Keşfi Kadim [3 ed.]
 9789752694729

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Keşf-i Kadîm - İmam Gazâlî’ye Dair Dücane Cündioglu

i

1 1 k ı l c ı m Y a y ın la n : 55 D ü şü n ce D izisi

: 20

K eşf-ı K adim / D u cane C ü nd iog lu E d itö r

: C em Sö k m en

K apak

: Yasin O zean

İç D ıizen

: M ü rettib h an e

B ask ı ve C ilt

: P asifik O fset Ç o b an çeşm e Mh. K alender Sk. No: 5 Yenibosna/İSTANBUL Tel: ( 0 2 1 2 ) 551 11 19 pbx

© E tk ile şim Y ayın ları 2 0 0 8 Bu k itab ın T ü rk iy e’de yayım h ak lan N e sil B asım Yayın G ıd a San. ve T ıc. A .Ş. adına E tk ile şim Y a y ın la n ’na aittir. İz in siz , k ısm en ya da tam am en ço ğ altılıp yaym lanam az.

ISBN : 9 7 8 - 9 7 5 - 2 6 9 - 4 7 2 - 9

1. Baskı: A ğustos 2 0 0 4 (G e len ek yay.) 2. Baskı: Eylül 2 0 0 4 (G e len ek yay.) 3. Baskı: N isan 2 0 0 8 (E tk ile şim yay.)

i

E tk ile şim Y a y ın lan Sanayi C ad Bilge Sok. N o: 2, 3 4 1 9 6 Yenibosna/lstanbul Tel: ( 0 2 1 2 ) 551 32 25 f a x: ( 0 2 1 2 ) 551 2 6 5 9 w w w etk ilesim y ay in lari.co m

Dücane Cündioğlu 21 Ocak 1962’de İstanbul'un Üsküdar ilçesinde doğdu. 2 Nisan 1980'de başladığı yazı hayalına çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yayımlamak suretiyle devam eni 1981'de Kuran ilimlerini temel uğ­ raş olanı olarak seçti. Yorumbilim’in (Um-i Tefsir) yanısıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (llm-i Belağal), Düşüncebilim (Um-i Mantık) ve Felse­ fe dersleri verdi. Şubat 1998’len itibaren Teni $ajak gazetesinde köşeyazarlıgı yapmakla olan Cündioğlu, geleneksel ilimlere hayaıiyeı ka­ zandırmak amacıyla klasik mantık, psikoloji, kelâm ve felsefe metin­ lerinin neşir hazırlıklarıyla meşgul olmakladır. 1993'le Elmalılı (lamdı Yazır'ın H ak Din i K u r’an Dili: Kur'an-ı K erim ve M ealin i hazırlayıp notlandıran yazarın 1995’ıen itibaren yayımlanmış

başlıca eserleri şunlardır: B aşörtü Risalesi (1995); K u r’a n ’ı Anlamanın A nlam ı (1995); Anlam ın B u harlaşm ası ve K u r’an (1995); Sözün Özü: K ela m - 1 llahl'nin T abiatın a D âir (1996); Söz/û K ültürden Yazılı Kültü­ re: A nlam ın T arihi (1997); T ü rkçe K u r’an ve Cum huriyet İdeolojisi

(1998); Kur'an. Dil ve Siyaset Ü zerine S ö y leşiler (1998); IK u r’an ve Di­ le D air (2005); T arih ve S iyasete D air (2005)]; K ur’an Ç evirilerinin Dünyası (1999); Bir Siyasi Proje O larak T ü rkçe İbadet (1999); H akikat ve H urafe (1999); Bir K u r’an Şâiri: M ehm ed A k if ve Kur'an M eâli

(20 0 0 ); C en ah - 1 A şka D air (2004); P hiloS ophiaL oren (2004); A rasok a k la rın Tarihi: H a tıra lar ve H atıratlar (2004); K eşf-i K adim : İmam C az â li'y e D air (2004); F elsefe’nin T ü rkçesi: C um huriyet-F elsefe-E leştiri

(2004); Düşünce D üşlenir (2005); A k if e D air (2005), M ehm ed A k if in K u r’an te rc ü m eler i (2005); M eşru tiyetten C um huriyet’e Din ve Siyaset

(20 0 5 ), Bir M abed B ekçisi (2006), Bir M abed İşçisi (2006), Bir M abed Savaşçısı (2007), G ö z izi (2007), D a ir ey e D air (2007).

İÇİNDEKİLER

ö n s ö z .................................................................................................................................... 7

g a z â liy â t n iç i n

k e ş f-i k a d îm ?

n iç i n g a z â lı?

........................................................................................... 11

.............................................................................................................. 1 4

b iz v e g a z â lı ............................................................................................................... 1 7 tü r k iy e s i y a s e ti n d e g a z â lı ...............................................................................2 0 g a z â lı v e ş id d e t ....................................................................................................... 2 3 ö z g ü n lü k n e d i r ? .................................................................................................... 2 8 g a z â lı v e ö z g ü n lü k

.............................................................................................. 3 2

g a z â lı e l e ş ti r i l e r i n i n n e s n e lliğ i .................................................................. 4 2 g a z â lı b a ğ l a m ı n d a fe ls e fe , k e lâ m , a k a id .............................................4 5 g a z â lı: a n t i - r a s y o n a l i z m v e m i s t is iz m

.................................................. 5 2

g a z â lı: m i r a s m ı, te r e k e m i? .........................................................................bO c e h a le t i n t a r i h ç e s i ................................................................................................b 3 g a z â lı v e t ü r k l e r .................................................................................................... b b g a z â lı s o n r a s ı ..............................................

72

g a z â lı ö n c e s i - g a z â l ı s o n r a s ı

78

g a z â lı h a k k ın d a ik i t a r a f v a r m ı?

8 i

gazali kaynakçası

89

gazâlî tercüm eleri. m c k a s id ’u l-Jelâsife

92

gazali tercüm eleri, m ih e k k u ’n -n az ar

102

gazâlî’den ibn Sina’ya

107

ibn Sina’dan ibn rüşd’e

............................................................. 130

ibn rüşd’den ibn teymiyye’ye gazeliyât değil, gazâliyât

...................................................

133 136

m antıkiyât hz.ali m antığı

..

149

gazali mantıgı/logica algazalis ..................................................... 152 ibn sina m antığı ................................................................................. 155 isagoci m antığı ................................................................................... 158 tanzimat m antığı .............................................................................. 161 m antık: d üşüncenin g ra m e ri........................................................ 164 m antık: fuzuliyât mı? ...................................................................... 167 m antık: yoksunluğum uz ................................................................ 170 m antık: hik m et’e ilk adım ............................................................. 173 m antık var, m antık v a r .................................................................... 176 bir m antık yazm asının hikâyesi .................................................. 179

önsöz

B

ir zam anlar Dogu’da, atları cam gibi seven bir hüküm dar vardı. Binyıl at denince başların çevrildiği ülkenin; ılgınla­

rın, fayrapların, karaköselerin, kındıraların göverdigi m ürenlerden dünyanın dört tarafına gürlek yeleli taylar yetiştiren ülkenin; yoksulların hüküm darı. G elgelelim , atları sevdiği denli binicilikteki harikulade beceri­ sinden ötürü kendi ülkesinde bile — atlar ülkesi— yadırganan hüküm darın acıklı yalnızlığı dile getirilebilem ez. Haylidir atların gözden düştüğü çağdı, çünkü çağ. Hüküm darın becerisi, kısa zaman erim inde, ülke sınırlarını taştı ve tezinden ucube bir şöhret, alay konusu bir efsaneye d önü­ şerek zenginlik diyarı Batı ülkesi im paratorunun kulağına ulaşı­ verdi. Sözüne ancak eski m etinlerde rastlanabilecek değersiz, densiz bir uğraşta ünlenm ek, o çağda, doğululara özgü ahm aklık örneği olsa gerekti. Böylesi maskaralığa seyirci olm anın can sık ın ­ tısından darlık çeken kendisini ve m aiyetini eğlendireceğim d ü­ şünerek, imparator, yoksulların hüküm darını sarayına çağırdı. Çağrıyı alan kabulden geri durm adı — ne yazık ki! Yine dc hüküm darın çağrıdaki düz alay kokusunu sezinlem ediği söyle­ nemez. Ay geçti geçm edi, hükümdar, im paratorun sarayına vardı. I r tesi gün, m anejde kendisini bekleyen topluluğun önüne çıkıııen

7

KEŞF-

K ADIM

atıyla bağdaşık ama ters düz ama dolam baçlı kırk tür oyunla gös­ terdi hünerini. G österi bittiğinde atından inerek imparatora yürü­ dü doğruca. Armağan sunusu diye, im paratorun yanıbaşındaki başm abeyincinin avucuna, kendince en sevgili varlığın yularını bırakıp geri çekildi. M ütekebbir im paratorun gözünde sefil bir doğulu hüküm da­ rın harcı değil alicenaplık. Ü stelik arm ağan diye bir haşm etliye at sunm ak m ankafa işi... İm parator yalpalayarak doğruldu koltuğundan fil kalkışıyla; hayli sem irgin bir gövde. G üçbela birkaç adım atıp, alaycılığını hiç sakınm adan, sırıtarak hüküm dara yaklaştı. Kulağına “Size bir öğüt vereyim de zenginliğin ve gücün sırrı olarak tu tu n !” diye fı­ sıldadı ve devam etti: — Bizler, binek olarak su aygırlarını kullanırız; atları da yeriz! Denir ki: Hükümdar ülkesine döndü ve çok değil, yedi kış sonra, varsıl batı topraklarını ordusuyla uçtan uca çiğneyip geçer­ ken, im paratorun bu öğüdünü hatırlayıp durdu, m uhteşem beyaz bir kısrağın üstünde... M etin Tavukçuoglu

8

g azâliy ât

niçin keşf-i kadîm?

1

2 5 8 -1 9 1 4 yıllan arasının “İslâm ilim ve fikir m irasının kayıp halkası” olarak telâkki edilm esi, gerek Batı dünyasında ge­

rek İslâm dünyasında neredeyse tartışıl(a)m az bir muârefe halini almış bulunuyor ne yazık ki! Bu yanlış ve yanıltıcı yargıyla alâka­ lı olarak birçok yazı yazdım ve sadece Batıhların veya lranlı ya da Arap m üslüm anların değil, “kayıp halka”nın tabii bir devamı o l­ mak haysiyetiyle yola koyulacakların ( !) dahi kendi bilgi m irasla­ rını gafletle reddederek onu anlam ak im kânından kendilerini mahrûm edişlerine defalarca işaret etmeye çalıştım . Batı’da aydın lan m a adı verilen gelenek karşıtı kopuş, esas iti­ bariyle Batı felsefî m irasının “ulus dillerde yeniden inşası” anla­ mını taşır; başka bir deyişle K ıta fe ls efe si, Avrupalı ulusların Kıta’nın bilgi mirasını aralarında paylaşıp Alm anca, İngilizce. F ran ­ sızca, İspanyolca olarak yeniden üretm elerinden ibarettir. VE esas itibariyle ortada söylenilm iş yeni birşey de yoktur! Bütün yapılan. Lâtince yazılı bulunan m alûmatın İslâm bilgi geleneğine ait u n ­ surlarla harm anlanıp sözgelim i Almanca veya Fransızca ya da İn ­ gilizce olarak dile getirilm esi, bu ulus dillere kadim felsefenin te­ mel sorunlarım dile getirecek kabiliyetin kazandırılm asıdır. N ite­ kim böyle de olm uş. Batı metafiziği Tanrı yı dışarıda bırakacak şe­ kilde (dünyevileşerek) ve tek tek ulus dillerde yeniden lorm ule edilmiştir. ıı

KADİM O sm an lı im paratorluğu nun yıkılış sü recine girm esiyle b irlik ­ te Islâm M ed eniyeti; Arap, İran, T ü rk felsefeleri olarak tanım lan­ m aya, yani atom ize edilm eye çalışılm ış; B atılılar ön ce A rap le ls e J esi, A rap T a u h i, A rap Müziği, vb. tasniflerle Islâm m edeniyetinin bü tü n lü k ve süreklilik vasfını yok etm eye uğraşm ışlar; sonra siya­ si parçalanm a bu kurm aca tasniflerin işini kolaylaştırdığından kend ileri aradan çek ilin ce her unsur kendi tarihini, kendi felsefe­ sin i, kendi astro n o m isin i, kendi m atem atiğini, kendi m üziğini, kendi hususî g elen ek lerin i, esasen sadece bir parçası oldukları o koca bütünü tem silen öne çık artm ak gibi lüzum suz gayretkeşlik­ lerde bulunm uşlardır. M odern ulus devlet olg u su n u n ürettiği sosyal ve siyasî bilinç bu yaklaşım lara m eşruiyet kazand ırm akla kalm am ış, aynı za­ m anda İslâm coğrafyasınd a b irb irind en yalıtılm ış bir biçim de olu şan bağım sız ad acıklarda, güya sadece bu ad acıklara m ahsus tarih ler yazılm aya başlam ıştır. Tarih yazıcıları, kendi b ü tü nlü ­ ğünden k op u k olarak sah bir ulu sun, sah bir d evletin, sah bir va­ tanın tarihini yazm ayı m arifet b ild ik lerin d en , bir tek ulusa, bir tek d evlete, bir tek vatana ait m üstakil bir tarih, m üstakil bir bi­ lim geleneğ i, m üstakil bir düşü nü ş tarzı, m üstakil bir din ve d ü n­ ya tasavvuru üretm ek am acıyla tarihsel b ü tü n lü k ile sürekliliği isted ik leri gibi çarp ıtm ışlar, bu çarp ıtılm ışlık içerisinde dünyaya g özlerin i açan lar ise ister istem ez o kadîm ve sahih bü tü nlü k ve sü rek liliğ in tak ip çiliğ in i yapam az hâle gelm işlerdir. Ç ü nkü İm ­ paratorlu k ufkunu kaybetm iş olan ların , siyaseti h ilâ fet yerine d ev let, a d a le t yerine e ş itlik terim leriyle tartışm ak gafletine düçar o lm aları gibi, İstan bu l (P ay itah t) ufkunu kaybed enler de tarih ve coğrafya tasavvurunu m illet yerine ulus ölçeğind e ele alm ak ha­ tasını işlem işlerdir. “Yeni birşeyler sö y lem ek ” iddiasıyla ortaya çıkanlar, farklı bir m eden iyetin sözcülüğü nü yapar hâle d üştüklerin i bile farketm eksızin eg em en olan ı ev ren sel olan m ertebesine çıkard ıkları gibi, Hak taaddud e tm e z !” d üsturunu unutup birdenbire başka başka h ak ik atler olab ileceğ i yalanıyla kend ilerini aldatm ayı tercih et­ m işlerdir

12

G A Z A L I YA I

Bu toprakların ço cu k ları Ben H a k ik a tim dem eyi unuttukları günden beri yeni birşeyler söylem eye, yeni birşeyler ortaya k ov ­ maya çalışıyorlar ama yaklaşık bir asırdır ne yeni birşeyler sö y lü ­ yorlar, ne de yeni birşeyler ortaya koyuyorlar. Yeni birşeyler orta­ ya koym ayı m arifet ad dettikçe, o ortaya koyd uklarını z an n ettik ­ leri yenilikler, kendi d ünyalarının değil, egem en dünyanın kabul ve takdir edebileceği lâfazanlıklardan öteye gitm iyor. Evet, bu toprakların ço cu k ları, yeni birşeyler ortaya koym ayı m arifet ad dettikçe, bir türlü kendileri kalm ayı becerem iyorlar; bir türlü tarihlerini ve coğrafyalarını kendi bütünlüğü ve sürekliliği içinde algılayam ıyorlar. Yapısal bütünlüğü parçalanm ış, tarihsel sürekliliği kesintiye uğram ış böylesi bir dünya tasavvuruna sapla­ nıp kaldıkça da yeniden ve bir daha o m uhteşem İm paratorlu k uf­ kuna, o m uazzam İstan bul u fku n a yerleşm ek im k ân ını ele g eçire­ miyorlar. Oysa bir kez, evet bir kez o ufuktan dünyaya bakm ayı d enerlerse, eksik parçalar yerini bu lacak ve keşj-i k a d im çabası daha ön ce olduğu gibi bugün de kend ilerine güç ve kuvvet vere­ cektir! Kadîm olanı keşfetm ek, yeni olan ı ortaya koym aktan belki da­ ha güç ve fakat hiç kim senin kuşkusu olm asın ki çok daha asil bir çabadır! Tarih, bugüne değin, kadîm olanı keşfetm ek için çaba sarfetm eyen hiçb ir toplum un yeni birşey ortaya koyabildigine ta­ nıklık etm edi. İşte zaten bu yüzden bu toprakların ço cu k ların ın ö n celik li gö­ revi v a z ’-ı ced id değil, keşf-i kad im olm alıdır!

13

niçin gazâlî?

“ NT 1 N

için G azâlî?” sorusu, keşke “N için İmam G azâlî’yi bu kadar ön em siy oru z?” anlam ını taşısaydı, taşıyabilseydi.

Ne yazık ki bizler İmam G azâlı’yi ön em sem iyoruz; onu anlayabi­ lecek bir biçim de donanm aya bir önem atfetm iyoruz, thyâu U lû m ’id-D in adlı eserind en birk aç bölüm okum ayı, birkaç eseri­ nin sayfalarını karıştırm ayı, bu lur da elim ize alırsak o m uhalled oto biy og rafisine ( el-M u n kızu m in ’ed -D a lâ l) bakm ayı m arifet ad­ dedip hem en genel yargılara varm aya çalışıyoruz. Bu bakım d an “N için G azâlî?” soru su , bugün “N için im am Gazâlı’yi ziyadesiyle ön em sem eliy iz?” anlam ın ı taşıyor; G azâlî’nin açtığ ı evlekte yürüm eyi becerem ed ik çe bu toprakların ço cu k ları­ nın d inî ilim lerin ihyasından sözetm e gücüne erişem eyeceklerine im ada b u lu n u lu y or; Islâm ilim ve fikir m irasının hem yapısal bü­ tün lü ğü, hem de tarihsel sü rekliliği içinde anlaşılıp kavranılm ası için bu büyük ustanın projesine dahil olu nm ası gerektiği söyle­ nilm ek isteniyor. O halde bu anlam ıyla sorum uzu yineliyelim : Niçin İm am G a z â lî? im am G azâlî. Ç ü nkü kendisiyle sonrası arasında çağdaşları­ m ızca varsayılan k o p u k lu k san ısını giderm enin yolu, evvelem irde on un y a p tık ların ı, yazdıklarını anlam aktan geçer. İmam G azâ­ lî’nin İh y a projesi anlaşılm ad ıkça, Islâm d ü şü ncesin in istikam eti-

14

C. A l A i I Y A I

ni bulm ası için lashih ettiği hattın üzerinden g id ilm ed ikçe, sö zg e­ limi ne lm am -ı Âzam Ebu H anife’nın veya İm am Şafii nin, ne İmam Eşarî’nin ya da İm am M aturidî nin, ne de M uhasibi nin ve­ ya M ekki b. Ebî Talib in bir bütünlük veya s ü ıe k lilik içerisinde a n ­ laşılm ak im kânı vardır. Sadece ön cesin in m i? E lbette hayır! Ç ü nkü herşeyden evvel Gazali nin İh y a projesini İslâm dünyasının ilm i, siyasî, sosyal ve İktisadî birliği için kendisine dayanak noktası alan Selçu k lu ve O sm anlı ulem a ve üm erasının başarısını kavram ak için de İm am G azâlı’ye m üracaat zorunluluğu vardır. Sözgelim i G azali silkin in en önem li isim lerinden Fahreddin Razî ile tak ip çilerin in tem el­ lendirdiği tarih ve coğrafya tasavvuru kısa bir zam an dilim i içeri­ sinde İslâm dünyasının neredeyse tam am ınca benim senm em iş o l­ saydı, bugün O sm anlı m ucizesinden söz ed em eyecektik. M u cize sözcüğünü bilerek ve en basit anlam ıyla kullanıyorum , yani “bu kadar kısa bir zam an dilim i içerisinde genişleyen ve yi­ ne bu kadar uzun bir zam an dilim i içerisinde daralan bir im para­ torluğa dünyanın tanık olm am ası” m ânâsında. İslâm dünyasının İmam Gazali sonrasında m eta fiz ik b ü tü n lü ­ ğünü yenilem esi veya ilm i sürekliliğini kuvvetlendirip d erinleştir­ mesi bir yana, siyasî ufkunun onu Viyana kapılarına taşıyacak rad­ deye ulaşm ası da hiç mübalağa etm eden söylüyorum İm am Gazâlî’nin bu siyasetin m erkezine alınm ası sayesinde gerçekleşm iştir. E hl-i Sünnet v e ’l-C em aa t terkibi — bilindiği üzere— iki itikadı, dört am elî m ezhebi kapsar. Hem Eş'arilik ve M aturidilik, hem de H anefilik, M alikilik, Şafiilik ve H anbelilik, İm am G azali so n rasın ­ da çatışm alarını asgariye ind irm işler ve Selef-i Salihîn'in yolu G a­ zali tarafından form üle edilerek g elecek nesillere aktarılm ıştır. Sadece M antık, B elağ at, F ık ıh ve F ık ıh Usûlü gibi ilim d alların­ da değil, K elâm ve T asav v u f gibi tem el alanlarda da İm am Gazâlî’nin ortaya koyduğu terkibât belirleyici olm u ştu r N ahivcilerle M antıkçılar, U sû lcülerle Belâgatçılar, F ık ıh çılarla M uhaddisler. K elâm cılarla M utasavvıflar arasındaki bildik tartışm aların çö zü ­ me kavuşup şer’î ve gayr-ı şer'î ilim lerin — bir hiyerarşi dahılın-

15

Kİ *1

KADIM

de— bu lunm aları gereken m evkilere taşınm aları hep Gazali so n ­ rası paradigm anın ürünüdür. Bir O sm anlı âlim i herhangibir meseleyi açıklarken, şayet hiç çekinm eden

M antıkiyyûna göre, Belâgiyyûna göre, Usüliyyûna

g ö re ....” diyebiliyor ve sözgelim i hem fakih, hem mutasavvıf, hem kelâm cı, hem m antıkçı, hem şair, hem m usikişinas olabiliyorsa, bu da Gazali sonrasında ikmâl edilen paradigmanın bütünlük ve sü rek lilik arzeden yapısıyla alâkalı bir keyfiyettir. Ihyâu U lûm ’id-Din imam Gazali nin başlattığı ve takipçilerinin ikmâl ettiği bir projenin adıydı. Kendisi bu konuda ve bu başlık­ la muazzam bir eser kaleme alm ış; kendisinden sonra eseri he­ men hem en Islâm dünyasının her yerinde büyük bir alâka gör­ müştü. Akâid’in zanniyâttan, Kelâm ’ın haşviyâttan, Tasavvufun bâtıniyâttan, F ık h ’ın ihtilâfâttan, hepsinden önem lisi Felsefe’nin yunaniyâttan arındırılm asında imam G azâlı’nin ve takipçilerinin rolü, sanırım kim senin reddedemeyecegi kadar önem lidir. Gazâlî sonrası oluşan ilim m irasının Islâm düşünce geleneği­ nin kemâl noktasını teşkil etm esi, hiç kuşku yok ki bu kemâlâta istinad eden siyasî önderlerin ulaştıkları başarıyı anlam ak bakı­ m ından da açıklayıcıdır. Peki ya bugün? Bugünkü hâl-i pür-m elâlim izin esbab-i m ucibeleri arasında bu çerçevenin terkini de zikredersem , kimse “Yok, o kadar da d eğil!” demeye kalkışm asın; otursun niçin bugün bile lbn Sina veya Ibn Rüşd’ü im am G azâlî’ye tercih eden gafillerin zuhur ettiğini anla­ maya çalışsın. İm am G a z â lî ism inden rahatsız olanlara iyi bakınız, göreceksi­ niz ki onlar m uhakkak ya “bu toprakların çocuklarına İstanbul’u unutturm aya çalışanlar” ya da “Islâm dünyasına İstanbul’dan bakm ayı reddedenler” arasında yer alıyorlardır. Çünkü sorun G a ­ z â lî değil, sorun İstanbul. Soralım o halde: NU in İstan b u l?

t6

biz ve gazali

- I ' arihın öğretici iıb r e tâ m iz ) bir özelliği olduğunu söyleyenX

1er, olanların bir kez daha olabileceğine ilişkin yaygın k anı­

ya dayanarak böyle söylerler ki esas itibariyle bu iddia doğrudur: olan b ir k e z d a h a olab ilir. Çünkü olan ın bir kez daha olm asına engel olabilecek ne vardır ona özgü koşullardan gayrı? Böyle bir engel yoktur; o halde “olan bir kez daha olabilir“ sözünü, "k en ­ disine özgü koşullar varolduğunda, olan bir kez daha olab ilir“ b i­ çim inde anlam amam ız için de bir sebep yoktur! Tarihin öğreticiliği, tarihin ana caddelerinden ziyade ara so ­ kaklarında dolaşanlar içindir. Bu bakım dan tarihin (tarih çilerin ) gösterdikleri, gözüm üzün içine soktukları değil, bilakis sakladık­ ları, gözümüzden kaçırm aya çalıştıklarıdır önem li olan. Ne var ki çoğu okur, arasokaklarm loş karanlıklarında dolaşm aktansa geniş bulvarları, ana artelleri yeğler, yaygın rivayetlerle oyalanır, beylik sözleri sever, kitlelere mal olm uş hakikatleri ( !) okum aktan ve aktarm aktan (daha doğrusu: “aktarm ak için o k u ­ m aktan”) hoşlanır. Kendisini hiç yorm az, yormaya da gerek g ör­ mez ve bir çırpıda sayabileceği m eşhur ve fakat sıradan o to ritele­ re dayanarak konuşm anın tadını çıkarır; sözgelim i, koca Osmanlı im paratorluğunun kuruluşunu bir yandan çadır-aşiret d üzeyin­ den başlatır, diğer yandan onu Bizansın tem elleri üzerinde y ü k ­ seltm ekten çekinm ez ve fakat bu arada m atbaanın O sm an lıy a ıkı

17

Kİ > I 1 KADİM vuz yıl sonra girdiğini belirtnıek sizin çö kü şü n nedenlerini tartış­ mayı becerem ez veya Yeniçeri ocağının bir lesad yuvası old uğun­ dan bahisle bu fesad yuvasının im hasını hayırlı bir vakıa olarak görür ya da kend isine daha erken tarihli nedenler arar ve m eselâ İm am G a z a lin in felsefeyi, hür d üşünceyi yıktıgı/bogdugu g erek­ çesiyle Islâm d ü şü ncesin in nefes alam adığını, kend isini geliştire­ m ediğini, şerhler-haşiyeler aracılığıyla tekrara d üştüğünü, ilk dört asırda olduğu gibi büyük âlim ler yetiştirem ed igini, bu n e­ denle ictihad kapısının kapandığını, vs. öne sürer. O ysa h ak ik atin bu yaygın ve g ü çlü ( !) iddiaların ak sin e, m u ­ h atab ın ı, sak land ığ ı o arasok ak lard an , ücra k öşelerden birinde b e k led iğ in i d ü şü n m em ek için h içb ir sebep yoktu r!

N itekim

hem "aşiretten im p arato rlu ğ a” idd iası, hem “B izans e tk isi” m a­ salı, hem de “m atb aanın O sm a n lı’ya geç girdiği” şek lin d ek i d e­ d ikodu bir safsatadan ibarettir. Yeniçeri ocağı bir fesad yuvası o l­ m adığı g ibi, im hası da san ılan ın tam tersine b ir felâket olm uş idi. İm am G azali nin felsefeyi, hür d üşü nceyi yıktıgına/bogduguna ilişk in sö y len celerin hiçb ir bilim sel dayanağı olm am ası bir ya­ na, o n u n , m ü seb bib i olduğu söylen en gelişm elerin bir kısm ı d o ğ ­ ru değildir, b ir kısm ı ise o lu m su z değildir. M eselâ, “şerh-hâşiy e” tü rü n d ek i yazım geleneği, m ensubu olduğum uz m edeniyetin kend isiyle iftihar ed ebileceğ im iz en ön em li ürün lerin den biridir. G azali so n rası Islâm d ü şü n cesi, b irço k bakım dan ön cesin d en ile­ ridir ve g erçek te, asıl bu d önem de büyük d üşü nce ustaları y etiş­ m iştir. Bu ay rın tılara pek ön em atfedilm edi. Ç ü nkü Fren g istan ’da k â ş â n e le r , diyar-ı İslâm ’da v ira n e ler gördüğünü söyleyen Ziya Pa­ şa p sikozunu n m irasçıları, bu resm in, g erçek te, olan ı (vâkıayı) aslına uygun bir biçim d e yansıtm ayabileceği ih tim alini hiç am a hiç d ik k ate alm ad ılar; tıpkı “m edreselerin çöktügü/çürüdügü” m asalına in an anların ak sin i ak ılların a bile getirem ed ikleri gibi. O n lar N am ık K em al’in T e r a k k i m akalesini ok u m u şlar ve öylece inanm ışlar, lâkin G asp ıralı’nın reddiyesinden haberleri bile o l­ m am ıştı.

18

G A Z A L İ YÂT

Ne yazık kı bugün de işler böyle yürüyor. Dün olduğu gibi b u ­ gün de yalancı bir resm in üzerinden yapılm ış y oru m lan kabul ediyor; beylik sözleri kabule m üheyya bir halde d ü şü n ce vad isi­ nin ana-artellerind e dolaşıp duruyoruz. O d enli kolay şartlan d ın labiliyor, o denli kolay yutulu r lokm alar haline getiriliy oru z kı olup bitenleri anlam am ız için — ne tuh aftır— öyle uzun yılların geçm esi bile gerekm iyor. Peki sorun nerede? Sorun, O sm anlı devletinin çökü şü yle m atbaanın ülkeye erken bir tarihte girişi arasındaki bağı bir türlü görem em ekte. E şref boşuna dem em iş: H erk ese gelmez b e lâ /e r b a b -ı is tih k a k is(ler*)

W

türkiye siyasetinde gazal!

' I " ü rk iy e’de yayım lanan “ço k satan kitaplar” listeleri arasında

_L

İm am G azâlî’nin kitapları pek zikredilm ez ise de biliyoruz

ki G azâlî’nin bilhassa bazı eserleri, gerçekte son 3 0 -4 0 yılın “en ço k satan kitaplar” ünvanm a sahiptir. Sözgelim i lh y âu U lû m ’idDin adlı m uhalled eseri yüzbinlerce (b elk i daha ço k ’ ve fakat ke­ sin lik le daha az’ d eğil) sattı, ilk bölüm ü 1 9 6 3 ’de yayım lanan Serdaroglu çevirisi, 4 büyük cilt halinde 7 0 ’li yılların başında ta­ m am lan ırk en , aynı yıllarda Ali A rslan’ın Zebidî şerhinden hare­ ketle hazırladığı çeviri 10 cilt halinde oku run önüne çık m ış; he­ m en yanıbaşında da Abdullah Aydın’ın yeni ( ! ) çevirisi belirm iş­ ti. Ayrıca Ali Ö zek, K asım î’nin Z ü bdesin i (seçm e/özet) 1 9 6 9 ’da ço k ta n T ü rk ç e ’ye çevirip yayım lam ış bulunuyordu. [Ihyâ’nın M. A. M üftüoglu im zalı bir başka ( !) çevirisi daha vardır ] lhyâ’m n K im y â-y ı S aad et adıyla m eşhür olan Farsça m uhtasa­ rın ın da aynı şekilde 1 9 6 1 ’den itibaren en az beş ayrı T ü rkçe çe ­ virisi yayım lanm ış olup bu eserin yüksek tirajını da rakam larla b e lirlem ek hem en hem en im kânsızdır. Fakat şu kadarını söyleye­ lim ki 7 0 ’li, 8 0 ’li yıllarda im am G azâlî’nin kitaplarının — bilhassa İh y â ve K im y â n ü sh alarının— girm ediği m üslüm an evi neredeyse yok gibidir. bu konuda m übalağa yaptığım ız hissine kapılacak olanlara, Irrıam G azâlî’nin sadece E y y ü h e’l-V eled adlı risalesinin 1 9 5 5 ’den gün üm üze değin farklı isim ler tarafından 20 ’ye yakın (bizim tes-

20

Cj A 7 Â I. I Y A T

bitim izce, tam 17) ayrı çevirisin in yapıldığı ve herbir çevirin in lO’larca kayıtlı baskısının piyasaya sürüldüğünü Im U ratm ak isle ­ riz. Biri devlet taralından olm ak üzere 5 ayrı çevirisi oran el-M utı kızu m in ’ed -D a lâ lin tirajın ı hesaba katm ıyoruz. Bu arada k itap la­ rın 5 ’er, 1 0 ’ar binlik baskılar halinde yayım landığına ve yayım evlerinin yeni baskıları num aralandırm ak hususunda isteksiz dav­ randıklarına da işaret edelim Burada zikredem edigim iz lO’larca kitap ve risalesi T ü rk ç e ’ye çevrilen İm am G azali,' ülkem izde acaba ne kadar tanın ıyor? F e l­ sefî ve ilm i eserleri, göz kam aştırıcı bir seviyeye ulaştığı söylenemese bile hiç değilse yeteri kadar İlm î tedkiklerin konusu olm ayı başarabiliyor mu? Yukarıda adı verilen çevirilerin ve bu arada adını verem ed iği­ miz diğerlerin in, bilhassa halka hitab eden eserleri arasından se ­ çildiğinde kuşku yok! T eh a /ü t’ü l-F elâsi/e, el-M u stasfa, vb. ilm î-felsefî eserlerind en bazıları şöyle-böyle T ü rk çe’ye çevrilm iş olm akla birlikte birçok ön em li eseri hâlâ T ü rk ç e’ye çevrilm iş değil. Yem yayım lanan ve ne yazık ki itim ada şâyân bulm adığım ız bir b ib li­ yografyada İm am G azâlî hakkında ya da bazı görüşleriyle ilgili olarak 4 d oktora tezi, 21 yüksek lisans tezi sıralanıyor. Bu rakam ­ ları biraz daha yükseltm ek kabil olsa da netice itibariyle ön ü m ü z­ deki tablonun pek d eğişeceğini sanm ıyoruz. Acaba niçin halk İm am G azâlî’ye ve eserlerine bu d enli tev ec­ cüh ed erken, aydınlarla ilim adam larında aynı teveccü hü g ö rem i­ yoruz? Batı da G azâlî’nin eline su bile d ökem eyecek felsefeciler hakkında çok sayıda d oktora tezi hazırlanırken, İm am G azâlî g i­ bi büyük bir d üşünürün görüşleri niçin yüksek lisans ö ğ ren cile­ rinin henüz tekem m ül etm em iş sın ırlı d eğerlend irm elerin e lerk ediliyor? E lbette bu suallerin cevap lan , bir çırpıda ve kam ilen v erile­ mez. B inaenaleyh sebeplerin hayli derinlerde saklı olduğuna işa *

imam Gazâlî’nin eserlerinin Türkçe çevirilerine dair erken tarihli hu ledkik için bkz. Hilmi Ziya Ülken, Gciccıli’nin Bazı Lsolrnn ın Im ltıı Iru u meleri, AÜ1FD. lX/59-69, Ankara, 1962

21

K F Ş F

I

KADtM

ret edip sizlere Prof. Süleym an 11. Bolay’dan küçü k bir anektod a k tarm ak istiyorum . T ürkiye’de Gazali nin kitapları, 1 9 6 8 ’den beri en çok satan kitap­ lardır hâlâ Çünkü Inonü o zaman M eclis te bir lâf etti. Süleyman D em irel i — Başbakan o zam an— hırpalam ak istiyor. Muhalelet lideri o zaman. Diyor ki: — Süleym an Dem irel’i destekleyen üç sacayak var: Birisi Said-i N'ursî, birisi Konya Müftüsü, b in de G a zâ ll! Gazâlî’yi yaşayan bir adam zannediyor. Onun üzerine Gazâlî’nin eserlerine bir rağbet attı; hâlen de devam ediyor. Gazâlî’nin küçük kitapları bile parçalara bölünerek tercüme edilmeye başlandı.*

In ö n u n ü n G a z â lî ism ini “yaşayan bir adam ” zannıyla zikretti­ ğine ihtim al verm iyorum ; zaten Said-i Nursî de o yıllarda hayatta değildi. O halde Inönü, onun “fikirleriyle yaşayan bir adam ” oldu­ ğunu söylem ek istem iş olabilir mi? işte bunda hiçbir kuşku yok! D em irel’in siyasî hayatı bitm eseydi, kendisini d estekleyen sa­ cayaklarından biri bu sefer A verroes (güya: İbn Rüşd) olacaktı; k im b ilir belk i bir de devrin D iyanet işleri Reisi. G azâlî’yi savun­ mak ve eserlerind en feyizlenm ek de yine zavallı halka kalacaktı. Şim di siyasetçiler arkalarında destek olarak imam G azâlî’yi de­ ğil, Averroes’i (güya ibn Rüşd’ü) görm ek istiyorlar. Sanırım bu gi­ dişle hepim iz, entelijan siyam ızın him m etleriyle yakında Averro­ es’i arkalarına alacak genç siyasetçileri de görmeye başlayacağız. U nutm ayınız ki İm am G azâlî bu halkın sadece beyni değil, ay­ nı zam anda kalbi ve vicdanıdır da. M ütegallibe işte bu nedenle halkın sadece ceb in i değil, ruhunu da soyuyor. Binaenaleyh bu soygu nu n karşılığında bir süre sonra ceplerim iz d o la rla , ru hları­ m ız da Averroes’le dolup taşarsa hiç şaşırm ayalım .

*

Islâm! Araştırmalar, X II1/3-4, s. 538-539, 2000

22

gazal! ve şiddet

"I

“I

_L _L

Eylül hâdisesi “İslâm î şid det” ve/veya “İslâm î dehşet" (terö r) olarak tanım lanın ca, Islâm ve şiddet ya da dehşet

lafızlarının, yani bir iyi ile bir kötü n ü n yanyana g elm em esi, g eti­ rilm em esi m üm kün olab ilir mi? O lam az! O halde şu suâle cevap aranm aya başlanır: — Nasıl olup da İslâm D ini, şiddet ve dehşetin kaynağı haline gelebiliyor? G erçekte bu dinin m ensu pların ı böylesine şiddet ve dehşet ehli kılan nedir? Bu denli köklü bir şiddet ve dehşetin zuhûru için sırf bir in an ­ ma ya da düşünm e biçim i tek başına iknâ edici bir sebep gibi g ö ­ rünm ediğinden, gösterilem ediğind en, üstelik bir de bu saym aca m evzûları kendisine iş ed in enler arasında m üslü m an kim seler de bulunduğundan, ister istem ez bu şiddetin ardında itikadî değil, sosyal ve İktisadî nedenler aranm aya başlanıyor ve tabiatıyla h e­ men de bulunuyor: İslâm dünyasının geri kalm ışlığ ı. YANİ İslâm dünyası iktisaden geri kaldığı için d ir ki bu \oksul insanlar zengin güçlere (Batı ya, bilhassa A m crika'va) karşı şıddc te başvuruyorlar ve — F ilistin halkın ın gördüğü kaba zulüm ö r n e ­ ğinde olduğu gibi— kim i haklı g erekçeleri de vesile ed inerek bu şiddet ve dehşeti hem sürekli hale getiriyorlar, hem de her geçen

23

K 1 Ş r

KADİM

gün — 11 Eylül örneğind e görüldüğü gibi— bu şiddetin m ik tarı­ nı artırıyorlar. İm di, bu akılvürütm eyi bir özetlem eyi deneyelim : O rtada bir İslâm î şiddet/dehşet olduğu kesin ve fakat sebep İslâm ’ın kendisi (itik a d ) d eğil, b ilak is bu d in in m ensu pların ın yoksulluğu ve geri kalm ışlığıdır. Şöyle dense: — Eger ortada bir İslâm î şiddet/dehşet varsa, bu şiddetin se­ bebi acaba n için İslâm ’ın bizzat kendisi o lm asın ?!? N itekim bu terkipte zaten şiddet sözcüğü İslâm î olm akla niteleniyor değil m i­ dir? Ü n ce şu nu belirtelim : Bu tartışm aya taraf olanlar, daha doğru­ su İslâm î şiddet/dehşet olgusunu ciddiye alanlar açısınd an, son tahlild e bir itikad olm ak itibariyle İslâm ’ın kend isini sebep olarak ilan etm ek te herhan gibir fayda m ülahaza edilm em ektedir. Çünkü bu terkibi ısrarla işleyenlerin am acı esas olarak itikadî değil, bila­ kis siyasî ve İktisadîdir. Bu bakım dan bir itikadı/bir dini bu tür yollarla zayıflatm ak istem elerinde din î (itik ad î) bir am aç yoktur. İk in cisi, bir itikad olarak İslâm , üzerinde hesap yaptıkları coğraf­ yanın kolay kolay yok ed ilebilir dom in antların dan değildir. Bina­ enaleyh doğrudan d in ’in kend isini su çlam akta herşeyden evvel a k lî (stra te jik ) bir fayda bulunm am aktadır. Bu propaganda saldırısında B atılılar açısınd an din î ve a k lî se­ bepler olm adığı kabul edilse bile, her halükârda h issi (p sik o lo jik ) n ed en lerin in olabileceği akla g elebilir ki bu ö lçek tek i bir tartış­ m anın birin cil taraftarlarının h issi davranacağını varsaym ak değil sadece siyaset, tarih de bilm em ek dem ektir. (K im b ilir belki bir vesileyle şu m eşhû r “tarihî d ü şm an” nitelem esinde yer alan t a ri­ hî sö zcü ğ ü n ü n ne kadar kolaylıkla siy a si/ik tisa d î sözcükleriyle yer d eğiştireb ilir olduğunu bahis mevzû ed ebiliriz.) Bu tartışm anın İslâm dünyası dahilindeki taraftarlarına g elin ­ ce, ekseriyet itibariyle en nihayet kendileri de m üslüm an old u k ­ larından, olm ayanları da en azından m ensubu bu lundukları hal­ kın hassasiyetlerini açık ça rencide etm ek istem ed iklerinden, bu

^4

GA Z A LlYA 1

k im seler de din î ve dinî değilse hissi

şayet hissi dahî değilse a k ­

lî sebeplerle bir itikad olarak İslâm ’ın kend isini suçlayam azlar suçlam azlar. Bu takdirde geriye kalan tek seçenek , İslâm ’ın yanlış yorum landıgım söyleyip İslâm 'ın kend isini değil, on u n yanlış y oru m la­ rını su çlu ilan etm ek tir kı d ikkat edilirse yapılan da esasen budur “İslâm ’ın yanlış yoru m u ” şeklind eki açıklam a, İslâ m î şiddet tartışm aları yerine İslâm dü n yasın ın g eri k alm ışlığ ı (İslâm m âni-i terakki değildir) tartışm alarına tatbik edilirse şu sonu çla k arşılaş­ mak kaçınılm azdır: — İslâm dünyasının geri kalm ışlığının nedeni İslâm değil, İs­ lam ’ın yanlış yorum udur! Bu akılyürütm e tarzını biraz açalım : İslâmî şiddetin nedeni İslâm dünyasının geri kalm ışlığıdır. İslâm dünyasının geri kalm ışlığının nedeni İslâm ’ın yanlış yoru­ mudur. O halde İslâmî şiddetin nedeni İslâm'ın yanlış yorum udur

İslâm yanlış yorum lanm asaydı geri kalınmazdı. Geri kalınmasaydı şiddete başvurulmazdı. O halde şiddeti önleyecek ve İslâm dünyasının gen kalm asını en ­ gelleyecek yeni ve doğru bir yoruma ihtiyaç var.

