Mühürlenmiş Zaman
 9754141770

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Ünlü Rus şairi Arı;eniy Tarkovski'nin oğlu olan Andrey Tarkovski (1932-1986) 1960 yılında Moskova Devlet Sinema Enstitüsünden (VGIK) mezun oldu. İlk filmi İuan'ın Çocuklu­ ğu ile uluslarası alanda adını duyurdu. Venedik Film Şenli­ ğinde Altın Aslan ödülü kazanan bu filmin ardından 1966'da çektiğiAndrey Rublov da 1977 Cannes Film Festivalinde ödü­ le layık görüldü. Diğer filmleri arasında Solaris (1972); Stal­ ker (1979);Nostalghia (1982) ve İsveç yapımı olarak gerçekleş­ tirdiği Kurban (1986) adlı filmlerini sayabiliriz.

AFA- Sinema:

27 7

AFA-Yayınları:

ISBN 975-414-177-0

Birinci Baskı: Ekim, İkinci Baskı: Aralık,

1986 1992

(Yeniden gözden geçirilmiştir.) Bu çevirinin Türkçe çeviri hakları AFA Yayıncılık A.Ş.'ye aittir.

Dizgi: AFA Yayıncılık A.Ş. Baskı: Gülen Ofset Cilt: Güven Mücellithanesi

��

AFA. 'fa · ıcılık A.Ş., Sıhhiye



Apt. 19/8 C ağaloğlu-İSTANBUL ( 1) 526 39 80

. ANDREY TARKOVSKİ

Mühürlenmiş Z aman

Çeviren:

Füsun Ant

�, AFA

YAYINLARI

içindekiler

Giriş Başlangıç il Sanat: İdeale Duyulan Özlem 111 Mühürlenmiş Zaman iV Önceden Belirlenmişlik ve Yazgı v Filmsel Görüntü Zaman, Ritm ve Kurgu Üzerine Zamandan Heykeltraşlık Film Tasarımı ve Senaryo Film Görüntüsünün Oluşturulması Sinema Oyuncusu Üzerine Müzik ve Ses Üzerine VI Sanatçı ile Halk Arasındaki ilişki Üzerine VII Sanatçının Sorumluluğu Üzerine VIII Nostalghia'ııın Ardından IX Bitiıirken Dipnotlar 1

7

16 42 64

95 120

132 142 144 156 162 180 184 199 221 234 245

Giriş

15 yıl önce bu kitabın ilk taslakları üzerinde çalışırken zaman za­ man tereddüte kapılmaktan kendimi alamamıştım: Acaba bunca emeğe değer mi? Üst üste film çekmek ve bu arada ortaya çıkan te­ orik sorunları kendini için, öylesine, pratikte çözüp geçmek daha iyi olmaz mı? Ne var ki çahşma hayatım, uzun yıllar, yeni bir filme başlama­ dan önce katlanmak zorunda olduğum, insana eziyet veren bekleyiş­ lerle geçti hep. Çalışmalarımın amacı, sinema sanatını diğer sanat­ lardan ayıran özellikler ve bu ayrımdan doğan sinemanın kendine özgü olanakları üzerinde düşünecek bol zamanım oldu benim de böylece. Kendi deneylerimi meslektaşlarımın edindikleri bilgilerle karşılaştıracak kadar bol zamanım ve fırsatım vardı. Sinema teorisi ile ilgili sayısız yazı okudum ve okuduklarım beni çok az tatmin etti; .ıatta tam tersine, bütün bu yazılar bende itiraz etme isteği uyandır­ dı, itiraz etmeli ve sinema sanatının görevleri, amaçları ve sorunla­ rıyla ilgili kendi görüşlerimi savunmalıydım. Çalışmalarıma yol gös­ teren ilkelerin bilincine vardıkça, bildiğim, öğrendiğim sinema teo­ rilerinden uzaklaşıyordum. Öte yandan, bütün benliğimle bağlı ol-

duğum sanatın temel yasalarıyla ilgili görüşlerimi dile getirme arzu­ su da giderek güçleniyordu. Kaldı ki :filmlerimi seyretmiş olan insanlarla giderek daha sık yüz yüze gelmem, beni, mesleğimle ilgili görüşlerimi ve çalışma tar­ zımı, esaslı ve olabildiğince ayrıntılı bir biçimde dile getirmeye zor­ luyordu. Filmlerimle kendilerine aktardığım olayları kavrama ve so­ rularına cevap bulma konusunda seyircilerimin gösterdiiJ"i ısrarlı ça­ ba, sinema ve genel anlamda sanat hakkındaki çelişki dolu ve düzensiz düşüncelerimi iyi kötü toparlamama neden oldu. İtiraf etmeliyim ki film çektiğim bütün bu yıllar boyunca seyirci­ lerimden aldığım ve her zaman büyük bir dikkat ve ilgiyle okudu­ ğum mektupların zaman zaman beni öfkelendirdiği oldu. Ama ge­ nelde benim için olağanüstü bir ilham kaynağı oluşturduklarını da inkar edemem, her şeyden önce, birbirinden farklı bir yığın soru ve düşünceyle dolu oldukça teşvik edici bir paket. Seyircilerimle aramdaki, zaman zaman yanlış anlamaların ağır bastığı ilişkimi açıklığa kavuşturmak için özellikle tipik bir iki mek­ tubu örnek göstermek istiyorum. Leningrad'dan inşaat mühendisi bir kadın, örneğin, bana şöyle yazmıştı: "FilminiZJ\yna'yı izledim. Hem de sonuna kadar. Oysa biraz ol­ sun bir şeyler anlayabilmek, filmdeki kişileri, olaylan, anılan bir şe­ kilde birbiriqe bağlayabilmek için samimiyetle kendimi zorlamak­ tan daha ilk yarım saatte başıma ağrılar girmişti... Biz zavallı seyirci­ ler iyi, kötü, hatta ·genelde çok kötü filmler izleriz; bazen vasat da olabilirler, bazen de tam anlamıyla sıradışı. Bir biçimde hepsini de anlamak mümkün. Onları ya beğenirsiniz ya da burun kıvırır, unu­ tup gidersiniz. Ama ya bu?..

."

Gene bir mühendis, bu kez Sverdlovsk'dan, filmime duyduğu nefreti saklamaya bile gerek duymuyor: "Ne zevksizlik, ne saçma­ lık! İğrenç bir şey! Bence filminiz tam bir fiyasko. Seyirciye biraz ol­ sun yaklaşamıyor bile, oysa en önemli unsur seyirci değil midir?" Mektubun yazan, işi, sinema dalından sorumlu siyasi komiserden 8

·

hesap sormaya kadar vardırmış: "Nasıl oluyor da Sovyetler Birli­ ği'mizin sinema sorumluları böyle bir kepazeliğe göz yumabilmiş­ ler?" Film piyasasını denetleyen siyasi komiserler adına şunu söyle­ yebilirim ki bu tür "kepazeliklere" son derece seyrek göz yumulur. Ortalama beş yılda bir. Bu tür mektupları okuyunca umutsuzluğa kapılıp kimin için ve ne adına çalıştığımı sormaktan endimi alamı­ yorum.



Moralimi düzelten mektuplar almıyor değildim. Gerçi bunlar da çalışmalarımın hiçbir şekilde anlaşılmadığını kanıtlıyorlardı ama en azından perdede olup bitenlerden bir şeyler anlama gayretini yansıtıyorlardı. Bu seyirciler örneğin şöyle yazıyorlardı: "Şuna inanı­ yorum ki Ayna'nızla başedemeyip son çare olarak yardımınızı dile­ yen ne ilk ne de son kişiyim. Tek tek episodlar şeklinde ele alındı­ ğında film çok güzel. Ama bunları birbirleriyle nasıl birleştireceğiz?" Veya Leningrad'dan başka bir kadın seyircinin mektubu: "Filme nasıl yaklaşacağımı bir türlü bulamadım, hem içerik hem de biçim olarak bana hiçbir şey anlatmıyor. Bunun sebebi ne­ dir? Sinema konusunda hiç de cahil sayılmam ... İvan'zn Çocukluğu ve Andrey Rublov adlı eski filmlerinizi de izledim. Her şey açıktı. Ay­ nı şey, bu film için kesinlikle söylenemez... Bence her gösteriden ön­ ce, seyirci onu bekleyen şeye hazırlanmalı. Yoksa kendini çaresiz ve yetersiz hissetmekten kaynaklanan bir bıkkınlığın o yavan tadı kap­ lıyor içini. Sayın Andrey! Mektubuma cevap verecek durumda değil­ seniz, lütfen, sizden rica ediyorum, bu film hakkında bir şeyler oku­ yabileceğim kaynaklan bildirin, hiç değilse!" ... Ayna üzerine yazılı hiçbir kaynak olmadığı için mektubu yanıt­ layamadığımı ve bundan duyduğum ü:�üntüyü belirtmeliyim. Ayna hakkında hiç yazı yayınlanmadı; Goskino ve Filmbirliği1 oturumla­ rında "seçkincilik" damgası vurarak Ayna'yı reddeden, sonra da bu. görüşlerini Iskusstvo kino''da2 yayınlayan meslektaşlarımın resmi suçlamaları dışında tabii. Ancak bu suçlamalar beni pek fazla etkile­ medi. Çünkü artık bir seyirci kitlesine sahip olduğuma, filmlerimi 9

seyre gelen ve seven insanların varlığına giderek daha fazla inanma­ ya başlamıştım. Bilimler Akademisi Fizik Enstitüsü çalışanlarından biri, ensti­ tünün duvar gr..zetesinde çıkan bir yazıyı göndermişti bana: "Tarkovski'nin filmi Ayna, bütün Moskova'da olduğu gibi Bilim­ ler Akademisi Fizik Enstitüsünde de büyük ilgi topladı. Filmin yönetmeniyle şahsen tanışma isteğini, ne yazık ki, çok az kişi gerçekleştirebildi (maalesef bu notu gönderen de bunu başa­ ramadı). Tarkovski'nin filmsel malzemeyle nasıl olup da felsefi açı­ dan bu denli derin bir yapıt ortaya çıkarabildiğini kavramakta güç­ lük çekiyoruz. Sinema seyircisi alışmıştır, gittiği filmde bir öykü, bir eylem, kahramanlar ve genellikle bir happy end ' le karşılaşmayı bek­ ler. Tarkovski'nin filmlerinde de bu tür unsurlar arıyor, sonra da ha­ yal kırıklığı içinde evine dönüyor, çünkü umduklarının hiçbirini bu­ lamamıştır. Bu film ne anlatıyor? İnsanları. Ama, off-uoice'u İnokenti Smoktunovski'nin3 üstlendiği somut bir insanı değil. Hayır. Bu, da­ ha çok senin hakkında, baban ve büyükbaban hakkında bir film. Bu, senden sonra yaşayacak ama yine de 'sen' olan insanı anlatan bir film. Dünyanın bu yüzünde yaşayan bir insanı anlatıyor. İnsan, dünyanın bir parçası ama dünya da onun bir parçası. Geçmişe ve ge­ leceğe karşı kendi hayatını ortaya koymalı. İşte filmin konusu. Bu filmi hiçbir iddia taşımadan, öylesine izleyin ve kendinizi Bach'ın müziğiyle Arseni Tarkovski'nin4 şiirlerine kaptırıp gidin! Tıpkı yıl­ dızlan, denizi, güzel bir rna�rayı izler gibi... Matematiksel bir mantığa bu filmde rastlayamazsınız. Zaten matematiksel mantığın insanın ne olduğunu ve yaşamının anlamım açıkladığı nerede görü1müş ki?!" İtiraf etmeliyim ki, profesyonel eleştirmenlerin açıklamaları 'l yorumlan, övücü nitelikte olsalar bile, beni sık sık hayal kırıklığına uğratmıştır. En azından eleştirmenlerin çalışmalarıma eninde su­ nunda kayıtsız kaldıkları, belki de kendilerini çaresiz hissettikleri duygusunu içimden bir türlü söküp atamam. Kendi gördüklerin·t· ve 11)

yaşadıklarına inanmaktansa, sıradan sinema teorilerinin basmaka­ lıp görüşlL·rine ve tanımlanna bel bağlamaktan nedense pek kurtu­ laımyorlar. Filmlerimin etkisinden henüz kurtulmamış seyircilere rastladığımda ve yabancı yaşamlann itiraflarla dolu mektuplanm cıkuduğunır bütün sanat dallan gibi sinema da son derece önemli bir işlevi } �rine geti­ rir. İlk uzun filmim İvan'zn Çocukluğu'nu tamamlayana dek kendi­ mi bir yönetmen olarak görmediğimi, ayrıca sinema dünyasının da benim varlığımdan hiç haberi olmadığını itiraf etmeliyim. Yaratıcı faaliyetimin gerekliliği konusundaki fikirlerim açıklığa kavuşana dek, yani İvan'zn Çocukluğu'ndan önce, sinema benim 1 Q_ ,

için o kadar kendi içinde kapalı bir konuydu ki, öğretmenim Mihail Ilyiç Romm'un26 beni buna hazırlamasına karşın burada oynayaca­ ğım rolü ancak büyük zorluklarla kafamda canlandırabiliyordum.

Gelecekte sahip olacağım düşünsel işlev hakkında hiçbir fikrim yok­ tu, amacımı henüz önümde göremiyordum, o amaç ki insan ancak kendisiyle mücadelesi sonunda elde edebilir ve o andan itibaren so­ runların yönü kesin şekline kavuşur; bundan sonra yalnızca taktik­ lerde bir değişme meydana gelebilir, amacın kendisi, etik işlev ise hep aynı kalır. Bu dönem, benim için her şeyden önce filmsel ifade olanakları hakkında teknik deneyimler topladığım bir dönem oldu. Ama aynı zamanda da öncüleri, evr.ensel gelenek çizgisinin babaları­ nı tanımaya başladım; saygısız ve cahil addedilmek istemiyordum. Kısacası, bu dönemde kendimi, ilerde çalışmayı düşündüğüm sine­ ma denen olaya yakınlaştırmaya verdim. Yeri gelmişken, o yıllarda edindiğim deneyimler, yüksek okullarda sanatçı olmayı öğrenmenin olanaksızlığını bir kere daha ispatladı. Sanatçı olmak için, bilgi da­ ğarcığım genişletmek, konuyu ele almada profesyonelce ustalıklar ve yaklaşımlar edinmek asla yeterli değildir. Dahası, birinin bir za­ manlar dediği gibi, iyi yazabilmek için önce dilbilgisi kurallarını unutmak gerekir. Yönetmen olmaya çalışan bir insan bütün yaşamım tehlikeye at­ mış demektir. Ve bu tehlikenin tek sorumlusu da kendisidir. Bu yüzden ancak olgun bir insan bu tehlikeyi göze almalıdır. Geleceğin sanatçısını "yetiştiren" büyük eğitimciler kolektifi, genelde okul sıra­ larından yüksek okulların kapılarına hücum eden talihsiz insanla­ rın boş yere feda ettikleri yıllarından sorumlu tutulamazlar. Bu sa­ natçı yetiştirme merkezleri, talebe seçiminde salt dar deneyci bir yol izlememelidir, çünkü bu da birtakım ahlaksal sorunlara yol açar. Ö ğrenimlerini tamamlayan tüm yönetmenlik ve oyunculuk ta­ lebelerinin yüzde sekseninin mesleki açıdan işe yaramazlar safında kalıp, ömürlerinin sonuna kadar anlamsız bir şekilde sinema çevre­ lerinde dolanıp durmalarından çıkartılacak önemli dersler vardır. Bu insanların ezici çoğunluğu asla sinemaya boş verip kendine yeni 1 04

bir meslek arama gücünü gösteremez. İnsan tam 5 (!) yılını sinema öğrenimine hasrettikten sonra, doğrusu, bir zamanlar beslediği umutlardan öyle kolay kolay vazgeçemiyor. Bu açıdan bakıldığında ilk Sovyet sinema kuşağı üzerimizde çok daha doğal bir etki bırakır, çünkü onlar seçimlerinde yalnızca yüreklerinin sesini dinlemişlerdir. Böyle bir şey başlangıç dönemle­ rinde son derece doğaldı ve kimse buna fazla pay biçmeye kalkmı­ yordu. Bugün ise pek çok kimse, klasik Sovyet sinemasının yaptıkla­ n işin anlamını kavramış, bunun sorumluluğunu üslenmekten çe­ kinmeyen neredeyse çocuk denecek yaşta, gencecik insanlar tarafın­ dan gerçekleştirildiğini unutmuşa benziyor. Bütün bunlar bir yana, benim VGIK deneyimim gene de çok öğ­ reticiydi, en azından, o zamanlar edindiğim deneyimleri bugün sağ­ lıklı bir şekilde değerlendirebilmem için gerekli temeller, ben farkı­ na bile varmadan orada atılmıştır. Hermann Hesse Boncuk Oyu­ nu 'nda ne doğru bir söz sarf etmiş: Gerçek yaşanılır, öğrenilmez. Haydi savaşa! Bir hareketin, geleneği gerçekten de toplumsal enerjiye dönüş­ türebilen gerçek bir hareket olabilmesi için, yazgısı, yani bu geliş­ menin ve hareketin eğilimi, mevcut gelişme mantığıyla çakışmalı, hatta onu aşmalıdır. Bu bağlamda, biraz önce sözünü ettiğimiz Hesse alıntısını ada­ yabileceğimiz Andrey Rublov'a yeniden dönmek istiyorum. Andrey Rublov'un karakteri, geleneksel bir "kendi benliğine. geri dönüş" kalıbına göre çizilmiştir. Ancak umarım filmde bu, per­ deye yansıyan yaşamının "serb est" akışı içinde, az çok doğal bir so­ nuç olarak algılanmıştır. Andrev Rublov'un yaşam öyküsü, "önce­ den b elirlenmiş", zorlama bir kavrayışın öyküsüydü; ve bu, yaşamın gerçekliğini saran atmosferde önce iyice bir tutuşturulup yakılmalıy­ dı ki, sonra bu küllerin arasından neredeyse yeni keşfedilmiş bir gerçek, tıpkı bir Phoeniks gibi yükselebilsin. Andrey Rublov, Zagors'taki Sv. Sergey Üçleme Manastırında Sergey Rodençski'nin himayesinde huzur içinde öğrenim gördüğü 105

sıralarda "sevgi, birlik ve kardeşlik" onun temel sloganı oldu. Ülke içinde parçalanmışlığın ve kardeş kavgasının hüküm sürdüğü bir dö­ nemde Sergey Rodençski'nin siyasi uzak görüşlülüğünden ilhamını alan bu slogan, Tatar ve Moğol boyunduruğuna karşın hayatta kal­ manın, milli ve dini saygınlığı korumanın tek yolunun birleşmekten ve merkezileşmekten geçtiğini dile getiriyordu. Genç Andrey, önceleri bu görüşleri salt mantıken benimser; bu görüşler ona eğitim yoluyla verilmiş, "ezberletilmiştir" . . . Ama Andrey sonunda Kutsal Üçleme Manastırını saran duvar­ ların dışına çıkar ve çıkar çıkmaz da beklemediği, ummadığı ve ger­ çekten de son derece acımasız olan gerçeklikle karşı karşıya gelir. Bir değişim geçirme zorunluluğunun olgunlaşmakta olduğu bir dö­ nemin bütün acılarıyla. . . O güne kadar, çok uzaklarda yaşanan gerçekliğin orantılarını

bozan manastırın kalın duvarları tarafından korunmuş olan And­ rey'in gerçek hayatla yüzyüze gelmeye hiç hazır olmadığını tahmin etmek zor değil. Halkının kaderini paylaşabilmesi için Andrey'in ön­ ce acının cehenneminden geçmesi gerekliydi. Bu süreç içinde, And­ rey, ilk elde, iyilik düşüncesiyle somut gerçeğin bağdaştınlabilirliği­ ne duyduğu inancı yitirir. Ama her şeye karşın, sonunda başlangıç noktasına, sevgi, merhamet ve kardeşlik fikrine geri döner. Ancak artık, acı çeken bir �ın özlem dolu umudunu içinde barındıran bu görüşlerin doğruluğunu bizzat kendi benliğinde hissetmiştir. Geleneksel doğrular, ancak bireysel deneyimlerle onaylanırlar­ sa doğru olarak kalırlar. . . Ve gene aklıma öğrenim yıllarım geliyor. Bugün artık ömrümün sonuna kadar çalışmaya mahkum edildiğim bu mesleğe ilk adımımı attığım o yıllar. . . Şimdi sahip olduğum mes­ lek deneyimim açısından baktığımda o öğrenim yıllarının deneyimi oldukça garip kaçıyor. . . O sıralar çok sık "mekan" çalışması yapıyor, yönetmenlik ve oyunculuk alıştırmalarıyla uğraşıyorduk. Adeta grafoman olmuş­ tur, aynca çektiğimiz alıştırma :filmlerinin senaryo1annı da kendi­ miz hazırlıyorduk. Ancak çok az film seyredebiliyorduk. Bildiğim 106

kadarıyla bugünkü VGIK talebeleri daha da az film seyredebiliyor­ lar, çünkü öğretim görevlileri ve yöneticiler, genç talebelerin, Batı sinemasının kötü etkilerini hiç karşı çıkmaksızın benimseyebilecek­ lerinden endişe ediyorlar. . . Ne saçma! Uluslararası çağdaş sinemayı bilmeden sinemacılık nasıl öğrenilir ki? Bu, kaçınılmaz olarak, tale­ belerin bisikleti yeniden icat etmelerine yol açmaz mı? Müzelerde dolaşmayan, meslektaşlarının atölyelerinde gezmeyen bir ressam düşünülebilir mi? Kitap okumayan bir yazar? Ya da film seyretme­ yen bir sinemacı? İşte, karşınızda duruyor: Bu enstitünün duvarları içinde çağdaş dünya sinemasının hemen hemen hiçbir örneğini sey­ retmeyen VGIK-talebesi. VGIK'mn giriş sınavından bir gece önce seyretme olanağım bul­ duğum ilk filmi hala hatırlarım: Jean Renoir'ın Les Bas-Fonds'u (Gorki'nin aynı adlı eserinden bir uyarlama) . . . Film bende garip, gi­ zemli bir etki bıraktı, yasaklanmış, gayrı tabii bir şey izlemiş gibi bir duygu. . . Vaska Pepel'i Jean Gabin; Baronu, Louis Jouvet oynu­ yorlardı. Okuldaki 4. yılımda metafizik, hayalci yaklaşımım birden değiş­ ti. İçin için kaymyorduk. Tüm enerjimizi yapım pratiğine, sonra da sınıf arkadaşım Aleksander Gordon ile birlikte yönettiğimiz tez ça­ lışmamıza yöneltmiştik. Söz konusu film, nispeten uzundu ve VGIK ve Merkezi Televizyon stüdyolarının kaynaklarıyla gerçekleştirili­ yordu. Savaş zamanından kalmış }?ir Alman cephaneliğinin boşaltıl­ ması konusunu işliyorduk. Filmin senaryosunu -becerisizliklerle dolu bir senaryoydu­ ben hazırlamıştım ve sinema denen olguya azıcık dahi yaklaşamadı­ ğım duygusu içindeydim. ış, bizim hatalı bir anlayışla " sahici", yani bir akşamı dolduracak bir film yapma hevesimiz yüzünden daha da zorlaşmıştı. Kısa metrajlı bir filmi uzun metrajlı bir filmmiş gibi çek­ mek gerçekte çok daha zordur; olağanüstü güçlü bir biçim duygusu gerektirir. Ama biz o sıralar kendimizi her şeyden önce düzenleme­ ci-üretken hırslara kaptırmıştık ve bir sanat eseri olarak film çek­ me anlayışı avcumuzdan kaydı gitti. Kısacası, bu kısa film çalışma107

sından, estetik görevlerimizi b elirleyecek ve açıklığa kavuşturacak bir araç olarak yararlanma olanağım elimizden kaçırdık. Ancak günün birinde bir kısa film çekmeyi başarma umudumu henüz yitirmiş değilim. Hatta not d efterimde hazır b ekleyen birkaç taslak bile var. Örneğin babam, şair Arseni Aleksandroviç Tarkovs­ ki'nin kendi sesinden bir şiiri üzerine . . . Kendi sesinden! Onu bir da­ ha hiç görebilecek miyim, acaba? Şiir şöyle:

Çocuktum; hastalandım Korkudan, açlıktan. Çatlamış dudaklarımı Kemirdim, yalandım sonra. O serin, O tuzlu tat htila hatırımda. Durmadan yürüyorum - Daha ötelere, ötelere. Kapının eşiğinde merdivene oturmuş ısınmaya çalışıyorum; Hummalı düşler içinde, sanki Fareli Köyün Kavalcısı ıslığıyla beni nehre çekiyor, Yürüdüm; sonra oturdum, Isıttım kendimi, ürperdim gene de. İşte annem orada beni yanına çağırıyor, sanki Yanımda, yanzbaşımda; Ulaşamıyorum gene de. Ben yak !aşıyorum o kaçıyor Ötelere; sonra gene yanzbaşımda; Ve ben yaklaşıyorum- o kaçıyor, ötelere; Sonra gene yanzbaşımda. Ateş basıyor, Yakamı açıyor, yatağıma uzanıyorum, Birden bir trompet sesi, gözlerimi delen bir ışık, Atlar geçiyor önümden, deli gibi ve annem yolur.ı üstünde uçuyor, el sallayarak beni Yanına çağırıyor ve uçup gidiyor. Hala düşlerimde Elma ağaçlarının altında o beyaz hastane, Bana gözlerini diken beyaz bir doktor, 108

Ve ayak ucumda duran ufak tefek bir hemşire Bembeyaz kanat çırpıyor. Herkes orada.. Ama annem geliyor ve elini sallayarak beni Yanına çağırıyor ve uçup gidiyor... Ve işte uzun zamandır kafamda şekillenmekte olan bu şiirin çekim planı:

1. Plan

Toplu Çekim. Tepeden bir şehir görüntüsü. Mevsim ya sonbahar ya da kış başlangıcı. Sıvalan dökülmüş bir ma­ nastır duvarının önünde duran ağaca doğru ağır ağır kay­ dırma (200 m) yapılır.

2. Plan

Yakın Plan Çekimi. Kuşbakışı panoramik bir manzara ve aynı anda kaydırma: Bir su birikintisi, yakın plandan çe­ kilmiş otlar, çimen; hepsi manzara resmini andırmalı. İlk planla başlayan şehrin kulakları sağır eden uğultusu ikin­ ci planın sonunda tamamen kesilir.

3.

Plan

Yakın plan çekimde bir kamp ateşi. Bir el, eski, buruşuk bir zarfı sönmekte olan ateşin üstünde tutar. Ateş birden parlar. Tepeden çekim. Ağaca yaslanmış duran . Baba (şiirin yazan) ateşe bakmaktadır. Sonra ateşi canlandır­ mak için eğilir. Odak uzaklığı toplu çekime kaydırılır. Uçsuz bucaksız, hü­ zünlü bir sonbahar manzarası. Uzaklarda, tarlaların orta­ sındaki bir ağacın yanında yanan kamp ateşi. Baba ateşi canlandırır, ayağa kalkar ve sırtı kameraya dönük tarlaya doğru yürür. Yavaşça yan genel çekime kaydırma. Baba tarlaların orta­ sında yürümeye devam etmektedir. Yapılan kaydırmalar­ la babanın hep aym büyüklükte kalması sağlanır. Sonra baba hafifçe yan döner, p rofili gözükür. Baba ağaçların arkasına saklanır. Ağaçların arkasından

109

aynı hareket yönünden oğlu çıkar. Oğlanın yüzüne ağır ağır kaydırma yapılır. Çekimin sonunda oğul adeta kame­ ranın üstüne yürümektedir.

4. Plan

Oğulun Perspektifinden. Kamera yukardan aşağıya doğru panoramik kaydırmalarla hareket eder: Yollar, çayırlar, kurumuş otlar. B eyaz bir tüy yukarıdan döne döne çayı­ rın üstüne düşer.

5. Plan

Yakın plan. Oğul önce aşağıya düşmekte olan tüye, sonra da gökyüzüne bakar. Odak uzaklığı toplu çekime kaydırı­ lır. Oğul tüyü yerden kaldırarak yoluna devam eder. Ağaç­ ların arkasına saklanır. Aynı yerden b u sefer de şairin to­ runu çıkarak yola devam eder. Elinde beyaz bir tüy tut­ maktadır. Hava kararır. Torun tarlayı geçer. . . Yakın plan çekiminde torunun profiline kaydırma. Torun çekim çerçevesinin dışında kalan bir şey fark etmiş ve dur­ muştur. Torunun baktığı yöne geniş açı çekimi. Genel çekimde ka­ ranlık orman, orada, ormanın kenarında bir melek dur­ maktadır. Hava kararır. Bulanıklaşan görüntü ve karart­ ma. Şiirin dizlerinin seslendirilmesi, yaklaşık üçüncü planın başından dördüncü planın sonuna kadar sürmeli. Yani kamp ateşiyle gökyüzünden düşen tüy arasında. .Hemen aynı anda, belki de biraz daha önce Haydn'ın "Veda Senfo­ nisi" başlamalı, karartmayla birlikte tamamlanmalı.

Bu filmi bir gün çevirebilirsem, mutlaka not defterimde yer alan tas­ laktan bambaşka bir şey ortaya çıkar. "Ben filmim kafamda tasar­ lar, tamamlarım - geriye yalnızca çekmesi kalır" diyen Rene Cla­ ir'in bu görüşünü kesinlikle paylaşmıyorum. Benim açımdan, kale1 10

me alınmış bir senaryonun filme dönüştürülme süreci bambaşka bir yol izler. Yalnız şu da var ki, tasarıdan uygulamaya geçirme süre­ cinde ilk düşüncemin özünü hiç değiştirmek zorunda hissetmedim kendimi. Şu ya da bu filmi yapma isteğini uyandıran ilk içtepi ben­ de hiçbir zaman değişikliğe uğramaz ve çalışma süresince uygulan­ mayı bekler. Ama senaryo çalışmaları, kurgu ve seslendirme aşama­ larında bu tasarı, daha kapsamlı, daha ayrıntılı uygulanış biçimleri içinde billurlaşır. Film, benim için son ana kadar tamamlanmış sa­ yılmaz. Ne tür olursa olsun, bir sanat eseri yaratmak malzemeyle boğuşmak demektir ve sanatçı b u malzemeye dayanarak ilk dolay­ sız duygusu tarafından emredilen (ilham edilen!) temel düşünceyi eksiksiz ve kusursuz bir biçimde gerçekleştirmeye çalışır. Ancak çalışma aşamasında en önemli şey, bu filmi yapma dü­ şüncesine nereden gelindiğinin asla unutulmamasıdır! Bu, ilk tasarı gerçek film malzemesiyle, yani gerçekliğin görüntüleriyle hayata ge­ çirildiğinde daha da geçerlilik kazanır. Çünkü tasan, var olan dün­ yanın gerçekliğiyle doğrudan ilişki içinde filme dönüşmelidir. Bence sinemanın geleceği önünde dikilen en zararlı eğilim, ka­ ğıtta yazılı olanı, kelimesi kelimesine çalışmaya aktarmak, daha ön­ ceden düşünülmüş, genelde spekülatifyapıları doğrudan beyaz per­ deye yansıtmaya kalkmaktır. Filmsel yaratıcılık, doğası gereği, can­ lı, değişken, sürekli hareket halinde olan dünyayı dolaysız bir şekil­ de gözlemlemekten zevk almayı gerektirir.

İvan 'ın Çocukluğu'nu tamamladığımda, ilk defa, sinemanın ya­ kınlarından geçtiğim duygusuna kapıldım. Tıpkı "Sıcak Soğuk" oyu­ nundaki gibi. İnsan kapkaranlık bir odada nefes almaya bile çeki­ nen öteki insanın varlığını nasıl hissederse ben de sinemayı öyle his­ setmiştim. Sinema yakınlarda bir yerlerdeydi. Avının kokusunu al­ mış bir tazının huzursuzluğuna benzer heyecanımdan bunu anlıyor­ dum. Bir mucize gerçekleşiyordu. Film başarılmıştı! Şimdi benden bambaşka bir şey talep ediliyordu: Sinemanın ne olduğunu kavra­ mam. Ve işte tam bu noktada bende, sabitleştirilmiş, mühürlenmiş 111

zaman düşüncesi şekillenmeye başladı. Biçim ve görüntü arayışın­ da fantezilerimi sınırlayarak bir çerçeve oluşturacak bir ilk görüş taslağım geliştirmeme olanak sağlayacak bir düşünce. Bu öyle bir ilk görüş olacaktı ki ellerim serbestçe hareket edebilecek, gereksiz, yabancı, bağlayıcı olmayan her türlü şeyden kolaylıkla sıyrılmama izin verecekti. Artık bir film için nelerden vazgeçilemeyeceğine, ne­ lerin aykırı düşeceğine ben kendim karar verebilecektim. Bu arada, ilk görüşlerini uygulamada en uygun biçimi bulmak için acımasız ama gönüllü "at gözlükleri" ile çalışan iki yönetmen da­ ha tamdım: Genç Dovşenko (Toprak) ve Bresson (Bir Köy Papazı­ nın Günlüğü). Bana kalırsa Bresson, sinemada, önceden kuramsal olarak belirlediği tasarıyı sanatsal pratiğiyle tam bir uyum içinde gerçekleştiren yegane insandır. Bu konuda ondan daha tutarlı bir sanatçı tanımıyorum. Bresson'un temel ilkesi, "anlatımcılık" denen şeyi tam anlamıyla yıkmaktı. Yani Bresson, görüntü ile gerçek ha­ yat arasındaki sının ortadan kaldırmak istiyordu. Başka bir deyiş­ le, Bresson, gerçek hayatın kendisinin görüntüsel, anlatımcı bir et­ ki yaratmasını istiyordu. Filmlerinde ne özel bir malzeme işlenişi­ ne, ne şekillendirmelere ne de anında göze çarpan, isteyerek yapıl­ mış genellemelere rastlanır. Paul Valery, Bresson hakkında şunları söylemişti: " . . . Ancak bilinçli bir abartmaya yol açacak her türlü araçtan vazgeçenler mükemmelliğe erişebilir." Bresson'da her şey, .hayatın talepkar olmayan, mütevazı gözleminden kaynaklanmış gi­ bidir. Bu niteliğiyle Doğunun Zen sanatına iyice yaklaşmıştır. Zen sanatında hayat o kadar titiz bir şekilde gözlemlenir ki, sonunda çe­ lişik gibi gözükse de bizim algılayışımızda hayat, daha sanatsal bir görüntüselliğe yükselir. Biçim ve içeriği bu kadar olağanüstü, nere­ deyse tanrısal bir düzenlilik içinde iç içe geçirebilen tek bir kimse daha vardır: Aleksander Puşkin. Hedeflenen amaçlara soğukkanlı ve kararlı bir bakış, sayısız de­ nemelere gerek kalmadan düşüncelere ve duygulara tam anlamıyla uyan eşdeğer bir benzer bulmaya yardımcı olacaktır. Hem şu söz­ cük: Deneysellik? Bu ne demek oluyor? Ya da arayış? Örneğin "de1 12

neysellik" gibi bir kavramla aşağıdaki dizeleri yazan bir şairin ne alakası olabilir?

Grusin tepelerinde gece karanlığı; Aragva Nehri gürül gürül önümde . Yüreğim kederli, yüreğim hafif, acım apaçık Acım seninle dopdolu, Seninle ve yalnızca seninle... çekingenliğim Beni üzen, beni endişelendiren bir şey yok, Ve kalbim yanıyor ve yeniden seviyor- Çünkü: Sevmekten başka ne gelir elinden. Hayır, "arayış" ya da "deneysellik" gibi sözleri sanatla bağdaştırma­ ya çalışmaktan daha saçma bir şey olamaz. Bu sözlerin ardında güç­ süzlük, kofluk, hakiki bir yaratıcı bilincin eksikliği ve acınacak bir kibirlilik yatıyor. "Arayış içinde olan bir sanatçı": Bu sözlerin ardın­ da ne de cansız bir küçük burjuva zavallılığı yatar. Sanat, bir bilim değil ki deney yapmaya izin versin. Deney, yalnızca deney düzeyin­ de kalırsa, yani her sanatçının bir filmi tamamlamak için aşması gereken o sanatçıya özgü çalışmanın bir aşaması olarak kalmazsa, o za­ man sanatın asıl hedefine ulaşılamamış olur. 20. yüzyılın ikinci yansında sanat her türlü gizemini kaybetmiş­ tir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de he­ men, manevi başarıların anında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Katka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetna­

mesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Katka'nın dra­ mı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Katka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kaflrn bu kadar acı çekti, çünkü zamanına "ayak uydurmasını" bilemedi. Buna karşın sözde çağdaş sanat çoğu kez yalnızca bir kurmaca­ dan ibarettir, çünkü yöntem, tek başına, sanatın anlamı ve amacı olabilirmiş gibi bir yanılgıdan hareket eder. Bu yöntemi sergilemek 113

\

ise -ki bu sınırsız bir teşhircilikten başka bir şey değildir- çağdaş sa­ natçıların çoğunluğunun ilgilendiği temel konudur. Avantgard diye adlandırılanların ortaya attıkları sorunlar, an­ cak geleneksel ölçülerin ve güzellik ideallerinin tartışıldığı bir dönü­ şüm döneminde oluşabilirdi. Bundan en çok etkilenen güzel sanat­ lar oldu! Güzel sanatlar içinde barındırdığı manevi değerleri büyük ölçüde yitirdi, hem de karşılığında yeni değerlere kavuşmadan. Ge­ nelde, böyle bir durumun, toplumun içinde bulunduğu bir buhran­ dan kaynaklandığı söylenir. Bu korkunç durumun yalnızca tespiti­ ne yardığı sürece, bu görüşe katılırım. Evet, hakikaten de böyle bir buhran olaylan; yansır, ama sanatsal düzeye değil. Çünkü sanat akılsızlığı aşmakla yükümlüdür, aynca manevi değerlerin eksikliği­ ni manevi yollarla giderme yeteneğine sahiptir, tıpkı Dostoyevski' nin yüzyıl başlangıcında hastalığı ilk görenlerden biri olarak bunu dahice dile getirmesi gibi. Sanatta avantgard kavramı hiçbir anlam taşımaz. Avantgardı kabul etmek demek sanatta ilerlemeyi de kabul etmek demektir! Teknolojik alanda ilerlemeden, giderek daha da mükemmelleşen makinelerin kendilerine verilen görevleri giderek daha mükemmel ve daha doğru yapmasını anlıyorum. Peki ama sanat alanında bir in­ san başka bir insandan nasıl daha ilerde olabilir? Yoksa Thomas Mann, Shakespeare'den daha mı iyiydi? Genelde deneyden ve sanatsal arayıştan avantgard bağlamında söz edilir, öncelikle. Peki ama sanatta deney sözcüğü ne anlama ge­ lir? Bir kere deneyelim görelim, bakalım altından ne çıkacak? Ama ya ortaya bir şey çıkmazsa? Yoksa bu, yenilgiye uğramış insanın kişi­ sel sorunu mu? Bir sanat eseri eninde sonunda estetik ve dünya gö­ rüşü açısından kendi içinde bir bütündür, kendi yasalarına göre ya­ şayan ve gelişen bir organizmadır. Bir çocuğun doğumu sırasında deneyden söz edilebilir mi? Bu son derece ahlakdışı, anlamsız bir şey olmaz mıydı? Ama belki de avantgarddan ve deneyden söz etmeye başlayan­ lar sapı samandan ayıramayanlardır? Yeni estetik yapılar karşısın1 14

Ayna: Eski folog�-aflara bakılarak yeniden inşa edilen ''anlatıcının " evi

da kafası karışanlardır. Bu gerçekten yeni şey içinde kendi yerini bir türlü bulamayanlardır. O rtaya kendilerine özgü ölçütler koyma becerisini gösteremeyerek her şeyi önce böyle bir kavram altında to­ : parlayıp bir kenaıa atmaya çalışanlardır. Kim yanlış yolda olduğu­ nu göstermek ister ki! Bir keresinde Pablo Picasso'ya sanatsal arayı­ şı ile ilgili soru soranlar aldıkları cevap karşısında kim bilir ne ko­ mik duruma duruma düşmüşlerdi. Picasso hiç hoşlanmadığı soruya açık ve net bir cevap vermekte gecikmemişti: "Ben aramam, yalnız­ ca bulurum!" Evet: Sanatsal arayış kavramını örneğin Leo Tolstoy. gibi bir devle bağdaştırmak mümkün mü? Bakın bakın, ihtiyar nasıl da arı­ yor! Hayır, böyle bir şey mümkün değil! Gülünç bir şey bu! Hoş, bu anlama gelecek bir mantık yürütmekte gecikmeyen insanlar çıkma1 15

dı değil. Bazı Sovyet edebiyat kuramcıları Tolstoy'un "Tanrı arayışı" ve "kötülüğe karşı gelememek" inancının, aslında onun "arayış" için­ de olduğunu gösteren " şaşkınlığının" belirtisi olduğuna işaret et­ mekten bile çekinmediler. Sanatsal arayış sürecinin bir sanat eserinin bütünselleşmiş bir­ liğiyle olan ilişkisi ancak, çoktan bulduğu ve sepetine doldurduğu mantarları aramak için insanın ormanda oradan oraya koşuşturma­ sıyla kıyaslanabilir. Ama yalnızca dolu sepet burada bir sanat eseri anlamına gelmektedir. Sepetin içeriği de, asıl ve kesin sonuçtur. " Ormanda oradan oraya koşuşturma" ise temiz havada yürüyüş yap­ mayı sevenlerin kişisel sorunudur. Bu düzlemde aldatmaca kötü ni­ yetle eş tutulur.

Leonardo da Vinci'nin Sistemine Giriş adlı eserinde

daha önce de değindiğimiz Paul Valery alaycı bir dille şöyle der: "Metonimi bir keşif, metaforu bir ispat, kelime kalabalıklığını olağa­ nüstü derin bir bilgi fışkırması ve kendini bir peygamber olarak ele almak gibi aptalca alışkanlıklar; b unlar daha beşikten bize verilen felaketlerdir." "Arayış'', " deney" gibi kavramlar sinemada daha zor bir uygula­ ma alanına sahiptir. Biri elinize film malzemesi ve gerekli aletleri sı­ kıştırıyor, sonra da uğruna film çekmeye kalkıştığınız o özü bir şeri­ de tespit etmenizi bekliyor. Bir filmin taslağı ve amacı daha işin başında yönetmen için açık olmalı. Bu arada, sonu belli olmayan deneyleri ödemeye hazır birile­ rini bulma zorluklarından söz etmek bile gereksiz. Sonuç ne olursa olsun, bir şey çok açık: Bir sanatçı istediği kadar denemelere girişe­ bilir. Bu tamamen onun kişisel sorunudur. Ama arayışını bir film şe­ ridine tespit ettiği andan itibaren (ilave çekimlere çok az rastlanır ve yapım dilinde buna çürük mal adi verilir), yani tasarısını nesnel­ leştirdiği andan itibaren, seyirciye sinema yoluyla söylemek istediği şeyi

bulduğu varsayılır.

