya niyeti yoktur. İkisi de birer yeni devlet ve yeni rejim olan Sovyetler ve Türkiye için tablo değişikti. Ekim devrimi, Rusya henüz savaşın taraflarından biri iken, savaşın ekonomik darlıkları sürerken ger­ çekleşmişti. Çarlığın savaş döneminde koyduğu ihracat sınırlamaları ve yasakları yürürlükteydi. Ancak, Ekim devriminden sonra Rusya'nın savaş müttefiklerinden gelen ithalat kesildi. Eski müt­ tefik, yeni hasım konumundaki büyük devletler yeni Rusya'ya ambargo koymuşlardı. Almanya da, Brest- Litovsk anlaşmasına ( 1 9 1 8 Nisan) ağır ekonomik koşullar eklemişti. Rusya'nın dış ti­ caretinde kendine üstünlük yaratmıştı. Yeni Rusya'nın, aynı günlerde iç savaşın ilk işaretleri beli­ rirken ekonomide durumu berbattı. Ticaretin resmi kanalları işlemiyordu, dağıtım sistemi çök­ müştü ve gitgide artan emisyon kıtlık koşullarında enflasyonu besliyordu. Fiyat denilen şey an­ lamsızlaşmıştı. "Savaş komünizmi" yılları başlamadan hemen önceki durum böyleydi. Bu tablo ticaret düzeni üzerinde kontrol kurmayı zorunlu kılıyordu. 1 9 1 8 Nisan'ında tüm dış ticaret millileştirildi. Bir Dış Ticaret Konseyi kuruldu. Bu bir ideoloji tercihi olmaktan önce, ekonomiye ilk yardım düşüncesinin ürünüydü. İngiltere ve ortaklarının kestiği, Almanya'nın da geri kalanı kendine göre yönlendirdiği mal akışı daralmıştı ve ekonominin ivedi gereksinimlerini karşılayacak bir şeyler bulup buluşturmak zorunluydu. Mayıs'ta, Rusya Ulusal Ekonomi Konseyleri'nin ilk kurultayında şu saptandı: Ekonomi uzun süre dış ticaret açığı verecektir. Bu ka­ çınılmaz göründüğüne göre, yurtiçi üretim için gerekli ithalat ancak dış kredi ve dış destekle sağ­ lanabilir. Onun yolu ise, yabancı sermayeye imtiyaz vermektir! Sovyet hükümeti, 1 9 1 8 'in yaz aylarında, iç savaş başlar ve yayılırken bir İmtiyazlar Komis­ yonu kurdu. Başkanlığa getirilen Leonid Krasin, Siemens'in Petrogad'daki eski yöneticisiydi. 1 920 Temmuz'unda Dış Ticaret Komiseri (Bakanı) olacaktır. Dış ekonomik ilişkilerin birkaç yıl ana damarını oluşturacak yabancı sermaye getirme ve imtiyaz verme işlerini o yürütecektir. İmti­ yazlar vererek yabancı sermaye çekmek, buna muhalifler olsa da, yönetimin değişmeyen düşünce­ sidir. Ancak, bunun "kuvveden fiile" çıktığı 1 9 1 8 yaz aylarından itibaren, bazı vazgeçilmez esas­ lar benimsenmiştir: Yabancılara imtiyaz verilebilir, fakat imtiyazı kullanarak kendilerine nüfuz bölgeleri yaratmaları kabul edilemez. Bazı bölgelere giremezler. Sovyet mevzuatına göre iş yapa­ caklar, karları yüzde 5'i geçerse fazlası hükümete kalacaktır, vb. Sovyetler, 1 9 1 8'de Amerika'ya, öteki " büyük" devletlerden ayrı bir yer verirler. Adeta, sem­ pati beslerler. Amerika'nın, Sovyet ekonomisinin toparlanabilmesine destek olacak yegane ülke ol­ duğunu düşünürler. Rusya'ya (ve daha sonra Türkiye'ye de) uğrayan bazı Amerikalılara imtiyaz önerileri yaparken cömert davranırlar. Sibirya'da ve Avrupa Rusya'sının kuzeyinde başta kömür ol­ mak üzere çeşitli madenler, demiryolu, denizyolu, su yollarının ıslahı üzerinde imtiyazlar önerirler. 1 9 1 9 Şubat'ında, Paris barış konferansı başladıktan sonra, başını Lloyd George ve Wilson'un çek­ tiği bir girişimle Sovyet hükümetine İstanbul, Büyükada'da bir konferansta buluşmak için radyo çağrısı yapılır. Sovyetler bu konferansa seve seve, hatta çağrıyı yapan devletlerin girişimcilerine Rusya'nın madenleri ve ormanlarından başlayarak çeşitli imtiyazlar vermeye hazır olduklarını vur-

512 son sözler

gulayarak katılmaya hazırlanırlar. Ancak, aynı sıralarda iç savaşta ilerleyen ve kazanma beklentisi­ ne giren Beyazların ve onları destekleyen Fransa'nın ve Sovyetler'in askeri müdahale ile yıkılmasını öneren Lord Curzon ve Churchill gibi şahinlerin karşı koymaları konferansı önler. 1 920'nin sonba­ harına, iç savaşın kesin sonucuna kadar imtiyazlar ve yabancı sermaye işleri askıda kalacaktır. 1 920 sonbaharından sonraki gelişmeler ve ilişkiler daha ilginçtir. Kapitalizmin savaş ka­ zanmış (ancak, yeni Rusya'yı teslim alamamış) büyük devletleri ile dünya kapitalizminden kredi hattı bekleyen, bunun için esneklik gösteren, fakat bağımsızlıktan ödün vermeyen bir yeni ülke­ nin ilişkileridir. 1 920 sonbaharında, bazı Amerikalıların Lenin'le görüşmelerinden sonra, Kasım ayında bir İmtiyazlar Kararnamesi hazırlanır. Bu, Sovyetler bakımından bir yabancı sermaye po­ litikasının başlangıcıdır. Kararnamede, Rusya ekonomisinin, yabancı şirketlerin ülkedeki doğal kaynakları keşfetmesi ve geliştirmesiyle çok hızlı kalkınacağı dile getirilir. Gerekli sermayenin ba­ zı Avrupa ülkelerinde ve özellikle Amerika'da bulunduğu vurgulanır. Yabancı kapitalistlere Sibirya'da, Avrupa Rusya'sının kuzeyinde ve güneyinde madencilik, orman ve tarım alanlarında 72 kalemde ayrı ayrı sayılan imtiyazlar sunulur. Hedefin, Rusya'nın dünya ekonomisi içinde yer alabilmesi olduğu belirtilir. Henüz NEP'i açıklamamış olan Lenin kendisini ziyaret edenlere de bunu açıkça söylemiştir. Şöyle der: "23 Kasım kararnamesini okursanız, dünya ekonomisinin öneminin nasıl vurgulandığını görecek­ siniz. Dünya ekonomisinin toparlanması için Rusya'nın hammadde kaynakları gereklidir. Biz dün­ ya ekonomisinin düzelmesine katkı yapmak istiyoruz. Planımız budur."

1 92 1 , Sovyetler'in NEP'le başlayarak dış ekonomik ilişkilerde de aynı doğrultuda adımlar atmaya çalıştığı yıldır. Zengin ayrıntılarla doludur. Aynı tarihlerden başlayarak, Ankara hüküme­ tiyle de benzer ilişkiler kurmaya yönelen bazı girişimciler Krasin'le ayrıntılı görüşmeler yaparlar, yabancı sermaye anlaşmaları için birlikte taslaklar hazırlanır. Önemli bir adım, o yılın Ekiminde Çiçerin'in kapitalizmin büyük devletlerine yaptığı çağrıdır. Orada, Sovyet hükümeti "özel girişim ve sermayeye, Rusya'nın doğal servetini değerlendirmek için işçiler ve köylülerle işbirliği" önerir. 1 9 14'ten önceki Çarlık borçlarını üstlenmeye hazır olduklarını belirtir. Karşılığında, düşmanlığa son vermelerini ve Sovyet hükümetini tanımalarını ister. Bir uluslararası konferans toplanmasını ve Rusya ile nihai barış anlaşması imzalanmasını önerir. Krasin, bunun için Lloyd George ve çev­ resiyle görüşür. Bütün bu çalışmalar 1 922 ilkbaharındaki Cenova Konferansı'nın da yapı taşlarıdır. Sovyetler'in beklentisi Çiçerin'in önerisindeki hedeflere ulaşabilmektir: Resmen tanınma, barış andlaşması ve dış kredilerin açılması. Lloyd George ise, birkaç hedefi gütme durumundadır: Ka­ pitalist dünyanın Rusya ile yeniden ilişkilere başlaması onun politikasına uygundur. Almanya'nın savaş tazminatı ödemelerini aksatmaksızın yürütmesi ile bunu eşleştirebilirse kendisi için ciddi bir başarı olacaktır. Avrupa sermayesi, Alman ödemeleriyle ferahlayarak Rusya'nın kaynaklarına yö­ nelecektir. Avrupa ekonomisinin yeniden hareketlenmesi, üç yıldır başlaması beklenen altın stan­ dardı için İngiltere'nin düğmeye basmasında da en önemli etken olacaktır.

son sözler

513

Ancak, Cenova'da beklentiler gerçekleşmez. Sovyetler'in dış ticaret ve yabancı sermayeden başlayıp " barış içinde bir arada yaşama"ya uzanacak bir politika çizgisi vardır. Fakat, bu çizgi kapitalist büyük devletlerin girift ve etkili gücünü oluşturan iktidar örgüsü tarafından kabul gör­ meyecektir. Girift gücün önemli ayağı sermayedir. Dünya sermayesi, iş nihai karara gelince, ka­ yıtsız şartsız kendi has çözümünü ister: Ekonomik teslimiyet. Esneklik söz konusu değildir. Kapi­ talizm, " teslim olmuyorsan, ne halin varsa gör" demektedir. Sovyetler esneklik gösterdikçe, kapi­ talizmin söz sahipleri katılaşırlar. Püf nokta kredidir. Kapitalizmin dünya modeli (kontrol alanı) içinde yer almayan bir ülke kredi verilebilir sayılamaz. Birtakım ticaret ilişkileri kurulabilir, işle­ yebilir; hatta birtakım şirketler kendi olanaklarıyla Rusya'da iş alabilirler. Ancak, kredi verilebi­ lirlik başka şeydir. Dünya sermayesi kredi hattını açmayı kabul ettiği anda, karşılığında ekono­ mik teslimiyetten daha hafifine razı olamaz, öyle bir yeşil ışık yakamaz. Cenova Konferansı'nda en çok kaybeden Lloyd George'dur. Ne Rusya, ne Almanya, ne de altın standardı hedeflerinde sonuç alınabilmiştir. Lloyd George'un siyasal inişi buradan itibaren, 1 922 ilkbaharında başlar ve sonbaharda tamamlanır. 1 922'nin Ekim' inde Lozan heyeti Ankara'dan yola çıkmaya hazırlanırken, İngiltere'de sermaye sınıfının has partisi Muhafazakarlar iktidara geç­ mek için ısınmaya başlamaktadırlar. Kasım ayından sonra, orada "tüm iktidar sermayenin " ol­ muştur. Sadece İngiltere' de değil, kapitalizmin büyük devletlerinde sermayenin öz çizgisi o tarihten sonra berraklaşacak, katılaşacak ve 1 925 ilkbaharında İngiliz Maliye bakanı, çiçeği burnunda Mu­ hafazakar Churchill'in altın standardını açıklamasıyla beklenen noktaya erişecektir. Cenova, Sovyetler için barış içinde bir arada yaşamanın yöntemi gibi düşünülen konferans­ lar politikasının son halkası olur. Sovyetler, bunun kilit taşı olarak yabancı sermayeye verilecek imtiyazları karşı tarafa sunmuşlar, ancak sonuç alamamışlardır. Son umutla, 1 922'nin Haziran'ında Lahey'de, Cenova'nın temizliğini yapmak üzere toplanan konferansa yüklenirler. Litvinov, yabancı sermayeyi çekebilmek için uzun bir liste verir. Millileştirilmiş tesisler için öde­ me yapabileceklerini söyler. Ancak, Amerikan sermayesinin gitgide daha büyük ağırlık koymasıy­ la karşı cephenin kararı oluşmuştur. Fransa-Belçika ve daha sonra İngiliz-Hollanda grupları bu­ na katılırlar. "Kayıtsız şartsız ekonomik teslimiyet tezi" bloklaşmıştır. Petrolün artan önemi blok­ laşmayı kolaylaştırmıştır. Sovyetler'i ekonomide "ne halleri varsa görsünler" çizgisine terk etmek, yaz aylarından sonra artık açıklamaya bile gerek duyulmayan resmi politikadır. 1 922 Kasım'ında Lozan, bu çizgi kesinleşirken başladı. Büyük devletler konferansa Anka­ ra hükümetine ekonomide teslim olmayı önererek adım atıyorlardı. Konferansa bu noktadan baş­ lamaları, yapılan görüşmeleri onların beklediklerinin çok ötesinde uzattı. Sovyetler'i " ne halin varsa gör" çizgisine terk etmişlerdi ve ekonomik yönden çok daha geri ve zayıf görülen yeni Türkiye'nin direnmesi -onlara göre- olanaksızdı. Oysa, Ankara'nın yeni Türkiye'yi kurabilme­ sinde işin candamarı kapitülasyonsuz bir ülke idi. Yeni Türkiye'nin temel çivisi burada çakılma­ lıydı. Tavır, kapitalizmin kontrol alanı içinde yola devam etmeyi baştan reddediyordu. Lozan'da da, aynı sıralarda Türkiye'de Mustafa Kemal'in yaptığı konuşmalarda (ve İzmir İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında) da dile getirildiği gibi Ankara hükümeti dış ekonomik