Böylesi bir akılyürü tm e, hem şiddet, hem de g eri k a lm ış lık g i­ bi iki olum suz n eticen in m ukaddem an arasına İslâm 'ı dahil ed e­ m em ekten kaynaklanıyor. Oysa daha ön ce fütursuzca Islâm d ü n ­ yasının geri kalm asının, dolayısıyla m odern bilim ve m edenivet karşıtlığının ana nedeninin bizâtihi İslâm olduğu ve İslâm co ğ ra f­ yası halkların ın bu dinin kend isind en kurtu lm ad ıkça ilerlevem cyecekleri ve aslâ Batı bilim ve m edeniyetinin seviyesine u laşam a­ yacakları açık ça dile getirilm işti. N itekim tam da burada E rnest Renan’ın 1 8 8 3 ’de Paris'te verdiği İslâm ve B ilim b aşlık lı k o n fera n ­ sı ve bu kon feransın İslâm dünyasında “İslâm m âni-ı terakki de g ild ir!” şeklind eki müdafaaya sebep teşkil ettiğim h a tırla y a b ilin : Rcnan açıkça Islâm dünyasının geri kalm ışlığının tem el sebebin in

25

k h Ş 1

I

KAUıM

İslâm olduğunu iddia ed erken, iddiasını ırki m ülahazalarla d es­ tek lem ek ten geri kalm am ış, en nihayet Sam i (A rap) ve Turanı (T ü rk ) ırkların elinde bu coğrafyada bilim ve m edeniyete darbe üstü ne darbe vurulduğunu söylem ekten çekinm em işti. Şim diyse aynı neticeye başka bir yoldan gidiliyor ve İslâm ’ın yeni yorum un un tam am en y en i olm ası halinde tabiatıyla ikna edi­ ciliğ i, inan d ırıcılığ ı zayıflayacağından, görünüşte bu yeni yorum ­ lara tem el teşkil ed ecek, yani bir nevi y en ilen eb ilecek eski y o r u m ­ la r aranıyor. Bu arada İslâm ’ın geleneksel Sünnî yorum unu tem ­ sil eden ilm î oto ritelerin e yönelik eleştirilerden de geri k alın m ı­ yor. B ilhassa üç isim , im am E ş’ari, im am Ş afii ve im am G a z a li bu eleştirilerd en paylarını alıyorlar. Bu tür hafifliklerin T ü rkiy e’deki (bilhassa T ürk Müslümanlığı tartışm aları sırasındaki) seviyesini hatırlatm ak bakım ından söyle­ m eliyiz ki m em leketim izde “Biz itikadda M âturidîyiz” denilerek im am E şarî’ye (Eşarilige) ve yine ‘Biz am elde Elanefîyiz” d enile­ rek im am Şafiî’ye (Şafiîliğe) laf söylem ek kim ilerince bir marifet addedilse de bir iki adım sonra aralarında vurgulanacak ciddiyet­ te bir fark bulunm adığı görülünce, daha doğrusu hem M aturidilige ve hem de Hanefiliğe sadakati sürdürm ek suretiyle füruat dışın­ da şu beklen en yeni y o ru m la rı öne sürecek L utherlerin bir türlü ç ı­ kam adığı anlaşılınca, daha kestirm eden gidip bu yeni yorum ları sadece K ur an a istinad etm ek deneniyor. Lâkin sonuçta bu yolun da zâhiren ek o n o m ik olduğu söylenebilir. Çünkü bu sefer ekranlar inanılm az bir yorum enflasyonuyla bulanıp m eydana bir m uhte­ risler sürüsü akın ediyor. Tabii böylece kanallara seyirci toplam ak­ tan gayrı ciddiye alınabilecek bir netice de ortaya çıkm ıyor. İm am G azalî ism inin yıpratılm asının nedenlerini izah etm ek uzun sürerse de k end isinin itikaden E şarî, am elen Ş ajiî, neseben E ârısi olduğunu hatırlam am ız yeterlidir. im am G azâlî bir Selçu k ­ lu donem i d üşü nü rüd ür ve kendisinden sonraki Sünnî ilahiyatı­ nı büyük ölçü de şekillend irdiği, dolayısıyla fikirlerin in O sm anlı d önem ini hem en hem en belirlediği m uhakkaktır. (E n son 11. Abd u lharn id ’in

İm am

G azâlî’nin

T eh a Jü t’ü l-F e lâ sife adlı eserini

I u rk çe’ye çevirttiği unutulm am alıd ır)

26

G A L A l I YA I

Bu yüzdendir ki G a z a li adını yıpratm ak, Selçu k lu ve O sm anlı d önem lerini k a y ıp h a lk a olarak kabul eden çevreler için neredey­ se bir ödev halini alm ıştır. (A rapçılık, T ü rk çü lü k ve lran cılık tam da bu noktada buluşuyor.) Peki, y enileneb ilecek eski yorum lar elde etm ek bakım ın dan Gazali eleştirm enleri ortaya hangi ism i sü rüyorlar? Tabii ki Ibn Rtişdiı'. VE böylelikle güya ana gövdenin d irenişi, çevreden yapı­ lan bir başka saldırıyla zayıflatılm ak isteniyor. İsteniyor da bari hiç değilse lbn Rüşd’ün eserlerind en “y en ile­ nebilecek eski yoru m lar” elde ed ilebiliyor mu? Keşke elde ed ebilseler! Her ne dem ekse söyled ikleri sadece şu: — O rtadoğu lu K elâ m cı G azali yerine E ndülüslü R a sy on alist lbn Rüşd’ün fikirleri İslâm dünyası üzerinde etkili olabilseydi hâl-i pürm elâlim iz bu kadar kötü olm azdı... O rtadoğu sorununu E nd ülüslü bir âlim e çözdü rm ek kim in işine yarar onu bilem em am a şiddeti şiddeti çık aran ların şid d et­ lendirdiği m uhakkak!

27

özgünlük nedir?

D

üşünce tarihinde düşüncelerin özgünlüğü’ sorunu, bu so­ runu ele almayı deneyenlerin ellerinde anlamsız bir köken

kazıcılıgının oyuncağı haline getirilm iştir. Çünkü özgünlük, ha­ talı bir biçim de düşünm enin ve dolayısıyla düşüncenin unsurları açısından ele alınm ıştır. Oysa özgünlük unsurlarda değil, terkiblerde aranm ası gereken bir keyfiyettir. Bir düşünceyi özgün kılan, o düşüncenin unsurları değil, o düşüncenin yapısı, yani terkibi­ dir. Çünkü düşünm e oradan buradan malzeme toplam akla değil, eldeki m alzemeyi bir terkibe kavuşturm akla yapılan işin adıdır. Bir d ü şü nü r d ü şü n celerin in

bütün

m alzem esini kendi ya­

r a t a m a z , onları seleflerinden alır ve düşünm e bu m alzem enin harm anlanm a biçim iyle, yani terkibiyle özgünlüğünü kazanır. Platon ile Aristo esasen birbirlerinden çok farklı malzem eler kullanm am ışlardı, fakat her ikisinin de özgünlüğü, bu m alzem e­ ye kazandırdıkları formla temayüz etti. O halde hiç tereddüt et­ m eden diyebiliriz ki özgünlük düşünm enin maddesinde değil, suretindedir. Bir düşüncenin m alzemesi (unsurları) onun madde­ sini, terkibi ise suretini teşkil eder. Özgünlük dediğim iz, işbu te­ şekkülün ta kendisidir. A çıklam am gerekirse, ben, “düşünm e biçim i” deyişinde geçen b içim ’ sözcüğünü sadece ‘tarz ve üslub’ anlam ında değil, aynı za­ manda “terkib ve su ret” (=nazım ) anlam ında da kullanıyorum . Vb hem en ardından soruyorum :

28

Ij A l A I I V A İ

Islâm Düşüncesi nin özgünlüğü var m ıd ır? Biz bu soruyu kendi adımıza cevaplam akta ve su ı j v v ı f a ’m n b u m u h a k e m a t p ro je s in e n e d e n d ahil edildiği, t a k d i r e d il e c e ğ i ü z re b ir b a şk a te d k ik in k o n u s u d u r , l â k in bu a r a ­ d a n e o l m u ş s a o l m u ş , k eyfiy etini tayin e t m e n i n g ü ç o l d u ğ u b ir s e ­ b e p l e b u muhukem uf m es e le s i , C u m h u r i y e t d e vriy le birlikle b ir­ d e n b i r e “İ m a m G a z â lî ile Ibn R ü ş d ’ü n g ö r ü ş le r i n i n d e ğ e r le n d ir il ­ m e s i " ş e k li n d e t a m a m e n asılsız ve alâka sız bir s ö y le m l e y er degişt ir tv e r m i şt ir . Ş im d i b u asıls ız ve a lâ k a sız s ö y l e m i n C u m h u r i y e t k u ş a k la r ı ­ n ın z i h n i n e nasıl ve k im le r eliyle ka z ın dığ ın ı g ö re lim : 1 ) 1 9 2 8 ’d e M e h m e d Ali Aynî: lbn R üşd’ün T eh a fü tü ü zerine yazdığı T eh afü t o n u n IH ocazâde’nin] ku d ret-i İlm iy esin in bu rh an -ı celisid ir. ( T ü rk M a n tık ç ı­ la r ı) 2 ) 1 9 3 3 ’d e ve 1 9 4 6 ’d a H ilm i Ziya Ü lk en : İm am G azali T eh a jü t'ü l-F e lâ sife d e feylesoflara hücum etm iş, lbn Rüşd T eh ajü t'ü t-T ehajü t ile ona m ukabele ettiği halde, bilâhare O sm anlı âlim lerind en Hocazâde tekrar lbn Rüşd’e bir reddiye yazm ıştı. ( T ü rk T efek k ü rü T arih i) H ocazâde G azâll ve lbn Rüşd’ü tedkik edip birinciyi haklı çık ar­ dı. ( Islâm D ü şü n cesi) 3 ) 1 9 3 4 - 1 9 3 6 ’d a İz m irli İs mail H akk ı: N ihayet zam anın bir teki olan Bursalı H ocazâde ile H orasanlı A lâeddin T ûsî hüküm darın (F a tih ’in) em riyle her ikisin in (G azâ­ ll ile lbn Rüşd’ü n) ih tilaf ettik leri noktalarda hâkim ’ oluyorlardı. T ü rk feylesofu H ocazâde, G azâll’ye yardım etm ekle beraber, ha­ talarını da gösteriyor, T ûsl ise G azâll’ye yardım ediyordu. (Miislüm an T ü rk F e y le s o fla r ı) 4 ) 1 9 3 7 - 1 9 3 8 ’d e Ş e m s e d d i n G üııa lta y: Bir aralık E nd ülüslü lbn Rüşd, G azâlî’nin su ltasını kırm ak m ak­ sadıyla ” leh afü t’üt-T ehafüt” adlı bir eser yazm ışsa da hiçb ir şeye m uvalfak olam am ış, E ş’ari-G azâlî sultası bütün kuvvetiyle devam etm iştir; hatta XV. asrın ik in ci yarısında H ocazâde M uslihuddin M uştala ile A lâuddin T û sî, lbn Rüşd’e m ukabele olarak ayrı ayrı ıkı kitap yazm ak su retiyle E ş’ari-G azâlî saltanatını takviye etm iş­ lerdir, (Is lâ m D ün yasın ın İnhitat Sehehi S elçu klu İstilâsı m ıdır?)

64

(, A Z A I I 1 A i

5 ) 1 9 4 0 ’d a Ş e refe d d in Ya ltkaya: Felsefe ve feylesoflara hücum eden G azâlî ile on u n hü cum larını karşılayan lbn Rüşd’ün m u h akem elerini Fatih ın, Bursalı fF icaza de ile T ü sî’nin hafidine em retm esi.. ( la n z im a lt a n E vvel

c Soma

M ed reseler) 6 ) 1 9 4 3 - 1 9 4 4 ’d e A d n a n A d ıv a r: Flocazâdenin en m ühim eseri, F a tih ’in em riyle lb n Rüşd’ün Tehajüt'ül-Tehafül adlı — G azâlî'nin Tehafüt’ü l-F elasıfe’s in e yazdığı— m eşhu r reddiyesine karşı yine Tehafüt ism iyle telif ettiği eserdir (Osmanlı Türklerinde ilim) Fatih zam anının âlim lerind en B ursalı Flocazâde tarafınd an F a ­ tih ’in em riyle bir T ehajülul-Felasije daha yazılarak lb n Ruşd ün fikirleri reddedilm ek istenm iştir. (Tarih Boyunca İlim ve Din) H o c a z â d e ’nin ve T û s î ’nin T eh a fü tleri d ik k a t li c e o k u n u p t e d k ik e d ilsey di, a c a b a b u asıls ız ve a lâ k a sız y o r u m l a n g elişig ü ze l o r t a y a a t m a k m ü m k ü n ola b ilir m iy d i? E lb e tte o la m a z d ı . N it e k i m M ü b a h a t T ü r k e r K ü y e l h a n ı m e f e n ­ di, 1 9 5 3 - 1 9 5 4 y ılın d a “d o k t o r a tezi

o l a r a k k a b u l e d ile n v e 1 9 5 0

y ılında y a y ı m l a n a n Ü ç T eh a jû t B a k ım ın d a n F e ls e je ve D tn M ü n a s e ­ beti adlı ese r-i m u h a l l e d i n d e , b u i d d i a l a n (A yn î h a r i ç ) t e k tek s ı ­ ra l a m ış ve n için d o ğ r u o l a m a y a c a k l a r ı n ı n s e b e p le rin i d e g e n i ş ç e ve ik n a e d ici b ir s u r e t l e i z a h e tm iştir. F locazâd en in Tc/ıa/üfünün ilk iki m ü tefek k irin [G azâlî ile lbn Rüşd’ün] T ehafütlerini m ukayese ederek b ir hü km e varm ak ü ze­ re kalem e alındığı iddiasının sağlanm asına g elin ce, böyle b ir id­ diaya m ü ellif k itab ın ın ne ön sö zü n d e, ne de bü nyesin de tem as etm iştir. ( ...) H ocazâde, m ü ellif isim lerin i old u k ça sık k u llan m a­ sına rağm en — G azali, E bu Ali. Behm enyar, Râzî, T ûsî gibi— lb n Rüşd un adını bir defa bile zikretm ediği gibi Tchu/ûtunün de ad ı­ nı anm am ıştır, (s. 3 8 5 ) Ş im d i cev ab ı a r a n a n s o r u şu: B u t e d k ik in y a y ı m l a n m a s ı n d a n y a r ı m a sır s o n r a , v a n i b u ğ u n , sizce n için h âlâ İ m a m G azâlî ile lbn R ü ş d ’ü n 7 Ylm/ürlcrinin F a t i h d e v r in d e bir y a r ı ş m a a ç ı la r a k m u h a k e m e ed ildiği s ö v l c n i v o r d e r s in iz ?

gazâlî ve tıırkler

^

Şu bat sü re cin in şid d etli g ü n lerin d e m u v ak k at b ir siy aV—'

sî a tra k siy o n o la ra k T ü rk M ü slü m an lığ ı m eselesi g ü n ­

d em e ta şın d ığ ın d a b azıları O sm a n lılık -E ş a rîlik ilişk isin e atfen ile ri-g e ri k im i sö z le r sarfetm ey e b aşla y ın ca ; ister istem ez o z a ­ m an 2 8 Ş u b a tç ıla r’ın b in d ik le ri d alı k esiy o r o ld u k la rın ı, M ı­ s ır ’da y ü k se le n — ne g arip tir k i!— y ine E şarî d ü şm an lığ ı yapan A rap m illiy e tç ile riy le ö r ıü ş tü k le r in i ve m a a lesef fark ın d a d ahi o lm a k sız ın İm am G azâlî so n ra sı b ü tü n ilim m ira sım ız ın red de­ d ilm esi se b e b iy le 1 2 5 8 - 1 9 1 4 arasın ı “k ay ıp h a lk a ” ( e l - h a lk a t u ’lm e jk ü d e ) o la ra k k abu l ed en o ra d a k i A rap çılar ile ilim g e le n e ğ i­ m iz in bu ö n e m li d ev resin i h afife alan bu rad ak i sö z ü m o n a T ü r k ­ ç ü le r in ay n ı p ro je n in ik i k o lu n u tem sil e ttiğ in e d ik k a t çek m ey e ç a lış m ış tım . D efalarca sö y led im , y ine sö yleyeyim : B atılılar im am G azâlî 0111)

ile A b b asîler ( 1 2 5 8 ) so n rasın ı kend i tarihleri açısın d an

y o k sayarlar, im am G a z â lî’nin özg ü r d ü şü n cey i bo ğ d u ğ u nu , o n ­ d an so n ra cid d i âlim ler ve d ü şü n ü rler y etişm ed iğin i söylerler. G ü y a D oğu b a ta k lık o lm u ş, ö zg ü rlü k ise B atı’da filiz verm eye baş­ la m ıştır vs. A rap çılar da aynı sö y lem e tu tu n u p tarih lerin i 1 2 5 8 ’de d o n d u ru p y en id en 1 9 1 4 ’ü m ilâd kabul ederler. P eki arada k im ler vardır: S e lç u k lu la r ve O sm an lılar. O hald e vu run abalıya!

66

(, A / A 1 ! V A I

B izim T ü rk çü lerim iz de güya C u m h u riy etçid irler ya. B atd ü arın ürettiği, A rapların da d estek verdiği bu sö y lem e g afletle sah ip çık a rla r ve on la r da bilip b ilm ed en m aziyi k ötü lem ey e, “Bizde h iç adam yetişm ed i, O sm a n lfd a d ü şü n ce ne arar? T ak lid e, ezb ere düçar o ld u k , ilim leri şerh ve haşiyelerle boğdu k

ben zeri sö zleri b ir

papağan gibi tekrarlarlar. Biraz “ca riy e-h a rem ’ efsan eleri, biraz “kardeş k a tli”, biraz da “bizden adam o lm a z ” m antığı. Şim di size ilm i ve tarihî h ak ik atlerle taban taban a zıt olan bu sö y lem in ne d enli vulgarize ed ileb ileceğ in i g ö sterir ö n em li b ir ö r ­ nek sunm aya çalışacağım . K itabın adı: M efhum 'un N ass: D irasetu n f i U lü m ’il-K u r’an (M ı­ sır, 1 9 9 0 ). Yazarı N asr H âm id E bu Zeyd. K en d isi M ısırlı, lrlid a d la s u ç ­ land ığı için ü lk esin i terk ed ip H o llan d a’da y aşam ak z o ru n d a b ı­ rakıld ı. Y ıllar ö n ce notlayıp bir kenara koyd uğum bu eserin g e çe n le r­ de K itabiyât yayınları tarafınd an İlâ h i H itabın T a b ia tı: M etin A n la ­ y ış ım ız ve K u r a n İlim leri Ü z erin e (A nk ara, 2 0 0 1 ) adıyla y ay ım lan ­ dığını gördüm . O k u ru n m ukayese ed ebilm esi için alın tıları bu ç e ­ viriden yapacağım . M etni ö n ce bü tü n olarak ok u y alım , so n ra satıraraların a g irm e­ ye çalışalım : Burada Arap kültür hareketi içinde dinî metnin geçirdiği bütün fonksiyonel sapmayı bütün detaylarıyla ele almamız zor oldu­ ğundan Arap olmayan unsurların Müslüman-Arap hareketi üze­ rindeki hâkimiyetine işaret etmekle yetineceğiz. Arap olmayan unsurlar ve onların hakimiyetlerinden kastımız; Selçuklular. Türkler ve Deylemlilerden askeri unsurlar ile Osmanlı'nın Birin­ ci Dünya Savaşı’na k ad ar İslâm Dünyası üzerinde kurduğu haki­ miyettir. Bu askeri hakimiyet tüm yönleriyle sadccc kuvvete dayanmasın­ dan ötürü, “m etinlerle “olgu“arasındaki canlı ve aktif etkileşimin ortadan kalkmasına yetmiştir. Bu durum, Kur an metni ile olgu arasındaki ilişki ve karşılıklı etkileşimleri konusunda çok daha güçlü bir etki yapmıştır. Bu askerlerin, Moğol ve Haçlı saklınla rina karşı İslâm loplumunun siyasî sınırlarını korumavt sagla\an

67

k ADıM

KEş I

bir guç olu ştu rd u k ların ı sö y lem ek m üm kü nd ür Zaıen bunu da kim se in k âr etm em ek ted ir Ancak bu savunma, inkârı mumkun o l ­ m uş an bir sosyal çöku n tıi ve kü ltü rel gerileme pahasına gerçekleş­ m iştir. A sk erler birer fert olarak iyi niyetli, sam im i m uslüm an k im selerd ir Fakat so n u çta onlar, hâkim askeri kesim i tem sil e t­ m ektedirler. O n la r maddi guee daha fazla ön em verm e, aklî ve kültürel b ilin ­ cin değerini hafife alm a gibi askerî d ik ta tö rlü k ler in tem sil ettiği bü tün ö zellik lere sah ip tirler Yine on lar d üşünceye kapalı olm a', em irlere ve bu em irlerin uygulanm asına y ön elik itaat’ ilkesinden harek etle diyalogu reddetm e’ gibi tıim k a r a k te r is tik u n su rlarıy la a s k e r i d ik ta tö rlü ğ ü tem sil etm ek tey d iler. A skeri kesim in d üzen, disiplin ve em re itaat noktasınd aki aşırı d uyarlılığı, kü ltü r ve d ü şü nce platform una aktarıldığında durum bir faciaya d önü şm ü ştü r Bütün b u n la ra b ir d e A rap o lm a m a la rın ı ek le d iğ im iz d e , d ini m etin lerin anlam a, açıklam a ve y orum lam a­ nın k on usu olm aktan öte nasıl birer süs eşyasına ya da bereket arayışı için kullanılan birer o b jey e d önü ştüğü nü anlarız. İşte K u r a n ın

m etin ten

m u sh af’a,

an lam d an

o b je’ye dönüşm esi

böyle g erçek leşm iştir, (s. 3 3 -3 4 , vurgular bana ait. D. C .) Y a z a r ım ı z a ç ı k ç a , A r a p o l m a y a n u n s u r l a r ı n , yani S e lçu k lu la r ile O s m a n l ı l a r ’ın belki b ile k lerin in k uv v e tli o l d u ğ u n u ve fakat k a ­ fa ların ın ç a l ı ş m a d ı ğ ı n ı ; h e r ne k a d a r İs lâ m d ü n y a s ın ı M o ğ o l ve H açlı sal d ı rı l a rı n a karşı k o r u m u ş l a r s a d a k u r d u k l a rı a s k e rî d ik ta ­ t ö r lü k le r seb e b iy le ö z g ü r d ü ş ü n c e y i b o ğ u p ö l d ü r d ü k le r in i ve b ö y ­ lelikle İs lâ m d ü n y a s ı n ı g eri b ır a k t ık l a r ı m sö y lü y o r. İşin en ilg inç tarafı k itabın ü ç ü n c ü ve s o n b ö l ü m ü n ü n İ m a m G a z â l î ’nin te fsir/te ’vil a n la y ı ş ın a a y r ı l m ı ş o lm ası. N e d e r s i n i z , b öy lesi bir ta rih t a s a v v u r u içe risin d e h ü c c e t i m i z G a z â lI’yi " K u r a n ı raflara kald ırıp o n u ü f ü r ü k ç ü l e r i n m a l z e m e s i y a p a n , m u s k a l a ş t ı r a n a d a m ” o l a r a k s u ç l a n m a k t a g ü ç l ü k çe k ilir m i ? S akın “Z i r v e l e r z ırv a la rla y ı k ı l m a z ! ” d e m e y i n ; biraz e tra f ın ı­ za b a k ın ! İm d i, y u k a r ı d a t ü m ü n ü a k t a r d ı ğ ı m ı z pasajı şim d i de p a rça p a r ç a tahlil e d e li m : Burada Arap kü ltü r hareketi içind e dinî m etnin geçirdiği bütün fo n k siy o n el sapm ayı bütün d etaylarıyla ele alm am ız zor oldu-

68

C. A Z A L I V A T gundan Arap olm ayan u n su rların M üslüm an-A rap hareketi üze rindeki hâkim iyetine işaret etm ekle yetineceğiz. Arap olm ayan unsurlar ve on ların

h akim iyetlerind en

kastım ız; Selçu klu lar.

T ü rk ler ve D eylem lılerden askeri un su rlar ile O sm anlı nın B irin ­ ci Dünya Savaşı na kadar İslâm D ünyası üzerinde kurduğu h ak i­ miyettir. E b u Z e y d , g ü y a K u r a n ın a n l a m a nın n esn esi o l m a k t a n ç ık ıp bir süs eşy a sı h a line gelişi nin ( s a p m a ’n ı n ) ö y k ü s ü n ü k u r g u l a r k e n , k e n d in c e ö n e m li bir s u ç l u tesb itin d e b u l u n u y o r : “A ra p o l m a y a n u n s u r l a r ” ; yani a s k e ri u n s u r la r ; y a n i S elçu k lu -O sm a n lı T ü rk le ti. İşbu ask eri az ınlık A ra p d i n - k ü l t ü r d a ir e sin e sızıy orla r, o n u ele g e çiriy o r la r, s o n r a b u fi k ir -i l im -k ü l t ü r ze n gin liğ in i y o k e d i ­ yorlar. N e z a m a n a k a d a r ? T â 1 9 1 4 ’e k a d a r ; y a n i A ra p d ü n y a s ı n ı n b a ­ ğ ım sızlı k h a re k e ti n i n başlad ığı y ıllara k a d a r ; y a n i A r a p l a r ın O sm a n lı Hilâfeti’n d e n a yrılıp In g il i z -F r a n s ı z h â k i m i y e ti al tı n a g i r ­ m e y e k a r a r v erd ik leri z a m a n a k a d a r ; yani T ü r k d e s p o t i z m i n d e n ( ! ) k u r tu la n a kadar. Bu askeri hakim iyet tüm yön leriyle s a d ec e ku vvete d ayan m asın­ dan ötürü, ‘m etin ler le olg u ’ arasınd aki canlı ve a k tif etk ileşim in ortadan kalkm asına yetm iştir. Bu d urum . K u ra n m etni ile olgu arasındaki ilişki ve karşılıklı etk ileşim leri konusund a ço k daha güçlü bir etki yapm ıştır. G ö r ü y o r m u s u n u z , in sa n ın b iraz tarihî bilgisi o l u n c a , ne p a r ­ lak y o r u m l a r d a b u l u n u y o r ? Y a z a r ım ı z a g ö r e , sa d ece k u v vete d a v a n an bu ask erler, m e t n i o l g u ’d a n k o p a r m ı ş l a r d a K u r a n ı b ir süs eş­ y ası h a line g e tirm işle r. Bu askerlerin , M oğol ve Haçlı sald ırılarına karşı İslâm toplum unun siyasî sınırlarını korum ayı sağlayan bir güç olu ştu rd u k ların ı söylem ek m üm kündür. Zaten bu nu da kim se inkâr etm em ek te­ dir. A ncak bu savunm a, inkârı m üm kü n olm ayan bir sosyal ç ö ­ küntü ve kültürel gerilem e pahasına gerçek leşm iştir. A skerler b i­ rer fert olarak iyi niyetli, sam im i m üslüm an kim selerd ir f akat so n u çla onlar, hâkim askeri kesim i tem sil etm ek ted irler O n lar maddi güce daha fazla önem verm e, aklî ve kültürel b ilin cin d e­ ğerini hafife alm a gibi askeri d ik tatö rlü k lerin tem sil eıtıg ı bütün özelliklere sahiptirler.

6q

k

ir

Ş K - I

K A D İ M

O z g u r d ü şü n c e li b ilg in im iz in sö y lem ek isted iğ i şu: A d am la­ rın h a k k ın ı y e m ey elim , ne de olsa ü m m eti k o ru m a k uğ ru na kan d o k u p ö ld ü le r; fakat bu arada ilim ve lik ir h ay atım ızı da m ah ­ vettiler. Sa k ın bu sö zlerd en alın m ay ın ız; zira “ink ârı m ü m kü n olm avan b ir sosyal çö k ü n tü ve kü ltü rel g erilem e” idd iası, ülk em izin sa ğ cısı, so lcu su , islâm cısı, hem en hem en bü tü n eli kalem tu ta n ­ la rın ca tek ra rla n m a k la ; o n lar d ışarıd an , biz içerid en k oca bir ta­ rih işte bö y le k arik atu rleştirilm ek ted ir. Yine onlar düşünceye kapalı olma', emirlere ve bu emirlerin uy­ gulanmasına yönelik itaat’ ilkesinden hareketle diyalogu reddet­ me’ gibi tüm karakteristik unsurlarıyla askeri diktatörlüğü temsil etmekleydiler. Askeri kesimin düzen, disiplin ve emre itaal nok­ tasındaki aşırı duyarlılığı, kültür ve düşünce platformuna aktarıl­ dığında durum bir faciaya dönüşmüştür. Z ih n in iz i y ok lay ın bak alım , şu ‘d ü şü n cey e kapalı olm a’, ‘itaat’, d iyalogu red d etm e’ gibi parlak sözleri bir y erlerd en hatırlayacak m ısın ız? H ele hele E bu Zeyd’in burada n ak letm ek im k ân ı b u la­ m adığım bir “g erici g ü çle r” deyişi var ki evlere şe n lik !! Dedim ya k im se k ızm asın ; zira bu f a c i a öy k ü sü n ü sad ece sol tan d anslı b ir Arap d ile g etirm iy o r ki! B atı’da p işiriliyo r ve sonra h e rk es g ücü nisb etin d e a c e n t a lık yapıyor. Bütün bunlara bir de Arap olmamalarını eklediğimizde, dini me­ tinlerin anlama, açıklama ve yorumlamanın konusu olmaktan öte nasıl birer süs eşyasına ya da bereket arayışı için kullanılan birer objeye dönüştüğünü anlarız, işte Kur an ın ‘metin’ten ‘mushaf'a, anlam dan obje’ye dönüşmesi böyle gerçekleşmiştir, (s. 33-34) M etn in m ih ver cü m lesi işte bu: — B ü tü n bu n lara bir de A r a p o lm a m a la r ın ı ekled iğ im izd e... M ü saad en izle

tesb itim i y in eley im : A rap M ü slü m an lığ ı ile

I urk M ü slü m an lığ ı sö y lem i aynı p ro jen in iki k o lu d u r ve hep ay­ nı hedefe vurur: S elçu k lu -O sm a n lı m irası. Iiu ned en le ak siy o m ları d a, m alzem esi de, slo gan ları da hep aynıdır.



G A / A 1 I y A T

Bana in an m ak ta g ü çlü k çek iy o rsan ız, lütfen m ezk û r eserin s o ­ nunda yer alan şu paragrafı d ik k a tlice ok u y u nu z: Kuşkusuz Gazzâlî'nin Kuran ın kısımlarına delâlet maksadıyla cevher, inci ve yakut kelimelerini kullanması, — bu analiz açısın­ dan bakıldığında— sözkonusu kelimelerin, bir açıdan ahireı ehli için, diğer açıdan da avamdan olan müslümanlar için alternatif ni­ telikteki vesile ve araçlar olarak addolunması mümkün gözük­ mekledir. Şüphesiz bu, yazılı meıni (mushaf ı) anlamak bir yana, okumaya dahi çalışmaksızın bizatihi değerli bir eşya olarak algıla­ manın başlangıç noktası olmuştur. Işıe bu şekilde Kuran, aşama­ lı bir süreçle değerli bir eşya’ya dönüşmüş; bu eşyaya dönüşme olgusu, kültürel yapıda da vukû bulmuş ve en nihayet Kur an ka­ dınlar için bir ziynet, çocuklar için bir nazarlık, altın ve gümüş eş­ yaların yanında duvarlara asılan bir süs haline gelmiştir, (s. 353) Ne kadar da zavallıca! Ö n ce su çla, so n ra delil ara! M an tık çd ar buna m ü sa d e re a l e ’l-m a tlû b derler. C e v a h ir ’u l-K u r’an (K u ra n ın M ü cev h erleri) b aşlık lı eserin d ek i teşbih ve m ecazlardan harek etle İm am G azâlî’yi K u ra n ı sıîs eşy a­ sı haline g etirm ek le su çlayan şu zihn iy et g erçek ten de ne kadar sığ, ne kadar c â h il ve hepsind en ön em lisi ne kadar msa/sıe! O ysa İm am G azâlî K u r’an ’ın akideye, ibadât ve m uam elâta, siy er ve a h ­ lâka, vs. taallû k eden ay etlerin i kendi aralarınd a tasn if ed ip o n la ­ rı teşb ih yoluyla tan ım lam ak ta, inci, y a k u t, e lm a s gibi k ıym etli m ücev h erâta ben zetm ek yoluyla ö n em lerin i, d eğerlerin i tebarü z ettirm ek te ve fakat m aksad m uh alefet o lu n ca bu g üzelim b e n z e t­ m eler bir G azâlî karşıtı tarafından m e c a z î an lam ıy la değil, h a k ik i anlam ıyla ve m aksadı h aricin d e y oru m lan m ak tad ır. E vet, sırf “K u r’an T ü rk le r’in elind e süs eşyası haline g etirild i" d em ek için bu b en zetm elerd ek i in c elik bile bile görm ezd en g elin m ekted ir. Biz şim di bu tür lâfazan lıkları yoru m ' zan n ed en lerin k asıtları m açığa çık arm ak la y etin m ey ip y ap tık ların a "B ü tü n bu n lara bir de A rap o lm a la r ın ı ek led iğ im izd e” diye b ir g erek çe bu lsak , acaba bu teşeb bü sü m ü z “d erin a n a lizler” sın ıfın a mı g irm iş o la c a k ' Sorarım sizlere, m ensu biyet ve aidiyet d u y g u larım ızı. dahası eh liy etim izi bu d enli y itirm işk en , bizim b aşk aların a k ır mas a hak kım ız var m ı?

71

gazâlî sonrası

İ

slâm d üşü nce m irasının k a y ıp h a lk a s ın ın (1 2 5 8 -1 9 1 4 ) sadece B atılılar veya Araplar tarafından değil, ne yazık ki aynı za­

m anda lran lılar ve T ü rk ler tarafından da kaybedildiği, g örm ezlik ­ ten gelindiği, unutulduğu yetm iyorm u ş gibi aynı zam anda u n u t­ turulm aya çalışıld ığı, üzerinin örtü lm ek istendiği erbabın ın m a­ lûm udur. Bir ö n cek i yazım ızda sol tandaslı M ısırlı bir yazarın, Nasr Hâmid Ebu Zeyd’in iddialarına yer verm iş, Selçu klu ları ve O sm anlI­ ları Kur an ı 'anlam a nın n esn esi” olm aktan çıkarıp bir sus eşyası haline d önü ştürdü kleri şeklind eki suçlam aların ı ele alm ıştık. Şim di ise daha m utedil sayabileceğim iz lran lı bir ilim adam ının, Seyyid H üseyin N asr’ın görüşlerin e yer vereceğiz. Seyyid H üseyin N asr’ın D iction ary o j the H istory o j ld ea s adlı ansiklopedid e yer alan bu yazısı Yusuf Kaplan tarafından T ü rk ­ ç e ’ye çevrilip Islâm D üşüncesinin S oy Kütüğü adıyla yayım lanm ış bulunuyor." lek su çu S elçu klu d ö nem inin ve d evletinin düşünürü olan im am G azâlî hakkın da Seyyid Hüseyin Nasr da bilinen şu iddiayı tekrarlam adan edem iyor: F e ls e fe y i Islâm dü n yasın ın A rap c o ğ r a f­ y a s ın d a so n a er d irm ek . "

ümran, sy. 80, tik, s. 12, Nisan 2001 72

0A2ALIYÂT

Gazali, daha sonra yazdığı, rasyonalist felsefenin temellerini sar­ san, irfan ve teolojiden ayrı gördügü bir disiplin olarak felsefeyi İs­ lâm dünyasının Arap (ve Türk — YK) coğrafyasında sona erdiren Tehafüı el-FelâsiJe (Filozofların Tutarsızlığı) başlıklı kitabında sözkonusu yakıştırmaları ve rasyonalist görüşleri kıyasıya eleştııdı Dikkat ed ilecek olursa Nasr, G azali nin felsefe yi sadece “İslâm dünyasının A rap coğrafyasınd a” sona erdirdiğini söylüyor... Peki İslâm dünyasının T ürk ve Iran coğrafyası? M ütercim T ürk kısm ını oraya dahil etm ek ten k end ini alam a­ dığı için İran’da felsefe devam ederken İslâm d ünyasının Arap coğrafyasının yanısıra T ürk coğrafyasında da usulca canveriyor. Bilhassa X IX . yüzyılın ikin ci yarısından itibaren B atılılar Gazâlî’den sonraki dönem i bütünüyle su çlarlark en, bu suçlam aya iki tem el itiraz yapıldı. B irincisi İran canibind en Seyyid Hüseyin N asr’ın tem silciliğ i­ ni yaptığı itiraz. İkincisi ise M agrib can ibind en M uham m ed Abid el-C abiri'n in tem silciliğini yaptığı itiraz. İlkine göre, bu iddia tüm üyle doğru değildi; zira İran da felse­ fe lşrak iler aracılığıyla yaşam aya devam etm işti; Sühreverdî'nin. daha sonraları ise bilhassa N asîruddin T û sî, K utbuddin Şirazi. Mir Dam ad, Sadreddin Şirazî (M olla Sadra) ve eserleri bu nu n bir kanıtı olarak gösterilebilird i. İk incisin e göre de tüm üyle doğru değildi; zira lbn Rüşd’den sonra lbn H aldun, lbn Bacce, lbn Tufeyl vb. d üşünürler aracılığıyla İslâm dünyasının batısında (K u ­ zey A frika’da, M agrib’de) zannedildiği gibi felsefe ölm em iş ve ya­ şam ayı sürdürm üştü. K ısacası, İslâm d üşü ncesin in sona erdiği iddia edilen XII asır­ dan sonra bu gövdeden iki dal filiz verdi; biri doğuya (İra n 'a ), d i­ ğeri ise batıya (M agrib’e) doğru. Peki gövde ne old u, bu arada ilim geleneğim izin anagövdesinde neler oldu? Koca bir sükût! Selçu klu lar ve O sm anlılar güya ilim , d üşü nce, sanat adına birşey yapm adılar, yapam adılar; sadece İslâm dünyasını M ogollara

73

k t >F

1 KADıM

ve H açlı Seferleri ne karşı k o r u m a k l a yetindiler. ( Ç ü n k ü o nların ze k â ları değil, bilekleri kuvvetli idi.) 13 yüzyıldan sonra İs lin i ile H risııyanlık arasındaki entelektüel tem as handiyse tüm üyle sona erdi; ve ancak 2 0 . yüzyılda — bu kez farklı bir görünüm alarak— yeniden canlanabildi. Seyyid H ü sey in N a sr şöyle d e v a m ediyor: Batılı kaynaklarda yazıldığının aksine, İslam dünyasının en telek ­ tüel hayatı, İslâm Medeniyeti ile Hıristiyanlar arasındaki temasın sona erm esinden sonra bitm em iştir. B i l m e m iş de ne o lm u ş ? Seyyid H üseyin Nasr, N asîru d d in T û sl ve K u t b u d d i n Şirazl’nin isimlerinin altını çizip ekliyor: Böylelikle o zam ana kadar İslâm felsefesinin gelişm esine büyük katkılar yapan Iran , bundan böyle, İslâm felsefesinin en büyük m er k ez i olm aya başlamıştır. Belli bir süre sonra lbn Sina, Sührcverdı, lbn Arabi ve diğer teologlarla filozofların öğretileri kap­ sam lı m etafizik sistem ler geliştirecek şekilde bir araya getirilm iş­ ti; bu süreç, 17. yüzyılda M ir Damad, Sadreddin Şirazî ile birlik­ te zirveye çıkm ıştı. B u n u n bir de dahası var: Dahası, Safevi dönem inin (1 5 0 2 -1 7 2 2 ) bu büyük düşünürleri, bugüne dek İran da, H int-Pakistan altkıtasında ve F ars kültürünün etkisin in hissedildiğ i civ a r b ö lg elerd e de yeni bir felsefe okulu kur­ m uşlardı. A c a b a b ütün bu didin iş lerin a m a c ı ne? B u lm a ca y ı bizim ç ö z ­ m e m i z e g erek k a lm ıy o r; s o n u c u N a s r’ın kendisi sö y lü y o r: Bu yeni felsefenin Batı felsefesi açısından taşıdığı önem e gelince, bu felsefî gelenek, Batı felsefesiyle karşılaştırılabilecek özellikler taşıyan en ilginç, hatta tek felsefî gelenektir! B u g ü n k ü siyasi ve iktisadi t e d en n iy â tım ız ile fikri ve ilmi d u ­ r u ş u m u z a ras ın d ak i sıkı alâkayı g ö re m e y e n l e ri n h e m bu m e m l e ­ kete, h e m bu m e m l e k e t in insan ın a en b üy ük k ö tü lü ğ ü y aptıkla­ rını s ö y le r s e m , kim se lu z u m s u z yere h ayıflanm asın! fek u m u d u m , belki birgün İlen Flakikatim d e m ey i ö ğ re n e ce k o la n bu t o p ra k la rın ç o c u k l a r ı n d a ! Yoksa yok ola lım d a h a iyi!