Demek ki aıtık arayış karanlığı içinde ken­

dine yol bulmaya çalışamaz. Tasarı ve onun dönüşüm biçimleri üzerinde bundan sonraki bö­ lümde etraflıca durulacaktır. Ama önce bir filmin "çok çabuk eski-

1 16

�na: Aıınt' (ı\ılurgarila Tereçoua)

diği" ve bu özelliğin neredeyse onun özünü oluşturduğu şeklindeki yanlış görüşü düzeltmemiz gerekiyor. Bundan, özellikle "filmin ah­ laksal amacı" bağlamında da söz etmek gerekiyor. Dante'nin İlahi Komedyası'nın modasının geçtiğini iddia etmek insana son derece saçma gelir. Ancak daha birkaç yıl önce b üyük olay o�muş filmler, bugün insana birden, umulmadık derecede za­ yıf, beceriksizce, hatta neredeyse amatörce yapılmış gibi gözükür. Bence bunun esas nedeni, bir sinemacının genelde yapıtım kendisi için hayati önem taşıyan bir eylem, ahlaksal bir çaba olarak ele alma­ masında aranmalıdır. Eskiyen, hem güçlü bir ifade tarzına sahip olup hem de moda açısından zamana ayak uydurma niyetidir; ilginç' olmak uğruna ilginç olunmaz. Sinema dilinin ne gibi bir özellik taşıdığı sorusu hiç de kolay bir soru değildir, uzmanlar bile buna kesin bir yanıt getiremezler. Bu­ gün modern ve modern olmayan bir film dilinden söz edilirken yapı­ lan yegane şey, genelde, bugün için biçimsel açıdan moda olan uygu­ lamalar dağarcığıyla bu dili birbirine karıştırmaktır, üstelik de bu dağarcık, çoğu kez, kaynağını yakın sanat türlerinde bulmuşken. Ve böylece biz, kısa ömürlü, zamanla sınırlı ve rastlantısal önyargıla­ rın esiri oluruz. Çünkü bugün "geri dönüşler en son yenilik" olarak ileri sürülürken yarın da ayın bilgiçlik içinde "zamanla her türlü oy­ namanın gerilik" olduğu, "sinemanın artık klasik yöntemlerle gelişti­ ren konulara eğildiği" ilan edilir. Ama herhangi bir uygulama yönte­ mi kendiliğinden eskiyebilir ya da kendiliğind.en zamanın ruhunu yansıtabilir mi? Muhtemelen önce bir yazarın ne söylemek istediği­ ni ve neden şu ya da bu biçime baş vurduğunu anlamaya çalışmak her şeyden çok daha önemlidir. Tabii insan uygulama tarzlarını tak­ litçi bir biçimde ödünç de alabilir. Ancak o zaman düşüncelerimiz sa­ natsal sorunsalın sınırlarını aşar, taklitçilik ve zanaatkarlık ön pla­ na çıkar. Filmde canlandırma araçları mutlaka diğer sanat tarzlarında ol­ duğu gibi değişikliğe uğrar. Bilindiği gibi üzerlerine bir lokomotifin ' geldiğini gören ilk sinema seyircileri, dehşet içinde salonu terk et1 18

1!1İşlerdi. Perdede ilk defa yakın çekimde kesik bir kafa gördüklerin­ de de aynı şekilde korkudan ödleri patladı. Bugün ise buna benzer şeyler hiç özel bir tepkiye yol açmıyor. Ve daha dün, derinden sar­ san bir yeniliği bugün biz, genelgeçer, alışılmış ve olağan bir " nokta­ lama işareti" olarak kullanıyoruz. Hiç kimserun de aklına yakın çeki­ min modasının geçtiği gibi bir şey gelmiyor. . . Sinema diline getirilen bir yenilik herkesçe kullanılan, sıradan bir orta malına dönüşmeden önce, bir sanatçının dünyaya getirdiği kendi yorumunu ancak bu dil aracılığıyla olabildiğince kapsamlı yan­ sıtabileceği, yalnızca bu dilin doğal ve yegane olanak olduğu kanıtlan­ malı, yani her şeyden önce bu yenilik kendini kanıtlamalı. Bir sanat­ çı yalnız estetik kaygılarla yeni uygulama tarzları peşinde koşmaz. O, daha çok, yaratıcının gerçekliğe olan ilişkisini en uygun biçimler­ de şekillendirecek araçları büyük acılara katlanma pahasına bulma derdindedir. Becerikli bir zanaatkar, son tahlilde kendine yabancı bir şeyi, çağdaş film teknolojisinin en yüksek düzeyine başvurarak anlatırsa ve biraz da zevk sahibiyse seyircileri mutlaka bir süre aldatabilir. Gene de bu tür bir filmin geçici önemi kendini çok çabuk belli eder. Eşi bulunmaz bir kişiliğin en derin inancının ifadesi olmayan her şe­ yi zaman, er veya geç, acımasız bir şekilde açığa çıkarır. Çünkü yara­ tıcı çalışma, nesnel olarak varolan bilgilerin biraz mesleki beceri ge­ rektiren canlandırılma biçimi olmakla kalmaz. Yaratıcı çalışma, da­ ha çok, bir insanın varoluş biçimi, onun yegane ifade biçimidir. Dil­ sizliği aşmak için bıkıp usanmadan gösterilen insanüstü gayret, "ara­ yış" ya da "deney" gibi seılmuş sözcüklerle nasıl bir tutulabilir ki?! .

1 19

v

Filmsel Görüntü

Bu bölümde, sanatsal görüntü gibi bir kavramı kolayca anlaşılır bir şekilde toparlamak istediğimi sanmak saflık olur. Böyle bir şeyi ger­ çekleştirmek ne mümkündür ne de gerekli. Bu konuda söyleyebile­ ceğim tek şey, görüntünün sonsuza ulaşmaya çalıştığı ve mutlak ola­ na doğru gittiğidir. Evet, hatta bir görüntünün "düşüncesi" olarak adlandıracağımız şey bile, çok yanlılığı ve çok anlamlılığı içinde söz­ cüklerle değil, yalnız ve yalnız sanatla ifade edilebilir. Bir fikir, sa­ natsal bir görüntüyle ifade ediliyorsa bu, yazarın düşüncesine, ideale ulaşma çabasına olabildiğince eşdeğerde bir ifaçle biçimi bu­ lunmuş demektir. Gene de, genelde görüntü sistemi diye adlandırılan ve benim kendimi rahat ve evimdeymiş gibi hissettiğim, muhtemel bir siste­ min çerçevesini çizmekten de kendimi alıkoyamayacağını. İnsanın, akıp gitmiş olan hayatına şöyle bir dönüp bakması bi­ le, başından geçen olayları birbiriyle hiç karıştırmadığını hayretle fark etmesine, karşılaştığı kişilerin benzersizliğini tespit etmesine yetiyor. Tekillik ve karıştırılmamak varolmanın her anına üstün ge­ liyor. Hayatın kendisi de benzersiz ve karıştınlmazdır. Sanatçı işte bu hayatı, her seferinde yeniden kavramak ve biçimlendirmek is120

ter. Her seferinde boş yere, insan varlığının hakiki görüntüsünü so­ nu gelmez gibi gelen kaynağından bulup çıkaracağım umarak. . . Gü­ zellik, hayatın gerçeğinde saklıdır; sanatçı tarafından bir kere daha kavrayıp büyük bir dürüstlükle şekillendirildiğinde güzellik de orta­ ya çıkar. Az çok zeki bir insan, her şart altında kurmaca ile gerçek, sahte­ karlık ile dürüstlük, yapmacık davranış ile doğal davranış arasında ayrım yapmasını bilir. İnsanın hayat tecrübesiyle geliştirdiği belli bir algılama süzgeci vardır ve bu süzgeçle insan, bilinçli ya da ceha­ letten kazara bozulmuş iletişim yapılan görüngülerine güvenmek­ ten kendini sakınabilir. Yalan söyleyemeyen insanlar vardır. Büyük bir zevkle, nere­ deyse inandırıcı bir şekilde yalan söyleyen insanlar vardır. Üçüncü bir grup insan ise aslında yalan söylemeyi beceremez, ama gene de yalan söylemeden duramaz, umutsuzca ve beceriksizce yalan söyle­ meyi sürdürür. Belli şartlar altında, yani kendi hayatlarının mantı­ ğını sadık bir şekilde izleyen ikinci grup ve yalnızca o, hakikatın nab­ zım elinde tutarak hayatın dolambaçlı yollarına neredeyse geomet­ rik bir titizlikle ayak uydurabilir. Görüntü öyle bir şeydir ki asla elle tutulamaz, hele sınıflandır­ mak imkansızdır. Görüntü, aynı zamanda onu dile de getiren maddi dünyanın üstüne inşa edilmiştir. Ve bu dünya bulmacalarla dolu ol­ duğuna göre onun görüntüsü de bulmacalarla doludur. Görüntü, bi­ zim, Öklidvari bir mekanla sınırlı olan bilincimizle hakikat arasında­ ki karşılıklı ilişkiyi tanımlayan bir tür denklemdir. Biçim, dünyanın yapısını bütünselliği içinde algılamayı beceremeyişimizi hiç kaale al­ madan bu bütünselliği ifade edebilir. Görüntü; işte bizim, kör gözlerimizle bakmamıza izin verilen hakikatten bir izlenim. . . Vyaçeslav İvanov, 27 simge üzerine incelemesinde simgeyle olan ilişkisini şöyle tanımlamıştır (onun si mge dediği yere ben görüntü­ yü oturtuyorum): "Simge ancak sonu olmayan, sınırsız bir anlam ta­ şıdığı, gizemli diliyle üzerinde konuşulamayan, sözcüklerle ifade edi1 21

lemeyen bir şeye de­ ğindiği ya da dokundurduğu zaman, ancak bu takdirde ger­ çek bir simge olur. Simge, çok yönlü, çok anlamlıdır, gene de en derin anlamı. her zaman kara nlıkta ka­ lır. K ristal gihi orga­ nik bir yapıya sahi p tir. Hatta bir mo­ nad'a (ilk maddeler) benzediği bile söyle­ nebilir, onu çok kat­ manlı, karmaşık bir alegoriden, bir para­ bol ya da kıyaslama­ dan farklı kılan da bu­ dur. Simgeleri kavra­ mak imkansızdır, söz­ cüklerle de tekrarla­ namazlar." ,

­

Yeri gelmişken, elde edilen bir görün­ tünün aslına sadık olabilmesi için, için­ de yaşam gerçekliği­ ni dile getiren ögeleri barındırması, ayman­ da da bu gerçekliği benzersiz ve tekrarla­ namaz kılması gere122

kir, çünkü en göze çarpmayanfenomen­ lerinde bile yaşam böyledir. Bir gözlem ola­ rak görüntü . . . Japon şiirini akla getirme­ clen bu konu hiç ele ulıııabilir mi?

Japon şiirind_e görüntününasılanla­ mına en ufak bir gön­ derme yapmaktan kesi nlikle k açı n ı lma ­ sı, görüntünün anla­ mını tıpkı b i r bulma­ cada nl chığı.ı gibi ya­ vaş ya\'aŞ el eşi frr rt.

m e zonı ı ı l ı ı l ı ığıı heni he r zamaıı �ı ık etkil e ­ mişti r. llaikıı görü n ­

tülerini öyle b i r tarz­ da "b esler" ki, aynı zamanda hem ken­ dinden başka hiçbir şey değildir hem de birden çok anlam ba­ rındırır, öyle ki en sonuncusunuyakala­ mak olanaksızdır. Bunun anlamı şu: Görüntü kavramsal, spekülatif bir kalıba 1 23

ne kadar az sokulursa asıl amacına o kadar çok yaklaşır. Haiku oku­ yucusu, doğada kendini kaybettiği gibi şiirde de kendini kaybetme­ li, şiire dalmalı, altı ve üstü olmayan uzayın derinliğinde kaybolmalı­ dır. İşte Bascho'dan bir Haiku örneği:

Kuytu bir göl Bir kurbağa zıplayıp daldı Sessizlikte fısıltılar. Ya da:

Çatıları örtmek için kamışlar kesildi Unutulmuş otların üstüne Sessizce düşen karlar. Ya da:

Bu atalet nedir? Bugün beni zor uyandırdılar... İlkbahar yağmuru kulaklarda·çınlıyor. Nasıl da basit ve kusursuz bir gözlem! Nasıl da disiplinli bir düşünce! Bu ne zevkli bir hayal gücü. Bu dizeleri bu denli güzel kılan, sonsuzluğa karışmadan önce yakalana­ bilen anın tekrarlanamazlığıdır. Japon şairleri, yalnızca üç gözlem noktasından hareketle ger­ çeklikle olan ilişkileıjni ifade edebilmişler. Yalnızca gözlemlemekle kalmamışlar, hiç sabırsızlık göstermeden ve kibirliliğe kapılmadan bu ilişkinin sonsuz anlamını bulmaya çalışmışlar. Ve gözlem ne ka­ dar iyi yapılırsa o kadar benzersiz olur. Ve ne kadar benzersiz olur­ sa görüntüye o kadar yaklaşır. D ostoyevski'nin bir keresinde demiş olduğu gibi, hayat insanın tahmininden çok daha harikadır. . İlk hali sabitleştirilmiş fotoğraf olan filmsel görüntüde gözlem çok daha tayin edicidir. Filmsel görüntü, göze uygun bir dört boyut124

lulukta cisimleşir. Gene de her filmsel fotoğraf, dünyanın bir görün­ tüsü olma iddiasını taşıyamaz. Bu fotoğraf, genelde, yalnızca dünya­ nın somutluğunu tanımlar. Doğal olguları sabitleştirmekle bir film gorüntüsü yaratmak arasında ise çok mesafe vardır. Bir filmde gö­ rüntü, kişinin bir nesne hakkındaki

duygularını

bir

gözlem

olarak

sunabilme yeteneğine dayanır. Yine edebiyata dönelim ve Leo Tolstoy'un "İvan İlyiç'in Ölü­

mü" 28 adlı hikayesinin sonunu inceleyelim. Kötü, dar kafalı bir adam kansere yenik düşmeden önce huysuz karısından ve en az onun kadar aksi olan kızından özür dilemek istemektedir. İşte tam o sırada, hiç beklemediği bir şekilde ruhunda, evin ufak tefek işle­ rinden başka sorunları olmayan duygusuz ve düşüncesiz ailesine karşı öylesine bir merhamet belirir ki, birden onları acınacak dere­ cede mutsuz bulur. Ölüm döşeğindeki son anlarında kendini uzun, yumuşak, hortuma b enzer, karanlık bir b oruda sürünürken görür. . . Uzakta bir ışık p arlamaktadır, ama bir türlü oraya ulaşamaz. Önce son bir sınırı daha, yaşamı ölümden ayıran sınırı da aşması gerek­ mektedir. Yatağın ayak ucunda karısı ve kızı durmaktadır. Onlara "bağışlayın"* demek isterse de ağzından son anda yalnızca "bırakın geçeyim" * sözcükleri dökülür. . . B u kadar sarsıcı bir görüntüyü kolayca vermek mümkün mü? Bu görüntü içimizdeki en gizli duygulara o derecede bağlıdır ki (yok­ sa içimizde belli b elirsiz bazı anılar mı uyanır?) bir vahiy gibi ruhu­ muzu sarsar, dahası, adeta değiştirir. Evet, basitliğimi bağışlayın, ama olağanüstü gerçekliği ve hayata yakınlığından kaynaklanıyor bu. Ve burada biz, yaptığımız keşfin, daha önce yaşanmış ya da gizli gizli hayal edilen bir durumla alakalı olabileceğini sezinleriz. Bir da­ hi tarafından ifade edilen bu şey, Aristo'ya göre daha önceden biline­ nin, yeniden görülüp hatırlanmasıdır. Bu yeniden tanıma, onu algı­ layan kişinin akıl düzeyine göre çeşitli derecelerde derinlik ve çok yönlülük kazanır.

• Rusçada prostite/propuslile l Ç N ) . '

1 25

Ö rneğin, Leonardo da Vinci'nin "Böğürtlenler Ö nünde Genç Bir Kadının Portresi" adlı tablosu. Ayna' da babanın savaş sırasında çocuklarıyla kısa bir süre için buluştuğu sahnede yer verdiğim tab­ lo . . . Leonardo da Vinci'nin tabloları her zaman iki özelliğiyle insanı etkiler: Sanatçının, bir nesneyi dışardan, son derece sakin bir bakış­ la ele almak gibi şaşılacak yeteneğiyle, ki aynı bakış Johann Sebasti­ an Bach'da ve Leo Tolstoy'da da vardır; ama aynı zamanda da, bu tablolara son derece zıt duygular içinde yaklaşılabilmesiyle. Bu tab­ lonun bizde yarattığı nihai etkiyi tanımlamak mümkün değil. Daha­ sı bu kadının güzel ya da çirkin, cana yakın ya da sıkıcı olup olmadı­ ğı konusunda bile kesin bir şey söylemek mümkün değil. Kadın in� sam aynı anda hem çekiyor hem de itiyor, hem açıklanamaz bir gü­ zelliği içinde barındırıyor hem de insanı ürküten, sessiz bir şeytanlı­ ğı. İ nsana hiç de romantik anlamda çekici gelmeyen şeytanca şeyle­ ri. Kısacası, iyi ve kötü kavramlarının ötesinde bir şeyleri . . . Olum­ suz işaretli bir büyüyü, neredeyse kokuşmuş ama gene de olağanüs­ tü güzel bir büyüyü. . . Ayna' da bu tablodan olaya sonsuzluk boyutu­ nu katmak için yararlandık. Ayrıca filmin kadın kahramanına da iyi bir gönderme olacaktı, çünkü bu rolü oynayan Tereçova da ayın şe­ kilde hem çekici hem de itici olabiliyordu. Leonardo'nun tablosunu ögelerine ayırmaya çalışmak gereksiz bir çaba olurdu; en azından hiçbir şey açıklamazdı. Çünkü özellikle açık ve kesin sonuçlar çıkarma olanaksızlığı bu kadın portresinin bı­ raktığı duygusal etkiye temel oluşturmaktadır. Bu tablodaki her­ hangi bir ayrıntıyı bütünden koparıp çıkartmak ya da o an edinilen izlenimi diğer bir izlenime yeğleyerek bunu nihai bir şey olarak ke­ sinleştirmek ve bütün bunları b urada sunulan görüntü ile dengeli bir ilişki kurmak adı altında yapmak, kesinlikle yanlıştır. Tablo bi­ ze, sonsuzlukla aramızda bir ilişki kurma olanağı yeriyor ve bu ola­ nağı yakalamak da önemli bir sanat eserinin en yüce amacıdır . . . Benzer bir duyguyu d a resimdeki bütünsellik yaratıyor, bütün­ sellik ise etkisini işte bu bölünmezliğinden alıyor. Tekbaşına ele 126

alındığında, bütünden ayrılmış bir öge ölüdür. Buna karşılık resim­ deki en önemsiz ögede bile, kendi içinde kapalı resmin bütününe ha­ kim olan özelliklerin aynısı tespit edilebilir. Bu özellikler, anlamlan birleşik kaplar benzeri birinden ötekine akan uzlaşmaz ögelerin kar­ şılıklı etkileşiminin bir sonucudur: Leonardo'nun resmettiği kadın çehresi yüce düşüncelerin izlerini taşır, ne var ki kadına belli bir sı­ radanlık da hakimdir, sanki düşük ihtirasların pençesine düşmüş bi­ ridir kadın. Bu portre bize içinde sonsuzluk kadar çok şey görme olanağı sunuyor. Anlamı ve özü peşinde koşarken insan, çıkışı olma­ yan dev bir labirentte kaybolup gidiyor. Bu portrenin, en son nokta­ sı hiçbir zama� açıklığa kavuşturulamayacak tükenmez bir kaynağa sahip olduğunu duygusal olarak kavramamız, zaten gerçek bir haz duymamızın başlıca nedenleridir. Otantik bir görüntü düşüncesi, iz­ leyicisinde aynı anda hem son derece karmaşık hem de çelişkili, hat­ ta zaman zaman birbirini tamamen dışlayan duygular yaratır. Olumlunun tersine dönüştüğü ya da olumsuzun olumlunun içi­ ne nüfuz ettiği anı yakalamak mümkün değildir. Sonsuzluk görüntü­ nün çatısına içkin bir şeydir. Ancak insan günlük hayatında kaçınıl­ maz olarak birini ötekine yeğleyebiliyor, seçiyor ve sanat eserini kendi kişisel deneyimleri bağlamında ele alıyor. Ve nasıl insan, dav­ ranışlarında ister istemez faydacılığı ön planda tutuyorsa, yani önemli önemsiz her konuda kendi gerçeğini savunuyorsa bir sanat eserine karşı da keyfince davranıyor. Eseri kendi hayatı bağlamın­ da görüp belli bazı düşünsel formüllerle arasında bir bağ oluşturu­ yor. Çünkü büyük sanatsal başyapıtlar doğaları gereği değişkendir ve birbirinden apayrı sayısız inceleme şekillerine olanak sağlarlar. Kasıtlı eğilimselcilik, bir sanatçıyı her zaman bir görüntü siste­ mine boyun eğmeye zorlayan o dogmatizm benim hiç dayaname.dı­ ğım bir şeydir. Ayrıca, bence, bir sanatçının kullandığı yöntem hiç­ bir zaman anlaşılmamalıdır. Ne yazık ki kendi filmlerimde bile, tu­ tarsızlığım yüzünden uygulamaya koyduğum ve bugün kesinlikle uz­ laşma saydığım çekimler var. ÖrneğinAyna' daki horoz sahnesini dü127

zeltebilmeyi çok isterdim, hem de seyircilerimin bu sahneden hayli etkilenmiş olduklarını bilmeme rağmen. Filmin kadın kahramanı, yan kendinden geçmiş bir halde horo­ zun kafasını kesmeye karar verdiğinde, onun bu eylemden sonraki halini göğüs çekiminde, saniyede doksan resimlik bir yavaşlatılmış hareketle ve yapay bir ışıklandırmayla verdik. Çekim perdede ya­ vaşlatılmış olarak yansıdığından insanda genişletilmiş bir zaman duygusunu uyandırıyordu, bu da seyircinin kadın kahramanımızın o an içinde bulunduğu ruhsal konumu anlamasına yol açıyordu. Kahramanımızın konumunu yavaşlatarak tespit etmiş ve böylece özellikle vurgulamış olduk. Ama bu yaptığımız son derece kötüydü, çünkü çekime salt edebi bir yaklaşım getirmiştik. Oyuncunun çehre­ sini, onun hiç katkısı olmadan şekil bozukluğuna uğratmıştık, yani onun yerine biz oynamıştık. Burada biz, yönetmenliğimizin yardı­ mıyla gerekli gördüğümüz duyguyu şekillendirmiş, zorla "yaratmış­ tık". Kadın kahramanımızın konumu bu çekimde fazlasıyla belirgin, çözümlenmesi fazlasıyla kolaydı. Halbuki bir oyuncu tarafından can­ landırılan insanın konumunun her zaman gizemli bir yanı olması ge­ rekir. Bir başka Ayna çekiminde bu yöntem çok daha başarılı bir şe­ kilde uygulandı. Matbaa sahnesinde bazı çekimleri yavaşlatılmış ha­ reketlerle çektik, ama bu sefer bu hareketi kolayca fark etmek mümkün değildi. Sahneyi olabildiğince saygılı ve dikkatli çekmeye özel gayret gösterdik. Amacımız, seyircinin yavaşlatılmış sahnenin farkına hemen varmamasını, ancak garip bir şeyler oluyormuş ama ne olduğunu çıkaramıyormuş gibi bir duyguya kapılmasını sağla­ maktı. Yavaşlatılmış hareketle özel bir düşüncenin altını çizmek de­ ğil, "oyuncusuz" olmasına karşı bir atmosferi belirtmek istemiştik. Bu bağlamda aklıma Kurosava'nın Machbeth'inden bir episod geliyor. Kurosava, Machbeth'in ormanda kaybolduğu sahneyi nasıl çözümlemişti?29 Kötü bir yönetmen oyuncusunu yön arayışı içinde delil.er gibi oradan oraya koşturur, sisler arasında ağaçlara, çalılıkla­ ra çarpmasını isterdi. Ya usta Kurosava? O ne yapmış? Önce bu sah1 28

ne için kolayca akılda kalacak, dikkat çekici bir ağacın bulunduğu bir mekan aramış. Atlılar üç kere bu ağacın çevresinde dolanıyor, öyle ki ağacı yeniden gördüğümüzde onların dönüp_ dolaşıp aynı ye­ re geldikleıini, yani yollarını kaybettiklerini hemen kavrıyoruz. . . At­ lılar ise henüz bunun farkında değil, çünkü onlar yollarını kaybedeli çok olmuş. Mekan sorununa getirdiği bu çözümle Kurosava, hiçbir yapmacıklığa ya da kandırmacaya başvurmaksızın son derece yalın bir biçimde ifade edilmiş seviyeli bir şiirsel düşüncenin ne demek ol­ duğunu bize kanıtlıyor. Bir kamerayı yerleştirip yollarını kaybeden­ lerin dönüp durdukları yolu üç kez çekmekten daha basit ne olabilir ki? Kısacası: Görüntü, yönetmen tarafından şöyle ya da böyle ifade edilen bir anlam değil, yağmur damlalarında yansıyan bütün bir dünyadır. Sinemada, insan ne söyleyeceğini çok iyi bilirse, çekeceği filmin her satırını kafasında canlandırabiliyor, açıkça algılayabiliyorsa tek­ nik açıdan çözülemeyecek hiçbir ifade sorunu yoktur. Bu konuda ör­ neğin Ayna' daki kadın kahramanımızla Anatoli Solonizin tarafından canlandırılan meçhul adamın karşılaştığı sahnede, görünürde tesa­ düfen karşılaşan bu iki insan arasındaki bağı, adam görüntüden çık­ tıktan sonra da sürdürüp işlemek bizim için çok önemliydi. Bu adam giderken kadın kahramanımıza dönüp "anlamlı" bir bakış fır­ latsa her şey fazlasıyla belirgin, tek boyutlu olur, yanlış bir anlam kazanırdı. Aklımıza tarladaki rüzgar sahnesi böyle geldi. Rüzgar o kadar ani çıkar ki meçhul adamın dikkatini çeker onu o yöne bakma­ ya zorlar. . . Böyle durumlarda kimse yaratıcının elindeki kozları gö­ remez, somut bir maksat peşinde olduğunu kimse kanıtlayamaz. Seyirci, yönetmenin şu ya da bu yöntemi kullanmasına yol açan

nedenleri bilmediği sürece perdede yansıtılan olayların, gözlemleıi­ ni perdeye aksettirerek yeniden üreten sanatçının " gözlemlediği" ya­ şamın gerçekliğine inanmaya hazırdır. Buna karşılık seyirci, yönet­ menin amacını sezip o anda seyrettiği "anlatım" eylemini sanatçının neden gerçekleştirdiğini anlarsa, o zaman perdede gösterilen olayla­ ra duygusal olarak katılmaktan hemen vazgeçer. Bunun yeıine, ta129

sarıyı ve onun nasıl gerçekleştirildiğini değerlendirmeye başlar. Kı­ sacası Marx'ın ünlü yayı gene döşekten dışarı fırlar; düşünce, amaç fazla belirgindir çünkü. Gogol'un yazdığı gibi görüntü yaşam hakkındaki kavramları ya da tahayyülleri değil, ya;1.mın kendisini ifade etmekle yükümlüdür. Yani görüntü yaşamın bir göstergesi ya da simgesi değildir. Görün­ tü yaşamın tekilliğini dile getirerek onu cisimlendirir. Peki ama, ti­ pik ne demektir? Sanatta tekil tekrarlanabilmezlik ile tipiklik ara­ sında ne gibi bir ilişki olabilir? Görüntünün ortaya çıkışı tekilliğin ortaya çıkışıyla özdeş olduğuna göre tipikliğin yeri neresidir? Tuhaf olan, bir görüntüde şekillenen eşsiz tekilliğin ve tekrarla­ nabilemezin garip bir şekilde tipikliğe dönüşmesidir. İnsana ne ka­ dar garip gelirse gelsin, tipiklik benzersiz tekilliğe ve bireyselliğe doğrudan bağımlıdır. Tipiklik, genel olarak yerleştirildiği, fenomen­ lerin ortak noktalarının ve benzerliklerinin saptandığı yerde değil, bunların özellikleri'nin b elirdiği yerde ortaya çıkar. Hatta ben bunu şöyle formüle etmek isterim: Tipiklik bireysellikte ısrar edip genel olanı gözden kaçırdığında göze çarpan yeniden üretimin çerçevesini aşar. Ancak şu da var ki bu genel olan, daha çok, tam anlamıyla te­ kil fenomenlerin varlığına neden olarak gösterilir. Bu. ilk bakışta insana garip gelebilir. Ama sanatsal bir görüntü­ den çağrışımlar değil, yalnızca ve yalnızca hakikatle ilgili anılar uyandırmasını beklediğimizi de unutmamak gerekir. Burada önem­ li olan görüntüyü algılayacak olan kişi değil, görüntüyü var eden sa­ natçıdı.r: İşe koyulan bir sanatçı, belli bir fenomeni ilk şekillendire­ nin kendisi olduğuna inanmalıdır. İlk kez ve yalnızca kendisinin duyduğu ve anladığı tarzda . . . Sanatsal görüntü, daha önce d e belirttiğimiz gibi kesinlikle te­ kil ve tekrarlanamaz bir fenomen ama.aynı zamanda da söz konusu olan yaşamla ilgili bir fenomen olduğu için. son derece sıradan da olabilen b.ir fenomendir. Tıpkı şu Haik u örne�ıinde olduğu gibi: "Ha­ yır, hayır, bana değil, komşuya uçtu şemsiye. " Tek başına ele alındı­ ğında şemsiyesiyle önümüzden geçen bir kimse bizim için hiç de ye-

ni bir şey değildir. Bu insan yağmurdan kaçmak için bir yerlere ye­ tişmeye çalışan sıradan biridir. Ancak yukardaki alıntıda yaratılan sanatsal görüntü bağlamında ele alındığında da, yaratıcısı için ifade gücü kuvvetli bir mükemmellik ve yalınlıkla saptanmış tekil ve tek­ rarlanamaz bir andır. Bu iki dizenin yardımıyla insan kendini yaratı­ cının yerine koyabiliyor, onun ruhsal konumunu, yalnızlığım, pence­ resinden gördüğü griye b oyanmış yağmurlu havayı, terk edilmiş, unutulmuş evine birilerinin uğrama umudunu beslemekten vazgeç­ meyişini anlayabiliyor. Burada, sanatsal anlatımın şaşılacak genişli­ ği ve kapsamı, durumun ve genel havanın kesin bir şekilde saptan­ masıyla sağlanıyor. Bu akıl yürütmelerimizin başında karakter görüntüsü denilen şeyi bilinçli olarak atladık. Şimdi artık biraz bu konudaki görüşleri­ mize yer vermenin zamanı geldi. Örneğin Başmatçkin ya da One­ gin!30 Sanatsal tipler olarak Başmaçkin de Onegin de onların böyle olmalarım koşullandıran b elli bir toplumsal yasallığın üyeleridir. Öte taraftan insanlara özgü bazı genel güdüleri de içlerinde barındı­ rırlar. Edebi bir kişilik, kendisine yakın birtakım fenomenleri tem­ sil etmekle tipikleşir. Bu yüzden hayatta, Başmaçkin ve Onegin'in yığınla benzeri vardır. EveJ, onlar birer tiptirler! Son derece doğru! Ancak sanatsal görüntü olarak gene de son derece tekildir/er ve tek­ rarlanamazlar. Yaratıcıları tarafından fazlasıyla sivri, fazlasıyla bü­ yük görülmüşlerdir, üstelik yaratıcılarının genel olarak insanı ele alışları bu kişiliklerde o kadar açıkça görülmektedir ki kimse onla­ rın hemen yanıbaşımızda oturduklarım, komşumuz olduklarını söy­ leyemez. Ya da Raskolnikov'un nihilizmi3ı . . . Bu da taşıdığı b elli ta­ rihsel ve sosyolojik hatlar nedeniyle tabii ki son derece tipik, ama aynı zamanda da kişisel özellikleri, bireyselliği nedeniyle bizim için son derece tekil bir durum. Evet, Hamlet de kesinlikle bir tiptir. Ama kim çıkıp da kabaca şöyle bir şey söyleyebilir; "Buna benzer Hamlet'leıi ben bir yerlerde görmüştüm, değil mi?!;, . . .

.

Demek ki ortaya, tipikliğin en kapsamlı ifadesinin görüntü ol­ duğu şeklinde çelişkili bir durum çıkıyor. Görüntü hem bunun ifade131

si olacak ama aynı zamanda da ne kadar bireysel ve tekil olursa ti­ pikliği o kadar kusursuz ifade edecek. Görüntü ne muhteşem bir şey! Bir anlamda bizzat yaşamdan bile daha zengin, çünkü mutlak gerçek düşüncesini ifade ediyor. İşlevsel açıdan Leonardo da Vinci ve J ohann Sebastian Bach'ın ne anlamı var? Bu son derece bağımsız iki sanatçının kendileri için taşıdığı anlamın dışında hiçbir şey. Sanki bütün deneyimlerden uzak, dünyayı ilk kez görmüşler. Bağımsız bakışları, yeryüzüne adı­ mını yeni atmış uzaylıların bakışlarına benziyor. Her eser yalınlığa, mümkün olabilen en yalın ifade şekline ulaş­ maya çabalar. Yalınlığın peşinde koşmak demek yeniden üretilen yaşamın derinleştirilmesi demektir. Ancak insanın söylemek ya da ifade etmek istediklerinden tamamlanmış görüntüde gördüğümüz yeniden üretilmiş son şekle giden

en kısa yol, yaratma sürecinin

en

zahmetlisidir. Yalınlığın peşinde koşmak demek sanatçı tarafından kavranan doğrunun en uygun ifade biçimini aramak demektir. Ne eziyet dolu bir arayış! Mükemmelliğe ulaşma çabası, sanatçıyı manevi keşifler ve son derece ahlaksal hedefler peşinden gitmeye teşvik eder. Muilaklığa ulaşma çabası insanoğlunun gelişmesindeki itici eğilimdir. Ve bu te­ mel eğilim, bence sanatta gerçekçilik kavramına sıkı sıkıya bağlıdır. Sanat, ancak ahlaksal bir ideali ifade etmek için çaba gösterirse ger­ çekçidir. Gerçekçilik, gerçeğe ulaşma çabasıdır ve gerçek her za­ man güzeldir. Burada estetik kategori etik kategoriyle çakışır.

Zaman, Ritm ve Kurgu Üzerine

Filmsel görüntünün özgün niteliklerini ele almadan hemen önce, filmsel görüntünün sözümona sentezci doğasından söz eden yaygın kuramsal görüşe kesinlikle karşı olduğumu beliıtmek istiyorum. 1 32

Bu bence çok saçma, kaçınılmaz olarak insanın aklına sinemanın ya­ kın sanat türleri üzerine inşa edildiği, özgün ifade araçlarından yok­ sun olduğu düşüncesini getiriyor. Bu, sinemanın sanat olmadığım söylemekle eş anlama gelir. Oysa sinema, bir sanattır. Filmsel görüntüye, bir çekim süresince zaman akışım yansıtan ritm, tam anlamıyla egemendir. Zaman akışının kişilerin davranışla­ rında, canlandırma biçimlerinde ve ses düzeyinde de gözlemlenebi­ leceği olgusu tamamen talidir ve -kuramsal olarak ele almdığında­ bunlardan tamamen vazgeçilse bile gene de söz konusu filmin varlı­ ğı zedelenmez. Örneğin, oyuncusuz, müziksiz, dekorsuz, hatta kur­ gusuz bir film kolaylıkla tasavvur edilebilir. Bir planında zaman akı­ şım sezemediğimiz bir film asla düşünülemez. Daha önce de sözünü ettiğim Lumiere Kardeşlerin Tren Geliyor adlı filmi böyle bir film­ di. Amerikan "avantgard" sinemasında da bu tür filmlere çok rastla­ nır. Hatırladığım kadarıyla bunlardan birinde uyuyan bir insan gö­ rüntülenmişti. Sonra bu insanın uyanışına tanık olduk, beklenme­ dik ve şaşırtıcı estetik bir efektin tüm büyüsü bu uyanışta saklıydı. Bu bağlamda, Pascal Aubier'nin, 32 on dakika süren tek planlık filmini de anmakta yarar var. Film, insanın huzursuzluğuna ve ihti­ raslarına kayıtsız, heybetli bir sükunet içindeki bir doğanın görüntü­ lenmesiyle başlar. Olağanüstü bir ustalıkla yönlendirilen kamera­ nın yardımıyla küçücük bir nokta giderek uyumakta olan bir insan şekline dönüşür. Adam, tepenin yamacındaki otların arasında nere­ deyse kaybolmuştur. Giderek dramatik gerilim artar. Merakımızı kamçılayan zaman akışı fark edilir bir şekilde hızlanır. Kamerayla birlikte usulca adama yaklaşırız. İyice yaklaştığımızda birden yerde yatan bu insanın ölü olduğunu kavrarız. Bir saniye sonra bu konuda daha fa,zla bilgi ediniriz: Bu insan yalnızca ölmüş değil, öldürülmüş­ tür. Aldığı yaralar sonucu ölen bir asidir ve artık o kayıtsız ama son derece güzel doğanın kucağında, gözlerini hayata ebediyen kapat� · mış, yatmaktadır. B elleğimiz ise bizi, şiddetle günümüz dünyasının sarsıcı olaylarına geri döndürür. Bu filmde tek bir kurgu kesimi, tek bir dekor, tek bir oyuncu133

luk gösterisi olmadığını tekrar b elirtirim. Buna karşılık, aslında ol­ dukça karmaşık bir dramatürjiye göre düzenlenmiş çekimindeki za­ man akışının yol açtığı bir ritm var. . . Sinemada bütün içinden alınmış bir bölüm kendi başına bir an­ lam taşımaz. Film, bütünselliği içinde bir sanat eseridir. Bölümler üzerinde ise ancak, salt kuramsal bir tartışma için bütünden kopa­ rıldıkları zaman, son derece dar anlamda konuşulabilir. Kurgunun bir filmi şekillendiren en önemli ögesi olduğu görü­ şüne de katılmak çok zordur. Ayzenştayn ve Kuleşov'un " Kurgu Si­ neması" taraftarlarının iddia ettikleri gibi, filmin kurgu masasında doğduğunu söylemek çok güçtür. Her türlü sanatın kaçınılmaz olarak kurguya başvurduğu, yani bölüm ve parçalar arasında bir seçme yapıp sonra onları yeniden bi­ raraya getirdiği sık sık tekrarlanan doğru bir sözdür. Film görüntü­ sü ise yalnızca çekim çalışmaları sırasında oluşur ve bir planın için­ de varlığını korur. Bu yüzden çevirim aşamasında, planın içindeki zaman akışına çok özen gösterir, bu akışı eksiksiz bir şekilde yeni­ den inşa edip sabitleştirmeye gayret ederim. Kurgu ise, yalnızca, za­ manı artık belirlenmiş planları düzenler, bu planlardan, damarla­ rında canlılığının güvencesi olan zamanın değişik ritmler içinde pompalandığı timin canlı organizmasını yaratır. " Kurgu Sineması" temsilcilerinin, kurguyla iki ayrı kavramdan üçüncü bir düşünceyi oluşturma niyetleri, bence sinemanın doğası­ na tamamen aykındır. 33

Kavramlarla oyun oynamak hiçbir sanat tü­

rünün amacı olamaz, aynca özü de hiçbir keyfi kavram bağlantısın­ da yatmaz. Puşkin, "şiir, biraz saf olmalı" derken gizem ve büyü yo­ luyla manevi bir etki alanına erişmeye çalışan görüntünün bağlı ol­ duğu maddenin somutluğunu düşünmüş olmalı. Sinemanın şiirselliği, simgeselliğe aykırıdır ve bizim her an kar­ şı

karşıya olduğumuz o son derece dünyevi maddi töze çok yakından

bağlıdır. Bir sanatçının işte bu malzeme içinden seçimini nasıl yaptı­ ğına, bu malzemeyi nasıl sabitleştirdiğine bakıp -tek bir plandan134

bir yönetmenin yetenekli olup olmadığı, sinema bakışıyla donatıl ­ mış olup olmadığı anlaşılabilir. Kurgu, eninde sonunda, birbirine yapıştırılmış çekim birimleri­ nin ideal bir değişkeninden (variant) başka bir şey değildir, bu de­ ğişken de önceden film şeridinde sabitleştirilmiş malzemede mev� cuttur. Bu filmi doğru dürüst kurgulamak demek, bu arada, nere­ deyse kendi kendilerine önkurgulanmış olan tek tek sahnelerin ve planların arasındaki organik bağı b ozmamak demektir, çünkü onla­ rı birbirine bağlayan öyle canlı bir yasa vardır ki, tek tek parçaları keser ve yapıştırırken o duyguyu hiç yitirmemek gerekir. Zaman za­ man çekimler arasındaki karşılıklı ilişkiyi ve bağı algılamak hiç de kolay değildir. Ö zellikle sahne pek açık çekilmemişse. İ şte o zaman kurgu ması.:ı_sında tek tek şeritleri, mantıklı ve doğal bir şekilde ko­ layca birleştirmek yerine çekimleri birleştiren oıtak ilkenin arandı­ ğı eziyetli bir süreç başlar. Sonra adım adım ilerlenir, ta ki bu malze­ menin içinde saklı duran birlik ortaya çıkana dek . . . Burada garip bir olguyla karşılaşırız: Çekim çalışmaları sırasın­ da malzemelerde toplanan özellikler yüzünden filmin iskeleti kurgu sırasında kendiliğinden düzenlenir. Kesim ya da yapıştırma yerleri­ nin özelliği arasından filme çekilmiş malzemenin özü yansır. Kendi deneyimlerimden yola çıkacak olursam, örneğin Ayna' mn kurgusunun olağanüstü çaba gerektirdiğini söyleyebilirim: Bu filmde yaklaşık yirminin üzerinde kesim değişkeni bulunmaktaydı. Bununla değiştirilen her bir kesim yerini d eğil, iskelette, episodlar -

sıralamasında yapılan değişiklikle ri kastediyorum. Hatta, bu filmin hiçbir şekilde kurgulanamayacağını düşündüğüm anlar bile oldu, ki bu, çevrim çalışmaları sırasında bağışlanamaz kusurların işlendiği­ ni gösterirdi. Film ikide birde çöküyor, bir türlü ayakta durmak iste­ miyor, gözlerimizin önünde dağılıp gidiyordu; hiçbir bütünlüğü, İçel bağı, tutarlılığı, mantığı yoktu. Ama son bir ümitsiz denemeye kalkıştığım güzel bir gün. birden ortaya filmsel olarak bütü ı ık'şnı i � bir görüntü birimi çıktı. Malzeme birden canlandı, filmin f l'k trı her bir b ölümü karşılıklı ilişki içine girerek b elirgin, organik J , i ı sif'

tem içinde birleşti. Odada bu son umutsuz çabama göz gezdirdiğim­ de birden filmin gözlerimin önünd.e şekillendiğini fark ettim. Uzun süre bu mucizeye inanamadım, ama filmin kesin kurgusu gerçekten de tamamlanmıştı. Bütün bunlar, bizim çekim yerinde nelerin üstesinden geldiği­ mizi gösterecek tayin edici bir provaydı. Tek tek her film sekansının birleşmesi, çekilen malzemenin "içsel konumuna" bağlıydı, bu çok açıktı. Ve bu içsel konum, çekim çalışmaları sırasında malzemeye katılabilmişse, bizim hayalimizde değil de gerçekten ordaki yerini alabilmişse, o zaman film de zorunlu olarak bir birlik oluşt�racak şe­

kilde kurgulanabilirdi. Başka türlüsü olamazdı. Sekanslann ve bö­ lümlerin organik ve uygun bir birliğine varmak için yapılacak tek iş, çekilen film malzemesindeki temel düşünceyi, içsel hayatın ilkesini bulup çıkarmaktı. Ve sonunda, Tanrıya şükür, bu gerçekleşti ve he­ pimiz derin bir soluk aldık.