514 son sözler

ilişkilerde Sovyetler'in 1 920 sonbaharından itibaren politika çizgisine dönüştürdükleri esnek tutu­ mundan daha katı bir tavır içinde değildi. Ancak, büyük devletlerin (İzmir konuşması da dahil) me­ rak ettikleri nokta da bu değildi. Yoksul bir köylüler ülkesi elbette sermayeye ve krediye muhtaçtı. Mustafa Kemal'in, yabancı sermayeye karşı Lenin kadar esnek olacağını "yabancı sermayeye kar­ şı değiliz! " diyeceğini) zaten öngörüyorlardı. Merakları, ekonomide teslim olup olmayacağı idi. 1 922'nin sonlarından itibaren İngiltere'de tüm iktidarın sermayeye ait olması, dünya ser­ mayesinin yerküreye yayılan etkinliği bakımından büyük devletler için önemli teminattı. Ameri­ kan kapitalizmi de doludizgin gelişiyor, kabına sığmıyordu. Altın standardında düğmeye basma­ nın eşiğine geliniyordu. Dünya ekonomisinde, sermaye kendine yeni bir çağ açmaya hazırlanıyor­ du. Politikalarında esneklik göstermek zaaf ya da lüks sayılırdı. Katı tutum esastı. Bu, sınıfsal ta­ vır olarak da böyleydi, kapitalizmin uluslararası disiplinine boyun eğmek istemeyen yeni yetme ülkelere karşı da böyleydi. Türkiye gibi, hemen hiçbir ciddi ekonomik varlığa sahip olmayan, dev­ let kimliği henüz belirsiz bir ülkenin iddiası ne olabilirdi ki? Türkler işlenmemiş doğal kaynakla­ ra ve bir miktar sanayi geçmişine sahip Rusya'ya göre önemsiz kalırlardı. Lozan'ın başlangıcında ve görüşmeler kesilene kadar tarafların konumu kabataslak böyle­ dir. Büyük devletler, bağımsızlığı bırakmayan Sovyetler'le birkaç yıllık ilişki sonunda ödün ver­ mez bir politika çizgisi oluşturmuşlar, Lozan'da da masaya öyle oturmuşlardı. Ankara ise, yeni Türkiye'nin başlangıç noktasını (kapitülasyonsuz ülkeyi) somutlaştırarak yerini almıştı. Lozan Türkiye'nin kapitülasyonsuz ülke tezinin kabulüyle sonuçlandı. Büyük devletler bakımından so­ nuç, yeni bir " ne halin varsa gör! " politikası, demekti. Kapitülasyonsuz bir ülke dünya kapitaliz­ minin kontrol alanı dışında sayılırdı. Kredi verilebilir değildi. Durum 1 920'lerde böyle sürdü ve 1 935'e kadar değişmedi. Türkiye, 1 920'lerdeki demiryolu ve altyapı inşaatını bütçeden karşılık ayırarak (yani, kendi kaynaklarıyla) yaptı. 1 930'larda dünya sahnesinde oyun değişmişti. 1 9 36'da, İngiltere'nin kısa süreli kralı VIII. Edward Karabük demir-çelik fabrikalarının yapımını (Almanların değil) bir İngiliz şirketinin alabilmesi için yeni Türkiye'ye kredi vermeye geldi. Ara­ dan geçen zamanda, "ne halin varsa gör" politikasının da dolaylı katkısıyla, yeni Türkiye kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmişti. Devletçilik dönemini aşmış, yatırımcılıkta çıraklığı geride bırakıp ustalaşmaya doğru gidiyordu. Diğer etkenler bir yana, krediye hak kazanmıştı! Bu tablo­ da berraklaşan şey, Türkiye'nin direnerek kazanmasıydı. Büyüklerin " ne halin varsa gör! " politi­ kası sonuçsuzdu. Sovyetler de, yeni Türkiye de kapitalizmin uluslararası mal ve hizmet (kredi) akışının dışın­ da kalmak istemediklerini 1 920'lerde açık seçik göstermişlerdir. Özellikle Sovyetler NEP dönemi­ nin bir bütün oluşturan politikalarıyla bu arzularını sergilediler. NEP'in esneklik, tartışma ve hoş­ görü çizgisi ve Sovyet politikasının barış içinde bir arada yaşama boyutu kapitalist dünya ile tica­ ret ve kredi ilişkilerinin kurumlaşmasına ve gelişmesine elverişliydi. Ancak, dünya kapitalizminin " ne halin varsa gör! " çizgisini yumuşatmaması ve büyük devletlerin bunu gözeten stratejik müla­ hazaları ticaretin kayda değer bir hacme ulaşabilmesine ve kredi hattının açılmasına engeldi. Bu bağdaşmazlığa NEP'in tükenişini de eklemek gerekir: 1 920'lerin sonunda yaklaşmakta olan Sov-

son sözler

515

yet sanayileşmesinin kaçınılmaz, büyük ölçekli hedefleri ve bunların gerekli kıldığı yatırım hacmi ile zorunlu tasarruf oranı büyüklükleri kapitalist dünya ve Sovyet ekonomisi arasında bağdaş­ mazlığı keskinleştirdi. Sovyet sanayileşmesinin çok büyük ölçekte çizilen temel gereksinmeleri ka­ pitalist dünya ekonomisinden sağlanamazdı. Tek ülkede sosyalizm, kapitalizmin uluslararası mal ve hizmet (özellikle kredi) akışının dışında kalmak demekti. Kapitalist dünya, kendi haritasında sürgünde yaşayarak dünya devrimini örgütlemeye çalışan Troçki'yi sığınmacı gibi kabul edebilir­ di. Fakat, büyük Sovyet haritasında kendi başına büyük bir sanayileşme atılımı yapan Stalin'in id­ diasını kabul edemezdi ! Yeni Türkiye, kendi göbeğini kesmeye mahkum olduğunu 1 923 Temmuz'undan itibaren biliyordu. Yeni Türkiye yeniden inşa demekti ve dış destek almayacaktı. Kendi yatırım ve tasar­ ruf programının çerçevesini hazırlama noktasına ve kararlılığına (kendi NEP'i tükenirken), 1 930'da, devletçilik politikasının resmen dile getirilmesiyle erişti. Bunun ekonomik içeriği ve can damarı, yani, yatırım programı ise, 1932'de kesinleşti. Türkiye 1 923'ten sonra ticareti (mal akışı­ nı) ikili dış anlaşmalara bağlayarak yürütmek zorundaydı. Dış krediden yoksundu. 1 932'de ilk yatırım (sanayi) programını Sovyetler'in kredi ve teknik yardım desteği sayesinde şekillendirdi. O tarihlerde, artık büyük kapitalist devletler de kendi ticaretlerini koruma duvarları arkasına çeki­ lerek ve ikili anlaşmalarla yürütüyorlardı. Uluslararası kredi akışı durmuştu. Bağdaşmazlıklar çok yönlü hale gelmişti. Bütün bu gelişmelerde dikkat çekici noktalardan biri esneklik ve katılıktır. NEP, Lenin'in bir kuruluş döneminin sağlamlığı için "sınıfsal ödün verilebilir! " düşüncesi üzerine kuruludur. Es­ neklik esastır ve yaratıcılığı sağlayan budur. Böyle bir yaklaşımı aynı dönemin İngiliz kapitaliz­ minden (onun kendi ülkesindeki ilişkilere ve uluslararası düzene bakışından) beklemek olanaksız­ dır. Orada katılık egemendir. Tek ülkede sosyalizm başladığı zaman, Sovyetler'de de esneklik bit­ miştir. 1 920'ler sona ermiştir. 1 930'larda hemen hiçbir yerde esneklik geçerli nesne değildir. Dikkat çekici bir nokta da yeni Türkiye' deki cumhuriyetçi projenin o dönemin uluslarara­ sı tablosu önünde taşıdığı bazı özelliklerdir. Cumhuriyet bir orta sınıf rejimidir. Kurucu orta sınıf, rejime önce ( 1 920'lerde) siyasal içeriği ile, sonra ( 1 930'larda) ekonomik inşa ile damga vurmuş­ tur. 1 920'lerin özelliği anayasa, yasalar, devlet yapısında kurumlaşmalar, Müdafaa-i Hukuk'tan partileşmeye geçiş olmuş, ekonomi bir geçiş döneminin hemen hemen müdahalesiz ortamında iş­ lemiştir. 1 930'larda ise orta sınıfın bağımsız bir ekonomi projesi yapabilme kapasitesi ön plana çıkmıştır. Cumhuriyet rejiminin altyapısı ve kurumlaşması bu ekonomik inşa sayesinde olgunla­ şır. Cumhuriyet rejimi gerçek anlamda bu inşa ile 1 930'larda vücut bulmuş, çatısı kapanmıştır. Yatırım programını gerçekleştirmeksizin yeni Türkiye'nin varlık kazanamayacağı 1 940 yılı yak­ laşırken daha iyi kavranmış ve kabul edilmiştir.

Yararlamlabilecek Kaynaklar

1 1 Haziran 1 930 Tarih ve 1 71 5 Sayılı Mülga Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu, T.C. Merkez Banka­ sı, Ankara, 1 987. 70. Yılında Lozan Barış Antlaşması Uluslararası Semineri, 25-26 Ekim 1 993, The Marmara Oteli, İnönü Vakfı, İs­ tanbul, 1 994. Acton, Edward ve Stableford, Tom, The Soviet Union, A Documentary History, cilt 1, 1 9 1 7- 1 940, University of Exeter Press, Exeter, 2005. Afet, İnan, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı, 1 933. Türk Tarih Kurumu Basıme­ vi, Ankara, 1 972. Ahamed, Liaquat, Lords of Finance, The Bankers Who Broke the World, The Penguin Press, New York, 2009. Aragon, Louis, A History of the USSR, {rom Lenin ta Khruschev, (Tr. Patrick O'Brian), David McKey Company, ine., New York, 1964. Arndt, H. W. The Economic Lessons of the Nineteen-Thirties, (A Report), Oxford University Press, Londra, 1 944. Arrighi, Giovanni, The Long Twentieth Century, Verso, Londra, 1 994, 1 996. -, Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Yayınları, Ankara, 2000. Avcıoğlu, Doğan, Türkiye'nin Düzeni, Dün-Bugün-Yarın, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1 968. Bayar, Celal, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006. Baytok, Taner, İngiliz Belgeleriyle Sevr'den Lozan'a, Dünden Bugüne Değişen Ne Var?, Doğan Kitap, İstanbul, 2007. Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, 1 908-2009, İmge Yayınevi, Ankara, 201 1 . -, Türkiye'de Devletçilik, Türk İktisadi Gelişme Araştırma Projesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Maliye Enstitüsü ( proje yöneticisi Prof. Sadun Aren), Ankara, 1 963. Carr, E. H. 1 9 1 7: Before and After, Macmillan, Londra, 1 969. -, A History o(Soviet Russia; (in ten volumes) 1 9 1 7-1 923 The Bolshevik Revolution, ( 1 950, 1951, 1 953), 1 9231 924 The Interregnum ( 1 954), 1 924-1 926 Socialism in One Country ( 1 958, 1 95 9, 1 964), 1 926-1 929 Foun­ dations ofa Planned Economy, ( 1 969, 1 971, 1 976 ) Macmillan, Londra. -, The Twenty Years' Crisis, 1 9 1 9- 1 939, Macmillan, ( 1939, 1 946) 1989. Carroll, Peter N. ve Noble, David W,. The Free and the Unfree, A New History of the United States, Penguin Bo­ oks, Harmondsworth, 1 977. Cassis, Youssef, Big Business, The European Experience in the Twentieth Century, Oxford University Press, Ox­ ford, 1 9 97. Chamberlin, William Henry, The Russian Revolution, cilt I, 1 9 1 7- 1 9 1 8: From the Overthrow of the Czar ta the Assumption of Power by the Bolsheviks; cilt il, 1 9 1 8- 1 92 1 : From the Civil War ta the Consolidation of Power. The Universal Library, Grosset & Dunlap, New York, 1 935 ( 1 965). Chandler, Alfred D. Jr, Scale and Scope, The Dynamics of Industrial Capitalism, The Belknap Press of the Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1 990. Chandler, Alfred, D, Amatori, Franco, Hikino, Takashi (der.), Big Business and the Wealth of Nations, Cambrid­ ge, University Press, 1 997. Chown, John F., A History of Money, From AD 800, Routledge, Londra ( 1 994), 1 996. Clapham, J. H., Economic Development of France and Germany, 1 81 5- 1 9 1 4, At the University Press, Cambrid­ ge, 1 9 6 1 .