74

OA Z A i I Y A T H a tırla n a ca ğ ı ü zere m ad d e y a z a rım ız ü z e r in e b a sa b asa şö yle d iy o rd u : Batılı kaynaklarda yazıldığının aksine İslâm dünyasının en telek ­ tüel hayatı, İslâm M edeniyeti ile H ırisıiyanlar arasındaki tem asın sona erm esinden [13. yüzyıldan] sonra bitm em iştir (s. 15) N a s tr u d d in T û si ve K u lb u d d in Ş ir a ^ în in isim le ri te h â lü k le z ik ­ re d ild ik te n so n ra da şö y le d e n iliy o rd u . Böylelikle o zamana kadar İslâm felsefesinin gelişm esine büyük katkılar yapan İran , bundan böyle, İslâm felsefesinin en büyük m erkez i o lm ay a başlamış ( ...); bu süreç, 17. yüzyılda M ir Damad, Sadreddin Şirazî ile birlikte zirveye çıkm ıştı. Ş im d i d e a şa ğ ıd a k i sa tırla rı d ik k a tlic e o k u y a lım : lbn Rüşd’den sonra Müslüm an Batı da ve Arap dünyasında felse­ fe, bir-iki örnek dışında sona ermiştir, (s. 14) Ç a ğ d a ş İslâ m d ü ş ü n c e ta rih i y a z a rla rın ın B a tılı s e le fle rin d e n te v a rü s e ttik le ri bu sa p la n tı, u lu s d e v le tle r d ö n e m in d e m e ş rû iy e ı k a z a n m a k la k a lm a m ış, ay n ı z am an d a ça ğ d a ş m ü slü m a n b ilin c in b iz a tih i k e n d i m e n s u p la rın c a p a y la şılıp p a rç a la n m a s ın a h iz m e t e tm iştir. İm p a ra to r lu k u fk u n d a n u lu s d e v le t u fk u n a g e ç iş le b ir ­ lik te h e r u lu s k en d i yap ay ta rih in i o lu ştu rm a y a b a ş la m ış ve s o ­ n u n d a b ü y ü k b ir m e d e n iy e t iç e ris in d e y e tiş e n h e r u n s u r — tâb iri a m iy a n e siy le — k a p a n ın e lin d e k a lm ıştır. B ö y le c e m e d e n iy e tim i­ z in u s ta la rın ın s a d e ce F a r s k ö k e n li, A r a p k ö k e n li, T ü rh k ö k e n li o lu şla rı n azar-ı itib a ra a lın m ış ve n e d e n se o n la r ın h e r b ir in in p a r ­ ç a la n m a m a sı g e re k e n m u a z z a m b ir b ü tü n ü n c ü z le r i o ld u k la r ın a d ik k a t e d ilm e m iştir. N a sr’ın m a k a le s in in m ü tea d d id y e rle rin d e n a lın tıla d ığ ım şu sa tırla r, bu vu rg u s iy a s e tin in en m a su m m is â lle ri a ra s ın d a y er a l­ m a k ta d ır: G eleneksel İslâmî kaynaklar, İslâm î düşünce tarihinde kendisini büsbütün felsefî çalışm alara vakfeden ilk önem li kişi olarak /um şahrt ism ini zikrederler el-C üveyni, Gazâlî ve lah red d in Razî gibi bııvıik l ş,ın kelâıııcılarının bir kısmı İran kökenli idi.

75

K E Ş F 1 KADI M

Tıpkı Gazali gibi bun kökenli olan ikinci ıcolog kahredilin Razı Artık Farabi ile birlikte Islâm medeniyetinin nıtrkezi, bir ölçiıde de olsa, özellikle entelektüel açıdan, yeni bir Fars dili ve edebiya­ tının da dogılugu Horasan a doğru kaymaya başlamıştı. Dahası. Safevî döneminin (1502-1722) bu büyük düşünürleri, bugüne dek /randa, Hint-Pakistan allkıtasında ve Fars kültürünün etkisinin hissedildiği t ivar bölgelerde de yeni bir felsefe okulu kur­ muşlardı. Yazım ın ok u n ab ilirliğ in i azalttığım ın idrakinde olm akla bera­ ber yine de m üeerred yorum lardan ziyade alıntılara dikkat ç e k ­ m ekte fayda m ülâhaza ediyorum . Yalnız bu sefer vurgulardaki is­ tik am etin biraz değiştiğini hatırlatm ak isterim : Altıncı Şia imamı olan imam Cafer el-Sadık figürü ve onun gayri İslâmî ilim lere olan ilgisinin, modern alimler tarafından uydurul­ muş masallar olarak görülmesini ciddiye almamak gerekiyor. Rasyonalistik nedenlerle değil ama Şiiliğin gaybî niteliği dolayı­ sıyla Şii kelâmcıları, Sünni kelâmcılara oranla genelde HermetikPisagorcu gelenek ile Yunan-lskenderiye felsefesine daha fa z la sempati ile yaklaşmaktaydılar ki bu durum, Yunan-lskenderiye felsefe ve biliminin belli bazı formlarının, Şiiliğin kendi perspek­ tifine entegre edilmesine izin vermiş ve imkân tanımıştır. Bu açık lam aların satıraralarına değil, bizzat satırlarına bakıld ı­ ğında bile yazarın neyi ve niçin vurguladığım anlam ak m üm kün değil m i?! Bu kendine özgü geleneğin kendine özgü yeni bir fel­ sefe üretm esi kaçın ılm az olm akta ve ister istem ez bu felsefî g ele­ neğin "Batı felsefesiyle k arşılaştırılabilecek özellik ler taşıyan en ilg in ç, hatta tek felsefî g elen ek ” olduğunu söylem ek m üm kün hâ­ le gelm ektedir. “O kadar da o lacak , herkesin kendi m ensûbiyet duygularına uygun davranm ası tab iid ir” dediğinizi duyar gibiyim . N itekim ben de bu kadarına razı olacağım am a bu m ensubiyet duyguları­ nın işi şirazesind en çık arıp haddini aşm ası karşısında insanın âsabına hâkim olm ası güçleşiyor. D ilerseniz şim di de şu satırları oku yunu z: Ö te yandan Şii teolojisi Fş’arilik’e tam karşıt bir konumda yer al­ mayı, irfan ve hikm ete sürgit daha sıcak bakmayı yeğlerken,

76

C. A Z A L I Y A T

Eş’arilik, fclsefe’nin ve bilgi problemi konusunda rasyonalısıık olmasa bile daha sistematik ve daha rasyonel bir yaklaşım benim­ seyen tüm diğer hikmet e ve felsefeye dayalı akımların baş düşm a­ nı olmayı tercih etmiştir. Bir taraf irfan ve hikm ete karşı ne kadar sevecen, ne kadar sem patik, ne kadar ilgili ve fakat buna karşın karşıt taraf ne kadar da onun tam tersi?!? İslâm dünyasında bugüne kadar canlılığını olmasa bile varlığını sürdüren son dönem İslam felsefesi, yaşayan felsefe geleneği ve irfa­ nı gelenek, Baıı dünyasının entelektüel hayatına yaratıcı şekiller­ de katkıda bulunabilecek fikirleri yeniden sunabilecek güçtedir! (Vurgular bana ait. D. C.) Bütün bu derin açıklam alardan sonra, “son dön em Islâm f e l s e ­ fe s i, y a ş a y a n f e ls e fe g elen eğ i ve irfan ı g e le n e k ” sözleriyle acaba ne­ yin kastedildiğini bana kim sö y ley ecek?!?

77

gazali öncesi-gazâlı sonrası

İ

slâm felsefesi uzun bir m üddet insan fik rin i idare etm iştir. Bu cü m led en olarak lb n Rüşd’ün — A llah 'ın rah m eti ü zeri­

ne o ls u n !— A risto F els efe si üzerine bina ettiği h ik m et (felsefe)

âdeta m ü stak il olarak O rtaçağ da âlim ve san atk ârların reh b er­ liğini yapm ış, o vakit Yahudi âlim leri, İtalya’nın fikir ad am ları, Paris Ü n iversitesi, özellik le Padova Ü niversitesi ve F elsefe O k u lu , kısaca sk o lastik ler hep lbn Rüşd’ün fik irlerin i takip et­ m işlerdir. (...) K end isinin gösterdiği tevazudan sarf-ı nazar ed ersek lbn Rüşd hazretleri Eflâtun, A risto, vs. gibi insanlığın yetiştirdiği birin ci sın ıf zekâlardandır. Z en b illi’ler, Ebussuu d ’lar — diğerlerini de buna kıyas et!— bu arşlarım yanında sü m ü klü ­ b ö c e k kalırlar. Hz. P eyg am berd en sonra insan d üşü ncesin e, m üslü m anlar arasında nüfuz eden lbn Rüşd d erecesinde kim se yoktur! C e lâ l N u ri T a r ih - i is t ik b â l ad lı e se rin d e ö n e sü rd ü ğ ü bu id d i­ a la rın c e v a b ın ı, z a m a n ın d a m erh u m F ilib e li A hm ed H ilm i’d en a l­ m ışsa da bu id d iaların hâlâ g ü n ü m ü z d e te m s ilc ile rin in b u lu n u ­ y or/ b u lu n abiliyo r o lm a sı se b e b iy le bu m etin d en h a re k e tle b irk a ç m ü h im h u su sa y en id en d ik k at ç e k m e k fayd ad an hâli o lm a y a c a k ­ tır sa n ırım . K itab ın d a da a çık ç a d ile g etird iğ i üzere — b irç o k la rı g ib i— C e ­ lâl N uri n in n azarın d a d ahi İslâm D ü şü n ce T arih i “İm am G azâlid e n ö n c e s i” ve “İm am G a z â ll’d en so n r a sı” şek lin d e iki ana d ö ­ nem e a y rılm ak tad ır.



C. A / A I I V A I

Yazara göre İm am G azâlî’d en ö n ce üst d ereced e— nü luz ed en

insan d ü şü n cesin e — en

bir kişi vardır: H z P e y g a m b e r i İm am

G azâlî’den sonra da bir kişi vardır: lbn R üşd! Yazarın taksim ve tasn ifin e h âk im o la n zih n iy etin sığ lığ ın ı b ir k enara b ıra k m ak su retiyle sö y ley elim ki d ü şü n ce tarih im izi y o k ­ su llaştırm a ve b ü tü n ilim m irasım ızı b irk a ç k işin in m arifetin in bir m ahsu lü im işcesin e su n m a g ay retleri hâlâ işin k olay ın a k açan çev relerce rağbet b u lm ak ta, n itek im d o g ru -d ü rü st ne kadar a n la ­ şıld ık ları bile şü p h eli b irk aç ilim ad am ı g ö k lere ç ık a rılırk e n y ü z­ lerce â lim im iz in yapıp ettik leri c e fle ’l-k alem b ir k en ara itilm e k ­ tedir, lbn Rüşd hazretleri Eflâtun, Aristo, vs. gibi insanlığın yetiştirdiği birinci sınıf zekâlardandır. Zenbilliler, Ebussuudlar — diğerlerini de buna kıyas et!— bu arslanın yanında sümüklüböcek kalırlar Burada E flâtun ve A risto’nun “b irin ci sın ıf z e k â ” o larak ilân ed ilm esi veya lb n R üşd’ün a r sla n o larak n itelen m esi — b e n ce — bir m esele teşkil etm iy or; b ilâk is bü tün m esele, Z en b ilii n in veya E bu ssu u d ’un sü m ü k lü b ö cek d erek esin e d ü şü rü lü p tah terev allin in bir u cu n u n insafsızca yere çak ılm asıd ır. A caba, “O lsu n ne çık ar, bu da b ir y oru m d u r" d iy eb ilir m iyiz? Yorum ’un (tabir, tefsir ve tevil’in ) k ıy m etin i ayaklar altın a a l­ m ayı istem iy orsak d iyem eyiz. D iyem eyiz; zira bir y oru m u n k ıy ­ m eti, m ücerred y o r u m olm asın d an kay nak lanm az; eger öyle o l­ saydı, d iley enin d iled iğini d ilediği b içim d e sö y lem esin d e bir k ıy ­ m et farzeder, o takdirde de y o ru m ’ ile ‘safsata’ arasınd a b ir te frik ­ te bu lu n am azd ık . H albuki y o r u m la m a k v e /v e y a y o r m a k için , biraz da y o r u lm a k g erek ir; yorum a kon u olan n esn e veya olguvu “adam g ib i” k a v r a m a k gerekir. B eylik bilg ilerle, oradan buradan gelişig ü zel ak tarm alar yap­ m akla, anlaşılm am ış/ kavran ılm am ış, hatta bu yolda cid d iye a lın a ­ b ilecek h içb ir m esai sarfed ilm em iş old uğu hâlde her türlü tem el­ den, d estek ten m ahru m lâf u güzâfı fik iı kılığın da ön e sü rm ek le yorum y apılm ış olu n m az. Ne kadar istism ar ed ilm iş olu rsa olsu n y oru m u n bir asliy eti, b ir haysiyeti, bir cid d ivetı vardır, olm alıd ır

79

K I Ş F

K A D

M

N edir o ad ına ıisliy e t/h a y siy e t/c id d iy e t d ediğim iz şey? F n a z ın ­ dan m a lû m a t! E vet, hem de en sıradan anlam ıyla mulıimcKf Kasdı m a h su sla ilim sö zcü ğ ü n ü k u llan m ıy o ru m ; çü n k ü ilim kişiye ‘yoru m (la m a )’ sırasın d a lâzım o lacak şeyin ad ıdır ve elde ed ilm esi de — sa n ıld ığ ı üzere— pek o kadar kolay değildir. M a l umut ise k işi­ de yoru m s ır a s ın d a d eğil, hiç d eğilse yorum öncesinde b u lu n m alı­ d ır ki ce s u r zevatın ( !) y o ru m ların ın ilnıî bir değeri olm asa dahi en a zın d an b ir asliy eti, bir haysiyeti, bir cidd iyeti bu lu n ab ilsin ! B a k ın ız F ilib eli m erhû m , C elâl N u ri’nin yuk arıd ak i yorum u ( ! ) h a k k ın d a ne d iyor? Materyalistlerin en büyük silâhı atak davranmak ve yükseklerde uçmaktır. Eminiz ki yazar, Ebussuud’un ilmi çalışmalarına, fikir hayatına vâkıf değildir. Ebussuud denildiği zaman hatırına “sıra­ dan bir sarıklı" geliyor. Ama diyeceksiniz ki bir adam bilmediği ve derinliğine araştırmadığı birşey hakkında nasıl fikir yürütebi­ lir; hem de yazarın kesin ve mutmain tavrıyla? Cevap olarak deriz ki: Materyalistlerin en garip maharetlerinden biri de bilmedikleri şeylerden — hem de onu tam am en— biliyor­ larm ış gibi bahsetmeleridir Bu garip âdet yalnız materyalist tale­ belere değil, üstadlarına da hastır! Ne d ersin iz, bu garip âd etin bizim m ah allen in sak in lerin e de b u la ştığ ın ı sö y lersek m übalağa m ı etm iş o lu ru z?! C elâl N u ri’n in , fik ir fukarası tarafından güya y o r u m idadına so k u la n m ezk û r ifad esin in — üslubu bir yana— ciddiye a lın a b ile­ ce k h içb ir tem elin in b u lu n m ad ığ ı; zira yazarın , k end ileriyle ilgili ola ra k sö z sarfettig i bu zevat h ak k ın d a değil ilim , m alum at sah i­ bi bile b u lu n m ad ığ ı F ilib eli A hm ed H ilm i’nin şeh ad etiyle sabittir. T arih te k errü r ed iy o r; ve dün olduğu gibi bugün de birço k k im se, “y aşan m am ış m uhayyel bir g e l e c e k ” ad ına, “yaşanm ış m u h k em b irg e ç m iş ”i hem de bir çırp ıd a siliveriyor. Hâlâ ilim m irasım ız, yazm a k ü tü p h an elerin in tozlu raflarında k e n d ilerin e el u zatacak gayretli ilim ad am ların ı b e k lerk en ; daha da ö n e m lisi, ilim m irasım ızı anlam ayı/kavram ayı m ü m kü n k ıla­ cak m edrese ilim lerin in değil tahsil, on d an daha ö n ce ih y â ed il­ m esi icab e d erk en , acaba ‘g e çm iş’ üzerine ve yine ‘g eçm iş’ adına

H()

1

!

K A D ı M

U nu tm am alı ki h ik m et, kazanca rüm olan ların değil, kaybet­ m eyi m eslek ed in en lerin [..evlâsıdır! İm am G azâlî'yle b irlik te ve pek tabii ki İm am G azâlî’den so n ­ ra Islâm dünyasında d üşü nce hayatının dum ura uğrayıp uğram a­ dığı, ilim geleneğim izin şerhlere ve haşiyelere boğulup bogulm adığı ve tabiatıyla tarihim izin son 6 -7 asırlık dilim inde (bahusus Selçu k lu ve O sm anlı devirlerind e) içim izden hatırı sayılır ilim ve fikir ad am ların ın çık ıp çıkm adığı hususunda — hâlihazırda cidd i­ ye a lın a b ile ce k — hiçb ir tartışm a yoktur! E vet, y ok tu r! Ç ü nkü İm am G azâlî’den sonra İslâm d ünyasın­ da d ü şü nce hayatının dum ura uğradığı, ilim geleneğim izin şerh­ lere ve haşiyelere boğulduğu ve tarihim izin son 6 -7 asırlık dili­ m inde (bah u su s Selçu klu ve O sm anlı d evirlerinde) içim izden ha­ tırı sayılır hiçb ir ilim ve fikir adam ının çıkm adığı hususunda — biraz üstüne gidildiği takdirde hem en çö zü lecek — genel bir itti­ fak vardır! Yazılı kaynaklar ortada. G idiniz açın ız tedavülde olan eserleri, hem en hepsinde benzer k anaatlerin ortaya sürüldüğünü, ciddi bir tedkik yapm aksızın ve pek tabii ki kasd-ı m ahsusla eline kalem alan herk esin benzer iddialarla arz-ı endam etm eyi bir m arifet bil­ d ik lerini göreceksiniz. Hiç mi bu m asallara karşı çık an yok? Herkes mi aynı teran ele­ ri savunuyor? Ne yazık ki bu su ale m üsbet cevap verm ek zorundayız. K en ­ d in i, kendi tarihini ve neredeyse kend ine ait olan ne varsa onu aşağılam ayı m arifet bilen g eçm işten habersiz n esiller tarafından 1 8 0 0 ’lerin ik in ci y arısınd an itibaren B atı’nın m utfağında hazırla­ nan bu h o rm o n lu y iyecek ler kendi insanım ıza su n u lu p duruyor. Hiç k im se de k alkıp “evvelce yog idi bu rivayet” demiyor/diye­ m iyor! Bazı sö zu m on a itirazlar var. Birileri kalkıp “Bu doğru d eğil” diyor ve b irk aç örn ek verip ardından ekliyor: — İran'da özgün düşü nce geleneği kesintiye ugram aksızın de­ vam etm iştir

86

Cı A Z Â L 1 Y Â T

Yine bazıları ( !) “Bu doğru d eğ il” diyor ve yine b irk aç ö rn ek verip şöyle söylem eyi ihm al etm iyor: — Kuzey A frika’da özgün d üşü nce geleneği kesintiye ugram aksızın devam etm iştir! vs. Biz de haklı olarak soruyoruz: Biri batıya, diğeri doğuya uza­ yan bu iki ince dal dışında geleneğim izin ana gövdesinde neler o l­ du? Bu filizlere zem in teşkil eden ana gövdede d üşü nce hayatının kesintiye uğram ası hiç akıl kârı m ıdır? Bu suallere verilen cevaplar — hem de hep bir ağızdan— h er­ kesçe m alum ! Dem ek ki ortada biri var diyen, diğeri y o k diyen iki t a r a f b u ­ lunm am aktadır. Bilâkis sadece olm adığını söyleyen ve yaygın m enfî söylem i yineleyip duran b ir tek t a r a f vardır. Bu iddiam ızın delili de tedavülde dolaşan m evcut kitabiyattır! Şayet vehm edildiği gibi böyle bir ikin ci t a r a f daha olsaydı, o za­ m an biri v ar diyen, diğeri y o k diyen iki tarafın m üm essillerini ve hiç değilse yazdıkları eserlerin adlarını bilir veya öğrenirdik

O

takdirde tartışm anın taraflarının d elillerini karşılıklı olarak ele al­ mak belki m üm kün olabilirdi. Fakat ne yazık ki hâlâ t a r a f olarak n iteleneb ilecek güçlü bir eğilim den söz edem iyoruz. Bütün bunlara rağmen pek ümitsiz de olm am ak lâzım ; zira k en ­ di insanım ızı bile kapıp götürm üş olan ve hâlâ da etkisini sürdü­ ren bu meş um dalgaya karşı henüz söylem değerini kazanam am ış olsa bile önem li bir itirazın mevcut bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda henüz yeni yeni birşeyler yazılıp çiziliyor. Kendi ilim m irasım ızın grameri henüz şimdilerde çözülm eye başlıyor. Sorunu tartışan mütevazi birkaç m akaleden, birkaç ciddi tedkikten ve bir de münasebet düştükçe m eselenin ehem m iyetine dikkat çekm eve çalışan basit birkaç köşeyazısından gayrı ortada kendisine ıs»tvt edilecek yeni birşey görünmüyor. (Eskilere ise iltifat eden kimse yok! Yüzlerce kitap adı veriliyor, fakat okuyan b u lu n am ıv o r) İlim m irasım ızın kıratını gösterecek düzeyde vavım lanm ış hiç mi önem li eser yok? Var, hatta yüzlerce. Fakat bu eserlerle ırtıha-

«7

K 1 > I

K A D I M

ta geçeb ilecek , bu eserlerin uslübunu, derinliğini kavrayacak, bu derinliği tartışılan konunun alanına taşıyabilecek pek adam yok! Sözgelim i Ahıııed Avni Konuk hazretlerinin Füsus'ul-H ikem Şerhi işte orada. Neredeyse elinizi uzatsanız dokunabileceğiniz kadar vakınınızda. Ü stelik Lâtin harfleriyle yayım landı; hem de fevkalâ­ de ciddi ilim adam larım ızın him m etiyle ve gayet itibara lâyık bir şekilde. Hani okuyan? Hani anlayacak olan? Hani oradaki derinliği kavrayıp ağza sakız edilm iş piyasa fikirleriyle kendi klâsiklerim iz arasındaki derinlik farkını gösterecek olan? U zaklara gitm eye ne gerek var? İşte İsmail Kara nın eser-i muhalledi B ir F els efe Dili K u rm ak yayım lanalı daha ne kadar oldu? G idin bir elinize alın, şöyle bir sayfalarını karıştırın, henüz 1 9 3 4 ’lerde vefat etm iş İstanbul ulem asından bir zâtın neler yaptı­ ğını, yapabileceğini kendi gözlerinizle görün! F ilibeli Ahmed Hilm i, Elm alılı Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmed Nâim gibi dünkü âlim lerim izin yazdıklarını bile kavramaya talip olm ayanların, Ali Kuşçu gibi, Kutbuddin Râzî gibi, Molla Fenari gibi, Darendeli M ehm ed Efendi gibi dünya çapındaki dev­ lerin dizinin dibine çökm eyi göze almaları düşünülebilir mi? Güya iki t a r a f varmış.

88

gazali kaynakçası

r '

ok eski olm ayan bir geçm işte yayınevleri G a z â lî Serisi veya G a z a li K ü lliyatı adı altında bazı diziler başlatm ışlar ve böy­

lelikle İmam G azâlî’nin eserlerini güyâ toptan yayım layacaklarını va’delm işlerdi, (m sl. Sinan Yayınları, Hisar Yayınları, Uyanış Ya­ yınları, K ılıç Kitabevi) Birkaç risale, hepsi o kadar! H içbirinin devamı gelm edi. G aza­ li hakkında gözdoldurucu çalışm aların sayısı da bir-ikiyi geçm e­ di. M ütercim ler genellikle halka hitab eden kitapları seçtiler ve um um iyetle çalakalem çevirdiler. Derinlerden bir rüzgâr estiyse de kıym eti bilinem edi. Evet, İmam G azâlî’nin bazı kitapları çok satıldı, çok okundu ve fakat bu toprakların genç zekâları İmam G azâlî'nin dehâsından yeterince yararlanamadılar. Çünkü en önem li eserleri ve su su z­ luklarını kandırm alarına kâfi gelecek görüşleri ya tam olarak aktarılamadı ya da çoklu k yanlış aktarıldı. Tarihin tanık olduğu en büyük çilekârlardan biri olan G azâlî. ehliyetsiz gafiller, kilavctsiz m uhterisler aracılığıyla düşünce yi boğan , fe ls e fe y i çökerten, bilimin ışığını söndüren adanı olarak nitelendi. D escartes’a sistem atik şüphe’nin ne m enem bir zihnî zenginlik kas nağı olduğunu öğreten bu büyük usta, düşünce nin değil dogma nın; tecessüs ün değil bağnazlığın sem bolü haline getirildi. 8 0 ’li yılların başında genç bir öğrencinin şöyle dediğine tanık olm uştum :

«d

K ı- ->t-

K A L) ı M

— G azali de kim olu yor ki? Benim bilgim bile ondan lazla! Ne Ingvlizce biliyor, ne Fran sızca. Ne uyağa binm iş, ne otom obile. Al­ lah bilir hayatında çatal-b ıçak bile kullanm am ıştır! Z irv elerin zırvalarla yıkılam ayacugı bir hakikat olm akla b irlik ­ le, uzun sure eteklerde d olaşm anın , sakinlerin e zirveye ulaşma y eten ek lerin i kaybettirdiği de ne yazık ki bir vâkıa! G azali yı tanım ıyoruz; işin kötüsü tanım ak/tanıtm ak iyin üze­ rim ize d üşen vaziteyi de b i-h ak k ın yapam ıyoruz. Ya yapılanlar? O kadar k ötü m ser olm ayalım , irili-u lak lı birşeyler yapılıyor ama hep bardağın d olu taralı boş taralıyla rekabet edem eyecek duru m ­ da bulunuyor. Bu hususta son teşebbüslerden biri de İslâm î A ra ştırm a la r d er­ g isinin yayım ladığı G a z a li Ö zel S ayısı. G azâlî’yi m üm kü n m ertebe çeşitli ayılardan ele alan yazılar yer alıyor bu özel sayıda. G özd oldu ru cu çalışm alara hasret kaldığı­ mız bir ortam d a, bu özel sayıya katkı sağlayan birçok değerli ilim a d am ın ın yaptıklarını tezyil ed ecek, küçü m süyor g örünecek cansık ıcı şeyler sö y lem ek istem iyorum ; zira bir söz vardır; lâ y u tr a k u ku llu h u m â lâ y u d ra k u ku llu hu diye. Gayet doğru. Tam am ı idrak ed ilem eyen birşeyin tam am ı terkedilm ez; idrak edildiği kadarıyla iktifa edilir. N itekim böyle de yapılm ış ve eldeki insan m alzem e­ sin in elverdiği kadarıyla ilgililerden yazı istenm iş, gönderilenler de öylece yayım lanm ış. Ne var ki araştırm acılardan bir kısm ı, sanki sadece bu özel sayıya yazı gönderebilm ek için d erslerini ça­ lışm aya başlam ış öğ renciler gibi alelacele birşeyler yazm ışlar; ba­ zıları da âdeta d ostlar alışverişte görsün kabilinden birşeyler ka­ ralam ışlar. O lsu n , bu kadarına da şü kür! Herkes sepetinde ne var­ sa on u ortaya koym uş. Varolsunlar, sagolsunlar! A ncak d erginin sonunda H üseyin Ünal im zasıyla yayım lanan ( jü z â ll H a k k ın d a Y azılm ış E ser ler ve T ez le r B ib liy og rafy ası (s. 5 405 5 1 ) adlı çalışm a hakkında bir iki şey söylem ekten kendim i ala­ m ıyorum . B ib lıy og raly a’da künyesi verilen eserlerin 3/4’ü Gazali h a k k ın ­ d a d egıl. bizzat G azûli’nin eserlerin in T ü rkçe tercüm esi. Keza zik ­

90

t, A Z A 1 1YA 1 redilen künyelerin 3/4 ü de aynı tercü m enin m üteaddid bask ıla­ rından ibaret... K ünyeler gelişigüzel sıralanm ış ve bazı künyeler b irk aç kez yer alm ış. K ron olojik sıraya ise hiç riayet ed ilm em iş, m eselâ ön ce bir kitabın 1 9 8 0 ’de, daha ileride 1 9 7 2 ’de yayım lanan çevirisin e yer verilm iş M ütercim ler, sadeleşıirenler, hazırlayanlar, d erley en­ ler karıştırılm ış, baskı yer ve tarihleri değişm iş. M ü tercim ler ba­ zen m ü ellif olarak zikredilm iş, bazen A rif, bazen A k if olm uş; hat­ ta bazen aynı m ütercim e üç soyadı (A z a k , O z a k , ö z a k ) b u lu n ­ m uş, kitap adlarında ciddi yanlışlar yapılm ış, bir künyede İs lâ m ’ın V asıfları, diğer künyede İslâm'ın V ezirleri halini alm ış. Tezlerin hiçbirinin hazırlanış tarihi zikredilm em iş ve bu nedenle bir isim yığınına dönüşen listenin hiçbir k ro n o lo jik kıym eti kalm am ış Hepsi bir yana, bu bibliyografyada İmam G azali nin T eh afü l, el-M u stasfa, Ucam, vb. en önem li eserlerinin çev irilerin e (ya da farklı çevirilerin e) yer verilm em iş ve um üm iyetle piyasa çev irile­ rinin zikriyle yetinilm iş. Dahası, İm am G azali yle çağdaş â lim ler­ den M uham m ed Gazali nin farklı kim seler olduğundan bile habe­ ri bulunm ayan

bibliyograf, listesinde

M uham m ed

G azâlI’nin

F ıkh'u s-S iresin irı 1987 ve 1991 baskılarına iki kez yer verm ekten de hiç utanm am ış. Hadi anlaşılan bu arkadaşım ız bibliyografya hazırlam ayı b il­ m iyor; peki bu özel sayının ed itörleri yayım ladıkları yazıları da mı okum uyorlar? D iyecek söz bulam ıyorum : ört ki ölem ! lm am ’ın fikirlerin in m uhtevasını ihata ed em ed iğim iz, bu g i­ dişle de edem eyeceğim iz m uhakkak. Bari adam gibi eserlerinin bir listesini hazırlayabilsek!*

*

Bu vesileyle Gazâlî bibliyografyası hakkında yapılmış erken tarihli bu ça lışmaya işarel etmek islerim: Hilmi Ziya Ülken, Gıoılı'nin B«ı;ı l serlon nin Türkçe Tercümeleri, AÜİTD, IX/59-bÜ, Ankara, l^bi

91

gazali t e rc ü m eleri: m e h a s id ’u l-Jelâs ije

T U

T

Ikem izde hem en herşeyin kötü gitm ekte olduğu m alûm. T ıp k ı siyasi ve iktisadi hayatım ız gibi, ilim ve fikir hayatı­

mız da büyük fukaralıkların san cısın ı çekiyor. Esasen bundan da­ ha tabii bir durum olam az(d ı); zira siyasî ve İktisadî varlığını, k end isine hü viyet kazandıran bütün değerlerden vazgeçm ekle (daha iyim ser bir yorum la o değerleri "askıya alm ak la”) m uhafa­ za ed ebileceğ in e inanan ve bu inan ç doğrultusunda da elinden ge­ leni ardına koym ayıp m em leket evladının m azisiyle irtibat kur­ m asını m üm kün kılacak ne varsa hepsini kazıyan idari kadroların gafleti asla başka türlü neticelenem ezd i. İlim ve fikir sahasındaki fukaralıklarım ızın başlıca sebebi, hiç kuşku yok ki m irasçısı olduğum uz m edeniyetin bilgi hâzin elerin­ den m ahrum iyetim izdir. Bu m ahrum iyeti, sadece o hâzinelere ulaşıp ulaşm am ak m eselesiyle alâkalı görm ek sefaletin boyutları­ nı hakkıyla takdir ed em em ek dem ektir. Ç ü nkü henüz ulaşabil­ d ik lerim izin dahi hakkın ı verem ediğim iz ortada iken, öylece k en ­ di halinde ilgililerin i bekleyen yüzbinlerce ‘yazm a’nın ağıtını yak­ m ak bir işe yaram ıyor. Sözgelim i m edeniyetim izin yetiştirdiği en buyuk zekâlardan Ali K uşçu’nun veya D arendeli M ehm ed E fen ­ di nın — eserlerin i tedkik etm ek bir yana— adını bile duym am ış o lm a n ın ayıbı şöyle dursun, adını ezberleyip eserleriyle irtibata g eçtiğ im izi zann ettiğim iz âlim lerim izin kadrini takdirden âciz o l­ duğum uz bir hakikat, hem de acı bir hakikat değil mi?

92

L> A l. A I I VA T

Evet, ne yazık ki öyle! E lbette bu fukaralığın sebepleri saym akla tükenm ez; ‘b a lin a ­ ların ı’ saymaya ise sayfalar yetm ez! Fakat şu kadarını sö y lem eli­ yiz ki ilim ve irfan hâzinem izi anlam ayı, doğru yorum lam ayı m üm kün kılacak tem el bilgilerden m ahrum olm am ız, daha da önem lisi bizleri hiç değilse bu tem el bilgilerle d onatacak olan ge­ leneksel egitim -ögretim im kânlarını neredeyse bütünü yle y itir­ m em iz, sefaletim izin en kati am illerindendir. Lütfen bir düşününüz; büyük bir hevesle Şeb-i Arus kutlanıyor Öyle ki sadece K onya’da değil, İstanbu l’da da kutlanıyor... Bu, m a­ lûm “Hz. Mevlâna ş e n lik le r in in ne derekeye indiğini şim dilik bir kenara bırakalım da aklım ızı başım ıza devşirip bir düşünelim : Mesnevi T arikatı gibi garabetlerin resmî belgelere dahi geçtiği ü l­ kem izde bugün Hz. M evlâna’mn Mesnevisini aslından/orijinalin­ den hakkıyla okuyup oku tabilecek bir kişi ( ! ) bile bulunm uyor. İsmail A nkaravı’ler, Şeyh Esad Efendi ler, Abidin Paşa lar, T ahir'ulM evlevı’ler ayarındaki büyük üstadların bulunm adığına değil, ba­ ri onların şerhlerini aktarabilecek ik in ci-ü çü n cü d erecedeki n âk il­ lerden dahi m ahrum bulunduğum uza işaret etm eye çalışıyoru m . G erçi Mesneviyle tem asa geçm ek istey ecek ler için piyasada birkaç tane T ü rk çe tercem e ve şerh var; peki am a o tercem e ve şerhler aracılığıyla m etne nüfuz ed ebilm ek, o hâzineden adam g i­ bi istifade ed ebilm ek ve gelecek nesillere bu istifadeden hasıl o la ­ bilecek bir d erinliği m iras diye bırakabilm ek m üm kün mü? M üm kün değilse ki değil, o halde şu sualin cevabını verebilm eliyiz: N için? Sorun sadece F a r s ç a ya da A rap ça veya O sm an h ca bilip bilm e­ m ekten kaynaklansaydı, işim iz kolaydı. Bazı aklı evvellerin tek lif ettiği gibi biz de dil eğitim ine ağırlık verip bu soru n u çözm eve ça ­ lışırdık. Ne var ki m esele, m ücerred lisan m eselesi değil ki! M ese­ le ilim m eselesi, hatta irfan m eselesi. Büyük bir m edeniyetin in şa ­ sını m üm kün kılan m etafiziğin o m uhteşem grurnerine m uttali o l­ m ak m eselesi.

93

k r s

i-

KADI M

Bize bu gram eri öğ retecek ustalardan m ahrum uz. Vâ-esefâ ki sözlü g eleneğim iz de sona erm iş bulunuyor. Bu dünyanın dilini b ilen ustalar aram ızdan ayrıldılar; kalanların kıym etini de biz b i­ lem edik. Şim di boynu m u z bü kük bir surette o büyük alim lerin eserle­ rini katletm eyi m arifet sanan kifayetsiz m uhterisleri izliyoruz; gördüğüm üz fecaatler karşısında dayanam ayıp biraz gayrete ge­ lin ce de çaresiz bu hodgâm lıklara işaret etm ek zorunda kalıyoruz. N itekim aşağıda İmam G azâlı’nin M e k a sid ’u T F elâ sife adlı eser-i m u h alled in in bir heveskârın elinde nasıl tanınam az hâle getirild i­ ğini gösterm eye çalışacağım . G eleneğ im izi ön ce adam gibi anlasak da sonra su çlasak gam y em eyeceğim ; hem anlam ıyoruz; hem su çluyoruz; bu da yetm i­ yorm uş gibi bir de katlediyoruz. İm am G azâlî’nin M e k â sıd ’u l-F e lâ sife adlı eserinin T ü rkçe çevi­ risin i, Su ltan ahm et C am ii’nin avlusunda d üzenlenen geleneksel kitap fuarından aldım . Ü zerindeki F elsefen in T em el ilk e le r i gibi V larksizm i am elelere öğretm ek am acıyla yazılm ış bir kitaptan m ülhem başlık fevkalâde rahatsız ediciyse de bunu pek ön em se­ m edim ; zira b izim kilerin böylesi hafifliklere başvurm aları ne ya­ zık ki artık bilin en bir teknik halini alm ıştı. Vadi Yayınları nın neşrettiği çeviri, Süleym an D ünya’nm 1961 tarihli neşrind en hareketle yapılm ış (A nkara, E y lü l-2 0 0 1 ). M ü­ tercim i ise C em a led d in F rd em ci. Alparslan A çıkgenç de bir sunuş yazm ış ve sanırım bu sunu şu da çeviriyi okum adan kalem e almış. H üsn-i zanm m o ki Sayın A çıkgenç, bu çeviriyi okusaydı, M ekâs ıd ’u l-F e lâ sife gibi bir eser-i m uhalledi katleden m ütercim in “ilim hayatım ıza k atk ısın d an ” söz etm eye dili varm azdı. fe ls e fi eserleri tercüm e etm ek ciddi bir iştir. Klâsik felsefî eserleri tercüm e etm ek ise hiç kuşkusuz ço k daha ciddi bir iştir. C u n k ü m esele, m ücerred lisan bilm ek, A rapça’ya ya da T ü rk çe’ye vâkıf olup olm am ak m eselesi değil, bilâkis tercüm e edilen eserin m uhtevasına vâkıf olup olm am ak m eselesidir. Binaenaleyh M ekâstd gibi, le h a ju t gibi İslâm d üşü nce m irasının tem el m etinleri

94

C.A LA I-! YA T üzerinde heveskâr talebelerin — esasen akadem isyen bile o lsa ­ lar— hadlerini bilip kalem oynatm aya cüret etm em eleri icab eder; yok eger bir kere cüret etm işlerse, o zam an da böylesi bir cesare­ tin h ak k ın ın verildiğini g österecek bir gayreti ortaya koym aları: hatta oku rların a “Aferin erbab-ı aşkın kuvve-i bâzu su n a!" d ed irt­ m eleri lâzım gelir. K itapta, m ütercim Cem aleddin Erdem ci hakkında herhan gibir bilgi yer alm ıyor. Bu nedenle ihtisas sahasını bilem iyorum . G iriş­ te, kitabın ila h iy a t ve T abiat bölü m lerin in Dr. G ürbüz Deniz, M an tık bölüm ünün ise Dr. İsmail Köz tarafından oku nu p d ü zelt­ m elerde bulunulduğuna işaret ediliyorsa da bu açık lam anın bu çeviri rezaletinin m esûllerinin sayısını artırm aktan başka bir işe yaram adığını düşünüyorum . Fakat hiç değilse çeviri hakkındaki tedkiklerim e istinaden şu kadarını tahm in etm em e m üsaade edilsin ki m ütercim , böyle bir eseri değil tercüm e etm ek, okuyup anlam ak için bile gerek li en basit bilgilerden m ahrum biri olm alı. Ç ü n k ü m etindeki felsefî ıstılâhât ve tabirâtın büyük bir kısm ı ya hiç anlaşılm am ış ya da yan­ lış anlaşılm ış. Doğru anlaşılm ış olabileceği m uhtem el bazı basit terim ve ibareler ise o kadar yanlış, o kadar çalakalem bir su rette T ü rkçeleştirilm iş ki bu sefer on ların da aslıyla bir alâkası k alm a­ m ış. T ü rkçeleştirilem em işse de atlan ıp geçilm iş. Ü lkem izin, m âzilerinden bih aber şaşkın m ü stagriblerin e ö y ­ künerek kullanılan dilin salt u y d u lu k ç a old uğunu sö y lem ek , “Bu, en nihayet bir tercih m eselesi k ard eşim !” türünd en aptalca b ir dem ogojiye kapı açab ileceğ ind en, “hesabı verilm iş bir uydurukça ”ya bile taham m ül etm eye hazır bu fakirin , k itab ın m ü tercim i­ ni uydurukçaya dahi rahm et ok u tm ak la suçladığı iyi bilin m elid ir Ç ü nkü tercih , ne yaptığının idrakinde o lan ların işidir; Bense bu eseri katleden m ütercim in — açık ça— ne yaptığını bile bilm ed iğ i­ ni söylüyorum . Size ön ce m ütercim in felsefe bilgisini gösterir k üçü k bir örnek Teorik ilimler üçe ayrılırlar: 1) Metafizik (ilâht) veya ilk felsefe (el-lcbeleıu l-ûl;iV.

95

K f > I-

KADIM

D Matematik, aritmetik ve matematik ile a ritm etik arasındaki ilim u 'l- ilm 'u l- e v s a ı) ;

3) Tabiat bilim i ve aşağı ilim (el-ılım ı l-edna). (s 109)

Bu çev irid en ne an lad ığ ın ızı bilem iy o ru m am a eserin o r iji­ n alind e nazari ilim lerin esas itib ariy le 1) M e ta fiz ik , 2) M a tem a ­ tik , 3) F iz ik o lm ak üzere üçe ayrıld ığı sö y len ip “M etafizik ” için İlahiyat ve F e ls e fe - i U ld, “M atem atik ” için R iy a z iy a t, T a lim iy a t ve llm -t E v sa l, " F iz ik ” için se T a b ia t ve llm -i F d n a terim leri k u l­ lanılıy or. “F iz ik ” için llm -i E dnâ terim in in kullanılm ası, bu ilm in diğer iki ilm e n isbetle en a ltta , “M atem atik ” için llm -i Evsat terim inin k u llan ılm asın ın nedeni de onun o r ta d a , yani M etafizik ile Fizik a r a s ın d a yer alm asınd an dolayıdır. (M atem atik ’in R iy aziy at veya T a lim iy at k elim eleriyle adlan dırılm asının nedeni bir bahs-i diğer olup A ritm etik ’in burada zikredilm esi ceh alet sebebiyledir.) Bu kısa açıklam alardan sonra, lütfen şim di geriye dönüp cü ­ retkâr m ütercim in çevirisin e bir daha bakınız. VE sakın llm -i llâh î’yi T eo lo ji ilm i (s. 112) diye çeviren m ütercim in yüzünden h ü c­ cetim iz im am G azali hakkında suizanda bulunm ayınız. llm -i İlâ h îy i (M etafizik ) T eo lo ji ilm i, llm -i Ta’lim î’yi (M atem a­ tik ) A r itm etik ; keza yine M atem atik karşılığında kullanılan llm -i E vsat’ı da M atem atik ile A ritm etik A rasın d aki ilim gibi m ânâsız ta­ b irlerle tanınam az hale getiren bir heveskârın çevirisini ciddiye alıp eleştiri yazm anın keyifli bir iş olm adığını bilm ez değilim . Lâ­ kin ilim ve fikir m irasım ıza adam gibi sahip çık ıp m ahrum iyetle­ rim izi telâfi etm eye çalışm ak bir yana, vasıfsızlıgım ızı itiraf et­ m ekten dahi k açın ıy or olm am ızdan ötürü insan bazen böylesi can sık ıcı hususlara tem as etm ekten kendini alam ıyor. Vasıfsızlıgım ızı itiraf ed em iyoruz; zira vasıfsız olduğum uzu bilm iyoruz b i­ le. B ılsek, belk i itiraf ederiz ve züccaciye d ükkanına giren fil m i­ sali ön üm üze gelen herşeyi kırıp dökm eyiz. 11er neyse, biz örn ek verm eye devam edelim . K im bilir belki ibret alın ır da klâsik felsefi m etin lerim iz üzerinde kalem oy nata­ ca k la r içirı bu uyan lar birer nu m ûne teşkil ederler.