Ayna, tek tek her planı da belirleyen ayn zaman üzerine inşa edilmiştir. Filmde yaklaşık 200 plan vardır. Bu uzunlukta bir filmin genelde 500 plandan oluştuğu düşünülürse oldukça az bir sayı. Plan­ ların sayıca azlığı filmimizde uzunluklarını da belirledi. Kurgu kesi­ mi ve yapısı, sanıldığırun aksine, filmin ritminin doğurmaz. Filmin ritmi, daha çok, bir plan süresince geçen zamana benze­ şim içinde oluşur. Kısaca söylemek gerekirse: Filmin ritmini, kurgu­ lanmış planların uzunluğu değil, onların içinde geçen zamanın yarat­ tığı gerilim belirler. Yani, eğer kesim kurgusu, ritmi belirlemeyi ba­ şaramamışsa kurgunun kendisi de biçimsel bir araçtan başka bir şey olamaz. Dahası: Filmde zaman, kurgu sayesinde değil, ona rağ­ men akıp gider. Bı·, planda sabitleştirilen zaman akışıdır. Ve yönet­ men ite bu zamanı, önündeki kurgu masasında yatan bölümlerin içinden yeniden çekip çıkarmalıdır. . . Özellikle bir planın içine yerleştirilen zaman, yönetmene söz konusu uygun kurgu ilkesini kabul ettirir. Film bölümlerinin "kur­ gulanamaz" olması, yani biraraya getirilememesi demek, bu bölüm­ lerin {arklı zaman dilimlerine ait olmalarından başka hiçbir anlama 136

gelmez. "Real-time" denilen şeyle yapay olarak yaratmış zamanı bir­ leştirmeye kalkışmak, farklı çaplardaki su borularını birbirlerine bağlamaya kalkmaktan f;rklı bir şey değildir. Bir plan süresince va­ rolan zaman sabitini, zamanın artan ya da "hafifleyen" gerilimini biz, bir plan içindeki zaman basıncı (baskısı) diye adlandırıyoruz. Demek ki kurgu, film bölümlerini, içlerinde hüküm süren zaman ba­

sıncını göz önüne alarak birleştirmenin bir biçimidir. Farklı çekimler arasındaki birliğinin izi, ancak bir filmin ritmi­ ni belirleyen baskının birliğiyle bulunabilir. Peki, ama, bir planın zamanı nasıl sezilebilir? Görünür olanın ardında belli, anlamlı bir hakikat sezilebiliyorsa planın zamanı da sezilebilir. Yani, bu planda gördüklerimiz, burada görsel olarak can­ landırılmış olanla yetinmeyerek bu planın ötesinde sınırsızca geniş­ leyen bir şeye değindiğinde, yaşamın bizzat kendisine işaret ettiğin­ de, zaman da açıkça sezilebilir bir hale gelir. Bu, aynen, daha önce de söylediğimiz, görüntünün sınırsızlığına benzer. Sinema, aslında olduğundan daha fazlasıdır (tabii eğer söz konusu olan tam anlamıy­ la hakiki bir filmse) . Aynı şekilde, filmin düşüncesi ve görüşleri de her zaman, filmin yönetmeninin bilinçli olarak ona atfettiği anlamın daha fazlasıdır. Nasıl durmaksızın akan ve değişen hayat her insa­ na, her bir anı kendince hissetme ve kendince anlamlı kılma olanağı tanıyorsa, bir film şeridinde kusursuz bir şekilde sabitleştirilmiş, ama çekimin sınırlarından taşan bir zaman içeren hakiki bir film de ancak zaman onun içinde yaşayabiliyorsa zaman içinde yaşayabilir. Sinemanın özgünlüğü işte bu karşılıklı etkiletişimde yatar. Böyle bir durum gerçekleştirilebildiğinde film de çekilip birbi­ rine eklenmiş bir film şeridinden daha fazlasını ifade eder. Salt bir öyküden, bir konudan daha fazlasını. Bu tür bir film, kendini yaratı­ cısından sıyırır ve seyircinin kişiliğiyle karşı karşıya geldiğinde hem biçimsel hem düşünsel alanda değişen bağımsız bir hayat sürmeye başlar. Kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin be­ yaz perdenin sınırlarım aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani 137

seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırma­ sına olanak tanımamasıdır. Kurgu sineması, seyircisini bulmacalar­ la karşı karşıya getirir, simgeler çözdürür ve alegoriden zevk alması­ nı bekler, seyircinin entelektüel deneyimine seslenir. Ancak bu tür bulmacalardan her birinin eksiksiz bir biçimde formüle edilmiş sö­ zel çözümleri vardlr. Bana kalırsa, bn yöntemiyle Ayzenştayn, per­ dede gördüklerine kai·şı sezgisel olarak kendi tavrını belirleme ola­ nağını seyircisinin elinden almaktadır. Ayzenştayn, örneğin Ekim filminde, sosyal demokrat konuşmacıyla bir balalayka arasında bir ilişki kurd'uğunda, Valery'nin de dediği gibi. yöntem ve amaç eşanla­ ma gelir. O zaman da bir görüntünün iskeletini kurma tarzı başlı ba­ şına bir amaç olur ve yönetmen seyirciye karşı adeta genel bir taar­ ruz başlatarak perdede gösterilen olaylar konusunda zorla kendi gö­ rtişlerini kabul ettirmeye çalışır. Sinemayı, müzik ya da bale gibi zamanla sınırlı sanat tüıforiyle karşılaştırdığımızda sinemanın farklı niteliği daha da belirginleşir. Diğer iki sanat türünde zaman, gerçekliğin görünür bir biçimi ola­ rak sabitleştirilmiştir. Buna karşın bir film şeridi üzerinde sabitleş­ tirilmiş bir fenomen, son derece öznel bir zamanı ele almış olsa bile bölünmez bütünlüğü içinde algılanır. . . İki tür sanatçı vardır: Kendi dünyalarını şekillendirenler ve gerçekliği yeniden üretenler. Hiç şüphesiz ben, birinci gruba dahi­ lim. Ama bu, benim yarattığım dünyayı bazılarının ilginç bulmasına karşın bazılarını kayıtsız bıraktığı, hatta rahatsız edip şaşırttığı olgu­ sunu da değiştirmez. Aynı şekilde bu, filmsel araçlarla yeniden üre­ tilen bu dünyayı, ne olursa olsun, dolaysız yoldan sabitleştirilmiş an­ ların nesnel olarak yeniden inşa edilmiş bir gerçeklik olarak algıla­ ma gerekliliğini de değiştirmez. Bir müzik parçası çeşitli şekillerde çalınabilir, farklı uzunlukta olabilir. Bu durumda zaman, belirli, verilmiş bir düzenleme içinde yer alan neden ve sonucun bir koşulu olmaktan ileriye gidemez, ya­ ni bu durumda zaman, soyut felsefi bir niteliğe bürünür. Buna kar­ şın sinema, zamanı dışsal, duygusal, ulaşılabilir özellikleriyle sabit138

leştirmeye çalışır, böylece sinema için bütün temellerin temelini oluşturur. Tıpkı müzikte ses, resimde renk, tiyatroda karakter gi­ bi. ..

Ritm, film bölümlerinin metrik bir düzen içinde birbirini izleme­ si demek değildir. Ritm, daha çok, planlar içinde oluşan zaman baskı­ sı aracılığıyla oluşur. Bir filmdeki en belirleyici ögenin herkesin san­ dığı gibi kurgu değil ritm olduğuna kesinlikle inanıyorum. Kurgu aslında her sanat türünde vardır. Hem de sanatçının yapmakla yükümlü olduğu seçimlerin ve yeniden düzenlemelerin bir sonucu olarak. Kurgusuz hiçbir sanat türü varolamaz. Ancak, çe­ kilmiş film bölümlerinde sabitleştirilmiş zamanı eşgüdümleyen film kurgusunun özelliği biraz daha farklıdır. Kurgu, farklı zamanlar içindeki büyüklü küçüklü film bölümlerinin birbirine yapıştırılması­ dır. Ve ancak onların birleştirilmesi, kesimde çıkartılıp atılan yerde oluşan boşlukların bir sonucu olan yeni zamanın varlığını duyguları­ mıza açar. Ne var ki kurgu Lesiminin özellikleri, daha önce de değin­ diğimiz gibi, burada kurgulanmış parçacıklarla çoktan belirlenmiş­ tir. Tek başına kurgu yeni bir nitelik yaratmadığı gibi bu niteliği ye­ niden de üretemez. Kurgunun tek işlevi birleştirilen planlara önce­ den yerleştirilmiş şeyleri yeniden gün ışığına çıkarmaktır. Kurgu, daha çekim çalışmaları sırasında şekillenir, başından itibaren çeki­ lecek olanın niteliğini belirler. Zaman uzunlukları, kamerayla sabit­ leştirilmiş varlıkların yoğunluğu, hep kurguya tabidir. Yoksa spekü­ latif, kafa karıştırıcı simgelere, tablo güzelliğindeki mevcut olgulara ya da örgütlenmiş, ustalıkla sahneye konmuş düzenleme biçimleri­ ne değil. Malum sinema kuramı uyarınca, karşı karşıya geldiklerin­ de bir "üçüncü anlam" yaratan iki belirgin ka\Tama da değil. Hayır bütün bunların hiçbirine değil. Ö nemli olan yalnızca algılanan ve çe­ kimde sabitleştirilmiş yaşamın çeşitliliğidir. Görüşlerim, Ayzenştayn'ın deneyimleriyle doğrulanıyor. Ay­ zenştayn'ın kesim kurgusuna doğrudan bağlı addettiği ritm, özellik­ le sezgileri değişikliğe uğrattığı ve kurgu parçalarının mevcut kesim kurgusunca gerekli zaman baskısıyla donatılamadığı noktalarda Ay139

zc nştayiı'ın kuramsal koşullarının dayanıksızlığını açıkça gözler ·onüne seriyor. Ayzehştayn'ın filmi Aleksander Nevski'de Peipus Gö­ lü üzerinde geçen muharebeyi örnek olarak alabiliriz. . . Ayzenştayn

burada,

planlara uygun bir zamansal gerilim verme zorunluluğu üzerinde kafa yormaya hiç ge­ rek duymadan çatışmanın iç­ sel dinamiğini kısa, hatta yer yer aşın kısa b ölümlerin peş­ peşe sıralanması pahasına yansıtmak istiyor. Ancak çe­ kimlerin şimşek gibi parla­ malarına karşın perdede gös­ terilen olayın kuruluğu ve do­ ğadışılığı seyircinin gözün­ den hiç kaçınıyor, özellikle bu seyirci henüz, bunun bir "' klasik film" olduğu, VGIK'da "klasik kurgu" diye h unun öğı·etildiği sözleriyle dold uruluşa getirilmemişse. Bütün bunlara sebep, Ayzenştayn'm planlarında zamansal bir olasılığın bulunmaması. Plan­ lar tek b aşlaı;ma ele alındıklarında durgun ve cansız. Sonuçta, tabii . ki, herhangi bir zaman süreci tespit etmemiş bir ç,ekimin içeriği ile tamamen yapay ve dışsal olup o çekimde geçen zamana karşı kayıt­ sız kalan kurgunun hızı arasında bir çelişki ortaya çıkıyor. Seyirci­ Ayna: Margarita Tereçova

nin üzerinde sanatçının amaçladığı etki yaratılamıyor, çünkü sanat­ çı çekimleri bu efsanevi çatışmaya uygun gerçek zaman duygusuyla donatma zahmetine girmemiş. Olay, yeniden yaratılmak bir yana yapaylık ve bir tür keyfilik içinde küçümsenmiş. 140

Sine'mada ritm nesnenin çekimde görülen sabitleştirilmiş yaşa­ mı aracılığıyla aktarılır. Örneğin kamışların hareketinden nehrin akışının niteliğini, nehrin basıncını tanıyabiliriz. Ayın şekilde, hare­ ket akışı içinde çekime yansıyan yaşam süreci de bize, zamanın ha­ reketi üzerine bilgi verir. Bir yönetmen bireyselliğini her şeyden önce zamanı sezinleye­ bilmesiyle, ,ritmle kanıtlar. Ritm, eserini biçemsel niteliklerle dona­ tır. Ritm uydurulmaz, keyfi ve salt spekülatif bir biçimde inşa edil­ mez. Filmde ritm, yönetmeninin özgün yaşamsal sezgilerine, onun "zaman arayışı" na orantılı bir organikliğe kavuşur. Kısacası ben, çe­ kimdeki zamanın bağımsız ve belli bir saygınlık içinde geçmek zo­ runda olduğunu düşünüyorum. İçerdiği düşünceler, ancak bu şekil­ de huzursuzluğa yol açmadan yerli yerine oturabilir. Ritm duygusu, örneğin edebiyatta sahip olunması gereken sözcük hassasiyetiyle eşanlamlıdır. İyi seçilmemiş bir sözcük edebiyatta nasıl eserin ger­ çek olma özelliğini bozarsa ritm de filmde aynı şeye yol açar. Ancak burada da karşımıza doğadan kaynaklanan bir güçlük çı­ kıyor. Diyelim ki ben, seyircide tecavüze uğrama duygusu doğma­ sın, sanatçının " esaretine" gönüllü olarak boyun eğmesin, filmin mal� zemesini kendi malı addetsin, bu malzemeyi özgü, yeni bir deneyim olarak benimsesin diye çekimde mevcut zamanın kendine özgü ve bağımsız bir şekilde geçmesini istiyorum. Bütün bunlara rağmen gö­ rünürde karşımıza bir çelişki çıkar. Çünkü bir yönetmenin zaman duygusu, tabii ki, ne olursa olsun, seyircinin tecavüze uğraması de­ mektir. Ayın şekilde seyirciye zorla dayatılan da yönetmenin kendi iç dünyasıdır. Seyirci ya kendini senin ritmine (senin dünyana) kap­ tırır ve böylece senin müttefikin olur ya da bunu yapmayı reddeder ve arada hiçbir iletişim sağlanamaz. Zaten bu yüzden de sana çok ya­ kın ya da çok uzak seyirciler vardır: Doğal ve kaçınılmaz bir durum. Bu nedenle benim mesleki görevim özgün, bireysel bir zanian

akışı yaratmak, düşlere dalmış, ağır aksak ritmlerden taşan, coşan, hareket ritmlerine kadar uzanan içimdeki tüm özgün zaman duygu­ mu yansıtmaktır. 141

Sınıflandırma tarzı, kurgu, zaman akışım bozar, kesintiye uğra­ tır ve ona yeni bir nitelik kazandırır. Zamanın değişmesi ritmik ifa­ denin bir biçimidir.

Zamandan Heykeltraşlık Ancak şu da var ki, bilinçli olarak farklı tutulmuş zamansal gerilimli çekimlerin sınıflandırılarak düzenlenmesi, hayatı, keyfi tasarımlar uyarınca temsil etmemeli, aksine içsel zorunluluklarla belirlenmeli, bir bütün olarak filmin konusuna organik bir biçimde bağlanmalı­ dır. Zira bu tür geçişlerde organik bütünlüğün sağlanamaması halin­ de yönetmenin aslında öıtbas etmek istediği kurgu vurguları derhal göze çarpar. Farklı zamanlara sahip planların eşgüdümlenmesi, ister iste­ mez, ritmde kopukluğa yol açar. Ancak, eşgüdümlenen çekimlerin içsel hayatıyla amaçlanan buysa, o zaman ritmik kopukluk, burada elde edilmek istenen ritmik görüntünün vazgeçilmez bir koşulu da olabilir. Zamansal gerilimin farklı farklı biçimlerini düşünün! Simge­ sel olarak konuşmak gerekirse dere, nehir, ırmak, çağlayan ve okya­ nv.s . . . Bunların eşgüdümlenmesi eşsiz bir ritmik tablo, yaratıcısının zaman duygusuyla hayat bulan organik bir yenilenme oluşturur. Zaman duygusu, yönetmenin hayat dolu sezgilerinin bir parça­ sıysa ve kurgulanan bölüm kesitlerinde varolan ritm baskısı uygun kurgu kesimlerini belirliyorsa, o zaman kurgu da yönetmenin imza­ sını onaylar. Kurgu, yönetmeninin tasarımıyla arasındaki ilişkiyi di­ le getirir ve gene kurguyla, yönetmenin dünya görüşü kesin hatları­ na kavuşur. Bana kalırsa, fazla düşünmeden filmlerini birkaç biçim­ de kurgulayabilen bir yönetmen derin olmaktan çok uzaktır. Berg­ man, Bresson, Kurosava ve Antonioni'nin kurgu kesimleri hemen ilk bakışta tanınır. Başka birilerinin kesimleriyle karıştırılmaları 142

olanaksızdır. Zira ritmde ifadesini bulan zaman duyguları her za­ man aynıdır. Tabii ki, kurgu yasalarını, zanaatın bütün diğer yasaları gibi çok iyi bilmek gerekir. Ancak gerçek yaratıcılık, bu yasaların çiğnen­ diği ya da biçim bozukluğuna uğratıldığı an başlar. Bu yüzden, örne­ ğin Leo Tolstoy'un İvan Bunin34 kadar tutarlı bir biçemci olmadığı ve romanlarının Bunin'in öykülerindeki zarafete ve mükemmelliğe ulaşamadığı gerçeğinden Bunin'in Tolstoy'dan " daha iyi" bir yazar olması sonucu çıkartılamaz. Yapılan, daha çok, Tolstoy'un ağır ve bazen sebepsiz yere uzatılmış cümlelerini, hantal anlatımını hoş gör­ mektir. Dahası bunlar, Tolstoy'un bireyselliğini belirleyen özellik­ ler olarak değer bile kazanır. Dostoyevski'nin eserlerinin bağlamından, içlerinde yer alan in­ san tanımlamaları çıkartılıp alındığında karşımıza dolgun dudakları ve soluk yüzleriyle son derece güzel insanlar çıkar. Ancak burada söz konusu olan yalnızca bir zanaatkar değil, aynı zamanda bir sa­ natçı ve bir filozof da olduğundan bunun pek de o kadar önemi yok­ tur. Tolstoy'a olağanüstü değer veren Bunin, Anne Karenina'yı başa­ rısız bulur ve bilindiği gibi, bu romanı yeniden yazmaya kalkar, ta­ bii ki beceremez. Bunlar, tıpkı organik yapılar gibidir. İster iyi ister kötü olsunlar canli organizmalardır ve kimsenin onlara dokunmaya hakkı yoktur. Kurgu da aynı şeydir. Kurgulamada yalnızca usta olmak önem­ li değildir. İfade edilmek istenen özel konum için gerçekten organik bir gereklilik oluşturduğunu insan hissedebilmeli . . . Her şeyde n d e önce, insan neden sanatlar içinden sinemayı seçtiğini, ne söylemek istediğini, neden bunları ille de filmin şiirselliği aracılığıyla dile ge­ tirmeyi düşündüğünü bilmeli. Artık açıkça söylemekte yarar var: Son yıllarda sinema okulunu bitirir bitirmez Rusya için "gerekli" olan ya da Batıda iyi para edecek filmler çekmeye hazır genç insanla­ rın sayısı giderek artmaktadır. Gerçek bir felaket! Zanaatkarlık so­ runları eninde sonunda talidir! Bunlar, öğrenilebilir. Tek öğrenile1 43

meyen şey bağımsız olarak, saygın bir biçimde düşünebilmektir. Tıpkı kişilik sahibi olmanın da öğrenilemeyeceği gibi. . . İlkelerine bir kere ihanet eden bir insan bir daha hayata karşı lekesiz bir tavır alamaz. Bir film yönetmeni, çektiği filmi öylesine yaptığını, bunun).a aslında ilerde yapmayı düşündüğü film için güç toplayacağını söylüyorsa bu, büyük bir aldatmacadır, hatta, daha da kötüsü, kendini kandırmadır. Zira bu durumda bu yönetmen, kendi filmini asla çeviremeyecektir.

Film Tasarımı ve Senaryo

Atılan ilk adımdan filmin tamamlanmasına kadar geçen süre içinde yönetmen o kadar çok insanla karşılaşır, o kadar büyük zorluklarla, hatta bazen çözümsüz gibi gözüken sorunlarla karşılaşır ki! Sanki bu filme girişme nedenini gözden kaybetmesini sağlayacak bütün koşullar hazırdır. Benim için tasarım sorununun en önemli yanı onun "çocuksu" ilk biçimini korumaktır. Bu tasarımın ortaya çıkmasından da, çalış­ mayı uyarmasından da, yapılacak filmin simgesi olmasından da çok daha önemlidir. Çünkü tasarım, yapımın telaşı içinde giderek bozul­ ma, şekil bozukluğuna uğrama ve yok olma tehdidi altındadır. Tasarımın ilk ortaya çıkışından son kopyanın elde edilmesine kadar, filmin yolu sayısız engelle kaplıdır. Ve burada söz konusu olan yalnızca film yapımcılığının son derece karmaşık teknolojisi de­ ğil, ayın zamanda da bir filmi gerçekleştirmek için yaratıcı süreçte katkılarına başvurmak zorunda olduğumuz büyük insan kalabalığı­ dır. Yönetmen, oyuncularla çalışması sırasında rolle ilgili anlayışını kabul ettiremezse kafasındaki tasarımın hemen o an dengesi bozu­ lur. Kameraman görevini tam olarak anlayamazsa, o zaman film, bi144

çimsel olarak olağanüstü bir biçimde çekilmiş olsa bile onu taşıyan düşüncenin doğrultusundan sapmış olur, yani sonuç olarak bütün­ selliğini yitirir. Sanat yönetmeninin göğsünü kabartan en muhteşem dekorlar ve yapılar, eğer yönetmenin ilk p roj esinde b elirlenen temel dürtüle­ ri yansıtmıyorlarsa, filmi bozacak, hatta başarısızlığa neden olacak­ tır. Ve eğer bir besteci yönetmenin denetiminden çıkarak film müzi­ ğini kendi bildiği gibi yazacak olursa, o zaman filmin gerçekten ge­ reksindiğinden bambaşka bir şey o rtaya çıkacak ve ana düşünce ger­ çeğe dönüştürülememe tehlikesiyle karşılaşacaktır. Hiç abartmaksızın söyleyebiliriz ki attığı her adımla yönetmen, senaristin ne yazdığım, oyuncunun ne oynadığım, kameramanın ne çektiğini ve nihayet kurgucunun filmi nasıl kesip yapıştırdığını göz­ lemekle yetinen salt bir tanık olma tehlikesiyle yüzyüze gelir. Zaten ticari fabrikasyon yapımlarda da bu, genellikle b öyledir. Öyle du­ rumlarda yönetmenin tek görevi, film ekibinin tek tek her üyesinin profesyonel çabalarım eşgüdümlemektir. Kısacası: İnsanın kafasın­ da bir kere şekillenmiş düşüncelerin dağılmaması için gösterdiği bü­ tün çabalar, sıradan yapım düzeniyle çarpıştığında kendi yönetmen

filminde ısrar etmesi oldukça zordur.

Yönetmen, ancak ana düşün­

cesindeki tazeliği ve canlılığı koruyabildiği takdirde başarı sağlaya­ bilir. Hemen baştan söyleyeyim: Senaryo benim için hiçbir zaman özel bir edebi olarak değer taşımadı. Asla! Bir senaryo ne kadar

filmselse,

edebi başarı sağlama umudu o kadar azdır. Bu yönüyle

pek çok tiyatro oyunundan farklı bir konuma sahiptir. Ayrıca, ger­ çek bir edebi değeri olan bir film senaryosuna bugüne kadar hiç rastlanmamıştır. Aslında, edebi yeteneğe sahip bir insanın, maddi gerekçeler ha­ riç, hangi akla hizmetle· senarist olmaya kalktığını hiçbir zaman an­ layamadım. Bir yazar yazmalı. Filmsel görüntülerle düşünmesini beceren birisi ise yönetmenler ordusuna katılmalı. Çünkü düşünce, tasarım ve bunların bir filme dönüştürülmesi elbetteki bir yaratıcı

145

yönetmenin sorumluluk alanına girer, başka türlü çekim çalışmala­ rım doğru dürüst yönetemez. Tabii ki yönetmen, sık sık da yapıldığı gibi1 kendine yakın bul­ duğu bir edebiyatçının yardımım isteyebilir. Bu durumda edebiyat adamı, senaryonun ikinci yazarı olarak " edebi temelin" oluşturulma­ sına baştan katılır. Tabii, yönetmenin ilk taslağım paylaşması ve onu yaratıcı bir şekilde geliştirme, yönetmenle birlikte kararlaştır­ dıkları doğrultuda zenginleştirme yeteneğini kaybetmeden bu tasla­ ğa tamamen boyun eğmesi koşuluyla. Bir senaryo, edebi bir eserin bütün güzelliğini ve büyüsünü ta­ şıyorsa, o zaman düzyazı olarak kalmaya devam etsin. Ancak eğer biz, bu eserin her şeye karşın, gelecek filmimizin edebi temelini oluşturmasını istiyorsak, o zaman önce bu metni bir senaryoya dö­ nüştürmek gerekir, yani filmin çekilebilmesini sağlayacak gerçek bir temele. Ama zaten burada elimizde tuttuğumuz metin çoktan filmsel bir eşdeğere kavuşmuş, üzerinde çalışılmış, yeni bir senaryo olacaktır. Bir senaryo başından itibaren filmin ayrıntılı bir proje tanımla­ ması ise, yani tek içerdiği şey, neyin nasıl çekileceği ise, o zaman da elimizde tuttuğumuz şey, yapacağımız filmin bir tür tutanağından başka bir şey değildir ve edebiyatla gene uzaktan yakından hiçbir il­ gisi yoktur. İlk gösterim senaryosu, çevirim çalışmaları aşamasında açıkça değişikliğe uğrarsa (tıpkı benim hemen hemen her filmimde olduğu gibi), o zaman da mutlaka ana hatlarını yitirir ve bundan böyle yal­ nızca şu ya da bu filmin öyküsünü merak eden uzmanların ilgisini çe­ ker. Sürekli değişikliğe uğrayan gösteıim senaryoları ancak sinema eserleıinin doğasını inceleyen araştırmacıları ilgilendirebilir, ama asla bağımsız bir edebiyat türü olma iddiasını taşıyamaz. Kusursuz edebi bir biçim almış bir senaryonun tek işe yaradığı yer, yapımcıyı yapacağımız filmin karlı bir yatırım olduğuna ikna et­ me aşamasındadır. Tabii böyle bir senaryo -açıkça itiraf etmeliyim­ yapacağımız film için hiçbir güvence oluşturmaz. Sözümona "iyi" se1 46

naryolara dayanılarak yapılmış düzinelerle kötü film biliyoruz. Ter­ si de aynı şekilde geçerlidir. Bir senaryonun üzerinde çalışılabilme­ si için önce kabul edilip satın alınması gerektiği de kimse için bir sır değildir. Bu çalışmayı yürütebilmesi için yönetmen ya kendisi yaza­ bilmeli ya da yardımcı yazarlarla, edebiyatçı dostlarıyla yakın bir iş­ birliğine girerek onların edebi yeteneklerini ustalıkla gerekli yöne çeke b ilmelidir. Tabii, bütün bu söylediklerim yönetmen sineması­ nın gerektirdiği çalışma biçimleriyle ilgilidir. Eskiden çevirim senaryosunun üzerinde çalışırken yapacağım filmin görüntülerini en ince ayrıntılarına kadar kafamda canlandır­ maya çalışırdım. Bugün ise, daha çok, önümüzdeki sahne ya da çeki­ mi kabaca gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, o kadar. Ç evirim aşamasında olabildiğince doğaçlamadan davranabilmek için bu şaıt­ tır. Ç evirim yerinin dış koşulları, setteki genel hava, oyuncuların ruhsal konumlan beni bambaşka, değişik ve umuhnadık çözümler aramaya itebiliyor. Hayat her zaman hayal gücümüzden daha zen­ gindir. Bu yüzden çevirim çalışmalarına hazırlıklı, aİna hiçbir konu­ da koşullanmadan gelme görüşünü giderek daha fazla benimsiyo­ rum. Çektiğimiz sahnenin genel havasının etkisine kendimi açmak ve mizansen konusunda daha özgür davranmak için bundan daha faydalı bir yöntem olamaz. Eskiden çekeceğimiz episodu önceden iyice içime sindirmeden sete gelmezdim. Artık bu tür taslakların ço­

ğu zaman havada kaldıklarını, hayal gücünü kuruttuklarını düşünü­ yorum. Proust'un söylediklerini anmakta yarar var:

"Kilise kuleleri o kadar uzakta gibi görünüyor ve biz sanki onla­ ra o kadar az yaklaşıyor gibiydik ki, birkaç dakika sonra tam Martinville Kilis.esinin önünde duruverince çok şaşırmıştım. Tam önünde bulunduğum bu kilisenin kulelerini, biraz evvel ufukta seyrederken neden o derece heyecana düştüğümü şimdi anlayamıyor, nedenini araştırmak mecburiyeti bana adeta ıstı147

rap veriyordu. Kımıldayan çizgilerin anısını kafamın içinde sak­ lamak ve artık düşünmemek istiyordum. . . Kendi kendime itiraf etmemekle beraber, Martinville kulelerinin ardında ve içinde gizlenen cevherin bir cümledeki güzelliği. andı­ rır bir şey olduğunu sezmiştim, zira bunlardan aldığım haz, şim­ di, bende birer kelime, birer söz şeklini almıştı. Hemen, doktor­ dan kağıt ve kalem isteyerek ve arabanın sarsıntılarına kulak as­ mayarak sırf vicdanımı rahatlatmak ve heyecanıma sadık kal­ mak endişesiyle, sonradan pek az değiştirip düzelttiğim şu kü­ çük düzyazı parçasını yazdım... Bir daha bu satırları hiç anma­ dım. Fakat, doktorun arabacısının Martinville pazarından satın aldığı tavuklarla dolu sepetin yanı başında, bunu yazıp bitirdi­ ği_m zaman içimde öyle bir sevinç duymuş, bu ilk taslak beni çan kulelerinden ve bunların ardında gizlenen şeyleri keşfetmek üzüntüsünden öyle bir kurtarmıştı ki, sanki yumurtlayan tavuk­ lardan biri de benmişim gibi avaz avaz şarkı söylemeye başla­ dım. ,,:ıs

Aynı şey benim de başıma geldi. Yıllar boyunca peşimi bırakmayan, huzurumu bozan çocukluk anılarımla ilgili görüntüler birden dağıl­ dılar. Çok uzun yıllar içinde oturduğumuz ve yıllardır düzenli bir şe­ kilde rüyalarıma giren evimin rüyasını görmez oldum. . . Bunları bu­ rada anlatmakla tabii ki aceleci davranmış oluyorum. Kendimi unu­ tup Ayna 'yı tamamladıktan sonra başıma gelenleri sıralamaya başla­ dım. Bir zamanlar, yani bu filmin çekim çalışmalarına başlamadan yıllar önce, bana acı veren bu anılan kağıda dökmeye karar vermiş­ tim, hemen bir film olması şaıt değildi. Bir keresinde de savaş yılla­ rında evlerin boşaltılmasıyla ilgili bir öykü kaleme almak istemiş­ tim, askeri eğitim olayı ana konuyu oluşturacaktı. Ama bu konu­ nun, uzunca bir öykünün ya da novella'nın ağırlık noktasını oluştu­ ramayacak kadar önemsiz olduğu ortaya çıktı. Ben de vazgeçtim. 148

Ayna: Eski bir kitabı karışlırı rkeıı kurşılasılan Leonardo'nun resimleri Ama çocukluğumda beni bu denli etk\leyen bu öykü bana eziyet et­ seydi, anılarımda yaşamayı sürdürdü, en sonunda da filmimin kü­ çük bir episodu olaral\ yerini aldı. Nihayet, o sıralar "Beyaz Beyaz Bir G�n" adını taşıyan Ayna' nın ilk geliştirim senaıyosunu elimde tuttuğumda, birden filmle ilgi ­ l i h e r şeyin kafamda son· derece muğlak olduğunu fark ettim. Bu denli hazmedemediğim, ağıt dolu bir yas ve nostaljik bir çocukluk özlemiyle yüklü filmsel bir anıyı çekmek istemiyordum. Bu senaryo­ .da, yapacağımız filmle ilgili bir şeyler eksikti, önemli şeyler, bunu -

açıkça sezinliyordum; ilk defa senaıyonun başına oturup üzerinde konuşmaya başladığımızda gerçekten de ortada filmin ruhuna ben­ zer hiçbir şey yoktu ve film boşlukta bir yerde yüzüyordu. Bu filmi, salt lirik anılar yığını düzeyinden kurtaracak yapıcı bir düşünce bul­ ma zor:unluluğu artık hiç p eşimi bırakmıyordu. 149

Ve böylece ortaya yeni bir geliştirim senaryosu çıktı: Çocuklu­ ğa ait episodlann arasına annemle yapacağım otantik söyleşi bölüm­ leri yerleştirecektim. Geçmişin iki b enzer (anlatıcının ve annesinin) kavrayışı burada yüz yüze getirilecekti, seyirciye de değişik kuşak­ lardan gelen birbirine yakın iki insanın anılan değişik açılardan su­ nulmuş olacaktı. Bu sayede ilginç, beklenmedik ve pek çok açıdan önceden kestirilemeyen bir etki ortaya çıkardı. Bundan bugün de eminim. Sonuç ne olursa olsun, bu oldukça dolaysız, hatta biraz da kaba kompozisyondan uzaklaşarak senaryoda annemle konuşmanın öngö­ rüldüğü yerlerde bunu oyunlaştırmış olmamdan dolayı hiç pişman değilim. Çünkü her şeye karşın, kurmaca ve belgesel ögelerin aklım­ dan geçirdiğim gibi organik olarak birbirine bağlanmayacağım his­ setmiştim. Bu iki öge birbiriyle daha çok çatışma halindeydi ve onla­ rın kurgusu bana salt biçimsel, spekülatif ve ideolojik bir birleşim­ miş gibi geliyordu, yani son derece şüpheli bir birlik. Bunun nedeni her iki ögenin de birbirinden uzak malzeme taslaklarıyla belirlen­ mesiydi. Değişik gerilim altındaki farklı zamanlar söz konusuydu: Konuşmanın belgesel kesinlikteki gerçek zamanı ile yazarın, kurma­ ca yoluyla yeniden ürettiği anılardan oluşan episodlardaki zaman. Ayrıca bütün b unların Jean Rouch'un cinema verite sine benzeme '

olasılığı vardı ki, bunu da hiç istemiyordum. Biçim bozukluğuna uğramış, öznel zamandan gerçek, belgesel zamana geçişler bana her zaman son derece şüpheli, sıradan ve ol­ dukça tekdüze gelmiştir. . . Tıpkı masa tenisi gibi. İki ayrı düzlemde çekilmiş filmin kurgulanmasına karşı çıkmak­ la kurmaca ve b elgesel malzemenin kurgulanması esas olarak ola­ naksızdır demek istemiyorum. Aksine: Kanımca özellikle Ayna'da "Haftanın Olayları" belgesellerinden yapılan alıntılarla sinema sah­ neleri. arasında son derece doğal gözüken bir karışım elde edilmişti. O kadar doğal ki, çoğu kimse Ayna'ya eklenmiş belgesel bölümlerin benim tarafımdan "belgelendirilmiş", yani sahte oldukları kanısın1 50

daydı. Bu tür d0ğal bir bütünsellik sağlayabilmemin tek nedeni, eli­ me geçirdiğim son derece değerli haber programı malzemesiydi. Sovyet ordularının Sivaş Gölünden geçiş sahnesini b ulan8: dek binlerce metre film seyretmem gerekti. Korkunç bir sahneydi, ben­ zerine daha önce hiç rastlamamıştım. Genelde, cephe hayatından "'manzaralar" olarak sunulan bu belgeseller nitelik olarak p ek olağa­ nüstü sayılmayacak "sahnelemeler"di. Bunlar, gereğinden fazla pla­ nın, gereğinden az otantikliğin sezinlendiği gösteri çekimleri olurlar­ dı daha çok. Bütün b u kötü kanşımdan bütünleşmiş bir zaman duy­ gusu yaratma olanağını bir türlü bulamıyordum. Ama birden bir olay, daha doğrusu bir episod yakaladım; zaman, yer, mekan ve ey­ lem birliği içinde olan (haber p rogramlarında biraraya gelmesi mümkün olmayan şeyler) ve 1943 yılındaki ilerleyişin dramatik olay­ larını gösteren bir episod . Ne eşsiz bir malzeme! Uzunca bir gözlem için bu kadar çok film malzemesi "feda" edilsin"! İnanılmaz bir şey! Birden önüme bu insanlar, güçlerini aşan insanlıkdışı b ir çalışmay­ la ölesiye tükenmiş, korkunç ve trajik bir kaderin b u kurbanları çık­ tığında, otantik lirik bir anı olarak başlayan filmimin merkezini, ka­ nını ve canını bu episodun oluşturacağım hemen anladım. Önümde insanı sarsan güçte ve dramatiklikte bir görüntü duru­ yordu. Ve tam da bu, kişisel olarak beni fazlasıyla ilgilendiriyor, be­ ni en gizli yanımdan yakalıyordu . . . Goskino başkanının b e nden tam da bu sahneyi atmamı istemesi de çok anlamlı! Bu görüntüler sözü­ ınona "tarihi ilerleme"nin hangi acılar ve zorluklar pahasına elde edildiğinin açık kanıtlarıydı. Verilen sayısız kurban; "tarihi ilerle­ me" de zaten bunun üzerine kurulu değil midir? Bu acıların anlam­ sızlığına inanmak kesinlikle olanaksızdı. Bu malzeme ölümsüzlüğü dile getiriyQrdu ve · Arseni Tarkovski'nin şiiri bu episoda belli bir çerçeve sağlıyor, adeta tamamlıyordu. Bu sinema b elgeseline olağanüstü duygnsal bir güç katan estetik saygınlık bizi çok etkile­ mişti. Bu yalın ve kusursuz bir biçimde tespit edilmiş, bir film şeri­ di üzerinde dondurulmuş gerçek bu yüzden yalnızca gerçekliğin kop­ yası olmaktan bir anda çıkmıştı. Birden kahraman�ığın ve kahra151

manlığın bedelinin bir görüntüsüne dönüşmüştü. İnanılmaz bir be­ delin ödendiği tarihi bir dönüşümün görüntüsüne dönüşmüştü. Kuş­ kusuz, bu malzemeyi filme çeken son derece yetenekli bir insan ol­ malı! Bu görüntünün bu kadar b üyük bir acı verip bizi derinden et­ kilemesinin bir nedeni de yalnızca insanları göstermesiydi. B eyaz, düz bir gökyüzünün altında dizlerine kadar çamura bata çıka ilerle­ yen insanlar, ta bataklığın ufuk çizgisiyle birleştiği yere kadar. Ora­ dan bir daha geri dönen hemen hemen hiç olmadı. Bütün bunlar, film şeridine tespit edilmiş dakikalara özel bir çokboyutluluk ve de­ rinlik vermiş, sarsılmaya, katharsis'e yakın duyguların uyanmasına yol açmıştı. Bir süre sonra, bu malzemeyi cephede filme çeken kamerama­ nın, çevresindeki olayları şaşılacak bir duyarlılıkla tespit ettiği o gün öldüğünü öğrendim. . .

Ayna için elimizde yalnızca 400 metre, yani o n üç dakikalık bir çekme süresi kaldığında film daha ortada yoktu. Tasarlanmış ve çe­ kilmiş olan yalnızca anla4tnın çocukluk anılarıydı. Ama bu anılar da filme bir bütünlük sağlayamıyordu. Film, kesin yapısına ancak biz, anlatının örgüsüne anlatıcının kendisini de katma fikrine gelince ka­ vuştu. Bu ne tasarımda ne de senaryoda öngörülmüştü. Anlatıcının annesi rolünü oynayan Margarita Tereçova'nın ça­ lışmalarından çok memnunduk. Ama, ilk düşünüldüğü şekliyle bu rolün, Tereçova'nın olağanüstü yeteneğini iyi yansıtmadığı izleni­ minden de kendimizi bir türlü kurtaramıyorduk. Sonunda yeni epi­ sodlar eklemeye karar verdik ve Tereçova ikinci bir rol daha üstlen­ di: Anlatıcının karısı rolünü. Ve ancak ondan sonra, kurgulamada anlatıcının geçmişine ait episodları şimdiki zamanıY,la içiçe geçirme görüşünü benimsedik. Yetenekli yardımcı yazar Aleksander Mişarin ile kafa kafaya ve­ rip önce yaratıcı uğraşın estetik ve ahlaksal temeli hakkındaki prog­ ramlanmış gönişlerimizi yeni episodların diyaloglarında uygulama­ ya kalktık. Ama neyse ki, sonradan bundan vazgeçerek bu düşünce1 52

!erden bazılarım göze çarpmayacak bir şekilde -umarım- filmin bü­ tünü içinde vermeye çalıştık.

Ayna'mn aslında nasıl oluştuğunu anlatmaktaki amacım, senar­ yonun benim için nasıl hassas, her zaman değiştirilebilir bir yapıya sahip olduğunu ve filmin ancak bütün çalışmalar tamamen sona er­ dikten sonra meydana çıktığını göstermektir. Senaryonun esas göre­ vi düşünmeyi uyarmaktır ve ben, son ana kadar, filmin başarısız ola­ cağı duygusundan bir türlü kurtulamam . . . Ancak, özellikle Ayna üzerindeki çalışmalar sırasında yaratıcı­ lık ölçütlerimin bazılarının olağanüstü berraklıkta ortaya çıktığım da belirtmeliyim. Daha önceki filmler üzerinde çalışırken yeni şey eklediğimiz, çevirim aşamasında pek çok şeyi genişlettiğimiz olmuş­ tu, hem de bu fil!_llle�in kompozisyon olarak çok daha belirgin senar­ yolara dayanmalarına rağmen. Ama Ayna'ya başladığımızda bilinçli olarak, bu filmi önceden programlamak istemedik. Burada, çekim çalışmaları sırasında, oyuncularla ilişki kurar, dekorları ye rleştirip dışçekim mekanlarım " canlandırırken" bir filmin nasıl kendiliğin­ den bir "düzene" kavuşacağım görmek benim için çok daha önemliy­ di. Bu yüzden elimizde, görsel olarak biçimlendirilmiş bir birim olarak herhangi bir çekim ya da episodla ilgili b elirli bir taslağımız yoktu. Hepimiz genel ortamı kokluyor, sette derhal görüntüye dö­ nüşmeyi bekleyen ruhsal konumlan algılayıp keşfediyorduk. Çe­ kim çalışmalarından önce "görebildiğim", tasarlayabildiğim tek şey kendi durumum, filme çekilecek sahnenin içsel · gerilim özelliği ve aktörlerin ruhsal konumu ile ilgilidir. Ama bütün bunları dile getir­ memi sağlayacak biçim henüz kafamda şekillenmiş değildir. Sete gi­ der ve bu durumun bir film şeridine nasıl kaydedilebileceğini kesin olarak kavramaya çalışırım. Kavradığım an da çekmeye başlanın.