518 yararlanılabilecek kaynaklar Çuyev, Feliks (çev. Suna Kabasakal), Molotov Anlatıyor, Stalin'in sağkoluyla yapılan 1 40 görüşme, Yardım Kitap, İstanbul, 2007. Dobb, Maurice, Soviet Economic Development Since 1 9 1 7 (Revised, Enlarged Edition), International Publisher, New York, 1 966. Erhan, Çağrı (der.), Yaşayan Lozan, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 2003. Ertuğrul, İlter, Devletçi/iğin Ayak İzleri, ODTÜ Yayıncılık (basılacak). Ferguson, Niall, The Cash Nexus, Money and Power in the Modern World, 1 700-2000, Basic Books, New York, 2001 . Fisher, Louis, The Soviets in World Affairs, A History of Relations Between the Soviet Union and the Rest of the World, (in two volumes), Jonathan Cape, Londra, 1 930. Gerschenkron, Alexander, Economic Backwardness in Historical Perspective, A Book of Essays, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 1 962. Gilbert, Martin, The First World War, A Complete History, An Owl Book, Henry Halt & Company, New York, 1 994. Granick, David, Soviet Metal-Fabricating and Economic Development, Practice versus Policy, The University of Wisconsin Press, Madison, 1 967. -, The Red Executive, A Study of the Organization Man in Russian Industry, Anchor Books, Doubleday & Company, ine., Garden City, New York, 1 9 6 1 . Huberman, Leo, We, The People, The Drama of America, Monthly Review Press, New York, 1 932, 1 947, 1 964. İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, İzmir İktisat Kongresi, 1 7 Şubat-4 Mart 1 923, İzmir, 2001 . Jackson, Julian, The Fail of France, The Nazi lnvasion of 1 940, Oxford University Press, New York, 2003. Johnson, Paul, A History of the American Peop/e, Phoenix Press, Londra, 1 997. Kindleberger, Charles P. ve Laffargue, Jean-Pierre (der.), Financial Crises, Theory, History and Policy, Cambridge University Press, Londra, 1 982. -, A Financial History of Western Europe, Oxford University Press, Oxford, 1 993. -, The lnternational Economic Order, Essays on Financial Crisis and lnternational Public Goods, The MiT Press, Cambridge, Massachusetts, 1 9 8 8 . Kırkpınar, Kenan, Ulusal Kurtuluş Savaşı Dönemi, İngiltere ve Türkiye, 1 91 9-1 922, Phoenix, Ankara, 2004. Kochan, Lionel, The Making of Modern Russia, Penguin Books, Harmondsworth, 1 962. Kuruç, Bilsay, Belgelerle Türkiye İktisat Politikası, 1. cilt ( 1 929-1 932), Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakül­ tesi Yayınları, No. 569, Ankara, 1 9 8 8 . - , Belgelerle Türkiye İktisat Politikası, i l . cilt ( 1 933-1 935), Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayın­ ları, No. 580, Ankara, 1 993. -, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1 987. Landes, David S., The Unbound Prometheus Technological Change and Industrial Development (rom 1 750 to the Present, Cambridge University Press, Cambridge, 1 969. Larkin, Maurice, France, Since the Popular Front, Government and People, 1 936-1 996, Clarendon Press, Oxford, 1997. Lebor, Adam, Hitler's Secret Bankers, How Switzerland Profited (rom Nazi Genocide, Pocket Books, Londra, 1 997. Lee, Stephen 1., The Weimar Republic, Routledge, Londra ve New York, 1998. Lenin, Vladimir Ilyich, Collected Works (in three volumes), lnternational Publishers, New York, 1 965. Lucacs, Georg, Lenin, A Study on the Unity of his Thought, NLB, Londra, 1 970. Maddison, Angus, The World Economy in the Twentieth Century, OECD Development Centre, Paris, 1989. Makal, Ahmet, Ameleden İşçiye: Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çalışmaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007.

yararlanılabilecek kaynaklar

519

-, Türkiye'nin Sanayileşme Sürecinde İşgücü Sorunu, Sosyal Politika ve İktisadi Devlet Teşekkülleri: 1 930'lu ve 1 940'lı Yıllar Tartışma Metinleri, A.Ü. SBF No. 44, Ankara, Mart 2002. Marquand, David, The Progressive Dilemma, From Lloyd George to Blair, (2. baskı) Phoenix Giant, Londra, 1 999. Maxwell, Robert ( der.) , Information USSR, An Authoritative Encyclopedia, Pergamon Press, Oxford, 1 962. McCraw, Thomas K. (der.), Creating Modern Capitalism How Entrepreneurs, Companies, and Countries Triump­ hed in Three Industrial Revelations, Harvard University Press, Cambridge, 1 997. Miliband, Ralph, Parliamentary Socialism, A Study in the Politics of Labour, George Ailen & Unwin, Londra, 1961. Morton, A. L . , A People's History o f England, Lawrence & Wishart, Londra, 1 945. Murakami, Yasusuke, An Anticlassical Political-Economi Analysis, A Vision far the Next Century, (Tr. By Kozo Yamamura), Stanford University Press, Stanford, California, 1 996. Nove, Alec, An Economic History of the USSR, Penguin Books, 1 969. Ökçün, A. Gündüz, 1 920-1930 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No. 324, Ankara, 1 9 7 1 . Overy, R. J., The Nazi Economic Recovery, 1 932-1 93 8 ( 2 . baskı), Cambridge University Press, Cambridge, 1 996. Özdemir, Mehmet, Cumhuriyet'ten Bugüne Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, T.C. Merkez Bankası, Ankara, 1 997. Pamuk, Şevket ve Toprak, Zafer (der.), Türkiye'de Tarımsal Yapılar, 1 923-2000, Yurt Yayınları 1 8, Türk Sosyal Bilimler Derneği, Ankara, 1988. Parker, Geoffrey (der.), The Cambridge History of Warfare, Cambridge, University Press, Cambridge, 2005. Perinçek, Şule (Gen. Yay. Yön.), Atatürk'ün Bütün Eserleri (28 cilt), Kaynak Yayınları, İstanbul. Price, Morgan Philips (der. Tania ROSE), Dispatches (rom the Revolution, Russia 1 9 1 6- 1 9 1 8, Pluto Press, Londra, 1 997. Robbins, Keith, The Eclipse of A Great Power, Modern Britain, 1 8 70-1 992 (2. baskı), Longman, Londra, 1994. Rothermund, Dietmar, The Global Impact of the Great Depression, 1 929-1 939, Routledge, Londra, 1 996. Schumpeter, Joseph A., Capitalism, Socialism and Democracy, George Ailen and Unwin, Londra ( 1 943), 1 959. Scott, John, Corporate Business and Capitalist Classes, Oxford University Press, New York, 1 997. Shirer, William, L., The Rise and Fail of the Third Reich, A History of Nazi Germany, Crest Book, Simon and Schuster, New York, 1 960. Skidelsky, Robert, John Maynard Keynes, Fighting far Britain, 1 93 7-1 946, Papermac, Londra, 2000. -, ]ohn Maynard Keynes, Hopes Betrayed, 1 883-1 920, Macmillan, Londra, 1983. -, ]ohn Maynard Keynes, The Economist as Savior, 1 920-1 937, Penguin Books, 1 992. Şahinkaya, Serdar, Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası, ODTü Yayıncılık, 2. baskı, Ankara, 2009. Taylor, A. J. P., The Origins of the Second World War, Penguin, Londra, 1 964. -, English History, 1 91 4-1 945, Oxford, At the Clarendon Press, 1 965. Tekeli, ilhan ve ilkin, Selim, Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama: Türkiye Cumhuriyet Merkez Ban­ kası, (genişletilmiş 2. basım), T.C. Merkez Bankası, Ankara, 1 997. Toprak, Zafer, İttihat-Terakki ve Cihan Harbi, Savaş Ekonomisi ve Türkiye'de Devletçilik 1 9 1 4- 1 9 1 8, Homer Ki­ tabevi, 2003. Toye, Richard, Lloyd George & Churchil/, Rivals far Greatness, Pan Books, Londra, 2007. Tribe, Keith, Strategies of Economic Order, German Economic Discourse 1 750-1 950, Cambridge University Press, Cambridge, 1 995. Ünal, Fikret, Tıraş, Muzaffer ve Kükrer, Zafer (der.), 1 920-1 929 Bütçe Kanunları, Maliye Bakanlığı Tetkik Kuru­ lu Yayını No. 1 978- 1 90.

520 yara�anılabilecek kaynaklar Webb, Sidney ve Beatrice, Soviet Communism: A New Civilisation (3. baskı), Longmans, Green and Co., Londra, 1 944, New Impression, 1 947. Weitz, John, Hitler's Banker, Hjalmar Horace Greely Schacht, Warner Books, Londra, 1 999. Yeniay, İ. Hakkı, Yeni Osmanlı Borçları Tarihi, Ekim Basımevi, İstanbul, 1964.

Genel Dizin Abdurrahman Naci 343 Adana 257, 348 Afrika 12, 13, 24, 42, 168,

173, 238, 495, 498

Ağaoğlu, Samet 359 Akdoğan, Vedat 380 Al Capone 58 Aleksandrov, 1. 179 Alma Ata 204 Alnn kulübü 5, 16, 29, 76 American Relief Administration (ARA) 68 Aras, Tevfik Rüştü 77 Arhangel 72 Arjantin 49 Asquith, Herbert Henry 225, 226, 227, 228 Liberal-Muhafazakar Koalisyonu ( 1 915) 226 Parlamento Yasası (191 1 ) 225 Atatürk, Mustafa Kemal (Bkz. Mustafa Kemal) Avustralya

1 1 , 49

Bakaev, 1. 209 Baldwin, Stanley

17, 18, 21, 22, 40, 53, 76, 78, 167, 168, 228, 229, 230, 233, 234, 236, 237, 238, 239 Balıkesir 257, 259, 347 Balkanlar 14, 165 Baltık Denizi 43 Bank of lnternational Settlements (BIS) 121, 122, 123, 124 Basel 122, 123, 124 Bayar, Mahmut Celal ( Bkz. Mahmut Celal Bey) Beard, Charles 141 Belçika 38, 41, 43, 74, 1 16, 122, 172, 218, 257,

343, 489, 5 1 3 Beria, L . 2 1 0 Bedin 7, 8 , 34, 3, 36, 40, 1 17, 1 1 8, 122, 1 6 1 , 168, 1 70, 173 Besarabya 71 Bevin, Ernest 232 Bismarck, Prens Otto von 7, 8, 9, 10, 13, 14, 17 34, 39,5 121, 141, 263, 495 Blum, Leon 217, 218, 219, 220, 221, 222 Bossart, Profesör 380 Bourne, Kardinal 230

Bretton Woods Konferansı (1944) 125 Briand, Aristide 38, 174 Brüning, Henrich 1 12, 1 1 9, 120, 121, 128, 129 Buharin, N. 1. 83, 84, 95, 96, 98, 99, 197, 204, 206,

209, 210, 2 1 1 Bursa 244, 257, 339 Business Week 141 Butler, Tümgeneral Smedley O. Büyükada 204, 5 1 1

58

Carnegie, Andrew 25, 26, 28, 3 1 Cenova Konferansı (Toplantısı) 37,

75, 227, 489, 5 12,

513 Central Intelligence Agency (CIA) 174 Cerjinski, F. 86 Chamberlain, Austen 40, 1 09, 1 10, 170, 222, 238 Chamberlin, Neville 168, 230, 235, 238, 239 Chautemps, Camile 221 Chester, Amiral 341 Churchill, Winston 21, 32, 54, 80, 105 238, 239, 512 Altın standardını başlatması ( 1 925) 76, 239, 490,

502, 513 Büyük Grev'de tutumu 224, 230 İşçi Parti iktidarına ilişkin görüşü 230 Sovyetler'e karşı tutumu 71, 73, 227, 512 Türklere ilişkin önerisi 227, 228 Clay, Henry 135 Clemenceau, Georges 38, 43, 71, 203, 488 Clynes, J.R. 232 Coface 109 Cole, G.D.H 232 Coolidge, Calvin 46, 5 1 Cooper, Hugh 1 79 Curzon, Lord, George Nathaniel 42, 45, 257,

512 Çekoslovakya 76, 120, 1 70 Çıpa 5, 288, 495, 496, 497, Çiçerin, G. 76, 77, 512 Çin Hindi (Vietnam) 42 Daladier, Edouard

503

215, 216, 217, 222

258,

522 genel dizin Doriot, Jacques 220 Doumargue, Gaston 216 Dulles, Ailen 174 Dulles, John Foster 1 74 Dunkirk 1 70 Dünya Savaşı (Harb-i Umumi) 15, 20, 23, 42, 45, 505 1 , 58, 60-6 1, 6� 71, 76, 90, 1 1 0, 1 12, 1 5 1 , 226, 257, 300, 302, 326, 341, 4 1 9, 421, 456, 486 Durgun Akardı Don 202 Ebert, Fredrich 38, 4 1 , 125, 126, 127 Edward VIII, Kral 168, 238, 5 14 ERG 109 Ermenistan 7 1 Eskişehir 247, 252, 257, 3 0 1 , 372, 439 Evans, Llewellyn 14 7- 1 4 8 Ex-Im 1 09 Export-Import Bank 1 09 Falke, Prof. F. 465 Fedotof, A. 205 Fevzi Çakmak (Bkz. Mareşal Fevzi Çakmak) Finans sermayesi 1 1 , 14 22, 107-108, 1 12, 497 Flandin, Pierre- Etienne 2 1 6 Ford, Henry 28, 46, 9 1 , 126, 144, 382, 438 Franco, General Francisko 168, 238 Funk, Walter 1 24, 1 70-1 72, 487, 498 General Electric 141 George V, Kral 168 George VI, Kral 168 Gilbert, Seymour 1 1 8 Gladstone, William Ewert 225 Golovin, Çarlık generali 224 Göring, Herman 133, 165, 168-169 Greenspan, Alan 4 7 Groman, V. 205 Güney Afrika 238 Gürcistan 71, 199 Habeşistan (Etiyopya) 168 Haiti 58 Hamilton, Alexander 29 Hankey, Lord 234 Hardie, James Keir 223

