Karadeniz [2 ed.]
 9754582580

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Genel Yayın: Tarih Dizisi:

488 33

©Türkiye İ ş Bankası K ü ltür Yayınları

Yayına Hazırlayan Mürşit Balabanlılar Kapak Tasarımı Mehmet Ulusel Düzelti A. Tansel Mumcu Sayfa Düzeni Tipograf ( 02 1 2 ) 292 4 1 1 1 Birinci Basım Mayıs 200 1 İkinci Basım Aralık 2002 ISBN 975 -45 8-25 8-0 OTM 1 0303302 Basıınevi Şefik Matbaası (02 1 2 ) 551 55 8 7 İ stanbul '

TÜRKiYE

$BANKASI

Kültür Yayınları

karadeniz Neal Ascherson Çeviren Kudret Emiroğlu

Babama

İçindekiler Teşekkür 9 Giriş 13 Karadeniz 27 Sonsöz 337 Kronoloj i 343 Seçilmiş Bibliyografya 351 Dizin 357

Teşekkür

S ağ veya ölü birçok kişi bu kitabın yazılmasında bana yar­

dımcı oldu. Bu fikir zihnime ilk kez, şimdi farkına vardı­ ğım üzere, on altı yaşımdayken, Mihail Rostovtzeff'in Ka­ radeniz'in geçmişiyle ilgili klasik kitabı, Iranians and Gre­ eks in South Russia'yı [ " Güney Rusya'da İranlılar ve Yu­ nanlılar"] okurken düşmüştü. O sırada Latince ve Yunan­ ca edebiyatı derslerim vardı ve 'klasikçi' olarak adımın çık­ maması benim için önemliydi. Klasik dünyayı greko-romen gibi -veya bir öğrenci olarak zorunlu tutulduğum gibi gre­ ko-romen zihniyetinin Victoria sonrası çağında anlaşıldığı biçimiyle- değil, fakat dışarıdan bilge biri gibi olarak anla­ yabileceğim özel bir pencere bulmaya çalışıyordum. Latin­ ce şiirler yazan bir keşiş veya serbestçe atıyla dolaşıp hiçbir yere yerleşmeyen tehlikeli bir İskit olmak istiyordum. Ne istersem isteyeyim, Rostovtzeff'in kapağını açınca bütün hayal dünyam onun etkisi altına girdi ve o zamandan beri içimden atamadığım biçimde zihnimde yer etti. İçime yerle­ şen duyguların emirlerini yerine getirebilene, Dinyeper ve­ ya Don ırmağının kıyısında bir kral höyüğünün üstüne tır­ manana kadar bir yaşam akıp geçti. Ama ilk emri çıkartan Rostovtzeff'di . Belirli bölümlerde ağırlıkla başvurduğum bazı başka ki­ tapların yazarlarına da borcumu ifade etmek isterim .. Özel­ likle Alan Fisher ( The Crimean Tatars) [ " Kırım Tatarları " ] v e Patricia Herl ihy'nin b u şehrin on dokuzuncu yüzyıl tari­ hi için ana kaynağım olan mükemmel kita bı Odessa: A History [ " O dessa : Bir Tarih "], François Hartog'un The 9

Mirror of Herodotus�· kitabının Fransızca 'dan Janet Lloyd

tarafından yapılan şahane akıcı çevirisi bazı görüşlerime kaynaklık ediyor; Edith Hall 'un Inventing the Barbarians [ " Barbarları Yaratma k " ] kitabı da öyle. Anthony Pag­ drn'in karanlık ve kahince kita bı European Encounters with the New World [ " Avrupa 'nın Yeni Dünyayla Karşı­ laşması " ] kültürler arasında seyahat etmenin anlamını öğ­ renmemde yardımcı oldu . Karadeniz'in ekolojisi hakkında­ ki verilerimin ve görüşlerimin çoğu Laurence Mee ile J . F. Caddy'nin çalışmalarından sağlanmıştır; ikisi de sorgula­ maları sabırla karşılayıp yardımcı oldular. Tom Nairn'in ulusçuluk konusundaki görüşleri bu konuda yazdığım her şey için kılavuzluk etti . İki kişi, yardımları ve destekleri ile herkesten fazla te­ şekkürlerimi hak ediyorlar. Marzena Pogorzaly, Adam Mickiewicz'in O dessa ve Kırım'a yaptığı yolculukların ve eski Polonya aristokrasisini saran tuhaf ideoloj i 'Sarma­ tizm'in kaynakları hakkında ayrıntıl ı ve kusursuz bir araş­ tırma yürüttü . Bana çıkarttığı yığınla not kendi başlarına ilgi çekici bir hazine oluşturuyor ve ona daima şükran du­ yacağım. Birmingham Üniversitesi'nden Profesör Anthony Bryer, beni Ağustos 1 99 1 'de Moskova 'daki 1 8 . D ünya Bi­ zantoloj i Kongresi'ne götürdü ve böylece Kongre'den bir­ kaç gün sonra patlak veren başarısız, fakat sonunda Sov­ yetler Birliği 'nin çöküşüne yol açacak olan darbeye tanık­ lık etmeme olanak sağladı. Bryer, Bizans tarihi ve özellikle Tra bzon Büyük Komnenos İmparatorluğu hakkındaki ola­ ğanüstü bilgisini benimle paylaştı ve bıkkınlık göstermeden bana yol gösterdi, beni yeni görüşler ve kişilerle temasa soktu . Bu konulardaki hatalar ve tuhaf düşünceler bana ait ve umarım bunları affedecektir. lgor Volkov'a da şükran borçl uyum . Rostovna-Donu Üniversit�si Arkeoloj i Bölü­ mü' nden Volkov, bana şehri ve müzeyi gezdirdi, aşağı Don .. François Ha rtog, Herodotos'un Aynası, çev. Emin Ö zcan, D ost Yay., Ankara, 19 97. ç.n. -

10

havzasıyla ilgili özel yazına ulaşmama yardımcı oldu ve gü­ ney Rusya arkeoloj i tarihiyle ilgili daha sonraki sorularıma uzun ve açıklayıcı mektuplarıyla cevap verdi . O l bi a müzesi müdürü Anatoli İliç Kudrenko i l e bölgede kalmama yardımcı olan, program hazırlamamda ve ger­ çekleştirmemde bana yardımcı olup dostluk ve öğütlerini esirgemeyen Tanais müzesi müdürü Valeriy Fedoroviç Çes­ nok'a özellikle teşekkür etmek istiyorum . İrina Toloçko ile Zhenya Malçenko'ya, Yura ve Volodya Guguev'e de se­ lamlar. Ve Odessa'da bana çevirmenlik yapıp şehrini gezdi­ ren İnna Soltys 'e. Londra Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu 'ndan Dr. George Hewitt'e de şükranlarımı bildir­ mek isterim. O nun aracılığı ile Abhazya 'ya girip bölgede incelemeler yapabildim, Odessa'daki Ukrayna Deniz Eko­ loj isi Enstitüsü'ne ulaşabildim. Bradford Üniversitesi 'nden Timothy Taylor da, Sarmatlar ve Traklar hakkındaki soh­ betleriyle bana fazlasıyla zaman ayırdı ve bana kendisinin ve rahmetli Tadeusz Sulimirski 'nin eserlerini ulaştırdı . Son olarak Wolfgang Feurstein'a, beni Kara Ormanlardaki evi­ ne kabul ettiği ve Laz kültürüyle ilgili çalışmaları hakkında benimle çok açık ve duygulu bir konuşma yaptığı için te­ şekkür ediyorum . Z a m a n zaman Independent gazetesi n in gelip giden Moskova muha birlerinin yanına, kendimi tükenmiş, pis ve aç bir biçimde, bazen de çıldırma krizleri içinde atıyordum. Daima iyi kabul gördüm. Peter Pringle ile Eleanor Ran­ doph'un, Andrew ve Martha Higgins'in gösterdikleri ki­ barlığın karşılığı ödenemez. Onlarla geçirdiğim gün ve ge­ celeri daima hatırlayacağım .

11

Giriş İtiraf etmeliyim ki, okumak bana tam bir mutluluk verebilir . . . ve aynı biçimde, parmaklarımın arasın­ dan kum dökerek, rüzgar yanaklarımı serin, nemli elleriyle okşarken bütün varlığımla uzanmakla da mutlu olurum . Sahilde başka kimsenin olmaması memnunluk verici görünüyor ve ta ufka kadar uza­ nan mavimsi burunlar, deniz suyunu fışırdatan ayı topluluğu gibi görünüyor. Gün boyunca, sert otlar kayalıklarda hışırdıyor. Bu ebedi, yumuşak ses, bu sahilde yüzyıllardır kesil­ meden hep duyulan ses, bilgelik ve basitlik sevgisini açığa vuruyor. KONSTANTIN PAUSTOVS KY

Years of Hope [ " Umut Yılları "] Bu [Homerik] zamanda, denizde gemicilik yapıla­ mazdı ve buraya buz gibi fırtınaları ve çevresinde yaşayan kabilelerin vahşiliği, özellikle de ya bancıları kurban eden İskitler nedeniyle 'Aksenos' [yabancı düşmanı] denirdi . . . ama sonraları İonyalılar kıyı­ larda şehirler kurunca 'Eukseinos ' [konuksever] adı verildi. STRAB ON

Coğrafya

* Strabon, Coğrafya-Anadolu (Kitap: XII, XIII, XIV). Çev : Adnan Pek­ man, Arkeoloji ve Sanat Yay., İ stanbul 1987.

13

l 680 yılında bir gün, sabahın erken saatlerinde, Luigi Ferdi­ nando Marsigli adlı genç bir İtalyan, İstanbul açıklarında Boğaz'da demirlemiş bir gemide, aşağıya ağırlık sarkıtıyordu. Bütün denizciler Karadeniz'in Boğazlardan kuvvetli bir akıntıyla batıya doğru aktığını ve Marmara Denizi ile Ça­ nakkale Boğazı'nı geçerek Akdeniz'e ulaştığını bilirler ve daima bilmişlerdir. İÖ üçüncü yüzyılda, Rodoslu Apolloni­ os, İason'la Argonotların teknelerini Boğaz'dan geçirip akıntıya karşı mücadele ederek nasıl doğuya doğru gittikle­ rini, "iki tarafı engebeli kayalıklarla çevrili rüzgarlı bir ge­ çitten, alttan akan güçlü burgacın suları ilerleyen gemiye çarparken " Karadeniz'e kürek çektiklerini anlatır. Şimdi ay­ nı akıntı Marsigli'nin teknesini, demirini zorlayarak uzakta­ ki Akdeniz'e doğru çekiyordu. Marsigli denize attığı ipe aynı aralıklarla beyaz boyalı mantar işaretler bağlamıştı . Önce ipi serbest bıraktı, işaret­ lerin, Karadeniz'den gelen akıntıyla batıya yönelip k ıça doğru sürüklenişini seyretti. Ama sonra, azimle aşağıyı gözlemleyerek, görmeyi umduğunu gördü. Daha derindeki işaretler, aşağıda parıldayarak, ters yön­ de ilerlemeye başlamışlardı . Yavaş yavaş teknenin altından geçecek kadar ilerlediler ve ağır ip, yüzeye yakın yerde batı­ · ya yönelirken, daha derinlerde doğuya dönüp yay şeklini almıştı. Şimdi biliyordu. Boğaz'da iki akıntı vardı, tek de­ ğil . Üstte bir akıntı, bir de daha derinde karşı yönde bir akıntı vardı; Akdeniz'in derinliklerinden Karadeniz'e doğru akıyordu. Marsigli henüz yalnızca yirmi bir yaşındayd ı . Uzun , maceralı v e verimli b i r yaşamı olacaktı. Viyana'da kısa sü­ re Tatarlara esir düşmüş, Habsburg ordusunda, Tuna'da su baylık yapmış ve daha sonra Avrupa'nın ilk oşinografi araştırma merkezini Fransa'nın güneyinde Cassis'de kur­ muştu . Ama daha sonra yaptığı hiçbir iş Boğaz'ın alttan geçen akıntısını keşfetmesi kadar önemli değildi. Bu buluş, yöntem ve etkileriyle yeni deniz biliminin tarihinde bir dö­ nüm noktasıydı. Ayrıca, çevresinde tuhaf insanların yaşadı14

ğı bir kıyı şeridi olarak değil, denizin kendisi olarak, Kara­ deniz araştırmalarının da ilk adımıydı . Hemen bütün keşifler başarılı bir tanıtma öğesi içerir­ ler. Alttan geçen akıntı ( Marsigli'nin verdiği adla Corrento Sottano ) , Marsigli 'nin de mertçe itiraf ettiği gibi, Boğaz'ın sularında çalışıp yaşamlarını kazananlar tarafından bilini­ yordu. Buluşuyla ilgili ilk açıklamasında " Bu tasavvurum yalnızca kendi kafamdan doğan düşüncelerin biçimlendiri­ lişiyle canlanmadı, ama birçok Türk balıkçının anlattıkla­ rıyla, hepsinden önemlisi Majesteleri İngiltere Kralı 'nın Ba­ bıali elçisi ve doğa incelemeleri konusunda büyük bir alim olan Signor Cavalier Finch'in [Sir John Finch] teşvikleriyle �e yönlendirildi " diye yazar, " bu düşünce ona ilk kez ge­ m ilerinden birinin kaptanı tarafından, belki de zamansızlık nedeniyle deney yapamadığı için kesin bir sonuca varama­ dan dile getiril mişti . . . " Marsigli'nin gerçek görkemi, ilk deneyinde izlediği ve başarıya ulaştığı yoldan kaynaklanır. Derinliği ölçtükten sonra farklı derinliklerden örnekler aldı ve alttan geçen akıntının suyunun, Karadeniz'den gelen akıntıdan daha yoğun ve tuzlu olduğunu kanıtlamayı da başardı . Sonra bunu gösterecek bir düzenek inşa etti : D ikey olarak derece­ lendirilmiş bir su tankının bir yarısını tuzlu ve boyalı deniz suyuyla, öteki yarısını tuzu daha az suyla doldurdu. Tankı ayıran bölmede bir kapak açarak, iki suyun karışımını göz­ lemledi; boyalı deniz suyu, gözle görünür biçimde tankın dibine akarak burada tabaka oluşturdu. Ve Marsigli, ger­ çekten ne yaptığının tam farkında olmadan, oşinografinin temel olgularından birini de keşfetmişti: Akıntılar, ırmakla­ rın akması gibi, akışkanlar mekaniğinin ilkelerince belirle­ nen başka kuvvetlerle, bu durumda basınç etkisiyle hareket ederler, yerçekimiyle değil. Daha ağır Akdeniz suyunun Karadeniz'e doğru akması, daha hafif suyu ters yönde ha­ reket etmeye zorluyordu . Marsigli 'den sonra başka bilim adamları da, çoğu Rus olmak üzere, Karadeniz'in tuhaf ve inatçı doğasını incele15

meye başladı. Marsigl i bu denizin suyunun Akdeniz kadar tuzlu olmadığını ve yoğunluğunun daha az olduğunu gös­ termiş ve bir mucizeyi açı klamıştı : Deniz seviyesi Bo­ ğaz'dan sularının akmasına karşın niçin düşmüyordu. Ama Karadeniz'i bütün öteki denizlerden ayıran temel özelliği keşfedecek olanlar başkalarıydı: Karadeniz neredeyse ölü bir denizdir. Karadeniz atlasta böbrek biçiminde görünür; dış okyanus­ lara ip gibi İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla bağlanır. Ama gene de denizdir; tatlı su gölü değil: Doğudan batıya 1 1 70 kilometre, kuzeyden güneye 600 kilometre uzanan tuzlu bir deniz. Yalnız Kırım Yarımadası'nın içeri doğru uzanan sahili ile Türkiye arasındaki ' bel' kısmında genişlik 2 70 kilometreye kadar iner. Karadeniz derindir; yer yer de­ rinlik 700 metreden aşağılara iner. Fakat kuzey batı köşe­ sinde geniş, sığ bir düzlük (şelf) vardır; batıda Roman­ ya'daki Tuna deltasının civarından, kuzeyde Kırım'a kadar uzanır. Yüz metreden derin olmayan bu düzlük Karadeniz balık türlerinin çoğunun yavrulama yeri olmuştur. Boğaz'dan başlayarak saat yönünde Karadeniz'in çevre­ si dolaşıldığında, Bulgaristan ve Romanya kıyıları, Ukray­ na kıyısının çoğu yeri gibi alçaktır. Sonra Kırım dağlarının yüksek kayalıkları gelir. Doğu ve güney kıyıları ( Abhazya, Gürcistan ve Türkiye) çoğunlukla dağlıktır ve bazen ince bir sahil şeridi vardır, bazen de -kuzey doğu Türkiye'de oldu­ ğu gibi- ormanlık dağ sıraları ve koyaklar denize dik iner. Fakat Karadeniz'e egemen olan ırmaklardır. Karade­ niz'den daha büyük olan Akdeniz'e yalnızca üç büyük ır­ mak, Rhône, Nil ve Po akar. Oysa Karadeniz'e akan beş büyük ırmak vardır: Kuban, Don, D inyeper, Dinyester ve hepsinden önemlisi, havzası Fransa sınırına kadar uzanan ve bütün doğu ve orta Avrupa'yı kapsayan Tuna . Tuna tek başına her yıl 203 kilometre küp tatlı suyu Karadeniz'e ta­ şır. Bu miktar Kuzey Denizi'ne akan bütün tatlı sulardan fazladır. 16