Ayna' da,

anlatıcının çocukluğunu geçirdiği eski ev teması var,

anlatıcının doğduğu, annesiyle babasının yaşadığı bir bina. Zama­ nın çarkları altında yıkılmış bu evi eski fotoğraflara bakarak aynen yeniden inşa ettik, tam kırk yıl önce durduğu yerde eski temelleri

153

üstünde yeniden yükselttik. G ençliğini o yerde, o evin içinde geçi­ ren annemi oraya getirdiğimizde gösterdiği tepki benim en cüret­ kiir beklentilerimi bile aştı. Annem hemen geçmişine döndü. Ve iş­ te o zaman doğru yolda olduğumuzu anladım. Ev onda, tam da bi­ zim filmde ifade etmek istediğimiz duygulan uyandırmıştı . . . . . . Evin önünde bir tarla vardı. O zamanlar evle komşu köye gi­ den yol arasında bir kara buğday tarlası olduğunu hatırlıyorum. Ka­ ra buğdaylar beyaz beyaz çiçek açtığında çok güzel görünür. Tarlayı adeta karla kaplıymış gibi gösteren beyaz renk, anılarıma, çocukluk günlerimin en belirgin, en temel ayrıntısı olarak işlenmiştir. Ama bir çekim yeri arayışı içinde oraya gittiğimizde tek bir kara b uğday tanesine bile rastlamadık. Kolhoz çiftçileri buralarda yıllardan beri yalnızca yonca ve yulaf ektiklerini söylediler. Oraya bizim için kara buğday ekmelerini rica ettiğimizde ısrarla burada kara buğdayın ye­ tişmeyeceğini, toprağın bunun için hiç uygun olmadığını söylediler. Ama biz gene de tehlikeyi göze alarak bu.topraklardan bir parça ki­ ralayıp kara buğday ektiğimizde kolhoz çiftçilerinin hayret dolu ba­ kışları arasında buğdaylarımız dolu dolu filizlenip boy verdi. Başarı­ mızı iyiye yorduk. Bütün bunlar, aynı zamanda da, anılarımızın önemli bir özelliğini, zamanın örtüsü altından çıkabilme yeteneğini sergiliyordu. Ve filmin konusu da işte tam buydu, temelinde yatan düşünce buydu. Kara buğdaylar çiçek açmasaydı film ne olurdu bilemiyorum. . . Çiçek açması benim için o sıralar ne kadar da önemliydi! Ayna'nın çalışmalarına başladığımda ister istemez şu düşence aklıma takıldı kaldı: İnsanın ciddi bir biçimde kendini adadığı (he­ men misyon lafı etmemek için) doğru dürüst bir film, yalnızca sıra­ dan bir çalışma değil, senin kaderini belirleyen insan davranışının bir eylemi' dir. Bu filmde ilk kez, hiç çekinmeden, doğrudan doğruya b enim için en önemli, en değerli ve en özel olan şeyden söz etmeye karar vermiştim. İnsanlar Ayna'yı gördükten sonra bu filmin ardında, şifrelen­ miş gizli ve farklı herhangi başka bir gaye yatmadığına onları ikna 1 54

etmek çok güç oldu. Filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı ol­ madığını açıklamaya çalıştığımda hep kuşkuyla karşılandım, insan­ lar hayal kırıklığına uğradı. Bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmadı. Gizler, simgeler, gayeler peşinde koştular durdular. Çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değildiler; ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı. Seyircilerin tepkisi buydu. Meslektaşlarım ise üstüme çullandı­ lar, ' dürüst olmaya davet ederek beni, yalnızca kendimle ilgili bir film yapmakla suçladılar. Bizi kurtaran bir tek şey olmuştur: Bu ça­ lışmayı seyircilerin de en az bizim kadar önemli bulacağı inancı. Film, canımdan çok sevdiğim ve çok iyi tanıdığım insanların hayatla­ rım yeniden canlandırmak amacını taşıyordu. Kendisi için değerli olan insanların hakkını ödeyemeyeceğini, kendisinı;ı gösterilen sev­ giyi, verilen onca şeyi hiçbir zaman gereğince karşılayamayacağım düşünen bir insanın çektiği acıları anlatmak istiyordum. Bu insan, onları yeterince sevmediğine inanıyor ve bu, onun için gerçekten acı veren, katlanılması zor bir düşünce. İnsan çok önemli gördüğü şeyler hakkında konuşmaya başladı söylediği ve savunduğu şeylere gösterilen tepkilerden çok etkile­ niyor. Ne pahasına olursa olsun anlaşılamamaktan korunmak isti­ yor. Seyircilerin filme ne gibi bir tepki göstereceklerini endişeyle mı,

bekliyorduk. Ve her şeye karşın, inanılmaz bir istekle onların filmi anlamalarını bekliyorduk. Daha sonraki olaylar beklentilerimizi doğruladı. Bu kitabın başında verdiğim seyirci mektuplan bu konu­ da oldukça açıklayıcıdır.

Ayna'da benden değil, bana yakın olan insanlara karşı duygula­ rımdan, onlarla olan ilişkimden, hiç tükenmeyecek anlayışımdan, ama aynı zamanda da onlara karşı işlediğim ve hiçbir zaman düzelte­ meyeceğimi düşündüğüm günahlarımdan ve başarısızlığımdan söz etmek istemiştim. Kahramanın, içine düştüğü ağır buhran sırasın­ da en ince ayrıntısına kadar hatırladığı olaylar ona acı vermekte, onun içinde bir özlem, bir huzursuzluk yaratmaktadır. 1 55

Bir tiyatro oyununu okuduğumuzda onun anlamım çıkarabili­ riz. Bu anlam, farklı sahnelenmelerde farklı şekillerde yorumlanabi­ lir. Ama oyunun ana hatları baştan bellidir. B una karşın senaryo­ dan, yapılacak filmin ana hatlarını okumak mümkün değildir. se­ naryo filmle birlikte ölür; ve diyaloglarım edebiyattan almış bile ol­ sa sinemanın özü itibarıyla edebiyatla hiçbir ilgisi yoktur. Bir sahne eseri, edebiyatın bir parçasıdır, çünkü düşünceler, özelliklerini diya­ loglarla dile getiren karakterler tarafından canlandırılır. Diyalog ise edebiyattır. Sinemada ise diyalog, maddi yapının parçalarından yal­ nızca biridir. Bir senaryoda, edebiyat ya da düzyazı olma iddiasını taşıyan en ufak bir nokta bile filmin oluşturulma süreci içinde kararlı ve tutarlı bir biçimde ayıklanmalı ve yeniden işlenmelidir. Edebiyat, sinema sanatı içinde eritilmelidir. Kısacası, film tamamlandıktan sonra or­ tada edebiyat diye bir şey kalmamalıdır. Film çalışmaları sona er­ dikten sonra geriye kalan yalnızca bir kurgu listesidir ve kimse de bunu artık edebiyat diye tanımlayamaz. Daha çok, bir körün gör­ düklerini, bir başkasının anlatmasına benzer bu.

Film Görüntüsünün Oluşturulması

Sanat yönetmenleri ve kameramanlarla ilişkide çıkan en büyük güç­ lük, onları da, tıpkı ekibin bütün diğer üyeleri gibi tasarımın oluştu­ rulmasına yardım eden kafadarlara dönüştürmektir. Onların, pasif, kayıtsız, verilen �mirlere itaat eden görevliler değil, filmin oluştu­ rulmasında eşit derecede katkılan olan, duygularımızı ve düşüncele­ rimizi paylaştığımız insanlar olmaları çok önemlidir. Ama bazen, söz gelimi, bir kameramanı kafadar haline getirmek için adeta bir diplomat olmak gerekir. Hatta bunun için yönetmenin tasarımını, nihai amacını sonuna kadar saklayarak kameramanın kendi görüşle-

156

rine en uygun kamera çalışmasını yürütmesini sağlaması bile gere­ kebilir. Zaman zaman benim, kameramanı doğru yola çekebilmek için tasarımı tümüyle gizlemek zorunda kaldığım bile olmuştur. Bu konuda, Solaris dahil bütün filmlerimi çeken kameramanım Vadim Yusov ile ilgili son derece anlamlı bir anım var. Yusov, Ayna'nın senaryosunu okuduktan sonra bu filmde çalış­ mayı reddetti. Buna neden olarak da filmin kendisine ahlaken tffi's gelecek kadar otobiyografik özellikler taşımasını gösterdi. Aynca an­ latım tarzının bütününe hakim olan aşın lirik vurgulama olsun, yö­ netmenin yalnızca kendinden bahsetme arzusu olsun (daha önce de­ ğindiğim meslektaşlarımın Ayna ya gösterdikleri tepkilere bir ör­ '

nek), bunlar kabul edemeyeceği şeylermiş. Yusov kendi açısından dürüst ve doğal davranmıştı. Belli ki benim davranışımı gerçekten de mütevazı olmaktan çok uzak görüyordu. Sonralan, film başka bir kameraman, Georgi Rerberg tarafından tamamlandıktan sonra Va­ dim Yusov bana şu itirafta bulunmaktan da çekinmedi: "Çok üzgü­ nüm, Andrey, bu senin en iyi filmin!" Bu sözlerin de samimi olduğu­ nu sanırım. Belki de ben, özellikle Vadim Yusov'u çok uzun zamandır tanı­ dığım için daha kurnaz davranmalı, tüm tasarımı ona açmak yerine senaryoyu ona bölüm bölüm okutmalıydım. Ama kendimi gizlemek, arkadaşlarıma diploması uygulamak bana zor geliyor. Bugüne kadar yaptığım tüm filmlerimde, kameraman benim için çok önemli olmuştur, her zaman en yakın yardımcılarımdan bi­ ridir. Bir film üzerinde çalışırken diğer çalışanlarla aranda yalnızca sıkı bir bağ kurmak yetmez. Sözünü ettiğim diploması gerçekten de gerekli, ama işin doğrusunu söylemek gerekirse bu görüşe ancak "sonradan", salt kuramsal açıdan varabildim. Pratikte hiçbir za­ man, birlikte çalıştığım insanlardan hiçbir şey gizlemedim. Tam ter­ sine, ekibimiz her zaman birbirine bağlı kafadarlardan oluşan bir topluluk oldu. Çünkü tüm ekip ortak bir "kan dolaşımına" sahipmiş­ çesine birlikte çalışmadığı sürece doğı'U dürüst bir film ortaya çık­ maz. 157

Ayna'yı çektiğimiz sıralarda hep birarada kalmaya çalıştık, bir­ birimize bildiklerimizden ve sevdiklerimizden, değer verdiklerimiz ve nefret ettiklerimizden söz ettik. Ve hep birlikte, filmimizin gele­ ceği üzerinde hayallere daldık. Ekip üyelerinin çalışmada oynadığı rolün büyüklüğü ya da küçüklüğü hiç önemli değildir. Besteci Ar­ temyev, örneğin, bu film için çok az melodi yazdı, ama filmde onun katkısı hiç şüphesiz ötekilerden az olmadı, çünkü o olmasaydı film, kesinlikle bu son şeklini alamazdı. Evin eskiden durduğu yerdeki dekor çalışmaları nihayet ta­ mamlandığında tüm film ekibi sabahın erken saatinde oraya gide­ rek güneşin doğmasını beklemeye başladı: Yörenin özelliklerine alışmak, günün değişik saatlerinde değişik havalarda aldığı şekli ta­ nımak istiyorduk. Bir zamanlar bu evde oturmuş ve bundan yakla­ şık kırk yıl önce b urada güneşin doğuşunu ve batışını, yağmuru ve sisi yaşamış o insanların neler hissedebileceğini anlamak istiyor­ duk. Evden yayılan havadan, hfila taze anılardan o kadar etkilendik ve birlikteliğimiz o kadar güçlendi ki çalışmamız sona erdiğinde ca­ nımız hayli sıkkındı. İşi bitirdiğimizin farkına bile varmamıştık. O derece birbirimize bağlanmıştık. Ekibin kafaca birliğinin de son derece önemli olduğu ortaya çık­ mıştı. Buhran anlarında (birkaç kere başımızdan geçti), örneğin ka­ meramanla görüş ayrılığımız çıktığında p erişan oluyordum. Hiçbir şeye el süremiyordum, bazen günlerce çalışamadığımız bile oluyor­ du. Ancak bir tür anlaşma sağlandıktan, yeniden dengemize kavuş­ tuktan sonra yeniden işe koyulabiliyorduk. Kısacası, bizim filmi­ miz, oluşmasını sıkı bir çalışın� planına ve demir gibi bir disipline değil, ekibimizin genel havasına b orçludur. Ve bütün bunlara rağ­ men gene de işimizi vaktinden evvel bitirebildik. Film çalışması, her türlü yaratıcı yazarlık çalışmasında da oldu­ ğu gibi dışsal görevlere değil kendi içindeki görevlere göre yönlendi­ rilmelidir. İdari ve yapımcılık görevlerine gerektiğinden' fazla önem verilmesi, kaçınılmaz olarak çalışma süratinin düşmesine neden o1 ur. Bir düşüncenin gerçekleştirilmesinde çalışan insanlar, farklı

158

Ayna: "Böğürtlen Çqlılıpı Önünde Gerıç Bir Kadrn "

kaı-akterlerde, yaradılışta ve yaşta olsalar da, aynı heyecanı payla­ şan tek bir ailenin fertleri olmayı başarırlarsa dağları devirebilirler. Böyle bir toplulukta samimi, yaratıcı bir ortam yaratılabildiği tak­ dirde şu veya bu düşüncenin kirıı.in kafasından çıktığı, kimin şu ya­ kın çekimden ya da olağanüstü ışık oyunlarından sorumlu olduğu, bir nesneyi özel bir açıdan çekme düşüncesini ilk kimin o rtaya attığı son derece tali kalır. Bu yüzden de kameramanın, yönetmenin ya da sanat yönetmeninin hakimiyetinden söz etmek son derece anlam­ sızdır. B i r sahne filme çekildiği an aıt.ık organi� bir şeye dönüşmüş­ tür, yani artık her türlü kişisel hırs ve kendini beğenmişlik ortadan silinip gitmiştir. Somut olarak Ayna'yı ele alacak olursak, ö�ünde kendine ya­ bancı, son dere:.:e özel bü· tasarımı kendi tasarınuymış gibi benimse1 59

ye bilmesi için tüm ekibin göstermek zorunda kaldığı anlayışın dere­ cesini hesabetmek acaba mümkün müdür? Üstelik de bu öyle bir ta­ sarımdı ki ben bile arkadaşlarıma zor aktarabiliyordum -belki de seyircilerden bile daha zor. Ne de olsa ilk gösterim gününe kadar se­ 'yirci çok uzak bir kavramdır. Ekibin, senin tasarımınla gerçekten özdeşleşebilmesi için bazı engellerin aşılması gerekir. Bu yüzden Ayna tamamlandığında, hiç kimse filmi benim ailemin öyküsü olarak ele almaz olmuştu, çünkü bu arada geçen süre içinde bu öykü farklı insanlardan oluşan koca bir grup tarafından paylaşılmıştır; ailem garip bir şekilde genişle­ mişti. Bir grup, yaratma sürecine bu kadar canla başla katıldı mı tek­ nik sorunlar kendiliklerinden geri planda kalır. Kameraman ve sa­ nat yönetmeni bu film için yalnızca çok iyi bildikleri, daha doğrusu kendilerinden talep edilen şeyleri yapmakla kalmadılar, hayır, her seferinde mesleki bilgilerini daha da aşmaya çalıştılar. Yalnızca ye­ terli olanı yapmakla kalmadılar, mutlaka gerekli gördükleri şeyleri yaptılar ve bu, örneğin kameramanın, yönetmen tarafından yapılan teknik önerileri uygulamaya koymasından çok daha fazla bir gayret gerektiriyordu. Gerçekliğe bağlılık, dürüstlük ancak bu koşullar al­ tında gerçekleşir. Seyird, dekorları canlandıran şeyin insan ruhu ol­ duğundan bir an için olsun tereddüt etmemeli. Filmde canlandırma sorunları arasında tabii ki renk ögesi de önemli bir yer tutar. İnsan,

rengin, gerçek duyguların beyaz perde­

ye sadık bir şekilde aktarılmasını oldukça güçleştirdiği olgusu üze­ rinde mutlaka bir kere oturup düşünmeli. Sinemada renk, her şey­

den önce ticari bir taleptir, estetik bir kaygıyla alakası yoktur. Tek­ rar tekrar siyah-beyaz filmlere el atılmasının, siyah-beyaz filmler­ den bir türlü vazgeçilememesinin nedenlerinden biri de budur. Belli niteliklere sahip bir rengi kaydetmek fizyolojik ve ruhbi­ limsel bir fenomendir ve genelde insan buna p ek flikkat etmez. Ge­ nelde yalnızca kopya kalitesinin mekanik bir sonucl.t olan çekimin

160

resimsel özelliği, canlandırılan olaya, aşılması gereken ek bir sıra­ danlık getirir, tabii eğer hayata bağlılığa değer veriliyorsa. Rengi olabildiğince tarafsızlaştırmak, rengin seyirciler üzerin­ de aktif bir etki yaratmasını engellemek gerekir. Tüm özellikleriyle renk, bir çekimdeki hakim öge haline gelirse, bu, yönetmenle kame­ ramanın seyirciyi etkilemek için görsel sanatlardan etkileyici yön­ temler ödünç aldıklarım gösterir. Elle tutulur, profesyonelce çekil­ miş vasat filmlerin algılanış biçimi, bugün, her şeyden çok, "lüks" baskılı renkli dergilerin algıla,nış biçimlerine benzemektedir. Renk­ li fotoğraflar acaba nereye kadar yeterli bir ifade gücüne sahip.tir? Belki de rengin aktif etkisini, monokron sahnelerle karıştıra­ rak tarafsızlaştırmak ve böylece renkliliğin getirdiği etkiyi yumuşa­ tarak azaltmak daha doğru bir yöntemdir. Kamera aslında yalnızca gerçek hayatı film şeridinde tespit etmekle yetinir de bize bu renkli görüntü neden her seferinde yapay, hatta yanlış gelir? Bütün bunla­ rın bence tek nedeni, rengin mekanik bir bi�ge yenidenü"retimi sırasında sanatçının kendi tavrım açığa çıkaramamış olmasıdır. Sa­ natçı şekillendirme rolünü elinden kaçırmış, dolayısıyla bu alanda seçme yapma olanağım yitirmiştir. Özgün bir gelişme mantığına sahip olan renk partisyonu eksik kalmış, teknik süreç sonucunda yönetmenin elinden alınmıştır. Gerçek dünyanın renk unsurlarını bi� linçli bir seçimle vurgulamak da aynı şekilde imkansız hale gelmiş­ •

tir. İnsana tuhafgelebilir ama, bizi çevreleyen.dünyanın renkli olma­ sına karşın siyah-beyaz ti.lmin görüntüsü ruhbilimsel, doğal ve şiir­ sel gerçekliğe çok daha yakındır ve bu yüzden, esas olarak, görmeye dayalı bir sanatın özüne çok daha iyi uyar. Aslına bakılacak olursa, asıl renkli ti.lm, renkli ti.lm teknolojisiy­ le bizzat renk arasındaki çatışmanın bir ürününden başka bir şey değildir.

161

Sinema Oyuncusu Üzerine

Bir film çekerken, oyuncuların çıkardıkları oyun da dahil her şeyin tek sorumlusu eninde sonunda benim. Tiyatroda ise oyuncunun, oyun boyunca rolü ve işlevi açısından taşıdığı sorumluluk çok daha büyüktür. Film çekimi için çekim yerinde boy gösteren bir oyuncu için yö­ netmenin kafasındaki tasarımın tümünü bilmesi zaman zaman za­ rarlı bile olabilir. Çünkü tek tek her bölümde oyuncuya olağanüstü bir özgürlük tanımasına karşın (tiyatroda böyle bir özgürlüğün sözü bile edilemez) rolün kendisini esas olarak yönetmen şekillendirir. Rolü oyuncunun kendisi şekillendirmeye kalksa, tasarımda öngörü­ len ve eylemlerini belirleyen olaylar karşısında içinden geldiği gibi, bilinçsizce davranma rahatlığını kendi elleriyle yok etmiş olur. Bir yonetmense oyuncusunu istenilen duruma sokarken yanlış bir nota· nın araya sızmamasına çok dikkat etmek zorundadır. Sinema oyun­ cusu çok çeşitli yollarla gerekli olan ruh haline sokulabilir. Bu, dış şartlara ve birlikte çalışılan oyuncunup. doğasına göre değişir. Aslın­ da oyuncu kendini oynamayacak bir ruhsal durum içinde bulmalı­ dır. Bir insanın cam sıkılıyorsa bunu çok zor saklar. Filmde de bu böyledir: Çekimde başka bir yere aktarılamayıp öıtbas da edileme­ yen bir ruh hali bütün gerçekçiliğiyle sergilenmelidir. Tabii ki roller bölüştürülebilir: Yönetmen, filmin tipleri için bu "hallerin" dökümü­ nü yapar, oyuncular da bunları oynar ya da daha dcğrıı�n, çekim sı­ rasında kendilerini bu hallerin içine sokarlar. Ancak sette bu.rJan bütünleştirmek oyuncunun yapabileceği bir iş değildir. Bu yüzden, tiyatroda olsa yapacağı şeylerin aynısını yapmakla yetinir. Kameranın objektifi karşısında oyuncu, o anki dramatüıjik ko­ şullara uygun bir Gffintikiik ve dolaysızlık içinde olmalıdır. Yönet­ me!! fionradan söz konusu kopyaları eline aldı mı, onlara, sanki oyuncu sahiden kamera önünde duruyormuş gibi yaklaşır. Sonra bunları, sanatsal amacı doğrultusunda kurgular. 1 62

Tabii ki sinemada, tiyatroyu çok etkileyici kılan oyuncu seyirci arasındaki dolaysız ilişkinin çekiciliği kaybolmaktadır. Bu yüzden de sinema hiçbir zaman tiyatronun yerini alamayacaktır. Buna kar­ şın sinema sanatım da ayakta tutan, aynı olayı beyaz perdede istenil­ diği kadar yeniden yaşatma olanağıdır. Sinema, doğası gereği nostal­

jiktir.

Tiyatroda ise hareket vardır, gelişir, iletişim kurar. Yaratıcı

dehanın bambaşka bir ifade biçimidir. Bir film yönetmeni bir koleksiyoncuya benzer. Çekimler katalo­ ğu yığınla kendince değerli ayrıntı, alıntı üzerine inşa edilmiş ve son­ suza dek tespit edilmiş bir hayat sunar. Bu hayatın bir bölümünde oyuncular ve yarattıkları tipler de yer alabilir, ama şart da değil. Kleist'ın bir zamanlar çok doğru bir şekilde belirttiği gibi tiyat­ ro oyuncusu kardan heykel yapan birine benzetilebilir. Bu yüzden il­ ham geldiği anda seyircisiyle ilişki kurmaktan çok mutlu olur. Ve se­ yirciyle tiyatro oyuncusunun aralarında kurdukları ilişki aracılığıy­ la sanatı yaratıp ortaya çıkardıkları o birlik anından daha önemli, daha yüce bir şey yoktur. Bir tiyatro gösterimi, oyuncu yaratıcı gibi davrandığı, orada olduğu, maddi manevi orada yaşadığı sürece var­ dır. Oyuncusuz tiyatro olmaz. Sinema oyuncusunun aksine tiyatro oyuncusu, yönetmenin ida­ resi . altında rolünü kendi içinde yapılandırmak zorundadır; hem de başından sonuna kadar. Yani sahneye koyma tasarımı temelinde duygularının tüm çizgisini kendisi şekillendirme.k zorundadır. Sine­ mada ise, aksine, bu tür bir yapılandırmaya, vurgulamanın, seslen­ dirmenin oyuncu tarafından dağıtılmasına kesinlikle karşı çıkmak lazım, çünkü oyuncu filmi oluşturacak olan parçalan bilemez. Oyun­ cunun tek görevi yaşamak ve yönetmene güvenmektir. Yönetmen, onun varlığından, filmin konusunu en açık şekilde ifade eden anlan seçer. Oyuncu, kendine engel çıkartmamalı, eşsiz, hatta neredeysı! tanrısal olan özgürlüğünü abartmamalıdır. Film çalışması sırasında ben, oyuncuları konuşmalarla sıkma­ maya özellikle dikkat ederim. Oyuncunun oynadığı bölümü kendi başına filmin bütünüyle birleştirmeye çalışmasına da kesinlikle k�r-

163

şıyım. Hatta birbirini izleyen sahnelerde bile bunu yapmaya kalkış­ mamalıdır. Örneğin, Ayna'nın kadın kahramanının, çocuklarının ba­ basını, kocasını, elinde sigara bir çitin üzerine oturmuş beklerken gösteren sahnede kadın oyuncu Margarita Tereçova'nın senaryo­ nun konusunu bilmemesi çok iyi olmuştu. Bu sahnede iyi oynayabil­ mesi için öteki sahnelerde kocasının ona dönüp dönmeyeceğini bil­ memesi gerekiyordu. Oyuncudan konuyu saklamıştım, yoksa onu

uygun bir biçimde oynamaya kalkabilirdi. Hayatım canlandırdığı, o sıralar yarının ona ne getireceğini bilmeyen annemle ayın ruhsal du­ rumu paylaşmalıydı. Bu sahnede Tereçova kocasıyla bundan sonra­ ki ilişkisinin ne olacağım bilseydi başka türlü oynamaya kalkardı, herhalde bunu herkes kabul eder. Davranışları yalnızca başka ol­ makla da kalmaz, doğru da olmazdı, önbilgisi yüzünden çarpıtılmış olurdu. Öykünün sonuna yaraşır bir tevekkül gösterirdi. Halbuki Margarita Tereçova, hiç farkına varmadan, sanki yönetmen bile böy­ le istemiyormuş.çasına, bu sahneye son bir umut taşıdı, biz de bunu açıkça hissedebildik. Sinemada bütün diğer şeylerden kopmuş ola­ rak bu anın tekliğini açıkça hissedebilmeliyiz. Oyuncunun irad.esine ters gelen şey, yönetmenin sırtına yükle­ nir. Buna karşın tiyatroda bizden her bir sahnedeki görüntünün fel­ sefi tasarımını görmemiz istenir. Tiyatro için bu doğal ve tek doğru olabilir. Yani eğer oyuncu Ayna'nın kadın kahramanının yazgısını önceden bilseydi, bu onun için sonuçsuz kalamazdı. Bizim için ise,

·

onun bu am, "senaryosunu" çok şükür bilmediği hayatının gerçek bir parçası olarak yaşaması önemliydi. Bilseydi, muhtemelen umut ve tevekkül arasında gidip gelecekti. Mevcut koşullar altında -yani kocasının dönüşünü beklerken- kadın oyuncunun tamamen karan­ lıklara gömülmüş kendi hayatının sırlarla dolu parçasını yeniden ya­ şaması gerekiyordu. Oyuncunun maddi-manevi, duygusal ve düşünsel yapısına uy­ gun olarak yalnızca kendine özgü olan bir ruhsal konumu, yalnızca kendine özgü bir biçimde ifade etmesi çok önemlidir. Bunu nasıl i yaptığı ı� .ırk etmez. Bence bir· oyuncu, kişiliğinin gerçek bir par-

.



164

çası olan belli bir ruh haline sahipken ona başka bir ifade tarzım be­ nimsetmeye hiç hakkımız yoktur. Her insan aynı olayı kendine öz­ gü, tekil bir biçimde yaşar. Üzüntü ve karamsarlık dolu insanların bir kısmı "içlerini dökmeye", kendilerini açmaya çalışırken, diğer bir kısmı da acılarıyla yalnız kalmak isterler. Pek çok iilmde, oyuncuların yönetmenin tavırlarım ve davranış biçimlerini nasıl kopya ettiklerini gözlemledim. Sergey Gerasi­ mov'un etkisi altında olan Vassili Şuşkin de bu böyleydi, 36 Şuş­ kin'in yönetimi altında oynayan Kuravlov da . . . Kuravlov'un Şuş­ kin'i bir şebek gibi taklide kalkıştığı pek çok an yakaladım. Oyuncu­ lara hiçbir zaman belli bir rol anlayışım zorlamaya kalkmam ve onla­ ra olabildiğince özgürlük tanımaya hazırım, yeter ki çekim çalışma­ larından önce temel tasarımdan bağımsız davranabileceklerini ba­ na ispatlamış olsunlar. Yönetmen de oyuncusunu b elli bir duruma sokmadan önce o durumu kel)di içinde hissedebilmelidir. Doğru rotayı ancak böyle bulabilir. Örneğin, başka bir yerde çalışılmış bir sahneyi oynamak. için hiç bilinmedik bir eve gidilmez. Burası eninde sonunda, içinde tanımadık insanların yaşadığı yabancı bir evdir. Ve bu yüzden, baş­ ka dünyalardan gelen insanlara kendini ifade etmede yardımcı ol­ maz. Bir sahnenin hazırlanışı sırasında yönetmenin en önemli görevi oyuncuyu gerekli otantik, inandırıcı bir ruh haline sokabilmektir. Tabii ki her oyuncuyu ele alış şekli başka olmalıdır. Örneğin Tereço­ va, filmin senaryosunu bilmiyordu, yalnızca içinden bazı bölümleri oynuyordu. En nihayet ona filmin konusunu da rolünün gerçek anla­ mım da açıklamaya niyetim olmadığını anladığında çok şaşırdı. Kı­ sacası, daha sonra görsel olarak bütünleştirdiğim mozaik parçaları­ r

gerçekten sezgisel olarak tamamladı. Başlangıç_ta zor oldu. Yalnız­ ca banagüvenmesi, benim onun yerine, bir anlamda "onun adına" ro­ lün sonunda ortaya ne çıkacağım bileceğime inanması kolay olmadı. Zaman zaman tasarıma sonuna kadar pek güvenemeyen oyun­ cularla da çalıştığım oldu. Bütün film boyunca kendilerini yapılan fil165

min bağlamından kopararak kendi rollerinin yönetmenliğini yapma­ ya kalkıştılar. Bu tür oyuncuları profesyonel bulmuyorum. Benim için bir oyuncunun profesyonel olması için ona anlatılan oyun kural­ larından herhangi birine, en doğal haliyle ve her şeyden önce görü­ nür bir çaba harcamadan hızla uyalrilmesi gerekir. Her doğaçlama duruma kendiliğinden ve bireysel olarak tepki gösterebilmelidir. Ben, yalnızca böyle oyuncularla çalışmayı seviyorum. Diğerleriyle çalışmayı anlamsız buluyorum, nasıl olsa onlar yalnızca az çok basit­ leştirilmiş "genellemeler"i oynarlar. Anatoli Solonizin ne harika bir oyuncuydu! Ne yazık ki öldü. Yokluğunu o kadar hişsediyorum ki! Margarita Tereçova da Ayna ça­ lışmaları sırasında kendinden bekleneni sonunda anladı ve yönet' menin kafa.Sındaki taslağa tam anlamıyla güvenerek son derece rahat ve hafif bir oyun çıkardı. Bu oyuncular yönetmene çocukların inancıyla sarılırlar. Ve bu güven bana olağanüstü ilham verir. Anatoli Solonizin gerçekten doğuştan oyuncuydu, sinirli, duyar­ lı bir insandı, kolayca etkilenir, duygusal olarak kolayca alevlenirdi; onu gerekli ruhsal duruma getirmek hiç zor olmazdı. Geleneksel Stanislavski eğitiminden geçmiş her oyuncu için so­ rulması zorunlu addedilen, bana ise son derece saçma gelen "neden, niçin ve hangi temel düşünceye dayanarak" sorularım kendilerine sormaya kalkmayan oyuncuları yeğlerim. Tanrıya şükür, Anatoli So­ lonizin beni hiçbir zaman bu tür sorularla rahatsız etmedi. O, sine­ mayla tiyatro arasındaki farkı anlamış biriydi. Ya da, filmlerimde sık sık görülen Nikolay Grigoryeviç Grinko gibi bir oyuncuyu ele alalım. Grinko, son derece tatlı, asil bir insan ve bir oyuncudur. Onun dürüstlüğünü, duyarlılığını ve zengin iç dünyasını çok severim. Bir keresinde Rene Clair'e oyuncularıyla çalışması hakkında bir soru sorulduğunda, Clair, oyuncularla "çalışmadığını", yalnızca onlara para ödediğini söylemişti. Zamanında Sovyet eleştirmenleri­ nin siniklikle suçladıkları bu cevapta aslında oyuncu mesleğine kar­ şı duyulan büyük saygı gizlidir. En azından mesleğinde gerçekten 166

Ayna: So•Jyet Ordusunull Siva.� Gci/ ü

üzı'l"indeki yürüyüşüyle ilgili belgeselden

usta olanlara duyduğu derin güven. . . Gene de bir yönetmen zaman zaman oyuncu olarak beş para etmez insanlarla çalışmak zorunda kalır. Buna karşın, Antonioni'nin Serüven'indeki ya da Orson Wel­ les'in Yuf(tQŞ Kane'nindeki oyunculuk çalışması ne müthiştir! İnsan seyrederken benzersiz inandırıcılığa sahip tiplerle karşı karşıya ol­ duğu duygusuna kapılıyor. Ama bu, bir tiyatro oyuncusunun anlatı­ mından temelde farklı, yalnızca sinemaya özgü bambaşka bir ikna gücüdür. Bu yüzden Solaris'in başoyuncusu Donatas Banionis ile hiçbir zaman yaratıcı bir çalışma içine giremedik. Çünkü Banionis " ne­ den" ve "niçin" bir şeyi oynadıklarım kavramadıkça çalışmayan ç�­ zümlemeci oyuncular kategorisine dahildir. Anında, içinden geldiği gibi oynama yeteneği yoktur, önce rolünü kafasında şekillendirmek zorundadır. Tek tek bölümler arasındaki, yalnız onun sahnesinde değil, bütün filmde oynayan diğer oyuncular arasındaki bağlantı hakkında ayrıntılı bilgiye ihtiyacı vardır. Bu şekilde kendini, yönet­ menin yerine koymaya çalışır, ki bu herhalde uzun yıllar tiyatroda çalışmanın getirdiği bir alışkanlık olmalı. Donatas, bir sinema oyun­ cusunun bitmiş filmi kafasında canlandıramayacağı düşüncesini bir türlü hazmedemedi. Ne istediğini çok iyi bilen bir yönetmen bile ba­ zen bunları gerçekleştiremez. Gene de Donatas, Kelvin rolünde çok başarılı oldu ve bu rolü özellikle onun oynamasını sağlayan rastlantı­ lara müteşekkirim. Ama onunla çalışmanın kolay olduğunu hiç söy­ leyemeyeceğim. Her oyuncuya başka türlü davranmak gerektiğini daha önce söylemiştim. Dahası bazen aynı oyuncuya -rolüne göre- bile farklı davranmak gerekebiliyor. Bu konuda istediği etkiyi yaratmak iste­ yen bir yönetmen yaratıcı olmak zorundadır. Örneğin Andrey Rub·

lov' da çan yapımcısının oğlu Boris'i canlandıran Kolya Burlayev'i

- ele alalım. İvan'zn Çocukluğu'ndan sonra bu benimle ikinci çalışma­ sı olacaktı. Çekim çalışmaları sırasında asistanlarım aracılığıyla on­ dan hiç hoşnut olmadığım, muhtemelen aynı sahneyi bir başkasına tekrarlatacağım söylentisini yaydım. Benim için onun, sırtında yak168

laşan bir felaketin yükünün hissederek kendine güvenini kaybetme­ si ve tabii bu güvensizliği rolüne de başarılı bir şekilde yansıtması çok önemliydi. Burlayev, son derece dağınık, efekt peşinde koşan yüzeysel bir oyuncudur ve duygulan da aynı şeklide yapaydır. Özel­ likle işte bu yüzden, onun güvenini kırmak benim için çok önemliy­ di. Ama bütün bu önlemlere karşın rolünü hiçbir zaman İrma Rausch, Anatoli Solonizin, Nikolay Grinko ya da B eşenova ve Nasa­ rova düzeyinde oynayamadı. Bence Kiril rolünde fazla ön plana çıkan İvan Lapikov da bu fil­ ınin genel oyunculuk düzeyinin çok dışına taşıyor. Fazla teatral; ya­ ni o, kendi tasarımım, rolüyle olan kendi ilişkisini ve kendi karakte­ rini oynuyor. Benim ne demek istediğiıni anlamak için Ingmar Bergman'ın

Utanç adlı filınine bakalın . Bu filmde, bir oyuncunun, yönetmenin düşüncesini "sunduğu", yani bir karakter taslağını ve onunla olan ilişkisini sanki onu bu temel düşüncenin bir perspektifi olarak görü­ yormuşçasına oynadığı tek bir oyunculuk gösterisi dahi bulunmaz. Oyuncu; canlı bir insanın arkasına sığınmıştır, onunla tam anlamıy­ la bütünleşmiştir. Bu filmin kahramanları her şeyleriyle boyun eğ­ mek zorunda oldukları şartların oradan oraya attığı toplardır ve bu­ na uygun bir davranış sergilerler. Bize ne bir düşünce ne de olayla­ rın bir sonucunu iletmeye çalışırlar, bütün bunları bir bütün olarak filınin kendisine ve yönetmenin düşüncesine bırakırlar. Ve bu göre­ vi olağanüstü bir başarıyla yerine getirirler. Bu insanlar hakkında hiç kimse, içlerinden hangisinin "iyi", hangisinin "kötü" olduğunu açık açık belirleyemez. Örneğin ben Max von Sydow'un kötü bir in­ san olduğunu hiçbir zaman söyleyemem. Bu filmde her insan biraz iyi biraz kötüdür. Kimse yargılanamaz, çünkü oyuncuları en ufak bir eğilim bile hissettirmezler. Çünkü yönetmen dış koşullan, insa­ nın bütün ahlaksal değerlerinin sorgulandığı olağanüstü hallerde ne gibi tepkiler gösterdiğini araştırmak için yaratmıştır. Yani bura­ da yönetmen daha önce belirlenmiş bir düşüncenin uygulayıcıları olarak onlardan yararlanmaz. 169

Max von Sydow'un o akıl almaz incelikle işlenmiş rolüne bakın! Bu, aslında iyi bir insandır. Yumuşak ve duyarlı bir müzisyen. Görü­ nürde bir korkak. Ama her cesur insanın iyi olması gerekmediği gi­ bi her korkağın da serseri olması gerekmez. Ancak Bergman'ın Utanç filminin kahramanı kesinlikle zayıf bir insandır. Karısı ondan çok daha güçlüdür. Adam korkularım yenme gücünü ondan alır. Ama bu da her zaman yeterli olmaz. Zayıflığı, hassasiyeti, karşı ko­ yacak gücü bulamayışı karşısında ezilir. Saklanmaya, bir köşeye kıv­ rılmaya, hiçbir şey görmemeye ve duymamaya çalışır ve bütün bun­ ları bir çocuk saflığı ve dürüstlüğü içinde yapar. Ancak hayat onu kendini savunmaya zorladığında birden, gözle görülür bir şekilde bir serseriye dönüşür. İçinde barındırdığı en iyi yanım yitirir, ama olayın bütün saçma ve dramatik boyutu da burada yatar işte: Bir­ den kazandığı yeni özelliğiyle kansı için önem kazanır. O güne ka­ dar onu hor gören kadının şimdi ona ihtiyacı vardır, korunmak ve kurtarılmak ister. Hatta adam yüzüne bir tokat indirip evden dışarı attığı halde peşinden sürüklenir. Burada yeniden karşımıza İyi'nin pasif, Kötü'nün ise aktif olduğu düşüncesi çıkar. Ama ne kadar da karmaşık bir şekilde yansıtılmıştır! Bir tavuk bile kesemeyen bir adam, sonunda kendini ispat edebileceği bir yöntem bulduğu anda sinik bir insana dönüşür. Bu karakterde Hamletva� bir şeyler var­ dır. Çünkü bence, Danimarka Prensi, fiziksel ölümü tattığı düello­ nun sonunda ölmez. Bu, "fare kapanından" hemen sonra gerçekle­ şir; onu, hümanist ve aydın Hamlet'i, Elsinore'a yerleşmiş, hiçbir değeri olmayan bu mahluklar gibi davranmaya zorlayan hayat kav­

Max von Sydow tarafından canlandırılan o meşhum tip de artık hiçbir şeyden çekinmez, acıma­ sızca öldürürken, başkasını kurtarmak için parmağım bile oynat­ maz. Yalnızca kendi iyiliğini ve çıkarım düşünerek davranır. İnsa­ nın, adam öldürme zorunluluğu karşısında dehşet ve korku duyabil­ mesi için gerçekten de son derece dürüst olması gerekir. Bu kor�u­ yu kaybeden, yani "cesur" olan bir insan ise sonunda tinselliğini, ay-

gasının acımasızlığını fark ettiği anda .

170

..

dm dürüstlüğünü ve masumiyetini yitirir. Özellikle savaş insanlar­ da insanlığa aykırı, korkunç güçleri açıkça harekete geçirir. Berg­ man'ın filminde savaş, yönetmenin insanlarıyla açıkça ortaya çıkan bir fenomen olur, tıpkı Ayna daki Gibi filmindeki kadın kahramanı­ '

nın hastalığı gibi. Genelde, çalışmaya başlamadan hangi oyuncuya filmimde rol vereceğimi bilmem. Bunun tek istisnası, hayatta olduğu sürece mut­ laka her filmimde yer almış olan Anatoli Solonizin'di. Onunla aram­ da neredeyse batıl iti.kata dayalı bir ilişki vardı. Nostalghia'nın se­ naryosunu da onu düşünerek yazmıştım. Bu oyuncunun ölümüyle benim hem sanatsal -hem de kişisel hayatımın ikiye b ölünmesi ara­ sında neredeyse simgesel bir bağ var: Rusya' da kalanla ondan son­ rası. Oyuncu seçimi benim için, genelde, son derece sıkıntılı, uzun bir süreçtir. Çekim çalışmalarım yanlayana dek seçimin doğru mu yanlış mı olduğunu söylemek tam anlamıyla imkansızdır. Belki de işin en zor yanı seçimimin doğruluğuna güvenmesini öğrenmek, se­ çilen oyuncunun kişiliğinin benim kafamdaki kişiliğe gerçekten de uyduğuna inanmaktır. Seçim konusunda asistanlarım bana çok yar­ dımcı olurlar. Solaris'in hazırlıkları sırasında karım ve en büyük desteğim Larisa Pavlovna Tarkovskaya, Snauts rolünü oynayacak uygun bir oyuncu aramak üzere Leningrad Film Stüdyosuna gitti ve o sıralar Grigori Kosinzev'in Kral Lear filminde oynayan olağanüstü oyuncu, Litvanyalı Juri Jarvet ile döndü. Snaut rolü için, saf, ürkek ve çekingen bakışlı bir oyuncu aradı­ ğımızı başından beri biliyorduk. O güzel mavi, çocuksu gözleriyle Jarvet, aklımızdaki tipe mükemmel bir şekilde uyuyordu. Bugün ona Rusça konuşturduğumuza çok pişmanım. Onu Litvanya dilinde konuşturup sonradan senkron yapsaydık çok daha iyi olacaktı. O za­ man mutlaka daha rahat, daha açık ve daha ayrıntılı oynardı. Bir keresinde, bir sahnenin provası sırasında ondan bütün sah­ neyi baştan bir kere daha ve bu sefer "biraz daha üzgün" oynaması­ nı rica etmiştim. Jarvet, istenileni aynen yaptı. Sahnenin çekilme171

sinden sonra da bana o korkunç Rusçasıyla şunu sordu: "'Biraz da­ ha üzgün' ne anlama geliyor?" Daha önce de belirttiğimiz gibi, sinemayı tiyatrodan ayıran şey, filmin, kişilikleri bir mozaik şeklinde film şeridine kaydetmesi, yö­ netmenin de sonradan bunlardan sanatsal bir bütünlük yaratması­ dır. Buna karşın tiyatro, spekülatif çözümlemeciliğin çok büyük .

önem taşıdığı bir oyunculuk çalışmasının yürütülmesini talep eder. Tiyatroda bütünün göz önünde tutularak kişiliklerin ilkesinin belir­ lenmesi, oyunda rol alan insanların eylem şemasının ana hatlarıyla çizilmesi, oyuncuların birbirlerini ne şekilde etkileyeceğinin, oyun­ daki davranışlarının ve nedenlerinin genel olarak işlenmesi gere­ kir. Oysa sinemada önemli olan, o anki durumun, ruh halinin aslını bulmaktır. Bazen bu doğruya ulaşmak, oyuncuları çekim boyunca kendihayatlarım yaşamaktan alıkoymak ne kadar da zordur! Rolü­ nü canlandıran bir oyuncuya, kendini en iyi şekilde ifade etme ola­ nağı tanıyan ruhsal durumunun en derin köşelerine nüfuz etmek ne kadar da zordur! Sahneye konan bir hayat, belgesel bir hayat olamaz. Bir sine­ ma (filmini) oyununu tahlil ederken, bu eylemi filme çeken kamera­ manın hangi yöntemlerden yararlandığını değil, yönetmenin nesne­ nin önündeki hayatı nasıl ve hangi, şekillerde düzenlediğine bakmak gerekir. Otar İoseliani,37 örneğin Yaprak Dökümü'nden Bir Zaman­

lar Öten Bir Ardıç Kuşu Vardı'ya,

oradan da Pastoral'e ulaşmakta­

dır. Yalnızca son derece yüzeysel ve kayıtsız bakmaya alışmış bir göz, burada sergilenen ayrıntılara takılıp kalarak en önemli nokta­ ya, İoseliani'nin şiirsel dünya görüşüne dikkat etmeyi unutur. Onun kamerasının -yani filme alış tarzının- "belgesel" mi yoksa şiir­ sel mi olduğu, benim için hiç fark etmez. Her sanatçı az çok ayın kay­ naktan su içer. Ve bir Pastoral'in yaratıcısı için, tozlu bir yolda gi­ den bir kamyondan, yaz misafirlerinin sıradan ama gene de şiir do­ lu gezintilerini tutarlı ve acımasız bir şekilde izlemekten daha değer­ li bir şey yoktur. O, hiçbir özel romantizme, coşkuya başvurmadan bunu dile getirmek istemektedir.