Harding, Warren 46 Harkov 1 8 1 Harlas (Ustabaşı) 347, 382 Henderson, Arthur 224, 229, 232 Hermes Guarantee 1 09 Hindenburg, P. Von 4 1 , 1 1 9, 121, 127-129, 1 3 1-133, 16 1-162, 169, 497, 502 Hindistan 12, 72, 75, 77, 304 Hitler, Adolf Ekonomiye el koyması 123 Führer olması 162 İktidara gelişi 121, 129-132 Prag'ı işgali 222 Sermaye ile anlaşması 1 23 Tek parti iktidarını yerleştirmesi 1 32-1 33, 155 Yatıştırmayı kabul ettirmesi 1 06, 1 70, 222 Hollanda 34, 38, 175, 2 1 1 , 286, 440, 466, 492, 5 1 3 Honduras 5 8 Hoover, Herbert 50-53, 6 8 , 1 1 2- 1 1 3, 1 1 5, 120, 1 361 39, 326-327 Hugenberg, Alfred 130 Hull, Cordell 1 52-153 Irkutsk 180 İkinci (II) Aleksandr 60, 63 İkinci (II. Wilhelm) 34, 38, 1 63, 1 6 9 İkinci Sanayi Devrimi 2 0 , 27-28 IMF 40, 123, 436 İnönü, İsmet (Bkz. İsmet Paşa) İnvergordon deniz üssü 57 İsmail Fuat Bey 347 İsmet Paşa 255-259, 261-262, 267, 270, 273, 277, 284, 286, 289, 291, 307-308, 3 12, 339-340, 342348, 369, 373-374, 376, 398, 424-425, 436-438, 444-445, 475-476, 485-486 CHP Kamutay konuşması (Aralık 1 936) 466, 474475 Eskişehir Şeker Fabrikası konuşması (Aralık 1 933) 372 İzmir konuşması (Temmuz 1 932) 261 Kadro yazısı (Ekim 1 933) 4 1 0 Kapitülasyonlar hakkında görüşü (Aralık 1 922) 255-257 Karabük konuşması (Nisan 1 937) 385 Kayseri konuşması (Mayıs 1 934) 376

genel dizin 523

Sivas konuşması (Ağustos 1 930) 265, 348, 388389 Sovyet gezisi (Mayıs 1 932) 447 "Toprak İşleyenin" konuşması (Aralık 1 936) 474, 477

Jackson, Andrew 3 0 Johnson, General Hugh 141 Jones, Jesse 1 15, 138-139 Julius Berger 343

Kirov, S . 208-209 Kitchener, H.H. 226 Kolçak, A. 227 Konya 257, 300, 334, 351, 376, 471 Kornilov, General L. 62 Kral Midas (Bkz. Midas) Krasin, Leonid 73, 5 1 1-512 Krasnoyarsk 180 Kreditanstalt 53 Krestinski, N. 2 1 0 Kreuger, İvar 1 13, 2 8 9 Krupp, Gustav 1 1, 1 3 1 , 1 33, 1 62, 380, 495 Kuybişev, V. 93, 1 8 5 Küba 58 Küçük Asya Felaketi 1 7 Kürdistan 71 Kuzey Afrika 42

Kafkasya 71, 75, 77, 198 Katinin, M. 1 , 99, 205 Kamenev, L.B. 68, 80-8 1, 204, 207-21 0 Kanada 12, 1 06, 21 1

Laissez-Faire 141 Lava!, Pierre 214, 2 1 6-21 7 Law, Bonar 1 7, 227-228, 237 Lee, Mary Elisabeth 25

Karahisar 257 Kartay, Hilmi 347 Kazakistan 1 80, 1 82 Kennedy 41 Keremovo 1 8 0 Kerenski, A . 230 Keynes, John Maynard 9, 23, 36, 56, 1 66, 1 7 1 - 1 72, 232, 235 Amerika'nın İngiltere'ye tutumu 1 15 Beyaz Rusların para birimi 72

Lenin, Vladimir İliç 60-61, 63, 68, 70, 7, 78, 83, 140, 1 69, 203, 514-515 Elektrifikasyon 87, 1 76 İki Taktik ( 1 905) 6 1 İşçi-köylü ittifakı 79 Köylülük ve tarıma ilişkin görüşleri 63-65, 67-68, 71, 96, 1 99, 507 NEP 67-69, 73, 79, 1 77, 183, 503-505, 507, 5 12,

İstanbul 509, 5 1 1 İsviçre 1 09, 122, 1 73-174, 2 1 1 , 347 İtalya 16, 41, 74-76, 109, 122, 1 68, 2 1 1 , 260, 265, 329, 442 İvan, iV (Korkunç, Müthiş) 2 1 1 İzmit 257, 339, 376, 419 İzotov, Nikita 1 8 7

Genel Teori 1 66 Lloyd George'a desteği 53-54 Okuma Bahtsızlığına Uğradığım Rapor ( 1 93 1 ) 55 Paris Konferansı'na ilişkin görüşleri ( 1 9 19) 36-37 Roosevelt'e ve New Deal'e ilişkin görüşleri 1 1 5, 145-146, 1 5 1 Uluslararası Bir Kliring Birliği İçin Öneriler (Proposals for An International Claring Union) ( 1 943) 1 72 Yeniden 'altın standardı'na ilişkin görüşleri ( 1 925) 502 Kıraç, Hasan Osman 380 Kırım 71, 339, 352, 417 Kiev 1 8 1

515 Nisan Tezleri ( 19 1 7) 62 TBMM'nin başsağlığı dileği 77 Liebknecht, Kari 35, 67, 125 Likidite 1 1, 33, 41, 43, 45, 48-49, 51, 53, 1 3 7, 1 5 1 , 495-496 Lilienthal, David 147 Lincoln, Abraham 24 List, Friedrich 8, 1 0 Lloyd George, David 1 6-18, 71, 145, 224-225, 227228, 237, 239, 488 Anadolu politikası 1 7, 227-228, 261 Cenova ve konferanslar politikası 37-38, 75, 227, 5 1 1 -5 1 3, 5 1 9 İktidardan gidişi v e iktidara gelemeyişi 1 7, 2 1 , 228, 237, 89, 5 1 3

524 genel dizin Lordlara karşı ( 1 909) 225 Sarı Kitap 53-54, 145 Savaş kabinesi ( 1 916) 1 7, 32, 226 Savaşın galibi ( 1 9 1 8 ) 1 6-17, 23, 32, 237, 239, 261 , 488 Sosyal sigorta yasası ( 1 908) 17, 53, 145, 501 Sovyet politikası 73-75, 227, 5 1 1-512 Locarno anlaşması ( 1 925) 41, 68, 76-77, 85, 1 1 8, 168, 1 74, 230-23 1 , 238, 490, 496-497 Londra 55-56, 72-74, 76, 106, 1 1 1, 1 1 5, 120, 1 75, 234, 285, 296, 308 Londra Ekonomi Konferansı ( 1 933) 1 15 1 53, 159, 229, 260, 289 Ludendorf, Erich 34-35, 39, 41, 169 Luther, Hans 120, 1 53, 154 Luxemburg, Rosa 35, 67, 125, 498 Macaristan 36, 120, 1 65, 276 Macdonald, Ramsay 18 54, 58, 1 06, 1 12, 120, 1 67, 223-225, 229, 231 İşçi Partisi Hükümetinin bozulması ( 1 9 3 1 ) 5556, 230, 232-233, İşçi Partisi'nden atılması 57, 1 05 Ulusal hükümet başkanlığı 105-106, 232, 234 Sovyetlerle müzakere ( 1 923) 1 8 , 229 Mahmut Celal Bey 286, 320-322, 326, 365-366, 369, Hammaddecilikten kurtulma davası 371-372, 441, Liberalizm görüşü 322, 398 Özel kesim ve sanayi hakkındaki görüşleri 326, 368, 370, 384, 414, 429-430, 441 Sanayileşme anlayışı, sloganı 365, 367-368, 372, 377, 392, 396, 401, 447 Toprak Kanunu hakkında tutumu ( 1 93 8 ) 486 Mareşal Fevzi Paşa (Çakmak) 257, 369 Markeviç, A. 200 Marx, Kari 82, 94, 157, 217, 225, 498 Marshall planı ( 1 947) 37, 48, 134, 490, 496 Max, Prens 125-126 May, Sir George 54-5, 235 McAdoo, William 30, 1 3 6 McKittrick, Thomas Harrington 123-124 Meksika 58, 204, 2 1 1 Mellon, Andrew 136 Mısır 149, 238 Midas (Kral) 43, 45

Milletler Cemiyeti 76-77, 1 59, 2 1 6, 490, 496-497 Milis, Ogden 4 7 Moreau, Emile 44 Morgenthau, Henry 1 14-1 15, 124 Mosley, Oswald 54, 160, 235 Muhtar Bey (Nafıa Vekili) 342 Mussolini, Benito 168, 170, 238 Mustafa Kemal Atatürk Bursa Konuşması (Ekim 1 922) 244 CHP Kurultay konuşması (Mayıs 1 935) 271 Çiftliklerini Hazineye Bağışlaması (Haziran 1 937) 466 Devlet girişimiyle kalkınma 252, 271-272 Eskişehir'den başlayan gezisi ve konuşmaları (Ocak 1 923) 247, 252 Halk Fırkası'nı kurma kararı 246-247 İzmir Fuarı'na gönderdiği metin (Ağustos 1 935) 396-397 İzmir İktisat Kongresi konuşması ( Şubat 1 923) 259-260, 305, 5 1 3 Kapitülasyonlar hakkında Balıkesir konuşması (Şubat 1923) 259 Meclis konuşmaları ( 1 936) 465, 475 Meclis konuşmaları ( 1 937) 484-485 Sınıflar meselesi 246-248, 250, 254, 304, 307, 3 1 8, 33 1-333 Mustafa Şeref Bey (Özkan) 256, 259, 3 1 3, 320-322, 351, 363, 366, 375, 399, 406, 4 1 0, 414, 455 Devletçilik görüşü ( 1 930) 320, 361, 390-392, 402, Dış açık yorumu 283,352-353, 4 1 7-41 9, 427, 440 Dünya buhranı yorumu 353-354 İş Kanunu ( 1 932) 332, 358-359 Sanayi modeli 353-354, 356-358, 404, 4 1 0-4 1 1 , 422, 440 Yalova olayı 365-366 Müller, Hermann 1 1 9, 128 Nebizade Hamdi Bey 344 Neuilly anlaşması 36 New York 1 7, 30, 46-47, 49, 56, 120, 123, 1 36, 138, 233 Nikaragua 58 Niyagara barajı 1 80 Narman, Montagu 1, 2 1 , 47-48, 55, 237 Norveç 204, 238 Novosibirsk 1 8 0

genel dizin 525

Nuri Demirağ 343 Nürnberg Mahkemesi 124 Orjonikidze, S. 210 Orta Asya 1 80, 202 Osinski, N. 91 Osmanlı devleti 1 1 , 1 3-14, 3 1 , 33, 36, 50, 71, 75, 225, 245, 253-254, 260, 265, 267, 272, 276-282, 285-288, 251, 296, 300-301, 303-304, 309-310, 3 1 , 339-341, 344, 351, 376, 388, 402, 4 1 8, 42042 1, 434-436, 442-446, 449, 452-453, 456-457, 505, 509-510 Otomobil (Otomotiv) 28, 46-47, 50, 91, 1 0 1 , 1 1 1 , 151, 167, 1 86-187, 438, 492 Öktem, Rıfat 34 7 Özbekistan 180 Papen, Franz von 1 3 1 - 1 32, 158 Paris 7, 35-36, 42-43, 56, 74, 77, 1 1 3, 1 1 8, 1 20, 1 70, 205, 215, 245, 285, 351, 442, 498, 51 1 Paris Barış Konferansı 257-258, 261 Pasifik adaları 12, 26 Petain, Mareşal Philippe 221-222 Petro (Büyük) 100, 1 74, 2 1 1 Petrograd (Leningrad) 62, 64, 1 80-1 8 1 , 208 Poincare, Raymond 38-39, 42-45, 76, 1 16, 257, 288, 489, 492-493 Polonya 43, 72, 76, 120, 123, 170, 1 72, 205, 224, 281 Polonya koridoru 43 Preobrajenski, Yevgeni 66, 69, 1 95, 201-202, 204 Özeleştirisi 66, 201 Sosyalist ilk birikim tezi 82-83, 97 Primakov, V. 210 Puhl, Emil 124 Putna, V. 210 Pyatakov, Y. 87, 209-2 1 0 Raiffeisen, F.W. 8 Rakovski, K. 2 1 0 Ramzin, Profesör 205-206 Rapallo anlaşması ( 1 922) 37-38, 68, 75-76, 496 Rathenau, Walter 38, 169 Reynaud, Paul 222 Ribbentrop, Joachim von 167

Rist, Charles 47, 289, 437 Riykov, A 91, 98, 200, 04, 206, 210. Rockefeller, John D. 26-27 Romanya 43, 1 65 Roosevelt, Franklin Delano Altın değerini saptama oyunu 1 14-1 16, 153 Aradığı kapitalizm 136-1 37, 139-141, 1 45, 148150, 154, 500-502 Bankalara karşı tutumu 1 14, 1 37-138, 153 Kazandığı seçimler 1 13, 144 Londra Ekonomi Konferansına karşı tutumu 1 1 5, 145, 288 New Deal ( Yeni Gündem) ( 1 933) 54, 140, 142146, 154-155, 499 Rothschild 5 3 Sabit döviz kurları 5, 44, 57, 72, 104, 107, 1 70, 1 73, 509 SACE 109 Sahra 42 Saim Germain anlaşması 36 Samuel, Sir Herbert 233-234 Sarraut, Albert 216 Sazak, Emin 290 Schacht, Hjalmar 40, 47, 48, 1 1 7, 1 1 9-120, 123-124, 1 3 1 , 133, 153-154, 160-164, 166, 168-171, 287, 430, 435, 496-498 Scheidemann, Philip 34, 125 Schleicher, Kurt von 121-1 32, 161 Scott, John 1 82-1 84 Senegal 42 Serebriyakov, L 204, 209-210 Sermaye hareketi Sevres (Sevr) anlaşması 36, 228, 258, 260, 262, 437 Shakespeae, William 43 Sibirya 99, 1 80, 1 82, 1 94, 203, 51 1-512 Silahsızlanma Konferansı 160, 1 66-168, Simpson, Mrs. 168 Smilga, 1. 204 Smirnov 209 Snowden, Philip 54-56, 58, 109, 229, 232-235 Stahanov, Aleksey 1 8 7 Stalin, Yozef 1 79, 1 8 8 , 21, 507, 5 1 5 Güç sahibi olması v e yargılamalar ( 1930'lar) 69, 204-21 1 Hızlı sanayileşme 98-100, 1 76-177, 1 82-185, 1 8 7