Yaşam kaynağı olan bu ırmaklar on binlerce yıl boyun­ ca Karadeniz'in deri nliklerinde yaşamı öldürmüştür. Ir­ maklardan gelen organik madde mi ktarı deniz suyundaki bakterilerin normalde ayrıştırabileceğinden çok daha fazla­ dır. Bakteriler besinlerini okside ederek alırlar, deniz su­ yunda normalde bulunan çözünmüş oksijeni kullanırlar. Fakat organik akış çok fazla olduğunda çözünmüş oksij en miktarı yetmez, o zaman bakteriler başka bir kimyasal işle­ me yönelirler: deniz suyunun bir bileşeni olan sülfür iyon­ larından oksij eni ayırırlar. Bu işlemin sonucunda ortaya bir gaz çıkar: hidroj en sülfür, H2S . Doğal dünyanın en öldürücü maddelerinden biri b u gazdır. Dolu dolu b i r nefes çekmek insanı öldürmeye yeter. Petrol işçileri bu gazı bilir ve korkarlar; çürük yumurta ko­ kusunu tanır ve ilk kokuyu aldıklarında kaçarlar. Haklılar. Hidroj en sülfür çok kısa sürede koku alma duyusunu kö­ reltir, dolayısıyla ilk nefesten sonra daha fazla koklandığını anlamak olanaksızlaşır. Karadeniz dünyanın en büyük hidroj en sülfür rezervi­ dir. 1 50-200 metre arasında değişen derinliklerin altında yaşam yoktur. Suda oksijen bulunmaz ve H2S yüklüdür. Karadeniz çoğu yerinde derin olduğu için, Deniz hacmi­ nin yüzde doksanı steril demektir. H2S biriken tek deniz burası değildir. Baltık Denizi 'nin dibinde ve su dolaşımı­ nın az olduğu bazı Norveç fiyortlarında oksij ensiz bölge­ ler vardı r. Peru açıklarında, hidroj en sülfür bazen derin­ liklerden yüzeye çıkar ve 'el Nifio' diye bilinen felakete yol açar; bütün ekosistemi öldürür, sahil balıkçılığını tah­ rip eder ve gemilerin altı n ı , yarattığı kimyasal etkileşimle siyah renge boyar ( ' Callao Boyası' etkisi ) . Gene de dünya­ nın en büyük yaşam bulunmayan su kitlesi Karadeniz'in derinlikleri dir. Ve gene, son yüzyı la kadar, Karadeniz insanlara devasa bir bolluk yeri olarak görünmüştür. Derinlik lerdeki karan­ lık zehiri kimse bilmez. Yüzeyden yüz metre itibaren, oksi­ j ensiz sınırı belirleyen 'haloklin' veya 'oksilin' çizgisinin üs17

tünde, Deniz'de yaşam kaynamaktadır. Som balığı ve dev mersin balıkları -mersin morinası bazen küçük bir balina­ nın uzunluk ve ağırlığına ulaşabilir- yumurtlamak için büyük ırmak ağızlarında kaynaşır ( havyar 1 4 . yüzyıl Bizans'ında o kadar boldur ki fakir yiyeceğidir ) . * Karadeniz'in kıyıla­ rında ve kuzey batı alçak düzlüğünde, çoğu sualtı Zostera deniz-otu çayırlarından beslenen dikenli kalkan, çaçabalı­ ğı, kayabalığı, vatoz, has kefal, mezgitler yaşamıştır. Kırım Yarı mada s ı ' nın öteki tarafında, Karadeniz'in uzak kuzey doğu köşesindeki Azak Denizi, büyük denize bağlanan dar kanalı -Kerç Boğazı- ve biçimiyle Karade­ niz'in minyatürü gibidir. Bu sığ ve karalar arasına sıkışmış küçük deniz, Kerç Boğazı ile Don Irmağı'nın bataklık del­ tası arasındaki 3 70 kilometrelik mesafede yüzden fazla ba­ lık türüne ·ev sahipliği yapmıştır. Her büyük sağanakta Don deltasının kilometrelerce uzanan kamışlık ve tuzlu ça­ muru kabarır ve el arabasıyla yakalanan semiz ırmak ba­ lıklarına yumurtlama yerleri sağlar. Milyonlarca deniz balı­ ğı, yumurtlama bölgelerine göç ederken, İstanbul Boğa­ zı'na veya Azak Denizi'nin Kerç Boğazı'na s ürüklenirler. Onları yakalamak için denize bakan bir pencereden ağ at­ maktan başka çaba göstermeye gerek yoktur ve Strabon, Haliç'te, Boğaz' ın İstanbul surlarının dibine uzandığı koy­ da, palamudun çıplak elle yakalandığını yazar. Açık sularda, yunus ve domuzbalığı kolonileri arasında, iki tür Karadeniz'i dolaşan yavaş, daire biçiminde bir göç yolu izler, neredeyse tarifeli gemi gibi düzenli bir biçimde yol alırlar. Bunlardan biri palamuttur, yiyecek ve ticaret açısından Bizans paralarına resmi yapılacak kadar önem ta­ şımış olan uskumru ailesindendir. Diğeri hamsi, Karadeniz ançue.,,i dir. * Bizans diyeti konusunda uzman olan Co i ogne 'den Profesör Peter Schreiner'e göre, ortalama bir tarım işçisinin 45 kiloluk b ir fıçı havyar ala­ bilmek için on beş günlük mesa isi yetmektedir. Profesör Schreiner bugün bir Alman çiftlik işçisinin aynı fıçıyı satın alabilmek için on sekiz aylık bü­ tün kazancını vermesi gerektiğini belirtiyor.

18

Soyunu sürdürüp bugüne kadar kalabilen hamsi sürüleri Temmuz veya Ağustosta Odessa Körfezi'nde yumurtlar ve saat yönünün tersine olan göçlerine Ağustosun son haftası ile Eylül başlarında devam ederler. Günde yirmi kilometre kadar kat ederek, bugün bile her birinin ağırlığı 20.000 to­ na ulaşan sürülerle Tuna deltasını geçer, Romanya ve Bul­ garistan açıklarından doğuya yönelir ve Anadolu kıyılarına ulaşırlar. Kasım başlarında sürü İstanbul'la Sinop arasında, birkaç yüz kilometre doğudadır. Balık ağırlaşmıştır ve daha yoğun gruplar halinde daha yavaş hareket ederek Trab­ zon'un balıkçılık sahasına girer. Sonunda, Yeni Yıl da, ham­ si Karadeniz'in güney doğu köşesine, Batum çevresine ula­ şır. Burada ikiye ayrılırlar: Bir bölümü Gürcistan, Abhazya kıyılarından kuzeye yönelip ayrılma noktalarında bir daire çizer; ötekiler Sinop'a dönüp Karadeniz'i kısa yoldan geçe­ rek tekrar Odessa Körfezi'ne gelirler. 1 98 0'lerde balık türle­ rinin canına okuyan aşırı avlanma döneminden önce yapı­ lan bir tahmine göre, her yıl bu hac ziyaretini yapan hamsi varlığı bir milyon tona ulaşmaktaydı. Karadeniz'i tarihe sokan balıktır. Elbette başka etkenler de vardır: Başka mükemmel yiyecek ve zenginlik kaynakla­ rı . Pontus stepleri adı verilen Güney Rusya ovaları örneğin, Volga Irmağı'ndan batıda Karpat Dağları 'nın eteklerine kadar 1 3 00 kilometre uzanan, deniz kıyısından kuzeyin or­ manlık arazisi arasında 320 kilometre genişliğe varan, en­ gin bir çayırlıktır. Pontus steplerinin çayırları bütün bir gö­ çebe ulusun at ve sığırlarını besleyebilmiş, daha sonra ve­ rimli toprağı, Kuzey Amerika'da tarım başlamadan önce, dünyanın en iyi buğdayının yetiştirildiği bölge olmuştur. Karlı zirveleri açık denizden görülebilen Kafkas dağlarında kereste ve altın vardır. Irmak deltaları arasında, göç eder­ ken göğü karartan yenebilir kuşlar yaşar. Ama bütün bu sonsuz görünen doğal yaşam zenginlikleri içinde en önem­ lisi balık olmuştur. Argo 'nun seyahati Tunç Çağı efsanesidir. İason Kara­ deniz'i aştığında, teknesini Kolkhis'deki ( b ugünkü Gürcis19

tan'da bir bölge ) Phasis ırmağına yönlendirdi ve kıyı dan sarkan ağaçlara bağladı. Büyülü bir hazinenin peşindeydi - Kolkhis 'in Altın Postu. Ama altın kahramanlara özgü­ dür. Bütün Karadeniz kıyısında topra k taranan çalışma­ larda, deniz yatağı ndan ortası delik büyük taşlar çıkmak­ tadır, bunlar Miken gemilerinin çapalarıdır. Tunç Çağı'nın gerçek maceracılarını bu gemiler taşıdılar. Boyalı çanak ve süslü kılıç gibi Ege'nin lüks ticaret mallarını onlar yan­ larında getirdiler; ama geri eve götürecekleri bir şey de arıyorlardı. Ve anlaşılan en çok götürdükleri şey balıktı: Güneşte veya Dinyeper ve Dinyester ırmaklarının tuzlu haliçlerinde kurutulmuş balık. Miken krallıklarının devri geçip yerl erini Yunanistan ve İonya burunlarında kurul­ muş küçük, aç şehir devletleri aldığında gemiler Karade­ niz' e aynı iş için gittiler. Bu iş, şehir devletleri daha kala­ balıklaştıkça ve tarım alanları fazla ekimden verimlilikle­ rini yitirmeye başladıkça, daha ciddi hale gelmeye başla­ dı. İÖ yedinci yüzyıla gelindiğinde, İonyalı Yunanlılar bü­ tün Karadeniz çevresinde koloniler kurmaya başladılar. Bu toplulukların ilk işleri balık tuzlamak, paketlemek ve ihraç etmekti . Bu çok basit ihtiyacı karşılamak, beklenmedik biçimde insanlık tarihinin gelişimiyle ilgili önemli bir an olmuştur. Durum yalnız yerleşik, okur yazar bir halkın, pastoral göçe­ belerle karşılaşmış olmasından dolayı önem kazanmıyor. Bu daha önce de olmuştur ve gene olabilir. Buradaki gelişme önemlidir; çünkü yerleşikler bu buluşma üstüne düşünmüş ve -Avrupa deneyimindeki ilk ' kolonyal' karşılaşma olarak­ bize kadar gelen bir dizi sorgulayıcı söylem üretmişlerdir. Söylemlerden biri 'uygarlık' ve ' barbarlık'la ilgilidir. Bir ikincisi kültürel kimlik hakkındadır ve ayrım ve sınır çizgi­ lerinin nerden geçebileceğini konu edinir. Üçüncüsü, teknik ve toplumsal incelmenin yalnız kaza � ım değil kayıplar da -bilinç ve akılcı davranışın, ' doğal' ve kendiliğinden olan­ dan kopuşu- getirdiğini içeren köklü bir özeleştiridir. Karadeniz'deki karşılaşmanın tahrik ettiği bu üç tema, 20

klasik dünyada tartışılmıştır. Batı Roma İmparatorluğunun İS altıncı ve yedinci yüzyıllarda çöküşünden sonra bu tar­ tışmalar terk edil di. Ama modern çağların başında, Ameri­ kalar, Afrika ve Asya'yla karşı karşıya gelince ve daha son­ ra ulusçuluk ideoloj isinin gelişmesiyle, çok daha belirleyici bir acillikle Avrupa vicdanında gene sorgulanır oldular. Karadeniz'in kendisinde ise bu konular yaşandığı kadar tartışılmadı. Balık kurutma kafesleri ve tütsüleme yerleri­ nin çevresindeki etnik ve toplumsal karışımın tipik örüntü­ leri halen tamamıyla tarih olmuş değil . Ü n l ü kitabı Güney Rusya'da İranlılar ve Yunanlılar'ın giri­ şinde Rus bilim adamı Mihail Rostovtzeff şunları yazar: " Çıkış noktam olarak Güney Rusya adını verdiğimiz böl­ genin oluşturduğu birliği alıyorum: Bu geniş ülkede çeşitli etkilerin kesişmesini - D oğu ve güneyden Kafkasya ve Ka­ radeniz yoluyla gelen etkiler, deniz yollarıyla gelen Yunan etkisi ve büyük Tuna yoluyla aktarılan Batı etkisi; ve so­ nuçta, karma uygarlıkların yarattığı, zaman zaman çok ga­ rip ve çok ilginç bir oluşum. " Bu " çok garip ve çok ilginç " toplulukların ortaya çıktığı tek bölge Karadeniz'in kuzey yöreleri değil ve bu yalnız klasik çağlara özgü de değil. Sonradan Konstantinopolis ve nihayet İstanbul olan Bizantion şehri, ortaçağlar boyunca ve yirminci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sona erene ka­ dar, böyle bir topluluktu. Ortaçağda Karadeniz'in güney sahilinde, Trabzon ' daki Büyük Komnenos İmparatorluğu, Tuna deltası yanındaki on dokuzuncu yüzyıl Constanta 'sı [Köstence] ve 1 794 'de Ukrayna sahilinde kurulan Odessa da öyle. Daha küçük ölçekte, bir zamanlar Kolkhis olan sa­ hilde Yunan kolonileri olarak tarihleri başlayan ve Sovyet döneminin sonuna kadar çok farklı dil, din, adet ve soyun bir arada yaşadığı Sohumkale, Poti ve Batum gibi şehirler de. Bu şehirler 'garip'ti çünkü buralarda iktidar yoğunlaş­ mış değildi. Tersine, Deniz'in sıcak üst tabakalarında bu­ harlaşan oksijen gibi birçok topluluk arasında dağılmıştı. 21