172

Bu yolla dile getirilen bir aşk, örneğin Nikita Mihalkov-Konça­ lovski'nin Sevgililer Romansı'nda gösterilen sözde şiirsel anlatım­ dan yüz misli daha inandırıcıdır. Konçalovski'nin filminde, yönetme­ nin daha çekim çalışmaları sırasında veciz ve tepeden bir ifadeyle kamuoyuna yeni keşfettiğini açıkladığı türün yasaları uyarınca bü­ yük büyük konuşmalar yapılır. Nasıl da soğuk, nasıl da dayanılmaz bir cüret ve namussuzluk yayılır bu filmden! Dünyadaki hiçbir tür, bir yönetmenin soğuk bir sesle tamamen kayıtsız "kaldığı şeylerden söz etmesine bir gerekçe olmamalı. Otar İoseliani'nin filmlerini "düıyazı", Nikita Machalkov-Konçalovski'nin filmlerini ise korkunç "şiirsel" olarak ele almaktan daha büyük bir yanılgı olamaz. Arada­ ki fark, İoseliani'nin şiirselliğinin gerçekten sevdiği şeylerle ifade edilmesidir, hayata bakışındaki sahte romantizmi sergilemek için kafadan uydurulan şeylerle değil. Zaten bütün bu etiketleri ve çekmeceleri hiçbir zaman seveme­ dim. Örneğin, Bergman'ın simgeselciliğinden söz edildi mi rahatsız olurum. Bence tam tersi söz konusudur. Bergman, neredeyse biyo­ lojik bir doğalcılıkla, manevi anlamda, kendisi için önemli olan in­ san gerçeğine ulaşır. Bir yönetmenin sahip olduğu derinlik, filme çekme nedeninde belirginleşir demek istemiyorum. Filmi nasıl veya hangi yönteme başvurarak yaptığı son derece önemsizdir. Bir yönetmen, "şiirsel'', "entelektüel" ya da "belgesel" biçem üzerinde değil, yalnız ve yalnız, kendi düşüncesini tutarlı bir şekil­ de sonuna kadar götürmek üzerinde kafa yormalıdır. Bu amaç uğru­ na nasıl bir kamera kullandığı yalnızca onu ilgilendirir. Çünkü sa­ natta belgesel bir otantiklik ve nesnellik olamaz. Nesnellik her za­ man için yönetmen �esnelliğidir, yani özneldir. Bu, yönetmenin bel­ gesel bir malzemeyi birleştirdiği durumlarda bile böyledir. Oyuncular, benim istediğim şekilde yalnızca hayata yakın bir oyun çıkaracak' olurlarsa o zaman komedi, fars ya da melodrama ne demek gerekecek? Oyuncular burada abartmak zorunda değiller mı.?. 173

Tiyatroya has kavramların hiçbir eleştirel süzgeçten geçirilme­ den sinemaya aktarılmasına kesinlikle karşıyım. Tiyatronun bam­ başka alışıldık verilerle çalıştığı olgusu başlı başına yeterli bir ne­ dendir. Sinema "türünden" söz edildiğinde, genelde ticari yapımlar, durum komedileri, kovboy filmleri, psikolojik dramlar, polisiyeler, müzikaller, korku ve felaket filmleri, melodramlar vs kastedilmek­ tedir. Ama bütün bunların sanatla yakından uzaktan bir ilgisi var mıdır? Bunlar "kitlesel iletişim"dir, tüketim malları demek belki de daha doğru. Artık ne yazık ki her yerde rastlanılan bu biçimler sine­ maya, dışarıdan, ticari çıkarlar tarafından zorla dayatılmaya çalışıl­ maktadır. Ancak esas anlamıyla sinema, düşünmenin ancak bir biçi­ mini tanır: Birleştirilemezi ve çelişkiyi birleştiren, sinema sanatım yazarının düşünce ve duygularıyla özdeşleştiren şiirsel düşünce tar­ zı. Gerçek bir film görüntüsü, türünün sınırlarının aşılması üzeri­ ne kuruludur. Ve bir sinema sanatçısı burada, açıkça tek bir türün boyutları içinde hapsedilemeyecek olan idealini ifade etmeye çalı­ şır. Örneğin bir Robert Bresson hangi türü kullanırdı? Hiçbirini. Bresson, Bresson'dur. O, başlı başına bir tür zaten. Antonioni, Felli­ ni, Bergman, Kurosava, Bunuel, son tahlilde, yalnızca kendileriyle özdeştirler. Ya Chaplin? Chaplin yoksa sinemada komediyi mi tem­ sil etmektedir? Hayır, o, Chaplin'dir, eşi bir daha bulunamaz bir fe­ nomen, işte o kadar. "_Tür" kavramından dondurucu bir soğuk yayıl­ maktadır. Ama sanatçılar, başlı başına birer alemdir. Onları tutup herhangi bir türün dar kalıplarına sıkıştırmak mümkün mü? Berg­ man'ın ticari kalıpta bir sinema komedisi çevirmeye kalkması ayrı bir konu. Aynca bu konuda başarılı olduğu da söylenemez. O, dün­ ya çapında sağladığı ününü diğer filmlerine borçludur. Chaplin'i ele alalım. Burada söz konusu olan, abartma üretimi­ dir, ama çok daha önemlisi Chaplin'in canlandırdığı kahramanların gerçeğe yakın davranışıyla insanı her an hayrete düşürmesidir. Kah­ ramanları en garip durumlarda bile doğallıklarını korur ve bu yüz174

den insanları kahkahaya boğar. Chaplin'in kahramanları, özellikle çevrelerindeki abartılmış dünyanın saçmalığı yüzünden daha da inandıncıdırlar. Bazen, sanki Chaplin 300 yıl önce ölmüş gibi geli­ yor. O kadar klasik, o kadar büyük! Spagetti yemekte olan bir insanın farkına varmadan tavandan sarkan kağıtları da yuttuğu o inanılmaz sahneden daha garip ne ola­ bilir ki? Ama Chaplin'in oyunculuk tarzı son derece tabii, yapay hiç­ bir şey yok. Elbette ki hepimiz, bütün bunların kurmaca olduğunu, durumun abartılmış olduğunu biliyoruz. Ama bu abartılmış düşün­ cenin gerçeğe sadık, doğal bir biçimde canlandırılması yüzünden bi­ ze çok daha inandırıcı ve olağanüstü komik geliyor. Chaplin burada oynamıyor. Bazen son derece aptalca durumlarda bile büyük bir do­ ğallık içinde yaşamını sürdürüyor. Sinemanın kendine özgü bir oyunculuk anlayışı vardır. Bu, ta­ bii ki, sinema yönetmenleri oyuncularını her zaman aynı şekilde kul­ lanırlar demek değildir. Fellini'nin oyuncuları Bresson'unkilerden çok farklıdır. Bir kere her ikisi de farklı insan tiplerinden yararlan­ maktadır. Zamanında Rus seyirci kitlesi arasında çok popüler olan Yakov Protasanbv'un38 çektiği sessiz filmlere bugün tekrar baktığımızda oyuncuların nasıl tiyatronun kurallarına bağlı kalmaya zorlandıkla­ rım büyük bir hoşnutsuzlukla tespit ederiz. Bu filmlere hiç utanmadan tiyatro kalıplan aktarılmış, oyuncu­ lann yoğrumsallığı zorla sağlanmıştır. Bu filmlerde, komedilerin ko­ mik, dramatik sahnelerin olabildiğince "etkileyici" olabilmesi için çok çaba sarf edilmiştir. Ama zorlama ne kadar fazlaysa "yöntemleri­ nin" dayanaksızlığı da o kadar açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Es­ ki filmlerin pek çoğunun bu kadar çabuk yaşlanmasının nedeni, oyunculuk davranışlarındaki özelliği bulup çıkaramamaları olmuş­ tur. Buna karşın, kanımca, Bresson'un filmlerindeki oyuncular hiç­ bir zaman eskimiş izlenimi yaratmayacaktır, tıpkı filmlerinin de es­ kimeyeceği gibi. Çünkü bu filmlerde hiçbir sivrilik, hiçbir tantana 175

yoktur. Varolan, insanın özduygusunun en derin gerçeğidir. Bres­ son'un oyunculan görüntüleri taklit etmezler, şksine en derin bir bi­ çimde özümsedikleri hayatlannı gözümüzün önünde yaşarlar. Mou­ chette'i düşünün bir kere. Bu filmde herhangi bir kimse, baş kadın kahramanın bir an için olsun seyircileri düşündüğünü iddia edebilir mi? Seyircilerine yaşadıklannın "derinliğini" nasıl iletmesi gerektiği­ ni? Seyircisine, kendini ne kadar "kötü" hissettiğini gösteriyor mu? Hayır, asla; bir an için bile bunları düşünmüyor. Kendi hayatının bir gözlem konusu olduğunu, herhangi bir şeyi ispatladığını bile fark etmez görünüyor. Kendi kapalı, derin ve yoğun dünyasında ya­ şıyor ve bu yüzden de bizi etkisi altına alıyor. Ve eminim, bu film yıl­ lar sonra da bizi aynı şekilde etkileyecektir. Tıpkı Carl Theodor Dreyer'in Jeanne d'Arc39 adlı sessiz filminin bizi hfila etkilemeyi sür­ dürmesi gibi. Ama herkesin de bildiği gibi kimse tarihten dersler çıkarmaya yanaşmaz. Ve işte bakın, günümüz sinemacıları, çoktan aşılmış oldu­ ğunu sandığımız geçmişin teatral oyunculuk anlayışına geri dönme peşinde. Larissa Şepitko'nun Yükseliş adlı filminde üstüne basıla basıla vurgulanmaya çalışılan çokanlamlı "anlatımcılık" bana hiç de inandırıcı gelmedi; sonunda tam anlamıyla tekanlamlı bir anlatım tarzı çıkmış ortaya. Tıpkı diğer pek çok yönetmen gibi Larissa Şepit­ �o da, hangi sebeple bilinmez, baş kadın oyuncusunun abartılı bir biçimde vurgulanmış deneyimlerinden hareketle seyirciyi "sarsma­ ya" çalışmış. Yeterince anlaşılamayacağından korkmuş olmalı ki, oyuncusunu inanılmaz yükseklikteki bir kürsüye çıkartmış. Oyun­ cunun ışıklandırılmasında bile, anlatının özel bir "çok anlamlılığa" bürünmesi kaygısından yola çıkılmış. Ama ne yazık ki sonuçta orta­ ya anlamsız bir tantana ve inanılmaz bir öykü çıkmış. Seyircilerde zorla acıma duyguları uyandırmak adına, bu kadın yönetmen, oyun­ cularını canlandırdıkları tiplerin çektikleri acıları sergilemeye zorla­ mış. Filmde her şey, gerçek hayatta olduğundan çok daha eziyetli ve acı dolu. Bu yüzden de filmden inanılmaz bir soğukluk ve kayıt­ sızlık akıyor. Belli ki yönetmen kendi tasanmını kendisi bile anlaya176

mamış. İnsan, "seyirciye bir düşünce aşılayacağım" diye uğraşmama­ . lı, bu son derece faydasız ve anlamsız bir görev. Seyirciye hayatı gös­ termek çok daha iyidir, o nasıl olsa bunu doğru bir şekilde değerlen­ dirmesini bilecektir. Larissa Şepitko gibi son derece yetenekli bir yönetmen hakkında bunları söylemek zorunda olduğum için üzgü­ nüm. Sinemanın "oynayan" oyu�culara ihtiyacı yoktur. Nasıl tepki göstermesi gerektiğini çoktan kavramış seyirciye hala ısrarla ve hiç­ bir ayrıntıyı atlamadan metinlerini açıklamaya çalışan oyuncuları görmekten insanın midesi bulanıyor. Oyuncular bu konuda ısrar et­ mekten vazgeçmeyerek seyircilerinin hayal gücüne ne kadar güven­ diklerini ispatlamış oluyorlar! Peki amır, o zaman bu oyuncularla İvan Mozşuhin gibi, devrim öncesi Rus filminin "yıldızlan" arasında ne fark kalıyor? Tek fark, filmlerin teknik olarak artık başka bir dü­ zeyde çevnliyor olması mı? Sanatta tek başına teknik düzeyin hiçbir anlamı yoktur. Olsaydı, o zaman sinemanın bir sanat dalı olduğunu nasıl ileri sürebilirdik ki!? Sinemada tek sorunun, meselenin öı:üne, yani filmsel etkinin gizemine yaklaşmak gibi bir derdi olmayan salt ticari gösteri sorunu etrafında döndüğünü söyler, işi bitirdik. Bu­ gün de bizi ne bir Chaplin ne bir Dreyer ne de Dovşenko'nun Top­

rak 'ı bu denli yorardı. Ama ne yazık ki hala kendimizi onların etki­ sinden kurtaramadık, bizi hala en az dünkü kadar yormaya devam ediyorlar. Gülünç olmak demek birinin gülmesini sağlamak demek değil­ dir. Ayın şekilde acındırma duygusu uyandırmak da seyircinin göz yaşları kanallarım harekete geçirmek olamaz. Bir abartma ancak, eserin tümünü kapsayan yapı ilkesi olarak, görüntü sisteminin bir özelliği olarak mümkündür, yoksa yöntemlerden biri olarak değil. Bir oyuncunun el yazısı ne gösterişli olmalı ne de okunmaz. Bazen tam anlamıyla gerçekdışı olan bir şey gerçeğin ta kendisini dile geti­ rir. Dimitri Karamazov, 40 daha o zaman şöyle demişti: " Gerçekçilik - ne kötü bir şaka!" Her sanat, kavramanın bir biçimi olarak gerçek olana eğilir, an177

cak gerçeklik, çevre tanımlanması ve doğalcılıkla eşanlamlı değil­ dir. Yoksa Johann Sebastian Bach'ın bir "Choral Preludium"unun gerçekle hiçbir alakası yok mudur? Bu anlamda gerçekçi değil mi­ dir?

·

Moskova Gençlik Tiyatrosunda Hamlet'i sahneye koyarken Po� lonius'un katlini şu şekilde canlandırmak istedik: Hamlet'in öldürü­ cü darbesiyle Polonius saklandığı yerden çıkarken kırmızı şapkası­ nı sanki yarasını örtmek istercesine göğsüne bastırır. Sonra onu ye­ re düşürür, kaybeder, yerden almak için dönmeye çalışır, sanki ar­ kasını toplamaya çalışmaktadır: Efendisinin önünde yerleri kanla kirletmek yakışık almaz! Ama gücü tükenir. Polonius'un yere düşür­ düğü kırmızı başlık gerçek bir başlıktır, ama ayın zamanda da ka­ nın bir göstergesi, onun mecazi anlamıdır. Tiyatroda gerçek kan, be­ lirgin doğal işlevi içinde kullanıldığında inandırıcı bir şiirsel gerçek­ lik sergileyemez. Sinemada ise kan, kandır, yani ne bir simge, ne başka bir şey. Andrzej Wajda'mn Küller ve Elmaslar'ındaki kahra­ man, kurumaları için asılmış çamaşırlar arasında vurulup yere dü­ şerken sarıldığı beyaz bir çamaşırda koyu kırmızı bir kan lekesi -Kırmızı-Beyaz, Polonya bayrağının rengidir- beliriyorsa, burada biz edebiyattan alınma bir görüntüyle karşı karşıyayız demektir, si­ nematografik bir görüntüyle değil; bu görüntünün son derece güçlü bir duygusal etki yaratması bu olguyu değiştiremez. Sinema hayata fazlasıyla bağımlıdır, bütün dikkati onun üstün­ de yoğunlaşmıştır. Bu yüzden hiçbir türe sıkıştırılamaz, tür kalıpla­ rının yardımıyla herhangi bir duygu yaratması beklenemez. Tiyatro­ da ise, aksine, düşüncelerle çalışılır, insan karakterleri bile bir dü­ şünceden ibarettir. Hiç şüphesiz, tüm sanat yapmadır. Gerçeği yalnızca simgeleşti­ rir. Bu çok bilinen bir hakikattir, ama, yalnızca mükemmel olma­ yan bir beceriye, yetersiz bir profesyonelliğe dayalı bir "yapaylığı" da bilinçli yapılmış bir biçem olarak ileri sürmemek gerekir, özellik­ le eğer bu tanım belirli bir görüntüselliğin gereklerine değil, yalnız178

ca abartılmış ve zorlanmış bir çabaya ve ne pahasına olursa olsun et­ ki yaratma arzusuna dayandırılıyorsa.

hginç, hem de ne pahasına olursa olsun ilginç bir yaratıcı sanat­ çı olma arzusu yalmzca taşralılığın bir göstergesidir. İnsan, seyircisi­ ne de kendi onuruna da saygılı olmalıdır. Seyircinin yüzüne dumanı üfle memelidir. Kediler köpekler bile bundan pek hoşlanmaz. Bu, tabii ki her şeyden önce seyirciye güvenme soru­ nudur. Sinema salonunda oturan tek tek her bir seyirci­ yi göz önüne almak zorunda olmasak da doğrusu budur. Se�rciye mesajının ancak çok ufak bir bölümünü ileti­ yor olsa da her sanatçının dü­ şü mümkün olduğu kadar çok anlaşılmaktır. Ama aslın­ da çok da fazla dertlenmeme­ si gerekir: Sanatçının ısrarla üzerinde durması gereken tek nokta, düşüncesini müm­ kün olduğunca dürüst bir şe­ kilde ifade etmek olmalıdır. / Genelde 'oyunculara, şu ya Ayna: Cepheden geri döııeıı Baha da bu düşünceyi iletmekle yükümlü oldukları söylenir. Sonuç olarak da onlardan uslu birer "düşünce taşıyıcıları" olarak yararlanılmış olur. Görüntünün gerçek­ liği de bu arada kaynar gider. •

Otar İoseliani'nin Bir Zamanlar Ö ten Bir Ardıç Kuşu Vardı adlı filminin en dikkate değer özelliği profesyonel olmayan oyunculara güvenmesiydi. Bu ne demektir? Başoyuncunun otantikliği konusun­ da hiç tereddüt uyanmıyor: Perdede canlandırdığı hayat kesinlikle· 179

gerçek, gözlerden kaçmayacak şekilde kanlı canlı; her birimize, her birimizin yaşadığı olaylara yakından bağlı otantik bir hayat. Sinema oyuncusu olarak etkilemenin tek koşulu, anlaşılır ol­ mak değildir. Dürüst ve inandırıcı da olmak gerekir; ne yazık ki bu dürüstlük çoğu zaman yeterince anlaşılmaz.

Müzik ve Ses Üzerine Bilindiği gibi sinemada müzik sessiz film döneminde kullanılmaya başlanmıştır. Piyanonun başında oturan biri, gösterilene ritmik açı­ dan uyan, gerilimi yansıtan . müzikal bir parçayla beyaz perdede olup bitenlere eşlik ederdi. Bu, görüntünün oldukça mekanik, rast­ lantısal ve illüstrasyon açısından ilkel -bir seslendirme biçimiydi. İşin tuhafı, sinematografide ses kullanımının bu ilkesi, neredeyse kelimenin tam anlamıyla geçerliliğini bugün de koruyor. Bir bakı­ yorsunuz bir episod müzikle "desteklenmiş'', bir başka seferinde ana konu gene müzik aracılığıyla canlılık "kazanmış" ya da duygusal içerik "güçlendirilmiş". Bir başka seferinde ise müzikten başarısız bir sahneyi "kurtarması" istenmiş. Benim görüşüme göre, müziği şiirsel bir nakarat olarak kullan­ ma yöntemi çok daha doğrudur. Bir şiirde şiirsel bir nakaratla karşı­ laştık mı, biraz önce aldığımız bilgilerle donatılmış olarak başlangıç noktasına, yazan ilk dizeleri yazmaya iten başlangıç noktasına geri döneriz. Nakarat, bizim için yeni olan bu şiirsel dünyaya adım atma­ mızı sağlayan o ilk durumu içimizde yeniden uyandırmamızı sağlar. Aynı zamanda da bize dolaysız ve yeni bir deneyim yaşatır. Kısaca1 sı: Kaynağa geri döneriz. B öyle bir durumda müzik yalnızca, koşut bir görüntünün içeri­ ğini güçfendirmek ve canlandırmakla kalmaz, aynı malzemenin, ni­ teliksel olarak değişmiş daha yeni bir şekilde ifade edilmesi olanağı­ nı da yaratmış olur. Kendimizi duruma uygun, nakarat şeklinde dü180

zenlenmiş temel bir müzik gücüne terk ettiğimizde, yeni duygusal deneyimlerle zenginleşmiş olarak daha önce yaşadığımız duygulara tekrar tekrar geri döneriz. Böyle bir durumda bir müzik ögesinin kullanımı işin rengini hayli değiştirir, hatta zaman zaman çekimde sabitleştirilmiş hayatın özünü bile değiştirebilir. Bu kadarla da kal­ maz: Müzik, kullanılan malzemeye, yönetmenin deneyimini yansı­ tan belli lirik nüanslar da katabilir. Örneğin, biyografik bir film olan Ayna' da müzik gerçek hayattan alınmadır, yönetmenin manevi deneyiminin bir parçasıdır ve bu filmin lirik kahramanının dünyası­ nı yaratmada önemli bir rol oynamıştır. Görsel film malzemesini izleyici algılamasında belli bir biçi:ıp. bozukluğuna uğratmada müzik işlevsel bir rol oynar. Algılama süre­ cinde daha ağır veya daha hafif, saydam ve yumuşak ya da kaba ve elle tutulur bir etki yaratılmak istendiğinde müzik glme yardıma ko­ şar. Bir yönetmen şu veya bu müziği kullanarak seyircilerin duygu­ larım kendi istediği yere yöneltmek, onların görsel olarak sergile­ nen nesneyle ilişkilerini genişletmek olanağına kavuşur. Nesnenin anlamı bu yüzden değişmez ama bu yolla ek bir nüans kazanır. Se­ yirci, bundan böyle müziğin de organik yapı.taşları arasına katıldığı yeni bir birim bağlamında bu nüansı algılar, en azından potansiyel olarak. Kısacası algılamaya yeni bir boyut getiriımiş olur. Filmlerimde müzik tek boyutlu "görüntü illüstrasyonu" olarak kalmıyordur, umarım; ayrıca filmlerimdeki müziğin, seyircileri gös­ terileni benim istediğim vurgulamayla görmeye zorlayan olayların etrafındaki duygusal bir örtü olarak algılanmasını da asla istemem. Film müziği, benim için her halükarda sesli dünyanın, insan hayatı­ nın doğal bir parçasıdır. Kuramsal açıdan tutarlı bir şekilde işlen­ miş sesli bir filmde müziğe hiç yer kalmayacağı, bunun yerine filme, sinema sanah açısından giderek daha da ilginçleşen seslerin hakim olacağı -son iki filmin Stalker ve Nostalghia'da bunu gerçekleştirmeye çalıştım- gerçeği doğru da olsa benim için fark etmez. •

Filmsel görüntüyü gerçekten kapsamlı bir şekilde seslendire­ bilmek için muhtemelen bilinçli olarak müzikten hepten vazgeçmek 181

gerekir. Aslına bakılacak olursa hem filmsel olarak şekillendirilen dünya hem de müziksel olarak şekillendirilen dünya birbirine para­ lel, birbiriyle çelişkili iki ayn dünya oluştururlar. Gerçeğe uygun bir şekilde düzenlenmiş sesli bir dünya özü itibariyle müzikaldir, ya­ ni tam anlamıyla sinematografik bir müziktir. Otar İoseliani, örneğin, sesle harikulade bir biçimde oynar, ge­ ne de yöntemi benimkinden tamamen farklıdır. İoseliani, doğal güıı­ delik hayatın seslerinden oluşan bir çatıda ısrar eder, hem de bizi perdede gösterilenin yasallığına inandıracak bir sebatla, öyle ki so­ nunda bunları artık en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş bir fo­ nogram (ses yazısı) olmadan düşünemeyiz. Doğanın kusursuz bir yankısı olma özelliğini taşıyan sesli bir dünya ne anlama gelir? Anlamı ne olursa olsun, sinemada bu düşü­ nülemez bile, çünkü tek·bir çekim içinde her şeyin ayın anda varol­ masım gerektirir: Adımlar, gürültü patırtı, sözcük parçacıkları, rüz­ garın uğultusu, köpek havlaması, öten bir horoz vs. Çekime alınan her görüntünün fonogramla (ses yazısı) da kaydedilmesini bekler. Bundan da ortaya sadece bir ses cümbüşü çıkar, sonuçta film, bir ses düzeninden tam anlamıyla mahrum kalır. Ses seçiminin yapıla­ madığı bir film, eninde sonunda sessiz filmden farksızdır, çünkü gö­ rüntüden sesli dünyayla ilgili, sesli anlatımla ilgili her şey yok olup gitmiştir. Bergman'da, örneğin, boş bir koridorda ayak sesleri, saatlerin tiktaklan ya da elbise hışırtıları duyulduğunda zannedilir ki yönet­ men sesleri doğal şekliyle kullanmış. Oysa bu "doğalcılık", aslında, seslerin üstünü örtmüş, onları ayrıştırıp abartmıştır. Bergman, tek bir gürültü ortaya çıkararak bizim gerçek hayatta duyacağımız bü­ tün diğer önemsiz, tali, işitsel olaylan göz ardı eder. Bu yüzden, ör­ neğin İbadet Edenler filmindeki intihar eden kadın cesedinin sahile vurduğu sahnede yalıvzca suyun şırıltısı duyulur. Toplu çekimiyle, yarı genel çekimiyle bütün bir episod boyunca bu suyun kesilmek bilmeyen şıpırtısından başka hiçbir şey duyamayız, başka hiçbir gü­ rültüye kulak kabartamayız, ne ayak seslerine ne de sahilde duran

182

insanların sözlerine. İşte bu, her şeyiyle Bergman'a özgü akustik ifa­ de biçimidir. . Aslında ben, dünyanın kendiliğinden çok güzel bir sese sahip ol­ duğu, sinemanın müziğe hiç gereksinimi olmadığı görüşündeyim, yeter ki biz duymasını bilelim. Ancak modern sinemada olağanüstü ustalıkta müzik kullanımı örneklerine de rastlamak mümkün. Örne­ ğin Bergman'ın Utanç'ında felaket bir transistörlü radyodan para­ zit yüzünden zaman zaman kesilen son derece güzel klasik müzik sesleri yükselir. Ya da Nino Rota'nın, Fellini'nin 8 1/2 adlı filmi için yaptığı o şahane müzik! Hem kederli, hem duygusal hem de hafif alaylı ... Ayna'nın bazı sahnelerinde besteci Artemyev ile birlikte elek­ tronik müzik kullandık. (Bence elektronik müziğin sinemada çok ge­ niş bir uygulama alanı vardır.) Elektronik müziğin bu filmde uzak bir yankı, dünyevi olmayan bir hışırtı ve bir inleme etkisi yaratması­ nı istemiştik. Bununla hem yedek bir gerçeklilik dile getirilmiş hem de somut ruh halinin, iç dünyanın sesleri yeniden üretilmiş olacak­ tı. Artemyev'in tınılarını çok karmaşık yoldan elde ettiği elektronik müziği o kadar dikkatli kullanmıştık ki, tam müzik duyulduğu, na­ sıl yapıldığının kavrandığı an sesler aniden kesiliyordu. Elektronik müziğin her türlü deneysel-sanatsal kökenini ortadan yok etmek ge­ rekiyordu, dünyanın hayat dolu şarkısı olarak algılanmasının tek yo­ lu buydu. Buna karşılık enstrümantal müzik o kadar özgün bir sanat dalı­ dır ki, onu filmin organik bir parçası olarak filmle bütünselleştir­ mek oldukça zordur. Bu yüzden onu kullanmak aslında her zaman bir tavizdir; o hep ilüstratiftir. Aynca elektronik müzik bir filmin ses düzeni içinde kaybolabilir, kendini gürültülerin ardına gizleyebi­ lir, bir tür belirsiz bir şey olarak yansıyabilir. Kendini tıpkı doğanın sesiymişçesine, belirsiz duyguların işareti olarak sunabilir, ama bir insanın nefes alışım da taklit edebilir. Ben bu belirsizliği seviyorum işte. Ses hep ortalarda bir yerlerde yüzmelidir, ister müzik, ister bir konuşma ya da yalnızca bir rüzgar şeklinde olsun, hiç önemli değil. 183

VI

Sanatçı ile Halk Arasındaki İlişki Üzeri ne

Sanat ile sınai-ticari üretim arasındaki ikili durumdan etkilenen si­ nemalar, özellikle film yapımcısı ile seyirci arasındaki ilişkide tayin edici bir rol oynarlar. Bu çok bilinen olgudan hareketle, aşağıda, bu durumun sinema için yol açtığı sayısız düşünceler üzerinde bazı gö­ rüşlerimi dile getirmeye çalışacağım. Bilindiği gibi her üretim verimli olmak zorundadır. Üretimin sadece yatırımlan karşılaması yetmez, belli bir miktar kazanç da ge­ tirmesi gerekir. İnsana tuhaf geliyor ama, meseleye üretim endeksi açısından yaklaştığımızda, "arz" ve "talep" gibi kavramlar, yani ka­ tıksız piyasa yasaları, bir filmin başarısını ya da başan�ızlığını, este­ tik değerini belirleyebiliyor. Böylesine ölçüler, bugüne kadar başka hiçbir sanata uygulanmamıştır. Sinemanın içinde bulunduğu bu ko­ şullar sürdükçe sinema alanındaki gerçek sanat eserlerinin geniş bir seyirci kitlesine-ulaşması bir yana yapılabilmesi bile zor olacak­ tır. "Sanat''ı, "sanat olmayan"dan ve açık taklitlerinden ayırmak için baş vurduğumuz ölçütler öylesine göreceli ve kaypaktır ve nes­ nelleştirilmeleri öylesine olanak.sızdır ki, hiç farkında bile olmadan bir de bakmışsınız, estetik değerlendirme ölçütlerinin yerini ya aza184

Stalke�: Andrey Tarkovski filmin settinde mi kar düşüncesi ya da çeşitli ideolojik amaçların belirlediği faydacı değerlendirme ölçütleri almış. B e nce, her ikisi de sanatın asıl göre­ vinden aynı ölçüde uzaktır.

.

Sanat, doğası gereği aristokrattır ve dolayısıyla halkın arası.nda bir tür seçmeye başvurur. Zira tiyatro ve sinema gibi "kolektif' sanat­ lar bile yarattıkları etkide, sanatla temas eden tek tek her insanın yaşadığı olaylara çok yakından b ağlıdır. Sanat, bireysel algılamala-

185

/

rında insanların ruhsal yapısını ne kadar sarsabilirse önemi de o de­ rece artar. Ne var ki, sanatın bu aristokratik özelliği bile sanatçıyı halka -insanlara da diyebilirsiniz- olan sorumluluklarından uzun süre kurtaramaz. Tam tersine. Sanatçı, zamanı ve dünyayı eksiksiz kavrayan bir kişi olduğundan, gerçekle ilişkilerini tam olarak yansı­ tamayan ve dile getiremeyen insanların sesi olur. Bu anlamda sanat­ çı, gerçekten de halkın sesinin ta kendisidir. İşte sanatçının kendi yeteneğiyle birlikte halka da hizmet etme zorunluluğu buradan ge­ lir. Ya yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak ya da ruhunu üç kuruşa satmak; sanatçının yapacağı tercihlerdir. Leo Tolstoy, Dostoyevski veya Gogol'un ruhlarında esen fırtınaların temeli işte tam da bu noktada, yüklendikleri rollerin ve verecekleri kararların bu derece bilincinde olmalarında yatmaktadır. Şuna inanıyorum ki, kendi düşüncelerini gerçekleştirme arayı­ şı içinde olan sanatçı, eserleriyle ilgilenecek birinin mutlaka varol­ duğu inancını taşımasa, bu işe hiç kalkışmazdı. Öte yandan sanatçı, yaratırken, kendisi ile diğerleri arasına bir perde çekip anlamsız ve önemsiz günlük olaylardan kendini soyutlamalıdır. Zira sanatçının yaratıcı geleceğine gerçek anlamda sahip çıkabilmesinin biricik gü­ vencesi, sonsuz bir samimiyet ve dürüstlük, buna ek olarak da in­ sanlar adına yüklendiği sorumluluk bilincidir. Sovyetler Birliği'ndeki çalışmalarım sırasında, "getçeklerden uzak olmak" ve kendimi halkın acil taleplerinden tecrit etmekle suç­ landım. Hayret verecek kadar yaygın bir görüştü bu. İtiraf etmeli­ yim ki bu suçlamaların asıl anlamım hiçbir zaman doğru dÜrüst kav­ rayamadım. Genelde bir sanatçının veya herhangi bir başka insa­ nın, yaşadığı toplumun, kendi çağının dışına "Ç1kabilmesi", kendisi­ ni doğduğu zaman ve mekandan bağımsız kılabilmesi, ulaşılmak is­ tenen ideal bir durum olarak kabul edilir. Öyle sanıyorum ki, her in­ san, dolayısıyla her sanatçı (çağdaş sanatçıların düşünsel ve estetik konumları arasında farklılıklar olsa bile), ister istemez, kendisini çevreleyen gerçeğin meşru bir ürünüdür. Bir sanatçı bu gerçeği biri­ lerinin hoşuna gitmeyen bir tarzda da yansıtıyor olabilir. Ama bu, 186

onun "gerçeklerden uzak" olmasını mı gerektirir? Şüphesiz, her in­ san, kendi çağım dile getirir ve onun geçerli yasalarını özümser, is­ ter bu gerçeği benimsesin isterse görmezden gelsin, hiç fark etmez. Daha önce de belirttiğim gibi, sanat, insanın mantığına değil duygularına seslenir. İnsanın ruhunu "yumuşatmayı", iyiye karşı du­ yarlı kılmayı amaçlar; zira değerli bir film izlediğimizde, güzel bir resme baktığımızda ya da iyi bir müzik dinlediğimizde bizi silahsız­ landıran, adeta elimizi kolumuzu bağlayan herhangi bir düşünce, başlıbaşına bir görüş değildir ilk aklımıza gelen; yeter ki sanat "bi­ zim" sanatımız olsun. Thoma:s Mann'ın da belirttiği gibi, büyük sa­ nat eserlerinin her zaman çift yönlü ve çift anlamlı, tıpkı hayatın kendisi gibi belirsiz ve çok boyutlu olmaları bu görüşün geçerliliğini daha da artırmaktadır. Bu nedenle yazar, salt kendi izlenimleriyle bezediği eserinin tek anlamıyla benimseneceğini asla varsayamaz. Sanatçının yaptığı, sadece, kendi dünya görüşünü dile getirme dene­ mesidir; insanlar dünyaya bir de sanatçının gözüyle baksın, dünyayı bir de sanatçının duygulan, şüpheleri ve düşünceleriyle öğrensin di­ ye. Aynca şuna inanıyorum ki, halkın sanat beklentileri, hangi sa­ nat eserinin kitlelere ulaştırılacağı konusunda karar sahibi olanla­ rın zannettiklerinden çok daha ayrıntılı, ilginç ve süprizlerle dolu­ dur. Bu nedenle en karmaşık ve en seçkinci olanlar da dahil, her sa­ nat anlayışı, bazen çok mütevazı de olsa mutlaka kamuoyunda yan­ kı uyandırır; dahası buna adeta mahkumdur. Belli bir sanat eseri­ nin, moda deyimiyle "geniş kitleler", yani o efsanevi çoğunluk açısın­ dan anlaşılır olup olmadığı tartışması, aslında sanatçının halkla, ya­ ni kendi çağıyla arasındaki ilişkiye gölge düşürmekten başka işe ya­ ramaz.

"Şair, gerçek eserlerinde hep halkçıdır. Ne yaparsa yapsın, yaratı­ cılığında hang{amaçlarz ve düşünceleri güderse gütsün, istesin ya da istemesin, mutlaka ve mutlaka halkın karakterinin doğal gücünü ifade eder; bunları bu halkın kendi tarihinden daha de­ rin ve belirgin bir şekilde dile getirir. " 187



Herzen, böyle yazmaktadır. Sanatçı ve halk birbirlerini karşılıklı koşullandırır. Sanatçı ken­ dine sadık ve günlük değer yargılarından uzak kaldığı sürece, hal­ kın hem algılama düzeyini yaratır hem de bunu yükseltir. Bu yolla artan toplumsal bilinç ise, yeni sanatçıların doğmasına yol açacak o toplumsal enerjiyi biriktirir. Büyük sanat eserlerinin -yaratıcılarından ve halktan bağımsız olarak- doğanın bir parçası, edebi gerçekliğin bir parçası oldukları­ nı itiraf etmeliyiz. Tolstoy'un Mann'ın

Yusuf ve Kardeşleri,

Savaş ve Barış'ı

ya da Thomas

hiç şüphesiz, yaşadıkları çağın değer­

siz eğilimlerinin ve modalarının çok uzağındadır; ,kendi değerlerini yine kendi içlerinde taşırlar. Bu uzaklık, belli bir ahlaki ve ruhi gözetleme kulesinden olayla­ ra bu bakış, sanat eserine tarihi bir hayat bahşeder, ona durmadan yeni ve değişik şekillerde algılanma olanağım tanır. Ö rneğin lngmar Bergman'ın

Persona'sını,

her seferinde farklı

bir gözle olmak üzere birçok kere seyrettim. Otantik bir sanat eseri olması nedeniyle bu film, seyircisine her seferi.nde bu filmin dünya­ sıyla tamamen kişisel, yeni bir ilişki kurma, bu filmi her. seferinde yeniden yorumlama firsatını vermektedir. Sanatçı, eserini daha anlaşılır ve kabul edilir kılmak adına her­ hangi bir ortalama düzeye inme hakkına sahip değildir. Biz, sanatın serpilip gelişmesini bekler, sanatçıda henüz ortaya çıkmamış p otan­ siyel olanaklara inanırken, daha doğrusu inanmak isterken onun böyle bir tutum benimsemesi sadece ve sadece sanatta çürümeye yol açar. Marx şöyle demişti: " Sanatın tadına ancak sanatsal zevkleri ge­ lişmiş bir insan varabilir." Sanatçı "anlaşılır" olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az "anlaşılmaz" olmayı istemek kadar saçmadır. Sanatçı, eseri ve onu algılayanlar ayrılmaz bir bütün oluşturur­ lar, tek bir kan dolaşım sistemiyle birbirine bağlı tek bir organizma. . B u organizmanın parçaları arasında bir uyumsuzluk baş gosterdi188

Stalker: Filmin üç kahramanı ğinde uzman ellerin "tedavisine" gerek duyulur ve dikkatle kendini gözlemlemeye . . . Şu çok açık hakikatı burada tekrar vurgulamakta yarar görüyo­ rum: Ticari filmlerde ve sıradan televizyon yapımlarında tutturulan ortalama ölçü izleyicinin gerçek sanatla ilişki kurma olanaklarım büsbütün yok ederek beğenilerini bağışlanamaz ölçülerde mahvet­ mektedir. Benim için ideale ulaşma anlamına gelen sanatta güzellik gibi olağanüstü önemli bir kategori neredeyse tamamen yok olmanın eşi­ ğine gelmiştir. Her dönem, gerçeği arayışıyla belirlenir. Sonunda or­ taya çıkan gerçek ne kadar korkunç olursa olsun, bir ulusun yeni189

den sağlığına kavuşmasına katkıda bulunabilir. Çünkü gerçeğin bi­ lincine varılması, sağlıklı bir dönemin başlangıcını müjdeler, böyle bir şeyin ahlaksal ideallerle çelişkiye düşeceğini de herhalde kimse iddia edemez. Bu gerçeği örtbas edip gizlemeye kalkmak; bu hoş olmayan ger­ çeğin ideali inkar edeceği iddiasıyla yanlış yorumlanmış bir idealle bu gerçek arasında yapay bir çelişki yaratmaya kalkmak, estetik öl­ çütlerin yerine salt ideolojik-faydacı ölçütler koymakla eş anlamlı­ dır. Ancak ve ancak bir dönemin büyük gerçekçiliği gerçek bir ideali, yani yapay propagandalarla ayakta tutulmayan gerçek ahlaki bir ideali dile getirebilir.

Andrey Rublov'da ben,

bu konuya temas etmeye çalıştım. Baş­

langıçta filmin kahramanı, yaşamın korkunç gerçekliği ile sanatsal yaratıcılığının uyumlu ideali arasında uzlaşmaz bir çelişki bulundu­ ğunu sanır. Ancak filmin temelinde yatan esas düşünceye göre, çağı­ nın ahlaksal ideallerini dile getirebilmesi için bir sanatçının önce ça­ ğının kanlı yaralanna korkmadan bakmayı öğrenmesi, onlan bizzat kendi bedeninde, kendi içinde yaşaması gerekmektedir. Bilincine vanlan korkunç ve "alçak" gerçeği daha yüksek bir düşünsel eylem adına aşmak; özü itibariyle oldukça dinsel bir anlam taşıyan, ulvi fik­ ri yükümlülüğün kutsanmış bilincine varmak demek olan sanatın gerçek misyonu işte budur. Ruhsuz sanat, kendi traj edisini de içinde taşır. Kendi çağının ruhsuzluğu, bilgisi bile sanatçıdan belli bir tinsellik talep eder, çün­ kü gerçek sanatçı her zaman ölümsüzlüğün hizmetindedir. Bu dün­

yayı ve Üz� rinde yaşayan insanlan ölümsüz kılmayı amaçlar. Bunu

yapmaz, mutlak gerçeğin peşine düşmez, nihai amaç yerine değer­ sizliği tercih ederse, parlamasıyla sönmesi bir olan bir böcek iibi yi­ ter gider. Bir filmi tamamlayıp da ve film, kısa ya da uzun bir süre içinde, az ya da-çok bir çaba sonucu piyasaya çıktığında, artık onun üzerin­ de düşünmeye de son veririm. Niçin düşüneyim ki? Film, artık ben-

190

den kopmuştur, "babasından" bağımsız, kendi "yetişkin" yaşamına adımım atmıştır. Artık onun üzerinde hiçbir etkim kalmamıştır. Seyircinin ortak bir tepkisiyle karşılaşmayacağımı da baştan bi­ lirim. Gene de mesele, yalnızca filmin bazılarınca beğenilmesi, bazı­ larınca ise tamamen reddedilmesi değildir. Daha da ötesinde, şunu da hep hesaba katmak zorundayım ki filme karşı hiç de kayıtsız ol­ mayan insanlar bile filmi farklı şekillerde algılayabilir. Laf aramız­ da, filmlerimden biri gerçekten de farklı " okuma tarzlarına" olanak tanıyorsa bu, beni ancak mutlu eder. Bence, daha film ortaya çıkmadan olası "başarılar"ın hayalleri­ ne dalmak, filmi seyretmeye gelecek insanların sayısını tahmin et­ meye çalışmak, matematiksel hesaplara girişmek son derece anlam­ sız ve faydasızdır. Hiçbir şey hep aynı tarzda ve tek anlamıyla algı­ lanmaz, bu çok açık. Sanatsal bir görüntünün anlamı, daha çok, bek­ lenmedik etkisinde yatar, çünkü dünyayı kendi öznel nitelikleriyle algılayan bir insanın bireyselliğiyle yoğrulmuştur. Bu algılama biçimini, bu bireyselliği, bazıları kendilerine çok yakın, bazıları da sonsuz uzak bulabilirler. Burada yapacak hiçbir şey yoktur! Sanat, öyle ya da böyle, herhangi bir kimsenin iradesin­ den bağımsız olarak, kendi gelişimini sürdürecektir, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi. Ve bugün savunulan estetik ilkeler, yarın, bizzat sanatçılar tarafından tekrar tekrar çiğnenecektir. Meseleye bu açıdan bakıldığında bir filmin başarısı beni, belli bir anlamda hiç ilgilendirmemektedir. Film tamamlanmıştır, artık onu değiştiremem. Öte yandan, seyirdlerin görüşlerini umursama­ dıklarını iddia eden yönetmenlere pek inandığımı da söyleyemem. Cesurca iddia edebilirim ki her sanatçı, ta yüreğinin derinliklerin­ de, seyirciyle karşılaşmayı arzular, kendi eserinin çağın can damarı­ na dokunacağı, bu nedenle de seyirci için çok önemli olacağı, onu ru­ hunun en gizli kalmış köşe!etjnden vuracağı inancını ve umudunu taşır. Bir yandan seyircinin hoşuna gitmek için özel bir çaba sarf et­ meyip öte yandan korkudan titreyerek filmim kabullenilsin ve beğe­ nilsin diye dua etmem asla kendi içinde bir çelişki değildir. Zira ben19 1

ce, sanatçı-halk ilişkisinin -çok derin ve dramatik bir ilişki- özü iş­ te bu noktada doğrulanır. Yönetmenin asla yalnız kalmaması gerektiğini herkes kabul eder. Az veya çok, ama

kendine ait bir seyirci kitlesine sahip olma

hakkı, sanatçı bireyselliğinin normal bir varolma koşuludur. Bir top­ lumda kültürel geleneğin gelişmesi de buna benzer. Her birimiz, milmkün olduğu kadar çok insana yakın ve onlar için gerekli olmak, onlar tarafından kabul edilmek isteriz. Bu doğaldır. Fakat hiçbir sa­ natçı, daha işin başında başarı hesabı yapamaz; veya mümkün olan ·en büyük onayı garanti edecek çalışma ilkelerini seçemez. "Seyirci­ nin eğilimlerine" öncelik tanınan yerlerde, sadece eğlence sanayiin­ den, şov merkezlerinden ve kitlelerden söz edilebilir, ama kaçınıl­ maz olarak kendi iç yasalarım izlemek zorunda olan sanattan asla! İster beğenelim, ister beğenmeyelim, bu böyledir. Yaratma süreci her sanatçıda farklı yollar izler. Ancak b ence, bütün sanatçılar, gizli ya da açık, halkla bir ilişki kurma, onlar tara­ fından anlaşılma umudu taşımaları ve uğradıkları her başarısızlığın altında ezilmeleriyle birbirlerine benzerler. Meslektaşları tarafın­ dan takdir edilen, dahası tanrısallaştırılan Cezanne'ı bir komşusu­ nun ressam olarak kabul etmemesi, onun için ne büyük bir felaket olmuştu. Ancak bu yüzden resim tarzında herhangi bir değişiklik yapmaya kalkışmayan da gene aynı Cezanne'dı. Bir sanatçı, herhangi bir konuyla ilgili bir sipariş kabul edebi­ lir, bu bence çok normal. Ancak b ence, sanatçının konuyu ne şekil­ de ele alacağının, işleyiş tarzının denetlenmesi kadar saçma bir şey olamaz. Sanatçının halkın veya herhangi başka bit'kimsenin bağım­ lılığı altına girmesini yasaklayan nesnel nedenler vardır. Bunlara uyulmadığında sanatçının en derin isteklerinin, acılarının ve hüzün­ lerinin yerine kendisine kesinlikle yabancı, dıştan aktarılmış şeyler geçer. Sanatçının en zor ve en yıpratıcl görevi kesinlikle ahlaksal bir yapıya sahiptir. Bu yapı, sanatçıdan, kendi kişiliğine karşı aşırı dü­ rüst ve içten davranmasını bekler, bu ise halka karşı da içten ve so­ rumlu olmayı getirir.