526 genel dizin Kolektifleştirme 193-1 9 8, 202-203 Parti genel sekreterliği 69 Sınıf mücadelesi 205, 208 Sovyet Anayasası ( 1 924) 63, 70 Tarım ve buğday krizi 98, 1 95-1 86, 201 Troçki eleştirisi ve Tek Ülkede Sosyalizm 78, 8587, 94, 1 77 Stand-by anlaşması 1 23 Steinbeck, John 50-51 Stolyipin, P. 6 1 , 64, 332 Stresemann, Gustav 1 17-1 19 Strong, Benjamin 47-48, 55, 1 1 8 Strumilin, S. 92-93 Sudan 238 Suharov, N. 205 Suriye 42, 265, 345 Süleyman Sırrı Bey (Nafıa Vekili) 344 Swope, Gerard 1 4 1 Sykes-Picot anlaşması ( 1916) 71 Şanbaşoğlu, Selahattin 382-383 Şolohov, M. 202 Taşkent 1 8 0 Tawney, R. H. 232 Ter-vaganyan 209 Thomas, J. H. 229, 232, 234 Thorez, Maurice 2 1 7, 221 Thyssen, Fritz 28, 1 3 1 Tlabar, Azmi 380 Trakya 244, 269, 345, 348 Trianon anlaşması 36 Troçki, Lev 79, 83, 201, 204, 2 10-2 1 1 İç Savaş'ın yönetimi 64-66 Makaslar krizi 80-82, 86, 95

Partiden atılması ve sürgün 78, 94, 203-204, 208 Petersburg sovyeti ( 1905 ) 6 1 Sanayileşme 70, 5 1 5 Sol muhalefet 70, 94-95, 97, 1 97, 203, 206, 2102 1 1 , 231 Sürekli devrim tezi 67, 78-79, 98 Tukaçevski, Mareşal M. 2 1 0 Türkistan 1 80 Uglanov 209 Ukrayna 71, 91, 1 72, 1 80-1 8 1 , 1 98, 200 Uzak Doğu 1 8 0 Vahdettin 245-246 Vakit gazetesi 255 Victoria, Kraliçe 1 9, 229, 491 Vişinski, A. 205, 209-2 1 0 Vitte, Kont Sergey J. 8 5 , 1 75 Viyana 7, 1 70, 380 Vrangel, P. 227 Warburg, Paul 50 Warren, George 1 14-1 1 5 Webb, Sidney 229 Wells, H.G. 207 Yakovlev, Ya. 197 Yejov, N. 2 1 0 Young, Owen 4 1 , 1 1 7, 1 1 9-122, 1 6 1 - 1 62, 497 Yugoslavya 43, 1 20 Yunanistan 17, 1 65, 261 Yunus Nadi Bey 344 Zararları Ödeme Komisyonu 36 Zinovyev, G 1 8 , 78, 83, 94, 1 97, 204, 207-21 0

genel

dizin 527

ALMANYA 1923 enflasyonu 38-40 1930 Eylül seçimi 1 1 9, 129- 1 3 1 1 932 Kasım seçimi 1 3 1 1 932 Temmuz seçimi 1 3 1 1 933 Mart seçimi 1 32-133, 1 5 3 AEG 9 , 1 65 Alman Birliği ( 1 871) 7-8, 1 1 -12, 125 Alman Cumhuriyeti ( 19 1 9 ) 34-36, 3 8-39, 41, 1 16, 1 1 8-121, 124, 126-130, 1 33-135, 1 58-159, 1 62, 496-498, 501-502 Alman Konfederasyonu 7 Alman Ulusal Standartlar Sistemi (Bkz. DİN) Almanya, İtalya, Japonya ittifakı (Bkz. Mihver) Almanya Komünist Partisi 23,39, 125, 129, 1 3 1-134 Almanya Meclisi (Bkz. Reichstag) Almanya Merkez Bankası (Reichsbank) (bkz. Bankalar) Altın politikası 1 1 9-12, 122-124, 1 62, 502 Altyapı yatırımları 1 3 , 154 Anschluss (Bkz. Avusturya'nın ilhakı) Arbeit Macht Frei (Bkz. Çalışmak özgürleştirir sloganı) Askimark 1 60 Avrupa Birliği (Bkz. Yeni Ekonomik Düzen) Avusturya'nın ilhakı ( 1 938) 1 70 Bağdat demiryolu 13, 341 Bağımsız Sosyal Demokratlar 125 Bankalar Büyük bankalar (Grossebanken) 12 Deutsche Bank 1 1-12 Dresdner Bank 12 Reichsbank 12, 48, 1 1 7, 120, 122-124, 154, 1601 62, 1 64, 1 70 Berlin 7-8, 34-36, 40, 1 1 7-1 1 8, 122, 1 6 1 , 1 68, 1 70, 1 73 Olimpiyatları 1 6 8 Bir kap yemek 157-158 Burjuva Bloku ( 1 924-1928) 126-127 Büyük alanlar 1 72 Büyük Almanya 1 63-1 64, 1 66, 1 70-171, 1 73 Büyük bankalar ( Grossebanken) (Bkz. Bankalar) Büyük Frederick 6 Büyük katliam (Haziran 1 934) 1 32

Büyük şirketler çağı 1 O Büyük toprak sahipleri 1 9 Çalışan sınıf (işçi sınıfı) 39-40, 127, 156, 216, 224, 238, 248, 501 Çalışmak özgürleştirir sloganı 1 55-1 56 Dawes Planı 1 7, 21, 68, 74, 76, 85, 126, 1 34, 229, 490, 494, 496-497 DDP (Bkz. Demokrat Parti) Demir-çelik 9-10, 165, 495 Demiryolları 8-9, 13, 43 Demokrat Parti 126, 129, 131, 1 34 Deutsche Bank (Bkz. Bankalar) Dış borçlar 1 60-1 6 1 DİN (Alman Ulusal Standartlar Sistemi) 9 DNVP (Bkz. Milliyetçi Halk Partisi) Doğu demiryolları 8 Doğu harekatı planı ( Generalplan üst) ( 1 939) 1 72 Donanma 35 Donanma anlaşması ( 1 935) 167 Dört Yıllık Plan ( 1 936) 167 Döviz kontrolü 1 08, 1 62-163, 1 66 Dövizli İşler Kasası 1 60 Dresdner Bank (Bkz. Bankalar) DVP (Bkz. Halk Partisi) Elektrik 9, 496 Eintopf Gerichte (Bkz. Bir kap yemek) Fiyat kontrolü 163 Freikorps (Bkz. Serbest kıtalar) Fulfilment (Bkz. İstenileni yapma politikası) Geniş Ekonomik Alan 1 7 1 , 1 73 Grossebanken (Büyük bankalar) (Bkz. Bankalar) Grossriiume (Bkz. Büyük alanlar) Grossraumwirtschaft (Bkz Geniş Ekonomik Alan) Halk Partisi 128-129, 1 3 1 , 1 33-134 Halkın ve Reich'ın Sıkıntılarını Ortadan Kaldırma Yasası (Herşeyi Yapabilme Yasası) ( 1 933) 132 Hava kuvvetleri 167 Herşeyden önce iş sloganı 154-155, 158 Hindenburg Programı ( 19 1 6 ) 169 Hossbach Protokolü ( 1 938) 170

528 genel dizin

Hristiyan Demokrat Birliği 134

Orta sınıf 7,34-35,39-41,126, 129-131,134,156,

IG (Çıkar toplulukları) 10,174

Osrbahn (Bkz. Doğu demiryolları)

496,498,501 Otarşi 165-166,168-169,172-173 İç borçlanma 36,162-163 İkili ticaret anlaşmaları 164

Özgür çiftçi 8

İkinci Reich (Bkz. Alman Birliği) İstenileni yapma politikası 118

Paris Konferansı (1929) 118-119

İşçiler ve Askerler Konseyleri (Alman Sovyetleri) 125

Prusya 6-9, 11-13,34,43,85, 121,175,402

İşsizlik 118,120-121,129,131,141,154-155,157 Registermark 160 Junkerler 6-9,13,85 121,131,479-480

Reichsbank (Bkz. Bankalar) Reichsmark (RM) 40,117,160-162,164,170,

Kamu harcaması 155, 162-163

173

Kanun gücünde kararnameler 131,214

Reichstag 34,119,125,127,129,131-133

Kapitalist çiftçilik 7-8

Reichstag yangını (1933) 132

Karteller 10,326,495

Reisemark 160

Kimya 9-10,134,495

Renten-mark 40

Kliring sistemi 165,170-171,173,431

Ruhr işgali 39, 229

Korumacılık 10,171

Saar plebisiti 167

Kömür 8-9,38,495

Sanayiler 23,126-127, 134,154,163

Köy kooperatifçiliği ve bankacılığı 8

Savaş ekonomisi (Wehrwirtschaft) 162

KPD (Bkz. Almanya Komünist Partisi)

Savaş Planı Bürosu (1914) 169

Kristalnacht (1938) 170

Savaş tazminatı (ödemeleri) 35, 229

Konversions Kasse (Bkz. Dövizli İşler Kasası)

Schuster 12

Kriegsrohstoffabteilung (KRA) (Bkz. Savaş Planı

Serbest kıtalar (Freikorps) 125,126

Bürosu) Krupp 11,131,13,162,380,495

Sentetik ürünler 169,173-174 Sermaye girişi 41 Sermaye sınıfı 156,490,495-498,501,510

Lebensraum (Bkz. Yaşam alanı)

Siegfried Hattı (1938) 170

Likidite kıtlığı 41,496

Siemens 9,28,162,347, 511

Loewe normları 9

Silahlanma 127, 134,154-157,159,162-16,166-170,

Luhwaffe (Bkz. Hava kuvvetleri)

216-217 Sosyal Demokrat Parti 39,124-129,131-134

MEFO (Metallurgische Forschnung GmbH) bonosu

162 Merkez Partisi 119,126

Sosyal demokratlar 35,152 Sosyal piyasa ekonomisi 134 Sovyet Saldırmazlık Anlaşması (1939) 170

Mihver 168

Sovyetler 38,43,76,170

Milliyetçi Halk Partisi 126,128-130

Spartakistler 125

Mitteleuropa 33

SPD (Bkz. Sosyal Demokrat Parti)

Mühendislik sanayileri 9,90

Standardizasyon 9

Münih 170,215,222

Standstill anlaşması 123

buluşması (1938) 170,222 Şirketleşmeler 9 Nasyonal Sosyalist Parti (NSDAP) 39,126 Nürnberg Yasaları (1935) 167

Thyssen 28,131

genel dizin

Üçretler (ücret kotrolü) 157

529

Westphalia (1648) 6

Üçüncü Reich 133 Yaşam alanı 109, 158, 165-166, 170, 172, 498, 501 Vatikan konkordatı 158, 160

Yatılı kış okulları 8

Versailles (Versay) 16, 35-38, 43, 45, 72-73, 120,

Yeni Ekonomik Düzen (1940) 142

167-168, 173, 487, 489, 495-496, 498-499 Vestfalya (Bkz. Westphalia)

Yeni Ekonomik Düzen (Avrupa Birliği) 171,

173-174 Yeni plan (Neuer plan) 154

Weimar (Bkz. Alman Cumhuriyeti)

Zentrum (Bkz. Merkez Partisi)

530 genel dizin

AMERİKA 1 934 devalüasyonu 1 1 1 , 1 15, 1 39, 153 Adil İş Standartları Yasası (Fair Labor Standards Act) ( 1 93 8 ) 142 Agricultural Adjustment Act, (AAA) (bkz. Tarımı Düzenleme Yasası) Altın fiyatı 1 15-1 16 Altın girişi 1 53 Altın oyunu 48, 1 04-105, 1 12, 494 Amerikan Birliği 24 Amerikan İşçi Konfederasyonu (American Federation of Labor, AFL) (Bkz. Sendikalaşma) Amerikan Yüksek Mahkemesi 141-143, 145, 149 Anonim şirket 25-27, 8 1 Bank o f the United States ( Bkz. Merkez Bankası) Banka krizi 5 1-59, 1 35-136 Bankacılığın İlkyardım Yasası ( 1933) 137 Beyaz Saray 48, 153 Brown Brothers 58 Chase National Bank of New York 124 Chrysler 28 Code Authority 140 Craft-unionism (Bkz. Sendikalaşma) Cumhuriyetçi Parti 46, 143, 1 50 Çalışma Kurulu (National Labor Relations Board, NLRB) 143 Çiftçi borçları 50-51 Demir-çelik sanayii 23, 26,28 Derniryolları 25-26 Dow Jones 26 Dünya Ekonomi Konferansı ( Londra, 1 933) 1 12, 1 15 Emek-sermaye ilişkisi (Bkz. Sendikalaşma) Emergency Banking Act (Bkz. Bankacılığın İlkyardım Yasası) Emperyalizm 487, 491 Eski Askerlere ikramiye Yasası ( 1 936) 150 Ev Sahiplerine Ödünç Verme Kurumu (Horne Owners Loan Corporation, HOLC) ( 1 933) 149