Yüce yönetici unvanı, aile kökleri Türkik, İranlı veya Mo­ ğol olan pastoral bozkır göçebelerinden bir erkek veya ka­ dına verilmiş olabilirdi. Yerel yönetim ve ekonomik işleyiş Yunanlı, Yahudi, İtalyan veya Ermeni tüccarların eline bıra­ kılmış olabilirdi . Genellikle kiralık olan askerler İskit veya Sarmat, Kafkasyalı veya Gotik, Viking veya Anglo-Sakson, Fransız veya Germen olabilirdi. Genellikle Yunanca'yı ve Yunan geleneklerini benimsemiş olan yerel halktan zanaat­ karlar kendi haklarına sahipti. Yalnızca köleler -çünkü bu şehirler var oldukları sürece zamanın çoğunda köle kullan­ dılar ve köle ticareti yaptılar- hiçbir iktidar sahibi değildi. Kırım sahilindeki Sudak şehri önce Yunan, sonra Bi­ zans ve sonunda Ceneviz kolonisi oldu. Şimdi Meganom Burnu'nun batısındaki kayalıkl arıOn üstünde eğilmiş, orta­ çağ İtalyan duvar ve kuleleriyle çevrili bir alandan başka bir şey yok. Burada bana, Bizans temelleri arasına kazılmış bir taş mezar gösterdiler; içinde bir Hazar soylusunun göv­ desi varmış. Hazarlar Türk dilli pastoral göçebelerdi ve İS sekiz, do­ kuzuncu yüzyıllarda Orta Asya' dan gelip Karadeniz'in ku­ zey kıyılarında Kırım'ı da içine alan bir ' i mparatorluk' kurdular. Aziz Kyrillos Hıristiyan olmalarını önerdiğinde, Hazarlar Yahudi olmayı seçtiler. Böylece ataları şaman As­ yalılar olan bu savaşçı, yöneticileri Yunanlı Hıristiyan olan şehirde, Yahudi ritüeline göre gömüldü. Ve ne Hıristiyanlık ne de Yahudilikte bulunmayan özel bir yön daha vardı . Cenazeye insan kurbanı eşlik etmiş, beyni bir balta darbe­ siyle patlatılan kurban, mezarın Hazar sahibinin yanına fırlatılıp atılmıştı . Başka halklarla birlikte yüz veya binlerce yıl s üreyle yaşa­ yan insanlar, her zaman onları sevmiyorlar - gerçekte ço­ ğu, ötekilerden hoşlanmıyor. Birey olarak ' öteki'ler yaban­ cı deği l, komşu, genellikle dostlardan oluşuyor. Fakat be­ nim Karadeniz'den anladığım, üzücü ama, farklı kültürler arasındaki gizli güvens izlik hiç sona ermiyor. 22

Zorunluluk, bazen de korku, bu toplulukları birbirine bağlar. Fakat bağlayıcı koşullar altında onlar gene de -bi­ zim umut ve düşlerimizdeki " çok etnili toplum " modeline pek yardımcı olmadan- farklı gruplar olarak kalırlar. Top­ luluk vahşetin i n - pogrom, ulusal birlik hayali adına ' et­ nik temizlik' ve uenositin Karadeniz'e çoğunlukla dışar­ dan ithal edildiği doğrudur. Ama geldiğinde, görünürdeki yüzyıllarca sürmüş dayanışma, birkaç gün veya saat içinde dağılır. Derinlerden yüzeye çıkan zehir, tek bir nefeste sin­ dirilir. Bu topraklar bütün bu halklara ait, ama aynı zamanda hiç birinin değil. Karadeniz kıyısı bir buzulun son buzul­ taşları gibi insan göç ve işgallerinin tortusunun dört bin yıldan fazla süredir biriktiği bir yerdir. Aşı nmış ve sakin kı­ yının kendisi, insan huzursuzluğundan çok fazla pay almış taş, kum ve suyun sabrıyla sesini çıkarmaz ve hepsinden sonraya kalacak olan odur. Birçok yazarın, örneğin Puşkin, Mickiewicz, Lermontov ve Tolstoy, Anna Ahmatova ile Osip Mandelstam'ın duyduğu ve Karadeniz'in hafif gürül­ tüsü ve büyük sessizliğini dinleyerek kendilerini j eoloj ik za­ manın büyüklüğü içinde değerlendirmeyi öğrendiği ses bu­ dur. Bir an kendi tehlikeli yaşamlarının sınırlamaları dışına çıkarlar ve Konstantin Paustovsky'nin sözleriyle, " bi lgeli k v e basitliğin aşkı " nı öğrenirler. Karadeniz hakkındaki bu kitap Kırım'la başlıyor. Bunun mantıklı ve kişisel nedenleri var. Kırım Yarımadası bütün Karadeniz bölgesi ve halkları için önem taşıyan olayların bir tür tiyatrosu, sahnenin önü işlevi görmüştür. Yunanlılar Kırım'ı ticaret i mparatorluklarının merkezi yaptılar; bin yıl sonra İtalyanlar da aynısını yaptı ve on dokuzuncu yüzyıl­ da Kırım S avaşı burada yaşandı. Kırım yirminci yüzyılda Hitler ve Stalin'in zulmünün bir bölümüne sahne oldu. 1945'de Yalta Konferansı Kırım 'ın güney ucunda toplandı ve Avrupa'nın Soğuk Savaş sırasındaki bölünmesinin kod adı haline geldi. 23

Ama Kırım ' dan başlamamın bir nedeni de, tamamen şans eseri olarak, Karadeniz'i ilk kez Kırım'da görmem. Ve son olarak, Karadeniz haritasını açan bir çocuk parmağını ister istemez önce bu uzantının, yumuşak mavi ovalin kar­ nına doğru böyle kabaca sokulan gülünç kahverengi çıkın. tının üstüne koyacağı için de buradan başlıyorum. Kırım'dan sonra, kitap birçok yöne dağılıyor. Bu bir rehber kitap değil, ben de kılavuz değilim. Türkiye, Bulga­ ristan ve Romanya hak ettiklerinden çok daha az yer tutu­ yorl ar. Fakat izlediğim entelektüel yol, Avrupa kıyısındaki bu ülkelerden uzaklaşıp tersi yöne, kuzey ve doğuya gidi­ yordu. 'Barbarlık' araştırmaları beni Kırım'dan O lbia 'ya, Dinyeper ırmağı kıyısındaki halice götürdü . Buradan -tek­ rar Kırım'ın üstünden atlayarak- Don ırmağının deltasın­ daki Tanais ve Tana örenlerine geçtim. Çok geçmeden bu izlem, bütün utanmaz gölge ve ayna oyunları ve inanılmaz yaratıcı gücüyle, ulusçuluk ve kimlik gizemlerine ulaştı. Fakat yol çatal laştı . Bir dalı güney Rusya ve Ukray­ na'nın Kazak halklarına, Odessa ve Polonya'ya giderken, öteki, beni kuzey doğu Türkiye'ye, bir zamanlar Pontus Rumlarının yaşadığı ve küçük Laz halkının halen yaşadığı yere yöneltti . Klasik çağı n 'Bosporos Krallığı'nı keşfetmek için Kerç'e yapılan yolculuk, gene karşıma iki araştırma yolu çıkardı: İsa'nın doğumundan önce ve sonra birkaç yüzyıl bölgeye egemen olan tarihin gerçek Sarmatlarıyla, yeni keşfedilen, Polonya ulusal imgeleminin yarattığı ve Polonya'nın ataları olarak belirlenen hayali Sarmatlara yö­ neldim. Karadeniz devletlerinin en yenisi ise hayali deği l . Yolun sonunda küçük Abhazya 'ya ulaştım; bu ülke daha 1 992'de Gürcistan'dan koptu ve onlara ulaşana kadar yap­ tığım yolculukta bütün öğrendiklerimle, Abhazya bağım­ sızlığının gerçeklik ve hayali yönünü ölçmeye çalıştım. Bu yolculuğun ilk ve son sözü Boğa � 'da bağlanıyor. Ara­ da Karadeniz var; bu kitabın yalnız konusu değil; fakat bi­ rinci karakteri de olan Karadeniz. Karadeniz'in " ö nceden tahmin edilemez" gi bi sıfat veya " yabancılara karşı dost" 24

gibi kalıplarla ifade edilemeyecek bir kişiliği var -çünkü bu kişilik belirgin özellik ve lakaplarla değil, koşulların etkile­ şiminden oluşuyor- ayrıntıyla tanımlanması mümkün değil. Bu koşullar, kimlikle eklemleniyor, balık ve suları içeriyor, rüzgar ve otları, kayalık ve ormanları, göçmen kuşları ve insanları kapsıyor. Burası yalnızca bir mekan değil, başka bir yerde aynılarının olamayacağı bir ilişkiler örüntüsü. Ka­ radeniz tarihinin öncelikle Karadeniz'in tarihi olmasının ne­ deni de bu.

25

Birinci Bölüm Toplumsal düzenin çağcıl biçimlerinin ölümü, ruhu sıkıntıya sokmaktan çok memnun etmeli . Ama kor­ kutucu olan; ölmekte olan dünyanın arkasında bir varis değil, hamile bir dul bırakması . Birinin ölümü ile ötekinin doğumu arasında, çok sular akacak, uzun bir kaos ve terk edilmişlik gecesi yaşanacak . ALEKSAN D R HERZEN

From the Other Shore [ " Öteki Kıyıdan " ]

K aradeniz'de babam, başlangıcı gördü. Ben de, Karade­

niz'de, yetmiş yıl sonra , bitişi gördüm . Rus Devrimi 'nin nihai zaferi Mart 1 92 0'de Novoros­ siysk'te kazanıldı. İngiltere savaş gemileri General Deni­ kin'in yenilmiş Beyaz Ordu'sunu güvertesine alıp denize açıldı . Babam o sırada deniz asteğmeni, on sekiz yaşında bir çocuktu ve gördüklerinin önemini o zamandan itibaren bütün yaşamı boyunca unutmadı . D evrim, İngiliz ve Fransız devrimleri gibi, kendi rotası­ nı takip etti ve 1 99 1 yazı geldiğinde, artık eskimiş ve sağ­ lıksız bir şeydi. Çokları Devrim'in çoktan ölmüş olduğunu söylüyordu : Lenin, Bolşevik Partisi 'ni doğrudan işçi iktidarı yerine ikame ettiğinde veya Stalin 1 92 8 'de terör yoluyla ekonomik kalkınma programını başlattığında Devrim bit­ mişti . Ama bana göre, Mihail Gorbaçov, halen Kremlin'de oturup, Sovyetler Birliği 'ni sosyalist bir demokrasi haline getirecek temiz, modern bir Leninizm rüyasını görürken, 27

kül ler içinde son közler hala sıcaktı . 1 99 1 yazında, aniden ve nihayet bu közler tekmelendi ve ateş söndü. Rus D evri­ mi, yalnız bir tasarı olarak değil, ama görüngü olarak da, zaman kağıdına çizilmiş bir biçim olarak, tamamlandı. Bu sonun işaretini ben, Kırılill karanlığında parıldayan bir ışıkta gördüm; o zaman anlamadığım, ama ancak son­ raki günler ve aylarda tanıyabildiğim bir ışık . Bu ışık an­ cak birkaç saniye parı ldadı . Onu, Sivastopol'dan Yalta'ya derin yarmalar arasında giden yolda, Khersonesos Yunan örenini görmek için geçirdiğim uzun günün sonunda bir yolcu otobüsünün penceresinden gördüm. Çevremde İtal­ yan, Fransız, Karalan ve Amerikalı bilginler uyuyor, otobüs Sariç Burnu'nun üstündeki sıra dağları aşan yola tırman­ maya başlayalı koltuklarında biraz sallanıyorlardı . Ay bat­ mıştı . Karadeniz görünmüyordu ama dağların beyaz duva­ rı sol üstümüzde halen parıldıyordu. Aşağımızda bir yerler­ de, Mihail Sergeyeviç Gorbaçov ve ailesinin, yalnızca Sov­ yetler Birliği Komünist Partisi Birinci Sekreteri'ne tahsis edilmiş villada yaz tatillerini geçirdikleri k üçük Foros tatil köyü vardı . Foros kıvrımında ışıklar birbirine karışmıştı . Tepesinde mavi ışıkları dönen bir ambulans dört yol kavşağında bek­ liyordu. Ama görünürde kaza, çarpışmış bir araba veya kurbanı yoktu. Bir an, hızla uzaklaşırken, dikilmiş bekle­ yen insanları gördüm. Karanlık geri geldiğinde, bir an ne­ ler olduğunu merak ettim . 18 Ağustos 1 99 1 gecesiydi . Gördüğüm darbecilerin ışıklarıydı; Devrim'i canlandır­ dıklarını ve Sovyetler Birliği'ni kurtardıklarını düşünen in­ sanların gece içinde taşıdığı kıvılcımlar. Oysa saygı duyduk­ ları her şeyi yakacak ateşi tutuşturmuşlardı . Beş ay sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi, " Lenin'in Partisi " , kapa­ tıldı ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği çöktü, hatta Sovyetler Birliği 'nin üstünde yükseldi g i çarların kıta impa­ ratorluğu bile, Baltık ve Karadeniz'e birkaç küçük pence­ reyle açılabilen, birkaç kilometrelik kıyısı bulunan, Rus­ ya'ya dönüştü. Ö nceleri, komplocular Gorbaçov'u Foros'ta ·ı