96

C. A Z A L I VA I Matematiğin temel dallan: Geometri, Arilnıenk. Astroloji

(s

112)

M ütercim sadece, evet sadece bu cüm leyi bile anlayarak çevirseydi, yukarıdaki garabetleri işlem ekten kurtu lab ilir. Um-i Hende­ senin (= G eo m etri) llm -i H isab (= A ritm etık) ile birlik te, llm -ı Riyazî’nın (=M atem atık) — kı bu ilim llm -i T a lim i veya llm -i Evsat olarak da adlandırılır— birer dalı olduğunu görebilirdi. Hadi burasım geçelim : A stroloji ne zam andan beri M atem atık ’in tem el bir dalı olm uş? M etinde “llm -i Hey’et (h ey ’et-i â le m )” deniliyor kı bu açık ça A stron om i dem ektir, A stroloji değil. Ü stelik M atem atik’in tem el dalları üç tane değil, dört tanedir. D ördüncüsü de llm -ı M u sikî dir (=M üzik). M etnin orijin alin d e bu ilim de sarahaten zikredilm iş ama anlaşılan m ütercim llm -i M usikı’nin M atem atık’ın tem el bir dalı olm asına bir m ânâ verem ediğinden dolayı bu ilm i hazfedip atm ış; tıpkı başka yerlerde yaptığı gibi. M ütercim bir felsefe kitabını çevirebilecek asgari bilgilere da­ hi sahip olm adığından, terim lerin çoğuna yalan-yanlış m ânalar verdiği gibi çoğu yerde cü m leleri de — m etinde neden bah sed ild i­ ğini dahi anlam adan— çevirm iş. Aynı terim e aynı paragrafta üçdört farklı karşılık verm ekle kalm am ış, çoğu yerde bir paragrafın başıyla sonu arasındaki irtibatı bile takdir etm ek ten aciz kalm ış. M eselâ

şe y /e ş y a ,

em r/u m û r,

m ü se m m a /m ü sc m m iy â t,

m e\ -

zû /m evzu ât terim lerin in hepsi için bol keseden “nesne/nesneler" karşılığını kullanm aktan çekinm eyip (s. 4 1 , 4 8 , 5 0 ); hem m ü jre d , hem cü zî, hem de şa h si terim i karşılığında tekil' diye bir k arşılık üretm iş, cam istediğinde de m üfred’i basit le, cüzY yi ise tıkel'le karşılayıverm iş (s. 4 7 , 50, 5 7 , 6 1 ). Kezâ hâd is terim ini bazen avnen bırakm ış, bazen “sonradan o lm a”, bazen de “so n rah ” sö z cü k ­ leriyle çevirm iş (s. 5 7 -5 9 ); n a k îz , ten aku z, m ü ten aktz terim lerin in hepsine de çelişik ’ deyip geçm iş (s. 6 3 -6 4 ). Ö yle olm uş kı munta k il b i-n akli kad em ey h i ibaresini aynı paragrafta hem “ay ak ları­ nın yer değiştirm esiyle yer d eğiştiren ", hem de ‘ av ak lan m n in ti­ kal etm esiyle intikal ed en” (s. 5 8 ) diye çevirm ekte bir beis g ö rm e­ miş. Dahası b u rh a n - 1 irini ve Inttfıun-ı limnıf gibi M an tık İlm in in

97

W t Ş |-

i

W A I) I M

en m eşhu r terim lerin i dahi “B u rh an'u -lim e” ve “B urhan’u -im ıe” şek lin d e T ü rk çeleştirm iş Islılâ h â ıın nasıl katledildiğine dair yüzlerce örnek verm ek m üm kü n. Fakat yer darlığı nedeniyle biz şim dilik diğerleri için m akisu n-aley h olab ilecek basit bir m isâlle yetinelim : Orta terim için yeni bir isim üretilmiş değildir, (s. 67) Bir Kıyas ın m ukaddem âtında üç hadd bulunur: 1) lıadd-i asgar, 2) hadd-i ekber, 3) hadd-i evsat. İlkinin bulunduğu ınukaddem e'ye m u k a d d e m e -i suğrd, İk in cisin in bulunduğu ınukaddem e’ye ise m u k a d d em e-i k u b râ denir. U çuncu su her iki ınukaddem ede de tekrarland ığından, diğerleri gibi evsat kelim esinden isti­ fadeyle ad lan dırılm ış bir m ukaddem e bulunm am aktadır. İşte m ü­ tercim in anlam adığı husus burasıdır. T arif in kısım ların dan h ad d için “tam tanım ”, resm için “eksik tanım " (s. 4 3 , 1 1 3 ) karşılığını uyduran biri, m uhtem elen daha ön ce

hiç d uym am ış olduğu

h ad d -i

ta m /h a d d -i n â k ıs, resm -i

tam /resm -i n â k ı s terim leri için de lütfedip birer karşılık uydurabilir mi? San m ıyoru z; zira İm am G azâlî’ye a p rio ri dedirtecek ve t a ’vil k elim esin i tev ille, ev v eliy atı evleviyetle karıştıracak kadar ilim den nasibi bu lunm ayan b irin in , aynı şekilde m u ta bak at için ‘kaplam ’, tazam m u n için içlem ' karşılığını bu lurken iltizam için de uydu­ ruk bir karşılık bulm ası gerekirdi, (s. 4 6 ) Kaç kere söylem em gerekiyor bilem iyorum : m esele ınücerred lisan m eselesi değil, bilâkis iz'an m eselesi! Bu tesb itim i k ab u llen m ek te tereddüt ed iyorsan ız, bari m ü­ tercim in İm am G azâlî’ye sö y lettiğ i şu cü m len in m ânâsını a çık la ­ yınız: Zihniniz, bu örneği anlamada size yardım etmiyorsa — çünkü siz var olan bir insansınız— bunu timsah veya dilediğiniz başka bir hayvanla değiştirin, (s. 50) Bir cüm lede n e den diğ in i anlam ak için, evvelem irde o cü m ley ­ le neyin kastedildiğini anlam ak gerekir. Meselâ aşağıdaki cü m le­ de ne den d iğ i an laşılabiliy or mu?

9H

C A Z A L ! VA 7 bu ilimlerle ilgilenen kimilerin, tasavvur (tanım) yolu ile bu konuları sınırları ile bilmeleri gerekir (s. 100 ) Cevap olum suzsa, bir d üşünelim bakalım , bu nu n g erçek seb e­ bi ne olabilir? Acaba T ü rkçe ifade zaafı m ı? Hayır! Arapça ibareyi anlam ak zaafı m ı? Hayır! Buradaki tem el sebep kastedilenin ne old uğunu anlam ak za­ afından ibaret; yani sorun dili değil, kon u yu b ilm em ek ten kaynak­ lanm aktadır. D ilerseniz şim di de benzer bir cü m len in — hem de bir sayfa sonra— nasıl T ü rkçeleştırild igin i görelim : Her bilimin girişinde öncelikle özsel ilintilerin, tanımlarıyla bir­ likte tasavvur yoluyla anlaşılmaları gerekir, (s. 10 1 ) M uhtem elen — benim gibi— bu cüm leyi sîzler de anlam am ış olm alısınız. Sebep yine aym. Ç ü n k ü m ütercim T ü rk ç e’ye çe v ir­ m ek cüretine kalkıştığı kitabın m uhtevasından bl-h ab er bu lu n d u ­ ğundan, m etni kendisi anlam am ış ki biz on un çalak alem yaptığı çeviriyi anlayabilelim . Anlasaydı acaba m ütercim hu dû d terim ini ilkinde ‘sın ırlar’, İkincisinde ‘tanım lar’ kelim esiyle çevirir, tasav­ vuru da gereksiz yere ‘tanım ’ kelim esiyle açıklam aya k alkışır m ıy ­ dı?! [Bir de şu cüm leye bakınız: “İşte bunlara ter im le r (h u d u d ) d enir.” s. 6 7] ... basitleri (kıyası oluşturan tikelleri) ve basitin cüzlerini.... (s. 44) Bu ibareden bir m ânâ çık arm ak için bo şu na k en d in izi y o r­ m ayınız; çü n k ü tam am en (h em lâfzen , hem m a’n e n ) y an lış çe v ­ rilm iş. ilk sualim iz m ütercim e: B a sit’in cü zleri o lu r mu? ikin ci sualim iz ise sayın A lparslan A çık g en ç’e: Mütercimin ilim h a y a tım ız a b ö y le mi k a tk ıd a bulunduğunu dü şü n ü yorsu n u z? Meşhur saçmanın çelişiği değildir Meşhurun çelişiği iğrençtir Saçmanın çelişiği ise hakkiır. Oysa nice hak olan şev vardır kı ıg rençtir. Nice batıl şey vardır kı sevimlidir, meşhurdur, (s. ö l )

99

K f c Ş F t

K A D ı M

M ü t e r c i m i n ne d e m e y e çalıştığını a n la m a k t a zo rla n an ların , h e r ş e v d e n ö n c e k e nd is ine batıl k elim esin in yerine niçin sa çm a s ö z c ı ı g u n u k o v d u ğ u n u s o rm a l a rı gerekir! (/g ren çin karşılığını da siz t a h m i n e d in b a k a lım ) Belirsiz önerme konunun bütün fertlerine veya bir kısm ına hü k­ m ün yüklendiğini açıklayan bir çerçeve ile çerçevelenm em iş önerm edir, (s 6 1 ) M a n t ı k İlmi ne h as ıstılâhât b il in m e y i n c e , böylesi g ü l ü n ç h a ­ t a la r y a p m a m a k m ü m k ü n m ü ? A n l a m a y ı n c a u y d u r m a k k o l a y ­ d ır ! Birileri m ü t e r c i m e , M a n t ı k ’ta su r te r i m i n i n çe r ç e v e a n l a m ı ­ n a g e l m e d i ğ i n i s ö y le m e l i. Yok sa “ nice lik e d a tl a r ı ” na y a zık o l a ­ cak! Ö zsel’i ve özselin ait olduğu şeyi anlarken, özselin kendisi için var olduğu şeyi anlam adan, özselin içinde yer aldığı şeyi (m evzu) aklına getirm en ve anlam an m üm kün değildir, insanı ve hayvanı anlarken, hayvanı anlam adan insanı, aynı şekilde sayıyı (aded) ve dört sayısını anlarken; sayıyı anlam adan dört sayısını anlam an ve zihindekilere katm an imkânsızdır, (s. 50 ) S özlerin in bu hale getirilm esi karşısında İm a m Gazâlî’nin r u ­ hu k im bilir şim d i ne k adar m u a z z e b o lu y o rd u r ! Duvar terim i, kaplam yoluyla isimlendiği şeyin konusudur ve bu yolla e v e delâlet etm ektedir. Ev terimi de e v e delâlet etmektedir. (s. 4 6 ) Ne d iy e y im , Allah y a rd ım cın ız ols un ! Öyleyse insanın insan olabilm esi için ilk önce ruhunun bedenine ulaşm ası gerekir, (s. 51 ) Çe v iri sa d e c e yanlış değil, s a ç m a da! A cab a ittisal kelimesi isal diye o k u n d u ğ u için mi? Terim: fiil, isim ve edat (harf) olm ak üzere üçe ayrılır. M antıkçı­ lar fiili terim olarak isim lendirirler, (s. 4 7 ) B ilm e k g ere k ir ki ü çe ay rılan terim değil, lâfızd ır ve arad a a zim bir fark m e v c u t tu r . İkincisi M a n tık çıla r fiile terim değil, kelim e derler. ( N e tesadü f değil mi, L â ti n c e ’de verbıım h em kelim e, h e m de fiil a n la m ın a g e l m e k t e d i r ! ) B u rad a lâfız, k elim e ve ıstılâh ara-

ıo o

g

a

/ A l i y A t

sında b üy ük farklar o ld u ğ u , terim in ise bu si yakta sa d e c e lü ıla h t karşılayab ileceği m u h a k k a k iken, m ü t e r c i m hep si ni birbirine k a ­ rıştır mış ve c â n ım kitabı tek k elim eyle se lülo z y ığ ınına d ö n ü ş t ü r ­ müşt ür.*

*

Bu çevirinin aynı yayınevi tarafından gerçekleşıirilen ikinci basımında, ‘eleştiriler’ dikkaıe alınarak hataların düzeltildiğine işaret edilmiş ve fakaı eleştirinin künyesi zikredilmemişim Burası önemli değil. önemli olan, sırf ticari kaygılarla çeviri sahibine yazdırılan müdafaanâme gihı, 2 . baskıya konan bu mübhem notun da ticari maksadlı olmasıdır Ç ün­ kü 2 . baskıdaki düzeltmeler sadece zevahiri kurtarmak duzevindc kal­ mış ve anlaşılan, eserin yeniden çevrilmesi masraflı bir iş olarak telakki edilmiştir.

tü l

gazal! tercüm eleri: m i h e k k u ’n - n a z d r

I I bubekir er-Razî| muhtemelen müstesna (.alışkanlığının [ 1 —- sonucu olarak ölümünden kısa bir süre sonra katarakt hastalığına yakalanmış, fakat... (s. 135) İslâm F elsefesi T arihi d erslerin d e takip ed ebilm eleri am acıyla, B erlin er Stu d en ten V erein’da d erslere katılan taleb elere, nisbeten daha kolay irtibat k u racak ları b ir g iriş m etni seçm ek lâzım g eld i­ ğin d e, k e n d ilerin e — çaresiz— M acit F a h ri’nin Islâm F els efe si T a ­ rih in i ö n erm ek zorun d a kaldım . İki aydır bu m etni takip ed iy o­ ruz. Flenry C o rb in ’in Islâm F els efe si T a r ih i, piyasada bu lu n m ak la b irlik te — seb ebi m alûm olm alı ki— böyle b ir giriş dersi için fev­ k alâde elverişsiz. H ilm i Ziya Ü lk en in eseri ise zaten piyasada b u ­ lun m u yor. Ç ev irid en kayn ak lan an so ru n ları çö z m ek , m etn in k en d isin d e­ ki çe tin p ro blem leri izah etm ek ten daha çetrefilli b ir iş halini al­ m asaydı, be lk i de bu u cu zlu k lara işaret etm eye hiç lüzum g ö r­ m ezdim . N itek im yukarıda alın tılad ığ ım türden cü m leler, gerçi ta sh ih â t işim ize biraz k ey if k atıy or am a nedense bir türlü de so ­ nu gelm iyor. B e rlin ’de açılan fuara giden ark ad aşlar m ü m kü n olab ild iğ in ce Islâm l else fe si’yle alâk alı k itap ları toplam aya çalışm ışlar. A ldıkla­ rı k itap lar arasınd a h ü ccetim iz İm am G azâlI’ye ait iki eserin çev i­ risi de vardı; /r h a ju t ’Uİ-l e lâ s ife ve M ih ekh u 'n -N azar.

102

(, A / A I I V

I

İlk i, daha ö n ce B ek ir K arlığa taralın d an T ü rk ç e ye tercü m e e d ilm işti Bu çeviri ise m erhum B ek ir Sadak a ait Yayınevi ÖAhsen Yayınları) çeviriyi varislerin d en alıp neşretm iş. A slıyla k a rş ıla ş tır­ ma im kân ı bu lam am akla birlik te g en çlerin istifad e ed eb ilecek leri bir tercü m e old uğun u söy ley eb ilirim . (K eşk e m ü tercim , "F ilo z o f­ ların İs la m c ıla r a hoş g örü nm ey e ç a lışm a la rı” (s. 7 0 ) tü rü n d en ifa­ deleri G azali nin d ilin e y ak ıştırm asay d ı!) İk in ci çev iri ise Dr. A h m et K ay acık ın elin d en ç ık m ış . Ne ç e ­ viri am a?! Zavallı G azali nin ru h u bö y lesi h e v esk â rla rın ta n ın a ­ m az hâle getirdiği eserleri seb eb iy le k im b ilir ne d en li m u azzeb olu yord ur. Fuardan satın alır alm az hem en M ih e k k u ’n -N a z a n ok u m ay a başlam ış olan bir arkad aşım ız yüzü b u ru şm u ş bir halde y anım a geldi ve nefes alm adan altı çizilm ed ik yer k alm am ış k itap tan bir yığın saçm a sapan cü m leler aktarm aya başladı. En nihayet — b i­ raz da tebessüm ed erek— şu ifad enin ne anlam a g eld iğ ini so ru ­ verdi: [İmam Gazâlî] 505/1111 yılında da vefat ettiğinde erkekliğinin k e ­ m âlinde idi. (s. 1 2 ) “Bunda anlam ayacak ne var? E rk ek adam m ış v esselâ m !" d iy e­ cek tim am a böylesine değerli bir bilgi no tu n u n ( ! ) b ir M an tık k i­ tabın ın girişind e ne işi old uğunu açık lam ak m ü m kü n o lam ay aca­ ğından m ütercim yerine ben yerin d ib in e g eçm ek zoru n d a kaldım ! Çaresiz kitaptan bir nü sha alıp o g ece ok u m ay a başladım . B o ­ şa giden b irk aç saatim in acısıy la k abaran öfk em i y u tu p ağır n ite ­ lem elerde bu lu n m ak tan nefsim i m uhafaza etm ey e çah şıv o rsam da şu kadarını olsu n söy lem eliyim : Biraz insaf! E v et, lütfen biraz insaf! İnsan k en d isin e hayatta yapacak bir sü rü iş b u labilir, ilâh iv ai tahsil edip etm em en ize k arışacak değilim am a ca n ın ız sık ılıp boş zam anların ızd a bu eserleri k atled eceğ in ize barı ticaret vapm . es naflık yapın , ziraat yapın! B unları da yap am ıvorsam z gidin h ıra : spor yapın, ne bileyim istersen iz sad ece k ü ltü r-fizik vapın am a lütfen elinizi şu eserlerd en çek in ! Avıptır, günahtır*

K>3

k t >t

k ADıM

(,'evıri halaların dan m isâller verm eye gerek görm üyorum ; zira m etn in dil seviyesi, ortaokul çocu ğ u düzeyinde T ü rkçe bilen biri tarafınd an bile ölçü lebilir. (A sablarına hakim o lab ilecek lerse, te­ reddüt edenler, zahm et edip çevirid en bir nebze o k u su n lar!) M etn in m uhtevasına g elin ce, m ütercim in m arifetiyle m eydana gelen anlam

kaym alarının sebepleri etraflıca gösterilm edikçe,

k en d isin in , işaret ed ilen kaym aların ne tdugunu bile anlayabile­ ceği m eşkuk. Sözün özü , T ürk oku ru ehliyetsiz ellerde ziyan olan çeviriler sebebiyle bir türlü İm am G azali nin eserleriyle tanışam ıyor. Üzü­ cü olan da burası değil mi? İslâm M ed eniyeti’nin ortak ilim dili K u r a n ın lisanıydı; Arap­ ça'ydı. B inaenaleyh hangi ırka, hangi dine, hangi m ezhebe veya m eşrebe m ensu b olursa olsun bu m edeniyetin hem en hem en bü ­ tün fikir ustaları eserlerini Arapça olarak kalem e alm ışlardır. Bu sebeple fikir m irasım ız bize büyük ölçüde bu dil aracılığıyla inti­ kal etm iştir. Hiç kuşkusuz ki bu kitabiyatın T ü rkçeleştirilm esi, in san ım ızın kendi m eden iyetinin m ahsûlâtım anlam ası, farkına varm ası bakım ın d an fevkalâde önem lidir. Lâkin bu büyük ihtiyaca ragınen, “F ik ir m irasım ız T ü rk çe’ye kazand ırılsın da nasıl kazandırılırsa kazand ırılsın” diyem eyeceği­ m iz de aşikârdır. N itekim K indi, Farabî, lbn Sina, Ebu Hâmid Gazâlî, lbn Rüşd, lb n A rabi, F ah r’ur-Razî, Ali Kuşçu, E bherî, Kazvini, A dududdin îc i, Seyyid Şerif C ü rcan î, Taftazanî, Tahtavî, vb. birço k büyük m ü tefekkirim iz hâlâ y eterince tanınm ıyor. Bir k ıs­ m ın ın eserlerin in çoğu yazm alar halinde ve onlara el atacak him ­ met sah ip lerini bekliyor. G ünyüzüne çık m ış m atbû eserlerine ge­ lin ce, b u nların çoğu da T ü rk ok u rların ın m eçhûlü. Eski Beyazsaray tü ccarların ın gelişigüzel yayım ladığı kitap m üsveddeleri bir yana bırak ılırsa, güvenilir akadem ik yayınların sayısı da yok d enecek kadar az... Kimi m ünferid teşebbüsler d ı­ şınd a, kıilliy ât halinde yayım lanabilm iş, yayım lanm ası program ­ lanm ış bir tek felsefecim iz yok. Evet, hâlâ hikm et-sevdalıların ın k ü tü p h an elerin i süsleyen külliyâtlardan ınahrûınuz. Meselâ lbn

104

CA

ik l

IY

T

Sina K ü lliy âtı veya G a z a li nin Tüm E serleri ya da G a z a li nin M an ­ tık K ü lliy âtı ballığ ın ı tanıyan toplu yayım ları hayal ed ecek hâlim iz bile yok! Hadi bundan vazgeçtik, zam an içinde farklı kim selerin çab ala­ rıyla yayım lanm ış güvenilir çevirilere de pek rastlanm ıyor Ç ü n ­ kü bir çeviri stratejisin e, bir çeviri diline, doğru dürüst hesabı ve­ rilm iş bir lelsefe-ilim ıstılahatına dahi sahip değiliz. Sadece kendi m irasım ız mı? Batı d üşü ncesin in klâsikleri de çoğu nlu k g elişig ü ­ zel piyasa tüccarları tarafından çevrilip çevrilip yayım lanıyor. (B i­ raz İngilizce öğrenm iş gayretkeşlerin çevirilerini şim di burada saym aya gerek var m ı?) Bir yıldır Berlin’deyim .* M üm kün olabildiği kadarıyla A lm an­ ca kitabiyâtı; felsefe, tarih, siyaset, edebiyat alanlarında belli başlı A lm anca klâsikleri — pek tabii ki bütçem elverdiği ölçü d e— top­ lamaya çalışıyorum . L u ther, Kant, H egel, F ichte, S ch iller, N ietzsc­ he, D ilthey, H um bold, H usserl, Ja sp e rs , H eidegger, G a d a m e r vb. d ü ­ şünürlerin ya da G oeth e, H ölderlin , R ilke, K a fk a vb. ed ebiy atçıla­ rın külliyâtlarını kolayca, yani hem tek tek, hem de toplu neşirler halinde satın alabilm eniz m üm kün. Ü stelik toplu neşirler de dogum -ölüm yıldönüm leri gibi vesilelerle yinelendiğinden, ön cek i baskılar ikinci el kitapçılardan ço k ucuza alınabiliyor; yani bir d ü ­ şünürün eserlerinin bir değil, birkaç toplu basım ı var. Bu basım ­ lar çeşitli boylarda ve farklı sınıflardan oku yucu ların (m sl. öğ ren­ cilerin ) ekon om ik durum ları dikkate alınarak yapılıyor. Sözgelim i A ristoteles ve Platon un A lm anca külliyâtlarının -h e m de cidd iye­ tine h içb ir halel gelm eksizin- 2 0 0 -3 0 0 E uro'luk baskıları olduğu gibi, 5 0 Euro’luk baskıları da var. Sigm und Ereud'un 20 ciltlik külliyatı 5 -6 ay ön ce 2 0 0 0 DM idi. Bu külliyâtın yeni baskısı ç ı­ kın ca, eski baskısı şim di 75 E uro’dan satılm aya başlandı. A lm anlar G esa m m elte W erke ya da S ä m tlich e W erk e (T ü m E serleri), H au p tw erke

(Tem el/Seçm e

E serleri), P h ilo s o p h isc h e

S ch riften (Felsefe Yazıları), P olitisch e S chriften (Siyaset Y arılan ü *

Berlin’de ikametim Haziran 2001-F.kiın 2002 tarihleri arasında olmak üzre toplam 18 ay sürmüştü.

»05

K t. Ş l- - I K A D İ M

vb. a y rım lara istin ad en toplu basım larda lark lı yollara başv u ru ­ y orlar. B ö y lelik le b ir d ü şü n ü rü n bü tü n eserlerin i topluca alm ak z o ru n lu lu ğ u ortad an k alk tığ ı g ibi, o n ları tek tek ve lakat daha pa­ halıya piyasad an toplam aya da lüzu m kalm ıyor. Bu y ay ın ların ço k lu ğ u ve tabii ki cid d iy eti, hiç k uşku su z hev esk ârân e teşeb b ü slerin bir so n u cu d eğil, bilâk is ciddi bir ak ad e­ m ik laaliy etin ü rün ü. Bu titizliğ in A lm anca yazılm ış eserlerle sı­ n ırlı olm ay ıp k lâsik eserlerin çev irileri için de geçerli old uğunu b e lirtm ey e g erek var mı b ilem iy o ru m . H âsılı, sö y lem ek istediğim şu: Bu yayınlar h erk es için y ap ılm ı­ y or; m u h tev aları, h erk es o k u su n diye katled ilm iyor. D ilind en ve ü slu b u n d a n led ak ârlık da ed ilm iyor. O ysa bizde — biraz y ay ın cı­ ların a n lam sız ısrarları, biraz da n â-eh il m ü tercim lerin m addi h ırsla rı n e ticesin d e— h erk ese satılab ilecek türden h afit, transparan çev irile r y ap ılıy or ve “h erk ese h itab e tm e k ” gibi anlam sız bir am aç için câm m eserler katled iliyor. San k i seb ep ler başka olsa cid d i çe v irilerin sayısı artacak m ı? T ü r k ç e ’n in can ın a ok u n d u ğ u ve ün van’ın eh liy et’in yerine g eçtig i bu g ü n lerd e k eşk e biraz daha üm itvar o lab ilseyd ik!

106

gazâlî’den ibn sina’ya

- i

Bizim sahih bir konumda olmamız lazım. — Nedir sahih’ olmak?

— Örnek vereyim; hem Dogu hem Batı bize kendisini sunuyor. Sahih olmak; bir anlamda hem geleneksel olmak hem de modern olmak demektir. Şairlerimizden örnek vereyim; Edip Cansever çok büyük bir şairdir; ama sahih bir şair değil. Âsaf Hâleı Çelebi için büyük bir şair değildir diyebilirsiniz; ama sahih bir şairdir Çünkü hem Doğu yu, hem Batı yı temellük etmiştir. Edip ise çok Batılı bir adamdır, bizim geleneksel şiirimizden onda hiçbir şey bulamazsınız. Ahmet Muhip Dıranas da çok sevdiğim bir şair; ama o da sahih bir şair değil. Yirminci yüzyılda Türkiye’de beş ta­ ne sahih şair vardır. — Kim onlar? — Yahya Kemal, hem Doğulu dur hem Batılı. Ahmet Haşim, bir ayağı Şeyh Galipteyse öbür ayağı sembolistlerdedir Âsaf Hâlet Çelebi, bir ayağı sürrealistlerdeyse, öbür ayağı Mevlâna'dadır Behçet Necatigil. . — Beşincisi? — O da benim, Hilmi Yavuz. Ben büyüklük iddiasında değilim; ama ben sahih şairim. Benim şiirimde hem Dogu var hem Batı var.* Zaman gazetesinde iki gün boyunca yayım lanan bir röportaj­ dan alıntıladığım bu bölümde dikkatimi çek en en önemli husus. *

Pazar Sohbet i, “Zaman’’. 8 Mart 1Ws) Pazartesi

107

K F >F

l

KADIM

k o n u şm a cın ın bir yandan büyüklük iddiasında bu lunm ad ığını ( !) sö y lem esi, diğer yandan da sa h ih lik iddiasına kalkışm ası. Şiiri itibariyle m i? E lbette hayır! İşim i gücüm ü bırakıp hangi şairin suhih, hangi şairin guyr-ı sa h ih olduğunu tesbite koyulacak ya da suhih şuiı-suhih o lm a y a n şuir gibi sûnı ayırım lara — red det­ m ek suretiyle de olsa— değer verecek değilim . A ncak sayın H il­ mi Yavuz’un bu kadarla kalm am ası ve bu sohbet sırasında sö y le­ d ik lerin i tem ellend irm ek m aksadıyla sonradan yazdığı iki yazıda İslâm F elsete ve K elâm ı’nın iki ustasına ilişkin hem m esnedsiz, hem de fevkalâde cü retkâr iddialarda bu lunm ası, ne yazık ki — b irço k parlak iddiası gibi— haddini old ukça aşm ış ve en nihayet karşılıksız kalm am ası lâzım gelen bir m ahiyete bürünm üş o ld u ­ ğun dan , sayın yazarın iddialarının sıhh atini ele alm ayı ve birkaç yazıyla da olsa oku ru bu tür aldatıcı iddialara karşı uyarm ayı kaçın ılm am ası lâzım gelen bir vazife addettim . Bu k ü lfetin altına girm em in nedeni, iddia sah ibini ciddiye al­ m am ve başkalarınca da ciddiye alınm ası lâzım geldiğini d ü şü nü ­ yor olm am m ı? E lb ette hayır! Sayın Hilm i Yavuz’un, İslâm Felsefe ve K elâm fn a ilişkin m esâil-i ilm iyyede ciddiye alın ab ilecek bir ehliyet ve birikim in sahibi olm adığı erb âbın ca bilinir. A ncak lbn Sina gibi İslâm d üşü nce ge­ leneğinin büyük bir ustasını ateist olm akla suçlam aktan çek in m e­ yecek kadar cü retkâr, İm am G azâlî gibi büyük bir eleştiri u stası­ nı ise kendi ceh aletin in sözcüsü haline getirecek kadar sorum suz d avranan bu zâtın iddialarının m esnedsizligini takdir edem em esi m uh tem el gazete oku ru sayısının hiç de az olm adığı reddedile­ mez bir vâkıa. N itekim ben de esas itibariyle bu durum u gözönüne alarak sayın yazarın kend ind en m enkûl sa h ih lik iddiasına dair kanaatlerim i ok u rlarla paylaşm aya karar verdim. Sayın Yavuz’un hem m esned siz ve hem de fevkalâde c ü re t­ kâr id d iaların ı içeren iki yazısın d an ilki “lbn S in a’nın A çm azla­ rı

(/ a m a n , 14 M art 1 9 9 9 ); İk in cisi ise “G azâlî, felsefen in y o lu ­

nu kapad ı m ı? ” (Z a m a n , 21 M art 1 9 9 9 ) başlığ ın ı taşıyor. Bu iki yazı b irb irin in d evam ı old u ğ u n d an , ön e sü rü len iddiaları tafsi-

108

G AZA

¥ A i

lâtıyla g örebilm ek için , hiç k u şku yok ki o k u ru n , bu iki yazıyı birlik te m ütalâa etm esi icab etm ek ted ir Ben ise — tafsilâtın ı d a­ ha sonra ele alm ak kaydıyla— bu iki yazın ın tem el id d iasın ı d i­ le getiren bir pasajı ak tarm ak la e leştirilerim e başlam ayı uygun buldum : (...) Gazâlı, bana gore elbet, felsefe ve bilim düşüncesine değil, felsefenin içinden bir muaıtıla (‘ateizm’) söylemi üretilmesine karşı çıkmıştır. Onun meselesi, ateizm iledir, -felsefe ile değil! Ama elbette,/e/se/e ile ateizmin eş anlamlı olduğunu, dolayısıyla da Gazâlî'nin ateizmin yolunu kapatmak isterken felsefenin yolu­ nu da kapadığını öne surenler çıkabilir Bu, onların bileceği iştir; -beni ilgilendirmiyor! Beni ilgilendiren, başta lbn Sina olmak üzere Felâsife’nin Hakikat e ilişkin argümanlarının örtük bir ate­ izme yol açıyor olduğunun Gazâlı tarafından keşfedilmiş olması­ dır. Geçen haftaki yazımda da belirtmiştim: lbn Sina nın Allah'ın Hakikati ni eşyanın hakikati nden ayırmak için koyduğu kıstas, onu kaçınılmaz olarak panteizme, dolayısıyla da ateizme götür­ mektedir. (Vurgular bana ait!) lbn Sina ve G azâlî’nin m etinlerine ünsiyet peydâ etm eye ç a lı­ şan bir m übtedinin bile bildiği m eselelerden habersiz olduğu h âl­ de sayın Hilmi Yavuz’un derm e çatm a bilgilerle ve daha da ö n e m ­ lisi her iki düşünürün tezlerine dair ciddi hiçb ir m alûm ata sahip olm aksızın bu denli cü retkâr iddialarda bu lun abilm esin i nasıl izah edeceğiz? lbn Sina’yı ön ce p an teist, sonra da ateist ilân eden ve bununla yetinm eyip İm am G azâlî’yi de lbn Sina ateizm in in k â şifi kılan b i­ rine, “Bu iki düşünürün hangi eserinde bu itham ları akla g etire­ bilecek bir tek satır b u ld u n u z?!?” diye sorm ak gerekm ez m i? Henüz m u atlıla kelim esin in dahi anlam ını kavrayam am ış bir kim se, nasıl olu r da böylesine boyundan büyük lâflar ed ebilir ve hiç çekinm eden İslâm F elsefesi’nin bir büyük ustasına çirk in il­ ham larda bu lunabilir? Ferid Kam dan — ne dem eye çalıştığ ın ı anlam aksızın— Spinoza’ya ilişkin birkaç cü m le nakledip bazı tartış­ malı yorum lardan hareketle lbn Sin a’nın ateist olduğunu sövlesebilen bir yazarın, “sahih olm ak lâzım !" gibi parlak lâflar etm ek yerine sıhhat şartlarını yerine getirm esi ve anlaşam ad ığı konular

ıog

Kl i I

k A U ı M

da ılerı-g erı k on u lacağ ın a bu lü r ciddi m eseleleri öğrenm eye va­ kit ayırm ası lâzım gelm ez mi? Ü lkem izde b irçok şey gibi ilm in de, hikm etin de sahiplerinin kalm ad ığını, varsa bile pek ortaya çıkm aya g ön üllerinin olm ad ı­ ğını bilm ez değilim Siyasî m eseleler m üstesna; d ileyenin, d iledi­ ğ ini, dilediği gibi söylebıldıgı bir here ü mere içerisinde yuvarla­ nıp gittiğim iz de reddedilem ez bir hakikat! 1-âkın su sm anın, hâ­ d iselere seyirci kalm anın suçu o r ta k o lm a k anlam ına geldiğini u nutm am ak gerek! İslâm d ü şü n cesi, ehliyetsiz yazarların takım tutar gibi bir âli­ me sırtın ı yaslayıp diğer bir âlim i harcayabilecekleri bir zem inin adı değildir, olm am alıd ır; velev ki bizzat o âlım ın fikirleri karşı­ sında yer alıyor olsak bile! Sayın yazar, felsefenin, bahusus İslâm felsefesinin h a k ik a t, m a ­ h iy et, tab ia t, vıicüd, m evcü d, şey -eşy â, vâcib, rmımfcin, b ilfiil, bilku vve, ta'tıl, is bât, ta h a k k u k , teşah h u s, taayyü n , tecelli, tezah ü r, vb. ıs­ tılahların ı anlam am asına, terim leri ve tanım ları birbirine karıştır­ m asına ve hepsinden ön em lisi İslâm Felsefesi kıtabiyâtına dair — ciddiye a lın ab ilecek — hiçb ir nüfuz ve vukufunun olm am asına rağm en, piyasa kitaplarından m ülhem bilgilerle bu sahada parlak lâf oyu nların a girişm ek ten çek inm em iş, İslâm ilâhiyâtının (m eta­ fiziğ inin) köklü m eselelerinde fikir yürütm enin ehem m iyet ve cid d iy etini hiç am a hiç takdir edem em iştir. Dogruluk'un gözlemlenebilir, denenebilir ve bu bağlamda sına­ nabilir önermelere ilişkin oluşu, onu (‘Dogruluk’u), Gerçeklik’e bağımlı kılar. Malûmu ilâm kabilinden söyleyeyim: Gerçeklik Dünyaya, Doğruluk ise Dile aittir; veya Wittgenstein gibi söyler­ sem, “bir önerme Gerçeklik’in bizim düşündüğümüz şekilde bir modelı”dir. (Tractatus 4.011). Kısaca, Gerçeklik değişirse, bir önermenin Dogruluk-degeri de değişir. Bir düşü nelim bakalım , burada d oğ ru lu k ve g e r ç e k lik terim leri hangi m ânâda kullanılıyor? Bu terim lerin İslâm Felsefe ve K elâ­ mı ndakı k arşılıkları nedir? Dünya’ya ait olduğu söylenen g e r ç e k ­ lik ile d ıl’e ait olduğu söylen en d oğ ru lu k iddiasının kıym et-i hakikıyesı nedir? Dil nedir, d ü n ya nedir? Sözgelim i “d oğ ru lu k ”, niçin

tın

G A / A 1 1 VA I

Zihni değil de lisanı bir kategori o lsu n !? G e r ç e k lik ile h a k ik a t ara sındaki alâka, ne tur bir alâkadır? Bu durum da m â - v a k a a ile m â huve nasıl I ürkekleştirilecek? M eraklıları, W ittgenstein ya da Sir Karl Popper adları zik red il­ mek suretiyle bulandırılan suyun d erin liklerin d e ( ! ) dolaşıp d u ­ ru rken, biz bu arada sayın Yavuz’un hakâik-i aliyyelerini seyre d e­ vam edelim Meseleyi burada, Islâm filozofları bağlamında ele alacağım Ha­ kikat İslâm filozoflarında (ve elbette, başta Ibn Sina da) eşya ya ait bir ilişkidir ve bu ilişki o şeyle zihin arasındaki upuygunlukta dile gelir. (‘Upuygunluk’, veya Ortaçağ Hıristiyan filozoflarının kullandıkları bir terimle söylersem. Adequatio’!). Bu durumda Hakikat', bugün bizim Kavram’ kelimesiyle neyi ifade ediyorsak o anlama geliyor demektir Nitekim, lbn Sina da olsun, öteki Is­ lâm filozoflarında olsun, efradını cami, ağyarım mani her obje öbeği için aynı kalır: Ahmet de, Ali de, Mehmet de, birey olarak insan’ kavramında (veya, Ibn Sina’ya göre, hakikat inde) içerilir­ ler. Öyleyse şu: Her obje öbeğinin bir hakikat i vardır ve haki­ kat ler (‘kavramlar’) bu manâda çok turlar... Peki, Allah ın Hakikat’i? Allah bu çoğul hakikatlerden biri midir? Elbette değil! lbn Sina, Allah’ın hakikat ini, şeylerin ( mümkün varlık ların) haki­ katinden ayırır. Ona göre Allah, bizatihi hakikat, şeylerse bilvası­ ta hakikat’tir. Bu ifadeler arasında an lam lı bir tek cü m le bu lunm am aktad ır Sözgelim i İslâm filozofları ile kim ler kastediliyor, hangi eserlere istinad ediliyor, belli değil! Sayın yazar, lbn Sina'nın hangi ese ri­ ne atıf yapıyor, “öteki İslâm filozofları’’ tâbiriyle hangi ek ollere, hangi d önem lere, hangi şahıslara telm ihte bulunuyor, bu da belli değil! H a k ik a t kelim esin in kav ram k elim esin in ınedlûlüne delâlet ettiği de nereden çıkıyor? U puygunluku anlad ık diyelim , hadi O r ­ taçağ H ıristiyan filozoflarının a d e q u a tio terim in e de taham m ül e t­ meyi becerd ik; g e r ç e k lik , d oğ ru lu k, kav ra m sav ın Yavuz un olsu n , fakat şu m eşhur öteki İslâm filozofları ile lbn Sina'nın kullandığı terim (ler) nerede? H akikat’in “eşya ya ait bir ilişki" olm ası ve bu ilişkin in 'o şev le zihin arasındaki upuygunlukla dile gelm esi

gibi \\nlak ve la

kat y u v a rla k sözlerin bir anlam ı olab ileceğ im zannetm ek gafleti

ııı

K f Ş I

KADI M

ııe du^en kim seler, bu b u lan ık lığ ın belki de felsefe nin o m eşhur d erin lik lerin d en ( ! ) k aynakland ığını d ü şü neceklerd ir ki bu ke­ sin lik le yanlış bir kanaaııir. (, ünkü kişi, iyi anladığı m eseleleri iyi anlatır. A nlam adığı m eselelerde ise yaygın bir tekniğe başvurur ve suyu bu land ırarak derin gösterm eye çalışır. Ne yazık ki sayın H il­ mi Yavuz da böyle yapıyor ve d ahası, “efradını cam i, ağyarını m a­ ni her o b je ö b eğ i” gibi boş lâflarla ok u rların ın gafletinden istifa­ deye kalkışıyor. Ö yleyse soralım bakalım , neym iş şu efradını cam i, ağyarını m ani her ob je öbeği! A caba hangi ilim adam ı ortaya çık ıp da “Her o b je öbeğinin bir hakikat i vardır” kaziyesini öğelerine ayırıp bize bu kaziyedeki m evzu ile m ahm ûl’ü g österm ek zahm etine katlanabilecek? Hani bir söz vardır “Arapça değil mi, uydur uydur sö y le !” diye, işte sa­ yın H ilm i Yavuz da bu yalana inananlardan olm alı ki uydurup uy­ durup söyled ikçe felsefe yaptığını sanıyor. üelgelelim, Ibn Sina’nın koyduğu bu ayırım, (yani, Allah’ın biza­ tihi hakikat, şeylerin bilvasıta hakikat oluşları) bana öyle geliyor ki, deyiş yerindeyse, zevahiri kurtarmak’ için yapılmıştır! Bakı­ nız neden: lbn Sina, Hakikat’i — yukarıda da belirttiğim gibi, şey’le zihin arasındaki upuygunluk olarak ele aldığı için— , mahi­ yetin gerçeklik kazanması biçiminde tarif ediyor. Mahiyet, yani şeylerin (eşyanın) tabiatı, onların en temelli niteliği! İşte tasta­ mam bu noktada lbn Sina’nın katmerli bir çıkmaza girdiğini dü­ şünüyorum: Birinci çıkmaz, Allah’ın mahiyetinin nasıl gerçeklik kazandığı; İkincisi, mahiyetin gerçeklik kazanmasının bilkuvve olan dan bilfiil olan a dönüşüm manâsına gelip gelmediği doğru­ sunda dile geliyor. Ve sanıyorum, lbn Sina’yı bir nevi mualtıla’ya (ateizme) mahkum eden de bu çıkmazlardır. b ik ir hayatım ıza “M ahiyet, yani şeylerin (eşyanın) tabiatı, o n ­ ların en tem elli n ite liğ i!” türünden parlak ve fakat anlam sız cevizeler ( ! ) hediye eden bir şair-yazarın kendi seviyesini nazar-ı iti­ bara alm adan, el-l$ a râ t v e ’t-T en b ih ât gibi, eş-$ ifa gibi, el-H id ay e g ibi, U yü n 'u l-H ikm e gibi m uhalled eserleri bize m iras bırakan rnüslürnan bir felsefe ustasını insafsızca itham etm esi karşısında susam ayız, susm am alıyız. M u attıla terim inin anlam ını bile bilm e­

112

OA Z A L I VA t yen bir cah ilin , lbn Sina’yı a teiz m e m ahkiım etm esin e razı o lam a­ yız, olm am alıyız. Sabrınızı daha fazla zorlam ak istem em ekle birlik te, sizlerden aşağıdaki satırları d ik k atlice oku m an ızı rica ediyorum : lbn Sina, bir yandan bizatihi Hakikat in, gerçekleşmek için baş­ ka bir şeye ihtiyaç duymadığını belirtirken, öle yandan da mâhi­ yeti bılkuvve-olan ın bilfiil-olan’a dönüşmesi biçiminde ianf et­ mektedir. Bu durumda, ya (i) Allah ın mâhiyetinin gerçekleşme ihtimali yoktur; veya (ii) bu mâhiyet ancak Allah ın bılvâsıta (meselâ, Tabiat la) gerçekleşebilmesi ihtimali ile sınırlıdır. Her iki durumda da sonuç panteizm, dolayısıyla da m uallıla, yanı ateizm ­ dir. Aristoteles felsefesinin Islâm'a taşınmasının ortaya çıkardığı bu vahim durumu, açıkça böyle dile getir[me?)miş bile olsa ilk defa farketmiş olma şerefi, muhteşem Gazâlî’ye aittir İslâm Anstoleles’ciliğinin, zorunlu olarak ateizmi içerdiğini gören ilk düşü­ nürdür Gazâlî. Bir daha söyliyeyim. Meselesi ateizmledir onun, felsefeyle değil!* Akıl yürütm e suretindeki bu lâf keşm ekeşine bir m ânâ verebil­ diniz mi bilem iyorum ; fakat tahm in edebildiğim kadarıyla genel oku r — şayet bu m etni okum aya katlan abilirse— ço k fe ls e fî, çok derin , ço k ciddi bir m eseleyle karşı karşıya olduğu zehabına kapı­ lacak ve böylesi derin mevzuları ( ! ) anlayam am asının tabii old u ­ ğu zannıyla belki de kabahati kendisinde arayacaktır. Fakat o rta ­ da, genel ok u ru n dahi böyle d üşünm esini gerek tirecek bir m etin bulunm am aktadır; zira bu m etin bizâtihi anlam sız olup bir safsa­ talar yum ağından oluşm aktadır. Ü lkem izde felsefeyi, d ü şü ncey i, düşü nm eyi irk iltici k ılan ta ­ raf da tam anlam ıyla bu tür lâf oy u n ların ın "felsefi ren k lerle b e ­ z en m iş” olarak satışa su nulm asıdır. Bizde aydın takım ı herşevden anlar, her konuda konuşur, her m eselede aykırı ve sıradışı yorum larla d ikkat çek m ey i bir m arifet zanneder. Ö yle kı san atın her dalında k on u şab ilir ve fakat — m eselâ— iktisad te o rile rin ­ den dem vurm ayı da kim seye bırakm az, lbn Sin a'dan da soz eder, 11. R am ses’ten de, XIV. L o u is’d cn de. M esele, geniş bir s a ­ *

a.g.y., "Zanıan", 21 Mart 1Ö99 Pazar

»13

K i Ş f

1

k A l) ı M

haya h âk im olm ak m eselesi d eğil; bilak is geniş bir muhteri k it­ lesin e h itab etm en in av an tajların d an y ararlanm ak m eselesidir. A ydın larım ızın m aksadı, farklı sahalarda ihtisas sahibi olm aya y a lıtm a k d eğil, her k on ud a b irk aç eıım le sarfed ebilecek kadar m u lû m ât-fu rû şlu k la y etin m ek ve hep sind en ön em lisi, abartılı iddialar a racılığıyla cah il k itleleri hayretlere salab ilm en in zev k i­ ni tadabilm ektır. idd ialarım ı m üdellel kılm ak am acıyla, yukarıda aktardığım pasajı öğelerin e ayırıp özetlem eyi d eneyeceğim . Şim di lütlen siz de çıkıl y ü rü tm e (kıy as) su retind eki şu lâf öbeğini bir kez daha oku m ayı deneyin: (1 ) Ibn Sina tarafından, Bizatihi Hakikat in geryekleşm ek iyin başka birşeye ihtiyay duymadığı söyleniyorsa ve ayrıca m ahiyet de “bilkuvve-olan’ın b ılfıil-olan ’a dönüşm esi” olarak tarif ed ili­ yorsa; ( 2 ) bundan iki sonuy yıkar: ya Allah'ın mahiyeti geryekleşenıez ya da ancak bilvasıta gerçekleşebilir; (3 ) o halde her iki durumda da nihai sonuy p an teizm /m u attıla/ateizm dir.