Federal Mevduat Sigorta Kurumu (Federal Deposits Insurance Corporation, FDIC) ( 1 933) 137 Federal Reserve Bank (FED) (Bkz. Merkez Bankası) Finans krizi 50-52 First National Bank of Chicago 123 First National Bank of New York 123 Fordney-McCumber Gümrük Tarifesi ( 1 922) 52 General Motors 28, 46 Glass-Steagall Bankacılık Yasası ( 1 933) 137 Gümrük tarifesi ( 1 824) 135 Hawley-Smoot (Smoot-Hawley) Gümrük Tarifesi ( 1 930) 52, 104, 1 5 1 , 425 Taft- Hartley Yasası ( 1 947) 143 Güney 24-25 Hızlı büyüme 47, 498 Home Owners Loan Corporation, (HOLC) (Bkz. Ev Sahiplerine Ödünç Verme Kurumu) Hornestead Yasası ( 1 862) (Bkz. Özgür çiftçi) Industrial Unionism (bkz. Sendikalaşma) International Harvester 27 İş Yasası (National La bor Relations Act, NLRA) (Wagner Yasası) ( 1 935) (Bkz. Sendikalaşma) İşkoluna Göre Örgütlenme Komitesi (Committee for Industrial Organisation, CIO) ( 1 935) (Bkz. Sendikalaşma) İşkoluna Göre Örgütlenme Kongresi (Congress for Industrial Organisation, CIO) ( 1 938) (Bkz. Sendikalaşma) İşsizlik 5, 1 1 8, 1 39, 144, 1 54, 499-500 Kamu girişimciliği 145 Kamu İnşaat İşleri Yönetimi (Public Works Administration, PWA) ( 1 933) 145 Kitlesel üretim 25, 144 Konfedere Amerikan Devletleri 24 Korunma 26, 52, 1 52, 425 Kredi genişlemesi 4 7 Kuzey 24 Long Island buluşması 47-48

Farın Credit Act, FCA (Bkz. Tarım Kredi Yasası ( 1 933)

Managed currency (Bkz. Yönetilen Kurlar Sistemi)

genel dizin

Mayflower gemisi ( 1 620) 24 Menkul Değerlerin Şeffaflığı Yasası (Truth-in­ Securities Act) ( 1 933) 146 Merkez Bankası Bank of the United States 28, 30, 4 7, 50, 1 13, 1 1 7- 1 1 8, 122, 1 3 7-138 Federal Reserve Bank (FED) 30, 47, 50, 1 1 3, 1 1 71 1 8, 122, 1 3 7-1 38 Montaj hattı 28 Muhtaçlara Acil Federal Destek Yasası (Federal Emergency Relief Act) ( 1 933) 150 National City Bank 58 New Deal ( 1 933) 54, 1 1 3-1 14, 137-138, 140, 142148, 1 50-1 5 1 , 154-1 55, 157, 2 1 7, 235, 500 Orta sınıf 46, 500-502 Otomotiv 46, 1 5 1 Özgür çiftçi 8, 24-25, 6 3 Petrol 26-28, 58, 3 4 1 Planlama 1 40-142, 148 Reconstruction Finance Corporation (RFC) 53, 1 1 3, 1 1 5 , 1 38-139 Sanayii Ulusal Düzeyde Canlandırma Yönetimi (National Recovery Administration, NRA ( 1 933) 1 39-142, 145-146 Sanayiin Ulusal Düzeyde Canlanması Yasası (National Industrial Recovery Act, NIRA) ( 1 933) 139, 1 4 1 143, 145 Sanayileşme 25-27, 145 Sendikalaşma 1 43-144 Amerikan İşçi Konfederasyonu (American Federation of Labor, AFL) 143-144

531

Craft-unionism 143 Industrial Unionism 144 İş Yasası (National Labor Relations Act, NLRA) (Wagner Yasası) ( 1 935) 142-143 İşkoluna Göre Örgütlenme Komitesi (Committee for lndustrial Organisation, CIO) ( 1 935) 144 İşkoluna Göre Örgütlenme Kongresi (Congress for Industrial Organisation, CIO) ( 1 938) 144 Sosyal sigorta 1 37, 139, 141, 143 Soyguncu Baronlar 2 7 Standard Oil 26-27, 47, 58, 174, 341, 489 Tarafsızlık Yasaları (Neutrality Acts) ( 1 934, 1 936) 168 Tarım 23-25, 27, 50, 52-53, 1 14, 139, 144, 147-149, 153 Tarım Kredi Yasası (Farın Credit Act, FCA) ( 1 933) 148 Tarım Kredi Yönetimi (Farın Credit Administration, FCA) ( 1 933) 149 Tarımı Düzenleme Yasası ( 1 933) 148-149 Tennessee Vadisi Başkanlığı (Tennessee Valley Authority, TVA) ( 1 933) 147- 1 48 Tennessee Vadisi projesi 1 47-149 Ticaret Anlaşmaları Yasası (Trade Agreements Act) ( 1934) 1 5 2 Veterans Bonus Act (Bkz. Eski Askerlere İkramiye Yasası) Wall Street 25, 30, 48-5 1 , 55, 58, 76, 1 1 7, 1 1 9, 128, 1 34, 146, 1 53, 237, 490 Wall Street krizi ( 1 929) 49-5 1 Wilson Barajı 147-148, 1 79 Yönetilen Kurlar Sistemi (Managed currency) 48 Yüz Günlük Program 1 1 3, 1 14, 137, 146-148, 150

532 genel dizin

FRANSA Altın bloku 1 07, 2 1 1 -2 1 2, 272 Assignat 66 Ateşin Haçı Örgütü 220

Kanun gücünde kararnameler 214 Köylüler 212-213, 216 Küçük mutabakat 43

Blum Hükumeti ( 1 936) 218, 221 Devalüasyon (26 Eylül 1 936) 285, 494 Devalüasyon (Mayıs 1938) 222 Matignon Mutabakatı ( 1 936) 2 1 8 Ü ç Taraflı Para Anlaşması ( 1 936) 21 9-220

Lava!, P. 214, 216-21 7 Ligler 215-217, 220

Chautemps Hükumeti ( 1937) 221 Croix-de-Feu (Bkz. Ateşin Haçı Örgütü) Daladıer, E. 2 15-217, 222 Deflasyon 214-2 1 9 Doumergue 2 1 6 Fransa'nın teslimi (Haziran 1 940) 223 Fransız Halk Partisi 220 Fransız-Alman gerginliği 55 Halk Cephesi (Front Populaire) ( 1 935-36) 2 1 7-221 İç borçlanma 15, 42, 214 İstikrar programı ( 1 926) 43 İstikrar Yasası 44, 288 Jena Savaşı 12

Merkez Bankası 44-45, 47, 214, 220, 288 İkiyüz Aile 220 Napolyon Bonaparte 12, 212 Miras hukuku 212 Waterloo Savaşı 12 Orta sınıf 42, 212-214, 2 1 6-21 7 Radikal Parti 216, 222 Reynaud, P. 276 Sarraut, A. 216 Savaş tazminatı ( 1 87 1 ) 12 Sermaye kaçışı 221 Sömürgecilik 212 Staviski Rezaleti ( 1934) 215-21 7 Üçüncü Cumhuriyet 21 3-215 Yatıştırma politikası 1 70, 221-222 Yurtta Barış (Flandin) 2 1 6

genel dizin

533

İNGİLTERE 1 906 seçimi 223, 225 1 9 1 0 seçimi 223 1 9 1 8 Aralık seçimi 1 7 1 922 Kasım seçimi 1 7 1 923 Aralık seçimi 1 8 , 228-229 1 924 Ekim seçimi 1 8 , 230 1 928 Kurultay raporu 231 1 929 Mayıs seçimi 232, 235 1931 Devalüasyonu 1 04, 1 12, 235 1931 Ekim seçimi 235, 238 1931 Genel kurulu 235 1931 Saray darbesi 233-235 1 935 Kasım seçimi 1 67, 238 Altın oyunu 48, 104-105, 1 12, 494 Altın standardı 5-6, 15, 1 7, 2 1 , 32, 37, 43, 47-48, 50, 54, 57, 59, 73, 75, 77, 104-105, 1 08, 219, 228231, 235, 237, 239, 488, 490-493, 502, 5 1 3 Anglosakson modeli 8, 57, 58, 76, 103-104, 10, 1 12, 1 1 7, 1 53, 158-160, 1 70-1 72, modelinin tükenişi (21 Eylül 1 93 1 ) 491, 493, 5 1 3 Atlantic Charter (Atlantik paktı) ( 1 941 ) 2 1 Avam Kamarası (House o f Commons) 223 Bağımsız İşçi Partisi ( 1 893) 223 Balfour formülü (Statute of Westminister) 211 Bankaların kazığı (darbesi) 56 Beyaz Rapor (White Paper) 54, 167 Birinci Sanayi Devrimi 3, 8 27, 402, 409 Burjuvazi 1 -14, 1 9 Bütçe 4 , 2 1 , 54-56, 1 05, 1 10-1 1 1 , 225 Bütçe denkliği 4, 54-55, 1 09-1 1 1, 1 1 8, 235 Büyük grev ( 1 926) 78 Cari açık/fazla 55, 1 1 2 Ciry 6, 16-18, 20-22, 29, 8, 55-56, 76, 105, 107, 1 1 11 12, 1 1 7, 2 1 9, 234, 237, 490-491 , 493 Commonwealth (bkz. Dominyonlar ve Sömürgeler)

Ekonomik istikrar 3-4, 22, 47, 55, 59, 80, 107, 1 12, 21 1-212, 498-488 Emperyalizm 13, 1 9-20, 487, 491-493 Faşistler Birliği 160 Gelecek on yılda büyük savaş olmaz doktrini 166 Gümrük yasası (lmport Duties Bili) ( 1 932) 106 Hava Kuvvetleri (Royal Air Force) 167 Independent Labour Party (Bkz. Bağımsız İşçi Partisi) İhracat Kredileri Garanti Bölümü (Export Credits Guarantee Deparment, ECGD) 108-109 İkili anlaşmalar (Ödeme ve kliring anlaşmaları) 108 İmparatorluk Konferansı ( 1 926) 2 1 1 İngiliz devrimi ( 1 640, 1688) 223 İngiliz donanması 4-5, 20 İngiliz Komünist Partisi 1 8 İngiliz Sendikalar Birliği (Trade Union Congress, TUC) 56, 230-231 , 233 İş Uyuşmazlıkları ve Sendikalar Yasası (The Trade Disputes and Trade Unions Act, 1 927) 231 İşçi Partisi ( Labour Party) 18, 54-57, 60, 105-106, 1 09, 1 1 9, 127, 1 67, 223-224, 226, 228-235, 237, 502 İşçi Partisi kurultayı ( 1 9 1 7 Haziran) 223-224 Parti programı ( 1 9 1 8 Şubat) (Labour and the New Social Order) 224 Sendika desteği 224 Seçim bildirgesi ( 1 922 Kasım) 224 İşsizlik 5, 53-55, 1 10, 231-232, 234, 238, 499 İşsizlik sigortası (Dole) 17 Kreditör 6, 16, 22, 37, 55

Devlet borçlanması 29 Dominyonlar ve sömürgeler sistemi 12, 59, 104, 1061 07, 2 1 1 , 235-237, 481 Döviz kurlarını yönetme hesabı (Exchange Equalisation Account, EEA) 1 07, 1 10

Labour Representation Committee (LRC) (İşçiler Temsil Komitesi, 1 900) 223 Liberal Sarı Kitap ( 1928) 53-54, 145 Liberaller ( Liberal Parti) 1 7- 1 8, 2 1 , 54, 56, 71, 1 05, 171, 223, 226-229, 232-234, 237, 238, 498, 502 Liberaller'in bölünüşü ( 1 9 1 8 ) 227-229 Liberal-Muhafazakar koalisyonu 16, 226, 234

Döviz kuru 4-5, 57, 104, 1 07, 5 1 0

Lordlar Kamarası ( House of Lords) 225

534 genel dizin LRC ile Anlaşma ( 1 903) 223 Macmillan Komitesi Raporu 55 Madenciler grevi ( 1 926 Mayıs) 53, 23 1 May komitesi raporu 54-56, 233, 235 Merkez Bankası (Bank of England) 6, 1 1, 1 7, 29, 56, 72, 104, 1 10, 1 1 7, 234, 237 Muhafazakarlar (Muhafazakar Parti) 16-1 8, 21, 42, 48, 53-54, 56, 77-78, 85, 1 05-1 06, 109-1 1 0, 222223, 225-239, 489-490, 484, 502, 5 1 3 Orta sınıf 501 -502 Ortadoğu bölgesi 32, 75, 261 Ottawa Konferansı 106

Sermaye sınıfı v e işçi sınıfının ehlileştirilmesi 228 Sıcak para 55 Sterlin-dolar standardı (Altın döviz standardı) 1 7, 237, 239 Şanlı Devrim ( 1 688) 29 Tercihli imparatorluk sistemi ( System of Imperial Preferences) 1 06 Ticaret hadleri 20 Toprak aristokrasisi 1 9, 29, 225 Tory'ler 223 Ulusal hükümet 1 6, 56-57, 1 05, 109-1 1 0, 167, 2 1 1 , 222, 226, 234-235, 237

Pax Britannica 4, 15, 72-73, 1 74, 487-488 Savaş borcu (War Loans) 16, 1 1 0 Savunmaya İlişkin Sunum (The Statement Relating to Defence) 167 Sermaye sınıfı 71, 223, 225-228, 485, 500-502, 5 1 3

War Loans (Bkz. Savaş borçları) Whig'ler 223 Yatıştırma politikası 106, 1 67, 1 70, 235, 238 Zinovyev mektubu 1 8 , 78, 230

genel dizin

53 5

RUSYA - SOVYETLER 1 936 Anayasası 1 89, 1 9 1 - 1 92, 208 46'ların Platformu 70 Ağır Sanayi Komiserliği 188-189 Artel 196 Avrupa Konsorsiyumu 74-75 Azovstal yüksek fırını 1 8 5 Batılılaşma 85 Beş yıllık plan 92-93, 98-100, 1 77-179, 82, 1 84-186, 1 8 8, 200, 205, 2 1 0 Beyaz Ordu 64-66 Bolşevikler 60-63, 71, 207, 227 Brest-Litovsk anlaşması 64, 67, 5 1 1 Büyük Yurtseverlik Savaşı 1 8 4 Büyüme hızı 9 3 , 1 00, 1 76