s

ele geçirdiklerinde, darbe meşalesi yükselip parlayacak gibi görünüyordu ve korku içindeki ülke sessizdi . Ama sonra az sayıda insan Moskova ve Leningrad sokaklarında toplandı, çıplak ellerini tanklara karşı kaldırdılar. Ateşi komplocula­ ra geri üflediler ve bu ateş yalnızca komplocuların kendile­ rini değil, ama arkalarındaki Devrim'in bütün kurumuş sa­ raylarını, hapishanelerini ve kalelerini de yakıp yok etti. Yalta 'da, ertesi sabah, otel personeli, otobüs şoförü ve Uk­ raynalı çevirmenler göz önünden yok oldular. Fuayedeki, bir gün önce çalışan televizyon, şimdi bozulmuştu . Şaşkınlık içinde, Kırım Tatarlarının eski başkenti Bah­ çesaray'ı ziyaret etmek için otobüse bindik ve birkaç kilo­ metre yol aldıktan sonra rehberimiz olanları anlattı. Bay Gorbaçov aniden hastalanmıştı . Onun yetkilerini kullan­ mak üzere bir Ulusal Kurtuluş Komitesi kurulmuştu . Ko­ mite'de Başkan Yardımcısı Gennadi Yanayev, KGB Başkanı Vladimir Kryuçkov, Savunma Bakanı General Dimitri Ya­ zov vardı . Perestroika'nın bazı hata ve çarpıklıklarına işa­ ret eden bir bildiri yayınlanmıştı . Kırım 'ın da dahil olduğu Ukrayna'da değilse bile, Rusya Cumhuriyetinde olağanüs­ tü hal gerektiğini düşünüyorlardı . Foros'ta dörtyol ağzında bekleyen ambulansı ve insan­ ları hatırladım. Hastalık mı ? İçimizde kimse buna inanma­ dı. Ama otobüsteki herkes ve o gün rastladığımız bütün in­ sanlar, h areketin gücüne inanmıştı ve kendi kişisel duygu­ ları ne olursa olsun, onun karşısında saygıyla eğiliyorlardı. Özgürlük molası, glasn ost adı verilen ve bocalayan açıklık ve demokrasi deneyiminin sonu gelmişti . Kırım'da hiç kim­ se, ne eyalet başkenti Simferopol'daki resmi görevliler ne de Yal ta 'da çakıllı sahilde sabah gezi ntisine çıkan tatil ka­ labalığı, darbenin başarısız kalacağı veya ona direnileceğini akıllarına getirmiyorlardı. Kırım gazeteleri hiçbir yorum yapmadan yalnızca Komite'nin sarsıcı bildirisine yer veri­ yordu. O tobüste, şoförün radyosu da çalışmıyordu. Arkama yaslanıp düşündüm. Havaalanları kapatılır 29

mıydı ? Bizler Dünya Bizantoloj i Kongresi'nin delegeleriy­ dik, Moskova 'ya geleli çok olmamıştı ve kongre sonrası çıktığımız turistik Kırım gezisinin sonuna gelmek üzerey­ dik. Otobüsteki en kalabalık grup Cenovalılardı - tarihçi­ ler, arşivciler ve gazeteciler. Şehirlerinin kurduğu ortaçağ ti­ caret imparatorluğunun kuzey Karadeniz kıyısında bıraktı­ ğı kalıntıları görmek için aileleriyle gelmişlerdi. Şimdi he­ yecanlanmış ve gürültüye başlamışlardı. Bilinen dünyanın uçlarındaki barbar ayaklanmalarıyla birlikte yaşamak, on­ lara atalarının ayak izlerinin peşinden gitmenin bir başka biçimi gibi geliyordu. Otobüs küçük tatil köyü Aluşta 'dan geçip iç kesime, Simferopol'a varan dağ geçidine yöneldi. Dışarıdaki paniği zihnimde canlandırmaya çalıştım; Brüksel'deki Nato mer­ kezinde iptal edilen öğle yemekleri ve acil gizli toplantılar, Baltık başkentlerinde meydanlarda toplaşan, geri dönen Sovyet tanklarına şarkılar ve sopalarla direnmek isteyecek ağırbaşlı kala balıklar a klıma geldi. Rus şehirlerinde de bir­ kaç küçük gösteri olabilir diye düşündüm; inançlı bir deli­ kanlı Kızıl Meyda n'da kendisini yakabilirdi. Ama darbe -güç kullanımı olarak- bana belirleyici görünüyordu . Buna benzer bir olayı on yıl kadar önce 1 9 8 1 'de, Komünist Po­ lonya 'da sıkıyönetim ilan edildiğinde görmüştüm. Orada darbe karşı konulamaz olduğunu göstermişti . Bunun da öyle olacağını kabul ediyordum. 1 9 9 1 yazı nda o anda, Sovyetler Birliği halen Pasifik'ten Baltık'a kadar bütün kuzey Avrasya'ya egemendi. Dış dün­ ya Mihail Gorbaçov'un reformcu dehasına halen inan­ maktaydı ve Gorbaçov'un yapısal dönüşüm isteyen hırslı perestroika programından bir şey çıkmayacağını a nlayan hatta bunu anlamak isteyen ancak birkaç yabancı vard ı . Gorbaçov'un Sovyetler Birliği' ndeki yönetici oligarşi için­ de kişisel önderl iğinin geçen yıl eridi g ini veya ülkedeki tek etkin yönetim aygıtı olan Komünist Partinin şimdi kendi iktidar tekelini dağıtan siyasal değişimleri daha öteye gö­ türmeyi reddettiğini veya asker ve polis kumandanlarının 30

emirleri dinlememeye başlayıp kendi insiyatifleriyle hare­ ket etmeye başladıklarını kavrayan, Gorbaçov'un artık Rus halkından saygı görmeyip hatta sevilmemeye başladı­ ğını gören yoktu. Gorbaçov'un başarısızlığının ne kadar ciddi ol duğunu, geçen hafta Rus arkadaşlarla ve yabancı gazetecilerle yap­ tığım sohbetlerden anlamaya başlamıştım. Liberalleşmiş, reformdan geçirilmiş Komünizmin zamanı geçmişti . Ve çok partili demokrasiyle serbest Pazar ekonomisinin, basitçe Kremlin'in emirleriyle kurulabileceği hayali de çökmüştü . Ama aynı zamanda bu darbenin Rusya'da hiçbir işe çözüm getirmeyeceğini de biliyordum. Geleceğe açılan yolun ka­ patıldığı kesindi . Ama Gennadi Yanayev'in ve darbeci ar­ kadaşlarının önerdiği geriye giden yol da, polis tiranlığı ve emperyal fetihlere dönüş, artı k çı kmazdaydı . Uzun dönem­ de darbeciler ancak daha derin bir kargaşaya düşmekten

31

·ve Sovyet devletini çürütmekten başka sonuç elde edemez­ lerdi. Ama kısa dönemde, başarılı olduklarına ve onlara itaat edileceğine emindim. Bahçesaray'daki Tatar hanlarının sevilmeyen ve geçmi­ şe terk edilmiş sarayında, bir grup kız öğrencinin başında­ ki bir Rus kadının bakışını fark ettim. Karanlık, acele bir göz atıştı : kızları sarı örgülerinden, sanki trenin alarm ko­ luymuş gibi kabaca çekerek durdurdu ve konuşmaya gel­ di. "Bu sabah iki düşüncem vardı " diye başladı, "Birincisi Almanya'daki oğlumdu : artık onu bir daha göremeyece­ ğim. İkincisi, dükkanlarda hiç votka yok, dolayısıyla olan­ ları unutabilmem için bir çarem yok . Siz İngiliz misiniz ? Acaba bizim aşırı faşist fazlamızdan size biraz ihraç edebi­ lir miyiz ? " Yanımızda, bir çeşmenin mermerden oyulmuş gözün­ den serin kaynak suyu akıyor, Tatar hanının aşkını öğrene­ meden ölen bir köle kızın yasını tutuyordu. Efsaneyi öğre­ nip etkilenen Aleksandr Puşkin çeşmenin yalağına bir gül atmıştı ve hala turistler için suya taze güller koyuyorlar. Çevremizdeki bütün Rusların rahatsız biçimde uzaklara baktığını görüyorum. Sözlerimizi anlamıyorlardı ama ses tonumuzu tanıyorlardı: tehlikeli cinstendi. O sabah radyo­ daki ha berlerle tatil bitmiş, i htiyat mevsimi geri gelmişti. Yalnızca öğrenciler koca mavi gözleri, kabarık saçlarıyla, kuşlar kadar ilgisiz, bizi seyrediyorlardı . Kırım büyük kah­ verengi bir elmastır. Anakaraya yalnızca birkaç ince kıstak ve kum şeridi, batıdaki doğal Perekop geçidi ve kuzeyle doğudaki Sivaş tuz lagunlarının su yollarıyla bağl ı . Kırım tarihi üç bölgeden oluşuyor: akıl, gövde ve ruh. Akıl bölgesi sahilde - Karadeniz kıyısı boyunca yerleş­ miş koloni şehirleri ve limanlar zincirindedir. Yaklaşık üç bin yı l boyunca, ateş ve karanlığın getirdiği kesintilerle, bu şehirlerdeki insanlar hesap tuttular, kitap okuyup yazdılar, geometri yardımıyla planlama çal ışmaları yaptılar, uzak metropol lerdeki siyaseti ve edebiyatı tartıştılar, birbirlerini hapis lere tıktılar, karşılıklı düşmanlık besledikleri kültler 32

için inşaat alanları tahsis ettiler ve sonraki mevsimin köle siparişleri için avans ödemeleri yaptılar. İonyalı Yunanlılar bu sahile İÖ sekizinci yüzyılda vardı­ lar ve dik, ormanlık burunlarında, Avrupalıların iki bin yıl sonra Afrika'nın Gine sahilinde kurdukları 'fabrika'lara benzer ticaret merkezleri kurdular. Bu merkezler önce taş duvarla çevrili kasabalara sonra denizcilik şehirlerine dö­ nüştü. Roma ve Bizans imparatorlukları bu sahil kolonile­ rini miras aldılar. Sonra, ortaçağlarda, Venedik ve Ceneviz­ liler, son dönem Bizans imparatorlarından aldıkları ruhsat­ la, akıl bölgesini canlandırdılar, Karadeniz ticaretini geniş­ lettiler ve kendi yeni şehirlerini kurdular. O n üçüncü yüzyılın başlarında Cengiz Han doğu ve or­ ta Asya Moğol halklarını birleştirdi ve dünyayı fethe çıktı . Çin yenildi ve Moğol atlıları batıya dönerek yalnız orta Asya şehirlerini değil, birkaç yıl içinde bugün Afganistan, Keşmir ve İran denilen ülkeleri de fethetti . Ama Batu yöne­ timindeki Moğol ordusunun Rusya ve doğu Avrupa'ya ulaşması, ancak Cengiz'in ölümünden on yıl sonra 1 24041 'de oldu. Ve Avrupa'da yanlışlıkla, bir zamanlar orta Asya'da güçlü olan ama Cengiz'in yok eftiği Tatarların adıyla tanındılar. Batu'nun atlıları sonunda, fetihlerini sü­ rekli hale getirmek için ciddi bir çaba göstermeden, doğu ve orta Avrupa'dan çekilip Volga boylarına yerleşti . Bura­ da, Moğol-Tatar imparatorl uğunun batı kanadının bilindi­ ği adıyla Altınordu devleti, Batu'nun 1 255'deki ölümün­ den sonra üç yüzyıl daha yaşadı. Altınordu, Volga kıyısın­ daki başkentinden, Karadeniz kuzeyindeki bozkırı ve Kı­ rım Yarımadası 'nı denetimi altında tutuyordu. Altınordu'nun Kırım sahilindeki şehirleri yakıp yağma­ ladığı günler yaşandı . Fakat Moğol varlığı aynı zamanda büyük talih de getirdi. Şimdi doğuda Çin'den, batıda bu­ gün Macaristan olan topraklara kadar bütün Avrasya düz­ l ük lerinde tek bir otorite vardı . Bozkırda sağlanan istikrar, uzun erimli ticareti m ümkün kıldı. Çin'den Karadeniz'e karayoluyla ulaşan ve buradan deniz yoluyla Akdeniz'e 33

açılan ticaret yolları -İpek Yolu- işlemeye başladı. Yollar­ dan biri aşağı Volga 'dan batıya yöneliyor ve Azak Deni­ zi' ndeki Venedik kolonisi Tana'ya varıyordu. Daha sonra, on beş inci yüzyılda, Moğol İmparatorluğunun İran eyalet­ lerini Karadeniz'deki Trabzon'a bağlayan bir başka İpek Yolu işlemeye başladı. Bu kıtalararası ticarete 1 453 'den sonra, Türkler sonunda Konstantinopolis'i fethedip, Karadeniz çevresindeki Bizans mirasını yıkıp, denizi Batılılara kapatınca, son verildi. Sahil şehirleri çoğunlukla terk edildi ve üstleri Kırım stepinin ku­ ru kırmızı toprağı ve leylak rengi otlarıyla örtüldü. Kırım sahili on sekizinci yüzyıla, Rus İmparatorluğu Karadeniz'e ulaşana kadar canlanmadı ve bu rekabet yeni şehir biçimleri yarattı. Khersonesos Sivastopol'un donanma üssü, Yalta ta­ til yeri, Kefe Feodosia'nın tahıl limanı olarak inşa edildi. Kırım'daki gövde bölgesi, sahildeki dağların ardında bulunan iç step topraklarıdır. Burası düz değildir, aşınmış gri-yeşil ovaları ve yükseklikleri bulunan plato manzarası­ na sahiptir. Derisi keskin kokulu otlarla dokunmuş kuru çayırlarla kaplıdır ve eğer deriyi keserseniz, toprak akıp doğu rüzgarıyla sürüklenir gider. Sahilde rüzgar Karadeniz'den gelir veya aniden sert bo­ ralar halinde dağlardan eser. Ama rüzgar içerde, dağların arkasında, düzenli olarak Asya'dan eser; Avrupa'yı göçebe halkların fetihlerine başladıkları yüksek Orta Asya yaylala­ rından ayıran düz çayırlardan oluşan beş bin kilometrelik mesafeden gelir. Kadim Yunanlılar Kırım'a ulaşmak için dalgalı bir okyanus geçiyorlardı ve Boğaz'dan güney Rus­ ya'ya yaptıkları yolculuk bir ay veya daha fazla sürüyordu. Oysa göçebeler bu sahile çayır okyanusunu geçerek geldi­ ler, aylar ve yıl larca arabaları, sığır ve at sürülerinin peşin­ de yolculuk yaptılar ve sonunda Kırım tepelerinin ve deni­ zin karşısına gelip yerleştiler. Yunanlılar ilk kez İÖ sekizinci yüzyılda bu sahile geldikle­ rinde İskitler Kırım stepinde ve anakara ovalarındaydılar. 34