192

Stalker

Bir yönetmenin, herkesin hoşuna gitmek gibi, muhtemel başa­ rılar düşüncesiyle çalışmasında kendini denetlemek gibi bir hakkı olamaz. Bu tür bir denetimin kaçınılmaz bedeli, seyirciyle arasında­ ki ilişkinin temelden farklılaşmasıdır. Farklı:aşan bu ilişki içinde yö­ netmen tasarımından da tasarımını gerçekleştirmekten de uzakla­ şır. Alın işte size "elim sende" oyunu! Ve sanatçı seyircisinin tepkisi­ nin zayıf kalacağım baştan sezinlese bile, sanatçı yazgısını değiştir­ mek elinden gelmez! Puşkin, bu konuyu harikulade bir şekilde şöyle açıklamıştır:

"Çar sensin. Yalnız yaşa. Kendi özgür yolundan git. Özgür kafan seni nereye sürüklerse sürüklesin. Değerli düşüncelerinin ürün­ lerini gerçekleştir. Yüce eylemlerin için asla ödül isteme. Ödül sensin, ödül senin kendi içinde. Kendinin en yüce yargıcısın sen: Kendi yapıtını amansızca yargılama gücün herkesten fazladır. Sen, iddialı sanatçı. yapıtından hoşnut musun? " Burada, seyircinin benimle olan ilişkisi üzerinde hiçbir etkim olma­ dığım söylemekle film yönetmeni olarak üstlendiğim görevi açıklığa kavuşturmak istiyorum. Aslında oldukça basit bir görev: Olanaklar çerçevesinde işini yapmak ve kendini acımasızca eleştirmek. Du­ rum böyleyken, bir de nasıl "seyircinin hoşuna giderim" diye, Sov­ yet sanatçılarına hep söylendiği gibi "seyirciye örnek olacağım" diye mi uğraşayım? Bu seyirci de kimdir? Anonim bir kitle mi? Robotlar mı yoksa? . . Sanatı özümleyebilmek için çok a z şey gereklidir. Yalnızca uya­ nık ve duyarlı bir ruh yeter de artar bile, yeter ki giizeie ve iyiye açık, estetik öze doğrudan ulaşma yeteneğine sahip olsun. Örneğin Rusya'da seyircilerimin arasında bilgi durumu ve eğitim düzeyi yük­ sek bile olmayan böyle pek çok insan vardı. Bana kalırsa, insana al­ gılama yeteneği daha beşikte verilir ve bu, insanın tinsel yapısına yakından bağlıdır. "Halk bunu anlamaz" lafı, beni öteden beri müthiş kızdırmıştır . 194

Bu da ne demektir? Halk adına konuşma, çoğunluğun sözcülüğünü yapma hakkı kime verilmiş ki? "Halkın" neyi kavrayıp kavramadığı­

m, neye ihtiyacı olduğunu, neyi reddettiğini kim bilebilir ki? Yoksa, halkın gerçek merakları, düşünceleri, özlemleri, umutlan ve hayal kırıklıkları üzerinde fikir sahibi olmak amacıyla herhangi bir zaman­ da, bizzat halka gidip, hiç değilse mütevazı, ama dürüst bir soruştur­ ma yapan birileri mi var? Ben halkımın bir parçasıyım. Aynı toprak­ lar üzerinde yurttaşlarımla birlikte yaşadım ve onlarla -yaşımla orantılı olarak-aynı tarihi deneyimleri edindim, ayın yaşam süreçle­ rini gözlemledim ve yansıttım. Ve şimdi de burada, Batıda bile, hal­ kımın bir evladı olarak yaşıyorum. Onun küçük bir damlası, ufacık bir parçasıyım; kökleri kültürel ve tarihi geleneklerin derinliklerin­ de yatan düşüncelerini dile getirmeyi umuyorum. Film çeviren bir insanın, kendisini ilgilendiren ve heyecanlandı­ ran şeylerin, başkalarına da ilginç geleceğinden, doğal olarak, hiç kuşkusu yoktur. Bu düşüncenin doğal sonucu olarak da seyirciden olumlu bir tepki alacağım varsayarak seyircisine "yağ çekmeyi", şi­ rinlik yapmayı aklının ucundan bile geçirmez. Seyircisini gerçekten sayan bir sanatçı, onun kendisinden daha aptal olmadığım da bilir. Ancak, başka bir insanla konuşabilmenin asgari koşulu her iki taraf için de anlaşılır, ortak bir dildir'. Bir zamanlar, Goethe, zekice düşü­ nülmüş bir cevap almanın şartı, zekice soru yöneltmekten geçer de­ mişti. Sanatçı ile seyirci arasında gerçek bir iletişim d e ancak iki ta­ raf da aynı kavrayış düzeyine sahipse gerçekleşir. E n azından her iki tarafın da, sanatçının yapıtında hedeflediği amaçların ayın şekil­ de bilincinde olması gerekir. Edebiyat, örneğin, yaklaşık iki bin yıllık bir geleneğe sahiptir. Edebiyatla b oy ölçüşemeyecek kadar genç olan sine;:'la, çağının so­ runlarının bilincinde olduğunu kanıtlamıştır, hfilii da kanıtlamaya devam etmektedir._Sinema sanatının, dünya edebiyatının başyapıt­

ianmn yarateilarıyla gerç�ktenliof �Dilecek kişilikler ortaya

çıkartıp çıkartmadığı konusu ise tartışmaya açıktır. Ben çıkg,.rtıt ğı­ na inanmıyorum, dahası bunun nedenlerini bile sayabilirim: Sine-

195

ma sanatı, henüz kendi dilin arama.yı sürdürüyor, zaman zaman bu dilin yakınlarında gezinip duruyor, ama o kadar. . . Özgün bir sine­ ma dili sorunu bugüne kadar henüz çözüme kavuşturulamadı. Aslın­ da bu kitap da sadece, bu soruna bir başka çözüm arama girişimi­ dir. Çağdaş sinemanın içinde bulunduğu durum, insanı, sinema sa­ natının değeri üzerinde derin derin düşündürtmektedir. Bir ressam bilir ki malzemesi renktir. Bir yazar için söz, okuyu­ cu üzerinde etki kurmasını sağlayan silahtır. Sadece biz sinema yö­ netmenleri, geleceğin sinemasını "şekille ndirecek malzeme" konu­ sunda henüz kesin bir yargıya varabilmiş değiliz. Sinema, genelde, henüz özgünlük arayışı içindedir. Özelde ise her bir sinema sanatçı­ sı, sinemanın genel gelişmesi içinde hılla kendine bireysel bir ses

bulma peşind� �ir. Sinemanın gerçekten de "kitleleri en çok etkile­

yen sanat" olabilmesi için, sinema sanatçılarının ve seyircilerinin da­ ha çok çaba sarf etmeleri gerekmektedir. Burada konuyu, bilinçli olarak sinema sanatçısının ve seyircisi­ nin bugün karşı karşıya oldukları nesnel zorluklar üzerinde yoğun­ laştırdım. Sanatsal bir görüntünün kamuoyunda birbirinden apayrı tepkiler yaratması dolayısıyla seçici bir etkiye sahip olması çok do­ ğaldır. Ancak sinema sanatında b u, çok daha farklı bir boyuta ulaş­ maktadır, çünkü film yapımcılığı oldukça pahalı bir eğlencedir. Bu nedenle ortaya öyle garip bir durum çıkmıştır ki, seyirci en azından düşünce olarak kendine yakın b ulduğu bir yönetmen seçme hakkı­ na sahip olmuş, ama öte yandan yönetmen, sinemayı salt bir eğlen­ ce, günlük yaşamın dert ve endişelerini unutma yeri olarak gören bir bölüm seyircinin kendisini hiç mi hiç ilgilendirmediğini asla be­ lirtmemeye mahkum edilmiştir. Ayrıca kötü zevkinden dolayı bütün suçu da seyircinin üzerine atmak doğru değildir, çünkü yaşam bize estetik ölçütlerimizi mü-

�le�rmede fırsat eşitliği tanımamaktadır. İşte durumun ger­ çek trajikliği de burada ya_tar.

Şimdi kalkınız ve bir sanatçı için "en

yüksek yargı mercii" seyircidir görüşünü savununuz; buyrun! Peki, ama bu yargıç kim olabilir? Hangi seyirci? Kültür politikası sorum-

1 96

luları, zahmet olmazsa kol­ tuklarından

kalksınlar

da

zevkleri iflah olmaz bir biçim­ de körelten bilinçli taklitler­ le ve çıkartmalarla seyirciyi tıka basa

doyuracaklarına,

lütfedip, belli düzeyde bir kültürel ortam, belli bir sa­ nat

üretimi

oluşturulması

için çaba. harcasınlar. Bu, ne yazık ki sanatçıların değil, so­ rumlu kültür politikacıları­ nın verecekleri bir karardır. Biz sanatçıların taşıdığı tek sorumluluk, kendi yapıtları­ mızın düzeyini yükseltmek­ tir. Bir sanatçı, kendisini ilgi­ lendiren her şey hakkında, iç­ tenlikle ve kararlılıkla görüş­ lerini açıklar. Seçtiği konu­ nun gerçek derinliği ve öne­ mi olup olmadığına da varsın seyirci karar versin.

Ayna'yı

tamamladıktan

sonra, hiç de kolay geçmeyen yıllarımı verdiğim film çalış­ malarıma aıtık son verme d ü­ şüncesiyle oynadığımı açıkça itiraf etmeliyim. Ancak, ön­ sözde de sözünü ettiğim yı­ ğınla seyirci mektubuyla kar­ şılaşınca, böyle radikal bir

Stalker: Aııatoli Solonizin

adım atmaya hiç de hakkım 1 97

olmadığını düşündüm. Madem bozulmamış yargılara sahip bunca açık yürekli insan vardı, madem benim filmlerime yürekten ihtiyaç duyan insanlar vardı, ben de, her ne pahasına olursa olsun, sinema etkinliğimi sürdürme sorumluluğunu üzerimden atamazdım. Benimle gireceği diyalogu kendisi için önemli ve yararlı bulan tek bir seyircinin varlığı, çalışmalarımın en büyük teşvikçisidir. Be­ nimle aynı dili konuşan seyirciler varsa, neden onların çıkarlarını bana yabancı ve uzak insan gruplarına feda edeyim? Varsın bu in­ san grupları, bizimle hiç ilgisi olmayan hazır tannlanna, putlarına tapmayı sürdürsünler. Sanatçının elinde, malzemesine karşı yürüttüğü teke tek müca­ deleyi dürüst ve içten bir biçimde kamuoyuna sunabildiği tek bir olanak vardır. Seyirci, sanatçının gösterdiği bu çabanın anlamını kavrar ve ona teşekkür etmesini bilir. Seyircisinin hoşuna gitmek isteyen, onun zevk ölçütlerini oldu­ ğu gibi kabul edip benimseyen bir insanın seyircisine saygı yoktur. Bu tutumunun tek bir anlamı olabilir, o da, seyircisinin cebindeki paralan kendi cebine aktarma isteğidir. Bu düşüncede olanlar yük­ sek sanatin ideal örneklerini vererek kamuoyunu eğitmektense di­ ğer sanatçılara para kazanmanın yollanın öğretmeye kalkarlar. Se­ yirci ne yapsın, kendi doğruluğundan emin, kendi b eğenmişliği için­ de yaşamayı sürdürür. Kendi yargılanııa karşı eleştirel bir tutum al­ mayı öğretmediğimiz sürece seyirciyi önemsiyor sayılmayız.

198

Vll

Sanatçının Soru mluluğu Üzerine

Önce bir kez daha edebiyat ile sinemanın kıyaslanmasına, daha doğ­ rusu çatışmasına geri dönelim. Bu iki soiı derece özgün ve bağımsız sanat dalının tek ortak yönü, malzemeyi yoğurmaktaki geniş özgür­ lüklerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bir film, yaratıcısının ve seyirci­ sinin yaşantılarına bağımlıdır. Gerçi bütün diğer sanat dallan gibi düzyazı da duygusal, düşünsel ve entelektüel okuyucu alışkanlıkla­ rıyla oynama olanağına sahiptir. Ancak edebiyatın gerçek ayrıcalığı, yazarın kitabın her sayfasında harcadığı ıµneğin yoğunluğundan ba­ ğımsız olarak, okurun kendi içinde belli tat alma normlarını şekil./

lendiren deneyimlerine ve yapısına göre bu sayfaları "okuması", "keşfetmesidir" . Okur her şeye karşın öznel olarak algılamadan vaz­ geçemediği için en doğalcı ayrıntılar bile sanki yazarının denetimin­ den kurtulurlar. Buna karşılık sinema, bir yazarın kendisini, sınırsız bir gerçek­ liğin ve kelimenin tam anlamıyla öznel dünyasının yaratıcısı olarak kabul edebileceği biricik sanat dalıdır. İnsanların içinde varolan kendini kanıtlama eğilimi, en kapsamlı ve en dolaysız ifadesini sine-

199

matla bulur. Film, duygusal bir gerçekliktir ve seyirci tarafından da

ikinci bir gerçeklik olarak kabul göriir. Bu yüzden, sinemayı bir göstergeler sistemi olarak ele alan yay­ gın görüşü son derece ahmakça ve temelde yanlış buluyorum. Bana göre yapısalcıların temel yanılgısı nedir? Burada söz ko­ nusu olan, sanat dallarının temelini oluşturan ve her biri iÇin ayırde­ dici yasaları geliştiren gerçeklikle kQrulacak ilişkinin türüdür. Dilin aracılığına gereksinimi olmayan sinemayı ve müziği bu anlamda, do­ laysız sanatlar arasında sayıyorum. Bu temel ve tayin edici özellik, müzik ve sinemayı birbirine yaklaştırırken her şeyin dil aracılığıyla, yani bir göstergeler ve hiyeroglifler sistemiyle ifade edildiği edebi­ yatla aralarındaki aşılamaz uzaklığın da nedenlerini sergiler. Bir edebiyat eserinin algılanması bir simge, sözcükle temsil edilen bir kavram aracılığıyla gerçekleşir. Oysa film ve müzik, bir eserin dolay­ sız ve duygusal algılanmasına açıktır. Edebiyat, yazarın yeniden üretmek istediği bir olayı, iç ve dış dünyayı sözcükle betimler. Sinema ise, doğada varolan, za'man ve mekan içinde kendiliklerinden ortaya çıkan, çevremizde gözlemle­ yebildiğimiz ve içinde yaşadığımız malzemeleri kullanır. Yazar önce dünyanın belli bir göriintüsünün hayalini kurar, sonra da bu hayali sözcüklerin yardımıyla kağıda döker. Oysa bir film şeridi, kamera­ nın göriiş alanına giren dünyadan kesitleri, doğrudan doğruya me­ kanik bir şekilde kaydeder. Bu kesitlerden daha sonra bir film bütü­ nünün görüntüleri yaratılır. Film yönetmenliği, bu yüzden, kelimenin tam anlamıyla "ışığı karanlıktan, suyu karadan ayırma" yeteneğidir. Bu olanak yönetme­

nin kendisini bir Yaratıcı olarak algılaması

aldatmacasına yol açar.

Yönetmenlik zanaatı hakkında bu kadar muğlak görüşlerin varolma­ sının nedeni de işte budur. Bir yönetmenin taşımak zorunda oldu­ ğu, neredeyse "ceza" niteliğindeki o korkunç sorumluluğu meselesi de işte bu bağlamda gündeme gelir. Yönetmenin tutumu seyirciye açık seçik, neredeyse bir fotoğraf kesinliğiyle ulaşırken seyircinin

200

duyguları da, yönetmenin duyguları olmak bir yana adeta bir tanı­ ğın duygularına dönüşür. Sinemanın tıpkı müzik gibi gerçeklikle uğraştığım bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bu nedenle yapısalcıların bir çekimi bir baş­ ka şeyin göstergesi, bir anlamlama olarak ele almalarına kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu, başka sanat dallan üzerinde yapılan araştırma yöntemlerinin hiçbir eleştiri süzgecinden geçirilmeden salt biçimsel olarak aktarılmasından başka bir şey değildir. Müzikte tek bir öge­ nin hiçbir ilginç yam yoktur ve hiçbir ideolojiye sahip değildir. Aynı şekilde filmsel bir çekim de, gerçekliğin hiçbir görüş içermeyen kesi­ tidir yalnızca. Film ancak bir bütün olarak belli tarzda ideolojik bir anlam taşıyan gerçekliği içerir. Sözcük ise başlı başına bir düşünce­ dir, bir kavramdır, belli bir soyutlama düzeyidir. Bir sözcük anlam­ sız bir ses olamaz. Leo Tolstoy Sivastopo' Oyküleri'nde bir askeri hastanenin kor­ kunçluğunu en ince ayrıntısına kadar gerçekçi bir biçimde betim­ ler. Ancak bu ürkütücü ayrıntıları ne kadar titiz ve gerçeğe uygun bir biçimde betimlerse betimlesin, okuyucu, doğalcı bir acımasızlık içinde verilmiş bu görüntüleri kendi deneyimlerine, arzularına ve görüşlerine göre uyarlama olanağına sahiptir. Zira okuyucu kendi tasarımlarının yasalarına uygun olarak her metni seçici bir biçimde algılar. Bin kez okunan bir kitap bin ayrı kitaptır. Hayal gücü sınırsız bir okur, kısa ve öz tutulmuş anlatımları bile bazen yazarın düşün­ düğünden daha açık görebilir (yazarlar da aslında bu tür genişletil­ miş okumalara bel bağlamışlardır). Çekingen, ahlaki önyargılara sa­ hip, darkafalı bir okur ise acımasızca anlatılmış bütün ayrıntıları, sa­ hip olduğu ahlaksal-etik önyargılann süzgecinden geçirerek atlaya atlaya okuyacaktır. Böylece ortaya yazar-okur ilişkisinin temel feno­ meni olan öznel izlenimlerin garip bir tashihi çıkar. Ancak bu feno­ men tıpkı Truva atına benzer, içindeki yazar buradan okurun ruhu­ na sızar. Sonuç okurun da ikinci bir yazar gibi yaratıcılığa zorlanma­ sıdır. Bir kitap okuma�ın bir film seyretmekten çok daha zor ve yo201

rucu olduğu şeklindeki görüş de işte buradan kaynaklanır. Film, ge­ nelde tamamen edilgen olarak tüketilir: " Seyirci koltuğuna kurulur, makinist de makaraları harekete geçirir. . . " Sinemaseverlerin acaba herhangi bir seçme özgürlüğü var mı? Tek bir çekimle, sahneyle ya da episodla bir eylemin, bir manzara­ nın ya da bir çehrenin değil betimlenmesi, kelimenin tam anlamıyla sabitleştirilmesi nedeniyle sinemada bambaşka estetik değerler, yalnızca tek anlama izin veren somutluklar ortaya çıkar, ki kişisel seyirci deneyimimi sık sık buna karşı isyan eder. Resim sanatından bir örnek verelim: Resim ile ona bakanlar arasında belli bir mesafe vardır. Bu mesafe, temsil edilen şeye göste­ rilen belli bir saygıyla, bunun gerçekliğin anlaşılır, anlaşılabilir bir görüntüsü olduğu bilinciyle önceden programlanmıştır. Gerçekliğin bu görüntüsünü yaşamla özdeşleştirmek kimsenin aklının ucundan bile geçmez. Belki de tek üstünde durulan şey, temsil edilenin ger­ çek yaşamla olan "benzerliği" ya da "benzersizliği"dir. Yalnızca sine­ mada seyirci, beyaz p�rdede gösterilen yaşamın dolaysız olgulara dayandığı duygusundan kendini bir türlü kurtaramaz, b u yüzden de filmi her zaman yaşamın yasaları uyarınca değerlendirir. Tabii bu arada da yaratıcım filmini inşa ettiği ilkelerin yerine kendi gün­ lük yaşam deneyimlerinin ilkesini geçirir. İşte seyirci algılamasında bildiğimiz aykırı görüşler de buradan kaynaklanır. Seyirci kitlesi sinemada acaba neden kendlyaşamıyla hiçbir il­ gisi olmayan egzotik konuları yeğlemektedir? Anlaşılan, kendi ha­ yatlarım yeterince bildiklerini düşünüyorlar, kendi yaşamlarından gına getirdiler ve sinemada bilinmedik deneyimler edinmek istiyor­ lar. Seçtikleri filmler ne ölçüde egzotik ve kendi hayatlarından uzak­ sa o kadar ilginç, eğlendirici ve bilgilendföci geliyor. Ama bu durum daha çok sosyologları ilgilendiren bir sorun: Acaba neden bir grup seyirci sinemada yalnızca eğlence p eşinde ko­ şarken başka bir grup, akıllı bir dert ortağı bulma umudunu taşır? Niçin bazıları için, gerçekte zevksiz ve yeteneksiz bir zanaatkarlık demek olan yüzeysellik ve sözümona " güzellik" önemliyken diğerle202

Stalker: "Vaftizci Yahya "

ri, son derece duyarlı, gerçekten estetik olayları yaşama yeteneğine sahipler? İnsanların büyük çoğunluğunun estetik, hatta zaman za­ man da ahlaksal vurdumduymazlığının nedenleri nedir? Bunun so­ rumlusu kimdir? Bu insanları, bir yüceliğe, bir güzelliğe, tinsel bir coşkuya ulaştırmanın yolu yok mu? İnsanda sanat duygusu bunlar olmadan gelişebilir mi? Cevap ortadadır, biz yalnızca bazı saptamalarla yetinmek istiyo­ ruz. Çeşitli toplumsal sistemler, farklı nedenlerle de olsa seyirci kit­ lesini felaket yapay gıdalarla " doyurmakta", beğeninin aşılanıp geliş­ tirilebileceğini hiç düşünmemektedirler. Aradaki tek fark, Batıda her insanın özgürce seçimini yapabilmesi ve isterse gidip en önemli. yönetmenlerin filmlerini de kolaylıkla seyretmesidir. Ancak, Batıda sanat sineması ticari sinemayla eşit olmayan bir mücadele içinde ol203

duğundan bu farklılığın etkisi de oldukça önemsiz gibi görünmekte­ dir. Özellikle ticari sinemayla arasındaki bu rekabet, yönetmene se­ yircileri adına özel sorumluluk yüklemektedir. Zira sinemanın ken­ dine özgü etkileme gücü (yani filmle yaşamın birbirine eş tutulma­ sı) yüzünden en saçma ticari çöpler bile eleştirel ve talepkiir olma­ yan seyircide gerçek sinema sanatının iddialı sinemaseverler üzerin­ de yarattığı sihirli yankılanmaya benzer bir yankı uyandırırlar. Ara­ daki tayin edici, daha doğrusu trajik farklılık, sanat sinemasının se­ yircilerde duygular ve düşünceler uyandırabilmesi, buna karşılık kitle sinemasının b elirgin tek yanlılığı ve etki peşinde koşmasıyla se­ yircisinde varolan son düşünce ve duygu kırıntısını da silip süpür­ mesidir. Güzele ve maneviyata artık ihtiyaç duymayan insanlar film­ lerden tıpkı Coca Cola şişeleri gibi yararlanmaktadırlar. Bu yüzden sanatçılar nasıl olur da mutlak yaratma özgürlüğün­ den söz.ederler, bir türlü anlayamam. Bence, durum tam tersi: Ken­ dini yaratıcı eylemin içine atan herkes birden kendini görevlerine, sanatçı yazgısına sayısız iplerle bağlı bulur. Her şey ve herkes birtakım zorunlulukların esiridir. Bir insa­ nın gerçekten tam bir özgürlük içinde yaşayabileceğine inanmak de­ rin su balığını karada gördügüne inanmaktan farksızdır. Böyle bir şeyi hayal bile etmek çok zor. Dahi Rublov bile kilise yasaları çerçe­ vesinde çalışıyordu! Acı olan, bizim gerçekten özgür olmayı bilemeyişimiz. Bizler, . bedelini başkasına ödettiğimiz bir özgürlük istiyor, başkaları adına isteklerimizden vazgeçmeye yanaşmadığımız gibi, bunu kişisel hak­ larımıza ve özgürlüklerimize yapılan bir saldırı olarak görmekten de çekinmiyoruz. Bugün, her birimizin en belirgin özelliği aşın bi­ reyciliğimizdir. Fakat özgürlüğü burada aramak boşuna. Özgür ola­ bilmemiz için, hayattan ve çevremizdeki insanlardan bir şey bekle­ mek yerine önce kendimizden talep etmesini öğrenmeliyiz. Özgür­ lük; bu, sevgi adına fedakarlıkta bulunmak demektir. 204



Yanlış anlaşılmamak için: Sözünü ettiğim özgürlük, kelimenin en yüce ve etik anlamıyla özgürlüktür. Amacım, Avrupa demokrasi­ lerini belirleyen tartışma götürmeyen değerlere karşı bir polemik yürütmek değil. Ancak bu demokrasilerde de maneviyat eksikliği ve insanların yalnızlığı sorunları ortaya çıkmaktadır. Bana öyle geli­ yor ki, günümüz insanı, kesinlikle çok önemli olan siyasi özgürlük uğruna yürüttüğü mücadele Sırasında insanoğlunun ezelden beri sa­ hip olduğu özgürlüğü, yani çağı ve toplumu için özveride bulunma özgürlüğünü unuttu. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim :filmlerimde, birlikte yaşadık­ ları insanlara olan bağımlılıklarına, yani özgür olmamalarına rağ­ men içlerindeki özgürlüğü korumasını bilen insanları anlatmak iste­ dim. Görünürde bunlar zayıf insanlardı. Ancak bu zayıflığın, ahlak­ sal inançlarından ve konumlarından doğan gücünden de söz ettim. Stalker, görünürde zayıf bir insandır. Ama inancı ve başkaları­ na hizmet etme arzusu onu yenilmez kılar. Sanatçılar da: meslekleri­ ni yalnızca birilerine bir şeyler anlatmak için icra etmezler. Bu yolla insanlara hizmet etmek arzularım vurgulamak isterler. Bazı sanatçı­ ların, özgürlüklerini kendi çabalarıyla kazandıklarını savunmaları beni her zaman şaşırtmıştır. Artık sanatçı için, içinde yaşadığı çağın ve birlikte yaşadığı insanların bir ürünü olduğunu kavrama vakti gelmiştir. Pasternak şöyle diyor:

"Uyuma, sanatçı, uyuma, Kendini uykuya asla kaptırma Ölümsüzlük kırbacı sen Çağın tutsağı. . . "

Sanatçı bir şeyler yaratmayı başarabilmişse, bu bence, henüz bilinci­ ne varmamış bile olsa, insanların · varolan ihtiyaçlarını karşıladığı içindir. İşte bu yüzden kazanan, bir zafer elde eden her zaman yal­ nızca seyircidir, sanatçı ise her zaman bir şeyler yitirir ve kaçırır. 205

Stalker İnsanın dilediği gibi yaşadığı, keyfince davrandığı, canı isterse yaptığı, istemezse yapmadığı, tamamen özgür bir hayat benim hiç aklımın almadığı bir şeydir. Tam tersine ben, belli bir aşamada ba­ na çok önemli ve gerekli olan şeyi yapmaya kendimi adeta zorunlu hissederim. Seyirciyle kurulacak en doğru iletişim, insanın kendine sadık kalmasından geçer, hem de bilinmez nedenlerden dolayı biz yönetmenler tarafından eğlendirilmeyi bekleyen seyircilerin yüzde seksenini hiç kaale bile almadan. Ancak biz film yönetmenleri seyir­ cilerin bu yüzde seksenini o kadar çok hor görmeye başladık ki, ar­ tık onları eğlendirmeye de hazırız, ne de olsa ilerde yapacağımız fil­ min finansmanı onlara bağlı. Oldukça çaresiz bir durum! Bizi gene, her şeye karşın sinemadan estetik izlenimler bekle­ yen azınlık seyirciye geri dönelim, yani her gerçek sinema sanatçısı206

Stalker: Aleksandr Kaydaııovski nın bilinçsizce hedef aldığı ve ancak yaratıcısının gerçekten başın­ dan geçen, acısı altında ezildiği deneyimleri yansıtan filmlerle ruhu­ na nüfuz edilebilen o ideal seyirciye . . . Seyirciye o kadar saygılıyım ki onu aldatmak elimden gelmiyor. Ona güvenim sonsuz, bu yüzden de ona, çok önemli ve değerli saydığım şeylerden, yalnızca onlardan söz etmeye kesinlikle kararlıyım. Vincent van Gogh, sorumluluğun mutlak bir şey olduğunu ve basit, sıradan insanların resimlerini odalarına ya da çalıştıkları yer­ lere asmaları kadar başka hiçbir başarının onu sevindiremediğini belirtmiş; "sanat kelimenin tam anlamıyla senin için, halk için" yapı­ lır diyen Hubert von Herkomer'i doğrulamıştır; ama gene de Van Gogh, herhangi bir insanın hoşuna gitmek, onun arzusuqu yerine getirmek için uğraşmaya hiçbir zaman yanaşmadı. Kendi gerçeğine 207

karşı bu denli sorumlu davrandığı için bu gerçeğin toplumsal önemi­ ni bütünüyle kavrayabildi ve sonuçta sanatçı olarak tek görevinin, yaşamın olaylan ile " cebelleşmek"ten geçtiğine inanarak son nefesi­ ne kadar bu olayların içinde saklı duran ideal gerçeği şekill�ndir­ mekle uğraştı. Van Gogh günlüğüne şöyle yazar:

"Bir insanın söylemek istediği şeyi açıkça ifade etmesi yoksa ye­ terli değU mi? Düşüncelerini güzel ifade etmesini bilen birini din­ lemek çok daha hoş oluyor, bunu kabul ediyorum. Ancak zaten güzel olan gerçeğe ek bir güzellik kattığını sanmıyorum. " İnsanoğlunun manevi gereksinimlerini ve umutlarını dile getiren bir sanatın, ahlaki eğitimdeki rolü inanılmaz derecede önemlidir. Aslında tayin edildiği görev de bundan başka bir şey değildir. Sana­ tın görevini yerine getirmede başarısız olması toplumda bir şeylerin bozuk olduğuna işaret eder. Sanatı salt dar deneyici ve faydacı gö­ revlerle de karşı karşıya getirmemek gerekir. Bir filmde böyle bir gayenin açığa çıkması onun bütün sanatsal birliğini yok eder. Çün­ kü bütün diğer sanatlar gibi sinemanın da etkisi oldukça karmaşık ve derindir. Sinema çıplak varlığıyla bile insanları olumlu yönde et­ kileyerek onları bir topluluk haline dönüştüren özel manevi bağlan ortaya çıkarır. Aynı zamanda da sanatın kendini yineleyebileceği ve mükemmelleştirebileceği ahlaksal ortamı yaratır. Bu ortam sağlana­ mazsa tıpkı yabaniliğe terk edilmiş bir bahçedeki ağacın elması gibi sanat da mahvolur gider. Tayin edildiği görevler uyarınca kullanıl­ mayan sanat ölür; bu, artık kimsenin sanata ihtiyacı yok demektir. Bir filmin seyirciler üzerinde duygusal bir etki yaratması isteni­ yorsa duygusal görüntü yapısının dış kabuğu yaratıcısının belleğine dayandırılmalı; görüntüde gösterilen, yaratıcının yaşamdan edindi­ ği özgün izlenimlere uymalı; bu ilkeleri kendi pratiğimde sık sık sı­ nadım. Yok, eğer bir sahne spekülatif bir biçimde inşa edilmişse, o zaman istediği kadar özenli ve inandırıcı olsun, hatta edebiyattan 208

·

alınmış reçetelere dayandırılsın, gene de bu sahneye seyirci kayıtsız kalacaktır. Bu tür bir film beyaz perdede bazılarına ilginç ve başarı­ lı gelse de ger.çekte hiçbir zaman hayatta kalmayı başaramayacak, ölümü kesin olacaktır. Kısacası; her okurun algılamasında gerçekleşecek estetik uyar­ lamayı şart koşan edebiyatın aksine sinemada hiçbir zaman seyirci deneyimleriyle oynanamayacağı için yönetmen de başkalarına ken­ di deneyimlerini olabildiğince dürüst bir şekilde yansıtmalıdır. Bu, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir, her şeyden önce kararlı olmayı gerektirir. Zaten bu yüzden bu sanat, tüm dünyada ancak bir avuç insan tarafından üstesinden gelinebilen bir sanat olarak kalmaya mahkumdur, bugün artık sinemaların kapılarını çok daha fazla insa­ na açmış olması bu olguyu değiştirmez. Örneğin, ben, Sergey Ayzenştayn gibi çekimlerde �ifrelendiril­ miş, entelektüel formüllerle çalışılmasına kökten karşıyım. Benim seyirciye deneyimleri iletme tarzım, Ayzenştayn'ınkilerden temel­ den ayrılır. Tabii şimdi bu yönetmenin hakkını yememek için onun hiçbir zaman deneyimlerini iletmek gibi bir sorunu olmadığım da belirtmek gerekir. Onun yapmak istediği şey, daha çok, düşüncele­ ri ve görüşleri en saf halleriyle vermekti. Bunun ardında bana kesin­ likle aykın gelen bir sinema anlayışı yatmaktadır. Ayzenştayn'ın kurgu diktası da bence, sinemanın özgün etkisinin genel temellerini zayıflatır. . . Bu yöntem, edebiyat ve felsefeden farklı olarak sinema­ nın özgün algılanış biçimi sayesinde sunduğu en büyük imtiyazı, se­ yircisinin elinden almaktadır; yani seyircisini beyaz perdede olup bi­ tenleri kendi yaşamı olarak algılama, zamanı dondurulmuş bir dene­ yimi en kişisel deneyim olarak devralma ve kendi hayatıyla perde­ de gösterilen arasında bir ilişki kurma olanağından mahrum bırak­ maktadır. Ayzenştayn'ın düşüncesi despotiktir. İnsanın adeta "havasım" keser, belki de sinemanın en göze çarpan özelliklerinden olan bir şeyleri, seyirciye kendini filmle bütünleştirme olanağı tanıyan bir 209

şeyleri yok eder. Ayrıca ben, süslü sözle rle dolu propaganda amaçlı filmler değil, insanı derinden sarsan filmler yapmak istiyorum. Be­ nim seyircilere olan sorumluluğum bu doğrultudadır ve sanırım, si­ nemanın karanlık salonunda oturmayı göze alacak kadar çok ihtiyaç duyduğu benzersiz bir deneyimi de seyircime iletebiliyorum. İsteyen herkes, filmlerimi, içinde kendini gördüğü bir aynaya bakar gibi seyredebilir. Sinema sanatı, tasarımım yaşam benzeri bi­ çimlerde sabitleştirip duygusal olarak algılanabilecek şekilde örgüt­ lerse seyirci de kendi deneyimlerini anımsayarak olaya katılabilir. Ancak bunu, " şiirsel çekim" diye adlandırılan o spekülatif biçimde, yani düşünce ağırlıklı bir mizansen çekiminde ısrar ederek gerçek­ leştirmek olanaksızdır. Daha önce de belirttiğim gibi, insanın amaçlarım fazla ön plana çıkarmaması kaçınılmazdır. Üzerl� rinde fazla durulursa ortaya bel­ ki sıradan anlamıyla nispeten güncel bir sanat eseri çıkabilir. Ama, kuşkusuz, ömrü uzun olmayacak, önemi geçici kalacaktır. Böyle bir durumda özünün derinliklerine inmeye çalışan bir sanattan p ek söz edilemez, olsa olsa propagandanın, gazeteciliğin, felsefenin ve diğer yakın bilim dallarının hizmetine girmiş bir sanattan söz edilebilir, yani salt faydacı bir görev üstlenmiş bir sanattan. . . Sanatta yeniden üretilen bir fenomenin doğruluk payı, mahtık­ sal yaşam ilişkilerinin bütünüyle yeniden inşa edilmesi denemesin­ de açığa çıkar. Ancak rasgele çaptaki bir "zaman dilim" ine ait olgula­ rı seçmede ve birleştirmede sinema sanatçısının sınırsız bir özgürlü­ ğe sahip olduğu da asla söylenemez. Çünkü sanatçı kişiliği, kaçınıl­ maz olarak, mutlaka gün ışığına çıkacaktır. Fakat gerçek, sanatçının ancak belli bir bölümünü kavrayabil­ diği sayısız nedensel bağlantılara dayanır. O halde sanatçı, yalnızca yakalanmasını ve yeniden üretmesini bildiği bağlantılarla ilgilene­ cektir. İşte sanatçının bireyselliği ve tekilliği de bu noktada ortaya çıkar. Demek ki bir yaratıcının sorumluluğu, canlandırdığı olayları aslına yaklaştırabildjği ölçüde artar. Bir sanatçı dürüst olmalıdır. Onun temiz ellere ihtiyacı vardır. 210

Şanssızlık (ya da sinema sanatının ortaya çıkışının temel nede­ ni), kamera objektifi karşısında hiç kimsenin kendi gerçeğini yeni­ den yaratmasını bilememesinden ileri gelmektedir. Bu nedenle, Sovyet eleştirmenlerinin küfür saydığı " doğalcılık" kavramını film­ de kullanmanın hiçbir anlamı yoktur. ("Doğalcı" diye aşırı vahşetin yer aldığı çekimler gösteriliyor, " doğalcılık" Andrey Rublov'a yönelti­ len başlıca suçlamalardan biriydi. Şiddeti, kendini beğenmişlik için­ de kasıtlı olarak estetikleştirmeye çalıştığım düşünülüyordu.) Her insanda dünyanı n, gördüğü ve algıladığı şekilde varolduğu­ nu sanma eğilimi vardır. Ancak ne yazık ki dünya bambaşkadır! " Kendisi için var olan şey" ancak insan pratiği süreci sonunda "bi­ zim için olan şeyler"e dönüşür. İnsanın zorunlu bilgi edinme aşama­ ları da buradan geçer. İ nsanın dünya hakkında edindiği bilgi, ona doğa tarafından verilmiş duyu organlarıyla sınırlıdır. Nikolay Gu­ milyov'un4 ı bir keresinde dediği gibi, "altıncı duyu" için de bi!-' or­ gan geliştirebilseydik, dünyayı bambaşka boyutlarda görürdük. Ay­ nı şekilde sanatçı da sahip olduğu dünya görüşüyle, kendisini saran dünyayı birarada tutan nedeni kavrayışıyla sınırlıdır. Kameranın hiçbir seçme yapmadan, yani hiçbir sanatsal ilkeye dayanmadan, "doğada durdukları şekliyle" sabitleştirdiği filmsel doğalcılıktan bir fenomen olarak söz etmenin anlamsızlığım göstermeye bu bile ye­ ter. Bu tür bir doğalcılık yoktur. Eleştirmenlerce ortaya atılan ve sanatsal bir olgu sıralamasının doğruluğundan duyulan şüpheyi kuramsal, nesnel ve bilimsel ola­ rak temellendirmede kullanılan " doğalcılık" ise bambaşka bir şey­ dir. Bu doğalcılık, bir de seyirciyi vahşete karşı koruma bahanesiyle ön plana çıkartılır. Bu "sorun"u yaratanlar, halkın gözünün ve kula­ ğının yalnızca okşanmasını buyuran, seyircilerin " hami"leridir. Bu "hamiler" suçlamalarını bugün artık amtlaştırılmış olan Sergey Ay­ zenştayn ve Aleksander Dovşeriko'ya karşı da yöneltsinler! Ya da toplama kamplarında insanların çektikleri acıları ve ölümleri akla sığmayan bir gerçeklikle yansıttıkları için dayanması çok zor olan belgesellere karşı . . . 211

Aııdrey Rublov filminden koparılıp alınan tek tek sahnelerin ve episodların (örneğin "körleşme" episodu ya da "Vladimir'in Fetihle­ ri" nden bazı sahneler) " doğalcılık"la suçlanmasını, doğrusu ne dün ne de bugün pek kavramış sayılırım. Ben bir salon sanatçısı değilim ki müşterilerimin hoşça vakit geçirmelerinden sorumlu olayım! Benden hesap, sanatımda yalan söylediğimde sorulsun. Sine­ ma sanatının bariz " otantikliğini" istismar ederek, yani bu sanatın en inandırıcı etkileme biçimlerinin yardımıyla önce gerçekliğe ya­ kınlık iddiasını .ortaya atıp sonra herhangi bir amaçla bunu saptır­ maya yeltenirsem, işte o zaman benden hesap sorulsun! Başta sinema sanatçısının " cezai" sorumluluğundan sebepsiz ye­ re söz etmedim. Bu, bazılarına varsın abartılmış gelsin. Bu abart­ mayla tek amacım, sanatlar içinde en büyük etkiye sahip bir sanatta farklı bir sorumluluk duygusu içinde çalışmak gerektiğini vurgula­ maktır. Zira insan, filmsel etkinin olanaklarım kullanarak halkını di­ ğer eski, geleneksel sanat dallarına oranla çok daha kolay ve çabuk perişan edebilir, fikren aciz bırakabilir. Bir keresinde Dostoyevski şöyle yazmıştı:

"Denir ki sanatsal yaratı, hayatı vs yansıtmalı. Ne saçma! Hayatı yaratanlar yazarların/şairlerin ta kendileridir, üstelik öyle bir hayat ki bu çapta asla varolmamzştır... " Bir sanatçının düşüncesi benliğinin en gizli kalmış derinliklerinde bir yerlerde oluşur. Dışsal, "maddi" bir tasarımla asla b elirlenemez; sanatçının ruhu ve vicdanıyla bağıntılı, sanatçının genel yaşam görü­ şünün bir ürünüdür. Aksi takdirde tasarıları daha başından sanat­ sal açıdan boş ve verimsiz kalmaya mahkumdur. Tabii insan mesle­ ki açıdan sinema ya da edebiyatla ilgilenebilir ve gene de sanatçı sı'

fatı taşımaz, yalnızca yabancı düşüncelerin uygulayıcısı olur, işte o kadar. Gerçek bir sanatsal düşünce sanatçı için her zaman acı demek­ tir, hayati tehlike demektir. Bu düşüncenin gerçekleştirilmesi ise

212

ancak insanın hayatta attığı tayin edici bir adımla kıyaslanabilir. Bu, kendini sanatın kollarına atan herkes için her zaman böyle ol­ muştur. Gene de zaman zaman, sanki biz, çok çok eski hikayeleri az çok yeniden anlatıyormuşuz gibi bir izlenim doğmaktadır, yani san­

ki halk başı örtülü örgü ören büyük annesine gidermiş gibi bize geli­ yoı:, biz de onu binbir türlü masalla eğlendiriyormuşuz gibi bir izle­ nim. . . Bir öykü az çok eğlendirici ve oyalayıcı olabilir. Ancak halka tek yararı, boş gevezeliklerle vakit geçirtmesidir. Film çalışmalarımızda sorumluluk üstlenmekten neden bu ka­ dar korkarız acaba? Neden sonuç, gereksiz olduğu ölçüde tehlikesiz çıksın diye daha baştan kendimizi güvence altına almaya çalışırız? Sakın bunu nedeni, çalışmamız karşılığında bir an önce paraya ve rahata kavuşma isteği olmasın? Bu bağlamda günümüz sanatçısının kibirliliğini bir kere de C hartres Katedralinin ismi bilinmeyen ya­ pımcısının mütevaziliğiyle karşılaştırılabilseydi keşke! Bir sanatçı, görevini fedakarca yerine getirmesiyle ünlenmeli. Ama maalesef bu, hepimizin çoktan unuttuğu bir şey. Makine başında duran ya da tarlada çalışan, yani maddi değeri ureten insan sosyalizmde kendini hayatın efendisi olarak görür. Bu efendi bir gün gider "hizmet etmek İçin çırpınan" sanatçıların kendi­ si için hazırladığı "eğlence"ye karşılık parasını harcar. Ne var ki hiz­ met vermek için çırpınan bu " sanatçı"ların en belirgin özelliği, kayıt­ sızlıklarıdır. Büyük bir utanmazlık içinde bu namuslu, çalışkan insa­ nın boş zamanını harcarlar, bununla da yetinmez, onun zayıflığım, kavrayış eksikliğini ve estetik cehaletini fırsat bilip hem onu fikri se­ falete mahkum ederler hem de bundan para kazanırlar. Bu tür "sa­ natçıların" faaliyetleri değersizdir. Gerçek bir sanatçı ise, ancak ken­ disi için hayati bir �orunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendisi için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen kendi "ben" inin yegane varoluş biçimiyse . . . Edebiyatta fikri açıdan nasıl bir kitap yazıldığı pek d e o kadar önemli değildir. Bir ölçüye kadar bu, yazarın kendi özel sorunu ad­ dedilir, ne de olsa hangi kitabı satın alacağına, hangisini kitapçı dük-

213

kanının raflarında tozlanmaya terk edeceğine karar verecek olan okurdur. Sinemada bu tür bir benzetme ancak biçimsel bir düzeyde yapılabilir. Evet, burada da hangi filme gitmek istediğine karar ve­ ren seyircidir. . . Ancak işin doğrusu, film yapımcılığı çok büyük, hat­ ta zaman zaman baş döndürecek yükseklikte sermeye yatınını ge­ rektirir, üstelik yapım sırasında masraflar daha da artarak dağıtım­ cıyı maksimal kar sağlamak zorunda bırakır. Biz filmlerimizi nere­ deyse daha "tarlada" iken satarız, bu ise, doğal olarak, "malımız"la il­ gili sorumluluğumuzu artırır. . . . Robert B resson'un yoğun çalışma tarzı beni her zaman şaşırt­ mıştır. Tek bir filmi dahi rastlantılara ya da "geçici çözümlere" terk edilmemiştir. İfade araçlarındaki tutumluluğu insanın adeta nefesi­ ni keser. Ciddiyeti ve derinliğiyle B resson, filmleri her zaman mane­ vi varlıkJannın bir olgusuna dönüşen usta yönetmenler arasında ye­ rini alır. Bresson, belli ki, ancak, iç dünyasının aşırı uçlarda gezindi­ ği anlarda çalışır. Neden? Cevabını kimse b ilmiyor. Ingmar Bergman'm filmi, Çığlıklar ve Fısıltılar'da çok güçlü bir episod vardır, belki de filmin en önemli episodu: İki kızkardeş baba evine gider, abla orada ölür. Bu filmin çıkış noktası bu ölümü bekle­ yiştir. Orada öylesine, hep birlikte otururlarken, birden kendilerini birbirlerine çok yakın hissederler, konuşurlar, konuşurlar, birbirle­ rini öpüp okşarlar. . . Bütün bunlar inanılmaz bir sıcaklık duygusu yaratır, özlenen ve her an kırılabilir. . . Bu yakınlığın bu denli özenir olmasının bir nedeni de Bergman'ın filmlerinde bu tür anlara çok az rastlanılması ya da şöylece bir dokunulup geçilmesidir. Genelde birbirleriyle barışmayan, ölüm döşeğinde bile birbirlerini bağışla­ mayan kızkardeşlere rastlanır; içleri nefretle dolu, hem kendilerine hem de başkalarına eziyet etmekten zevk alan. . . Kısa yakınlaşmayı gösteren bu sahnede Bergman herhangi bir söze başvurmak yerine bize, Bach'tan bir keman suiti dinleterek hem izlenimleri güçlendir­ miş hem de olağanüstü bir derinlik katmış. Hiç şüphesiz, Bergman'ın daha ulvi yüceliklere doğru yaptığı bu olumlu yolculuk bir yanılsama, bir rüyadır, çünkü hiçbir şey yok214

tan varolmaz. İnsan ruhunun varmaya çalıştığı, hayalini kurduğu şey de işte tam budur: . Neredeyse o an ele tutulur hale gelen bir ideal olan uyum. Ancak bu yanılsamalı yolculuk bile insanda belli bir katharsis'e yol açar, sanatın yardınuyla ruhun temizlenmesini ve kurtulmasını sağlar. Bu satırlarla vurgulamak istediğim, benim ideale duyulan özle­ mi, ideale erişme çabasını dile getiren bir sanattan yana -olmamdır. Ben, insanlara umut ve inanç aşılayan bir sanattan yanayım. Sanat­ çının anlattığı dünya ne kadar umutsuzsa bunun tam zıddı olan ide­ ali belki de o kadar belirgin hissettirecektir - yoksa yaşanun anlanu kalmaz! Sanat, varlığınuzın anlanunı simgeselleştirir. Sanatçı hangi nedenle toplumun ulaşmaya çalıştığı yerleşik dü­ zeni, istikrarı bozmaya kalkar? Thomas Mann'ın Sihirli Dağ'ında Settembrini şöyle der:

"Yoksa kötülüğe karşı mısınız, Mühendis Bey? Benim gözümde kötülük, karanlığın ve çirkinliğin güçlerine karşı aklın sahip ola­ bileceği en muazzam silahtır. Kötülük, bayım, eleştiri ruhudur, eleştiri ise ilerlemenin ve aydınlanmanın kaynağı. " Sanatçı toplumun istikrarını ideale ulaşma çabası adına bozm�ya ça­ lışır. Toplum istikrar, sanatçı ise sonsuzluk ister. Onu tek ilgilendi­ ren şey mutlak gerçektir, bu nedenle daima ileriye bakar; herkes­ ten önce bazı şeyleri görmesi de bu yüzdendir. Filmlerimde benim derdim, insanları biraraya getiren bağlantı­ lar (salt fiziksel çıkarlar bir yana) yaratmaktı. Örneğin benim kendi­ mi insanlığa bağlayan, biz hepimizi, çevremizi saran her şeye bağla­ yan ipler. . . Ben, sürekliliğimi, yani bu dünyada oluşumu rastlantıla­ ra borçlu olmadığım gerçeğini mutlaka hissedebilmeliyim. Her biri­ mizin içinde belli bir değer tablosu olmalıdır. Ayna' da aktarmak is­ tediğim, Bach'ın, Pergolesi'nin, Puşkin mektubunun, Sivaş Gölünü geçen askerlerin ve son derece sıcak evcil sahnelerin bir anlamda 215

bütün insanlar için aynı değeri taşıdığı duygusuydu. İnsanın manevi deneyimimi açısından bakıldığında bir akşam önce kişisel olarak ba­ şına gelenlerle insanlığın yüzyıllar önce başına gelenler eşdeğer ola­ bilir. Bütün filmlerimdı;ı b abaevine, çocukluğuma, vatanıma ve yer­ yüzüne olan bağlanın ve köklerim önemli bir yer tutar. Bir gelene­ ğe ve kültüre, belli bir insan ve düşünce çevresine aitliğim mutlaka ortaya çıkmalıdır. D ostoyevski'den kaynaklanan Rus kültür geleneği benim için olağanüstü büyük önem taşır. Günümüz Rusyası'nda bu gelenek, ne yazık ki, pek o kadar geliştirilemen\iştir. Hatta ihmale uğradıkla­ rı, dahası tamamen yok farz edildikleri bile söylenebilir. B unun bir­ çok nedeni vardır, en önemlisi d e bu geleneğin temelde materya­ lizmle bağdaştırılamaz olmasıdır. B ugünün Rusyası'nda Dostoyevs­ ki'nin bu tür bir ihmale uğramasının bir nedeni de yazarın kahra­ manlarında rastlanan, daha doğrusu yazarın tüm eserine sinmiş, ay­ nca takipçilerinin de en belirgin özelliklerinden biri haline gelmiş "fikri bunalım" olsa gerek. Günümüz Rusyası'nda "fikri bunalım" ol­ gusundan niye bu kadar çok korkuluyor acaba? Benim için "fikri bunalım" her zaman bir sıhhat belirtisi olmuş­ tur. Zira bence, "fikri bunalım" kendini bulma, yeni inançlara kavuş­ ma çabasrdır. Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüzyüze gelmekten çe­ kinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır. B aşka türlü olması da beklenebilir mi? Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yamp tutuşmaz mı? İşte bu çelişki, hare­ ketin uyarcısı, ama aynı zamanda da acılarımızın ve umutlarımızın kaynağıdır. Bizim fikri derinliğimizin, manevi olanaklarımızın ona­ yıdır.

Stalker,

işte bu düşünceler etrafında döner. Filmin başkişisi

umutsuzluk anları yaşar. İnançları sarsılır. Gene de her seferinde, umutlarını ve hayallerini yitirmiş insanlara hizmete adanmış oldu­ ğunu yeniden hisseder. Senaryonun, yer, zaman ve mekan birliğini koruması bu filmde benim için son derece önemliydi. Ayna' da filmin

216

kahramanım kaçınılmaz varolma sorunlarıyla yüz yüze getiren olgular karmaşasını; belgesel malzemeyi, rüyala­ rı,

hayalleri, umutları, öngö­

rüleri ve atuları kurgulamak beni daha çok cezbederken Stalker' de kurgu parçaları arasında zamansal bir atla­ mayla karşılaşmamaya çok özen gösteriyordum. Zaman akışının bu filmde, tek bir çe­ kim içinde anlaşılmasını, ya­ ni kurgunun yalnızca eylem sıralamasını belirtmekle ye. Nosthalgia: Piero della Francesca bir eseri " ti nmesınııs · · · ti"yord um. Ç ek ım•

1

de ne bir zaman fazlalığı olmalıydı ne de çekim, yalnızca dramatürj ik bir malzemeyi düzenleme işlevini yürütmeliydi. Her şey, sanki ben bütün filmi tek bir çekimle tamamlamışım gibi qir etki yaratma­ lıydı. B u tür sadelik, hatta tutumluluk bana çok büyük bir olanak sağlarmış gibi geliyordu. Sonuçta dış etkenleri olabildiğince az kul­ lanmamı engelleyecek ne varsa hepsini senaryodan attım. Genel filmsel inşada sade ve mütevazı bir yapıya kavuşmak istiyordum. Ayrıca seyirciyi de sanatın bir aracı olan sinemanın, düzyazının­ kileri aratmayacak olanaklara sahip olduğuna daha fazla inandırma­ yı umuyordum. Seyirciye, sinemanın hayatı, gerçek akışını görünür­ de neredeyse hiç bozmadan gözlemleme yeteneğini de tanıtmak isti­ yordum. Ç ünkü bence sinem:ı sanatının gerçek şiirsel özü burada yata r. Tek korkum, biçimdeki bu aşırı sadeleştirmenin fazla yapma­ cık ve özenti bulunmasaydı. Bunu da, genelde filmin "şiirsel atmos- . fe ri" diye adland ırılan her türlü sis perdesini, belirsizlikleri çekim­ d e n atarak engellemeye çalıştım. Aslında bu tür "şiirsel atmosferle217

ri" yaratmak çok çaba gerektirir. Ancak ben, bunlarla hiçbir şekilde ilgilenmemeye kararlıydım. Sinema yönetmeninin esas görevini ger­ çekleştirmesi sırasında bunlar nasılsa kendiliklerinden yerlerine yerleşirler. Esas görev, yani gösterilmek istenen şeyin anlamı ne ka­ dar açık bir şekilde formüle edilirse atmosfer de o kadar belirgin olur. Sonra da olaylar, manzaralar ve oyuncuların vurgulamaları b u temel olaya cevap vermeye başlarlar. H e r şey birbirine bağlanır, rastlantı denen şey ortadan kalkar. Her şey, içiçe geçer, birbiriyle kesişir, öyle ki atmosfer bir sonuç olarak, en önemli olan üzerinde başarıyla yoğunlaşmanın bir neticesi olarak yerini alır. Atmosfer ya­ ratacağım diye atmosfer yaratmak düny:>nın en saçma işidir! Aynca benim resim sanatında o anda uçup gideni, başlı başına anın kendi­ sini canlandırmayı görev edinmiş olan izlenimcileri sevmememin bir nedeni de budur. Esas üzerinde yoğunlaşmaya çalıştığım

ker de atmosfer adeta "kendiliğinden" ortaya çıktı. '

Stal­

Bana kalırsa, öte­

ki filmlerime oranla da çok daha aktif ve duygusal olarak çok daha "bulaşıcı" oldu.

Stalker' de hangi ana tema duyulmalıydı? Çok genel olarak özet­ lersek burada tartışılmak istenen insanın değeridir, saygınlığım kaybetmenin acısını çeken bir insanın nasıl biri olduğudur. Bu filmde, "bölge"ye giden insanların hedefinin aslında en gizli isteklerinin yerine getirildiği bir oda olduğunu hatırlatmak isterim. Oraya ulaşmak için çıktıkları yolda Stalker, "bölge"nin garip toprak­ larından geçerken yazara ve bilgine bir zamanlar gerçekten yaşamış efsanevi Dikoobras'ın öyküsünü anlatır. Dikoobras, bu özlem diyarı­ na ölümüne neden olduğu kardeşinin yeniden hayata döndürülmesi ricasıyla gelmiş, bu "odadan" çıkıp evine döndüğünd e zenginlikten başka hiçbir şey bulamamıştır. Zira "bölge" onun gerçek, en gizli is­ teğini yerine getirmiştir, istemesinin iyi olacağını düşündüğü şeyi değil. Dikoobras, bunun üzerine-kendini asmıştır. Kahramanlarımız pek çok olaya karışıp kendileri hakkında pek çok düşündükten sonra hedeflerine ulaşırlar. Ama pek çok teh­ likeyi göze alarak geldikleri bu odanın sınırında içeri girmeye tered-

218

düt ederler. Birden ahlaksal olarak acınacak eksikliklere sahip ol­ duklarının bilincine varmışlardır. İçlerinde kendilerine inanmayı sağlayacak manevi gücü bulamamışlardır. Güçleri bir tek kendileri­ ne bakmaya yetmektedir. Ve gördükleri onları dehşete düşürür! Stalker'in karısı, üçünün mola verdiği meyhaneye geldiğinde yazar ve bilim adamı gizemli ve anlaşılmaz bir fenomenle karşı kar­ şıya kalırlar: Karşılarında kocasının sürdürdüğü hayat ve doğurdu­ ğu sakat çocuk yüzünden çok acı çekmiş olmasına karşın kocasını ilk gençlik günlerinin aşkı ve fedakarlığıyla seven bir kadın durmak­ tadır. Bu aşk ve bağlılık, çağdaş dünyanın inançsızlığına, sinikliğine ve boşluğuna karşı çıkartılabilecek son mucizedir. Ve sonunda ya­ zar ve bilim adamı da modern dünyanın bir kur�anı olurlar.

Stalker'de belki de ilk defa, insanın ve ruhunun beslendiği o çok önemli olumlu değeri açık ve net bir biçimde ele alma zorunlulu­ ğunu duydum.

Solaris, uzayda kaybolmuş insanlardan söz eder. Bu insanlar zorunlu olarak yeni bir bilgi edinmek zorunda kalırlar. İnsana adeta dışardan dayatılan bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dra­ matiktir, çünkü huzursuzluk ve mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe varmak imkansızdır. Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir. İnsan, davranışlarında ah­ lak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanın eziyeti başlar. Buna gö­ re vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır. Bu b�ğlantılar, bir an alevlenip sonra sönen duygulardan değil, en derin, sonsuz duygulardan söz eden Ayna' da bile, bu duygular adına, bu sevgi ve bağ adına sonsuza dek acı çekmek zorunda olma­ sını kavrayamayan kahramanın anlayışsızlığına ve kavrayışsızlığına dönüşür. Stalker'de dünyamızın umuts�luğu üzerine yapılan kuru akıl yürütmelere karşı başarıyla direnecek olan mucizenin insan sevgisi olduğunu açık ve kesin bir biçimde dile getiriyorum. Ancak ne yazık ki biz, artık sevgiyi de unuttuk . . .

Stalker'de yazar, rastlantının bile bizim henüz keşfedemediği­ miz bir yasallığın sonucu olduğu, yasallaşmış bir dünyadaki hayatın 219

sıkıcılığı üzerine düşüncelere dalar. Muhtemelen onu şaşırtan, hay­ rete düşüren, bilinmedik şeylerle karşılaştığı bu "bölge" den hoşlan­ masına neden olan da budur. Gerçekte onu en çok hayrete düşüren ise bağlılığı ve insani değerleriyle bu basit kadındır. Acaba, gerçek­ ten her şey hala mantığa mı tabi? Hala her şeyi ögelerine indirgeyip hesaplama olanağı var mı? Stalker ve Solaris'de benim için önemli olan bilim kurgu değil. di. Gene de Solaris özü gözden kaçırtacak kadar çok bilim kurgu özellikleri taşıyor. Stanislav Lem'in romanında öngörülen uzay ge­ mileri, uzay istasyonları gerçekten de oldukça ilginç yapılmışlardı. Ama şimdiki görüşüme göre, bütün bunlardan tamamen vazgeçsey­ dik filmin esas düşüncesi çok daha açık olacaktı. Stalker' de "bilim kurgu"; bizim için ağırlıklı olan ahlaksal buna­ lımı yoğrumsallaştırmayı kolaylaştıran taktik bir çıkış noktasıydı. Film o şekilde ele alınmıştı ki seyirci her şeyin günümüzde geçtiği, "bölge"nin de hemen yakınlarda olduğu duygusuna kapılsın. Sık sık "bölge"nin aslında neyin simgesi olduğu sorulur, olağa­ nüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular ve tahminler karşısın­ da korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir fil­ mimde simge kullanmadım. "Bölge", bir "bölge" işte. İnsanın katet­ mek zorunda olduğu hayat, hepsi o kadar. İnsanın ya yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı ken­ dine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belir­ lenir. Her birimizin içinde olan o özgün insanilik ve ebedilik üzerinde düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki bu sonsuz­ hık ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Birtakım aldatıcı idealler peşinde koşulma­ sı yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşa ettiği ufa­ cık bir kırıntı kalıyor: Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhun­ da, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam kata­ bilir.

220

Vlll

Nostalghia 'nın Ardından

Kendi ülkem dışında çektiğim ilk film de sonunda tamamlandı. Ger­ çi Sovyet sinema yetkililerinin resmi onayına henüz sahiptim; bu iz­ nin verilmesine de o sıralar pek o kadar şaşırmamıştım, ne de olsa ülkem için, . ülkem adına film yapıyordum . . . Kimsenin de bundan kuşkusu yok gibi görünüyordu, ancak daha sonraki gelişmeler, amaçlarımın ve filmlerimin Sovyet sinema dairesine ne kadar uğur­ suz bir biçimde yabancı kaldığım bir kez daha gösterecekti. Bu filmde, yurdumuzdan çok uzakta olduğumuz anlarda biz Rusları saran, Ulusumuza özgü o ruhsal durumu, nostaljinin Rus bi­ çimini anlatmak istemiştim. Bu, bence, benim hissettiğim ve kavra­ dığım şekliyle yurtseverlik görevimdi. Rusların Ulusal köklerine, geçmişlerine ve kültürlerine, vatan topraklarına, dostlarına ve akra­ balarına olan o köklü bağlılıklarından; kader onları nereye savurur­ sa savursun, tüm yaşamları boyunca bir daha asla kopamadıkları o mUkadder bağlılıktan söz etmek istemiştim. Ruslar, girdikleri yeni çevreytı oyle kolay kolay ayak uydurup uyum sağlayamazlar. Rus göçmenlerinin tarihi, Rusların, Batılıların deyimiyle "kötü göçmen­ ler" olduğunu kanıtlar. Asimile olmakta gösterdikleri trajik yetersiz­ likleri, yabancı hayat tarzlarına uyum sağlama kaygısıyla giriştikle-

221

ri o hantal, aptalca çabalar herkesçe bilinir. Nostalghia üzerinde ça­ lışırken bu filme baştan sona damgasını vuran o kasvetli, çaresiz hüznün benim hayatımın da bir parçası olacağım nereden bilebilir­ dim ki? Ömrümün sonuna kadar bu amansız hastalığın pençeleri al­ tında bizzat kıvranacağımı hiç tahmin edebilir miydim? İtalya'da, en halisinden bir Rus filmi çektim, hem de tüm ahlak­ sal ve· geleneksel, siyasal ve duygusal boyutlarıyla tam bir Rus filmi. İtalya' da uzun bir araştırma gezisine çıkan bir Rus insanım ve onun bu ülke hakkındaki izlenimlerini konu edinen bir film yaptım. Her­ kesin belki binlerce kez gördüğü turistik İtalya'nın kartpostal güzel­ liklerini bir kez daha beyaz perdeye yansıtmayı, tabii ki, hiçbir za­ man düşünmedim.

Nostalghia, aksine, üzerine izlenim üstüne izlenim yağari, üzeri­ ne tamamen yoldan çıkmış bir Rus insanının filmidir. Ne yazık ki, bu izlenimlerini ona yakın insanlarla paylaşamamakta, edindiği ye­ ni den�yimleri de talihin garip bir cilvesi olarak, varlığının son dam­ lasına kadar bağlı olduğu geçmişiyle birleştirememektedir. Buna benzer duygulan ben de yaşadım: Uzun bir süre için yurdumla veda­ laşıp bana çekici gelen bir dünya ve kültürle karşı karşıya kaldığım­ da birden kendimi bu yeni dünyayla kültürün yol açtığı bilinçsiz, ama umutsuz bir gerilim içinde buldum, sanki karşılıksız bir aşka tutulmuş gibi. Bu, kavranamazı kavramak, uzlaşilamazı uzlaştır­ mak gibi olanaksız bir şeyi gerçekleştirmeye çalışmaktı. Gezegeni­ miz üzerindeki hayatımızın sınırlılığı konusunda yapılan bir hatırlat­ maydı; bundan böyle dış etkenlere değil, kendi iç "tabu"suna teslim edilmiş yaşamımızın sınırlılığını, önceden b elirlenmişliğini vurgula­ yan bir ikazdı. Ortaçağ Japon ressamları beni her zaman büyülemiştir. Feo­ dal beylerin saraylarında çalışmaları kabul görüp kendi okullarını kurduktan sonra, şöhretlerinin doruğunda, aniden yaşantılar.mı te­ peden tırnağa değiştirerek yeni bir yerde, başka isimler altında ve başka tarzda resimler yaparak yaratıcılıklarını sürdürürlerdi. İçle­ rinde� bazılarının, fiziksel yaşamları süresince, birbirinden tama222

men farklı beş ayrı kişilik yaşadıkları bilinir. Bütün bunlar imgele­ me gücümü sürekli meşgul etmiştir. Hayat anlayışımda, insancıl ve sanatsal eğilimlerimde herhangi bir şey değiştiremememin bunda rolü büyük olsa gerek.

Nostalghia'mn kahramanı Gorçakov bir şairdir. Köle Rus bes­ teci Pavel Sosnovski42 hakkında belge toplamak için İtalya'ya gelir, amacı bestecinin yaşamını konu alan bir opera librettosu yazmak­ tır. Sosnovski diye biri gerçekten yaşamıştır. Müziğe yetenekli oldu­ ğunu fark eden efendisi tarafından İtalya'ya öğrenime gönderilmiş, uzun yıllar burada kalmış, çok başarılı konserler vermiştir. Fakat kaçınılmaz Rusya özlemine yakalanınca, aradan geçen onca yıldan sonra, kölelik Rusyası'na geri dönmeye karar vermiş, döndükten kı­ sa bir süre sonra da kendini asmıştır. Tabii ki bu bestecinin öyküsü filme tesadüfen konu olmamıştır; Gorçakov'un yazgısını ve ona rast­ ladığımız sırada içinde bulunduğu durumu ana hatlarıyla kısaca özetlemektedir. Gorçakov, kendisini "dışlanmış" hissetmenin acısı içindedir. Kendine yabancı bir yaşamı uzaktan gözlemekte ve geçmi­ şin anılarına, tamdık yüzlerin, baba ocağinın sesleri ve kokularının anılarına dalarak kendinden geçmektedir. Çevrilen filmin malzemesini ilk seyredişimde görüntülerdeki karanlık beni çok şaşırtmıştı. Malzeme, çekim sırasındaki genel ha­ vayı, ruhsal durumumuzu olduğu gibi yansıtıyordu. Oysa ben böyle olmasını hiç istememiştim. Ne var ki benim tipik özelliğimdir: So­ mut olarak planladığım hedeflerden bağımsız olarak kamera, çekim çalışmaları sırasmdaki ruhgal dürumnnıa hemen ve öncelikle uyum sağlar. Ailemden acı verecek kadar uzun bir süredir ayrıydım, alıştı­ ğım yaşama koşullarını bulamıyordum, üretim şekli benim için ye­ niydi ve hepsinin üstüne dile yabancıydım. Sonuç hiç başka türlü olabilir miydi? Şaşkındım, ama sevinçliydim de. İşte, karşımdaki perdede ilk kez akıp giden şu görüntüler kanıtlıyordu: Sinema sana­ tının araçlarıyla insan ruhunun bir kopyasını elde etme, benzersiz bir deneyime ulaşma hayalim, boş düşüncelerin işe yaramaz bir ürü­ nü değil; kesinliği su götürmez bir gerçekti. 223

Dışsal olaylar, entrikalar, olaylar arasındaki bağlantılar b eni pek ilgilendirmemiştir doğrusu, her filmle de daha az ilgilendiriyor. İnsanın iç dünyasıdır benim esas ilgimi çeken. Kahramanımın ruh dünyasında, onu b esleyen felsefede, fikri temellerinin dayandığı edebi ve kültürel geleneklerinde bir geziye çıkmak, bu yüzden bana daha doğal gelmiştir. Filmde çevirim yerlerini sürekli değiştirmiş, alışılmadık kamera efektlerine başvurmuş, egzotik dış ve "etkileyi­ ci" iç çekimlere yer vermiş olsaydım ticari açıdan çok daha karlı olur­ duk, bu çok açık. Ancak bu dışsal efektler ilgilendiğim konulardan, bütün uğraşımı yoğunlaştırdığım amaçtan uzaklaşmama ve hedefin dağılmasına yol açardı. Koca bir evreni içinde taşıyan insan: İşte be­ nim tek ilgi odağım. Bu düşünceyi, insan yaşamının anlamını dile �e­ tirebilmek için ise olaylar zincirine gerçekten de ihtiyaç yoktur. Bütün bunlara ek olarak, sinema anlayışımın, Amerikan mace­ ra filmleriyle ortak hiçbir yam olmadığını belirtmeme her halde ge­ rek yok. İvan 'ın Çocukluğu'ndan Stalker'e kadar bütün filmlerim­ de dışsal hareketlikten kaçınmaya ve giderek eylemi üç klasik bi­ rim üzerinde, yer, zaman ve mekaıı birliği üzerinde yoğunlaştırma­ ya çalıştım. Bu açıdan baktığımda, Andrey Rublov'un kompozisyonu bile fazlasıyla dağınık ve parçalanmış geliyor.

Nostalghia'nın senaryosunda, esas görevimden beni uzaklaştı­ racak herhangi bir fazlalığın ya da önemsiz bir ayrıntının yer alma­ masına çok dikkat ettim. Hedefim, dünya ve kendisiyle derin bir aç­ maza düşmüş, gerçeklik ve arzulanan uyum arasında denge kurma­ yı başaramamış bir insanın, yani salt v�tanından coğrafi uzaklıkta bulunmasından de�J, aynı zamanda varoluşun bütünüyle ilgili ge­ nel bir hüzünden kaynaklanan o özleme, nostaljiye kendisini kaptır­ mış bir insanın durumunu olduğu gibi yansıtabilmekti. Sonunda b el­ li bir metafizik birlik ortaya çıkana dek senaryo bir türlü içime sin­ medi. İtalya ile Gorçakov, bireyin taleplerine asla cevap vermeyen ha­ yatla (hayatın yüzeysel görünüşleri değil, tabii ki) ve gerçeklikle tra­ jik bir uyumsuzluk içine düştüğü b ir sırada karşılaşır. Ve İtalya ken224

Nosthalgia

disini yoktan varolan heybetli harabeleriyle gösterir. Bütün insanlı­ ğa ait ama yabancı da olan bu uygarlığın yıkıntıları, insana özgü hırs­ ların beyhudeliğinin anıtlarıdır aym zamanda, insanlığın tuttuğu o uğursuz yola işaret eden mezar taşlan. Garçakov ölür, çünkü içine düştüğü manevi bunalımı aşacak, zaman akıŞında kendisinin de fark ettiği çürümeyi durduracak güçten yoksundur. Gorçakov'un bu ruhsal durumuyla bağıntılı olarak, başlangıçta insana. oldukça ganp gelen İtalyan Domenico tipi de son derece önemlidir. Toplum dışına atılmış bu şaşkın insan, içinde, insanları yok eden gerçeğe karşı koymasına yetecek kadar büjük bir güç ve akıl bulunduğunu keşfeder. Eski matematik öğretmeni, yeni "serse­ ri" kendini aşar ve kamuoyuna dünyanın içinde bulunduğu felaketi anlatıp insanları direnişe çağırmaya karar verir. Sözümqna "nor­ mal" insanların gözünde o bir "deli"dir. Oysa acıyla yoğrulmuş aklı 1 salt bi reysel bir kuıtullJ.Ş peşinde değildir; çağdaş uygarlığın çılgınlığından ve a �']Ilasızlığından insanlığıgenel olarak kurtarmaktır hedefi.



Az çek bütün filmle ıi..:n insanın b oş bir dünya evinde yalnız ve 225

terk edilmiş yaşamadığı, tersine, geçmişe ve geleceğe sayısız iplerle bağlı olduğu görüşünden yola çıkar. Her insanın kendi yazgısını, dünyanın ve insanlığın yazgısıyla birleştirebileceğini savunur. Ne var ki her bir insanın ha:..-atına ve davranışına bilinçli olarak önem verilmeye başlanacağı umudu, ister istemez, bireyin gezegenimiz üzerindeki yaşamın genel akışına olan sorumluluklarını da ola ğanüstü ölçülerde artırmaktadır. Her şeyi mahvedecek bir savaşın, inanılmaz b oyutlardaki top­ lumsal sıkıntıların ve acıların tehdidi karşısında insanlığın ve tek tek her bireyin en kutsal görevi geleı:ek adına birleşmektir. Gorça­ kov, Domenico ile birleşir. Domenico'yu yalnızca utarıç verici bir "deli" addeden, egoistçe kendinden hoşnut bu karnı tok sırtı pek ap­ talların "genel" kanaatlerine karşı onu koruması gerektiğini ta için­ de hisseder. Ancak, Domenico'yu sonuna kadar gitmeye kararlı ol­

y

duğu yolundan alıkoyama acaktır. Domenico'nun bu çocuksu megalomanlığı Gorçakov'u büyüler, çünkü o da bütün "yetişkin" insanlar gibi uzlaşmaya hazırdır. Dome­ nico kendini yakmaya karar verir. Bu çarpıcı eylemiyle kendinden feragat edişini ispatlamak istemektedir. İnsanların bu son ikaz çığlı­ ğını duyacakları gibi çılgınca bir umuda kapılmıştır. Domenico'nun bu eylemi, iç huzuru, bir anlamda kutsallığı Gorçakov'u derinden et­ kiler. Gorçakov sadece yaşamın mükemmeliyetsizliği üzerinde dü­ şünmekle yetinirken bir başkası kalkmış, buna açıkça tepki göste r­ meye, ortaya kesin bir eylem koymaya cüret etmiştir. Domenico' nun

böyle bir eyleme kalkışma cesareti, yaşam karşısında duyduğu

gerçek sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Domenico'nun yanında Gorçakbv, salt kendi tutarsızlığının bilinciyle kahrolan darkafalı bir insandan başka bir şey değildir. Bu ölümün onu seYindirdiğini bile .

söyleyebiliriz, çünkü bu olay yaşaı�;:ıw:-,;

·�ıları keşfetmesini

sağlamıştır. Daha önce de beliıtmi ş tim, çek il miş malzemeyi ��K. k ez gözden geçirdiğimde, çevirim çalışmala rı



rasındav:ı hisi e rimin oıtaya çıktı­

ğını görmek beni çok şaşııtmıştı. O sıral:..ır. vatanımdan, bir zaman-

226

lar hayatımın her anına damgasını vuran yakınlarımdan uzak kal­ manın hüznü beni yiyip bitiriyordu. İnsanı kendi geçmişine bağla­ yan bu uğursuz bağımlılık duygusunun, her an daha da çekilmez ha­ le gelen bu hast.alığın adı nostaljidir... Gene de okuyucuları, bu satır­ ların yazarım kendi lirik kahramanıyla özdeşleştirme konusunda . uyarının. Yaratan insanın doğrudan kendi yaşam deneyimlerini de­ ğerlendirmesi çok doğaldır, zaten genelde elinde kullanabileceği başka bir deneyim de yoktur. Ne var ki, kendi ruh hallerini ve konu­ larını kullanması, sanatçıya, yaptığı işlerle kendini özdeşleştirme iz­ nini genelde vermez. Bu durum bazılarım hayal kırıklığına uğratabi­ lir. Ne var ki bir yazarın lirik deneyimleri ancak çok nadir durumlar­ da günlük hareket biçimiyle çakışır. Yaratıcının çevresini saran gerçeği algılamasının ürünü olan şiirselliği gerçeğin üzerine çıkabilir, onunla ihtilafa düşebilir, hatta uzlaşmaz bir çatışmaya bile girebilir. B ütün bunları, yönetmenin sa­ dece "dış" değil, iç gerçeğini de kullanarak yapması hem çok önemli­ dir hem de garip bir paradokstur. Bazı edebiyat kuramcıları, örne­ ğin Dostoyevski'nin aslında kendi ruhundaki derin uçurumları keş­ fettiği, romanlarındaki azizler ve iblislerin aynı zamanda kendisi ol­ duğu görüşünü savunurlar. Gerçekte ise Dostoyevski, söz konusu tiplerden hiçbiıjne benzemez, karakterlerden her biri Dostoyevs­ ki'nin yaşam izlenimleri ve yansımalarının bir toplamıdır, ne var ki hiçbiri Dostoyevski'yi, onun kişiliğinin bütünlüğünü canlandırmaz. Nostalghia'da benim bütün meselem, görünüşte savaşçı olma­ yan ama benim için bu hayatın yegane galibi olan "zayıf' insan konu­ sunu sürdürmekti. Stalker kendi kendisiyle konuşmasında, zayıflığı biricik doğru değer ve yaşamdaki tek umut olarak savunur. Faydacı rrerçekliğe uyum sağlayamayanlar her zaman hoşuma gitmiştir. lvan'ı saymazsak, filmlerimde kahramanlar yoktur. Hepsi de kendi inançlarından ve başkalarının sornmluluklannı üstlenmeleıi (bu nokta tabii ki İvan için de geçerlidir) olgusundan güç alan insanlar­ dır. Bu tür insanlar aslında, büyüklerin coşkusuna sahip çocukları 227

Nosthalgia: Gorçakov kavgadan sonra Sevgili Pi.yotr Nikolayeviç, Tam iki yıldır İtalya'dayım, son derece önemli iki yıl, hem bestekar­ lık mesleğim hem de özel hayattm açısından. Bugün g arip bir kabus gördüm: Efendim kontun tiyatrosunda büyük bir opera sahnelemekle görevlendirilmi§im; birinci perde heykel dolu bü­ yük bir parkta geçiyor

ve

bu heykelleri, uzunca bir süre hiç kıpırtısız dur­

mak zor.unda olan, her taraftan beyaza boyanmış, çıplak adamlar canlandı­ nyor. Ben de bu heykellerden biriyim ve hareket ettiğim an çok ağır cezala­ ra maroz kalacağımı biliyorum, çünkü efendim gözünü bizden ayırmıyor. Ayaklanmdan yükselen soğuğu hissediyor, gene de hiç kıpırdamıyorum. Yorgunluktan artık dayanamayacağımı fark ettiğim an birden uyandım. Çok korkmU§tum, çünkü bunun bir rüya değil, berıim gerçeğim olduğunu çok iyi biliyordum. Rusya 'ya geri dönmemeyi deneyebilirim, ama düşüncesi bile öldürü­ yor. Doğduğum ülkeyi bir daha ömrüm boyunca görmemek olabilir mi? Ka­ yın ağaçlannı, çocukluğumun havasını . . . Terk edilmiş zavallı arkadaşından selam lar. Pavel. Sosnovski 228

anımsatırlar, çünkü tutumları " sağlıklı insan mantığı" açısından ke­ sinlikle gerçekdışıdır, hepsi de kendilerini unutur. Keşiş Rublov, dünyayı önceleri çaresiz bir çocuğun gözleriyle görmekte, kötüye karşı koymamayı ve en yakınındakini sevmeyi va­ az etmektedir. Daha sonra, belki de dünyanın en acımasız vahşeti­ nin tanığı olmasına, en büyük hayal kınklıklannı yaşamak zorunda kalmasına rağmen, insan yaşamının biricik değerini yeniden bulur: İyilik ve insanların birbirlerine hfila verebildikleri bağışlayıcı, müte­ vazı aşk. Solaris'te önceleri sıradan darkafalı bir insan izlenimi uyandıran Chris Kelvin ruhunda, vicdanının sesini işitmezden gel­ mesine, kendi yaşamı ve yabancı yaşamlar için duyduğu sorumlu­ luk yükünü fırlatıp atmasına izin vermeyen insanlara özgü o gerçek "tabu"lan gizlemektedir. Ayna'mn kahramanı, hiçbir çıkar gözetme­ yen, özveri dolu bir sevgiyi yakınlarına veremeyecek kadar zayıf bir egoisttir. Tek gerekçesi ruhsal bunalımlarıdır ve hayata karşı henüz ödenmemiş borçlan olduğunu kavraması için :tıayatının son demle­ rinde bu bunalımları yaşamak zorundadır. Kolaylıkla isteriye kapı­ labilen, ender görülür insanlardan biri olan Stalker'i baştan çıkar­ mak olanaksızdır; dört bir yanı sarmış faydacılığın taarruzu altında­ ki dünyaya, inandığı değerleriyle kafa tutmaktan çekinmez. Stalker gibi Domenico da kendine özgü bir felsefe geliştirmiş­ tir. Maddi kazançlar peşinde koşmamak, dünyayı saran genel sinik­ liğe kapılmamak için kendine acılarla dolu bir yol seçer. Kendini kurban ederek, çıldırmış insanlığı uçuruma yuvarlanmaktan alıkoy­ mak amacıyla son bir denemeye girişir. Bir insanın sahip olduğu en önemli şey, gönül rahatlığıyla hayatın tadını çıkarmasını engelleyen her zaman huzursuz bir vicdandır. Gorçakov'un kişiliğinde, sorum­ luluğunun bilincinde, kendi mutluluğuyla yetinmek istemeyen, dün­ yadaki tüm mutsuzların ıstıraplarını yürekten paylaşan ve içtenlik­ le inanç, iyilik ve ideal peşinde koşan parlak Rus aydınlannın gele­ neksel ruhsal durumlarını bir kez daha vurgulamak istedim. Yüksek ideallere hizmete hazır olmaları, darkafalı insanların sı­ radan "erdem"leriyle yetinmeyi reddetmeleri, hatta bu konudaki ye229

teneksizlikleri, insanların en çok ilgi duyduğum yönleridir. Varol­ ma nedenini kötüye karşı mücadelede bulan ve bu yüzden yaşamı­ nın akışı içinde ruhsal açıdan hiç olmazsa bir basamak daha yükse­ ğe tırmanan insan; işte ben bu insanlarla ilgilenirim. Manen mü­ kemmelliğe ulaşmanın dışındaki tek seçenek, manevi düzeyi düşür­ mektir ve ne yazık ki, günlük yaşamımız ve bu yaşama uyum sağla­ ma süreci adeta buna davetiye çıkarmaktadır. Bundan sonraki filmim Kurban'ın kahramanı da kelimenin tam anlamıyla zayıfbir insan olacaktır. O bir kahraman değil, en bü­ yük idealleri uğruna kendini kurban edebilecek güçte, düşünen, dü­ rüst bir insandır. Zamanı geldiğinde, sorumluluktan kaçmaz ve so­ rumluluğu başkalarının üzerine atmaya kalkışmaz. En yakınlarının bile kendisini anlamamasını göze alarak kararlılıkla, hatta daha önemlisi öldürücü bir umutsuzlukla davranır. İnsanların kendisini deli olarak damgalayabileceklerini bile bile, bütünün ve dünyanın kaderinin bir parçası olduğunu biraz olsun hissedebilmek için, "ka­ bul e dilebilir" ve "normal" insan davranışının sınırlarını aşar. Aslın­ da bütün bu yaptıkları da yüreğinin sesine boyun eğmekten başka bir şey değildir, yani asla bir efendi değil, sadece kaderinin bir hiz­ metkarıdır. Bu çırpınışlarını belki de kimse fark etmeyecektir bile, ancak dünyamızın huzuru bu çırpınışlara bağlıdır. Zayıflık beni, dışa taşan kişiliğin, başka insanlara ve yaşamın tümüne karşı saldırgan tutumun, kendini kanıtlamak amacıyla in­ sanlara kendi amaçlarım kabul ettirmek arzusunun karşıtı olduğu için ilgilendirir. Maddeciliğe dayalı sıradan yaşama direnen her tür­ lü insan enerjisine hayranım. Bundan sonraki filmlerimin içerikleri de hep bu konu üzerinde yoğunlaşacaktır. Yakında sinemaya uyarlamayı düşündüğüm Shakespeare'in Hamlet'iyle43 bu açıdan ilgileniyorum. Bu, bütünüyle olağanüstü . dram, iğrenç ve çirkef gerçekle zorunlu bir ilişkiye giren fikir düzeyi yüksek bir insanın ezeli sorununu ele almaktadır, bu, sanki bir insa­ nı kendi geçmişini yaşamaya zorlamak gibi bir şey. Hamlet'in traje­ disi, bence, onun fiziksel sonunda değil, ölümünden kısa bir süre ön-