Gosplan Kongresi ( 1 927) 93 Halkçılar 60, 62, 65 İç savaş 64-66, 68-70, 72-73, 87, 1 93, 246, 278, 5 1 1 512 İ ç ticaret hadleri 83, 1 95, 504 İki Taktik ( 1 905) 6 1 -62 İngiltere-Fransa Gizli Anlaşması ( 1 9 1 7) 71-72 Fransız nüfuz bölgesi 71 İngiliz nüfuz bölgesi 71 İstihbarat Örgütü (Bkz. DGPU)

Çeliyabinsk traktör fabrikası 9 1 , 1 82, 1 8 5 Çernovet 8 0

İşçi-köylü ittifakı 78, 83, 94, 1 9 İşçiler Muhalefeti 6 9 İşçiler ve Köylüler Hükumeti Halk Komiserleri Konseyi (Bkz. Sovnarkom) İşgücü 175, 1 82, 1 85

Demir v e demirdışı metaller 1 78, 1 80-82, 1 86, 1 88, 210

Kader Partisi 68 Kama projesi 1 82

Demir-çelik 90, 1 82-185, 1 9 0 Devlet çiftlikleri (Bkz. Sovhoz) Devlet Planlama Komisyonu (Bkz. Gosplan) DGPU 1 85 Dış ticaret hadleri 185, 508 Dinyeper Barajı 1 79-180 Donbas bölgesi 1 82, 205

Karaganda kömür havzası 1 82, 1 85 Karne usulü 1 84-185, 1 95, 207 Kadiyevka bölgesi 1 87 Kazanılanı koru sloganı 1 85 Kırsalda eğitim seferberliği 1 99, 201 Kolektif çiftlik (bkz. Kolhoz) Kolhoz 97, 99, 1 77-1 78, 1 86, 1 93, 1 95-203, 207, 504 Kolhoz Kongresi ( 1 935) 202 Komünist Partisi 66, 203 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 9 1 9 ) 69 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 920) 69 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 92 1 ) 66-67, 69 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 922) 69-70, 79 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 923) 88 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 924) 70, 80-8 1, 86 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 925) 92-93, 1 76 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 927) 78, 93-94, 1 93, 196 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 930) 1 79, 201, 206 Komünist Partisi Kurultayı ( 1 934) 1 85, 201, 207-209 Kontrol sayıları 88, 90, 93

Ekim Devrimi ( 19 1 7) 60-61 , 67, 78, 83, 208, 227, 246, 503, 5 1 1 Elektrik (Bkz. Sanayileşme) Ezilen ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirisi ( 1 91 8 ) 63 Fiyat politikası 83, 8 8, 206 Ford fabrikaları 9 1 Geçici Hükumet 6 1 , 72 Gıda kıtlığı 64, 8 1 , 99, 5 1 1 Glavki 1 8 9 Glavmetal 86, 87, 90 Goelro 87, 1 79, 1 8 1 -1 82 Gosbank 79, 87 Gosplan 87-89, 92-93, 1 80, 1 85, 1 8 8 - 1 92, 205

Köylü Emek Partisi davası (bkz. Sabotaj davaları, iddiaları) Kredi 4, 6, 1 8, 75, 79-80, 83, 86-87, 98, 175, 1 78, 190- 1 9 1 , 229, 489, 5 1 1 -5 1 5

536 genel dizin Kronstad ayaklanması ( 1 921 ) 66 Kulak (bkz. Tarım) Kuzbes kömür havzası 1 80 Kuznetsk kombinası 1 80, 1 82, 1 8 5 Londra Muhtırası ( 1 922) 74 Madde (malzeme) bilançoları 90, 1 90 Magnitogorsk demir-çelik kenti 1 82, 185 Makaslar krizi 80, 86 Makine-Traktör İstasyonları (MTS) 200-203 Maksimum ve minimum varyantlar 93 Mal darlıkları (mal açlığı) 95 Maliye (bkz. Narkomfin) Menşevikler 205 Merkez Bankası (bkz. Gosbank) Merkez Komitesi 69, 82, 93, 98, 100, 1 85, 1 94-198, 203, 208-210 Merkezi İstatistik Kurumu 1 8 8 Metalürji (Bkz. Demir v e demirdışı metaller) Metro-Vickers davası 205 Mir 84, 484 Momentum (Sanayileşme momentumu) 87, 89, 9 1 , 96, 99, 1 76, 1 79, 192, 478, 505 Moskova 6 1 , 64, 73-74, 145, 1 70, 1 74, 1 80-1 8 1 , 1 83, 1 86, 202, 205, 207 Muamele vergisi 1 9 1 Mühendislik sanayileri 90, 1 82 Narkomfin 79, 82, 86-87 Narodnikler (Bkz. Halkçılar) NEP 67-70, 73-74, 78-82, 84-89, 94, 96-97, 99, 1 761 77, 1 83-1 84, 1 93-1 97, 206, 208, 246, 503-507, 509, 512,514-515 Nepmen 79, 8 1 , 96, 98, 1 84, 505 Nisan Tezleri 62, 64 Otomotiv (Bkz. Sanayileşme) Para reformu ( 1 924) 80-8 1, 175 Petersburg Sovyeti ( 1 905) 6 1 Petrograd 6 1 , 64, 180 Petrograd Sovyeti ( 1 9 1 7) 62 Planlama 87-90, 92, 93, 140, 1 69, 1 76, 1 78-1 79, 1 881 92 Dört yılda beş yıllık plan sloganı 1 79, 201

Hafif sanayi (B grubu sanayileri) 92 Öncü bağlantılar 92 Sosyal ihtiyaçlar 1 9 1 Üretim planlaması 1 90 Yatırım hacmi 92-93, 1 80, 5 1 5 Yatırım malları (A grubu sanayileri) 8 6 , 88, 92, 154, 186, Yatırım oranı 1 78 Planlama Yüksek Ulusal Ekonomi Konseyi (Bkz. Vesenha) Politbüro 69, 80, 82, 99, 1 97, 203, 206 Pravda 66, 72, 74, 79-80, 278 Ruble 66, 72, 74, 79-80, 278 Rus köy komiinü (Bkz. Mir) Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bkz. RSDİP) Rusya Sovyetler Kurultayı ( 1 9 1 8 ) 61 Rusya Sovyetler Kurultayı ( 1 922) 62, 70 RSDİP 60 Ryutin Platformu davası (Bkz. Sabotaj davaları, iddiaları) Sabotaj davaları, iddiaları Köylü Emek Partisi davası 204-205, 2 1 0 Ryutin Platformu davası 206 Sanayi Partisi (Prompartiya) davası 205 Sağ muhalefet 70, 95 Sanayi Partisi (Prompartiya) davası (Bkz. Sabotaj davaları, iddiaları) Sanayileşme Elektrik 66, 88, 90-91, 1 79, 1 8 1-1 82, 1 85-1 86, 205 Kimya sanayii 90-91, 1 80, 1 85-1 86, 1 8 8 Makinalaşma 1 76, 1 94, 200-201 Otomotiv 91, 1 5 1 , 1 8 7 Sanayi bölgeleri 1 79-182 Sanayide Sabit Sermaye İnşası İçin Özel Konferans Heyeti (OSVOK) 87 Teknik kadrolar 82, 86, 89-91 , 93, 96, 1 79, 1 871 88, 1 95, 204-206, 209 Traktör 80, 85, 9 1 , 96-97, 1 0 1 , 1 76, 1 82, 1 851 86, 200-201 Savaş komünizmi 64-65, 99, 504, 5 1 1 Serfler (serflik) 60, 63, 1 75 Sol muhalefet 70, 94-95, 97, 231 Sosyal Devrimciler 62,64-65

genel dizin

Sosyalist Birikimin Temel Yasası 62, 82 Sosyalist tikel Birikim 82, 83 Sovhoz 97, 99, 177, 193, 195, 1 97, 200, 202-203, 206, 504 Sovnarkom 62, 69, 1 8 8 Sovyet (şura) 34, 61-64, 6 8 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Kurultayı ( 1 922) 70 Sovyet-İngiliz Ticaret Anlaşması (16 Mart 1921) 73 Sovyetler-TBMM Hükumeti Dostluk ve Kardeşlik Andlaşması (16 Mart 1 921) 73 SSCB Anayasası (1918) 63-64 SSCB Anayasası (1924) 70 SSCB Anayasası (1936) 149, 1 89 SSCB-Türkiye Cumhuriyeti Dostluk ve Tarafsızlık Andlaşması (17 Aralık 1925) 77 Stahanov hareketi 1 87 Stalingrad traktör fabrikası 1 76, 1 86 Şahti davası 205 Şubat Devrimi ( 1 917) 23, 60-62, 223, 226 Tapınma dönemi 201 Tarım Kolektif tarım 63, 96, 99, 1 93, 195-196, 200 Kolektifleştirme (1930) 1 77, 1 85, 1 94, 197, 200 Kulaklar 41, 61, 63-65, 79, 8 1 , 83-84, 96-99,101, 176-177, 1 84, 1 93-1 99, 201-203, 206, 28, 210, 505 Orta köylü 65, 84, 97, 196

537

Pamuk tarımı 1 80 Sanayiye ödenecek fidye 98, 1 95 Sovhoz 97, 99, 1 77, 193, 1 95, 197, 00, 202-203, 206, 604 Tahıl (buğday) 64, 83, 96-99, 1 76-1 77, 1 80, 193195, 197-198, 202-203 Tarım fiyatları 80, 98, 1 99 Tedarik sorunu 1 96-197 Ural-Sibirya yöntemleri 99, 194 Yoksul köylü 61, 63-65, 81, 84, 97, 1 76, 198 Yoksul köylü komiteleri (1918) 64, 65 Tasfiye harekatı ( 1934 vd) 78, 94, 97, 1 00, 208-210 Tek Ülkede Sosyalizm 78, 88, 93-94, 177, 1 84, 204, 231, 515 Toprağın Sosyalleştirilmesine İlişkin Yasa (1861) 63 Traktör (Bkz. Sanayi) Troçki-Zinovyev Muhalefeti 78, 94, 1 97, 208 Turksib demiryolu 1 80, 1 85 Ukrayna 71, 91, 1 72, 1 80-1 81, 198, 200 Ulusal Emisyon Sandığı 72 Ulusallık 1 84 Ural-Kuznetsk kompleksi 180 Urallar 91, 99, 1 80, 1 82, 1 85, 203 Ural-Sibirya yöntemleri (Bkz. Tarım) Vesenha 86-90, 92-93, 1 8 8, 205 Yüksek Ulusal Ekonomi Konseyi (bkz. Vesenha)

538 genel dizin TÜRKİYE 506 Sayılı Kanun ( 1 924) 342 Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu 249-250 Ankara 244-246, 256-26 1, 265-267, 269-272, 277, 279-28 1 , 286, 288, 296, 302, 307, 324, 341, 344, 347-348, 351, 365, 375, 3 8 1 , 438, 442, 444, 449, 456-457, 473, 5 12-5 14 Ankara hükumeti 1 7, 260, 280, 341 , 442, 413, 513 Ankara Yüksek Ziraat Mektebi 457, 464-465 Aşar vergisi (bkz. Tarım) Bankalar (bkz. Mali Aracı Sistem) Belediye Kanunu 269 Bütçe 273-275, 283-285, 290-295, 297-298, 3 1 3, 3 1 5, 3 1 9, 342-343, 375, 380, 384, 401, 452, 454, 458, 505-506, 509, 5 1 4 Bütçe Encümeni 290, 292, 3 1 3, 343, 366, 4 0 1 , 408, 434, 446, 463 Chester projesi (bkz. Yabancı sermaye) Cumhuriyet Halk Fırkası (Halk Fırkası) 246-250, 253-254, 26 1 , 3 14, 342, 367, 387, 390, 508 Dokuz Umde (Nisan 1 923) 250 Kongresi ve Programı ( 1 927) 267, 387 Kurultayı ve Programı ( 1 931) 26 1 , 3 14, 367, 390, 508 Kamutayı ve Programı ( 1 935) 336-337, 359, 392399, 41 1-412, 473 Cumhuriyet Merkez Bankası 254, 279-281, 285-289, 295-296, 298, 324, 329, 423, 436, 506 İdare Meclisi 2 8 1 Kuruluş hazırlıkları, mücadelesi, modelleri 285289, 343, Kuruluş Kanunu ( 1 71 5 ) 288 Kuruluşu (Haziran 1 930) 289 Tesis Heyeti 289 The American-Turkish Corporation (ATIC) 289 Cumhuriyet'in NEP'i (bkz. Milli İktisat)

Demiryolları Anadolu Demiryolu 265, 341-342, 348 Demiryolu Kongresi ( 1 925) 344 Demiryolu Mecmuası 342-344 Ray imalatı 34 7 Şark Demiryolu (Trakya Hattı) 348 Şimendifer Mektebi 343-344 Türk taşeronlar, müteahhitler 343, 346 Yabancı müteahhitler Belçikalılar, İsveç-Danimarka grubu 343 Julius Berger 343 Demokrat Parti 486 Denk bütçe 273-275, 23, 285, 294-295, 297, 506 Devlet Sanayi Ofisi ( 1 932) 356-357, 369, 404-407 Devletçilik 255, 297, 3 12-3 1 3 , 3 1 8-322, 327, 329, 332, 3 5 1 , 357, 359, 3 6 1 -362, 367, 3 8 9-400, 404, 406-407, 4 10-415, 441, 486, 508-5 1 0, 5 1 4515 Plan (program) 327, 373-375, 41 1-412, 466-467 Teşvik-i Sanayi Kanunu'na Müzeyyel Kanun (226 1 ) ( 1 933) 407 Türkiye Posta Vapurculuğu Anonim Şirketi 363 Dış ticaret 283-284, 287, 289-291, 300, 308, 327, 352-353, 362-363, 4 1 8, 422-424, 426-429, 43 1, 436-437, 440, 442-443, 508-5 10 Gümrük tarifesi ( 19 1 6 ) 421 -422 Gümrük tarifesi ( 1 929) 421-423 Takas komisyonu 363 Ticarette Tağşişin Men'i ve İhracatın Murakabesi Hakkında Kanun 429-430 Döviz kuru 284, 5 1 0 Emek-sermaye ilişkileri 3 3 1 , 334 İş Kanunu (Mesai Kanunu) ( 1 932) 3 3 1 İ ş Kanunu ( 1 936) 332-335, 337, 358-359 Endüstriyel Mamulatın Maliyet ve Satış Fiyatlarının Kontrolü 327 Etibank 378 Ford şirketi (bkz. Yabancı sermaye)