İzleyen yüzyıllarda, Yunan koloni döneminde, Orta As­ ya' dan batıya doğru göçün baskısı zayıftı ve İskitler batıya doğru yolculuklarına yeniden başlayıp yerlerini Sarmatlar alana kadar arada beş yüzyıl veya daha fazla zama· n geçti. Sonra, çağımızın ilk yüzyıllarıyla birlikte, bir göçebe ulu­ sun peşinden ötekinin gelmesi çok daha sık aralıklarla ol­ maya başladı . S armatlardan sonra kuzeyden Gotlar ve her şeyi yıkan Hunlar, sonra Karadeniz kıyılarında İS sekizinci yüzyılda kısa süreli istikrarlı bir step imparatorluğu kuran Hazarlar geldi . Türk dilli, Kıpçak, Kuman veya Polovtsi adı verilen göçebeler on bir ile on üçüncü yüzyıllar arasın­ da stepe egemen oldular ve sonra Altınordu'nun Moğol­ Tatarları tarafından daha batıya sürüldüler. Altınordu'nun başkenti Karadeniz sahilinden oldukça uzakta, orta Volga'daki Saray'dı. Altınordu'nun siyasal ya­ pısı her zaman gevşekti, kısa süre içinde dağılmaya başladı ve on beşinci yüzyılda güney dalı, Kırım bölgesinde kendi bağımsız hanlığını oluşturarak, eski pastoral yaşamı terk edip yavaş yavaş yerleşik yaşama geçerek, tarıma ve hayvan yetiştiriciliğine başladı . Bu devlet Kırım Tatar Hanlığı olarak tanındı. Birkaç yüzyıl Kırım sakin bir yaşam sürdü ve so­ nunda Osmanlılar, Konstantinopolis'in fethinden sonra Ka­ radeniz'in kuzeyine ve Kırım'a ulaştılar. On dördüncü yüz­ yılda İslamiyet'i kabul etmiş olan Kırım Tatarları için Türk egemenliği, iktidarını yitirmek değil, bağlılığını değiştirmek anlamına geldi. Ve Hanlık, Büyük Katerina 1 78 3 'de Kırım'ı Rus İmparatorluğu'na katana kadar yaşamını sürdürdü. Kırım'ın akıl ve gövde bölgelerinin bir arada zenginlik yaratabilmeleri için iki koşulun varlığı gerekiyordu: sahilde Akdeniz pazarlarına ve daha ötesine güvenlik içinde ulaşa­ bilen tüccarların varlığı ve steplerde istikrarlı siyasal du­ rum. Bazen geniş ovalarda büyük kargaşa olurdu; ticaret yolları kapanır, şehir duvarları dışında buğday ekimi tehli­ keli bir hal alır ve koloni şehirler yağmalanıp yakıl ırdı . Ama uzun dönemlerde, özellikle İskitler zamanında, barış vardı . Yunan koloniciler ve sahile yakın İskit şefleri ihraç 35

etmek üzere buğday yetiştirdiler. Kürk, mum ve bal, köleler, kuzey ormanlarından Yunan sahil şehirlerine pazarlanmak üzere getiriliyor ve İskitler çoğunlukla kervanların açık ça­ yırlıklardan huzur içinde geçmesine izin veriyorlardı . Helen ve Roma dünyalarına gıda ve emek gücü sağlayan tahıl ve köle ticaretinin karıyla Yunanlı tüccarlar ve yukarı bölgele­ rin İskit prensleri gerçekten de zengin· olmuşlardı. İskitler ve onların peşinden gelen Sarmatlarla Gotlar bu zenginliği şaşaalı biçimde harcadılar. Verdikleri siparişler üzerine koloni şehirlerde Yunanlı ustalarla yerli çırakların hayal güçlerini katıp ürettiği değerli taş ve altın işçiliği eserler satın aldılar. Hazinelerini, kurban edilen atlar, köle ve kadınlarla birlikte yüksek höyükler altına yapılan me­ zarlarına taşıdılar. Kırım stepinden doğuya doğru seyahat ederseniz, bölgenin son tepesine ulaşırsınız ve burada kara ayaklarınızın altın­ da alçalıp iner. Bu son uçurumun kenarında, yüzünüzde sert, huzursuz bir rüzgarla durur ve Azak Denizi'nden, Ha­ zar Denizi'nin kuzey ucundan Baykal Gölü'ne kadar uza­ nıp bütün kıtayı geçen o sonsuz boz-renkli düzlüğe bakar­ sınız. Ufuk çizgisi yoktur. Yalnızca doğuda uzun gölgeli bir hat vardır, bu yaklaşan gecedir. Bu tepenin üstünde bir taş kulenin temelleri bulunur. Altınordu'nun Moğol-Tatarları, atlarını Azak'ın tuzlu ba­ taklıklarından sürüp Kırım Yarımadası'na girdiğinde, tepe­ nin üstünde gökyüzüne yükselen bu kuleyi gördüler ve ona Kerim hisar adını verdiler. İlk kamplarını ve karargahlarını Eski Kerim veya Krım yani eski hisar altında kurdular; Krım sözcüğünün kökeni de b u olabil ir. Tatarlar Eski Krım'dan Bahçesaray'a taşındılar ve bağımsız hanlıklarının sarayını yeşil bir vadide, dalga ve b ü\bül seslerine yakın bir yerde kurdular. Gövde bölgesi akıl bölgesine daima sabırsızca baskı yap­ mıştır. Bazen bu baskı yıkıcı olmuştur; Tatarların on üçün36

cü yüzyıl sonlarında Eski Krım'dan aşağıya ınıp Cenova metropolisi Kefe'yi yağmaladığın da olduğu gibi . Ama bu baskı çoğunlukla dönüştürücüd ür. 'Avrupalı' kolonicilerle 'yerli' göçebeler arasında yapılan kategorik ayrım daima yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç göstermekte veya büyük boşluklar yaratm aktadır. İskitler örneğin, yalnızca arabalarda yaşayan seyyar at yetiştiricilerinden ibaret değildir. Aynı zamanda kullanım­ dan çok ticaret amacıyla tarım yapmakta ve sokak planlı yerleşik hisarlar kurmakta, ince ve yaratıcı metal işçiliği yapmaktadırlar. Ticaret kolonilerinin Yunanlı veya İtalyan sakinleri tüccar oldukları kadar, koruyucu duvarlardan ol­ dukça uzaklarda tehlikeli girişimlerde bulunan ve çalışan çiftçi de olabil irler. Göçebeler -çok iyi belgelenmiş örnekler vardır- duvarlar içinde Helenleşmiş veya İtalyanlaşmış bir yaşam sürerken, duvarların dışında gerçek anlamıyla elbi­ selerini değiştirip geleneksel step şefleri gibi yaşayarak çifte hayat s ürdürebilirler. Türk dili konuşan fakat Yahudi inan­ cına sahip zengin Hazarlar, Sudak şehrinde yaşayıp şehir halkına saygı gösterdiler. Çok daha önce, İS ilk yüzyılda Dion Khrysostomos, Dinyeper halicine yakın Olbia şehrini ziyaret ettiğinde şehir halkının Homeros'tan alıntılar yaptı­ ğını, fakat Yunanlıların giymediği tarzda göçebe pantolon ve mokaseni giydiklerini görmüştü . Bilmediğimiz bu son sürecin tersine işleyip işlemediği­ dir - akıl bölgesinin ' uygar' bireyleri, gövdeni n ' barbar' bölgesinin çekimine kapılıp onlara katılmış, arabalarda yaşayan, at s ütü içen ve kral mezarlarına bekçilik eden ka­ zığa geçirilmiş at öl üleri önünde saygıyla eğilen göçebeler­ le katılmış mıdır ? O lasılıkla katılanlar olmuştur. Amerika öncüleri arasında Avrupal ı avcı ve gezgin tüccarlardan hat­ ta kolonistlerin eş ve çocuklarından istekleriyle 'Kızılderi­ li' olanlar çıkmıştı . Fakat akılla gövde, steple sahil arasında üçüncü bir yer daha vardı: ruhun dağ bölgesi. Şatir dağ sırasının düz tepe­ lerinde veya ormanların gizli mağaralarında, göçebe ve 37

tüccarlardan uzakta, bütün refah ve fetih niyetlerini yitir­ miş topluluklar yaşıyordu . Otobüs Bahçesaray 'dan güneye, küçük bir kanyondan sa­ hil hattının eteklerine yöneldi ve dağlarla çevrili bir düz­ lükte durdu. Bizantologlar bir göl kenarındaki otlara yer­ leştiler ve sandviçlerini çıkardılar. Ağaçlar, birkaç çadır, iki genç kadının yıkandığı ve elbiselerini yıkadığı eski bir de­ mir çeşme yalağına kaynak suyu taşıyan borular vardı. Kadınlardan biri , üstünde yalnızca siyah bir etek, b ize doğru seğirtti ve saçlarının suyunu akıtmak için eğildi : " Batı sigarası var mı ? Bizim Sovyet sigaraları berbat. " Cenovalılardan biri ona paketini verdi . " Haberlerde ne var ? " Kadın doğruldu, saçını arkaya savurdu, sigarayı aldı ve kibrit çakılırken dedi ki: "Haber yok. Radyoda yalnızca la­ net olası Kuğu Gölü var. " Arkada iki oğlan, çadırdan bir ağaca anten çekmeye çalışıyorlardı. Vadi tabanından Mangup Kale zirvesine tırmanış bir saat aldı; ürkütücü görünen ağaçlar arasından yıkılmış şe­ hir duvarına kadar yedi yüz metrelik yorucu ve terletici bir tırmanış. Bundan sonra yürüyüş kolaylaştı . D erin İ brani harfleri kazılmış yana yatmış, ters dönmüş yüzlerce mezar taşı kuru yaprak denizine yayılmıştı . Mezarlar Karaimlere ait. Bunlar; tarihleri Mezopotam­ ya' da İS sekizinci yüzyılda başlayan ve iki yüzyı l sonra ge­ nel Yahudi geleneğinden kopan bir Yahudi mezhebi . Kara­ imler, Rab'bin dünyasının kutsal yazılardan başka hiçbir yerde ifade edilemeyeceğini ve Talmud geleneğinin dindışı ve yozlaşma olduğuna inanıyorlardı . ( Bu nedenle Hıristiyan Protestanlar, özellikle de Almanlar, oldukça yanlış bir bi­ çimde Karaimlerin Hıristiyan Reformasyonu'nun habercile­ ri olduğu gibi bir inançla onlardan dai� a etkilenmişlerdir. ) Karaimler Kırım'a on ikinci yüzyılda, Birinci Haçlı Se­ feri 'nin yarattığı sarsıntı onları Filistin ve Mısır'dan kopar­ dığında geldiler. Bizans İmparatorluğu'na göç ettiler, ora38

dan kuzey doğu Avrupa'ya yayıldılar ve Karaim cemaatleri Polonya-Litvanya devletler-topluluğuna yerleştiler. Birçok mezhep, güney Fransa 'nın heretik Albi Hıristi­ yanları gibi, ancak iktidar ve nüfus merkezlerinden uzak, savunulabilir yerde kendisini güvenlikte hisseder. Karaim­ ler bu varoluş teröründen paylarını aldılar. Kırım dağları­ nın tepelerine veya Litvanya'da huş ağaçları arasındaki gölde Trakai kale-adalarına çekildiler. Ama münzevi yen­ geçler gibi, kendi istihkamlarını inşa etmek yerine başkala­ rı tarafından inşa edilip sonradan terk edilmiş kaleleri ter­ cih ettiler. Ve Karaimler, Türkler tarafından yağmalanıp boşaltılana kadar Mangup Kale'ye girmediler. Tepenin al­ tındaki ormanlarda bulunan en eski Karaim mezarı 1 4 6 8 tarihini taşıyor, Mangup'un terk edilmesinden birkaç yıl önceye ait, ama çoğunluğu on altı ve on yedinci yüzyıllar­ da yapılmış. Karaimler Kırım'da çevrelerindeki Hıristiyan ve Müslü­ man top l umlardan uzak durdular, özenle kendi Karait tarzlarını sürdürerek küçük ev eşyaları imalatı ve ticaretiy­ le uğraştılar, fakat herhangi bir hükümetin hizmetine gir­ mekten kaçındılar. Bir tarihçi, İS 1 200 'lerle 1 900 arasında Kırım'daki Karait tarihinin uzun ve huzur dolu bir boşluk olduğunu belirtmişti . Ama bir kenarda kalan Karaimler di­ ğer topluluklardan daha dürüst ve açık sözlü olmakla ta­ nındılar ve sonuçta, Karaim tari hi bir kez daha garip döne­ meçlerinden birini yaşadı. Yahudi olmayanlar, onların dü­ rüstlüğünden etkilenerek, neden genel anti-semitizmin dı­ şında tutulduklarını sorgulamaya başladı. O nların da Ha­ zarlar gi bi dönme olması gerektiği ileri sürüldü. Burada saçma bir ironi vardı: öteki Yahudilerden daha doğru ve kökten Yahudi olmaya çalışırken, Karaimler Yahudi olma­ yanlar tarafından gerçek Yahudi kabul edilmiyorlardı . O n sekizinci yüzyıl sonunda Kırım 'ın Rusya'ya katılma­ sıyla II. Katerina Karaimlere saygı dolu bir ilgi gösterdi. Rus İmparatorluğu'na devasa topraklar kazandırmıştı : ba­ tıda eski Polonya-Litvanya devletler topluluğunun çoğu, 39

güneyde neredeyse Karadeniz'in bütün kuzey sahili. Burala­ rı geliştirmek için kolonistler ithal etti : Almanlar, Yunanlı­ lar, Ermeniler hatta Fransız yerleşimcil er. Ve Karaimler ağırbaşlı enerj ileriyle onun amaçlarına uygundular. Kateri­ na Kırım Karaimlerinin bir bölümünü Litvanya'daki eski yerleşimlerini canlandırmak için oraya gönderdi ve çoğunu da güneydeki geniş yeni Rus eyaleti Novorossiya'ya ( Yeni Rusya ) yerleştirdi. Karaimlere Yahudi nüfusa tanınmayan tam yurttaşlık hakları verildi . Karaimler Mangup ve Bahçe­ saray'ın üstündeki öteki korunaklı tepeleri olan Çufutka­ le'den Kırım sahilindeki şehirlere, özellikle de Eupatoria'ya [Gözleve] göç etmeye başladılar. İskoç seyyah Laurence Oliphant 1 8 52 'de Çufutkale'ye çıktığında, burada yalnızca eski sinagogun bakımıyla meşgul bir avuç Karaim buldu. Sonuncular Mangup' u elli yıl kadar önce terk etmişti . İkinci Dünya Savaşı sırasında Berlin'deki Nazi ırkçı bü­ rokrasisi Karaimlerin, biyoloj ik ve genetik olarak Yahudi değil, fakat Ya hudiliği kabul etmiş Hazarların soyundan geldikleri görüşüyle ( sonunda karar boşa çıksa da ) , "Yahu­ di sorununun nihai çözümüne " dahil edilmemeleri kararını aldı. Bu saçmalıktı . Ama Karadeniz'in kendisi ölüme yazgı­ lı ana Yahudi topluluğunun, kendilerini kurtaramasalar da kardeşlerini kurtara bilmek için bu mitosu destekledikleri anlaşılıyor. Mangup zirvesinin hemen altında soğuk bir kaynak, tatl ı bir su var. Sonra ağaçlar açılıyor ve kekik kokuları içindeki düz, küçük bir çimenliğe geliyorsunuz. Çevrede, kuleler, kemerlerle yı kıntılar var; bazıları bazilika, kapı, sinagog ve gözetleme kulelerinden kalmış taş yığınından ibaret. Dün­ ya, deniz ve kara, aşağıda yayılıyor. İnsanlar korkudan ve­ ya Tanrıyla yalnız kalmak isteğiyle veya iki nedenden bir' den, gelip Mangup'a yerleşmişler. O gün düz tepede kamp vardı : çadır sırasının üstünde üç renkli Rus bayrağı dalgalanıyor, eski bir tekerlekli ordu ocağı üstündeki kararmış kazanda çay kaynıyor ve mavi 40