230

ce bütün yüce ilkelerinden vaıgeçerek tamamen sıradan bir katil ol­ masında yatmaktadır. Artık ölüm onun için kurtuluşun ta kendisi­ dir, yoksa intihardan başka çaresi yoktur. Bundan sonraki film çalişmamda, gerçek ve inandırıcı çekimler elde etmede daha kararlı davranacağım. Çıkış noktam, en belirgin özellikleri Üzerlerine kazılan zamanla belirginleşen dış çevirim yer­ lerinin doğrudan ızlenimleri olacaktır. Doğalcılık, filmde doğanın bir varoluş biçimidir. Doğa ne kadar doğal bir şekilde çekime girer­ se elde edilen görüntü de o kadı;ır saygın olacaktır. Sinemada doğa, doğalcı bir olasılık aracılığıyla ruh kazanıp canlanır. Son zamanlarda seyircilerimle konuşmak için bol fırsatım oldu. Bu sohbetler sırasında onları, filmlerimde simgelere ve mecazlara asla yer vermediğime ikna edemedim. Özellikle de yağmurun anla­ mı konusunda beni çok sıkıştırdılar. Neden yağmur? Neden ikide birde beliren rüzgar, ateş ve su? Bu tür sorular beni büsbütün çile­ den çıkaıtıyor. Yağmurun, içinde büyüdüğüm doğanın bir özelliği olduğu söyle­ nebilir. Rusya' da insanı hüzne boğan, ardı arkası kesilmeyen yağ­ murlar yağar. Büyük kentleri değil doğayı sevdiğim ve Moskova' dan, uygarlığın nimetlerinden üç yüz kilometre uzaklıktaki tipik Rus köy evimde kendimi hep çok mutlu hissettiğim de söylenebilir. Yağmur, ateş, su, kar, çiy ve tarlalar, içinde yaşadığımız maddi çev­ renin parçalarıdır, buna yaşamın gerçeği de diyebilirsiniz. Bu ne­ denle insanların, duyarak görüntüye aktarılan doğanın keyfini süre­ ceklerine, içinde birtakım gizli anlamlar aradıklarını duyduğumda fazla sevinemiyorum, doğrusu. Başkalarına yağmurun kötü havayı çağrıştırmasına karşılık ben yağmuru, filmdeki eyleme damgasını vuran bir tür estetik çerçeve olarak kullanırım. Tanrı aşkına, bu sö­ züm sakın yanlış anlaşılmasın, doğanın filmlerimde herhangi bir şe­ yi simgeleştirmesini asla istemem. Ticari filmlerde bazen sanki ha­ va diye bir şey yokmuş gibi davranılır. Bu filmlerde her şey, mükem­ mel bir ışıklandırmayla belirlenir: Amaç, hızlı çevirimdir. Orada her şey senaryoda öngörülen konuya uygun, akar gider. Ve kimse 23 1

öylesine düzenlenmiş bir çevrenin basmakalıplığına, ayrıntının ve atmosferin ihmale uğramış olmasına kızmaz. Fakat sonra sinemacı­ nın biri kalkıp, dünyayı seyirciye gerçekten yaklaştırmaya, seyirciye gerçek dünyayı bütün ayrıntılarıyla algılama, aynı zamanda da "key­ fini sürme", ıslaklığını kuruluğunu kendi teninde hissetme olanağı vermeye çalıştığında bir de bakar seyirci, bu izlenimlere duygusal olarak, doğrudan estetik anlamda kendini kaptırma yeteneğini çok­ tan yitirmiş, kendini denetlemek zorunda hissederek durmadan "a­ caba", "niçin", "nedep." diye şüpheci gözede sorular sormakla yetini­ yor. Aslında bunun nedeni de benim, ideal dünyamı, en mükemmel şekliyle, kendimin benim tarafımdan algılanan şekliyle beyaz perde­ de göstermek istememdir. Seyircilerden gizlediğim özel bir maksa­ dım yok, onlara bazı imalarda da bulunmayı düşünmüyorum. Seyir­ ciye dünyayı, bana göre en anlamlı, en yalın, varlığımızın yakalana­ mayan özünü en iyi dile getirdiğini sandığım haliyle gösteriyorum. Bergman'dan bir örnekle bu konudaki düşüncelerimi daha açıklığa kavuşturmak istiyorum: Kaynak filminde vahşice tecavüze uğrayan kız kahramanın öldüğü sahne beni hep sarsmıştır. İlkba­ har güneşinin süzüldüğü dalların arasından henüz ölmekte, belki de ölmüş bir kızın yüzünü görürüz ... Artık acının zerresini duymu­ yordur. Buraya kadar anlaşılmadık bir şey yok, gene de sanki bir şeyler eksikmiş gibi. . . Sonra kar yığışı; alışılmadık ilkbahar karla­ rından biri başlar. . . Lapa lapa :Karlar kızın kirpiklerinde asılı kalır, göz kapaklarını örter. . . Zaman izlerini bırakır. . . Şimdi kalkıp da la­ pa lapa kar yağışının anlamı üzerinde konuşmak doğru olur mu? Ve­ ya bu sahnenin, uzunluğu ve ritmi ile duygusal kavrayışımızı doru­ ğa çıkartmayı amaçladığını söyleyebilir miyiz? Şüphesiz ki hayır! Zi­ ra yönetmenin bu çekimde güttüğü tek amaç olayı olduğu gibi yan­ sıtmak, kızın göz kapaklarına yapışıp kalan karların erimediğini gös­ tererek kızın öldüğünü vurgulamak. Yaratıcı istek ile ideoloji birbi­ rine karıştırılmamalıdır, aksi takdirde sanatı doğrudan, ruhsal ya­ nıyla, olduğu gibi algılama olanağım elimizden kaçırmış oluruz. 232

Nostalghia'da, Rusya'daki köy evimin birden bir İtalyan kate­ dralinin tam ortasında belirdiği sahnenin kısmen mecazi bir anlam içerdiğini itiraf etmeliyim. Bu düzenlenmiş görüntünün biraz edebi bir yam vardır. Aynı zamanda da Gorçakov'un ruhsal durumunun, ona artık yaşama olanağı vermeyen parçalanmışlığının bir modeli­ dir. İstenirse tam tersi de savunularak bu görüntünün Toscana tepe­ leriyle Rus köyünü organik ve ayrılmaz bir bütünde kaynaştıran ye­ ni bir birliği yansıttığım ve bu birliğin ancak Rusya'ya geri dönülme­ si halinde gerçeklik tarafından parçalanacağım söylemek de müm­ kündür. İşte tam da bu yüzden Gorçakov, onun için yeni olan bu dünyada ölüyor; ölüyor çünkü garip bir biçimde koşullandırılmış varlığımızın olayları bu dünyada, herhangi bir kimsenin bilinmez nedenlerle sonsuza dek bozmuş olduğu doğal ve organik bir birlik oluşturuyor. Kaba bir simgesellik içermediği umudunu taşımama rağmen, bu sahnenin sinema açısından pek başarılı olmadığım itiraf etmeliyim. Fikrimi soracak olursanız, bu sahne oldukça karmaşık• tır ve birden çok anlam içermektedir: Gorçakov'un başına gelenleri görsel olarak dile getirmekle birlikte, çözümlenmesi gereken her­ hangi bir şeyi simgeselleştirmekten de uzaktır. Bu örnekte tutarsızlıkla suçlanabilirim. Ama unutulmasın ki sa­ natçı her zaman kendine sonradan çiğneyeceği ilkeler koyar. Sanı­ rım, yaratıcılarının benimsediği estetik doktrinlere uygun eser sayı­ sı çok azdır. Genelde sanat eserleri, yaratıcılarının estetik idealleriy­ le oldukça karmaşık bir ilişki içine girerler. Sanat eserleri kendilerini asla estetik ideallerle sımrlandıra­ mazlar, çünkü sanatsal yapı, üzerinde yükseldiği kuramsal şemalar­ dan her zaman çok daha zengindir. Ben bile, bu kitabın sonuna ge­ lirken, burada kendim için çizdiğim çerçe�eyle elimi kolumu biraz fazla bağladığım endişesine kapılmadan edemiyorum.

Nostalaghia, artık geride kaldı. Film çalışmaları sırasında ki­ min aklına gelirdi ki benim de ruhum, çok geçmeden, son derece ki­

şisel ve somut bir nost:a1jinin penÇesinde kıvranıp duracak.

2.33

IX

Bitirirken

Bu kitap, birkaç yıl da tamamlandı. Bu yüzden, şimdiye kadar söyle­ nenleri bugünün bakışıyla toparlamayı özellikle gerekli addediyo­ rum. Her şeyden önce: Tabii ki bu kitap, sanki "bir nefeste" yazılmış­ çasına sona ermiyor. Ancak bu kitabı ben, biraz da, ilk film çalış­ mamdan bugüne dek karşılaştığım sorunları bütün gelişme evrele­ riyle sergileyen bir tür günlük olarak ele alıyor;m. Aradan geçen yıllardan sonra sanat üzerine, daha doğrusu sine­ matografinin görevi üzerine düşünmek bana eskisi kadar önemli gel­ miyor. Hayatın kendisi bugün benim için çok daha önemli. Yaşama­ nın anlamım kavramayan bir sanatçının aslında söyleyecek pek faz­ la bir şeyi de yoktur, herhalde. Görevlerimi yalnızca bir sanatçı olarak değil bir insan olarak da tanımlamak istediğimden, b urada uygarlığımızın bugün içinde bulunduğu duruma da eğilmem ve bireyin, yaşadığı tarihi süreçteki kişisel sorumluluğu sorununa değinmem gerekiyor. Topluma "adil" bir düzen verip yüksek bir amaÇ uğruna örgütle­ me saplantısına kapılmış "büyük sorgucular", liderler ve " önemli şahsiyetler"le dolu tarihi bir dönemin, günümüzde yavaş yavaş ka234

Nosthalgia: Özlenen vatanı aııarkı:ıı

panmakta olduğu gibi bir duygu var içimde. Bu insanların büyük amacı, kitlelerin bilincini istedikleri yöne çekmek, yeni ideolojik ve toplumsal fikirlerle donatmak ve halkın çoğunluğunun mutluluğu adına hayatın örgütlenme şekillerini yenileme çağrısında bulunmak· tı. Zamanında Dostoyevski, başka insanların ait mutluluğunun so­ rumh.ıluğunu üstlenmek isteyen "büyük sorguculara" karşı bizi uyar­ mıştı. Bu arada biz de insanlığın genel çıkan ve "halkın iyiliği" adına konuştuğunu ileri süren bir grubun çıkarlarının ya da tek bir sınıfın çıkarlarının, topluma uğursuz bir şekilde yabancılaştırılmış bireyle­ rin çıkarlarına nasıl üstün geldiğini somut olarak yaşadık. Aslında bütün uygarlaşma sürecinde insanlara verilen tek şey, dünyayı kurtarmak ve kendi d uıumunu düzeltmek konusunda ide­ ologlaıı.n ve siyaset adamlarının bu kez "en doğrusu" olma iddiasıyla

yumurtladıkları öneriler olmuştur. Genel değişimle,re ayak uydura­ bilmek için her seferinde bir kısım azınlık kendi düşüncelerini bir kenara atmak ve böylece hiç değilse dışarıya karşı, önerilen davra­ nış modellerine boyun eğmek zorunda kaldı. "İlerleme" adına, insan­ lığın geleceğini güvence altına alma adına yapılan görünürde dina­ mik eylemlerin koşullan altında insanlar, bu genel dinamik içinde yitip giden kendi bireyselliklerini tamamen unuttular. Herkesin çı­ karını koruyan insan, sonunda kendi çıkarım korumayı unuttu, İsa'nm şu emrini unuttu: " Komşunu kendin gibi seveceksin! " Oysa bu yasanın anlamı şu değil mi: İnsan kendini o kadar sevecek ki mül­ kiyetçi özel çıkarları yasaklayan, buna karşılık komşusuna sonsuz bir özveri ve sevgi duymasını sağlayan içindeki o üstkişiliği ve tanrı­ sallığı sayması da mümkün olacak. Ancak bu da tam anlamıyla ken­ dini bilmekten geçer; şu dünyadaki hayatımın merkezi olan "ben"in manevi bir mükemmellik peşinde koştuğu ve kendini ben-merkez­ ci hırslardan kurtardığı ölçüde bir anlamı ve nesnel değeri olduğu bilincinden geçer. İnsanın kendisini düşünmesi, yani kendi ruhu uğ­ runa mücadele etmesi, büyük bir kararlılık ve muazzam bir gayret gerektirir. Ben merkezci-faydacı çıkarlardan kendini biraz olsun kurtarmaktansa ahlaksal ve etik açıdan kendini bırakmak çok daha kolaydır. İnsanlar arasında ilişki öyle bir şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çaba­ lardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendi­ ni feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkaların­ dan beklenen hasletlerdir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini so­ rumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çı­ karlarım genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce ne­ den öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp şöyle bir kendine baka­ cak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele ala­ cak ne bir istek ne de cesaret vardır. 236

Başka bir deyişle: Özgün değil "genel" çabaların bir ürünü olan bir toplumda yaşıyoruz. Tek tek bireylerin çıkarlarını kaale almaksı­ zın insanların enerjilerini ve gayretlerini şekillendiren ve kullanan yabancı düşüncelerin ve hırsların, daha doğrusu liderlerin bir aleti olmaktadır insan. Sonuçta, kişisel sorumluluk sorunu adeta orta­ dan kalkniış ve insanın kendine karşı sorumsuzca davranmasına göz yumanyanlış bir "genel"in çıkarına feda edilmiştir. Ne var ki, kendi sorunlarımızın çözümünü başkalarına devretti­ ğimiz an, maddi ve manevi gelişim arasındaki uçurum da derinleşir. Başkalarının bizim adamıza kesip biçtiği bir fikirler dünyasında ya­ şıyoruz. Bu demektir ki, ya bu fikirlerin standartlarına göre kendi­ mizi geliştiriyoruz ya da bu fikirlere giderek daha da umutsuz bir bi­ çimde yabancılaşarak pnlarla çelişkiye düşüyoruz.· Kanımca, kişisel ile genel arasındaki buhran, ancak insan top­ lumsal eğilimlere uyum sağladığında çözülebilir. Peki ama, kendini genel bir dava adına feda etmek ne demektir? Kişisel olanla toplum­ sal olan arasındaki trajik buhran da zaten buradan kaynaklanmıyor mu? Bir insan, toplumun geleceğinden kendini sorumlu tutmaz, baş­ kalarını yönetme, onların kaderlerini, toplumsal gelişmede onlara uygun gördüğü role tabi kılma hakkını kendinde görürse, işte o za­ man birey ile toplum arasındaki parçalanmışlık giderek daha da keskinleşir. İrade özgürlüğü, hem toplumsal fenomenleri hem de bizim baş­ kalarına karşı takınacağımız tavrı belirleme, iyiyle kötü arasında öz­ gürce seçim yapabilme yeteneğini garanti eder. Ancak özgürlük so­ rununun hemen ardından vicdan sorunu gelir. Toplumsal bilincin geliştirdiği bütün kavramların evrimci olmalarına karşın vicdan kav­ ramı tarihi süreçlere bağlı değildir. Vicdan, insanın içinde hep var­ dır, insana özgüdür. Bizim tam anlamıyla başarısız olan uygarlığımı­ zın bir ürünü olan toplumun temellerinde delikler açar. Biyolo­ jik-evrimci açıdan vicdan kategorisi neredeyse anlamsızdır. Gene de varlığını sürdürür ve tüm gelişiınlnde insana eşlik eder. Bugün, maddi mallara sahip olmakla manevi açıdan mükem'237

melliğe erişmenin asla atbaşı gitmediğini herkes bilir. Öyle bir uy­ garlık yarattık ki, artık tüm insanlığı yok etmekle tehdit ediyor. Bu tür global bir felaket karşısında benim için ilke olarak yegane önem­ li sorun, insanınkişisel sorumluluğu sorunudur. Manevi bir fedakar­ lığa hazır olup olmaması sorunudur. Bu olmadan maneviyatla ilgili her soru gereksiz olacaktır. Burada sözünü ettiğimiz fedakarlık, tabii ki zorlamayla olmaz; ancak gönüllü, kendiliğinden ve doğal olarak ötekine yapılan bir hiz­ met şeklinde gerçekleşebilir. Peki, en genel şekliyle insanlararası iletişim bugün ne anlama gelir? Çoğu kez bunun tek bir anlamı var­ dır: Birlikte yaşadığı insanlardan kendisi için mümkün olduğunca çok yarar sağlamak; bedeli ne olursa olsun, kendi çıkarlarından vaz­ geçmemek. Ancak tuhaftır ki, son tahlilde bizim benzerimiz olan in­ sanları aşağıladıkça kendimizi bu dünyada daha bir boşlukta, daha bir yalnız hissederiz. Şu anda biz, yalnızca, manevi değerlerin nasıl öldüğüne tanık­ lık etmekteyiz. Buna karşılık, saf materyalizm, sistemini iyice sağ­ lamlaştırdı, felç olma tehlikesiyle karşı karşıya olan hayatımızın te­ meli oldu. Herkes, maddi ilerlemenin insana mutluluk getirmeyece­ ğini biliyor. Gene de çılgınlar gibi onun "kazançlarını" artırmaya çalı­ şıyoruz. Bu konuda o kadar ilerledik ki, Stalker'de de belirtildiği gi­ bi, içinde yaşadığımız zaman aslında gelecekle çakışıyor; yani şimdi­ ki zamanın içinde yakın gelecekte meydana gelecek önüne geçilmez bir felaketin bütün önkoşulları mevcut. Hepimiz bunu hissediyor, gene de önüne geçip bunu durduramıyoruz. Bu yüzden, insanın eylemi ile yazgısı arasındaki bağlantı derin­ lemesine zedelenmiş gibi görünüyor. Bu trajik parçalanmışlık, çağ­ daş dünyada yaşayan insanın kendine duyduğu güvenin zayıflığının başlıca nedenidir. İnsan, aslında, tabii ki öncelikle eylemlerinin esi­ ridir. Ama ne yazık ki hiçbir şey kendisine bağlı değilmiş, gelecek üzerinde hiçbir etkisi olamazmış gibi eğitilen insanın içinde, son tah­ lilde, kaderi üzerinde hiçbir payının olmadığı duygusu, bu yanlış ve mahvedici duygu yavaş yavaş büyümektedir. 238

Benim için ilk ve en önemli görev, insanın kendi kaderine karşı sorumluluk bilincini yeniden yükseltmektir. İnsan, kendi ruhu kav­ ramına geri dönmeli, bu ruhu yüzünden acı çekmeyi, eylemlerini vicdanıyla bağdaştırmayı yeniden keşfetmelidir. Olayların gidişi, kendi düşünceleriyle çeliştiğinde vicdanının rahat vermeyeceğini kabullenmeye yeniden başlamalıdır. Kendi ruhunun verdiği acı in­ sana olayların gerçek yüzünü fark etme olanağı tanır; s.orumluluk duygusu artar, suçluluk bilinci gelişir. İşte o zaman insan kendi tem­ belliğini ve ihmalkarlığını, bu dünyada olup bitenlerin kendi suçu ol­ madığı, bütün bunların diğer insanların kötü emelleri tarafından be-. lirlendiği şeklindeki bir bahaneyle haklı göstermeye kalkışmaz. Bence dünyaya huzur, ancak ve ancak kişisel sorumluluğun yeni­ den yerleşmesiyle gelir. Marx ve Engels, bir keresinde, tarihin gelişmek için her za­ man, varolanlar içinde en zayıf değişkeni seçtiğini söylemişlerdi. Bu soruna yalnızca varolmanın maddi yanından bakıldığında söyledik­ leri doğrudur. Tarih, idealizmin en son kıvılcımını da kaybettiği ve manevi anlamıyla kişilik tarihi süreç üzerinde etki bırakmaz hale geldiği zaman bu tür bir sonuca varmak kaçınılmazdır. Kısacası Marx ve Engels nedeni tahlile kd.lkmadan yalnızca mevcut durumu gözönüne almakla yetindiler. Oysa neden, insanın kendi aklının il­ kelerine karşı sorumluluğunu unutmasıdır. İnsan bir kere tarihi ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdükten sonra, bu tarih makinesinin işleyebilmek için tek ihtiyaç duyduğu şey, insan hayatının kınntılanydı. Sonuçta insan, her şeyden önce, toplumsal açıdan yararlı bir varlık olarak ele alındı. Tabii bu arada da bu toplumsal yararın as­ lında ne olduğu sorusu ortaya çıktı. İnsan eyleminin toplumsal ya­ rarlılığı üzerinde bu kadar ısrarla durulursa kaçınılmaz olarak kişi­ nin ihtiyaçları unutulur gider. Bu da affedilmez bir yanılgıya, insan­ lık trajedyasının en temel önkoşulunu oluşturan yanılgıya yol açar. Özgürlük sorunuyla birlikte ortaya, deneyim ve eğitim sorunu da çıkar. Zira günümüz insanlığının özgürlük mücadelesi bireysel öz239

gürlük, yani bireyin kendi yararına olacak her şeyi yapmasına izin veren olanaklar etrafında döner. Ancak bu hayali bir kurtuluştur, çünkü bu yolda insanlığı yalnızca yeni hayal kırıklıkları beklemekte­ dir. İnsan ruhundaki enerjinin kurtuluşu ancak, korkunç bir iç çatış­ ma sonucu gerçekleşebilir ki bu çatışmaya girip girmemeye de an­ cak bireyin kendisi karar verebilir. İnsanın eğitimi yerine öz-eğitim geçmelidir, aksi takdirde elde ettiği özgürlükle ne yapacağını, onun kaba, salt tüketmeye dayalı bir anlayışla ele alınmasına nasıl karşı çıkacağım bilemez. Bu konuda Batının deneyimi, eni konu düşünmemizi sağlaya­ cak kadar zengindir. Batının sahip olduğu demokratik özgürlüklere rağmen hiç kimse, "özgür vatandaşlarının" içinde bulunduğu ruhsal buhranı görmezden gelememektedir. Burada ne olmuştur? Kişiliğe tanınan bu özgürlüğe rağmen neden Batıda birey ve' toplum arasın­ daki buhran bu derecede şiddetlenmiştir? Bence Batının deneyimi bize, insanın özgürlüğü, tıpkı tek bir kuruş bile ödemeden kullandı­ ğı kaynak suyu gibi doğal addettiği sürece özgürlüğün kaynakların­ dan daha iyi bir hayat için yararlanmadığını göstermektedir. Gerçekten özgür bir insan, bireyci anlamda özgür olamaz, aynı şekilde bireyin özgürlüğü de toplumsal bir çabanın ürünü olamaz. Geleceğimiz bizden başka kimseye bağlı değildir. Biz ise, her şeyi yabancı emek ve sıkıntıyla ödemeye o kadar alışmışız ki. Bu dünya­ da her şeyin birbirine bağlı olduğu, elimizde tuttuğumuz irade öz­ gürlüğü ve iyiyle kötü arasında karar verme hakkı nedeniyle rast­ lantıya hiç yer olmadığı gerçeğini bütün basitli�ne karşın görmez­ den geliyoruz. Tabii ki bireysel özgürlüğün olanakları diğerlerinin iradesiyle sınırlıdır. Ancak, özgür olamamanın her zaman kendi korkaklığımı­ zın ve ataletimizin bir sonucu, kendi vicdanımıza uygun irade bildi­ rimlerinde bulunmamızı engelleyen kararsızlığımızın bir ürünü ol­ duğunu tekrar tekrar vurgulamakta yarar görüyorum. Rusya'da yazar Korolenko'nun şu sözleri sık sık tekrarlanır: " Kuş uçmak için, !ı;ı_san mutluluk için doğar!" Bana kalırsa, insan 240

varlığının özüne bundan daha aykırı bir görüş olamaz. Mutluluk kavramının ne anlama geleceği hakkında en ufak bir fikrim yok. Memnuniyet mi? Huzur mu? İnsan hiçbir zaman memnun değildir ve daima somut, elde edilebilir görevlerin çözümüyle değil, aksine sonsuzluğa yönelir. . . Kilise bile insanın mutlak değerlere olan bu öz­ lemini dindiremez, çünkü ne yazık ki kilise, kof bir dekordan, pra­ tik hayatı örgütleyen toplumsal kurumların bir karikatüründen baş­ ka bir şey değildir. En azından günümüz kilisesi, maddeci-teknolo­ jik üstünlüğü dinsel bir uyanış çağrısıyla yeniden dengelemeyi başa­ ramadığını ispatlamıştır. Bu koşullar altında benim için sanatın görevi, insandaki fikri-­ tinsel olanakları, mutlak özgürlük düşüncesini ifade etmektir. Ben­ ce sanat her zaman, ruhunu boğmakla tehdit eden maddeye karşı mücadelesinde insanın en güçlü silahı olmuştur. Sanatın, Hristiyan­ lığın neredeyse iki bin yılı bulan varlığı boyunca uzun süre, dini dü­ şünceler ve görevler doğrultusunda gelişmesi hiç de rastlantı değil­ di. Sanat, yalnızca varlığıyla bile uyumsuz insanda uyum düşüncesi­ ni uyarır. Sanat ideale vücut vererek etik ve maddeci ögeler arasındaki dengeye örnek oluşturmuştur. Bu dengenin ne salt bir mit ne de bir ideoloji olduğunu, bizim boyutlarımızda da gerçekliğe kavuşturula­ bileceğini ispatlamıştır. Sanat, insanın uyuma duyduğu ihtiyacı dile getirmiştir, özlemini çektiği maddeyle ruh arasındaki dengeyi b enli­ ğinde yaşatmak için insanın, gerekirse, kendisiyle bile mücadele et­ meye hazır olduğunu göstermiştir. Madem sanat, ideali ve sonsuzluğa ulaşmayı ifade ediyor, o za­ man, faydacı gözle değerlendirilecek amaçlara da bağımsızlığını risk etmeden hizmet edemez. İdeal, günlük gerçeklik içinde rastlan­ makla birlikte manen vazgeçilmez olan şeyleri ortaya çıkarır. Bir sa­ nat eseri, gelecekte tüm insanlığın benimseyeceği, ama şimdilik yal­ nızca çok az kimsenin, her şeyden önce de alışılagelmişi, sanatların­ da şekillendirdikleri ideal bilinçle çatıştırma hakkına sahip çıkan dahilerin görebileceği ideali ortaya serer. İşte bu nedenle sanat, özü 241

itibariyle aristokrattır _ve yalnızca varlığıyla bile kişiliği fikri-tinsel mükemmelliğe ulaştırmak amacıyla manevi enerjinin en alçaktan en yükseğe doğru ileri hareketini garanti altına alan iki güç arasın­ daki farkı sağlamlaştırır. Burada sanatın aristokrat karakterinden söz ederken, tabii ki, insan ruhunun ahlaksal birdoğrulanmaya ulaşma çabasını, insanın bu yolla mükemmelliğe biraz daha yaklaşan varlığına anlam kazan­ dırma gayretini kastediyorum. B u açıdan bakıldığında hepimiz, son tahlilde, aynı konum içindeyiz ve ruhen aristokrat seçkinlere katıl­ ma şansımız eşit. Ancak sorunun özü de zaten burada yatıyor: Bu şansı kullanmak isteyen insan sayısı çok fazla değil. Oysa sanat in­ sanlara, dile getirdiği ideal bağlamında kendilerini sınama konusun­ da teklifler getirmeyi sürdüıiiyor. Gene insan varlığının anlamım mutlu olma hakkı olarak tanım­ layan Korolenko'ya dönelim. Bu bana, Eytıp'un kitabını çağrıştırdı. Kitapta Elifaz şöyle der: "Çünkü dert topraktan çıkmaz ve zahmet yerden bitmez; fakat insan meşakkate doğar; kıvılcımlar yukarı uçar gibi" (Eski Ahit, Eyup, 5;6). Acının kaynağı memnuniyetsizlik­ tir, insanın o an içinde bulunduğu durumla ideal arasındaki çatışma­ dan doğar. İnsanın gerçek bir Tanrısal özgürlük uğruna mücadeley­ le ruhunu güçlendirmesi, " mutluluk" duygusundan çok daha önemli­ dir. Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani umudu, inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendi­ rir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi de­ ğil- kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen bo­ ğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sa.patçı, insanlığın manevi iç­ güdüsünün temsilcisidir. Genel anlamda sanat nedir? İyi midir kötü mü? Tanrı vergisi midir yoksa şeytanlık aracı mı? İ nsanın gücünden mi doğar yoksa za­ yıflığından mı? İnsanların birlikteliğinin bir güvencesi ve toplumsal uyumun bir göstergesi midir? İşlevi bu mudur? Sanat ilanı aşk gibi 242

bir şeydir. İnsanın diğer insanlar bağımlılığının bir itirafıdır. Bir ay­ dınlanmadır. Bilinçsiz bir eylemdir ama hayatın asıl anlamım, yani sevgiyi ve fedakarlığı yansıtır. ·

Ancak geriye dönüp bakarsak, insanlık yolunun tarihi afetler ve felaketlerle dolu olduğunu görürüz. Yıkılmış uygarlıkların kalıntı­ larım keşfederiz. Bu uygarlıklara ne olmuştur? Neden nefesleri ke­ silmiştir? Yaşama azimleri ve ahlaksal güçleri neden tükenmiştir? Herhalde hiç kimse, bütün bunları saf materyalist kusurlara bağla­ maya kalkışmayacaktır. Bana bu tür bir yaklaşım,, canavarlıkİnış gi­ bi geliyor. Öte taraftan, bizim bugün yeniden bir uygarlığın yıkılışı­ na tanık olmak üzere olduğumuzdan da kesinlikle eminim. Çünkü tarihi sürecin fikri-tinsel yamru tamamen gözardı ediyoruz. Çünkü giderek affedilmez derecede günaha ve umutsuzluğa daha fazla bula­ nan maddeciliğimizle insanlık. üzerine sayısız felaketler yağdırdığı­ mızı itiraftan kaçınıyoruz. Kısaca, kendimizi bilim adamları yerine koyuyor ve bilimsel olduğunu ileri sürdüğümüz amaçlarımıza daha fazla inandırıcılık katma bahanesiyle insanlığın bölünmez sürecini iki ayrı parçaya bölüyor ve sonra da bu sürecin itici güçlerinden yal­ nızca bir tanesini her şeyin tek nede!Ü haline dönüştürüyoruz. Bu yolla yalnızca geçmişte işlenen hataları haklı göstermeyi de­ ğil, ayın zamanda geleceğimizi de yansıtmaya çalışıyoruz. Bu tür ya­ nılgılarda ortaya çıkan tek bulgu, belki de tarihin ne kadar sabırlı ol­ duğudur. O sabırla, insanın sonunda yapacağı doğru seçimle yeni­ den çıkmaz sokağa saplanmaktan kurtulacağı, başarısız denemele­ ri, yeni, başarılı çabalarla düzelteceği günleri bekliyor. Tarihten hiç kimsenin hiçbir şey öğrenmediği ve insanlığın onun de fleyimlerini görmezden gelmeyi yeğlediği şeklindeki yaygın inanca bu açıdan ka­ tılmak gerekiyor. Başka bir deyişle, uygarlığın başına gelen her felaket uygarlı­ ğın başarısızlığının bir göstergesidir. Ve insan her seferinde yolunu yeni baştan çizmek zorunda kaldığına göre, demek ki o güne kadar tuttuğu yol, fikri-tinsel mükemmellikten hayli uzakmış. İnsan nasıl da biraz durup i nsan varlığının anlamı konusunda 243

mevcut diğer görüşlerden herhangi birisine eğilmek ihtiyacı duyu­ yor. Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batıdan daha yakındı, ama Batı uygarlıkları maddi hayat b eklentileriyle Doğuyu yutuverdi. Bunu anlamak için Doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı: "İşte ben buyum! " diye bağırıyor. "Bana bakın! Dinleyin, acı çekmeyi ve sevmeyi bir tek ben biliyorum! Yalnız ben hem mut­ suz hem mutlu olabiliyorum! Ben! B en! Ben!J" Doğu ise kendisiyle il­ gili tek bir kelime söylemez. Kendini, Tann'nın, doğanın, zamanın içinde tamamen kaybeder, kendini onlar içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içinde keşfetmesini bilir. Taocu müzik - Çin, İsa' dan ön­ ceki 600 yıl... Peki ama, neden bu yücegönüllü görüş üstünlük sağlayamadı da aksine yok oldu? Ve neqen bu düşünceden doğan uygarlık, mü­ kemmelliğe erişmiş belli bir tarihi süreç biçiminde bize ulaşamadı? Anlaşılan bu görüşler, kendilerini saran materyalist dünyayla fena halde kapışmış. Birey nasıl toplumla kapışıyorsa bu uygarlıJ.::. da ötekisiyle ka­ pışmış. Ancak yalnız bu yüzden d eğil, materyalist d unyayla, onun "gelişmişliği" ve teknolojisiyle de karşı karşıya geldiği için de yok olup gitmiş. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tu­ zun tuzudur, gerçek bilgi ancak ondan fışkırır. Mücadele ise bu Do­ ğu mantığına göre günahtır. İşin aslı, bizim kendi yarattığımız bir hayaller dünyasında yaşa­ mamızdır. Onun kusurluluğuna tabiyiz, keşke onun yararlarına ve değerlerine de tabi olabilseydik. Ve laf aramızda: İnsanlık, sanatsal görüntü kadar bireyci olma­ yan başka bir şey keşfedememiştir ve belki de insan varlığının anla­ mı gerçekten de sanat eserleri yaratmada amaçsız ve bireyci olma­

yan sanatsal eylemlerde aranmalıdır. Belki de bu şekilde, bizim Tanrının bir kopyası olarak yaratıldığımız doğrulanmaktadır.

244

Dipnotlar

1. Goskino: Sovyetler Birliği'nde film işlerinden sorumlu organ; en yüksek

karar ve yönetim hakkına sahip bakanlık düzeyinde bir kuruluş. 2. Iskusstvo kino ( Sinema Sanatı): Goskino ve Film Birliği tarafından çı­

kartılan, 193 l'de kurulmuş, aylık kuramsal sinema dergisi. "Mühürlen­ miş Zaman"ın pek çok bölümü önce burada yayınlanmıştır. 3. İnokenti Smoktunovski ( * 1925): Ünlü Sovyet tiyatro ve sinema oyuncu­

su: ilk defa A. Tarkovski'nin hocası Michail Romm yönel timinde oyna­ dı. Ayna'da " anlatıcının" metnini okumaktadır.

4. Arseni Tarkouski ( * 1 905): Rus - Sovyet şair ve çevirmeni. Andrey Tar­

kovski'nin babası. Şiirleri, Andrey Tarkovski'nin filmlerinde sık sık yer alır. 5. Sovyetski ekran (Sovyet Filmi): Goskino ve Film Birliği tarafından ge­

niş halk kesimleri için çıkartılan, 1929' da kurulmuş sinema dergisi. 6. VGIK Dünyanın en eski sinema okulu (kuruluşu: 19 19). Buradaki beş

fakültede sinema ve televizyon için yerli ve yabancı uzmanlar eğitilmek­ tedir. 7. Söz konusu olan, Michail Romm'un sınıfının gerçekleştirdiği

Katok i

skripka adlı kısa metrajlı filmdir. 8. Vladimir Bogomolov ( * 1924 ) : Rus - Sovyet hikayecisinin "İvan" adlı öy­

küsü 1958'de yayınlanmıştır. 9. Aleksandr Grin ( 1880 - 1932) : Rus hikayecisi, şair. Devrimden önce ba­

lıkçı, gemici, altın arayıcısı ve demiıyolu işçisi olarak tüm Rusy:ı'yı ge­ zer, Çarlık gizli polisi tıii-arından takibata uğrar. İç savaş sırasında da Maksim Gorki tarafın dan destek görene dek yoksul! uk için de yaşar. 245

10. Michail Prişvin ( 1873 - 1954): Ö zellikle doğa betimlemeleriyle ünlü

Rus hikayecisi ve şairi. 1 1. Qsip Mandelstam ( 1891 - 1938) : Rus şairi, mankeizmin temsilcisi. AJ.eksander Dovşenko ( 1894 - 1956) : Ukraynalı- Sovyet film yönet­

meni. Kenyi Mizoguçi ( 1898 - 1956): Japon film yönetmeni, ressam oyuncu ve gazeteci. Filmlerinde, oldukça uzun planlar ve üstüste bindirmeler­ le kadının fedakarca sevme yeteneğini işlemiştir. 12. Kapiyev Efendi ( 1909 - 1944), Dağıstanlı - Sovyet hikayecisi ve çevir­

meni. Günlüğü, ölümünden sonra 1956'da yayınlanmı�ır. 13. Nikolay Buralayev (* 1946): Sovyet sinema oyuncusu ve yönetmeni.

İvan'ın Çocukluğu'nda başrolü, Aııdrey Rublov'da ise Boriska'yı oynamıştır.

14. AJ.eksander Al.eksandroviç Blok ( 1880 - 192 1 ) : Rus şairi. Rus semboliz­

minin en önemli temsildlerinden� 15. Vittore Carpaccio ( 1455 - 1526) : Erken Rönesans dönemi, İtalyan res­

samı. 16. Vassili Şukovski ( 1 783 - 194 1): Rus şair ve çevirmeni. 17. Dimitri Mereşkovski ( 1866 - 194 1): Rus eleştirmeni, deneme ve ro­

man yazarı, şair. Rus yeni romantizminin öncülerinden. Dini ve felse­ fi bir çevrenin ve Novy puti adlı derginin kurucusu. 1920'de Paris'e

göç etmiştir.



18. Dostoyevski'nin 187 1/72'de yayınlanan

Ecinniler adlı romanından bir alıntı. (Türkçesi için bkz.: C inler, Can Yayınları, İstanbul, 1984, s. 227)

19. Marcel Proust'un 1913 - 27 yılları arasında yayınlanan

Geçmiş Za­ Peşinde adlı yedi ciltl1k romanından alıntı. [Swann' ların Semtinden, 1. Cilt: Combray, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1942,

man

s.

58 - 59.)

20. Auguste Lumiere ( 1862 - 1954) ve kardeşi Louis sinemanın mucidi ve

öncüleridir. "Sinematografıler"inin en ünlüleri arasında L'arrivee d'un train en gar adlı film yer almaktadır. 21. Sergey MAyzenştayn: "Çekim Ötesi Sinema Sanatının ilkeleri Üzeri­

ne." 246

22. Friedrich Gorenştayn, Rus edebiyatçısı ve senarist

(Solaris). Bugün

Batı Berlin'de yaşamaktadır. 23. Pavel AFlorenski, "Trudy poznakovyim sistemam", Cilt

111, Tartu

1967, s. 384 - 392. 24. Leon Battista AJ.berti ( 1404 - 14 72): Erken Rönesans dönemi, İtalyan

mimar ve sanat tarihçisi. 25.

Georgi ve Sergey Vassilev kardeşlerin klasUtleşmiş devrim filmi bugün "sosyalist gerçekçiliğe" örnek gösterilmektedir.

Çapayev ( 1934):

26. Michail Romm ( 190 1 - 197 1): Sovyet film yönetmeni. Ayzenştayn'ın

öğrencisi, Tarkovski'nin öğretmeni. Tarkovski onun sınıfından me­ zun olmuştur. 27. Vyaçeslav İvanoviç İvanov ( 1866 - 1949): Metafizik yönlü bir semboliz­

min kuramcısı ve şair. 28. Leo Tolstoy'un "İvan İlyiç'in Ölümü" adlı uzun öyküsü 1886'da yayın­

lanmıştır. [İvan İlyiç'in Ölümü, Can Yayınları, İstanbul, 1983.) 29. Söz konusu olan Akira Kurosava'nın

örümceğin Şatosu adındaki

Machbeth uyarlamasıdır. 30. Akaki A Başmatçkin: Gogol'un Palto adlı romanının başkahramanı­

dır; Yevgen Onegin ise Aleksander Puşkin'in aynı adlı manzum roma­ nının başkahramanıdır. 31. Sözü edilen, Dostoyevski'nin

Suç ve Ceza adlı romanının başkişisi­

dir. 32. Pascal Aubier ( * 1942): Fransız film yönetmeni. Jean - Luc Godard ve

Miklos Jansco'nun asistanlığını yaptıktan sonra bu yönetmenlerin yöntemleriyle ustaca alay eden filmler yapmıştır. 33. Özellikle Sergey Ayzenştayn'ın "Kavramların Entelektüel Bir Sinemo­

tografisi" tasarımına karşı doğrudan yürütülen bir polemik. 34. İvan Bunin ( 1870 - 1953): Rus sembolizminin en önemli hikayecile­

rinden. 1933'de, sürgündeyken Nobel Ödülü aldı. 35. Marcel Proust'un

Geçmiş Zaman Peşinde'sinden Swan'ların Sem­ tinden, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1942, s. 194- 195.

36. Vassili Şuşkin ( 1929 - 1974) : Rus Sovyet film yönetmeni, oyuncu ve

yazar. Tarkovski ile birlikte Michail Romm'un sınıfından mezun ol­ muştur ( 1960).

247

Sergey Gerasimov ( * 1906): Sovyet film yönetmeni, oyuncu ve peda­

gog. Mesleğine Kosintzev/Trauberg'in Egzantrik Oyuncu Fabrika­ sı'nda başlamıştır. Bugün "sosyalist gerçekçi" sinemanın en klasik temsilcilerin dendir. 37. Otar İoseliani: Gürcü sinema yönetmeni. En önemli filmleri arasında

Bask dilinde çevirdiği Enskad.i bulunmaktadır. 38. Yakov Al.eksandroviç Protasanov ( 1881 - 1945): Daha devrimden önce

en ünlüler arasına girmiş film yönetmeni (Rus Dekadansı biçemine uygun olarak şeytani- erotik fil ınler, aynca Sergey Baba gibi klasik­ lerden uyarlamalar). Ö nce Berlin ve Paris'e göç etmiş, 1923'de yeni­ den Moskova'ya geri dönmüştür. Burada solcu avantgardların şiddetli eleştirilerine uğrayan "kitle için filmler" yapmıştır. 39. La Passion de Jeanne D 'Arc, Danimarkalı yönetmen Carl Theodor

Dreyer( 1889 - 1968) tarafından çekilmiş, aldığı olumlu eleştirilere kar­ şın tam bir ticari fiyaskoy� uğrayan bir sessiz film örneği. 40. Dimitri Karamazov: Dostoyevski'nin 1879/80'de yayınlanan Karama­ zov

Kardeşler adlı romanının bir kahramanı.

41. Nikolay Gumilyov ( 1 886 - 192 1 ) : Rus şairi, hikayeci, eleştirmen, dene­

me yazarı .ve çevirmen. Ö nce sembolistler arasında yer almış, daha sonra akmeist şairler grubunu kurmuştur ( 19 12). 42. Pavel Sosnovski

Ma/ısimilian Beresovski ( 1 74 5 - 1777): Ukraynalı bestekar, Bolonsk Filarmoni Koro Konserlerinin bir üyesi. Demo­ font ( 1773) adlı bir opera yazmıştır. Uzun süre İ talya'da yaşamıştır. =

43. Tarkovski, Moskova'da ve Löndra'da Shakespeare'in Hamlet'ini sah­

neye koymuştur.

248