Boşuna uğraşm ayınız; zira bu lâf öbeğinden m akul bir mânâ çık aram azsın ız; m uh tem elen aklınızda kalacak tek şey, “lbn Sina a te is ttir” şek lind ek i so nu ç önerm esi o lacak tır ve üstelik hiçbir su ­ rette bu m atlubu (n eticey i) m ukaddem elerine doğru geri g ötü r­ m ek im kânı da bu lunam ayacaktır. Bu lâf ö b eğ inin ( l â f ebeliğin in de d iyebiliriz) m akul bir netice verem em esinin iki nedeni vardır: B irin cisi, ö n erm elerin m addesi (m u htevası) vehm iyat’tan iba­ rettir. İk in cisi, ö n erm elerin sureti (tertib i) fasid olup hem akl-ı seli­ me, hem de tab’-ı m üstakim e m ıınafidir. Tertibin fesadı, her akl-ı selim sah ib in ce izaha ihtiyaç duym ayacak kadar b ed ih î old uğun­ dan şim d ilik ö n erm elerin m addesiyle ilgili birk aç hususa açıklık getirm eye çalışacağız: a)

Bizâtihi hakikat in g erçek leşm esi” tabiri yanlış değil, a n ­

lam sızdır. H akikat in, hem de bizâtihi h ak ik at’in g erçek leşm e­ sin d en soz ed ilem ez. Burada asıl m esele vacib’u l-vü cu d ’un m ah Zâ vur ud olarak tan ım lan m ası ve m ü m k in ’ul-vücu d ’un aksine

H4

O A Z Â l 1Y A I

varolabilm ek ivin başka bir varlığa m u h taç olm am asıd ır N ite­ kim lbn Sin a’nın o m eşhu r v ü cu d -m ah iy et ayrım ın d an ne kasd ettigi bilinseyd i, "bılkuvve o la n ın bilfiil o la n a dönü şm esi"' g ib i­ sinden salsataların sarfından m edet um ulm azdı Ne yazık kı vücu d ’un bir lû jz - 1 m ü ş e k k e k old uğundan gaflet ed ilin ce veh m in akla galebe çalm ası kolaylaşm ış ve en nihayet sah ib -i n efs-i em ırıare, lbn Sin a’nın im anını ölçm ed e eh l-i tek fir e rahm et o k u t­ m uştur. b ) “A llah’ın m ahiyeti g erçekleşem ez" tabiri de yanlış degıl, a n ­ lamsızdır. Yazar böyle parlak lâflar etm ek yerine, ön ce zât, vücudm evcud, m ah iy et, h a k ik a t terim lerin in lbn Sina term in olojisi içe ri­ sindeki anlam larını öğrenm eliydi. Kezâ “A llah’ın m ahiyetinin b il­ vasıta g erçek leşm esi” şeklind eki netice-i m evhuırıe’nin durum u da bundan farklı değildir. Binaenaleyh yazarım ız, ön ce gidip Haırızazâde Necırıi Efendi nin dizinin dibine çökm eli ve bu zâttan t a h a k k u k , taayyü n , teşahhu s, tecelli ve tezâh ü t terim lerin in m ânâ­ sını kendisine öğretm esi için istirham da bulunm alı idi. c ) Bu batıl kıyastan çıktıgı/çıkacagı iddia olunan m atlubda yer alan p an teizm /m u attıla /ateizm terim lerini, sayın Hilmi Yavuz, a n ­ cak yazacağı bir şiirde kafiye tutturm ak m aksadıyla k u llan ab ilir­ di; zira kıyasın unsurlarının me\zün değil, m aku l olm ası esastır ve ancak kazâyâ-yı şiiriyye'de nefsin hoşlanabileceği veya tik sin eb i­ leceği m ukaddem âta yer verilebilir. Bu ifadenin T ü rkçesi ise aynen şöylcdir: this is argument comp o sed o f p rem ises, a c c e p ta b le an d im agin ed, by wfıich the soul is plea s ed o r g rieved. Velhasıl, lbn Sina’nın “varlık ve b ilg i” tasavvurunda cerhed ilebilecek taraflar olduğu gibi, şerh ed ileb ilecek taraflar da vardır. A ncak bu ve benzeri m eselelerin cerhe ya da şerhe m evzu te>kıl ediyor olm ası, Hilmi Yavuz gibi şair-yazarların kendi seviyelerini nazar-ı itibara alm aksızın oradan buradan toplad ıkları d erm e ç a t­ ma bilgilerle eş-Şeyh'ur-R eis lbn Sina ve H ü ecet'u l-lslâm İm am Gazâlî hakkında gelişigüzel h ü k ü m ler v erm elerin in g erekçesi olam az.

H5

K t Ş (- 1 k A D i M

İm am Gazali nin lbn Sina'ya yönelttiği eleştiriler, aynı m edeni­ yet ve avnı gelenek ilerisin d e yer alan eleştirilerdir. Nitekim G a­ z a lin in T ch ıifu tü l-F clâsıfe adlı eseri, genelde M eşşailigi, özelde lbn Sina’yı hedef alan bir eser olm akla birlikte G azâlî’nin kendisi lbn Sina nın sadece m ü n ekkidi değil, aynı zamanda şarihi de o l­ muş, lbn Sina’nın bazı yönlerini eleştirdiği kadar, onun birçok yö­ nünü de sahiplenm ekten, hatta onlara İslâm dünyası ilerisinde m eşruiyet kazandırm aktan geri kalmam ıştır. U nutulm am alıdır ki Gazâli T ehâjü t'ü l-Felâsifeyi yazmadan ö n ­ ce M ek a sid ’u l-F elâsifey i yazmış ve eleştireceği fikirleri bi-hakkm kavradığını karşıtlarına gösterm eyi bir vazife bilm iştir. O büyük âlim , kabul ettiklerini bilerek kabul etm iş, reddettiklerini bilerek reddetm iş ve asla m uhatablarına iftira atm ak gibi sahteliklere ilti­ fat etm em iştir. S a h icilik dedikleri işte bu olsa gerek! İslâm düşünce m irasını anlam ak ve kavramak iddiasındaki kim selerin riayet edecekleri ilk ilkenin: “bu mirası bütünüyle an ­ lamaya/kavramaya çalışm ak” olduğunu söylersem , herhalde m ü­ balağa etm iş olm am . Sözgelim i Tefsir, Hadîs, Kelâm, Fıkıh, Tasav­ vuf m irasım ızı anlam ak istiyorsak, mevcut bütün itikadı ve am e­ lî m ezheblere — ilkece— hürm et gösterm ekle ve İslâm ’ın bütün kitabiyâtm ı (m üdevvenâtm ı) m üm kün m ertebe ihataya çalışm ak­ la yüküm lü olduğum uzu da kabul etmeliyiz. Hanefi m ezhebin i müdafaa için Şafii m ezhebini veya Hanbelî m ezhebin i m üdafaa m aksadıyla M alikî m ezhebini kökten red­ detm eye k alkışm ak, sadece edeben değil, ilm en de yanlıştır. Kezâ F şarîligi veya M aturidîligi müdafaa için ikisinden birini göz­ den çık a rm a n ın , m eselâ M aturidîligi önem siyoru z diye Eşarilige çam u r atm an ın da kabul ed ileb ilir bir tarafı yoktur! M izacı­ m ız ve m eşrebim iz ne olursa olsu n, ilm î seviye ve birikim im iz ne durum da bu lun ursa bu lu n su n , ilim ve irfan geleneğim izin ustaları hakkın da takınm am ız gereken tavır is t ih fa f olm am alı ve m eselâ lbn ley m iy e’yi savunm ak adına lbn A rabî’yi, lbn Ara­ bi yı savu nm ak adına ise İm am R abban iy i tüm ü yle cerh ya da

116

GAZA

VAT

tekfir etm eyi bir m arifet ad detm ekten hem de şiddetle k açın m a­ lıyız. liveı, bu tür tavırlara aslâ ve kata iltifat etm em eliyiz, zira Islâm düşüncesinin, ilim ve irfanlarıyla temayüz etm iş tem silcileri ara­ sındaki tartışm alar ne seviyede olursa olsun, m üm essillerim izin birbirlerine yönelttikleri tenkid oklarının uçları ne kadar sivril­ miş bulunursa bulunsun, bütün bunlar, o zevatın büyük bir m e­ deniyeti birlikte inşâ etm elerine ve tüm renkleri içiçe geçm iş ilm'ı bir süreklilik oluşturm alarına engel teşkil etm em iş, öyle ki m ede­ niyet tarihim iz, bu hareketli süreç içerisinde âdeta m uhtelif efk â­ rın müsadem esinden lemean eden bir b â rik a -ı h a k ik a t hâlini al­ mıştır. Ben bu sözlerim le m eşrebimizi, m ezhebim izi veya İslâm î yo­ rumlara dair tercih lerim izi önem sem em em iz veya fa r k lılık la r ım ı­ zı terkeım em iz lâzım geldiğini dile getirm eye çalışıyor değilim. Bilâkis İslâm ’ı anlamada/yorumlamada m üslum anlar arasında farklılıklar olacak, bu farklılıklara binâen elbette tartışm alar da vuku bulacaktır. Usulü dairesinde herhangibir âlim in ya da ek o ­ lün görüşünü eleştirm ek ya da herhangibir âlim in ya da m ezhe­ bin görüşüne taraftar olm ak, hatta — bazılarınca tuhaf gibi görün­ se de— kanaatlerimiz hususunda taassub gösterm ek bizim en ta­ bii hakkım ız; ancak kırıp dökm eden, iftiralara/ithamlara tenezzül etm eden, ilim ve edeb sınırlarını aşmadan. İmam Gazâlî adınm geçtiği her yerde kendisinden hüccetimi; diye söz etmeye dikkat eden, İmam Gazâlî’ye düşünce dünyasının merkezinde yer veren ve bâhusus lbn Sina felsefesiyle hesaplaşmak gerektiğine inanan bir kimse olarak lbn Sina'nın İslâm düşünce m i­ rası içerisindeki müstesna yerini inkâr mı etmem gerekir? İmam Gazâlî’nin inşâ ettiği m etafizik çerçevenin ihyası halin­ de zihnî here û m erçten kurtulabileceğim iz kanaatini taşıdığım için lbn Sina gibi bir büyük fikir ustasının ilim geleneğim iz içeri sindeki m üstesna m evkiini görmezden mi gelm eliyim ? İmam G azâlî'nin tezlerini savunabilm ek için lbn Sın av ı toklu ve takbih mi etm eliyim ?!

117

K I > t

K A t) ı M

B enim b u lu n bu suallere cevabını elbeile olum suz olacaktır. Ibn Sina vı eleştirebiliriz ve takat kendisini tektir de edem eyiz, la k b ıh de. Ibn Sina nın g örü şlerin i, -söylediklerini, söylem ek isle­ d ik lerim kabul etm eyip reddedebiliriz, M eşşâî geleneğin (lelâsile n ın ' İslâm d üşü ncesi içerisin deki olum suz rolüne dikkal çe k e ­ b ilir ve hana bu geleneğin b irçok uslası gibi Ibn Sina'yı da ten k i­ de k a lkışabiliriz; fakat bir tek şartla: O klarım ızın ucunu sivrilt­ m ed en ön ce bu büyük feylesofun ne dediğini, ne dem eye ça lıştı­ ğını adam gibi anlam alıyız; fikirlerin e nüfuz elliğim izd en, eserle­ rine bi hakkın vukufiyel kesbeiliginıizd en eıııin olm alıyız. Yoksa gelişigü zel birkaç kitapçık okuyarak veya bazı oryantalistleri u zaklan uzağa taklid ederek kendi geleneğim izin bu ustasına ifli­ ra alam ayız, pan teistti, ateistti gibi lât u güzaflarla insanları kandı­ ranlayız, böyle bir teşebbüste bulunanlayız. H ilm i Yavuz’un cah il cesaretiyle bu büyük usıaya ateist iftira­ sınd a bu lun m ası, lipik bir aydın tavrıdır. Binaenaleyh kendisinin, im a m G a z â lî ad ının arkasına sığınm ası, bu büyük âlim i kendi ce ­ h aletin in d estek çisi haline getirm ekten ve acım asızca kalem ine serm aye kılm aktan ö le bir anlam taşım az. Ç ünkü bu şair-yazar, ne Ibn Sin a’nın, ne G azâlı’nin eserlerini dogru-dürüsı okum uş ve a n lam ış, ne de bu âlim lerin ne dem eye çalıştıkların ı bi-hakkın kavram ıştır. H erşeyden evvel, Ibn Sina ile Gazâlî arasındaki tartışm anın a t e ­ izm le hiçbir alâkası yoktur ve bıılü n m esele Kadir-i M uhtar bir T a n r ın ın yerini tayin elm ek m eselesidir. N itekim Felsefe ile Ke­ lâ m ın arası burada açılm ış ve Ibn Sina b eyan ı olanı bu rhan ı ve ir­ fa n ı olan a tâbi kılm aya çalışırk en , imam Gazâlî bu rhan ı ve irfanı olanı b ey a n l olana tâbi kılmaya çalışm ıştır. (Burada sayın Yavuz’un an lafy ajm ad ıg ı husus en basil ifadeyle teşkikin m ahiyetidir.) Ibn Sin a’nın e l-tşa r â t v e ’t-T en b ih ât adlı eserine, Fah r’ur-Razî, N asıruddin T û si, K uıbuddin Râzî, T ü sıerî, Siraceddin Urm evî, F k m eled d in N ahcuvânî, Burhaneddin en-N esefî, Ibn Kem m ûne, Serrıseddın Sem crkan d i, Ibn Kemâl gibi büyük Kelâm ve Felsefe u stalarının yazdıkları şerhlerd en, hâşiyelerden, m uhakem âllardan haberi olan, hiç değilse K eşfu z-Z ü n û n a bakm ak zahm etine

118

C. A l A L I VA I katlanan bir kim se, hevâ vü hevesin oyu nlarına alet o lm ad ık ça eşŞeyh’ur-R eis’e ateist dem ek cü retini gösterebilir m i? ’ Ünlü Sünni M üfessir ve K elâm cı Fahr ur-Râzî bu âlim in Is a ıâ tını, H id ayesini, U yun’u l-H ikm tsin i şerhed erken (hadi diyelim ki c er h e d e r k e n ), bir ateistin eserlerine mi vakl-ı ö m r ey liy o rd u ?!? (X IX . asrın sonlarında Cem aleddin Afganî, tilm izi M uham m ed A bduh’a lşârât’ı iki kez istinsah ettirecek tir.) U nutulm am alıdır ki lbn Sina d üşü ncesi, O sm an lı’da K elâm içerisinde, İran'da İşr a k ilik içerisinde eritilm iş ve bu feylesofun fi­ kirleri Sü nn îler arasında İm am G azali aracılığıyla F ah ru r-R âzî. Şiiler arasında ise M ir Damad aracılığıyla M olla Sadra tarafından tadil, tashih ve dahi takib edilm iştir. Binaenaleyh ne Sünnî K elâ­ m ı, ne de Şii Kelâmı lbn S in a ’sız anlaşılam az ve açıklanam az. (K lâsik çağlarda eş-Ş ifa en yüksek seviyede, bahr seviyesinde oku nan bir eserdi.) Hasılı, İm am G azâlî’nin eleştirisini istism ar ederek lbn Sina nın cerh ed ilen fikirlerine atıf yapmayı m arifet saym ak yerine, aynı za­ manda şerh edilen fikirlerini dikkate alm alı ve Şifa’nın m üellifine ateist damgasını basm ak cüretinde bulunanlara. İm am G azâlî nin dahi hakkım helâl etm eyeceği aslâ hatırdan çıkarılm am alıdır

Hatime Hilmi Yavuz’un “G azâlî’yi yeniden o k u m ak ” adına lbn Sina'ya yönelttiği aleizm su çlam asına karşı çık m ış ve hiçb ir tarihî ve İlmî m esnedi bulunm ayan bu iddianın (iftiran ın ) bir ceh l-i m ürekkeb’in m ahsulü olduğuna işaretle yazarın kalem oynattığı bu m e­ selen in künhü ne vâkıf olm ak bir yana, ehem m iyetini bile takdir *

İmam Gazâlî'nin lbn Sina'yı uç meselede tekfir etmesinden cesarrı alarak küjür ile ateizmi birbirine karıştırmamak gerekir. Çunku k â j u lenmı ate­ ist’ (tanrısız; tanrıtanımaz) anlamına gelmez, bilakis kufut ıstıliben “Tanrı’yı bak surette tanımamak” demektir Nitekim vahudıler ve Kın-' uyanlara İslâm inancına göre kâjir denilebilirse de ateist denilemez Hal böyle olunca farklı bir mezhebe veya meşrebe bağlı hır muslıımana ate ist denebilir mi?

119

K fc Ş t

1

K A D ı M

edem ediğini söylem iş, gerekçelerim i de tafsilâtıyla yazmış idim .’ Sayın Hilmi Yavuz da bu eleştirilerim e (daha doğrusu ilk m akale­ m e) — ikisi kendi adıyla, biri de İrfan Külyutmaz istn-i m üstearıyla olm ak üzere— üç yazıyla cevap verdi.'* H ilm i Yavuz bu yazılarında, benim kend isine yönelik eleşti­ rilerim i "küfür, hakaret ve terbiyesizlik etm ek ” şeklind e tavsif etm iş ve herhalde beni m ahcu b etm ek niyetiyle olsa gerek ki h akkım d a ak lına gelen ne kadar sövgü ifadesi varsa sayıp sıra­ lam ış: "Ducane taabir edilen nâşerıf”; “İslâm konusunda herkesi tekfir etmeyi meslek haline getirmiş olan bir bednam, bir zavallı, bir Kadızâdeli eskisi, zihin perişanlığım ahlâkî redâetin akur saldır­ ganlığı ile mülemmâ ederek paçalarına savlet eden...1*; “kin ve nefretle gözleri dönmüş bu kifayetsiz muhterisin ağzı salyalı ya­ zısı”; “müslüman ahlâkından nasibini almamış ağzı salyalı şeririn şerri..."; “içinde en küçük bir fikir kırıntısı bile bulunmayan saf­ satalar”, "müslüman ahlâkı ile bağdaşmasına imkân olmayan se­ fillik”, vs. A çıkça ifade etm ek isterim ki ben Hilmi Yavuz’a hiçbir surette kü fü r etm ediğim gibi, kendisini tek fir de etm edim . Ben sadece Hilmi Yavuz'un ca h il ve c ü retk â r olduğunu (cahil cesaretiyle ha­ reket edip bilm ediği anlamadıgı/anlayamadıgı konularda kalem oyn attığım ) söyledim ; — tekrar ediyorum — gerekçelerim i de tek tek sıraladım ve bu hususta — üşenmeyip— tam dört yazı kaleme aldım . Ü stelik bu yazıları da kendisi için değil, kendisinin parlak iddialarına kanan ya da kanma ihtimali olan gençleri uyarmak maksadıyla yazdım; zira Hilmi Yavuz’u şahsen tanım ıyorsam da üslûbundan, ahlâkından, seciyyesinden, seviyesinden — yazıları vasıtasıyla— haberdarım ve dolayısıyla bu kadar şiddetli bir te­ hevvüre kapılm ış olm asını da tabii buluyorum . Hilmi Yavuz gibi sahibi olm adığı bilgilerin sahibiym iş gibi gö­ rünm eyi iyi beceren ve fakat bu arada bildiği de yanıldığına yel­ meyen bir zâtın, 6 0 yaşından sonra elif-b â öğrenmeye takat yeti* ”

Yem Şafak”, 23-24, 26-27 Man 1999 /.arıiaıı”. 28 Mart, 4 Nisan 1999

120

g a z â l i y At

rem em esini ve kendisini iddialarına muvazi bir su rene yetiştir­ meyi göze alam am asını tabii karşılam ak gerekir. Belirtm em lâzım gelirse, ben Hilmi Yavuz’un cahil olduğunu söylem ekle, kendisinin malûmât sahibi olm adığını söylem eye ça ­ lışm ıyorum ; bilâkis kendilerinin, birçok konuda birkaç gazete ya­ zısı yazacak kadar malûmât sahibi olduğundan benim bile habe­ rim var. Binaenaleyh söylem eye çalıştığım şey, Hilmi Yavuz’un ilim sahibi olmadığıdır. Erbabının ço k iyi takdir edeceği üzere. malûmât sahibi olm ak başka, ilim sahibi olm ak daha başka birşeydir. Sözgelim i Orhan Pam uk, Zülfü Livaneli, Hadi U luengin, Cem Boyner, Ece Ayhan, Enis Balur ve sair zevât hakkında eleştiri ya­ zıları kaleme alm ak ya da kendi tabiriyle memleketin münevverle­ ri hakkında iğneleyici, alay edici, onların kirli çık ı(n )la rım orta­ ya serici hakaretâm iz yazılar yazmak ile Ibn Sina gibi, İm am G azâlî gibi büyük İslâm âlim lerinin fikriyâtına dair mütalaalarda bu ­ lunm ak farklı şeylerdir. Ibn Sina’nın ‘Hakikat’ bağlamında öne sürdüğü düşüncelerin, onu panteizme ve dolayısıyla ateizm e götürdüğü kanısındayım. Bununsa Tahajut’un lojigi ile örıüşıügünü, o lojige uygun bir çı­ karsama olduğunu düşünüyorum." Böylesi parlak cüm leler belki sıradan okurların gözünü boya­ yabilir ya da bilgiç ile bilgin arasındaki farkı takdir edem eyen genç hayranları cezbedebilir; ancak birileri çıkıp bu parlak lâfların sa­ hibine, T ah aju t’un lojigi ( !) gibi entel m uhabbetini bir yana bırak ­ m asını söyler ve adına T ahafut dediği eseri hangi dilden oku d u­ ğunu sorarsa, Hilmi Yavuz bu suale ne cevap verecektir? 20 yıl Boğaziçi Ü niversitesinde İslâm D üşüncesi dersleri ver­ diğini söyleyen bu zâta, belki Üniversite yönetim i ehliyetini (chliyetnâm esini d eğil!) sormayı akıl edem em iş olabilir, ama okulun zeki öğrencilerinden biri kalkıp derste, “Hocam ! İslâm düşünce m irasının ifade aracı olan A rapça, F arsça ve Osmunlıcu gibi d ille­ rin hiçbirini bilm ediğiniz ve öğrenm ek zahm etine de katlanm adı­ ğınız halde, nasıl olup da sizi m uallim sıfatıyla karşım ıza çık an *

“Zaman”, 28 Mart 1ÜÜ9

121

Kİ Ş İ

I KADİ M

v o r ljr ? " diye so racak olsa, savın Yavuz'un yüzü lıiy kızarm ayacak m ıd ır? H ilm i Yavuz A r a p ça , h a r s ç a ve O s m a n lu a bilm ez. B unlar iyin­ de b ild irin i z a n n ettiğ i O sm an lıca ise, ilim dili olan O sm an ltca d e­ ğil, Turiubuşı O sm un iıaısı olu p o da ciddi m etin leri anlam asın a y e tm ez , olsa olsa Z ülfü L ivan eli’nin hatalarım bu lm asına yard ım ­ cı o lu r F ak at k en d ileri, İslâm D ü şü n cesi nin tem el lisan ların ı b il­ m em esin e ve bu lisanlarda yazılı m etin leri ok u y am am asın a rağ­ m en , Islâm D ü şü n cesi d ersleri vereb ilir ve m âsum g enylerin k arşı­ sınd a i b n Sin a ateizm in i k eşfettiğ in e, İm am G azâlî’yi yeni bir o k u m ay a tâbi tu ttu ğ u n a” d air parlak lâflar edebilir. İyi güzel etsin de k im sen in bu zâta “W en sin ck ile M acit Fahri şu rad a d u rsu n , İbn Sin a’dan veya İm am G azâlı’den oku du ğunu z bir tek ese rin ism in i v erebilir m isin iz ?” diye sorm aya hakkı o lm a­ yacak m ıdır? H ilm i Yavuz’un İm am G azâlı’ye ilgi duym ası ya da bu büyük d ü şü n ü r h a k k ın d a b irtak ım fik irlerin i beyan etm esi, d oğrusu b e­ ni pek alâk ad ar etm iyor. Ç ü n k ü bir felsefe u stasın ın fik irlerin d en şöyle böyle haberd ar o lm ak başka birşey, o u stan ın eserlerin e lâyık ı v e çh ile nüfuz etm ek başka birşeydir. Bir yazar şöyle böyle ha­ berd ar old u ğ u d ü şü n ü rler h ak k ın d a da kanaat derm iyan ed ebilir; a n c a k bu k an aatin ş ö y le b ö y le old u ğ u n u idrak etm ek ve bâhusus had d in i de b ilm ek kaydıyla. B ilm em ek de ayıp değil. Kişi otu rur, gayret eder, em ek sarfeder, o ilim g elen eğ in in d ilin i, terim lerin i öğrenir, öğrend iğind en em in o lu r ve en nih ayet ilim ve edeb k aid elerin e riayet etm ek su ­ retiyle d ü şü n celerin i başk alarıy la paylaşabilir. B öylelikle genel m alû m ata (ve dahi g en e l m a m u la ta ) dayanarak bir İslâm âlim ini a teist ilân etm ek gibi san sasy o n el u cu zlu k lard an k en d isin i k o ru ­ m uş olur. B öyle olm azsa, şö hret m erak lısı bir başkası kalkar, “Ben İbn T eym iye’yi yeni bir ok u m ay a tâbi tuttu m ve İbn A rabi’nin p a n teist ve d olay ısıy la ateist old u ğ u n u tesbit ettim . N itekim b e­ nim bu y o ru m u m I atava'n ın lojig i ile ö rtü şü y o r” der. Siz de — b e­ nim gibi böy lesi nad an lık lara taham m ü l ed em eyip— “Biraz yavaş

122

GA / A I I VA I o l” demeye kalkarsanız, cühela takımının sövgülerine maruz k a­ lırsınız. Velhâsıl, Hilmi Yavuz iyi ya da kölü bir şairdir ve şairin şuuru — umumiyetle- - müdrekat değil, m uhayyeldi düzeyinde iş g ö rü r Nazariyat ve dolayısıyla makulât alanı başka, hissiydi ve m uhayye­ ldi alanı daha başkadır. Bu şairin nazmını bilmem ama nesrinin kaynağı m uhayyeldi bile değil, sadece m üvehhim âı. Sebebi de şu: Aziz muhiblerim, bugünlerde ve beıahsis guruba yakiyn saatler­ de, itiyad edindim, bir kadeh rakı refakatinde Münür Nuriddin Beyefendi yi ve üstad Yahya Kemal'in dönülmez akşamın ufkundayız’ deye başlayan o büyük şiirini dinliyorum." Hal böyleyse, Külyutmaz a m ca da haddini bilsin ve İmam Gazâlî’yi b ir kadeh rakı refakatinde yeniden bir okum aya tâbi tutmak cüretinde bulunmaya kalkışmasın. Çünkü ilahiyat ayık olmayı g e ­ rektirir!

Lahika (I) Gelişigüzel mütalaalarla ateisttik ithamıyla suçlanan müslüman bir düşünürün namaz hakkında yazdığı bir risaleyi ve bu ri­ salenin Tü rk çe çevirisini hatırlamanın tam da sırası. Dikkatle okuyalım, Şeyh’ur-Reis ne diyor: Şefkatli kardeşim, âkil dostum! Namaz hakkında senin için bir risale yazmamı ve o risalede na­ mazın emrolunan zdhirine ve daha ziyade matlub olan bdtınına taalluk eden hakikatini şerh; ve namazın sayılarının eşhas üzeri­ ne taalluk eden vücub ve lüzumunu ve hakavık-ı nahiyesinin kulub u ervah üzerine mutabık ve uygun gelmesini bevan etmemi benden istemen üzerine; umduğun şevi düşünmek ve istediğini yapmak hususunda gücümün yettiği kadar fikrimi harç etmek bana pek hoş ve sevimli gelmiş olmakla; “faide veren bir şânh' gibi değil, “faidelenen bir müetehid” gibi bu şerhi varmaya baş

*

İrfan Külyutmaz, Memleketimin Münevverlerine riaır. sh 127. İz Y a\m a­ lık, İstanbul, 1998

123

k ı Şr

k ADı M

Ladım ve beni doğru yolda yürütmesi iyııı Melik i Vehhabdaıı vardım diledim, haladan, ayak kaymasından, illet ve sebeplere dayanmasından dolayı paslanmış ve bulanmış fikirlerden Rabbime sığındım Fikrim beni yorarsa acz benim şâmilidir; keremini üzerime dökerse lütuf O nun şanıdır (evlik ın sahibi Allah’tır. Doğru yolda yürütmek de O ’nuıı işidir. Su risaleyi üç kısma ayırıp uy fasılda şerh eltim: Birinci fasıl Namaz ın mahiyyeıı ikinci fasıl Namaz ın zâhırı ve bâtını. Üyüncü fasıl: Namaz in bu her iki kısmı birden kimlerin üzerine vacib olduğu ve iki kısmından yalnız birisi, üzerine vacib olup da diğer kısmı üzerine vacib olmayanın ve Rabbiyle münacaaita bu­ lunan namazcının kimler olduğunun beyanındadır kı bununla beraber risaleyi bilirmiş olacağım. Bu satırları, M Hazmi Tura tarafından Nam az R isalesi adıyla T ü rk ç e ’ye çevrilen ve ikin ci baskısı 1 9 5 9 ’da yapılan, lbn Sina’nın R is a let’u s-S aldt adlı eserinin m ukaddim esinden aktarm ış bu lun u­ yorum . M urad M olla K ütüphanesi Başm em uru M. Hazmi Tura, bir yand an lbn Sina'nın 9 0 0 . ölüm yıldönüm ü m ünasebetiyle İstan­ bul k ü tü p h an elerin d ek i (M urad M olla, Ham idiye, Fatih, Hüsrev Paşa) eserlerin ted kikin e istinaden bir bibliyografyanın hazırlan­ m asına yardım cı olu rk en , diğer yandan lbn Sina’nın bazı risalele­ rini T ü rk ç e ’ye çevirm ek arzusu duyar ve böylelikle lbn Sina’nın fik irlerin i A rapça bilm eyen ilim ve felsefe taliplerinin istifadesine su n m ak ister. N itekim bu nlar arasından Hüzün risalesi, R isaletu ’lf a s d ve T ed bir'u l-M ü sajin n adlı çeviriler -S ü h e y l Ü nver’in de yar­ d ım larıyla- m u h telif yerlerde yayım lanır. A ncak yine aynı vesiley­ le T ü rk ç e ’ye çevirm iş olduğu R isale f i D e f i ’l-G a m ’il-M evt (Ö lüm K orku su n d an K urtuluş R isalesi) ile R isaletu ’s-S alât (N am az Risa­ le si), 1 9 3 7 ’de neşredilen lbn Sina K itabı’na alınm az ve m ütercim bu iki eseri kendi im kânlarıyla 1 9 4 2 ’de ayrı ayrı yayımlar. K itapların yayım lanm am a nedenleri ise old ukça ilginçtir; Birincisi, lbn Sina Kitabındaki yazıların bir nevi inhisar altında bulunmasından; ıkıncisi ise namaz damgası taşımış olmasından ileri geliyordu.

124

G A Z A I I YA 1

Her iki eserin baskısı da büyük bir rağbete mazhar o ld u k ların ­ dan kısa zamanda lükenir ve bu eserleri arayıp soranların sayısı arttığı için mütercim 1 9 5 9 da iki eseri de icmali btr giriş yazısıyla birlikte ve bir arada yeniden yayımlar lakih lerim izin namaz’la ilgili mesaili bahis mevzûu ederken namazın hüküm leri üzerinde durup mükellefine aiı vazifeleri açıkladıkları ve namazın j a r z , vacib, sünnet, m ekru h , m ü stehab, vb. hususiyetlerini tafsil ellikleri malûmdur. Buna mukabil Sûfiler ise namazın hüküm lerinden ( a h k â m ’u s-sa lâ t) ziyade, namazın h ik ­ metleri ( e s r â r ’u s-salât) ile meşgûl olmuş lar ve ahkâm ı z â h ır , esr a­ rı bâtın olarak isimlendirmişlerdir. Nitekim İmam Gazali nin, o muhalled eseri Ihyâu U lüm ’id-D inin bölüm başlıklarında e s r â r ’ussalât, esrdr’us-snvm, e s r â r ’u z -z ek â t, e s r â r ’u l-h a cc terkiblerini kul­ lanması ve hikemiyâta ehemmiyet atfetmesi bu türden bir kasd-ı mahsusa dayanmakta olup halka ibadetlerin hüküm leri (zahiri) kadar, mânâsını (bâtınını) da hatırlatmaya müteveccihtir. Mukaddemesindeki ifadelerinden ve şerheitigi mesailden de anlaşılacağı üzere lbn Sina da benzer bir yol izlemiş ve risalesinde namazın hem zâh irin i, hem de bâtın ın ı ele almayı ihmal etmemiştir. Namazı, fukahanın terimlerinin yanısıra hu k em â ’ya ve muıasavvıfa’ya mahsûs felsefî terimlerle açıklamak, bizim fikir ve k ü l ­ tür tarihimizde kökleşm iş yazım geleneğinin bir özelliği olm asına karşın, bugün bu tür bir yazım geleneğinin pek rağbet bulmadığı anlaşılmaktadır. VE zaten bu lür eserler meydana getirecek zevâı da hemen hemen ortadan çekilmiştir. Akide’yi kültürden, ahkâmı tarihten, hakikati hurafeden a rın ­ dırdığınızda, İslâm’ın hayatın her alanına hü kmettiğini söyle m e­ niz pek tabii ki zorlaşır. Binaenaleyh ik tid a rla r ın ı, halta t o p r a k la ­ rını kaybeden din mensuplarının her hâlukârda kayıplarını telâfi etmelerinin m üm kü n olduğunu söyleyebiliriz; lâkin türihlrnnı (larih şuurlarını) kaybeden din mensupları için böyle bir imkân ve ihtimalden aslâ söz edilemez! Çü nk ü tarihsizlik. ik tidarsızlık­ tan daha feci bir illettir. Öyle ya, mübalağalı addedilebilecek bu iddianın gör ünü r bir delili olarak lsrailoğulları'nın hâl-i hazır d u ­ rumlarına şöyle bir ba km ak bile yeterli değil mi?

k l Ş t

l

k ADıM

Lahik a (II) Ç a ğ d a ş hadîs â l im le r im i z d e n

P ro f

M e h m e d Said H atib o g ­

lu n u n Sünni Islımı Almılerımrı G ö lü y le lbn Sind adıyla y a y ım lan a n t e d k ik in d e n ' istifadeyle lbn Sina h akk ın d a fikir tarihim iz de o n e s ü r ü l e n m en li y o r u m l a r a k a b aca bir göz atıp bir m u s l ü m a m n g ö ­ rü ş l e ri n d e küfür ve dalâlet ile su çla n m a s ıy la ateis t’ o lm ak la s u ç ­ la n m a sı a ra s ın d a k i d erin farka işaret e t m e k istiyoru m. E le ştiriler bilindiği ü z e re İm a m G a z a li y le b aşla m ış ve asırlar g e ç t i k ç e şidd etin i artırm ış tır. Şim di, M e h m e d Said H atiboglu h o ­ c a m ı z ı n m a k a l e s in d e y er alan bilgileri — k ayn akların ı h az fetm e k ve d e ğ e r le n d ir m e l e r i n i ö z e tl e m e k su retiy le— a k ta r m a y a ça lış a ­ cağım : lbn Sina'nın vefatından 22 sene sonra doğmuş olan Huccet'ul-lslâm Gazali, filozofları tenkid edebilme iktidarına sahib ilk büyük âlim olsa gerektir. Klasik İslâm ilimlerinde tebahhur ettikten so n­ ra felsefeye eğilmiş, Aristo felsefesini Pârâbî ve lbn Sina’nın eser­ lerinden öğrenmiştir GazâlI, felsefeyi altı bölümde inceler: 1. Matematik, 2. Mantık, 3. Tabiiyat, 4. İlahiyat, 5. Siyaset, 6 . Ahlâk. Ona göre felsefeciler en ziyade “İlahiyat” bölümünde yanılmışlar­ dır. Fârâbı ve lbn Sina’nın nakillerine göre Aristo’nun bu bölüm ­ le ilgili görüşleri lslâmınkilerine yaklaşmıştır, fakat 20 mesele vardır ki bunların 17 ’si bid’at, 3’ü ise küfürdür. lbn Sin a’nın da dahil bulunduğu filozofların bütün müslümanlara muhalif kalıp küfre düştükleri üç mesele Gazâll’ye göre şunlar­ dır: 1. Ahirette dirilecek olan, cesedler değildir, sevab veya cezaya uğ­ rayacak olan sadece ruhlardır. 2. Allah, külliyatı bilir, cüziyatı bilmez. 3 Kainat, ezelden beri mevcuddur, yani yaratılmamıştır. Şafii Kadı İb ra h im b. A bdullah e l -H a m e v î (ö . 6 4 2 / 1 2 4 4 ) el-Fıra k ’u l-lslâ m iy y t adlı e se rin d e İslâm filozoflarından hiçbirisinin

M ehm ed Said H atiboglu, Sünnî İslam A lim lerinin G ö zü y le lbn S in â , “lbn S ın a ' (lb n Sina Kongresi tebliğleri 1 4 -1 5 Mari 1 9 8 4 ), lirciyes Ü niversi­ tesi, Kayseri, 1 9 8 4 , s. 1 9 3 -2 0 1 ; krş. M üslüm an K ültürü Ü z erin e, s. 5 5 -6 3 , A nkara N isan 2 0 0 4

126

(J A / A l 1y A 1

f ârâbı ve İbn Sina'nın yerini tutam ad ığ ını, İbn S in a ’m ı, b un la rın en âlimi o ld u ğ u n u b eliru ik ien ve Gazali nin y u k a rıd a zikredileli leklir m ad d ele rin i k a y d ettikten s o n r a şö yle der: (Gazali nin) muasırı ve daha sonra gelen, usûl ve füruda gör üşle­ ri muteber âlimler İbn Sina'nın ve Fârâbi nin mutlak küfürlerine hükmetmişlerdir. Çu nku bu maddeler m uslu man lann akidesine aykırıdır. Sünnî âlim le r içerisi nde İbn Sina h a k k ın d a d a h a ağır sö zler sarfeden âlim le r de vardır.