odun dumanı bulutları yükseliyordu. Urallardaki Sverd­ lovsk ( şimdi Ekaterinburg) Üniversitesi'nden bir arkeoloj i grubu birkaç haftadır tepede kazı yapıyordu. Burada, dün­ yanın tepesinde, bir şeyden haberleri yoktu. Biz kalın Rus şekerleriyle çaylarını içerken, öğrenciler de ciddi biçimde çevremize toplandılar. Radyodan yalnızca hafif müzik geli­ yor, Rusya 'nın saatler geçtikçe daha da büyüyen sessizliği­ nin yarattığı boşluğu, uzun bir utanç kıkırdaması gibi dol­ duruyordu. Bütün insan toplulukları bir anlamıyla göçmendir. Farklı kültürler arasındaki b ütün düşmanlıklar, sahile yaklaşan bir başka gemi dolusu insana karşı klasik göçmen hasetin­ den bir şeyler taşır. İnsanın evini, tarlalarını ve ata mezar­ larını işgale karşı savunması haklı görülür. Ama tek başına bir yere sahip olma isteği -yerleşim olgusunu soyut ve sabit bir sahiplik görüşüyle birleştirmek- şaka gibidir. Güzelliği b ütün ziyaretçilerinde neredeyse ci nsel bir sa­ hiplenme özlemi yaratan Kırım bu şakayı tarihinin her yüzyılında sergiledi . Kırım'ın yerlisi, aborij ini yok . İskitler­ den önce, onlardan önceki Kimmerlerden veya ilk höyükle­ ri yapan Tunç Çağı insanlarından önce, başka yerlerden gelen insanlar vardı . Kırım daima bir hedef olmuştur; deni­ zin veya karanın sonundaki kayalıklar yolculuğun sona er­ diği yerdir. Gezgin topluluklar Kırım'a yerleştiler ( İskitler burada yaklaşık bin yıl yaşadılar ) , fakat sonunda dağıldılar veya yollarına devam ettiler. Kırım tarihinde bu durum ya­ rımadanın ziyaretçilerine kabul ettirdiği değişmez bir yapı­ dır: akıl, gövde ve ruh bölgeleri sıklıkla etki altında kalmış­ tır ama daima yeniden ortaya çıkmışlardır. Ancak yakın dönemde Kırım gerçeği -yani kimseye ait olmayıp herkese ait olduğu- ihlal edildi. Geçmişte bu kadar kan ve acıya mal olmuş ve gelecekte olasılıkla olacak bu gerçek ihlalle­ rinden basitçe saçma diye nitelendirilebilecek ikisi iki otok­ ratın açıklamalarına dayanır. 1 78 3 ' de il. (Büyü k ) Katerina, Kırım'ın bundan böyle ve sonsuza kadar Rusya'ya ait ol41

duğunu ilan etmişti . Ve 1 9 54'de Nikita Kruşçev, kendi hal­ kının dikkatini, çekilen acılardan başka yere yöneltmek is­ teyen bir Ukraynalı, Kırım'ı Rusya 'dan, her zaman ona ait olmak üzere Ukrayna'ya devrettiğini açıkladı. Mangup bütün bu Kırım ironisini taşıyor. Mangup tepesin­ deki yıkıntıların çoğu ortaçağın unutulmuş, i n a n ı l m az prensliğine ait. Theodoro-Mangup kalesi, Gotya prensleri tarafından yönetilen bağımsız bir Yunan prensliğini barın­ dırıyordu. Ama bu 'Yunan' ve ' Gotik' sözcüklerinin bura­ daki anlamı neydi ? Gotlar Karadeniz ve Kırım'a alışılmadık bir yönden gel­ diler, doğudan değil kuzey batıdan. Güney İskandinavya'da proto-Germen bir halk konfederasyonu oluşturan Gotlar Kırım'ı İS üçüncü yüzyılda, Karadeniz'in kuzey sahilinin ne­ redeyse tamamını fethettikleri dönemde ele geçirdiler. Y üz­ yıl sonra Hunlar, Gotları yendi. Çoğu batıya yöneldi; göçün sonraki ayağında, torunlarının zamanında, kralları Büyük Theodorich'in ordusu onları İtalya'ya taşıyacaktı . Ama ba­ zıları Kırım dağlarında kaldı . Hıristiyanlaşıp Bizans İmpa­ ratorluğu'yla bütünleştiler ve imparator 1 . İustinianos Man­ gup'u sahil şehirlerini steplerin saldırılarına karşı korumak için oluşturduğu kalkanın bir parçası olarak istihkam etti­ ğinde, altıncı yüzyılda, halen buradaydılar. Sekizinci yüzyı lda Hazarlar Kırım'ı fethettiğinde Hıris­ tiyan Gotların kalı ntıları ruhun dağlık bölgesine çekildiler. Gotya 'nın prens-piskoposu İoannes Mangup'tan Hazarlara karşı sefer düzenlemek için yelken açtı ve başarısız oldu; Bizans imparatorları ona ihanet ettiler. Onlar Yahudi Ha­ zarlarla anlaşmayı tercih ettiler; Hazarların İmparator­ luk'la, stepten Karadeniz'e yaklaşan daha vahşi göçebe uluslar arasında tampon işlevi görecek güçlü bir müttefik olduğunu düşündüler. İki Bizans im p aratoru, II. İustini­ anos ile V. Konstantinos Hazar prensesleriyle evlendi . Got­ ya tepelerine geri döndü ve yaklaşık yedi yüzyıl s üreyle ta­ rihten çekildi. 42

Bu 'Kaybolmuş D ünya' platosunun altında dünya de­ ğişmeye devam etti, ama Gotya kocaman bazilikasında ibadetin i sürdürdü ve eteklerinde yaşanan kargaşayı gör­ mezlikten geldi. Ta 1 475 'de Osmanlı Türkleri gelene ka­ dar. 1 45 3 'de Konstantinopolis'i fethettikten sonra Bizans İmparatorluğu'nun kalan topraklarına yönelen Türkler ve müttefi kleri Kırım Tatarları, dağdaki Theodoros Prensli­ ği'ne saldırdılar ve Gotya'nın sonunu getirdiler. Dokuzuncu yüzyıla ait olan Konstantinos ve Helena Bazilikası bir dönem terk edilmiş kaldı. 1 5 79'da Polonyalı bir soylu onu görmek için tepeye çıktı . Marcin Broniewski ( " Broniovius " ) Kral Stefan Batory tarafından d iplomatik misyonla Kırım Tatarlarının hanı Mehmet Giray'a gönde­ rilmişti ve bu görevini anlattığı zarif bir Latince kitap, Tar­ tariae Descriptio 'yu yazdı; kitap yüzyıl sonra Samuel Purc­ has tarafından İngilizce'ye çevrildi. " Marcopia'da [Man­ gup] . . . iki kale, gösterişli Yunan tapınakları ve evleri var; taşların arasından küçük temiz dereler akıyor. Fakat Türk­ ler burayı aldıktan on sekiz yıl sonra (Yunanlı Hıristiyanla­ rın dediğine göre) ani ve korkunç bir yangınla yıkılmış . " Broniewski " Aziz Kontanti nos 'un Yunan Kili sesi ve Aziz Georgios'un daha mütevazı olan kilises i " n i ayaktay­ ken gördü . " Burada bir Yunanlı papaz, birkaç Yahudi ve Türk yaşıyor; Unutulmuşluk ve Tahri bat geri kalanları yık­ mış; her yerde büyük dikkatle ve gayretle soruşturmam da boşuna oldu, insanlar veya eski sakinlerin Öyküleri de kal­ mamış. " Ama Broniewski gene de konuştuğu Yunanlı pa­ pazdan şunları öğrenebildi : " Türklerin kuşatmasından kısa süre önce, Konstantinopolis ve Trabzon imparatorlukları­ nın soylu kanından iki Yunanlı Dük buraya yerleşti ve can­ lı olarak yakalanıp Konstantinopolis'e götürüldüler ve ora­ da Türk İmparatoru Selim'in emriyle öldürüldüler. Yunan Kiliselerinin duvarlarında İmparatorluk portreleri ve adet­ leri resmedilmiştir . . . " Basilikadan temellerden başka bir şey kalmamış ve Ural Üniversitesi 'nden arkeologlar bu ' imparatorluk portrele43

ri 'nin onlara neler anlatabileceğini ancak hayal edebilirler. Ruh bölgesi şimdi neredeyse boş . Mangup'un tek sakinleri, platonun kuzey doğu ucunda çıplak taşların üç yüz metre yükseklikte korkutucu bir cıvadra direği gi bi asılı durduğu yerdeki Rus hippi kolonisinden oluşuyor. Hippiler kayala­ ra oyulmuş eski bekçi kulübelerinde yaşıyor, taş zeminde battaniyelere sarılıyor, yeşil çubuklardan uyuşturucu çeki­ yorlar. Homurdanıyor, horluyor, yelleniyor ve bazen canla­ nıp böğürtüler içinde yumruk yumruğa geliyorlar. Üniver­ siteden genç kızlar platonun bu kesimine kendi başlarına gitmemeleri gerektiğini öğrenmişler, fakat bazen bir grup öğrenci gelip uçurumun kenarına çay kutuları ve bayat ek­ mek bırakıyor. Sonra birkaç metre çekiliyor ve saklanarak, mezarları ndan sürüklenip çıkan hippilerin ayılar gibi gelip kendilerini yemeklerin üstüne atmalarını seyrediyorlar. Gotça, Yunanca ve herhalde İbranice ile birlikte, Kırım'da yakın çağların başlarına kadar kullanılmıştır. Aynı zaman­ da yazı dilidir de. Piskopos Ulfilas, Kitabı Mukaddes'ten bazı bölümleri dördüncü yüzyılda Vizigot diline çevirdi ve dil Kırım'da batı diyalekti öldükten çok sonralarına kadar varlığını devam ettirdi. 1 5 62'de Avusturya diplomatı Ogier Ghislain de Busbecq ( daha çok Türkiye'den Avrupa'ya lale soğanlarını ilk gönderen kişi olarak ünlüdür ) , Konstanti­ nopolis 'te rastladığı Kırımlı Gotlardan seksen altı sözcük ve deyimden oluşan bir liste derlemiştir. Ve Gotça konuşan son kişilerin on yedinci yüzyıla kadar varlıklarım sürdür­ dükleri anlaşılmıştır. Mangup ve 'Kırım Gotları Sorunu' üstüne yararsız mü­ rekkep göl leri harcandı; gerçekte ortada sorun yoktu, mo­ dern etnisite tanımlarını geçersiz oldukları kadim topluma zorla uygulamak için inatçı , hastalıklı bir ısrar vardı. Man­ gup tepesinde kazılar on dokuzuncu y üzyılda başladı. An­ tik dönem uzma nları Uvarov, Brun ve Lepier ortaya ku­ ramlar attı lar. Alman bilim adamları, Gotların Germen oluşundan duydukları heyecanla, Kırım'da taş şehirler ku44

rup komşularına hükmeden bir Töton devletini kanıtlamak için kolları sıvadılar. Ama kanıtlar yetersizdi . Asli- Germen Kırım'ı ve çürümüş Roma 'nın elinden düşürdüğü kültür meşalesini alıp yücelten Töton yerleşik uygarlığı hayali, sonraki bilim adamları tarafından çöpe atıldı. Ama sonra, Nazi zihniyeti, bu kırık dökük, gözden düş­ müş ve çürümüş görüşleri diriltti, yeni bir sahte-tarih ve si­ yasal meşruiyet değişkesi altında dolaşıma soktu. Kırım ye­ niden fethedilmeli ve Gotik ülkesi canlanmalıydı. Tatar, Yahudi ve Ruslardan temizlenen ve yalnız geçici olarak tarlalarda çalışacak bir köle emek gücü bırakılan yarıma­ da, trenler dolusu Alman yerleşimcinin hedefi olmalıyd ı . S i vastopol Theodorichafen olacaktı . Simferopol Goten­ berg. Kırım da Gotland olarak bilinecekti . Hitler'in kendisi, kişisel olarak, tarih üretmekle görevli Üçüncü Reich daireleriyle ilgilenmedi. Bu heyecanı çoğun­ lukla Rosenberg ve Himmler'e bıraktı ve onların arkeoloj i heyecanı Hitler'e bir defasında şu soruyu sordurtmuştu: " Neden bütün dünyaya biz Almanların bir geçmişi olmadı­ ğını göstermek için bu kadar ısrarlısınız ? " Ama Kırım onu da heyecanlandırdı . 1 94 1 Nisan'ında Almanya'nın Sovyet­ ler Birliği'ni işgalinden iki ay önce, Kırım'ın Rusya 'dan ay­ rılması ve kukla Ukrayna devletine bırakılması kararlaştı­ rıldı . Temmuzda Alman orduları Sovyet topraklarında içe­ rilere doğru ilerlemeye başladığında, Kırım siyasetini belir­ lemek için yapılan bir toplantıya Hitler kendisi başkanlık etti ve ' Gotland' proj esi ilke olarak benimsendi . Kırım Ta­ tarlarına gelince, onlar ırk olarak -Yahudiler gi bi- değersiz kabul edilmişlerdi, fakat sürgün edilmeleri, tarihlerinin bü­ yük bölümünde koruyuculuklarını yapmış olan tarafsız Türkiye'yi rahatsız etmemek için ertelenecekti . Ama 'Got­ land' tasarısının Hitler için gerçekte çekici olan tarafı Ka­ radeniz'den uzaktaydı : Güney Tiroller'deki açmaza olası bir çıkış yolu sunuyordu. Yukarı Adige dağlarının vadilerinde Almanca konuşan bir nüfus, 1 9 1 8 yılında, yenilmiş Ha bs burg İmparatorlu45