Çay, Şeker, Kahve İthalatının Bir Elden İdaresi Hakkında Kanun 353

Güdümlü ekonomi 271, 322-323, 326, 399, 429-430 Gümrük tarifesi (Bkz. Dış Ticaret)

Demir-çelik sanayii 379-3 8 1 , 448, 5 1 4

Hıfzıssıhha Kanunu 4 1 3

genel dizin

İç borç (borçlanma) 296, 346 Kısa vadeli iç borçlanma 297, 356 Müteahhit bonoları 297 Osmanlı istikraz tahvili ( 1 9 1 8 ) 296 Uzun vadeli iç borçlanma 296, 308, 346 İktisadi Devlet Teşekkülleri ( 1 93 8 ) 505 İntihab-ı Mebusan Kanunu 246 İskan Kanunu (bkz. Tarım) 267 İş Bankası (bkz. Mali Aracı Sistem) İttihad-ı Milli Bankası 286 Kağıt Fabrikası 365-366 Kapitülasyonlar 244, 255-257, 259-260, 4 1 7-41 8 , 439, 503, 5 1 3-514 Kayseri Uçak Fabrikası ( 1 925) 382, 439 Kazanç Vergisi (bkz. Vergi) Kırıkkale Askeri Fabrikaları ( İmalat-ı Harbiye, Makine Kimya Endüstrisi) Barut Fabrikası 3 8 1 Çelik Fabrikası 381 Fişek Fabrikası 3 8 1 Kapsül Fabrikası 381 Maske Fabrikası 3 8 1 Mermi Fabrikası 381 Pirinç Fabrikası 3 8 1 Tank yapımı 382 Top namlusu imalatı 382 Tüfek Fabrikası 3 8 1 Uçak yapımı 382 Köy Kanunu 452-453, 469, 483 Köylü milletin efendisi ( 1 922) (Bkz. Mustafa Kemal) Le Petit Parisien 245 Liberalizm (Liberallik, liberal düzen) 253, 284, 300301, 309-313, 322, 326, 333-334, 354-355, 357, 359, 362. 386-388, 394-396, 398-400 Lozan kararı (Bkz. Para) Lozan Konferansı (Andlaşması) 244-246, 249, 25 1, 254, 256, 260-261 Andlaşmanın imzalanması (24 Temmuz 1 923) 248, 256, 258, 262, 265, 266 Ankara Hükumetinin Notası (Mart 1 923) 260 Başlangıcı 244, 256-257 Kapitülasyonlar 255-257 Kesilişi 246, 248, 259 Yeniden Toplanması 260

539

Madeni para kararı (bkz. Para) Mali aracı sistem (Bankalar) 269, 271, 276, 279-280, 283, 285 Bankalar Kanunu 323-325 İş Bankası 286, 288, 325-326, 365-366, 368-371 , 378, 393, 405-407, 4 14, 436, 440-44 1 , 447 Mevduatı Koruma Kanunu 323-324 Milli Bankalar 300-301 Ödünç Para Verme İşleri Kanunu 324 Milli İktisat 299, 309, 3 1 1-3 12, 326, 331, 338 Cumhuriyet'in NEP'i 252-254, 409-410, 474, 503-507, 509-5 10, 5 1 5 Teşvik-i Sanayi Kanunu ( 1 9 1 3 ) 308 Teşvik-i Sanayi Kanunu ( 1 927) 293, 308-309, 3 1 1 , 3 1 3, 322, 327, 329-33 1 , 366-367, 388, 406, 505 Misak-ı Milli 244-249, 257 Modüs vivendi 145, 248, 255 Muasır Medeniyet 263, 266 Mudanya Mütarekesi 228, 243-244, 246 Muhasebe-i Umumiye Kanunu 268, 275 Musul meselesi 77, 341-342, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 249 Mililer (Mösyö) 287, 433, 436, 447 Müzayede ve Münakasa Kanunu ( 1 934) 330 Olağanüstü vergiler (Bkz. Vergi) Onuncu Yıl Marşı 344, 346 Oriental Bankers Corporation 286 Osmanlı Bankası 280, 285-286, 288, 436 Osmanlı borçları 265, 286, 287, 435-436, 442-446, 509 Osmanlı Devleti 245, 253-254, 260, 276-280, 285, 296, 305, 341, 344, 420, 452-453, 456-457, 5 1 0 Osmanlı istikraz tahvili (Bkz. İ ç borç) Osmanlı kağıt paralarının değiştirilmesi (Bkz. Para) Ölçü ve Ayarlar Kanunu 268 Para (Para yönetimi) 701 nolu Kanun (Aralık 1 925) 280-28 1 , 288 Altın karşılığı 285, 346 Düyun-u Umumiye Kefaleti 277-278 Düyun-u Umumiye'nin Fersude talebi (Ekim 1 922) 279 Emisyon hacmi 278-279, 281, 300-301, 506 Kağıt para basımı kararnamesi ( Mart 1 926) 280

540 genel dizin Lozan kararı 276, 278 Madeni para kararı (Ağustos 1 923) 279 Osmanlı kağıt paralarının değiştirilmesi 278, 280, 281 Plan (bkz. Devletçilik) Saltanat'ın kaldırılması 256 Sanayi (Sanayileşme, sanayici) Sanayi Programı ( 1 933) 375-376, 401, 472 Sanayi Programı ( 1 935) 374-375, 377 Sovyetler'in desteği 375, 447 Sümerbank Kanunu 3 3 1 , 368, 370, 3 84, 392, 406-408, 410, 412 Türkiye Sanayi Kredi Bankası ( 1932) 356-357, 369, 404-407 Sanayi ve Maadin Bankası 355, 402-407, 4 1 1 , 414 Simeryol grubu 343 Swedish Match Corporation 289 Şarktaki Muhtaç Zürraa Tevzi Edilecek Arazi Kanunu ( 1 907 sayılı kanun) 472 Şimendifer Mektebi (Bkz. Demiryolları)

Toprak Kanunu (Ayrıca Bkz. Tarım) 475, 479, 485486 1 097 sayılı kanun ( 1 927) 470-471 1505 sayılı kanun ( 1 929) 470-47, 473 1 937 Anayasa değişikliği 398-400, 476 Anayasa değişikliği gerekçesi 477, 479, 484 Başvekalet tezkeresi ( 1 93 3 ) 471 Emin Sazak'ın konuşması ( 1 933) 472 Emin Sazak'ın konuşması ( 1 937) 479 Halil Menteşe'nin konuşması ( 1 935) 478 Halil Menteşe'nin konuşması ( 1 937) 478-479 İsmet Paşa'nın konuşması ( 1936) 474 İsmet Paşa'nın Meclis açış konuşması ( 1 939) 486 İsmet Paşa'nın Meclis açış konuşması ( 1 94 1 ) 486 İsmet Paşa'nın Meclis açış konuşması ( 1 942) 486 Mustafa Kemal'in Meclis açış konuşması ( 1 937) 475, 485 Refik Şevket İnce'nin konuşması ( 1 933) 472 Şükrü Kaya'nın konuşması ( 1933) 471 Şükrü Kaya'nın konuşması ( 1 937) 474-475, 477478 Toprak Mahsulleri Ofisi (bkz. Tarım) Turkish Petroleum Company 341

Takas komisyonu (bkz. Dış ticaret) Tarım ( Ziraat, çiftçi) 25 1 , 253, 276, 289, 301, 306, 3 1 6-318, 324, 332, 335, 337, 361, 364-365, 370, 373-374, 4 1 3, 420, 422, 428-429, 445, 45 1-462, 464-466, 475, 484-486 Aşar vergisi 274, 45 1 , 453, 455, 458, 506 Buğdayı Koruma Kanunu 464 Destekleme politikası 413, 463, 508 Köy (Köylü) 248, 250-252, 268, 285, 290, 293, 296, 300, 306, 3 14, 3 1 7, 332-333, 335, 337, 347, 365, 373, 383, 433, 451-459, 461-467, 469-478, 480, 482-485, 502-509, 514 Kredi kooperatifleri ( İtibari Zirai Birlikleri) 453454 Satış Kooperatifleri 364 Toprak Mahsulleri Ofisi 454 Türkiye Afyon Yetiştiricileri Satış Kooperatifi 364 Ziraat Memleketi 253, 373, 456-458, 469, 471, 480, 484

Vergi 268-269, 273-276, 283, 290-294, 297, 301, 305, 309, 3 1 3-316, 3 1 9, 330-3 3 1 , 363, 400-401 , 419, 427, 442, 453, 458, 462, 464, 471, 504, 5 1 0 Eğlence v e İstihlakat-ı Hususiye Vergisi 274 İktisadi Buhran Vergisi 291-293, 3 1 6 Kazanç Vergisi 292-293, 3 1 6 Olağanüstü vergiler 2 9 1 , 293 Vilayetler Kanunu 269 Yabancı sermaye 259-260, 308-309, 3 1 1-312, 340341, 343, 392, 396, 420, 436-441 , 448, 5 10-5 1 1, 514 Chester projesi 341 Ford şirketi 438, 492 Türkiye'de Ecnebi Tebaası Tarafından İcrası Memnu Sanatlar Hakkında Kanun 330, 449 Ziraat Memleketi (bkz. Tarım)

G ü n ü m üzde i ktisatç ı l ı k, değişik d is i p li n leri n b i r b i ri n i tamam layan z e n g i n veri le ri d i kkate a l ı n a rak ge lişmekted i r. Özelli kle tari h i n s u n d uğu kaynaklar üzeri n de ça lışı rken, sosya l b i l i m lerin ge n iş d esteğiyle b u malzemeyi i ktisa d ı n yöntemi i ç i n d e d e ğe rlen d i re n eserler ve d i s i p l i n lera rası çalışmala r gid ere k ö n em kaz a n makta d ı r. P rof. D r. B i lsay K u ruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye kita b ı n ı kaleme a l ı rken b u yöntemi i zliyor. K e n d i d eyişiyle i ş i n p ü f n o ktas ı n ı "tari h i n m a lzemes i n i d eğerlen d i ri rken , i ktisatçı yakla ş ı m ı i ç i n d e ka labilm e k" şekli n d e açı klıyor. K u ruç, b u çal ı ş m a n ı n , öğre nciye d e rs veren ya da o k u ra i ktisat d i liyle i ktisat ö ğretmeye kalkışan b i r ka l ı p i ç i n d e yaz ı lm a d ı ğı n ı ; bazen gerilere gid i p k i m i zaman gü n ü m üze d ö n e n rahat a n lat ı m l ı , tarihsel malzemeyle d o n a n m ı ş , siyasi a ktö rleri n de t ü m ren kleriyle ö n e ç ı ktığı öykülerden oluştuğunu, b u yan ıyla deneme sayı labilecek öykülerin adeta bir roman kıvam ı n da işlen d i ği n i d i le geti riyor. Asl ı n da K u ruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye kitab ıyla, literatürde ö rn eği çok az görülen bir iş ç ı ka rıyor. Büyük devletle ri n t ü m ü n ü n 20. yüzy ı l baş ı ndaki ekonomile ri n i iç i çe öykülerle a n latıyor. Bir ya n d a patro n luğu devretmekte d i renen İ n gi ltere, " patro n " u n yeri n i göz ü n e kesti rmiş "tem iz" aile çocuğu ABD, m ı z m ı z çocuk Fransa ve mahalle n i n kab a d ayısı Almanya; d i ğer yanda ise, iki köylü ü lkesi n d e, i ki isya n c ı çocuk, Sovyetler B i rliği ve T ü rkiye ... Kitap, 192o'li ve 193o'lu yı lları n i ktisat d ünyası n ı ayd ı n latı rke n , özelli kle kapitalizm i n bugü n ü v e yarı n ı n a d a ı ş ı k tutuyor. 20. yüzyı l ı n b ug ü n lere n a s ı l b i r y o l d a n geld iği n i kavra m a m ı z ı sağlıyo r. Kita b ı n i l k kısm ı n da K u ruç, yüzyıla gire rken ken d i zem i n i n i i n şa etmiş, kökleri n i sağlamlaşt ı r m ı ş , fakat d a h a s o n ra büyük krizleri n i yaşayaca k olan kapitalizmi v e yeni kurulmaya başlayan sosya lizmi okura sun uyor. B i r y a n d a " b üyük d evletler'' i , öte ya n d a Sovyetler Birliği ' n i a n aliz ediyor. B u , bir "köylüler ülkes i " n i n ke n d i ayakları üzeri n d e d u rmak için sanayileşmeye nasıl gi rişti ğ i n i , b u yolda n e gibi bedeller ö d e m e k zoru n d a kald ı ğ ı n ı , plan lama n ı n tari h s a h n esi n d e n a s ı l o luştuğu n u v e b i r eko n o m iye n a s ı l y ö n verd i ğ i n i d e görmek d e m ektir. Kuruç' u n , kita b ı n i k i n ci kısm ı nd a i s e a n lattığı C u m h u riyet'in kuruluş yılları ve Mustafa Kemal d ö n e m i n i n b u g ü n d e n çok fa rklı olan T ü rkiye's i . B u rada, ye n i d evletin sanayileşme ve bağı msızlı k a rz us uyla ülke d e ki yeni yetme kap italizm i n i b retlik çekişmeleri içiçe yera lıyor.

ISBN 978-605-399-218-9

"' z



İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YA'J.