N itekim

Şafii fakih ve

m u h a d d is

İb n’us-Salah Şehrezûri (ö. 6 4 3 / 1 2 4 5 ) şö yle diyor: (İbn Sina) İslâm âlimlerinden değildir, belki ins şeytanlarından bir şeytandır. İbn Tey miyye (ö. 7 2 8 / 1 3 2 8 ) de p ek farklı d ü ş ü n m e z . Meselâ Fârâbi gibi Aristo takipçisi filozoflar, selef âlimlerinden farklı olarak, bedenlerin diriltilmeyecegi kanaatini taşıdıkları için, onun |İbn Teymiyye) tarafından, “kâfir mülhidler” sıfatıyla damgalanmaktadır. Ona göre Fârâbi ve İbn Sina İslâm filozofu değil, İslâm’a mensub felsefecilerdir (m inel-mutefel sifeti’l-islâmiyyîn). Zira felsefe, İslâm'ın kendi bünyesinden çıkmış bir ilim değildir ki filozofu olsun! B ü y ük m u h a d d isle rd e n Z e h e b f n i n ( ö . 7 4 8 / 1 3 4 8 ) kana ati ise şöyledir: İbn Sina harika bir zekâya sahibdi, ukûlün peşinden gidip Hz Rasul’e muhalefet etmiş lslâmi filozofların reisidir. Bir başka eserin d e d e şöyle der: İlimden (yani hadîsten) bir şey rivayet ettiğini bilmiyorum. Riva­ yet etseydi bile, kendisinden bunları nakletmek helal olmazdı, zi­ ra felsefe meşreblidir, sapıktır (dâll). İbn

T e y m iy y e ’nin

ta leb esi

İbn

K ayyım

el-C evzıvve

(o.

7 5 1 / 1 3 5 0 ) , eleştirinin şiddetini artırır ve H u l a g u 'n u n veziri N.Kiruddin e ı -T û s î ’d e n (ö. 6 7 0 / 1 2 7 4 ) b a h se d e rk e n şö yle der: Tûsî, mülhidler için medreseler yaptırdı ve mulhıdlcrin in u n u İbn Sina’nın l$atâl kitabını K u r a n ı n yerine koymak istedi, ama buna muktedir olamadı.

12 7

Kl >h

KADIM

Sabiler hakkında yazılmış en büyük biyografi kitabının m üel ­ lifi Subkı (o. 7 7 1/ 1 37 0) ise Cenab ı Hakk ın cüzî olsun, külli ol­ sun herşeyi bildiğinden bahisle şöyle diyor Bu goruş lbn b in a n ın m ezhebine aykırıdır. O , Allah leülânııı şahsi cuziyatı ancak kullı şekilde bildiğini iddia etm iştir ki bu en ayık bir küfürdür

Alimlerimizin hepsi hiç kuşkusuz ki bu denli ağır hüküm ler vermemiştir. Nitekim içlerinde insafı elden bırakmayan ve daha mun sıfâne hü k üm ler verenleri de vardır. Ebu’l-Mehasin ibn lanrıverdi (ö. 87 4 / 1 4 7 0 ) bu so nu ncu sınıf âlimler arasında yer alır ve yine kendisi gibi T ürk asıllı bir âlim olan Zehebî’nin menfî değer­ lendirm elerin e cevaben şöyle der: lbn Sina hiç de böyle değildi, bilakis Hanefî m ezhebindendi...1 Vefatına götüren hastalığında tevbe etm iş ve herşeyini sadaka ola­ rak dağıtm ıştır

Ramazan ayının Cuma günü vuku bulan vefatı­

na kadar her üç günde bir hatim indiriyordu. Aklın peşinde gidip Hz. P eygam bere m uhalefet etm iş biri olsa, şer’î ahkâm a riayet et­ mez, Kur’an-ı Kerim tilavetiyle Allah'a yakınlaşmazdı.

lbn Sina hakkında müsbet ve menfi değerlendirmeler, pek ta­ biidir ki âlimlerimizin meşreblerine, mezheblerine göre farklılık arzet m ek te, bu filozofun görüşlerinin bir kısmı onların nazarında İslâm'ın umdeleriyle kabil-i telif görülmemektedir. Unu tu lm am alıdır ki bir kimsenin “Tanrısız (ateist) olduğunu” söyle m ek başka, o kimsenin “Tanrı tasavvurunun İslâm’a uygun olm a dığ ını” söylem ek daha başkadır. Sünn î âlimler (bilhassa Şafiiler ve Hanbeliler) içerisinde — yukarıdaki misâllerden de anla­ şılacağı üzere— lbn Sina hakkında ço k sert ve ço k ağır değerlen­ dirmeler yapanlar olduğu gibi, onu savunan ve görüşlerini sahip­ lenenler de vardır. Lâkin en ağır eleştirilerde bulunan mün ekkidler bile lbn Sina’nın T a n r ıy ı tan ım adığ ın ı değil, bilâkis yanlış tan ı­ dığın ı ve tan ıttığın ı iddia etmişlerdir. Nitekim Osm anlı medresele­ rinde ok utu lan hikmet-i nazariye kitaplarının ekseriyeti lbn Sina 1

lbn Sina’nın Hanefiliği hakkında bkz. Dimitri Gutas, Ihtı Sina’nın Mirası, (Her ve Cev Cüneyt Kaya), s. 13, vd., İstanbul, 2004

128

G A Z

AL IV A 1

çizgisinde yazılmış olup bu metinler dolayımında sürdürülen tar­ tışmaların tamamı tanım konusundadır. İbn Sina'ya istinad eden hukem a âlemin sadece kıdem i zâti ile kadîm olduğunu söyleyip Vacib’ul-Vücud’u “m ucibu n bi’z-zat" olarak tanımlarken, İmam Gazali ve Fahruddin Râzî çizgisindeki mütekellimîn âlemin hem zâtî, hem de zem anî olarak hu du sü na kail olup Cenab-ı H akk’ı “fâil-i muh tar" ve “kadir-i m utlak" ola ­ rak tanımlamışlardır. Binaenaleyh tartışma H a k k ’ın vücudun a d e­ ğil, bu vücudun keyfiyetine dairdir.

12 9

ibn Sina’dan ibn rıışd’e

/

...) ibn Sina’nın tıbbıyla sıtmayı kesmeğe muktedir olmayaca-

V gınıız gibi Câhız’ın kimyası ve ibn Rüşd’ün hikmetiyle de ne demiryolu lokom otifiyle vapuru yürütebiliriz, ne telgraf kullana­ biliriz. Bunun için biz, ulema-yı Islâm’ın asarıyla uğraşmağı tarih ve âsar-ı atika ulemasına bırakarak temeddün etmek ister isek ulûm ve fünûnu Avrupa m edenıyet-ı hâzırasmdan almalıyız.

Şemseddin Sami’nin sarfettigi bu parlak ve fakat sade mugalâ­ ta olan sözlerini bugün de işitmekle kalmıyoruz, bilâkis uzun za­ mandan beri biz bu sözlerle, bu sözlerin kılavuzluk ettiği istika­ met üzre yaşıyoruz. Ulema-yı Islâmın âsarıyla uğraşmak çoktandır “tarih ve âsar-ı atika uleması”na bırakıldı. Dahası, şimdi pek öyle “tarih ve âsar-ı atika uleması” da kalmadı. Şöyle böyle bu eserlerden haberdar birkaç teknisyenin insaf ve azmine kaldı ulema-yı İslâm’ın âsarı. Meslek icabı meşgul olanlar var belki, ya gerçekten anlayanlar, kavrayanlar, işte burası biraz meşkuk. Kendimizi kandırmayalım, bugün ilim ve kültür geleneğimi­ zin eserlerini gençlerimiz değil, onların hocaları da bi-hakkın kavramaktan âciz. Nasıl anlasınlar ki? Niçin anlamaya uğraşsın­ lar ki? ibn Sina tıbbıyla meşgul olmanın bir yararı olacağına ina­ nan mı var? Hayır! Peki C âluz’ın kimyası ciddiye alındığı takdirde neyi halletmiş o lacağ ız ?!? bu soruya umut dolu bir cevabı olan var mı?! Yine hayır!

13«

(.A/AI

I U

I

Peki Ibn Rüşd’ün ya da G azalin in veya İbn Arabi'nin hik m e­ ti? Fvet, hikmet i kadimerıin bugün iyinde boğulduğumuz varoluşsal sıkıntılara, sorunlara, aymazlara karşılık gelen bir teklifi ol­ duğuna inanan kaç kişi var aramızda? Aslında bu soruyu şöyle vazetmek daha doğru olurdu: Kudemamn tekliflerinin ne ıdügünü kavrayabilecek, bugünle karşılaşılabilecek , onların tekliflerinden, tekliflerinin ne anlama geldiğinden emin kaç kişi var aramızda? Gevezeler, hamaset satanlar çok, peki ya bilenler?! Kimse “F ilân Üniversite’de, filân Fakülte de filân dersler o k u ­ tuluyor” gibisinden sözler sarfetmeye kalkışmasın da ön ce ger­ çekte neler okutulduğunu, nasıl ve ne kadar okutulduğunu cid ­ diyetle düşünsün! Çok aşağılara inmeye ne hâcet, bu İşın güya hocaları daha Seyyid Bey in Meclisteki hilâfet meselesine dair nutkunu bile anlamadıklarını bizzat itiraf etmiyorlar mı? Devam edelim: Meselâ Elmalılı Haindi Yazır in lhlas Suresi yo­ rumunu anlayan, anlatan, atıf yapan bir tek İlâhiyatçıya rastlayan oldu mu hiç? Ahıııed Avni Konuk merhumun “Füsus Ş e r h i " bugün Latin harfleriyle ve ciddi ve samimi gayretler sayesinde elimizde bu lu­ nuyor. Merak etmek gerekmez mi acep bu eser-i muhalledin m u ­ kaddimesini olsun mütalaa edebilecek vüsatta kaç kışı var şunun şurasında? Öyle ya, Vücudiye (Panteizm) ile V ahdel-i Yucıul ara­ sındaki farklardan hareketle söze başladıkları halde sözün so n u ­ nu getirebilen kaç kişiyle karşılaşılabiliyor? Kişinin haddini bilmesi kadar büyük irfan olmazmış! Fiaddimizi bilmeli ve itiraf etmeliyiz ki istikbal hakkında umut be sle­ meye de hakkımız olsun, olabilsin! İbn Rüşd'ün hikmetiyle ne demiryolu lokomotiflerini, ne de vapurları yürütebilir, ne de telgraf kullanabilir imişiz! Fierhalde Şeıııseddin Sami de Meşrutiyet Meclis-i Mebusanında div.uıet bütçesi müzakere edilirken dretnotların Bulımi-ı Şerif ile değil. B uhar-ı Ş erif ile yürütüldüğünü, bu nedenle do tahsisatın donan

m

k r > I

1 KADİM

maya verilmesi gerektiğini söylemekle espri yaptığım zanneden mebu s gibi mizah yeteneğini kullanmaya yalıtıyor. Gazâlî yerine Ibn Rüşd’ün hikmetine sahip olmamız gerektiği­ ni söyleyip hayıflananlar cevap vermeli bu iddiaya! Oysa Gazâlî ya da Ibn Rüşd arasında fark görmüyorlar; asıl sorun hikm et-i atifeu veya hıfcmet-ı k a d im e dedikleri nesnede. Esasen onlar hikmet’e ihtiyaç duymuyorlar ve gerçekte Yusuf Akçura’nın dediğini diyor­ lar — Bize filozof değil, demirci lâzım! Nazariyât hafife alınıyor, güncel gündemde tutulup acil ihti­ yaçlardan hareketle güya bugün kurtarılmak isteniyor! XIX. yüz­ yılın sathî pozitivist yargıları bugün Amerikan pragmatizminin suretine bü rünm üş dolaşıyor: metafizik, felsefe, bunların hepsi hurafe, hepsi spekülasyon. Sözlüklerinizi açınız da bakınız, zavallı speku lativ (spekülas­ yon) sözcüğünün anlamı nasıl da zamanla bozulmuş, degersizleşmiş, borsa oyunlarına, ihtimal hesaplarına indirgenmiş, başlan­ gıçta “fikrî, nazarî, teorik” anlamına geliyorken, nasıl olmuş da sonraları g ev ez elik anlamı kazanmış? Bakalım, hâlimizin, ilim ve hikmet mirasımızın zerresini bile feda etmeye müsait olmadığı ne zaman anlaşılacak!

132

ibn rüşd’den ibn teymiyye’ye

\ T

azarlarımızdan biri bir yazısında İbn Teymiyye’nin (öl.

X

1 32 6) Der'u T earuz'il-A kl v e’n -N akl adlı eserinden hareket­

le — pek tabii ki bir köşe yazısının elvereceği ölçülerde— bazı değerlendirmeler yapıyor ve İbn Teymiyye’ye istinaden akıl-vahiy, din-felsefe karşıtlığına ilişkin meselelerde bazı görüşler öne sürüyor.* En sade ifadeyle hatalı ve h a k s ız birer genellemeden ibaret bulduğum bu görüş ve yorumların bir kısmını konun un ciddiye­ tine uygun bir biçimde tartışmanın, en azından, hâlâ üzerinde yükseleceği kökleri tayin edememiş olan çağdaş İslâm düşüncesi­ nin bazı temel sorunlarına işaret etmek bakımından faydalı ve hatta verimli olacağını düşündüm. Umarım yanılmam. Bu yorumları sadece birer ‘genelleme den ibaret gördüğümü söyleseydim, aslında yine de maksadımı ifade etmiş olurdum; zi­ ra adı üstünde g en ellem e nazari meselelerde tek başına bile kaçı­ nılması gereken bir akılyürütme biçimidir. Genelleme bir kau lc değildir ki istisnaları olsun. Sayın yazarın genellemelerini h atalı bulmamın nedeni, bu genellemelerin istinad ettiği bilgi yanlışla­ rı; lıafcsız bulmamın sebebi ise yanlışların yorumların şümu lunc değil, muhtevasına taalluk etmesidir. *

Sami Hocaoglu, “Yeni Şafak", 5 Eylül 2003

133

k r > 1

1

K A D I M

simdi kendisine kulak verelim: • Ibn levm ıyye bu eserind e, A tisto mumıgı üzerine oıu ran Klanı teUete ve kelâm m [m | y on iem ın ı kö k len eleştiriyor ve bunun vahye uygun olm adığım söylüyordu • lbn Teymıyye n ııı bu eserde başlan sona yapmaya çalıştığı şey, lbn Ruşd hariç m uslum an fılozot ve kelam eıların “naklin akılla y aiışm asının m uınku n olduğu ve bunu giderm ek iyin levılın şari o ld u ğ u ” lezın ı yürütm ektir.

B u n la r he m hatalı ve he m de haksız genellemeler. Ç ü n k ü K e­ lâm ve Felsefe yi aynı kefeye koy m ak haksızlıktır. Üstelik Islâuı K elâ m ın ı Aristo Mantığı üzerine otu rm a k la ilham etm ek hem ha­ tadır, he m de daha bü yük bir haksızlıktır Kelâm ilmi Gazâlî’den ö n ce Aristo M a ntığ ın ın üzerine oturm ad ığı gibi. Mantığın m edre ­ selerde o k u tu lm a sın a yol açan G azâlî’den sonr a da otu rmad ı. Böyle bir kon ud a “üzerine o t u r m a k ” tabiri en masu m haliyle el­ verişsiz bir genellem e ifadesidir. K elâmcılarımızın Aristo mantığına ve felsefesine yönelik eleşti­ rilerini, tashih ve tadillerini un utm ak hem h a ta , hem h a k s ız lık olur Kelâm İlmi nin mesnedi Kitab ve Sünnettir! Allah’ın Kitabını ve Rasu lünün Sünnetini müdafaa amacıyla tedvin ve asırlarca ted­ ris edilmiş bir ilmi “vahye uygun değil” diyerek m ahkum etmek ta­ rafgirliğin sebep olduğu bir kolaycılığın ürünüdür, imam Eş’arî, im am Maturidî, imam Gazâlî, İmam Fahreddin Razî ve diğer Ke­ lâm âlimleri v a h y e uygun ( ! ) bir yöntem e sahip değildi de bir tek lbn Teymiyye mi vahye uygun bir yöntem in sahibiydi? lbn Teymiyye’nin ilmini ve gayretini takdir etmeli, lâkin ifrat ve mübalağaya kaçılabilecegi unutulmay ıp bir âlimi veya ilmi takdir etmek için di­ ğer ilimleri ve o ilimlerin âlimlerini takbihe yeltenmemeliyiz. lbn Rüşd gibi A rist o’ya ve felsefesine sadık kalmaya ça lışm ak ­ la m alü m ve m eşhu r bir filozofu istisna edip m üslü m an filozof ve kelârncıların “naklin akılla çatış m asın ın m ü m k ü n olduğu ve b u ­ nu g id e rm ek için tevilin şart old u ğ u ” tezini ç ü rü tm ek de ne d e ­ rnek? lbn Teym iyye’nin anlaşabile ceği başka isimler bu lm ak bu kadar mı zordu? 1 lâsılı, bu da diğerleri gibi h a ta lı ve h a k s ız bir g e­ n e llem e d e n ibaret

134

6 A2 A I I YA I

thtilû j, tearu z, tez a d , ten a k u z , bü tün bu terimleri n ha kkı ve ril­ meli ve dikkatle kullanılm alı. Ç a tılm a sö zcüğ ü burada bir terim değeri taşımaz ve yanıltıcıdır. A k ıl ’la vahiy arasın da değil sadece, vahyin kendisinde bile zahiren tearuz b u lu n u r ve bu tearuz i li m ­ le (yani tefsir ve teville) giderilir, lbn Ruşd un kendisi de tevdi eh lindendir. Dolayısıyla ihtilâf esasen tevilde değil, tevilin şartları n­ da, hatta tatbik tarzındadır. Burada sadece İm am Taberi’nin veya İm am M atu ridî’nin tefsir­ lerinin adını bile hatırlamak , sanırım, t e v il sö z cü ğ ü n ü n olu m lu kullanım ların a atf-ı nazar ey lem ek bak ım ın d a n yeterli olacak tır A risto’nun sûri m antığı ve on un üzerine bina edilen kartezyen felsefe, bilgi’ ile varlığın’ arasını ayırdı. Bilm ekle varolm anın ara­ sındaki o n to lo jik bag koparıldı

Bu parlak ifadeler gerçek te ne anlam ifade ed iyor b ile m iy o ­ rum; ancak ço k ciddi bilgi hataları içerdiği kesin. Ç ü n k ü K a rtez­ yen felsefenin üzerine bina edilebileceği en so n şey Aristo M a n ­ tığıdır. Daha açık sö y le m ek gerekirse D es cart es — tıpkı gizli usta ­ larından Bacon gibi— yaman bir Aristo (M a n tığ ı) karşıtıdır ve bu da analitik geom etrinin mürevvici için gayet tabii k arş ılanm ası gereken bir keyfiyettir. Hâsılı, d üşü nm eyi ciddiye alanların g e n e lle m e nin nazariyat va­ disinde bedeli pek pahalı bir işlem old uğ un u aslâ hatırdan çık ar­ mamaları gerekir.

135

k t Ş l

l

K A D ı M

^ımdı kendisine kulak verelim: • Ibn leyıniyve bu eserinde, Ar isto mantığı uzerme oturan İslam felsete ve kelaınınlınl yöntemini köklen eleştiriyor ve bunun vahye uygun olmadığını söylüyordu. • lbn leymıyye nın bu esenle baştan sona yapmaya çalıştığı şey, Ibn Ruşd hariç musluman filozof ve kelameıların ' naklin akılla çalışmasının ınüınkun olduğu ve bunu gidermek için tevilin şart olduğu” tezim çürütmektir Bunlar hem hatalı ve hem de haksız genellemeler. Çünkü Ke­ lâm ve F elsefey i aynı kefeye koym ak haksızlıktır. Üstelik İslâm Kelâmını Aristo Mantığı üzerine oturmakla itham etmek hem ha­ tadır, hem de daha büyük bir haksızlıktır. Kelâm ilmi Gazâlî’den önce Aristo Mantığının üzerine oturmadığı gibi, Mantığın medre­ selerde ok utu lması na yol açan Gazâlî’den sonra da oturmadı. Böyle bir konud a "üzerine o tu rm a k ” tabiri en masum haliyle el­ verişsiz bir genelleme ifadesidir. Kelâmcılarımızın Aristo mantığına ve felsefesine yönelik eleşti­ rilerini, tashih ve tadillerini un utmak hem h ata, hem h a k sız lık olur. Kelâm İlmi nin mesnedi Kitab ve Sünnettir! Allah’ın Kitabını ve Rasulünün Sünnetini müdafaa amacıyla tedvin ve asırlarca ted­ ris edilmiş bir ilmi “vahye uygun değil” diyerek mahkum etmek ta­ rafgirliğin sebep olduğu bir kolaycılığın ürünüdür. İmam Eş’arî, imam Maturidî, imam Gazâlî, imam Fahreddin Razî ve diğer Ke­ lâm âlimleri vahye uygun ( ! ) bir yönteme sahip değildi de bir tek Ibn Teymiyye mi vahye uygun bir yöntemin sahibiydi? Ibn Teymiyye nin ilmini ve gayretini takdir etmeli, lâkin ifrat ve mübalağaya kaçılabilecegi unutulmayıp bir âlimi veya ilmi takdir etmek için di­ ğer ilimleri ve o ilimlerin âlimlerini takbihe yeltenmemeliyiz. Ibn Rüşd gibi Aristo’ya ve felsefesine sadık kalmaya çalışm ak­ la malûm ve meşhu r bir filozofu istisna edip müslüman filozof ve kelâmcıların “naklin akılla çatışm asın ın m üm kün olduğu ve bu­ nu gidermek için tevilin şart old uğ u” tezini çürü tm ek de ne de­ mek ? Ibrı leymiyye’nin anlaşabileceği başka isimler bu lmak bu kadar mı zordu? Hâsılı, bu da diğerleri gibi hatalı ve h a k s ız bir ge­ nellem eden ibarei.

»34

Cj A Z A M Y A ’J

Ih lilâ/, tearu z, tezad , ten aku z, büıün bu terimlerin hakkı veril­ meli ve dikkatle kullanılmalı. Ç alın m a sözcüğü burada bir terim defteri taşımaz ve yanıltıcıdır. A k ılla vahiy arasında değil sadece, vahyin kendisinde bile zahiren tearuz bu lunur ve bu tearuz ilim ­ le (yani tefsir ve teville) giderilir, lbn Rüşd ün kendisi de tevil ehlindendir. Dolayısıyla ihtilâf esasen tevilde değil, tevilin şartların­ da, hatta tatbik tarzındadır. Burada sadece imam Taberi nin veya imam Maturıdı nin t e h i r ­ lerinin adını bile hatırlamak, sanırım, t e v il sö zcüğünün olumlu kullanımlarına atf-ı nazar eylemek bakım ından yeterli olacaktır. Aristo’nun sûri mantığı ve onun üzerine bina edilen kartezyen lelsele, bilgi’ ile varlığın’ arasını ayırdı. Bilm ekle varolm anın ara­ sındaki o n lo lo jik bağ koparıldı

Bu parlak ifadeler gerçekte ne anlam ilade ediyor bilem iyo­ rum; ancak çok ciddi bilgi hataları içerdiği kesin. Ç ü n k ü Kartez­ yen felsefenin üzerine bina edilebileceği en son şey Aristo M a n ­ tığıdır. Daha açık söylemek gerekirse Descartes — tıpkı gizli usta ­ larından Bacon gibi— yaman bir Aristo (Man tığı) karşıtıdır ve bu da analitik geom etrinin mürevvici için gayet tabii karşılanması gereken bir keyfiyettir. Hâsılı, düşünmeyi ciddiye alanların g en e llem e nin nazariyat va­ disinde bedeli pek pahalı bir işlem olduğunu aslâ hatırdan ç ık a r­ mamaları gerekir.

»35

gazeliyât değil, gazâliyât

T^V

üş ünme yola düştüğü andan itibaren kendisini ıç içe geç-

Y J

miş dört kürenin (iki boyutlu olarak tersim edilirse: dört

dairenin) tam da ortasında bulur. Aşılması gereken safhaların ilki h attı, İkincisi lisan î, uç uncusu zih n î, dördün cüsü ayn idir. "Varlığın mertebeleri” ( m e r a tib ’u l-vıicu d) olarak da adlandırı­ lan bu küresel katmanların merkezinde HZ. İNSAN yer alır ve merkezden çevreye adım atıldıkça, varolanların, kâğıt üzerindeki tersim lerinden başlayarak bizzat kendisine, meselâ elm a yazısın­ dan elm a sözcüğüne (hattî varlıktan lisanî varlığa), elm a sözcü­ ğünden elm a kavramına (lisanî varlıktan zihnî varlığa) ve en niha­ yet e lm a kavramından elmanın kendisine (zihnî varlıktan haricî varlığa, varolanların kendisine) doğru derece derece çıkılmış olur. En altta yer alan iki mertebe (vücud-i lisanî ile vücud-i hattî) toplumdan topluma değişebilirken, en üstteki iki mertebe (vücud-i zihn î ile vücud-i aynî) zâtı itibariyle sabittir, değişmez. Dü­ şü nen her insan düşü nm enin yoluna kendi çevreninden, yani ilk m uhitini belirleyen simgelerden ve daha da önemlisi kendi dilin­ den hareketle koyulur. Öyle ya, ateşin zatî özellikleri (kendisi) in­ sandan insana değişmez; ne ise nedir, nesnedir çü nkü. Keza ate­ şin kavramı da zatı itibariyle değişmez; nesnesine mutabık olmak zor un dadır Fakat a teş sözcüğü de, a teş yazısı da toplum dan top­ luma değişir, sabit değildir. Ç ü n k ü dil de, alfabe de vaz’îdir, yani toplumsal uylaşımın bir ürünüdür. 13 6

O A / A I Iy A T

ilimler varlığın bu mertebelerine gore tasnif edilirler Meselâ doga bilimleri (tabiiyat) aynı varlıklardan müteşekkil küreyi; mantık ve matematik (riyaziyat) zihni varlıklardan müteşekkil küreyi; sarf, nahiv, belagat (lisaniyat) ise lisanı varlıklardan m ü te­ şekkil küreyi kendisine mevzu edinir. Hasılı dil, düşü nce ve var­ lık, düşünm en in iyinde dolaştığı çevrenin aşılması gerekli k a t­ manlarını oluşturmakla kalmaz, düşünm e bir kez yola düşm ey e görsün, katedecegi menzillerin so nuna geldiğinde çevrenin k e n ­ disi onu yine kendisinin dışına çıkmaya davet eder Nesnelerin dünyası nasıl aşılabilir? En dıştaki kürenin ardına nasıl ve ne surette adım atılabilir? Dahası — kudem an ın o pek sevdiğim tabiriyle— h a lâ da, m elâ da (boş luk da, doluluk da) b u ­ lunmayan bu zemine kim, nasıl adım atabilir? Bu davete icabet eden yolcunun yoluna devam edebilmesi ba­ kımından mevcut ilimlerin hiçbirinin bir yarar sağlamayacağını söylemem kimseyi şaşırtmasın; zira varolanların bilgisini e d in m e­ nin yolları başka, varlığın, daha açıkçası varlık olarak varlığın b il­ gisini edinmek ise daha başkadır. İlki parçaların, İkincisi bütünün bilgisidir. Parçaların bilgisi bilmeyi (ilim), bü tünün bilgisi ise ta­ nımayı (irfa n ) gerektirir. İslâm ilim ve irfan geleneğine atıfta bulunan herkesin, bu gele­ neğin dili, düşünceyi ve varlığı — hem parçalardan butune, hem de bütünden parçalara doğru hareket etmek suretiyle— adım adım ve sabırla inşa ettiğini bilmesi, dolayısıyla bütün bilinmedikçe parça­ ların, parçalara vâkıf olunmadıkça bütünün bilgisini kavramanın asla müm kün olamayacağını akıldan çıkarmaması gerekir Dil’in nasılını llm-i Belagat, düşünce nin nasılını llm-ı Mantık, varolanların nasılını ve nedenini ise — bugün doga bilimleri d e n i ­ len— llm-i Tabii açıklar. Nitekim klasik medrese tedrisatında sı­ ralama kaba hatlanyla lisan iyat (dil), m a n tık iy a t (d ü şü n ce), tahl­ iyen (fizik), riy a ziy at (m atem atik) ve ilâh iy at (metafizik) surelmdeydi; yani yolculuk dil ve düşünce aracılığıyla insand an, insanın kendisinden başlıyor, doğanın bilgisiyle devam edı\or ve Tanrı da nihayet buluyordu.

137

K l } r

I

KADİM

E bhe rî’nin asırlarca medreselerde lelsefeye giriş amacıyla o k u ­ tulan kitabı H id a\ tt'u l-H ikm f mantıkiyal, labiiyat, ilahiyat şeklin­ de uy bolüm den müteşekkildi Ç ok gariptir ki bir üst düzeye ç ı ­ kıldığında Kazvini nin H ik m et’u l-A ym okutulurdu ve fakat bu ese­ rin sıralaması bir önce ki mertebenin aksine, ilahiyat tan tabiiyat’a dogruvdu. Lâkin her halükârda mantıkiyal, yani ‘Hz. insan’ m er­ kezdeydi; zira Kazeini nin ^emsiyyesi hepsinden ön ce oku nm ak zorundaydı H atlî, lisan ı, zih n î ve ay rıt olm ak üzere iç içe geçmiş dört küre, varolanların bütün mertebelerini tükettiği halde, hakikatin bilgisivle bu kürelerden hangisi adımlanırken karşılaşılacağı bir soru olarak karşımıza çıkıyor Cevabı basit bir soru bu: Hiçbiri! Evet, hakikatin bilgisi tek başına bu kürelerden hiçbirinde kendisiyle karşılaşılabilecek bir surette durmuyor. Hakikat dört kür enin dördü tarafından da kapsanabilecek bir mahiyet taşımı­ yor. Niçin? Ç ü nk ü bütün, kendi parçalarında bulunan bir şey de­ ğildir de ondan. Bütün belki parçalarından hareketle kavranabilir; bu m ü m kü n, ama asla parçalarda ikamet et mek suretiyle bütüne ulaşılamaz! Islâm ilim ve irfan geleneğinin imam Gazâlî sonrasında düşü n­ menin yoluna sadece parçalardan bütüne giden değil, aynı zaman­ da o bü tünün parçalarının da hakkını veren bir hususiyet kazan­ dırdığını söylersem, kimse mübalağa ettiğimi sanmasın da biraz d üşüns ün! Çü nk ü imam Gazâlî isminin önemini, bu topraklarda d üşü nm enin açtığı evleği takip edecek, önü kesilen düşünmenin yeniden yola düşüşü sırasında ona eşlik edecek, düşünmenin bu toprakların ço cukların a gezdirdiği zirveleri yeniden ziyaret etmek isleyecek zihinler için hem de her fırsatla vurgulamak, bize dü­ şünm eyi öğreten kadim ustalarımızın ne söylemeye çalıştıklarını değil sadece, ne söylediklerini anlamak için dahi elzemdir. İm am G a z â lî ismini, sadece yola düşmek için değil, yolda düş­ m em ek için haiırlamalı, yola düştüğümüz, yola düşeceğimiz için değil yola düşersek, bir kere olsun yola düşmeyi başarırsak bir d a­

ı:*8

t. A Z A t I Y A I ha yolda düşmem ek için onun adım un utmamalı, bu büyük d ü ­ şünce ustasının asarının, yazdıklarından ibaret olm ayıp ıhva pro­ jesini kendisinden sonra kemâle erdiren ilim ve irfan mirasımızın da onun eseri sayılması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız İmam Gazali sonrasında taşların nasıl da yerli yerine otu rd u ­ ğunu, Mantık İlmi nin medreselerde tedrisine başlanmasıyla bir­ likte ilimlerin mevzu ve maksadlarının ne denli titizlikle tanım la­ nıp ayrıştığını, bu ayrışmanın ilim ve irfan mirasımıza ne tür im ­ kânlar kazandırdığını ve meselâ Kelâm İlmi nin mevzu ve m aksa ­ dını geliştirip/genişletip müstesna bir mevkıye yerleştiğini göre­ bilmek için sadece e l-lci’nin Mevufeı/ında sergilenen ilim tarifleri­ ne ve bu tariflerin ne kadar ince eleklerden geçirilmek suretiyle elendiklerine bakmak bile yeterlıdir kanaatindeyiz. Malum olduğu üzere ilim dallarının sınırları birbirlerinden cihet-i vah d et itibariyle ayrılırlar; yani her ilim dalı bir diğerinden ya mevzûunun ( ko nu su nun ) veya maksadının (gayesinin ve faidesinin) farklılığı cihetinden müstakil bir ilim dalı hüviyeti ka­ zanır. C ihet-i v ahdet-i z a tiy e bir ilmin mevzûunu, cih et-i v ah d et-i a r a z iy e ise o ilmin maksadını belirler, iki ilmin mevzüları veya maksadları aynı olabilir ve fakat hem mevzüları. hem de maksadları aynı olamaz. Mevzüları aynı olursa maksadları ayrı, maksadları aynı ise mevzuları ayrı olm ak zorundadır; zira aksı takdirde onlar iki ayrı ilim değil, bir ilim addedilirler. Sözgelimi Tefsir 11mi’nin konusu Kelâmullah, maksadı Kelâmullah'ın yorum udur Tefsir Usulü’nün konusu da Kelâmullah’tır ve fakat maksadı Kelâmullah’ı yorumlamak değil, bilâkis m ü m kü n yorumların ilke ve kaidelerini tedkik edip bu yolda asılları tesbit et mektir U suls üz­ lük vusulsüzlük dem ek olduğundan önce usul gelir, sonra hcrhangibir usule istinaden tatbikat. (Ahmed Cevdet Paşa mn oğlu Ali Sedad’ın 1 8 0 0 ’lerin sonlarında isabetle işaret ettiği gibi usulün ön em inin kavranışı Batı Dünyası için yeni bir olgudur.) Keza Kıraat İlmi nin de mevzuu Kelâmullahtır. lâkın maksadı Kur an ı usulüne uygun olarak tilâvettir. Bir hattat Kelâmullah t yazar, bir hafız tilâvet eder, bir müfessir yorumlat, bu visulcu bu yorumların kaidelerini tesbit eder; bir fakih Kelamullah ıan hu ku

k t } 1

I

k A I) ı M

ki isıınbailurda bu lunur; hepsinin de meşgul oklukları ilimlerin m evzuu bir yönüyle aynıdır, kelâmullah'tır, lâkin ınaksadları tarklıdır. İlimlerin tasnifi, yani cihet-i vahdet i zatiyelerinin (m evzuları­ nı n) ve ciheı-i vahdet i araziyelerinin (mak sadlarının) tesbit edi­ lebilmesi iyin evvelemirde butun mevcudatın tasnil; mertebeleri­ nin, sınırlarının, hususiyetlerinin ise tesbit edilmesi lâzımdır. Ç ü n k ü bilgi her halükârda bir şeyin, muayyen bir mevcudun bil­ gisidir; zira bilm ek bir şeyi bilmek demektir. Bu bakımdan bütün mevcudat m ü m k ü n olduğu kadarıyla ve muayyen bir tarzda tas­ nif ve tesbit ed ilebilmeli ki onlara dair bilgileri de tasnif ve tesbit etm ek m ü m k ü n olabilsin. Nitekim kudema ön ce mevcudatı, s o n ­ ra mevcudata dair bilgileri tasnif ve tesbit etmeyi denemiştir. Peki bu tasnif ve tesbit işini hangi ilim yapacak, mevcudatın ve mevcudata dair bilginin sınırlarını hangi ilim tayin edecektir? Hiçbir ilim kendi mevzu ve maksadını tarif edemez; zira h iç­ bir göz kendini göremez. Meselâ Aritmetik’in konusu aded, Geo m e tri’nin kon us u mikdar’dır. Burada sorulması gereken soru şu: M ezkur ilimler neyin, hangi ilmin kon usudur? Meselâ Aritme­ tik aded ’le, G eo m et ri mikdar’la meşgul olurken bu iki ilimle m eş­ gul olacak ilim hangisidir? Nitekim henüz bir asırlık bir geçmişi olan “Matematik Felsefesi” matematiğin değil mebadi ve mesaili­ ni, mevzû ve maksadını bile tayin et mek te akla karayı se çm ek te­ dir. Meselâ ‘Matematiğin temeli nedir? ” sualine gün üm üz mate­ m atik çilerinin “Biz matematiği sadece kullanırız; temelini bulmasak da o lu r” şeklinde verdikleri cevap, en azından m atematikçile­ rin kendi yaptıkları işi tarif etmek teki yetersizliklerini gösteriyor değil midir? Keza Tarih İlmi mâzi’yle, mâzi’deki hâdiselerin tesbit ve iza­ hıyla meşgul olur. Kabaca söylendikde tarihin ve dolayısıyla ta­ rih çinin konusu mâzidir. İyi ama bizatihi Tarih İlmi neyin k on u ­ sudu r? Tarih İlmi bizzat kendisini kendi kon usu haline getireme­ yeceğine göre Tarih llm i’ni konu edinen, onun üstünde başka bir ılırn dalı daha bulunması gerekmez mi?

140

GAZA

YA 1

Modern dönem lerde bu vazile Mantık İlmi ne verilmek isten­ di ve llm-i Mantık M an tık-ı S u n ve M an ıık-ı I a ı b ı k i adıyla — Kant ın deyişiyle d ie jo r m a le L o g ik ve d ie a n g ew an d te L o g ik şe k lin ­ de— ikiye ayrılarak ilkinden d üşü nm enin yasalarını incelemesi İkincisinden ise ilimleri tasnif ve sınırlarını tayin etmesi b e k le n ­ di." Kısa bir süre sonra Manıık-ı Tatbikî, yerini M e th o d o lo g ieye bı­ raktı. Daha sonra metodo loji sorunu Tarih Felsefesi, Hu kuk F e l ­ sefesi, İktisad Felsefesi gibi bilim dallarının insafına terkedildiyse de hepsini bir çatı altında toplayacak genel bir bilime ulaşılama­ dı ki halen bu sorun büyük ölçüde hayatiyetini korumaktadır. Oysa bizim ilim ve irfan geleneğimizde ilimlerin tasnifine da­ ir yapılan çalışmaların tarihi oldukça eskilere gider. Nitekim bu çabalar asıl kıvamını imam Gazali sonrasında bulmuş, varolanlar değil sadece, varolanların bilgisi de açılan bu evleğin bereketiyle tayin, tesbit ve tasnif edilmiştir. imam Gazalî’den sonra ilim ve irfan geleneğimizin, varolanla­ rı ve varolanların bilgisini tasnif ve tayin etmek hususunda ayrım ­ larını ne denli incelttiğini görebilmek maksadıyla Bağdat'ta vukü bulan hicri IV. (miladî X.) yüzyılın en şiddetli tartışmalarından b i ­ rini, Ebu Bişr b. Metıa Yunus (öl. h. 3 2 8 ) ile Sirafî (öl. h. 3 6 8 ) ara­ sındaki Arap Dili ile Yunan Mantığı na dair ünlü münakaşayı ha­ tırlatmakta fayda mülâhaza ediyoruz. Bu tartışma eldeki kayıtlara göre Sirafî nin galibiyetiyle so n u ç ­ lanmış görünse de esasen bu tarihî münakaşa her iki tarafın da gerek Dil’in (Arap Dili’nin), gerekse Mantık ın (Yunan Mantığı­ nın) mevzu ve maksadlarını tayin etmekte yetersiz kalmaları n e ­ deniyle daha ço k c ed e lî bir mahiyet arzeder. Biliyoruz ki en azın ­ dan ne Ebu Bişr b. Meıta yeterince Arap Dili ne, ne de Sirafî y ete­ rince Mantık llm i’ne vâkıf idiler. (Eb u Bişr b. Metta’nın Bağdad Mantık O k ulu’nun Yunanca bilen son üyesi olduğu kabul edilir.) Bu yetersizlik her ikisinin de burhanı değil, cedelî ve zannî delil­ lerle — sonradan anlaşılacağı üzere lüzumsuz yere— birbirlerini ilzam etmelerine yol açmıştı. (Bu mün akaşanın kayıtlarına ver ve-

*

Kritik der r e in e n

V Y m u n /ı,

11/ 99, D a r m s i a d l -1998 141

K I >J I

1

k A D ı M

ren ilk kaynak l bu Hay van et Tevhidi nin el-lrn tâ v e ’F M u ân ese adlı esen d ir ) E bu Bişr b. Metta’nın Um-i Man tık in “dilin/kelâm’ın aletle­ rinden bir alet olduğunu ve m antık bilgisinin kelâmın doğru su ­ nu yanlışından, m ânânın fasidini sahihinden ayıracak ölçüt ( m i ­ zan) o ld u ğ u n u ” söylemesi, Siralî’nin ise tibu Bişr b. Metta’nın bu tarifine karşılık özetle “Şayet hal böyleyse Um-i Mantık öğ renm e­ ye gerek bulunmad ığını; zira Arap Nahvi’nin bu maksadı gerçek ­ leştirmek için zaten yeterli old uğ un u” iddia etmesi ve tartışma­ nın bu yanlış temelden hareketle seyretmesi, aslında her iki tara­ fın da hem savundukları, he m de karşı çıktıkları ilimleri, yani hem Nahiv İlmi ni, hem Mantık Umi’ni birbirinin yerini almak üzere ve m uhte lif şekillerde tasavvur ve tarif etmelerinden kay­ naklanmıştır. Tekrar edelim ki Sirafî’nin eleştirisi, Ebu Bişr b. Metta’nın ha­ talı tarifine dayandığından haklılık taşımakla birlikte bu rhan ı de­ ğil, c e d e li bir mahiyet arzeder. Çü nk ü Sirafî, vücud-i lisan merte­ besinde Mantık ilmi ne pay vermemekte haklı, lâkin vücud-i zih­ nî mertebesinde karşılık gösteremediği için çaresizdir. Aristo M an tıgı’nın şerhlerini tedris eden Bağdat Mantık O k ulu’nun — Fârâbî müstesn a— hıristiyanlar tarafından temsil edildiği ve bu o k u lu n Mantık Umi’ni dil temelinde inşâ ve tedris ettiği hatırlana­ cak olursa, bu karm aşanın halli için Gazâlî sonrasında zuhur eden kılı kırk yaran çabaları be klem ek gerekecektir. Gazali ön cesinde vuku bulan bu tartışmaya açıklık getirmek üzere kalemine sarılanlardan, Bagdad O k ulu’na mensup başka bir A ristoteles şa rih in in ,

Ebu

Zekeriyya Yahya b. Adî’nin

(öl.