ğu 'nun yıkıntısından sökülüp alınarak, muzaffer Antant devletleri tarafından İtalya'ya verilmişti. Bu hareket, birkaç yıl önce İtalya 'ya Mihver Devletleri 'ne karşı savaşa girmesi için söz verilen bir rüşvetin yerine getirilmesiydi . Birkaç yıl sonra, bu Güney Tirol halkı Almanya 'daki yen i Nazi rej i­ mi için nazik bir diplomatik sorun hal ine geldi. Nazilerin programı, yurt dışındaki Alman azınlıkları kendi toprakla­ rına katmak (Südetlere olduğu gibi ) veya onları Heim ins Reich'a taşımak - genişleyen Reich cephelerine yerleştir­ mekti. Ama Mussolini Hitler'in müttefiğiydi. Güney Ti­ rol'de bir istisnayı kabul etmek gerekiyordu. Öteki k uzey İtalya vadilerindeki küçük, Almanca dilli kadim topluluk­ lar ( Marius'un İÖ 1 0 1 yılında Po Vadisi'nde katledip da­ ğıttığı aşiretlerin soyundan geldiği varsayılan Kimberler gi­ b i ) , Almanya-İtalya anlaşmasına bağlı olarak Almanya'ya getirilmişti . Ama İtalya sınırı değişmedi ve Alplerin Bren­ ner Geçidi'ndeki su boşalma çizgisinde, Güney Tiroller de İtalya'da kaldı. Bu uzlaşma Hitler'i rahatsız ediyordu. Şimdi yeni bir çözüm öneriyordu. Güney Tirol Almanları Gotland'a yer­ leşebilirdi. Niçin olmasın ? Burada da ormanlı dağlar, ve­ rimli vadiler, bol su vardı. Ve burada da Katerina'nın dı­ şardan getirdiği yerleşimciler veya Rus toprak sahipleri ta­ rafından yetiştirilmiş üzüm bağları bulunuyordu. Belki ka­ litesi, Tirol köyl ülerini zengin eden Bozen veya Meran ( Bolzano ve Merano ) kırmızı şaraplarını tutmuyordu ama Alman Pleiss ve yeteneği bunu değiştirirdi . Sonunda Kırım'a, Tirollu veya değil, Alman yerleştiril­ medi. Ama Gotland proj esinin korkunç sonuçları oldu. Bir zamanlar Gotya 'yı yıkan Kırım Tata rlarıyla Osmanlı Türk­ lerinin ittifakı olmuştu . Bu kez Gotland tasarısı, başarısızlı­ ğıyla, Kırım Tatarlarının son felaketini hazırladı. Mareşal von Rundstedt'in Güney Ordusu Eylül 1 94 1 'de Kırım'a girdi. Kasım ayı geldiğinde bütün yarımada, ertesi yılın Haziran ayına kadar direnen Sivastopol dışında, Al­ manların eline geçmişti . Önceleri Kırım Tatarları Alman iş46

galini -veya belki daha çok Sovyet Rusya iktidarının yıkıl­ masını- kurtuluş olarak görerek hoş karşılama eğilimindeydi. Ve böyle hissetmeleri için geçerli nedenleri vardı. Tatarlar 1 8 54'de, Rus kolonileştirmesinin daha yarım yüzyıllık geçmişi varken, hem kendileri sayı olarak azalıp hem de sayıları gittikçe artan Rus ve öteki Avrupalı yerle­ şimciler arasında kaldıklarından, Kırım nüfusunun yüzde altmışından fazlasını oluşturmuyorlardı. 1 905'e gelindiğin­ de, kendilerinin kabul ettikleri topraklarda azınlık olmuş­ lardı. On dokuzuncu yüzyıl sonunda aydınların önderlik ettiği Tatar 'Ulusal Uyanış'ı başlamış ve Tatarlar 1 905 ve 1 9 1 7 devrimlerini sınıf savaşı olmalarından çok baskıcı kolonyal imparatorluğun yıkılışı olarak selamlamışlardı. Hayal kırıklığına uğradılar. 1 905 Devrimi Tatar bağımsız­ lık veya özerkliği için umut dolu bir gürültü koparmıştı. Ama 1 9 1 7 ile 1 920'de biten İç Savaş sonrasındaki Bolşevik zaferi, Kırım'a i k i kuşak s üren zulüm ve felaket getirdi . Tatar ulusçularının Bolşevik gizli polisi ( Çeka) tarafın­ dan yürütülen 1 92 0 ' deki ilk kıyımından sonra, 1 920-22 kıtlığı Kırım'da güney Rusya ve Ukrayna'dan daha şiddetli yaşandı . Tatar başkenti Bahçesaray nüfusunun neredeyse yarısı öldü ve 1 92 3 ' de Kırım nüfusunun ancak dörtte biri Tatar ' d ı . Stali n ' i n tasfiyesi kulaklarla (zengin köylüler) başladı ama çok geçmeden bütün Devrim-öncesi Tatar ay­ dınlarının yok edilmesi ve Tatar kültürünün baskı altına alınmasına dönüştü. Tarihçi Alan Fisher The Crimean Ta­ tars [ " Kırım Tatarları " ] kitabında, 1 9 1 7'de Tatar nüfusu­ nun yarısını ol uşturan 1 5 0 . 000 Tatarın, 1 93 3 yılına kadar öldürülmüş, sürülmüş veya Sovyetl er Birliği dışına çıkmak zorunda bırakılmış olduğunu hesaplar. 1 9 3 7- 3 8 yıllarında­ ki Büyük Tasfiye sırasında Müsl üman din adamları da da­ hil eğitimli Tatarların katli yenilendi . Dolayısıyla 1 94 1 yılında Tatarların, Birinci Dünya Sa­ vaşı sonunda 1 9 1 8 'de yaşanan Alman işga line bir tür nos­ talj iyle bakmalarında pek şaşırtıcı bir yan yo k. Peşinden gelen Bolşevik ve Sovyet rej imiyle karşılaştı rıldığında bu 47

dönem görece özgürlük zamanı olmuştu . O yıl ulusçu siya­ setçi Cafer Seydahmet ve Litvanyalı-Tatar general Sulki­ ewicz, Kırım'daki Alman askerlerine destek olmak üzere Müsl üman birli kleri ol uşturmuşlard ı . Ta tar ulusçuları, Rusya 'ya karşı destek sağlanmasının karşılığı olarak Al­ manların Kırım'ın bağımsızlığı olasılığını sunan bu siyaset­ lerini hatırlıyorlar ve 1 94 1 'de bu pazarlığın tekrar canlana­ bileceğini varsayıyorlardı. Yanılıyorlardı. Nazi yönetiminin kaosu -Reich içinde rakip kurumları Darwinci rekabet al­ tında bir arada tutan anlayış, işgal altındaki topraklarda denetimden çıkıyordu- çok geçmeden Hitler'in tasarladığı türden bir Kırım siyasetini olanaksız kıldı. Kırım'da üç ayrı iktidar odağı üç farklı siyaset güdü­ yordu . ilk siyaset ordununkiydi. General Rundstedt'in ye­ rine geçen von Manstein, Tatarların Sovyet yönetiminden hoşnutsuzluklarını kullanarak partizan karşıtı birlikler ve Tatar köy korucuları oluşturdu ve çekilen Kızıl Ordu bir­ liklerinin geride bıraktığı gerilla gruplarına karşı mücadele yükünün bir bölümünü bunlarla paylaştı . Ama von Mans­ tein aynı zamanda bu milis gücünün siyasal eğilimler için­ de olmaması için de özen gösteriyordu. Asker olarak, Ta­ tarlara karşı çok fazla taraftar görünerek, çoğunluğu oluş­ turan Tatar-olmayan nüfusla da bütün bağları kopartma­ mak gayreti ndeydi . Alman sivil yönetimi çok daha Tatar yanlısı bir tutum içindeydi . Genel komiser Frauenfeld, Kulturvolk olarak Kı­ rım Tatarları nı canlandırma kavramına aşık olmuştu. Ta­ tar okullarını yıllar sonra yeniden açtı, Tatar dili ve gele­ neklerini geliştirmek içi n para harcadı . Tatar tiyatrosu açıl­ dı, Tatarca gazeteler tekrar yayınlandı ve ayrı bir Tatar üniversitesi açmak için tasarılar hazırla ndı . Kuşkusuz Fra­ uenfeld'ın siyaseti ' böl ve yönet' hesaplarına da dayanıyor­ du ama temelinde, Herder'in 'tarihi' uluslar' tanımından kaynaklanan, folk kültürüne karşı beslenen eski moda Al­ man entelektüel heyecanının da etkisi vard ı . Frauenfeld 'Müslüman Komiteleri ' kurdu ( bazıları 1 9 1 7 öncesi ulusçu 48

partilerinden kalan kişileri de içeriyordu) ve Berlin'de etki­ siz bir Tatar misyonu oluşturdu. Ama onun yaklaşımı ger­ çek siyasal içerikle uyuşmuyordu ve aydınlanmacı kolon­ yalizm sınırları içinde kalıyordu. Frauenfeld çizgisi, aynı zamanda , Gotland proj esiyle tamamıyla ilgisizdi. Bu proj e­ ye göre Tatarlar, önce Aryan yerleşimcilerin kölesi statüsü­ ne indirilecekler, sonra kaderleri -öl üm veya sürgün- belir­ lenecekti . Üçüncü siyaset, başında Otto Ohlendorf'un bulunduğu savaşçı SS komando birliğinin gelmesiyle başladı . Her ordu birliğinin ardından SS yönetiminde ırk ve siyaset temizliği yapan takımlar işg2 l bölgelerine giriyordu ve Kırım'da da istenmeyen unsurlara karşı metodik olarak kıyım uygula­ yan Einsatzgruppe D işbaşındaydı. SS vahşeti gün geçtikçe daha fazla Tatarı partizan kadrolarına itti, Sovyet gerillala­ rına kabul edilmeyenler de kendi direniş gruplarını kurdu­ lar. Kızıl Ordu'nun Nisan 1 944'de Kırım'a girdiği güne ka­ dar O hlendorf 1 3 0 .000 kişi öldürmüştü. Bunlar Kırım'ın bütün Çingene nüfusunu, Berlin'de o kadar incelikle he­ saplanan etnoloj ik noktalara aldırmadan çoğu Karaim ol­ mak üzere kalan Yahudileri içeriyordu. On binlerce Tatar da O hlendorf'un kurbanları arasındaydı. Gotland hayali daha doğmadan kargaşa ve kan içinde boğuldu. B u hayalin sonuçta doğurduğu tek şey Stalin'in, haksız yere Nazi işbirliği ile s uçlayarak Kırım Tatarların­ dan i ntikam almasıydı . Rusya'ya ihanet suçlamasının tarihi çok eskidir. Stalin yalnızca, yüzyıldan uzun bir süredir yü­ rütülen, aksine kanıtlara karşın Tatarların, öncelikle Os­ manlı İmparatorluğu ve İslamiyet'e sadakat duyan bir Türk grubu olduğu biçimindeki Rus propagandasına katılmış oluyordu . 1 8 54-56 yılları arasındaki Kırım Savaşı sırasın­ da, İngiliz ve Fransız birlikleri yarımadada Rus birliklerine karşı savaştığında, Rusya 'nın düşmanlarına karşı belirgin bir Tatar tavrı yoktu. Ama savaş halen devam ederken çar olan il. Aleksandr'a Tatarların, Rusların güvenliği için bir tehdit oluşturduğu söylendi ve savaştan sonra Tatarlar göç 49

ettirildi . İzleyen bütün Rus-Türk savaşlarında büyük sayıda Tatar, Rus ordularında görev yaptı, dindaşları Müslüman­ lara karşı savaş tı, ama sadakatlerini böyle ortaya koymala­ rı kendi haklarındaki Rus paranoyasını yatıştırmakta hiç etki yaratmadı. Her Rus-Türk savaşını bir başka umutsuz Tatar düşmanlığı, bir başka göç dalgası izledi. Gerçekte İkinci Dünya Savaşı sırasında Kırım'daki Nazi işbirlikçilerin çoğunluğu Tatar olmayanlardı. Belki 5 0 . 000 Tatar Sovyet silahlı kuvvetlerinin bütün cephelerinde sa­ vaştılar. 20 .000 kişinin von Manstein'in köy korucularına katı ldığı doğrudur. Çoğunluğunun niyeti yalnızca Rus ve Ukrayna partizan saldırılarına karşı kendi evini korumaktı ; bu saldırılar sıklıkla, askeri eylemden çok ırkçı pogromları andırıyorlardı . Volga bölgesi Tatarlarından bu rakamın iki misli benzer gönüllü Alman birliklerine katıldılar ve topye­ kün bir ceza görmediler. Kırım'da cezalandırma hemen başladı . Bazı partizan bir­ likleri kendilerine başvurmaya gelen Tatarları öldürmeye başlamıştı bile. Nisan 1 944'de Sovyetlerin Kırım'ı geri aldı­ ğı günlerde, bütün köyler kıyımdan geçirildi ve Simferopol elektrik direklerinde ölü Tatarlar sallandırıldı. Ama bunlar Stalin'in daha hesaplı misillemesine yalnızca başlangıçtı . Sovyetler Birliği'nin tasarruf alanı içinde Stalin'in hoş­ nut olmadığı toplumsal gruplar için farklı biçimlerde ceza­ landırma yolları uygulayabileceği yeterli alan vard ı . Elbette onları basitçe öldürtebilirdi ve zorunlu gördüğünde öldürt­ tü de. Ama imparatorluğun çevre bölgelerindeki dik kafalı aşiretlerle uğraşan bir Roma imparatoru veya Avrupalı sö­ mürge genel valisi gibi, bütün bir halkı zorla s ürgüne gön­ derme, evlerinden binlerce kilometre uzağa sürme gücü de vardı . Kırım Tatarları toptan sürgün acısını tadan ilk etnik azınlık oldu. Sovyet iktidarının Kırı m 'da yeniden kurulma­ sından bir kaç hafta sonra bütün Kırım Tatarları O rta As­ ya'ya sürüldüler. Bir ayı bulan yolculuklar için yük vagon­ larına doldurul an Tatarlar, açık arazide, becerebilirlerse 50

canlı kalmak üzere, yiyeceksiz, donanımsız ve barınaksız bırakıldılar. Sürgün iki yıl gizli tutuldu. Sonra Moskova 'dan yapı­ lan bir açıklamayla, Kırım Tatarları, kuzey Kafkasyalı Çe­ çen ve İ nguş halklarının, Rus Ceza Yasası'nın 5 8 . Madde, 1 ( a ) paragrafı gereği 'anayurda ihanet' suçundan, " eko­ nomik gelişimleri için uygun hükümet yardımını alarak, SSCB'nin başka bölgelerine yerleştirildikleri " kamuoyuna i l eti l d i . O n b i r y ı l sonra, 1 956 'da, Nikita Kruşçev'in Yirminci Parti Kongresi'nde Stalin'in uygulamalarına saldırdığı ko­ nuşmasında Tatar sürgününü özellikle anıp kınaması üzeri­ ne, Taşkent'ten Moskova'ya ilk zayıf sesli dilekçeler gelme­ ye başladı . Bundan sonra otuz yıl süreyle başvurular, göste­ riler ve temsilci heyetleri, resmi 'yalan'lar ve anlamsız 're­ habilitasyon' sözleri geldi ve Tatarların mücadeleleri ile Sovyet demokratik muhalefetinin onlara verdiği destek sürdü. Savaş gazisi olan ve yaşamını Komünist rej ime karşı dirençle muhalefet etmeye adayıp Kırım Tatarlarına yapı­ lan haksızlığı kınamak uğruna özgürlüğünü ve sağlığını fe­ da eden Al bay Grigorenko bunlardan biriydi . Konuyu açtı­ ğı bütün Tatar, Rus ve Ukraynalılar, mücadelenin karşılığı­ nın tehdit, dayak, kitle tutuklamaları, toplama kamplarına gönderilmek veya -Grigorenko 'nun kaderi bu olmuştu­ sahte akıl hastalığı raporlarıyla acımasız psikiyatri hasta­ nelerine kapatılmak olduğunu biliyorlardı. Ama sonunda, Tatarlar evlerine dönüyorlar. Elli yılın bir kuşaktan uzun bir süre i fade etmesine ve küçük bir azınlık dışında dönenlerin Kazakistan ve Özbekistan'da doğmuş olmalarına karşın burayı evleri biliyorlar. Burayı evleri biliyorlar, ama kendilerine veya anne-baba ve büyük­ babalarına ait olan asma bağları içinde kaybolmuş küçü k beyaz badanalı kulübeler, şimdi Rus veya Ukraynalı göç­ menlere ait ve bu göçmenler çoğunlukla onlardan nefret ediyorlar. Komşuları onlara saldırıyor ve cinayetler işleni­ yor. Halen Simferopol 'da i kamet eden yozlaşmış yerel yö51