365/975) yazdıklarına bak m ak ve Mantık İlmi (el-M antık ’ul-Felsefi) ile Nahiv İlmi (en-N ah v’ul-Arabî) arasındaki fasılları açıkla­ mak maksadıyla bu iki ilmi nasıl tarif ettiğini görm ek, hem dilin, he m de d ü şü nce’nin yasalarının müslümanların elinde sonraları nasıl da ayrıştığını anlam amıza yardımcı olacaktır. İbn Adı nın — Dr. Sehban Halifât tarafından neşredilen— Makalât ında yer alan le b y t n ’u l-F asI b ey n e S ın a a le y ’il-M a n lık ’il-F else-

142

(j A / A 1 I YA 1 j î v e’n -N a h v ’il-A rabt adlı makalenin yazılıp amacı, m ezkur m ü n a ­ kaşadan hareketle Nahv i Arabi ile Mantık-ı Arabi’nin sınırlarını tayin edip her iki ilmi de tanımlamak tan ibarettir. lbn Adî, şayet bu iki sanatın daha önce tanımları yapılmışsa bu tanımları tahlil et mek ; yok yapılmamışsa bu sanatların ta n ım ­ larını yapmak gerektiğini iddia edip her iki sanatın tanımını da bizzat kendisi vermeye çalışmıştır O na göre Nahiv Sanatı ile Mantık Sanatı sırf sanat’ olm ak itibariyle cinste müşterek old u k ­ larından yapılacak iş bu iki sanatı birbirinden ayıracak fasılları (ayrımları) tayin etmektir. Sanatları birbirinden ayıran fasıllar, o sanatların mevzu ve maksadlarıdır. Dolayısıyla ön celikle her iki sanatın mevzu ve maksadlarının (ko nu ve am açlarının) ne o ld u ­ ğunu tesbit etmek gerekir Her iki sanatın da hem mevzu, hem maksadda birleşmeleri m üm kü n olmadığından (aksi takdirde iki­ sinin bir sanat addedilmesi gerekirdi); ikisinin de ya m evzuları­ nın bir, maksadlarının ayrı, ya maksadlarının bir. mevzularının ayrı veya hem mevzularının, hem maksadlarının ayrı olm asının lâzım geleceği açıktır. Sonuncu şıkkı tercih edip her iki sanatın da mevzu ve m a ksa­ dının ayrı olduğunu söyleyen lbn Adî, Nahiv Sanatı nın k o n u s u ­ nu “anlamlı veya anlamsız lafızlar” ( e lf a z -1 m u tla k a ), maksadını ise “anlamlı olsun olmasın lafızların i'rabını yapmak" (iYüb-ı elj a z -1 m utlaka)', Mantık Sanatı nın k onusunu ise “sadece küllî kav­ ramlara delâlet eden anlamlı lafızlar" ( e lf a z -1 d û lle), maksadını ise “vâkıaya mutabık tarzda kıyaslar tertib etm ek " (telij-i b u rh a n ) şeklinde tanımlamıştır. Bu sı kı(cı) özeti neden yaptığıma gelince, bu nun bir tek seb e­ bi var; o da İmam Gazâlî sonrasında bu zihni karm aşan ın nasıl aşıldığını gösterebilmek. G ör eb ilmek ise sızın ışınız Yahya b. Adî’nin Nahiv Sanatı nı geniş anlamıyla dilbilim o l a ­ rak görmek yerine, sıradan bir sözdizimi bilgisinden ibaret kılma sı şeklindeki yanlışıyla meşgul olmayacağız, zira kendisi Arap Nahvi’nin o dönem dek i sınırlarını hakkıyla tesbit ve tavın etm ek te mazurdur, hem malumatının seviyesinin düşüklüğü itıhanvle

M3

k 1 Ş I-

k A l)

M

mazurdur, he m de seleti Lbu Bişr b Met ıa ’yı ne yapıp yapıp hak ­ lı çık a rm ak hususundaki ısrarından dolayı mazurdur l âkin şarıhi old uğu Aristoteles’in Yunanca tedvin eylediği Mantık Sana­ t ı n ı n — on u bir sanal halme getiren— mevzu ve maksadını tayin etm ek tek i zaafları, İmam Gazâlî öncesiyle sonrasının hususiyetle­ rini takdir etm ek ba kımın dan tartışılmaya değer bir keyfiyet arzet mek ted ir Yahya b. Adî Mantık Sanatı nın mevzuu olarak anlamlı lafızla­ rı (elfaz-ı dâlle) gös termek te ve bu anlamlı lafızları “küllî kavram ­ lara delâlet etmeleri" bakım ın dan sınırlamaktadır. Oysa la fız , ya­ nı dil, hiçb ir surette Mantık İlmi nin kon usu olamaz; muhtemel sakıncaları giderecek şekilde “anlamlı olm a k la ” veya “külli kav­ ramlara (beş tümele) delâlet etm ek le” takyid edilse dahi olamaz! Niçin? Mantık Sanatı nın veya llmi’nin kon us u lafızlar değil de, bizatihi bir yargıyla birlikte bulunsu n bu lunmasın ‘kavramlar’ (m alum at-ı tasavvuriye ve tasdikiye) olduğu için. Nitekim G aza­ li sonrası Mantık kitaplarında Mantık İlmi mevzûu itibariyle, bi­ ri dar, diğeri geniş olm ak üzre iki şekilde tarif edilir: Mantık 11mi'nin konusu ya — cins, nev, fa s ıl gibi— ikinci dereceden tüm el ­ ler ( m a ’k u la l-ı suniye) veya bilinmey en kavram ve yargılara ulaş­ tırması bakım ın dan bilinen kavram ve yargılardır (m a lu m a t -1 ta ­ sa v v u riy e ve ta s d ik iy e ). Her iki halde de ‘lafızlar’ (dil) Mantık’ın kon usu değildir. İlk tarif kudemaya ait iken, Gazâlî sonrasında m uslü m a n mantık çıların geliştirdiği ikinci tarif ise mütea hhirîne aittir. G eç dönem lerde mübtediler için yazılmış bir Mantık kitabın­ dan aktardığımız şu satırlara lütfen bir göz atılsın: M ebahis-i elfazın llm -i M antık’a şiddet-i irtibatından her ne ka­ dar C um hur dan bazısı m ebahis-i elfazı llm -i M antık tan m üsta­ kil bir bab addedip “Ebvab-ı M antık 10’dur” demiş ise de hak olan, m ebahis-i elfaz llm -i M antık’tan m üstakil bab olm ayıp ifa­ de ve istifade, talim ve taallüm üzerine m evkuf olduğundan mebahıs-ı elfaz llm -i M antık’a mukaddim e olmuştur.

Yani her iki halde de lafızlar Mantık llıııi’nin mevzûu olmayıp mukaddim es idir ve öğretim zarureti nedeniyle (pedagojik sebep ­

144

G Al AI I yAT lerle) bu ilmin sahasına girmiştir; dolayısıyla zâti değil, arazidir. Bir ilmin mevzuunu tayin eden cihet ise hiçbir surette arazi ol­ maz; zira mevzu, cihet-i vahdet i zatiye ile tayin edilir. Nitekim bir ilmin, mevzuu itibariyle tanımlanırken h ad d i (d efinitio nj, maksadı itibariyle tanımlanırken ise — maksad cihet-i vahdet-i araziye’den ibaret olduğun dan— resmi (descriptio n) verilir Üste­ lik Mantık İlmi sadece beş tümeli (küllıyât-ı ham s) ve tanımları (kavl i şarih) kendine konu edinmez; ön erm eler ile kıyas da (malumat-ı tasdikiye de) Mantık İlmi nin mevzuu içindedir Hal bö y­ le olunca maksad iki turlu tarif edilmiştir Yahya b. Adî nin de ifa­ de ettiği üzere ya burhan (kıyas) veya m üteahh irinin ifade ettiği üzere “fikri nazarda hatadan korum ak". İkinci tarife nisbetle Mantık İlmi ‘kavramlar’ (tasavvurat) ve ‘yargılar’ (tasdikat) olm ak üzere ön ce ikiye ayrılır. Kavramların mebadii beş tüm el’, m aksa­ dı ‘tanımlar’; yargıların mebadii ön erm eler’, maksadı

kıyastır

Demek oluyor ki bu durumda kıyas, Mantık İlmi nin sadece m a k ­ sadı değil, maksad-ı aksâsı olmakta; beş tümel in bu ilmin mevzüunu sınırlandırmasına haklı olarak izin verilmemektedir. Gazâlî öncesinde yaşamış birçok m an tıkçının Mantık İlmi nin konus unu tayin ederken içine düştükleri zaafa basit bir misal ve­ relim: Aritmetik llm i’nin konusu sayıdır (aded) ve fakat sayıları temsil eden lafızlar değildir. Meselâ üç’ bir lafızdır, ‘3’ ise bir ra ­ kamdır. Oysa sayının örneği ne lafzı olarak üç’tur, ne de hatıl o la ­ rak 3 ’tür; bilâkis her ikisince de kendisine delâlet olu nan kem mî bir kavramdır (ke mmiyet-i munfasıla). Özetle, Yahya b. Adî’nin iddia ettiği gibi Mantık İlmi nin m ev­ zuu “külli kavramlara delâlet eden lafızlar" değil, en azından k e n ­ disine delâlet olunan “küllî kavramlar”dır. Üstelik dikkat edilirse. Gazâlî sonrasında müslüman mantıkçıların geliştirdiği bu ikinci tarif, modern mantık tedkiklerinin seyriyle de uvum içindedir İm am Gazâlî hakkında söylenen “özgür düşuncevi öldürdü, felsefeyi yere yıktı” gibi mesnedsiz iddialara ne yazık ki artık k u ­ laklarımız alışmış durumda. Oysa biraz olsun düşü nm ek gerek mez mi, “Dü şü nm ek demek, kuşkulanm ak dem ektir" divcn ve hayatı boyunca yerleşik yargılara kuşkuyla vaklaşan bu duşu m u .

M5

k l Ş I

1 k A D 1M

nasıl olur da düşünceyi oldurmuş ve bizleri özgürce düşünmek­ ten alıkoymaya çalışmış olabilir? Sizlere âcizâne şunu tavsiye ederim: kendi ilim ve irfan gele­ neğinize lâyık olmak için, İmanı Gazâlî hakkındaki beylik yargı­ lardan biraz olsun kuşkulanın! Yani tnıam'ın yaptığını yapın: Duşunun!

146

ıntıkiyât

hz.ali mantığı

B

irgün bir yahudi, Hz. Ali’ye gelerek dem iş ki: — Yâ Ali! Bana öyle bir sayı söyle ki bu sayı hem 2'ye, hem

3’e, hem 4 ’e, hem 5 ’e, hem 6 ’ya, hem 7 ’ye, hem 8 e, hem 9 a, hem

10 ’a tam olarak bölünebilsin! Hz. Ali, yahudiye “Peki bu sualini cevaplarsam m üslü m an olu r m u su n ?” diye sormuş. Yahudi Hz. Ali'nin bu teklifim kabul ed in ­ ce, Hz. Ali ona şu cevabı vermiş: — Hafta nın günlerini ay ın günleriyle; çık an so nu cu ise sene nin günleriyle çarp! Elde edeceğin sayı, hem 2 ’ye, hem 3 e, hem 4 e, hem 5’e, hem 6 ’ya, hem 7 ’ye, hem 8 ’e, hem 9 a, hem 10 a tam ola ­ rak bölünecektir. Yahudi, hafta nı n gün lerini ( 7 ) , ay'ın günleriyle ( 3 0 ) ; elde ettiği sayıyı ( 2 1 0 ) ise yılın günleriyle ( 3 6 0 ) çarp m ış ve 75 6 0 0 sayısı elde etmiş. So nra bu sayıyı sırasıyla hem 2 ye, hem 3 e, hem 4 e. hem 5'e, hem 6 ya, hem 7’ye, hem 8 ’e. hem 9 ’a, hem 10'a b ö lm ü ş ( 7 5 . 6 0 0 : 2 = 3 7 . 8 0 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 3 = 2 5 . 2 0 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 4 > 1 8 .9 0 0 , 7 5 . 6 0 0 : 5 = 1 5 .1 2 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 6 = 1 2 . 6 0 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 7 « 1 0 . 8 0 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 8 = 9 . 4 5 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 9 = 8 . 4 0 0 ; 7 5 . 6 0 0 : 10 « 7 5 6 0 ) ve ulaştığı bu netice karşısında k elim e-i şeh adet getirerek m ü s l ü ­ man olmuş. Y a z m a b ir M a n tı k risalesinin k e n a r ı n d a kayıtlı b u a n la t ın ı n , g ü n ü m ü z m ü s l ü m a n l a r ı n ı h e y e c a n l a n d ı r a c a k b ir ta ra fın ın b u l u ­ n u p b u l u n m a d ı ğ ı n d a n e m i n d e ğ i l im . F a k a t b ir z a m a n l a r b u r i v a ­ y e ti n , “B en ilm in ş e h r i y i m , Ali d e b u ş e h r i n k a p ısıd ır" h ad i s ıv l c s e m b o l iz e e d ilen d a h a b ü y ü k b ir an la t ın ı n p a r ç a l a r ı n d a n h ır ım

1-49

K 1: Ş 1

1

K A 1) I M

tenkil ettiği ve m üsluman ların her konuda, ama her konuda ilmin kendilerinden öğrenilebileceği merci i h a k ik i olduğu söylemine katkı sağlamış olduğu m uhak kak Büyük bir medeniyetin, zengin bit ilim geleneğinin temsilcile­ ri oldukları bilinciyle hareket eden, bu bilincin kendilerinde tevlıd ettiği üstü nlük hissi sayesinde varlığı ve bilgiyi tanımlayan, varlığın ve bilgi nin hemen her şubesinde sahip oldukları otoritevi değişik düzeylerdeki anlatılarla dile getiren, varolan bütün ilimlerin mucidi, mümessili, üstadı ve piri olarak ya bir peygam­ beri ya da bir sahab'ıyi örnek olarak öne çıkaran müslümanlar, in­ şâ ettikleri söyleme hizmet eden mevcut anlatıların hiçbirinden kuşku duymuyorlar, üstelik fiili durum da zaten böyle bir kuşku­ nun oluşm asına, filizlenmesine müsaade etmiyordu. Fakat askeri ve siyasi durum, İslâm dünyasının aleyhine şekil almaya ve İslâm metafiziğinin belkemiğini teşkil eden K elâm timi ise mevcut askeri ve siyasî yenilgilerle eşzamanlı olarak iknâ gü­ cü nü (varlığı ve bilgiyi İslâm’a dayanmak suretiyle açıklama gü­ c ü n ü ) kaybetmeye başlayınca, İslâm dünyasında kabul gören ilim le r tasn ifi geçerliliğini yitirmekle kalmadı, Kelâm llmi’nin şemsiyesi altında meşruiyetini sürdüren tüm ilimler birer teşbih tanesi gibi öteye beriye dağıldı. Yeni Um-i K elâ m , İçtim ai llm -i K elâm , İçtim aî Usûl-i F ık ıh gibi başlıklar altında İslâmî ilimlerin merkezî tasavvuru zayıflatılıp asırlık term inolojisi terkedilince, üstelik so sy oloji, p s ik o lo ji, a n tro ­ p o lo ji gibi parlak ve fakat nazari bakımdan içi boş moda disiplin­ lerin kılavuzluğunda yürüyen acemi müridler eliyle nazariyâtın çetin meseleleri sulandırılınca, tabiatıyla ilm’in karşısında malumat’ın, âlim karşısında aydın’ın değeri arttı. İslâmî ilimlerin bir bütün olarak öğretildiği medreselerin kapa­ nıp ilmin modern mekteplere havale edilmesi, gazete’yi kitab’ın orıurıe geçirdi; muhataplar da değişmişti çünkü. Bu bakımdan sa­ de olm ak , basit olm ak, anlaşılır olm ak önem sendi, v arlık ve bilgi tasavvuru hem mekteplilerin çabalarıyla, hem de gazete ve m ec­ mualar aracılığıyla vulgarize edildi. “Vulgarize et m e k ”, hem sade-

150

M A N T İK İY Â I

leşiirmek, basitleştirmek, anlaşılır kılmak, he m de bayağılaştır­ mak anlamına geliyordu ve bu deyiş her iki anlam ıyla da g e rçe k ­ leşmişti. İslâm’ın varlık ve bilgi tasavvuru ihyâ edilmediği sürece, müslümanların (varlık ve bilgi tasavvurunun altında yer alan) h u ku k, siyaset ve a h lâ k alanlarında dünyaya söyleyebilecekleri ciddi bir sözün bulunabileceğini sanmıyorum. Dindarların taraf oldukları tartışmaların — sanılanın ak sine— her deiasında karşıtlarının lehine so nuçl anm ası, h u ku k, siyaset ve a h lâ k la ilgili olarak öne sürdükleri önerm el erin he m en hemen ta­ mamının, insan H a k la n ve D em o k ra si başlığı altında yer alabile­ cek beylik yargılardan ibarel kalması ve bu acziyet nedeniyle, par­ lak birkaç söz söylemeyi başaran her konuşm acın ın sözlerinin al­ tına “biz de imza atarız” dem ek d uru muna düşülmesi, esas itiba­ riyle müslümanların v a r lık ve bilgi so ru (n)ları yerine, ön celikle h u ku k, siy aset ve a h lâ k so ru(n )larım ciddiye almak hatasını işle­ melerinden kaynaklanmaktadır. Hâl böyle olu nca, Hz. Ali’nin yılın günlerini 3 6 0 olarak kabul etmesinin bugün için ne önemi olabilir ki?

*5*

gazali mantığı/logica algazalis

B

en daha pek genç iken aksam-ı Hikmet içinde Mantık’ı ve Riyaziyatta erbab-ı Hendese nin tahlilini ve Cebir'i biraz

tahsil etmiş idim. Üç fen veya ilim ki tasavvurumun hayyiz-i hu­

sule gelmesine bazı mertebe hizmeti olmak lazım gelir gibi idi; fa­ kat bunların tedkikine giriştiğimde şurasına dikkat ettim ki Mantık'ın kıyasâtı ve talimât-ı sairesinin ekserisi bir şeyi tahsilden zi­ yade, bilinen şeyleri başkalarına tefhime, belki de — Lull’un fen­ ni gibi— bilinmeyen şeylerden bilâ-muhakeme bahse yarar. Fil­ hakika Mantık pek doğru ve pek iyi birçok ahkam ve kavaidi şa­ mil olmakla beraber içlerine o kadar da muzır veya bi-lüzumları karışmıştır ki bunları onlardan tefrik edebilmek henüz yontul­ maya başlanılmamış bir mermer tomruğundan bir Diana veya Minerva heykeli çıkarmak kadar müşkildir. D e s c a rt e s ’ın (öl. 1 6 5 0 ) g ü n ü m ü z Tü rk iyesin d e kısaca M etod Ü z erin e K o n u şm a la r adıyla tanınan ünlü D iscours de la m ethode ( 1 6 3 7 ) adlı eserin in ilk T ü r k ç e çev irisin d en, yani İbrahim E d h e m ta ra fın dan yapılan 1 8 9 5 tarihli çeviriden ( “Hüsn-i İdare-i Akl ve U l u m d a Taharri-i H akikate Dair Usul Hak kın da N u t u k ”) ak ta rdı­ ğım bu satırlarda bilhassa dikkatinizi ç e k m e k istediğim husus, O r t a ç a ğ d ü şü n cesin in önem li si m alarınd an R aimundus Lullus ( 1 2 3 5 - 1 3 1 6 ) ile ilgili olan şu olu m suzlayıcı ifade: M a n tık ( ...) b elk i de — Lu ll'u n fenn i gib i— b ilin m eyen şeylerden b ilâ -m u h a k em e bahse yarar.

Descartes'ın hem aldığı klâsik eğitim, h em de bu eğitim içinde önemli bir yer işgal ed en Mantık ilmi hakkında çeşitli vesilelerle

»5ü

M A N I I k t YA I daha müsb et kanaatler de serdettıgi bilin m ek le birl ikte D ıscoursun şöhreti o değerlend ir m elerin in biraz geriye itilm e sine ne d en olm uş, öyle ki bir taraftan klâsik M an tık Suri/F o rm el M antık adı altında keskin eleştirilerin hedefi haline gelirken, diğer taraftan “Mantık İlmi" ile “U s u T ü birleştirm e d enem eleri yap ılm ış, hatta bir süreliğine ( X X . yüzyılda Bilim Felsefesi başlığı altınd a m ü s t a ­ kil bir bilim dalı olarak tedvin edilene değin) bu telif d e n e m e l e ­ rinde muvaffak dahi olunm uştur. Nitekim M ethodologien in ( M a n tık-ı Tatb ikî’nin) bize Kartezy anizm in (daha doğru bir deyişle: Fransız felsefe geleneğinin) bir hediyesi olduğunu sö yle rse k hiç de mübalağa yapmış olmayız. Peki bu arada Lull sanatı (veya fe n n i), Des cartes böyle b u y u r­ du diye ön em in i kay bet miş ve bir kenara mı atılm ış oldu? Hayır! Ne ilginçtir ki tarihin bir cilvesi olarak Descartes'ın hem sıkı bir takipçisi, he m de muh alifi olan A lm an filozofu G o t t f ­ ried W ilh elm Leibniz’in (öl. 1 7 1 6 ) çalışm alarında y enid en hayat bu lup Cebri (M a tem a tik sel) Mantık , Se m b o lik Mantık , M o d e m Mantık, Lojistik, vb. adlarla tanınan bir M an tık anlayış ın ın z u h u ­ runa yol a çtı.’ Bilgisayar ın icadına giden y olun ilk adım ları ndan biri olan ka lkülüs’ün işbu A lm an filozofun marifeti olduğu erb a n ın ca bili­ nir. (Her ne kadar bu icad şerefinin N ew ton a ait olduğu s ö y len il­ mişse de bu meselede epey m ü rek k e p ak ıt ıl dık tan sonra en n ih a ­ yet her iki âlim in birb irinden habersiz ve fakat eşzam anlı olarak kalkü lüs’ü icad ettikleri söylenip taraflar arasındaki çe k işm e g ü ­ ya sona erdirilmiştir.) Bu a çık lam ala rın indî m ülahaz alar olm adığ ını tahk ik e t m e k ve Lull’un M oder n M a n tık ’a katkısın ın ne düzeylerde old u ğ u n u a n ­ lamak b a k ım ın dan A nton Dim itriu’nu n İngilizce k alem e aldığı dört ciltlik History o f Logic ( 1 9 7 7 ) adlı eserinin M a tem atik sel M an tık ’a tahsis ettiği so n cildinin Lull’la başlayıp L eib m r 'l e de *

Halide Edib Adıvarîtı ilk kocası olan ünlü m aıcm aııkeunu Salih / c ki nin bu M anııka Munlıfe-ı ly ı ıf adını verdiğini bu \osile\lc kaydetmek islerim.

153

K E i K-l

KAllıM

vam ettiğini, keza A lman ca’daki en önem li Mantık Tarihi kaynak­ larından B och en sk i’nin Formüle Logikinde ( 1 9 5 6 ) 1 rege’lere ve Russell’lara varan sıranın başında yine Lull’un bulunduğunu ha­ tırlatmakta yarar görüyorum. Logica N ova (Yeni M an tık) yazarı Raimundus Lullus’u durup d uru rk en niyin böylesine ön em seyip sermaye-ı makal eylediğimi merak edebilir, hatta yazımın başlığında yer alan Gazâlî adının b u nca ayıklamayla ne gibi bir alâkasının bulunduğunu düşü neb i­ lirsiniz. Hem en söyleyeyim: Başlıkta yer alan terkib (Logica Algazalis), esasen bir kitap adı olup bu kitabın yazarı Raimundu s Lullus’tur. Dilerseniz, 1 9 6 5 tarihli birin ci eser sonraya kalsın, ben sa­ dece İkincisini yazmakla yetineyim: Raimundus Tulius’ Compendium Logicae Algazelis (Freibu rg, 1 9 6 7 ) C om pendium ne mı dem ek? Hiiıy, sad ece “Ders Kitabı” dem ek!

154

ibn sina mantığı

\ 7

akından tanıdığım bir talebe, birgün, devam etmekte oldu-

X

gu M antık derslerinde hocalarının kendilerine İbn Sina’nın

bir eserinin M antıkiyyât kısmını okuttuğunu söylemişti. Derste kıyas türlerinin bulunduğu bölümü okurlarken, bir akılyürüıme (k ıy a s) zincirinin sonucunda o akıl yürütmenin öncüllerinin des­ teklemediği bir yargıyla karşılaşmışlar. Fakat hoca öncüllerin e k ­ sik olduğunu farketmemiş. Bizimki uyarmaya çalışmışsa da hoca ­ sı onu susturup derse devam etmiş. Bu talebeyle tesadüfen bir kiıabevinde karşılaştık ve bana bu meseleyi açarak derste okudukları kıyas örneğini birlikte gözden geçirmeyi teklif etti. Ben de mea’l-memnuniye teklifini kabul et­ tim. Gerçekten de itirazında haklıydı; zira ezberinden yazmış ol­ duğu öncülleri tek tek kontrol ettiğimizde, o neticenin bu ö n cü l­ lerden çıkması mümkün olmuyordu. Eksik olan öncülü yerine koyduğumuzda ise sorun çözülüyor, kıyasın mukaddemâtıvla matlubu arasındaki uyumsuzluk ortadan kalkıyordu. Önce ezberinden şüphelendim ise de okudukları metnin aslı­ nı getirince değişen pek birşey olmadı. Bizim talebe, pek tabii ki hocası karşısında haklı çıkmaktan ötürü sevinçliydi. Ancak bu durumda hatanın sahibi, bu hatayı larketmeven Inva değil, fim Sin a’nın kem lisi oluyordu; zira görünürde eksik öncüllerd en h a ­ talı bir sonuç çıkaran oydu. Ben talebeye, bu hatanın oku du kla rı matbu metinden kaynaklanmış olabileceğini hatırlattım, he

155

k t Ş1

l

k A O 1M

m m elimde bu metnin larklı bir neşrinin daha bulunduğunu ve bu neşir İstanbul yazmalarından hareketle hazırlanmış o ld uğ un­ dan -.orun teşkil eden ek sik ön cü lü n bu neşirde bulunabileceği ihtimalinden söz ettim. Bu ihtimalin doğru yıkması halinde, ha­ tanın ya ellerindek i metnin naşirinden veya o naşirin neşrine esas aldığı yazma nü sh adan kay naklandığını kabul et m ek icab edecek ti. Peki ya be nim elimdeki diğer neşirde de aynı ek si k lik (hata) mevcutsa, o zaman ne yapacaktık? Yüzündeki şekil değişmelerin­ den, bizim talebenin bu ihtimali de hesap ettiği hemen belli olu­ yordu. Heyecanla şöyle dedi: Siz bir zahm et kendi elinizdeki nüshayı da kontrol edin. Eğer ay­ nı e k s ik lik onda da varsa, yaşadık demektir. Çünkü hemen İbn Si­ na nın bu hatasını ortaya çıkaran bir makale yazacağım.

Tebessüm et me sırası bana gelmişti; zira Mantık llmi’nde he­ nüz mübtedi olan genç bir talebenin, İslâm Mantık geleneğinin kurucu ustalarından İbn Sina’nın sırtını yere vurmak konusunda bu kadar istekli olması, doğrusunu söylemem gerekirse beni bi­ raz şaşırtmış, biraz da üzmüştü. Sorun, bir hata bulup bulmamak meselesi değildi; bilâkis sorun, genç bir talebenin kendi ilim ge­ leneğine, o geleneğin ustalarım bu kadar kolay devirebileceği zann ına yol açan bir zaviyeden bakmakta oluşuydu. O talebe İbn Sina’yı devirdiği/devirebildiği takdirde, biraz da kendisini devir­ miş olabileceğini anlayamıyordu. " N e yani, e s k ile r hiç mi hata yapm az?! Ne kadar büyük âlim olurlarsa olsunlar eskilerin hatasını bu lm a k m ü m k ü n değil m i­ dir? Niçin özgü n ve özgür düşü nce teşebbüslerine karşı çıkıp, g e çm iş in k ö h n e m iş fikirlerini, onları lâ -y ü s’el ad ded ecek kadar y ü c e lt iy o rs u n u z ? !” türü nden ucuz itirazları şim dide n duyar gi­ biyim. O lsu n, ne yapalım akıntıya karşı kürek ç e k m e k ve derdimizin sanıldığından daha derinlerde olduğun u hiç değilse birkaç kişi­ nin fa rk etm esin e yardımcı olm a k zorundayız. Mesele geçm işi yü­ c eltm ek , maziperestlik yapm ak meselesi değil. Onu yapanlar ya­

156

M A N I

i K I Y Â T

pıyor zaten. Mesele, adam gibi bir duruş sahibi olm ay a ne zaman karar vereceğimiz meselesi; kendi ilim geleneğimize ıtımad e t ­ m edikçe, kendi ustalarımıza hü rm et göste rm ed ikçe istikbale d a­ ir ümitlerimizi hiçbir surette muhafaza ed em ey eceğ im izi anla­ m ak meselesi. Her neyse, bu arada hikâyenin sonu nu merak etmiş olabilirsi­ niz; onu da tamamlayayım: Elimdeki diğer nüshada, o sorun ç ı ­ karan ön cül e k s ik değildi.

157

isagoci mantığı

A şık mcışuku rüyet zamanında vech-i âşıkta zuhur eden kırrnıX 1. zdık aşk üzennc delâlet eder. (Şerh-i isagoci) Mustafa Sabri Efendi... 18 69 , Tokat doğumlu... Kendisi Sultan 11.

A bdûlham id’in kütüphaneciliğini yapmış... Uzun yıllar Huzur

Dersleri ne ‘m uh ata b’ olarak katılmış... 11. Meşrûtiyet’in ilânından sonra mem lek et i Tokat’tan mebûs seçilmiş... Cemiyet-i llmiyye’nin neşrettiği B eyan 'u l-H ak m ecmuasın ın başyazarı... 11. Abdülham id’in istibdadına son verdikleri için İttihatçılara ve O r ­ du'ya te şe kkür yazıları yazmış ama daha sonra o da muhalifler arasına katılmış... Hürriyet ve İtilâf Fırkası iktidara gelince, 191 9 yılında (ve daha sonra ikinci kez 19 2 0 yılında) Damat Ferit Paşa Kabinesi nde Şeyhülislâm olmuş... Bu arada Sadaret vekilliği yap­ mış... İkinci kez geldiği Şeyhülislâmlık makam ından istifa ederek ayrılmış... Cu m h uriy et idaresince ‘istenmeyen kişiler’ listesine dahil edi­ len ve ö m rü nü n önem li bir kısmını yurtdışında geçirip 12 Mart 1 9 5 4 ’de Kahire’de vefat eden Mustafa Sabri Efendi’nin Hâşim Nâhid I rbil in lu r k iy â İçin N ecat ve Vtilâ Yolları (İstanbul, 13 31 ) ad­ lı eserine yazdığı eleştiri ve bunu n üzerine aralarında cerayan eden kalem münakaşaları meşkûrdur. Nitekim Mustafa Sabri Efendi, bir kısm ını S eb ilü rreşad 'd a ( 1 3 3 5 ’de) tefrika ettiği eleştiri­ lerini, daha sonra Dini M u ced d id ler (İstanbul, 1338) adıyla kitap-

158

MA N 7 I K I V A 7

taştırmış ve bu kitap aleyhinde matbuatta çeşitli eleştiriler yay ım ­ lanmıştır. İşte şimdi size, bu kitapta yer alan ve belki de Mustafa Sabrı Hfendi ile çağdaşları arasındaki giderilemez çelişkinin bazı n e ­ denlerini anlam amız hu susunda bize yardımcı olabilecek kısa bir metin nakledeceğim. Bu metni, dilini sadeleştirmek suretiyle n a k ­ letmek her ne kadar m ü m k ü n idiyse de "her zaler biraz hasar is­ ter” fehvasınca buna cüret et meyecek ve sizlerı tarihin huzûr-ı âl i­ sine çıkmaya davet edeceğim: M ünazırım , inıikadâtım da m üşahede eylediği tâkibât-ı m antıkıyyeyi istihfaf ve istiskal ederek Isagoci M antıki diyordu ve “eski bir m antık” demek istediğini ifade eden şu telmih ile, kitabım ın ge­ rek intişar etm iş ve gerek edecek olan akşam ındaki ıntikadâta c e ­ vap vermiş olduğuna kendi kendini inandırm aya çalışıyordu Bir vakitten beri kendileriyle münazara ettiğim zevat için benim sözlerim i bırakıp M antık’a hucum lüzumunu hissetm ek âdet o l­ duğu cihetle Haşim Bey de müdafaalarını bu vadiye şevketm iş idi. M ünazırlarım ın daima benim le beraber karşılarında M antık i görmeleri nefsim için fevka'l-liyâka bir şereftir. Kendilerine pek acı gelen bu m antık’a Isagoci M antıki deyip geçm ek bilm em ne kadar fayda verir? Dem ek ki “eski m antık” ile “yeni m antıksız­ lık” hâl-i m ücadelede bulunuyor, (sh. 2 0 -2 1 )

Tan zim at’tan g ün üm üze kadar uzanan sü reç içerisinde, y u ­ karıda şikâyet konusu yapılan görüşleri dile getiren farklı m e ti n ­ ler bu lmak m ü m k ü n ; Mantık İlmi ne hü cu m eden ve bu h ü c u m ­ larında da Jsag oci adını he d e f tahtası hâline getiren ins anların metinlerini; ilmihal kitapları dend iğinde M ız r a k lı İlmihali, Tefsir kitapları dendiğinde T ibyan ile Mevdfcibi, Man tık kitapları d e n ­ diğinde ise Isag oci yi diline dolayan ve hafife alan insanların m e ­ tinlerini. Niçin Mantık? Niçin Isagoci? Kendilerine pek acı gelen bu M a n t ık a fsugoci Muntıfcı dovıp geçenlerin amacı ne idi? Neden rahatsız oluyorlar, esasen nevi yıkmaya çalışıyorlardı? Bu tür bir söylem, bize mod ernlerin bir hediyesi

159

k EŞF-

k ADi M

VE şim di bu söyleme, M an tık ’ı "sağlam bilgi nin olçu su " kabul etmiş, bu ilmi yeniden inşâ, itm am ve ikmâl etmiş olan insanların torunları tarafından sahipleniliyor; hem Aristo M antığı, Isagoci Mantığı. K lâ s ik Mantık, Surî/Formel M an tık gibi neyin karşılığı ol­ duğu bile bilinm ey en belli-belirsiz nitelemelerle; hem de bilm e­ dikleri. anlamadıkları, anlayamadıkları şeylere sövüp saymayı marifet sanan nesiller tarafından. Hüccetimiz İmam Gazali ünlü eseri Mustasjânm girişinde “Mantık bilm ey enin ilmine güvenilmez" demişti. VE bu deyiştir ki Islâm düşü ncesin in kendisinden sonra kemâle ermesini sağla­ mış, nazariyâtın zirvelerinde Bâbıâli’nin sokaklarınd an daha rahat bir şekilde dolaşan nice ustanın yetişmesini sağlamıştı. Evet, bu deyiştir ki m üslüman ların ‘dil-düşünce-varlık’ üçgenini m uhkem bir tarzda kurmalarına yardım etmiş, dil’le düşünce, dil’le varlık, d üşü nce yle varlık arasındaki ilişkileri, bugün bizim seyretmeye bile güç yetiremediğimiz seviyelerde ele almışlardı. Şimdi yeniden hafızalarımızı tazelemeli ve tarihe, tarihimize geri dönmeliyiz; lâf u güzâfı bırakıp terkettigimiz o âsâra yeniden sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Ç ü nk ü bu toprakların ço cukların ın, bu toprakların sahiplerine ihanet etmeye hak lan yoktur. Gaflet belki m ü m k ü n ve câiz, ihanet ise asla! Bu arada size bir tavsiye: Sakın kimseye “sahip olmadığınız şeyleri terkettiğinizi” söyle­ mek gafletinde bu lunmayın ; yoksa size bunu nasıl yapabildiğini­ zi sorarlar.

160

tanzimat mantığı

atı dillerinden T ü r k ç e ’ye ilk M antık kitabın ın yak laşık bırbu çu k asır ön ce, 1 2 77 / 1 8 6 1 ’de çevrilip İs ta nbul’da neşredildigi kabul edilir ki bu eserin 1 8 7 2 ’de ikinci baskısı da yapılmıştır. M iftah ’ul-Fünûn adıyla neşredilen bu kitabın İtalyan âlim Pasquale Galluppi’ye ait olduğu m uhakkak olmakla birlikte kitabın üzerinde adı yazmadığından mütercimi m eçhu l addedilmiştir. Gerçi 1 9 2 8 ’de, yani kitabın ilk yayım tarihinden yarım asrı aşkın bir müddet geçtikten sonra Mehmed Ali Aynî tarafından m üterci­ min Ç am iş O han n es adında bir Ermeni olduğu kayda geçmişse de bu bilginin kaynağı dogrulanamadıgından bazı araştırmacılar M iftah ’ul-Fünûn mütercimini m eçhu l olmakla tavsife devam et ­ mişlerdir. Meselâ Necati Ö n er şöyle der: M ehmed Ali Aynî Türk M an tıkçıların d a eserin m ütercim i olarak O hanne s ism ini zikrediyor. M. Ali Aynî bu adı nereden lesbit etti­ ğini bildirmediği ve eserin her iki baskısında da bu ada tesadüf edilmediği için biz bu ismi kullanm ayıp herhangibir yanlışlığa meydan verm em ek am acıyla yalnız mütercim tabirini ku llan n uv ı uygun bulduk ‘

*

Tanzimat’tan Sonra Türkiye’de Nim ve .Mantık AnluM>ı, s. 51. Ankaıa. 1967

l6 l

K ı ş t

K A D İ M

Öner, K aynak çasında Galluppi’nin kitabını zikrederken, orada da “mütercimi m eçhu l" kaydını dıışmuşlur. Son tedkıklerden birinde de — yeni bir bilgiye tesadüf edilm e­ miş olduğun dan olsa gerek— Gallu ppi’nin çevirisiyle ilgili olarak şu not düşülmüş: İtalyan M antıkçısı P G allupi'nin T ürkçe'ye MiJ'tah'ul-Funün adıy­ la tercüm e edilen ve 1277 (18bÜ )’da İstanbul’da basılan, fakat mütercimi kesin o la r a k bilinmeyen kitabı herhalde tercüm e-telifuvarlama ilk modern m antık kitabı olmalıdır."

Acaba niçin? Evet, niçin T ü r k ç e ’ye çevrilmeye lâyık görülüp devlet eliyle neşredilen bir Mantık kitabının mütercimi, adını giz­ lem ek zorunda kalmış, iki baskı yapmış olan çevirisinde adı zik­ red ilm em iş olarak kalmıştır? Daha da ilginç olanı, bugüne değin bu sahanın alâkadarların­ ca ne G allu ppi’nin hal lercemesi ve eserleri hakkında bir izahat verilmiş, ne de Çamiş O h an n es’in. Mehmed Ali Aynî’nin verdiği bu bilgi notuna ilimad edilmesi halinde O h ann es’in kim olduğu, niçin İtalyanca’dan veya Fransızca’dan bir Mantık kitabını T ü r k ­ ç e ’ye çevirdiği ya da kendisine böyle bir görevin hangi sebeple ve­ rildiği ledkike m uh taç mesâilden madud olmaz mı? Elbette olur. Fakat kim bu işlerle uğraşacak? Kitabın girişinde Tanzimat devrinin ulemasından hatırı sayılır kişilerin onca takrizinin yer almasına karşın hem Galluppi’nin ve hem de m ütercim inin bugüne değin — hiç değilse standart biyog­ rafik malumat sadedinde— hakellikleri ilgiyi göremem iş olm ala­ rı g erçek len de calib-i dikkattir ve fikir tarihimizin artık alıştığı­ mız ihmalkârlıklarmdandır. M eh med Ali Aynî’nin bu hususla bir değerlendirmesi var. İs­ lerseniz şimdi bu değerlendirmeye bir bakalım: Çam iş O hanııes E fen d in in M i/tah u l-F ü n û n u n d an da bahsedil­ mek lâzımdır. Avrupa lisanlarından ilk tercüm e edilen M antık ki­ tabı budur ve cidden güzeldir. Kitabın başında o zamanın büyük

İsmail Kara, İlir Felsefe Dili Kurm ak, s. 24-25, İstanbul, 2001

162

MANİ I K I Y A1 âlim lerinin takrizleri vardır Fakat garip şey, bu takrizlerin hepsi A rapça Bundan başka hiçbirisi m ütercim in ism im zikretm iyor Bu takrizleri yazan hazretler (...) bir Frm eninin güzel bir m antık kitabı yazm asını galiba çekem em işler

Böyle bir değerlendirmeyi he men ciddiye alırsak hata etmiş oluruz. Bir düşünelim, “Bu takrizleri yazan zatlar" kimler? Hiç kuşkusuz ki kitabın önem in i belirtip mütercimi bu teşeb bü sü n­ den dolayı tebrik edenlerin kendileri! O halde niçin mütercimi çe kem em iş olsunlar? E rm eni olduğu için mi? Bu bir sebep olmaz, çü nk ü o takdirde oturu p kitaba takriz yaz­ mazlardı; üstelik çekem em ezlik içinde olsalardı, kitaba sadece mütercimin değil, kendi ad lannı da yazmazlardı. Fakat garip şey, bu takrizlerin hepsi A rapça

Bu hiç doğru değil. Ç ü n k ü kitabın girişinde dokuz takriz var, üçü Türkçe, hem de m anzum bir surette. Hâsılı, sorun başka bir yerde!

163

m antık: d ü şü n cen in gram eri

I

lm-ı Mantık tahsili, kişiye ölümün ne idügünü kavramak için lâzım değildir; zira herşeyden evvel y a ş a m a hırsı bizzat insan

ak lın ın denetleyebileceği hâlât-ı nefsaniyenin dışında kalır. Bu bakım dan varolmak kaygısının nasıl olup da birdenbire yaşama hırsına dönüştüğünü anlamak ve bir an evvel bu hırstan kurtul­ mak için aklın ötesinde kalan köyü ziyaret etmelidir. Um-i M an­ tık tahsili olsa olsa bize o sınıra kadar eşlik edebilir. Yani aklın sınırları dışında kalan köyü ziyaret edebilmek için bize yardımcı olamayacağı pek âşikâr olduğuna göre, Um-i Mantık’ın insana rehberlik edeceği alan, tabiatıyla aklın sınırlarıyla muk ayyed olm uş oluyor. Bu, llm-i Mantık ’ın sö zk onusu alanın içinde olup bitenleri bi­ ze öğreteb ilecek bir araç olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır! llm-i Mantık — tanımı gereği— neyin ne ol­ duğun u öğretmez, bilâkis neyin ne olduğunu öğrenm ek kon u­ su ndak i çabalarımızı denetleyebilecek kaideleri bize verir. Onun mevzuu kavramlar ve tanımlardan (ta sa v v u ra t), maksadı ise ön er­ m eler ve kıyastan ( ta s d ik a t) ibaret olduğundan, kavramlardan ta­ nımlara, tanımlardan önermelere, ön erm elerd en kıyasa giden ve­ ya aksine kıyastan kavramlara gelen yolun nasıl katedilebileceğini göste rm ek le kalmaz, bu sürecin adım adım denetlenebilm esi­ nin imkânlarını da sunar. Binaenaleyh aklın sınırlarını teftiş et­ meye talip olanların yolu ister istemez M antık ’tan geçer.

164

MA

M I K I YA r

M an tıklı dü şü n m ek başka, bizatihi M an tık ü zerin e d ü şü n m ek daha başkadır; tıpkı bir dili k onuşm anın başka, o dil üzerine k o ­ nuşmanın daha başka olduğu gibi. Sorulan sual hep şu: — Kişi bu ilmi kendi kendine tahsil edebilir mi? Mutlak anlamıyla dahi ilm in (meselâ Fizik, Tıp veya Matematik’inj kişinin kendi kendine tahsil edebileceği bir şey olmadığı idrak edilince, her ilim gibi Mantık İlmi nin de kendi başına ögrenilemeyecegini anlamak zor olmaz. Nitekim gerek bizde, g ere k­ se Batı da önceleri böyle kabul edilmiş ve bu ilim, bidayetinden bu yana bu ilmi tedris edebilecek bir hocan ın mevcudiyeti hesa­ ba katılarak yazılan kitaplar aracılığıyla ögretilegelmişti. Şimdiyse kitaplar, h erkesin a n la y a b ilece ğ i tarzda ve ken di k e n ­ din e öğ ren eb ileceğ i şekilde yazılmaya çalışılıyor ve tabiatıyla M a n ­ tık llmi’nin de bu amaçla yazılmış kitaplardan tahsil edilebileceği sanılıyor. Bu hatalı yola bizde Tanzimat'la birlikte girilmiş ve “herkesin anlayabileceği tarzda gazete ve dergi çıkarm ak veya k i­ taplar yazm ak ” gibi beyhude bir işe girmekle devrin efkâr-ı umumiyesi üzerinde etkili zevat memlekette ilm in derinliğini artırmak yerine sadece — o da zahiren— m alû m atı genişletmeyi bir m ari­ fet addetmişti. Oysa ilm in başka, m alu m atın daha başka şeyler o l ­ duğu siyaset gereği pek nazar-ı itibara alın m am ıştı.’ 1 8 6 1 ’de — Ahmed Cevdet Paşa nın ifadesiyle— lisan-ı F ra nse v îd e n çevrilen bir Mantık kitabının girişinde eserin mütercim i, “ulûm-i muhtelifeyi her müteallim kendi lisanında ok u m ası k ü l ­ li faide ve sühületi müstevcib olup hu susan llm-i Mantık in te­ kellüm olunan lisanın şivesinde tatbik olunm asın da m uh senâl başka olduğuna binaen lisan-ı Türkî'de m es lek -i c ed id üzere bir

*

Televizyon yaygınlaşmaya ve bir süre sonra kanalların savısı arınu\a başladığında piyasa yazarlarının “bilgi çagı'na adım anığımızı, bundan böyle herşeyden haberdar olacağımızı nasıl ballandıra ballandıra anlaı tıklarını hamlayınız Eğer o dönemi hatırlamakla guylük çckıvoiNamz, bu sefer aynı vaveylanın önce bilgisayarın, sonra in le m e lin \a\gmlas ması sırasında koparıldığına atf ı nazar etmekle işe hjşlavmız

'&5

K£Şr

KADİM

M an tık tertibiyle i n t i ş a r r n d a n lâf ayıp bakınız so nunda sözü ne­ reye getiriyor: ve ism ine dahi M ifıah'ul-bûnûn tesmiye ve levsim kılındı; ve sebk u rabıında te z y in a tı inşâıyeden bulun bulun sarl-ı nazarla herkesin anlayabileceği ve belki isteyen kendi kendine bayağı hocasız bile mütalaa ve istifadeye m uktedir olacağı gayet ayık ibare ile kalem e alınm asına.

Halbuki bu kitap bü tün sadeliğine rağmen — o ilmin ehli olan­ lar m üstesn a— esasen “kendi kendine bayağı hocasız bile müta­ laa ve istifadeye m uktedir o lu na b ilecek ” bir eser değildi. Netice itibariyle iki kez basıldı ve ciddi bir çeviri olmasına rağmen ilim ve irfan hayatımızda hatırı sayılır bir tesir bırakamadan unutulup gitti. Oy sa sadece aklın ötesi değil, bu yakası da tek başına gezilemez. Şimdiye değin hiç gezilemedi çü nkü.

166

m a n tı k : fuzuliyât m ı?

A

riflerin n azarı toprağı g ev h er eyler, A rifler n azarın d a to p rak olasım g elir

T ürkiye’de nazarî ilimler konus undaki yetersizliğin sebebi nedir? Niçin bugün bu topraklarda ciddi felsefeciler, ciddi kelâmcdar yetişmiyor? Neden artık usûl ilim lerinin ustaları yok aramızda? Bırakalım gençleri, koca koca adamlar niçin h ik m et’i Sofi nin Dünyasında, irfanı Simyacıda, hak ve hakikati Siyaset Meydanın­ da aramayı bir marifet sanıyorlar? Felsefeciler değil f e ls e fe ta rih çileri, kelâmcılar değil k e lâ m ta ­ rih çileri, tefsir usûlcüleri değil tefsirciler, fıkıh usûlcüleri d e ğ i l /1k ıh ç ıla r yetişiyor da hiç durmadan, niçin bu nun aksi olmuyor? Hatırlıyorum, bir zamanlar yayıncılar, çeviri eserlerin sayısın­ dan ve t e lif kitapların olmadığından şikâyet ederlerdi. Şimdi ıyikötü telifler ortaya çıkmaya başladı. Yüzlerce doktora çalışması yapıldı, hatta t e lif diye, k ita p diye bunların bir kısm ı da basıldı. Peki ne oldu? Sevinebilecek, geçmişe nisbetle daha iyi o ld u ğ u ­ muzu söyleyebilecek bir durumda mıyız? Sa nm ıy oru m; zira s e ­ vinm ek , iyi durumda olan insanların değil, umut sahibi insanla­ rın harcıdır! Biz ise iyi durumda bile deliliz. “Doktora çalışm ası” diye su nu lan eserlere ya da basılan kitap­ lara bakınız, bunların en barız hususiveti nedir? C ıddıvetlen mı 167

K t > K

KADI M

veva m uh a kem e tarzları mı ya da meseleleri ele alış seviyeleri mi? Havır' Bunların hiçbiri T ürkiy e’deki akadem ik çalışmalarda (ekserivet itibariyle) bulunmaz

Peki o halde, bu tür eserlerin birer

J o k ı o n ı çalışması olduğun u, eğer üzerlerinde yazmıyorsa nasıl a n ­ layacağız? Elbette dipnotların dan, bir de kaynakçalarından. Hem de d o k ­ tora im tihanına girmeleri muhtem el ho calarının eserlerinden ya­ pılmış gelişigüzel alıntılardan ya da selüloz kıymetindeki ilgili il­ gisiz, gerekli gereksiz bir sürü kitaptan. Piyasa yazarlarını saymıyorum. ‘Gazeteci-yazar’, araştırmacıyazar’, araştırmacı-gazeteci’ ve benzeri ünvanları yakalarına takıp ortalarda gezinenlerin nazariyatla, hakayık-ı aliyye ile zaten bir alışverişleri yok, hiç olmadı da zaten. Onlara aydın’ deyin geçin. Ç ü n k ü aydınların İslamcısı, kemalisti, sağcısı, solcusu, dem okra­ tı, modernisti, postmodernisti arasında mahiyete ilişkin bir fark, köklü bir fark yoktur. Bu acım asız gibi görünen tasvirin, zülf-i yâre dokunacağını bi­ liyorum. Fakat nasıl olsa “yârin zülfünü görmediğimiz, gör eme­ d iğim iz” içindir kı dertlerimizi, acılarımızı, sıkıntılarımızı, yeter­ sizliklerimizi dile getir mek ten çek inm iyoru m. Dürüst davran­ maktan, kend imize ayna tutmak tan nasıl çekinebiliriz? O halde tekrar başa dönelim: T ürkiye’de nazari ilimler k on u ­ sund ak i yetersizliğin sebebi nedir? Bence sorulması lâzım gelen esaslı sual budur! Nazarıyât (te ori) vâdisinde gezinm ek, bugün niçin bu kadar güç bir iş haline gelmiş durumda? Niçin felsefe veya hikmet, akıl ve m uh akem e itibarını kaybetti? Niçin ideolojiler beyinlere kolay hü k m ed er hâle geldi? Neden slogan atmak, sohbete tercih edili­ yor, neden seviyeli zeminlerde mübahaseler yerine meydanlarda atıp tutmak revaç buluyor?! Sebebi basit. Ç ü nk ü nazariyat vâdisinde yürüyebilecek d u­ rumda değiliz de ondan. Nazariyat vâdisinde yürümek, en azın­ dan nazariyat sahasındaki eserleri okuyup anlayabilecek bir d o­ namını gerektirir

168

M A N T I K i YA I

“Bu donanım ın asgari seviyesi nereden başlar?” diye so ra ca k olursanız şayet, hiç tereddüt etmed en şu cevabı veririm: 'M antık tahsil e t m e k t e n !” Mantık tahsil etmem iş olanların, nazariyat vadisinde, usul va­ disinde değil koşmaları, yürümeleri bile m ü m kü n değildir. Nite­ kim hüccetimiz İmam Gazali, “Mantık bilmeyenin ilmine güve­ nilmez” demiş; bu sözüyle de aslâ ve kat a bir mübalağada b u lu n ­ mamış idi. Gazali sonrası İslâm düşüncesini inşâ ed enler ise, âde­ ta bir Mantık delisiydiler. Onlar bütün ilimlerin mebadiine M an­ tık llmi’ni yerleştirmişler, bu ilmi llm-i Kelâm ın içine almaktan çekinmemişlerdi. Nitekim Kazvinî’nin Ş em siy y e adlı m antık ese­ rini İngilizce’ye çevirip 1 8 5 4 ’de T he L og ic o f T he A rab ia n s adıyla yayımlayan ve bu çeviriyi “İslâm İlimleri ve Terimleri A nsik lope­ disi” şeklinde niteleyebileceğimiz K e şş a f- 1 I s ıılâ h â ı-ı Fünün un b a ­ şına yerleştiren A. Sprenger, “Ş em siy y e seviyesinde llm-i Mantık bilmeden bu kitabın a n la ş ılm a y a c a ğ ın ı" yaptığı işin gerekçesi olarak gösteriyordu. Bu geleneğin mirasçıları ise llm-i Mantık ile alâkadar o l m u ­ yorlar, Mantık kitapları okumuyorlar, Mantık llm i’ni bilmiyorlar, zira alâkadar olu nacak, oku nacak, bilinecek Mantık kitaplarını bulamıyorlar. Bulmayı başaranlar da maalesef bu kitapların dilin­ den, tertib ve düzeninden birşey anlamıyorlar. Acaba neden? Bu sualin cevabını aramayı sürdüreceğiz; üste ­ lik havanın kurşun gibi ağır olm asına rağmen; şiddet şedîd o lm a ­ sına rağmen. Biz hakikate ehlinden daha ziyade kıymet atfediyoruz ve ne yapalım ki biz bu tür J u z u li işlerden hoşlanıyoruz.

mantı k: y o k s u n l u ğ u m u z

O

smanlı’mn son dönem aydınları ve halta âlimleri devlei-i aliyyeyi kurtarmak adına sahip oldukları zihnî birikim ve

zenginlikleri küçümsemekten, hana reddetmekten kaçınmamış­ lar, buna mukabil Avrupa pazarında f i k i r adına tedavüle sokulan degerli-degersiz ne varsa — ulaşabildikleri kadarıyla—

onları

önemseyip öne geçirmeyi ihmal etmemişlerdi. Mehmed Akif mer­ humun devrinin klâsik Arapça’yı çok iyi bilen dört kişiden biri ol­ duğu, hana bu hakikati o bildik büıün levazûuna rağmen bizzaı iliraf eniği halde, kendisinin bu meziyetini neredeyse bir hiç me­ sabesinde görüp sırf gündelik Arapça’yı konuşamadığı için klâsik eğilimi Birgivî A rapçası deyu hafife alması gibi, o dönem münevverânı da mensubu bulundukları ilim ve küllür geleneğinin ken­ dilerine kazandırdığı vasıflarla övünmek yerine, kazandır(a)madıgı vasıfların mahrumiyetiyle dövünüyorlardı. O en çetin Arap­ ça klâsikleri kolaylıkla okumayı mümkün kılan E m sile-Bina-A vam il külliyatı suçlu idi; zira imparatorluğu kurtarmak isleyenlerin hiçbir işine yaramıyordu. Onların işine yarayacak olan meselâ bir Lugat-ı E ran sevi idi. Bir müessese iflas eniğinde, herhalde o müessesenin zaien aklı selimini yitirmiş halde bulunan sahibini çileden çıkaracak yegâ­ ne tavsiye, kendisinden namuslu ve ahlâklı olmaya devam etme­ sini islemek olacaktır. Çünkü cevap hazırdır: — Bugüne kadar namuslu olduk da ne oldu sanki?

170

M A N İ

I K I y

I

Mukadder çöküşe razı olmak enkazın altında kalacaklar için tahammül edilebilir biı şey değildir zira boyleîerı kendilerini d e­ ğil, bilâkis kendilerinden öncekileri mesul tutmayı tercih ederler kı doğrusu pek haksız da sayılmazlar Çokmuş ya da çö km ek te olan bir ilim ve fikir geleneğinin mensupları için de durum b u n ­ dan pek farklı değildir. Savundukları bir işe yaramaz; dolayısıyla silahları değiştirmek, mümkünse düşmanın silahıyla silahlanmak en iyisidir. Bu psikozun tesirine giren kimseler, hemen siyasî hatta ticari çöküntü ile zihnî, fikri, dinî duruş arasında paralellik kurmaya çalışırlar. Yenilgi olumsuzdur; zira sonuçları katlanılabilir gibi de­ ğildir. (Koca imparatorluğun parça parça olmasına hangi yürek dayanabilir, hâkim bir milletin mahkumiyetine hangi vicdan kat­ lanabilirdi?) Galipleri taklid etmek, onların sahip olduklarına sahip olmak ve tabiatıyla asırlardan beri sahibi bulunulan ne varsa hepsinden — yenilginin gerekçesini teşkil ettikleri iddiasıyla— kurtulmaya çalışmak, bu hengâmede bulunan tek çözüm gibidir. Ne ilginç de­ ğil mi, Almanlar 1. Dünya Harbinde de, II. Dünya Harbinde de hâk ile yeksan oldukları halde tam da bu yenilgiler sırasında d ü n ­ yanın en büyük filozoflarına ve en köklü felsefî yorumlarına sa­ hip olduklarından bir an bile kuşkulanmadıkları halde, bizim ki­ lerin aklına futbol maçında yenilseler bile “Biz zaten adam o l m a ­ yız” demekten başka birşey gelmiyor, gelemiyor. Hasılı, sonuç iğrenilesi bir aşağılık kom pleksine tutulmak ve bir daha kurtulamamak oldu. Ne yazık ki başımıza gelen açıkçası budur! Kendi ilim ve fıkır geleneğinin düşünürlerini şapşallıkla, hırsızlıkla, cahillikle su çla­ yan, fakat buna mukabil kendilerini bir şey iken, hiçbir şev kıl ­ maya azmetmiş olanları başüstünde tutan utanılası öğretim g ö ­ revlileri. Bugün Batı üniversitelerinde Grekçe ve l_atincc bilmev enleı felsefe bölümlerinin koridorlarında bile dolaşamazken. bizimki ler Arapça, Farsça ve Osmanlıca'va vâkıf olm aca çalışacaklarına,

171

I KADİ M

hatta bövlesi bir vukufiyetin her halükârda bir iftihar vesilesi ola­ cağını düşü neceklerine, F O N O İngilizcesiyle fiyaka yapmaya ç a ­ lışıyorlar. Hiç mübalağa etmed en söylüyorum: Bugün herhangıbir İlahiyat Fakültesine girecek olan adaylar arasında Japonca ve Ç in ­ ce bilenler, Arapça veya Farsça bilenlerden daha avantajlı bir du­ ru mdadırlar ve bu hâl traji-kom ik bir zihin sefaletine delâletten gayrı bir mânâ taşımamaktadır. Oysa ne tuhaf değil mi, İbn Sina hakkın da hazırlanan devasa bir kitabın M an tık kısmını bu ülkede Başbakan lık yapmış bir zat, Şe mseddin Günaltay kaleme almıştı. Yıllarca liselerde ok utu lan bir M an tık kitabının yazarı ise yine Maarif Vekili Hasan-Ali Yücel idi. Yarım asır sonra, bugün, değil öğrenciler, Mantık Kürsüsünü işgal ed en hocalar dahi seleflerinin yazdıklarını anlayamıyor ve "Sokra t ölü m lü d ü r” ile “Sokrat ölüdür” ifadelerini birbirlerine karıştırıyorlar. Mübalağa ettiğimden şü phelenenler varsa lütfen za hm et edip tez a d ile ten a k u z arasındaki farkı yakınlarına so rsun­ lar, sormaya üşenirlerse bari kendileri cevap vermeyi denesinler. İnanınız, ben aradım ve fakat doğru bir cevap verebileni bula­ madım.

172

m a n tı k : h i k m e t ’e ilk a d ı m

K

udema, Hikmet’i elde etmek arzusunda olanların evvela akıllarında je ta n e t, fikirlerinde is (ik a m et bu lunmasını şart

koşar, ayrıca bu ilmin taliplerinin (ecrid-i a k l, tem y iz-i zihn , tasfiy e-i Jih r, (ed k ik -i n a z a r etmiş olm alarını da beklerler imiş... “E sk i­ ler hikmet-i nazariye’nin tahsilinde, sağ beyinlerini değil, sol b e­ yinlerini kullanan talebeleri tercih ed erlerm iş” deseydim, acaba o zaman maksad yine hâsıl olur muydu em in değilim! Musa Kâzım Efendi’nin bir asır evvel, kud em a'nın usul-i ta­ limleri ile m üteahhirîn’in uslub-i talimleri arasında varolduğunu söylediği azim farklardan biri de şudur: Hukema-yı M ütekaddim în talebeye evvela zihnin m alûm attan m eçhulâta [bilinenden bilinm eyenel nasıl intikal eyleyeceği vc bir matluba vuslat için aklın ne yolda hareket etm esi lazım gele­ ceğini bildiren Fcnn-i M antıki talim ve tedris ettikten ve işte bu suretle onların zihinlerini m uhakem aı-ı akliyeye gereği gibi a lış­ tırdıktan sonra onları Ilm-i Hikmeti tahsile şurû ettirdikleri [b aş­ lattıkları] için, talebe o fenni tahsil esnasında esbab-ı hâdisat vc esrar-ı hilkate vâkıf oldukça kendilerinde tahiiyyu’z-zuhur olan evham ve hayalâtı derhal berâhin-i akliye ile defederek itıkadaı-ı m ezhebiye ve ahlâk-ı diniyelerine halel getirm ezler idi.

Malûmdur ki tek başına istidad (yetenek ) kâfi değildir, bir de o is’tidadm terbiye edilmesi, eğitilmesi icab eder. Bu nedenledir kı erbab-t hikmet, yetenekli buldukları talebeyi ders halkalarına alırlar ama o talebenin — gerekli temel bilgileri ed inmed ikçe

173

K 1 •) I

I

KADİM

H ik m et vadisine g irm e sin e izin vermezlerdi. Herhangibir ilme, b a h u s u s Hikm et i N azar iye’ye (l el sele’ye) talip olan bir k im s e­ nin . ilk öğ reneceğ i ilinin llm -ı M an tık olm ası işte bu sebepledir; vanı ta le b enin Hikm et vadisine g irebilm esi iyin sadece yeteneği değil, y e te r liliğ i de o lm a k ıcab eder. Aksi takdirde kullı ile cü^i, m a d d e ile suret gibi kav ram lar arasındaki basit ayrımları dahi ya­ pamaz, telsel en in k arm a şık meseleleri arasında bo ğulup hem k en d isin in hem de başkala rın ın aldanm asın a neden olur. Hâl-i hazır sefaletin en temel so run ların da n biri de bu ilmin, sadece ül­ k em iz d e değil, h e m en he m e n bü tün dünyada ihmal ve hatta S em ­ b o lik M an tık adı altında talırib ediliyor olm asındandır. itiraz et mey i d ü şü necek ler, sttyı ile r a k a m arasındaki larkı izah e tm ek le söze başlasınlar lütfen! Biz de bu arada yine Musa Kâzım E f e n d i y e kulak verm ey i sürdürelim: H ukem a-yı M üteahhirîn ise o m izan'u l-ulûm ’a |bütün ilim lerin ölyüsü olan M an tık’ai o kadar eh em m iyet verm eyip talebe henüz "Birşeyi h akikatiyle bilm ek veya araziyât ve alâm âııyla tasavvur eylem ek nasıldır? Bir dâvayı isbat için serded ilecek delil ne yolda tertib edilm elidir, ne gibi şartları câm i o lm alıd ır?”; buralarını gü ­ zelce bilm ed en ve binaenaleyh m uhakem ât-ı akliyeye iyice alış­ m adan on ları ta h sil-i H ikm et ve T a b iiy y ata m übaşeret ettiregeld ik lerin d en , talebe o m esâil-i âliye ile uğraştıkları sırada âlât-ı len n iy e'n in d elâlet ve m uavenetiyle hiss u idrak eyledikleri hakâyık ve esrarı yalnız tabiata yahut m adde ve kuvvete isnad etm eye m ecb u r o lm u şlar ve on dan öteye b ir hutve bile atm aya lüzûm da­ hi görm em işlerdir.

B ütün bu a çık lam ala rdan da anlaşılacağı üzere, sadece Hikmet'i ka y betm e m iz in değil, H ik m e t’e vâsıl olm a k im kânlarından da u za k laşm am ız ın temel neden i, sanıldığı gibi hu kem a-yı hakikiye d en (bilgelerde n ) değil, erb ab-ı H ik m et’ten (bilginle rden) de m ahru m iy etim izdir. Ç ü n k ü bilginlerin olm adığı yerde, bilgeler o lm az , üs te lik ortalığı bilgiçler kaplar. Bilgin olm a k içinse y e te n e k yetm ez, y e t e r lilik de gerek ir; yeterlilik ise hiç k uşkusu z talim ve terbiye işidir Nasıl kı D ilbilgisi dil’in gra m eri ise, M an tık da d ü şü n c e ’nin g ra m e rid ir Nitekim bir d ili k o n u ş m a k için belki dilbilgisi öğren-

174

MA N T I K I YA r m ek gere km ez ve fakat o d il üzerine k o n u ş m a k için dilbilgisi e ğ i­ timi almak şarttır Bin aen aley h insanoğlu M an tık İlmi m b i l m e ­ den de m antıklı düşünü r, ancak Mantık in ken disi ( k ü llile r ) ü ze­ rine d ü şü neb ilm esi için bu ilmin eğitim ini alması gerek ir N ite­ kim İm am Gazali bu gerekçe lerle İslâmî ilim lerin tem eline M anl ık ’ı yerleştirm iş ve bö ylelikle m edeniy etim iz n a z a r iy a t sa h a s ın ­ da insanlığın asla erişe mey eceğ i bir m ert ebeye çık m ıştı “M an tık bilm eyenin ilmine g ü v en ilm ez ” sö zü de on a aittir! B ugün Hikm et vadisinin en çetin, en ulvi k on u ların ın bile, b ü ­ y ü k deyince aklın a d ev e gelen kifayetsiz m u h teris le rin el inde p e ­ rişan ed ilm esinin bir sebeb i de bu ilm in ihm a lin d e n k a y n a k la n ­ mış, bilginlerin yerini bilgiçler almıştır. U n u tm a m a k gerek ir ki bu t ed en ninin bir diğer se bebi de ah lâ ­ kî düşü klüktür. Ç ü n k ü taliplerin b ilg i sa h ib i o lm aların a ö n e m ve­ rildiği kadar a h l â k sa h ib i olm alarına ö n e m verilm em ek ted ir. B ence k u d em a ’nın usul-i ta lim le ri ile m ü ıe a h h i r în ’in uslub-i t a ­ lim leri arasındaki en az ım fark da b u nd a n ibarettir.

»75

m a n tık var, m a n tık v a r

E

n ilmî, en te kn ik m e tin lerin a rd ın d a bile hiç de ‘ilmi ve t e k ­ n ik ’ s a y ı l a m a y a c a k v u r g u l a r gizlidir. Bu tü r vurgular, hiç

k u ş k u y o k kı o ilm in ilgililerinden z i y a d e, t a rih çile rin , b ilhass a d ü ş ü n c e ta ri h ç i l e ri n i n k o n u s u d u r . Bu v u rg u ların a n la m ın ı k a v r a ­ y a b i l m e k için o ilimle m e ş g u l o l m a k y e t m e z , m e t n i n üretildiği d ö n e m i , o d ö n e m i n belli başlı o la y ların ı ve d o lay ıs ıy la y a z a rın p sik o lo j is in i b e lirle y e n e t k e n le r i d e b il m e k gere kir. S a n a t ese rleri v e y a e d e b i y a t m e t i n l e r i i n c e l e n i r k e n , değ il s a n a t ç ı n ı n ç e v r e s in e v e y a ç o c u k l u ğ u n a , m ü m k ü n o l d u ğ u k a d a r z i h n in in d e r i n l ik l e r i ­ ne bile i n m e k g e r e k ti ğ i n i s ö y l e y e n l e r h iç d e a z değ ildir. A n c a k b i­ l im s e l m e t i n l e r s ö z k o n u s u o l u n c a , y a n s ız l ığ ı n s a h t e pa rla klığ ı n e ­ d e n i y l e b u a y r ı n t ı l a r p e k k i m s e n i n d ik k a t in i ç e k m e z . O y s a m e t i n m e t i n d i r ve t ü r ü , h iç a m a h iç ö n e m l i değildir.

XIX. yüzyılın son çeyreğinde (1295) yazılmış bir Psikoloji k i­ tabında bakınız yazar ‘hayal’ bahsinde kendini alamayıp nasıl bir misal veriyor: Müsellemdir ki hayal, fezail-i ahlâk cihetinden mader-i şecaattir. Lâkin envar-ı akıldan müstefid olm azsa yetiştirdiği kah ram anlar Ç erk eş H aşan gibi cellâd ı bî-insaf kesilir. Elhâsıl hayal’in faideleri ç o k ise, mazarratı da az değildir, (s. 3 0 - 3 1 )

Daha da ilginç misâller verebilirim. Meselâ Mantık metinleri, bu tu r vurguları gerektirmeyecek denli teknik ve yansız gibi gö­ rü n ü rle r ki doğrusu ilk bakışta böyledirler. Lâkin biraz saıırarala-

176

MA N I t K I ¥ A 1 rina ininc e, müellifin lavrı, edası ve psik o lo ji s i h e m e n k e n d im belli eder. Alımed Cevdet P a ş a n ı n fol. 1 8 9 5 ) M iy a r - 1 S c d a d d a verdiği şu misâli dikkatle ok u y alı m , bakalım ne göreceğ iz? Kaziye-i mühmele kaziye-i cüziye’ hükmündedir, yani birinin sa­ dık olduğu yerde diğeri dahi sadık olur ve ulum ve fununda ka­ ziye-i mühmele kaziye-i cüziye makamında kullanılır Fakat muhaverât ve edebiyatta bazen mühmele’nin kaziye-i külliye makamında kullanıldığı vardır Nitekim "Avrupa ahalisi çalışkan­ dır” denilir ve “kâffe-i ahali-i Avrupa” murad olunur Bu misillû kazayâ-yı edebiye’nin külliyeli örf ve âdâıa müsıeniddtr, yoksa mesail i hikemiye gibi berahin-i akliye ile musbeı değildir. Paşamız d e m e k istiyor ki: “Avrupalılar ça lış k an d ır " d em ek . “Bütün Avrupalılar çalışk an d ır” d e m e k değildir; bilâkis bu yargı­ da geçen AvrupalIlarla “Bazı Avrupalılar” kastedilm ektedir. O h a l­ de “Bazı Avrupalılar çalışkan değildir” yargısı da — yargının for­ mu gereği— doğru kabul edilebilir ki kısaca b u n u n a nlam ı, g e n e l­ lem e yapm ak hatalı so nu çlara yol açabilir demek tir. Şimdi de başka bir m üellifin, F ey lesof Rıza Tevfik'in (öl. 1 9 4 9 ) M u fassal K a m u s -1 F e ls e fe s in d e k i a çık lam ala rın a ba kalım : Lisan-ı Mantık’ta so p h ism e = fa lla c ia a c c id en ti s d e l'acciden t nâ­ mıyla meşhur bir safsata vardır ki biz onu "safsata bil-araz’ diye aynen tercüme edebiliriz. Bu da a razdan madud olan bir hal ve keyfiyeti, evsaf-ı zâıiyeden olmak üzere telâkki ederek bu zan üzerine kıyas yapıp yanlış bir netice ile hüküm vermektir İnsan­ lar başkalarını muhakeme ederken çok defa bu hataya düşmek­ ten kurtulamazlar. Bu hatanın en kesir’ul-vukû ve en makduh olanı bir ferdde vâki olan bir kusuru veya bir arıza-i ahlâkıveyı o adamın mensub bulunduğu cemaat veyahut millet efradının cümlesine izafeten tamim ve teşmil etmektir. Rıza Tevfik’in verdiği misâl, Cevd et Paşa nın misâliyle avın Ayrı olan sadece bakışaçısı. Meselâ Avrupa’ya ilk defa seyahat eden bir Şarklının bit \alanlı­ ya, bir yankesiciye tesadüf etmesi ve onun ığfalatına kurban ol­ ması üzerine “Bütün Avrupalılar yalancıdır ve hırsızdır” dıve hü küm eylemesi bu kabilden bir safsatadır; zira hu kıyasın doğru olabilmesi için Avrupa'da herkesin, mahza Avantalı olmak hat s»

177

K t i K

k A L> ı M

yetiyle yalancı olm ası m üsellem bulunm alı, yani bu kabahat ava­ rız ı ahlâkiyeden olm ayıp Avrupalılık şanından bulunm alı ve bü­ tün Avrupalılarda bir vasl-ı m üşterek olm alıdır Halbuki hiç de öyle değildir kezalık görüp görüştüğümüz beş on Avrupalı nın sarı saçlı ve mai gozlu olm asına bakarak 'B u tu n Avrupalılar kum raldır” diye hük­ m edersek aynı salsataya duşmuş oluruz; zira evvela saçın ve gö­ zün rengi m ahıyet-ı ınsamyede dahil olan keyfiyat-ı zâtıyeden de­ ğildir, saniyen kumral olm ak Avrupalılık şanından değildir, sâli­ sen butun Avrupalıları görmediğim iz halde teşınıl-ı hukııı etmek yanlıştır. Ç unku li’l-hakıka kumral olm ayanları da pek çoktur Anlaşılıyor kı bu salsata, nâ-ıneşrû bir surette tam ıın-ı hükııı (generulisurion illegitime) etm ekten ileri gelir ve bir nev istikra hata­ sıdır (erreur J'in d u a io n ).”

Birer nesil arayla — biri medreseli, biri mektepli— iki O sm a n ­ lI’nın g enellem e’ bahsinde kendilerine seçtikleri ör nekler ilginç. " Bütün Avrupalılar çalışkandır” ve “Bütün Avrupalılar yalancı ve hırsızdır.” ilki bir övgüyü g en e llem e (tamim-i hü k üm ) addedip “O kadar da değil” derken, İkincisi bir yergiyi g en ellem e addedip kul­ lanışsız hâle getirmeye çalışmaktadır. Biz gün delik hayat içerisinde hep “genellem ele r” yaparız ve "g e n e lle m e ” yapm ak suretiyle yargılarda bulunuruz; üstelik a k ­ len yanlış, hissen doğru olduğun u bile bile böyle yaparız. Çünkü duygularım ızın kesinliği konusund a eminizdir. Akıl ve mantığı­ mız açık ça yalanlaşa bile kendimizi genellem e yapm aktan al ık o­ yamayız. Unu tm am alı ki insanı asıl düşünceleri değil, duyguları ele ve­ rir. Nedense be nim hâlim bunun tam tersi. Bir kimsenin “biliyor­ m uş gibi” yapm asına kanm ıy orum ama “inamyormuş gibi” yap­ masına ço k kolay kanıyorum, hvet, neden acaba?

178

bir m a n t ı k y a z m a s ı n ı n hikâyesi

B

irden uyanıverdim! O ne büyük gürültüydü öyle? Bütün camlar aşağıya inmişti.

Herşey bir anda oluvermişti ve kırılan camların sö züm on a en ge l­

lediği o şiddetli rüzgarın artık sadece çıldırtıcı sesini, kulakları sa­ ğır eden uğultusunu duymu yordum; rüzgar evimin içindeydi. O nun o kuvvetli nefesini bütün vücudum da hissediyordum ç ü n ­ kü. Buz kesilmiş ve öylece donak alm ıştım , d onm uştu m ; âdeta d e ­ ğil, hakikaten donmuştum. Ne yazı masamın üs tündeki kağıtla­ rın uçuşmasına mâni olabiliyordum, ne de k ütüphanem in ardısıra yerlere devrilmesine. Duvardaki eski hatların çerçeveleri pa­ ramparça olup dağılmış ve fakat sadece duvarda hatların ken dile­ ri kalmıştı. Ne duvarı? Duvar filan da kalmamıştı, hatlar duvar ol­ muştu, duvarlar hat. Tiz bir çığlık, bir sayha idi herşeyi yerinden ed en' Yerinde olan, yerinde kalan hiçbir şey yoktu. Aylardır içinde tek başına yaşadığım, neredeyse hiç dışarıya çıkmadığım, çıkm ay ı da istem e­ diğim odamın boğaza ve oradan da göğe bakan cephesinde b e li­ ren ışık hâlesi artık yerinde yeller esen pencereden içeri doğru s ü ­ zülmeye başlamıştı. Yaklaştıkça büyüyordu, büyüdükçe yaklaşıyordu. Bııvüdu. b ü ­ yüdü ve ışık en nihayet bütün odanın içini doldurdu. Odanı ışıkla dolmuştu, odam ışık olmuştu. Artık hiçbir şevi göremivordum Sanki ben de ışık olmuştum ve zavallı bedenimi de grirenııvordunı

17Q

K l ■> I

l

K A D ı M

D er ken belli belirsiz bir yazı, bir ibare, bir sözcük belirdi kar­ şımda, ışık dem etinin tam da ortasında, incecik, incecik kamışın özenle karaladığı incecik bir yazı Asırlar ön cesinden kalmış bir simge gibi, bir şifre gibi, büyülü bir söz gibi, hayatın bütün sırrı­ nı saklamaya çalışan, saklarken ifşa eden, ifşa edecek gibi olurken saklayan bir kutsal yazı. Arap harfleriyle yazılmıştı

f akat Arapça mıydı? Hayır! Os-

m anlıca ya da T ürkçe miydi? Tam olarak değil! O k u m ay a çalıştım, "Mart

18 70 Aberdan” mı, “Mart

1870

A cerd a n ” mıydı, doğrusu tam anlayamadım. So rmak istedim, so­ racak kimse yoktu. Sözlüklere filan bak m ak istedim, değil etrafta bakaca k sözlük, hiç ama hiçbir şey kalmamıştı. İşık dolmuş, ışık o lm uş bir oda ve ortasında mini m in nacı k bir ibare. Yavaş yavaş sırlı yazının üstü açılmaya başladı, derken de altı. İşığın şiddeti azaldıkça diğer sayfalar da görünmey e başladı. Bak­ tım ki bir defter, eski bir defter duruyor karşımda. İtinayla elime aldım, "Destu r var m ı? ” diyen gözlerle etrafıma bakındım, bir ses çık m ay ın ca yavaş yavaş sayfaları çevirmeye başladım. Kimindi bu defter, kime aitti? Bir isim arıyordum, telifse m ü­ ellifinin, tercümeyse mütercim inin ismini. Yoktu. Ne yazık ki ki­ me ait old uğun a dair hiçbir işaret yoktu. Biraz dikkatlice incele­ yince Fran sız ca ’dan yapılmış bir tercüme intibaını veriyordu. G a­ liba öyleydi de. Fakat dibacesinde geçen isimler hep İngiliz isim­ leriydi. Biraz ok u y unca hemen anlamıştım, bunu n bir Osmanlıca tercüme olduğun da kuş ku yoktu. Aman Allahım, yoksa?! Yoksa, bu o muydu? Hani yıllardır aradığım o sırlı kitap? Yarın “Berlin'den gelen âşıkları” ziyaretine götürmeyi planladığım zâtın, hani sadece adından sözedilen ve fakat arayıp da bu güne kadar onu bulan, gören bir tek talihlinin bile çıkm ad ığı dillere destan terceme-i muazzaması? Soru la r z ihn im d en hızlıca g eçerken birden bütün oda karar­ dı. ışık yok olm uştu . Yine hiçb ir şey görem ez olm uştu m. Derken bir ses duydum gaibd en, tanıdık bir sesti, ve belli belirsiz şöyle diyordu;

180

M A N I

I K I Y A I

Varın kabrimi ziyarete geliyorsunuz madem ben de hediye­ nizi siz gelmeden ön ce size vermek istedim' Bize düşer- ziyaret edenin ziyaretine gitmektir! Ziyaret eden ziyaret edıhr ve hediyesiz ziyaret olmaz. Lambayı yaktım. Herşey yerli yerindeydı. O mukaddes defter ise halâ elimdeydi. Tekrar baktım, imzasız dib acenin altında şö y ­ le yazıyordu: M art 1870, A berdeen . Müellifini bu lmak ise zor değildi artık, lmdad başka yerden gelmişti: A lex a n d er Bain Peki mütercimi? Mütercimi de ertesi sabah ziyaretine gideceğimiz Sahra-yı Cedid de m ukim üstadımızdı. Madem alâmetler tamamlanmış idi, kıyametin kopmam ası için hiçbir neden de kalmamıştı. Okurlarım bilirleri ki benim kıyametlerim küçü k kıy am etler­ dir; kıy am et-i s u ğ ra cinsinden yani. O nedenledir ki kübrasından tefrik için büyük harfle değil, küçü k harfle yazılırlar. B enim daha ön ce kopac ağını söylediğim ve bizzat k o p t u ğ u ­ nu da gör düğü nüz kıyam etlerin ne ler old uğ un u san ır ım h a t ır­ larsınız: Elm alılı Hamdi Yazır'ın K ur’an tefsirinin O s m a n l ıc a ely azmalar ının mevcudiyeti k am u o y u n a ilk kez tarafım dan d u y u ­ rulmuş tu. Kezâ Ahm ed Cevdet Paşa nın bir Kur an t e rc ü m e s i­ nin olduğu ve bu tercü m en in yaz m aların ın ilk kez tarafımdan bu lunduğu da yine bu âcizin duyur duğu kıyam etlerd endi. Bir de türü nü n tek örneği olan Ali Rıza Sağm an ın Tanzim at'tan g ü ­ nü m üze ( 1 8 3 9 ’dan 1 9 5 0 ’ye) İstanbul'u n m eşh u r hafızlarıyla alâkalı biy ografik çalışm ası (tab ak atı) da kopan o n c a kıvametten biriydi. Hoca olsun, talebe veya m uh ib olsun, yola düşen bü tün ilim irfan yolcularını he yecanlandıracak olan, yani bende kopan kıvu metlerin kendilerinde de kopacağından asla şüphe duvmadıgım 181

K I > h I KADI M

a lık lara çığ lık attıracak tuhfe’nin (arm ağanın ) mahiyetini açık la­ m ak isterim: Bilenler bilir, unlu H ak Dini Kurun Dili adlı tefsirin müellifi Elmalılı M u ham m ed Haindi Yazır’ın (ol.

1 042) Fransızca’dan

yaptığı iki çeviri vardır Biri Paul J a n e t-G a b rie l Seailles çifti tarafından yazılan H istoire de lu P h ilo s o p h ie: L es P ro b lem e s et L es L c o les (Paris, 1 8 8 6 ) a d ­ lı felsefe ta rihinin Metalib ve M e z a h ib adıyla 1 0 2 3 ’de yayımlanan çevirisi Diğeri de İngiliz m antıkçı Alexander Bain’in L ogic: D educt iv a n d Induct iv (Aberdeen, 1 8 7 0 ) adlı eserinin M an tık-ı İstintacı ve I s ıık r a i başlıklı — 1. Dünya Harbi sıralarında Fransızcasından ya­ pılmış ama yayım lanmam ış— çevirisi. Bu çevirin in varlığından bizi haberdar eden yine Elmalılı m er­ hum idi. Kendisi Metalib ve Meza hib’in hem girişinde, hem de esere koyduğu haşiyelerde lngilizlerin tarz-ı tasnifi mizacına da uygun geldiğinden

İngiliz feylesoflarından Alexander Bain’in

m ez kur eserini T ü r k ç e ’ye çevirdiğini ve Dar’ul-Hilafe Medresele­ rine bağlı yeni Süleymaniye Medresesi’nde Mantık Müderrisliği yaptığı sırada bu metni öğrencilerine okuttuğunu çeşitli vesileler­ le belirtir. T ercüme tab’ettirilmediginden dolayı maalesef bugüne kadar bu terc ü m enin bir tek nüshasını gören ya da şöyle böyle m uhte ­ vasından söz eden bir tek kişi çıkmamıştır. Peki metrukatı arasın­ da bu lun m a ihtimali var mıydı? Aslında olmalıydı ama 6 kutu ha­ lindeki m etrukatını gözden geçiren bir ilim adamı (Dr. Nazif Öztürk), bu metrukat hakkında yazdığı ön-raporda bu eserin m üs­ veddelerine rastlayamadıgım söylüyor. Geride kalan tedkik edil­ m em iş 10 kutu için ise ümitvar görünüyor. Lâkin bugüne kadar rnusbet bir habere tesadüf etmedim. Sanırım arayan olm adığın­ dandır Malumâliniz bu lm ak için aramak, hiç değilse arayanlara yardımcı o lm a k gerek! Bu kon ud a ilm en mirasçı olanlar bir yana, .ulU'n mirasçı olanların dahi basiretsizliği ve aymazlığı— yaz­ makla tük enecek umur dan değildir!

182

M A N I I K I Y

A

I

Her neyse. Meraklı bekleyiş sona ermiş bulunuyor, ilim â lem i­ ne müjdeyi verebilirim. Bu tercü men in merhu m Elmalılı nın m e ş ­ hur bir talebesi tarafından gayet selis bir surette istinsah edilm iş bir nüshası elimde Hazırlamakta olduğum ve sonlarına da geldiğim T an zim a t tan C u m h u riy eı’e M an tık-B ilim K ü lliy âtı (1 8 6 1 -1 9 2 8 ) adlı eserin, bile­ bildiklerim içerisindeki tek eksiği Elmalılı m erhu m u n adı m alum, kendi meçhul bu efsanevî tercümesin den ibaretti. Şimdi o da ta­ mamlandı hamdolsun! Laf aramızda, telifler ve uyarlamalar bir yana, Çam iş O h a n n es Elendi tercümesiyle P asq u ale G allu p p i, İbrahim Edhem tercü m e­ siyle R ene D escartes, Reşad Nuri tercümesiyle E m ile B o ir a c : Salih Zeki tercümesiyle H P o in ca rt, Babanzâde Ahmed Nairn t ercü m e­ siyle E lie R a b ier gibi isimlerin arasında Elmalıh Hamdı Yazır ter­ cümesiyle A lex a n d er B ain adını görmek ne kadar heyecan verici değil mi? Efendim, sözün özü bu heyecan benimdi, bana aitti; bu küçü k kıyamet de öyle! Artık yaşlanmaya başladığım için olsa gerek, ç ı­ kıp evimin balkon un dan bu füıuhâıı cü mle âleme hay kırmak g ü ­ cü nü bu sefer kendimde bulamadım. Dolayısıyla ayrıca keşfıyâıın safahatını da anlatmaktan vazgeçip sizlerle sadece bu k a d a a ı ğ ı n ı paylaşmak istedim. Bu arada sağolunuz, bir türlü davet etm ekten bıkmıy or ve her fırsatta “Bize geliniz” diyorsunuz. Bakın işte size söz veriyorum: Kend ime gelirsem, m uhakkak size de geleceğim.

183