netim onlara yabancı gecekonducu muamelesi yapıyor. Ama kimsenin istemediği taşlık vadilerde, Kırım şehirleri­ nin dışındaki boş çıplak arazide, insanlar kendi yaptıkları kerpiçlerle, kaıriış ve oluklu demirlerle evler inşa ediyorlar. Çıplak toprağı ölçüp aileler arasında paylaşıyor ve kaya­ lardan su getiriyorlar. Bir zamanların tozlu boz çimenlikle­ rin yerinde yeşil fidelerin gölgesi ve çekiş seslerinin gürül­ tüsü var. Burası onların İsrail'i, vaat edilmiş ülkesi ve bir daha buradan ayrılmayacaklar. Mangup'tan sonraki sabah Simferopol havalimanına git­ mek ve Moskova'ya uçmak için yola çıkıyoruz. Bu sefer otobüste Cenovalılar bile suskun ve kasvetli . Ama sonra yanımda oturan sakallı bir Rus bilim adamı, daha önce kendisini tanımlayışına göre Ortodoks çarcı bir muhafaza­ kar, derin sesiyle aniden şunları söylüyor: " İşler böyle gide­ mezdi ! Apaçık anarşi vardı; haydutlar ve mafya ülkeyi sö­ mürüyordu. Birinin bir şey yapması lazımdı . " Şaşkınlık içinde ona baktım. Gözlerimden kaçınarak devam etti : " de Gaulle'e ne dersin ? Dördüncü Cumhuriyet anarşi içine düşmüştü, öyle değil mi ? Ve Fransa'nın kendi birliği, doğrudan kendi yaşa­ mı Cezayir nedeniyle tehdit edildiğinde, iktidarı ele aldı . Ve ondan sonra . . . " " Bana Gennadi Yanayev'in de Gaulle ve Litvanya veya Gürcistan'ın 'Algerie Française' [Fransız Cezayiri] gibi ol­ duğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz ? " Yalnızca azarlayıcı bir bakış fırlattı. Simferop o l ' da hava limanında, cunta n ı n bildiri lerini okuyacak katlanmış bir posterden başka bir şey olmayan Krimskaya Pravda vardı . Gazete her türlü gösterinin ya­ saklandığını, Moskova ve Leningrad'da sokağa çıkma ya­ sağı olduğunu bildiriyordu. Gazetede' haber, yorum yoktu, yalnızca Yanayev ve darbeci yoldaşlarının, Latin Amerika­ vari pronunciamiento dilinde gülünç ' açıklama'ları vardı. 'Anayurt'a yapılan göndermelerin her yerinden vıcık vıcık 52

sızdığı açıklamaya, bütün dış dünyaya karşı saldırgan bir paranoyanın kokusu s inmişti . Moskova'da, loş ve yeşil yaz yağmurunun altında, Vnuko­ vo havalimanından uzanan bulvarın yanlarında zırhlı araç­ lar bekliyordu. Moskova Üniversitesi'nin çevresindeki su sızan ağaçların altında, sahra mutfakları ve komando kam­ yonlarıyla Taman Tümeninden tanklar duruyordu. Bu be­ nim için yeni bir manzara değildi: Sovyet tankları, yirmi üç yıl ö nce bir başka Ağustos ayında Prag' daki parkların ağaçları altında da böyle beklemişti. Şimdi bir başka ülkeyi daha işgal edip ezmişlerdi - kendilerininkini. O nları seyrederken ani bir boğulma duygusuna kapıl­ dım, yüreğim şiddetle kabardı. Bu intikamcı bir neşe mi, yoksa tarihin sıklıkla dönüp indirdiği adalet çekicini se­ lamlamak mıydı ? Daha sonra nedenin ikisi de olmadığını anladım - daha çok soluk sarı savaş el biseleri, siyah beyaz çizgili fanilalarıyla bütün bu yıllar içinde hiçbir zaman ta­ nıyamadığım ama Avrupa'nın yarısında gardiyanlık görevi yapan bu askerlerle duygusal bağların kopmasıydı . O anda bir yanılgıdan, hepimizi bir orduyu, binler ve milyonlarca heyecanlı ve itaatkar genç insanı ve makinelerini, bütün bir ulusun özel duygularıyla özdeşleştirmeye yönelten kökleş­ miş yanlıştan k urtuldum. Alfred de Vigny " Ordu kör ve sağırdır; nereye yerleşirse oraya darbe i ndirir. Kendi iradesi yoktur ve kurulmuş gibi hareket eder. Devasa, duygusuz bir makine gibi hareket et­ tirilir ve ö ldürür, ama acı da çekebilir . . . " diye yazmıştı. 1 99 1 darbesinden beri bunların hepsi oldu. 1 99 3 'de istek­ siz ordunun Boris Yeltsin'in muhaliflerinin Rusya parla­ mentosunda bombalanmasında kullanılması, 1 9 94-95 'de Çeçen savaşı sırasında Rus birliklerinin, kıyım yaparken, ayaklanma tehdidinde bulunur ve tekrar kıyım yaparken ki sefaleti - bu körlüğü ve aynı zamanda acı çekebilme niteli­ ğini ortaya koyar. Otobüs Oktyabrskaya Oteli 'nin önünde durdu. Çanta53

mı su birikintilerinden sürükledim, otel kapısındaki bekçi kulübesini geçtim ve geniş, alçak mermer basamaklardan yukarı fuayeye çıktım. O tel personelinin toplanıp sıkıştığı bir köşeden yüksek bir Amerikalı sesi geliyordu. Omuzları­ nın üstünden baktığımda, televizyonda CNN'in açık oldu­ ğunu gördüm : ekranda barikatlar, Rus parlamentosuna ek­ mek ve teksir makinesi taşıyan kolları savaş bantlı kadın­ lar, bir tankın üstüne çıkmış bir hatip vardı . Tekrar cadde­ ye çıkıp geçen bir taksiye el salladım ve beni parlamentoya götürmesini söyledim. Bana korkuyla baktı. Ona dolarları gösterdim. Biraz daha tereddüt etti, sonra hüzünle başını salladı. Atladım. Devrimin nihai zaferi 2 7 Mart 1 920 Cumartesi günüydü. O gün İngiliz, Fransız ve Amerikan savaş gemileri General De­ nikin'in Beyaz Ordu'sunun Karadeniz limanı Novorossiysk'i boşaltmasına yardım ettiler. Başka savaşlar da oldu. Baron Vrangel Kırım'da bir başka Beyaz Ordu'yla yenilgiden önce­ ki son karşı saldırıyı gerçekleştirdi; ama Novorossiysk İç Sa­ vaş'ın ve Müttefik müdahalesinin gerçek sonuydu. Karadeniz'irl. kuzey doğu sahilindeki Novorossisk bu­ gün 1 920'lerdeki gibi görünüyor. Halen eski Portland çi­ mento fa brikasının körfeze dumanlar salan bacalarının egemenliği altında , koyu mavi renkli küçük bir körfeze ba­ kıyor. Şehrin arkasındaki tepe yamacında çimento üretmek için alınan kireç nedeniyle kocaman solgun dikdörtgenler açı lmış . Babamın 1 920'de çektiği siyah beyaz fotoğraflar­ dan gemi direği ve duman dolu limanın üstündeki bu dik­ dörtgenler hala tanınıyor - o zaman daha küçüklermiş. 1 920 yılının Denizcilik Rehberi Novorossiysk limanını " iki mendirekle korunmuştur; doğudaki sahilden güney batı yönünde yarım mil uzanır; batıdaki ş � hirden tersi yönde ya­ rım milden biraz daha fazla uzanmaktadır; ikisi arasında yaklaşık iki palamar genişliğinde açıklık vardır" diye anlatı­ yor. İngiliz ve Fransız eskortundaki yük gemileri bu açıklık­ tan girerek Beyaz orduya gönderilen top, tank ve üniforma54

lan boşalttılar - çoğunluğu dolandırıcılar tarafından çalındı ve satı ldı, tanklar ise rıhtımın yanında çürüdü. Ve Deni­ kin'in Don Kazakları ve Rus gönüllülerden, kadın ve çocuk kaçak kitlesinden oluşan dağılmış Güney Ordusu'nun, aşağı Don'daki son cephesi Bolşevik saldırısında çökmeden önce sığındığı liman işte bu dalgakıran, rıhtım ve mendireklerdi. General Piotr Nikolayeviç Krasnov, Beyaz ordularında­ ki bir Kazak A taman \ batıya sürgüne kaçan yenik kuman­ danlardan biriydi. Berlin'e ve sonra Paris'e gitti ve eski as­ ker arkadaşlarını şaşırtıcı biçimde, verimli bir romancı ol­ du. Dört ciltlik romanı İki Başlı Kartaldan Kırmızı Bayra­ ğa, k açışından üç yıl sonra yayınlandı ve çeşitli dillere çev­ rildi, ve bu onun daha ilk edebi başarısıydı . Ama hiçbir şe­ yi unutmamak, hiçbir şeyi affetmemek ve hiçbir şey öğren­ memek gibi bütün Kazak yeteneklerine sahip olan Kras­ nov'un sonu kötü geldi. Claudio Magris'in kitab.ı Inferences form a Sabre' de [ " S üvari Kılıcından Alınan Dersler " ] çok daha yetenekli bir yazar Krasnov'un patetik sonunu işler. 1 93 8 'de altmış do­ kuz yaşındayken, Alman ajanlar Krasnov'u Berlin'e dönme­ ye ikna ettiler ve burada SS'ler onu pohpohlayıp yönlendire­ rek, Sovyet Komünizmi'ne duyduğu nefretin Yahudi-demok­ rat Batı'dan duyduğu tiksintiyle aynı olduğuna inandırdılar. Haziran 1 94 1 'den sonra, güney Rusya ve Ukrayna steple­ rinde Wehrmacht [Alman silahlı kuvvetleri] göründüğünde, yaşlı adam m utlulukla bir kez daha Bolşevik düşmanlara karşı Kazaklara kumandanlık etmeyi kabul etti. Ama sava­ şın yönü Almanların aleyhine dönünce, Krasnov ve adamla­ rı beraberlerinde göçmen erkek, kadın ve hayvanlarıyla, ye­ nilmiş bir lejyon olarak Magris'in şehri Trieste'nin arkasın­ daki dağlarda kamp kurdular. Nisan 1 94 5 ' de Kazaklar Avusturya'ya geçtiler ve İngilizlere teslim oldular. Normal savaş esiri, en azından mülteci olarak muamele göreceklerini ve yeni bir sürgün yerine gönderileceklerini varsayıyorlardı . *

Ataman: Kazak reisi.

55

Ama burası Novorossiysk değildi. İngiliz ordusu, birkaç hafta süren hilekar güvencelerin alınmasından sonra, onla­ rı -erkek, kadın, çocuk- Sovyet güvenlik birliklerinin bek­ lediği bölgeye götürdü. Götürülenler arasında çoğu subay olmak üzere Bolşevi k intikamından Novorrossisk'deki İn­ gilizler tarafından tam yirmi beş yıl önce kurtarılmış olan­ lar da vardı. Kazakların bir bölümü hemen veya bir yıl içinde kurşu­ na dizildi. Çoğu trenlere doldurulup götürüldüğü Kutup veya Uzak Doğu'daki toplama kamplarında kayboldu. Pi­ otr Krasnov, anayurda ihanetten yargılandı ve mahkum edildi ve bir subayın son töreni olan idam mangasından yoksun bırakıldı. 2 6 Ağustos 1 946'da Moskova'da asıldı. İki Başlı Kartaldan Kırmızı Bayrağa romanında Kras­ nov, Novorossisk'e kaçışı anlatmıştı : Polegaeffler [iki roman kahramanı] Novorossisk'e yaklaştıkça gördükleri ölü atların sayısı artıyordu. Askerlerin, gönüllülerin, kaçakların, kadın ve ço­ cukların, elbiselerinden sıyrılmış gövdeleri yerlerde yatıyordu. Acele kazılmış mezarların oluşturduğu üstünde haç ve yazılar bulunan tümseklere rastlanı­ yordu; kırılmış arabalar, elbiseyle dolu patlamış ba­ vullar, çaputlar ve ev eşyaları çevreye dağılmıştı . . . Kocaman zengin bir bölgede, denize doğru, selamete ulaşma gayretiyle, yüzyıllardır toplanmış olan zen­ ginlikleri sürükleyerek ve onları kurtarmak ve onla­ rın yardımıyla yeni bir yere yerleşme umuduyla ya­ şanan ani hücum ve kaçış . . . Rusya'nın çocukları­ nın peri masalı mavi denizin, safir renkli denizin ar­ kasında olması gereken büyülü topraklar, yüz bin­ lerce insanı kıyıya doğru sürüklemişti . ,

Son burnu döndüklerinde Beyazlar Novorossiysk'i ön­ lerinde gördüler: Deniz, dalgakıran ve mendirek boyunca yolcu ve yük gemilerinin bacalarından yükselen duman, li56

man dışında demirlemiş İngiliz savaş gemileri. Rı htıma uzanan geniş caddede yüzlerce terk edilmiş Kazak atı var­ dı: " sahipleri tarafından terk edilmiş olsalar da altılı sıralar halinde durmaya devam ediyorlardı . " Deniz kıyısında, ge­ milere ulaşma kargaşası, çığlıklar içindeki panik çoktan başlamıştı . Denikin'in düzenli çekilme planları çöktü. Kısa ve ba­ ğışlamayan anı kita bında, yalnızca " bu korkunç günlerde şehirde birçok insan traj edisi yaşandı " diye anlatır, " birçok hayvanca içgüdü o ciddi tehlike dolu anda su yüzüne çıktı, vicdanın sesi bastırıldı ve insan kendi i nsanının düşmanı haline geldi. " Novorossiysk iskelesiyle uzak bir gezegen gibi görünen dünyayı, neşeli, manastır havasındaki ve sürekli fırçalarla temizli k yapılan Kraliyet D onanması'nı yalnızca birkaç yüz metre su ayırıyordu. Genç subaylar gözlerine inanamamış, sahra dürbünleriyle kıyıyı seyrediyorlardı. Aralarında, E m ­ peror of India savaş gemisinde asteğmen olan babam da vardı . 1 920 Donanma kayıtlarında, 2 5 . 000 tonluk, ana topu 1 3 . 5 inç, ikinci derecedeki on iki topu 6 inç olan bir gemi olarak tanımlanıyor. Kaptan Albay Joseph Henley kuman­ dasındaki gemi Akdeniz Donanması'ndaki ikinci kişi olan Tuğamiral Michael Culme-Seymour'u da taşıyordu ve ami­ ral boşaltmadan sorumlu kişiydi. Yenilgisine tanık olanlara pek güzel sözler söylemeyen Denikin, Seymour'u " soylu bi­ çimde sözünü tutan " , " iyi ve nazik biri " olarak tanımlar. Filosunu yalnızca sivilleri korumak için kullanma talimatı almış olan amiral sonunda savaş gemilerini asker ve mülte­ cilere açtı . Bu davranışıyla, neredeyse felaketle sonuçlana­ cak bir risk alıyordu. Emperor of India İstanbul 'dan Sivastopol 'a Martın ilk günlerinde ulaşmıştı ve geri çekilen Beyaz Ordu birlikleri­ nin öncüleri Kuban geçidinde görünüp limana yığılmaya başladıklarında ya klaşık üç haftadır Novorossiysk'deydi. 20 Mart günü geminin seyir defterine şunlar yazılmıştı : 57

" Eller yapar ve bozar. Denikin ve bir Rus centilmen, iki hanım ve bir çocuktan oluşan grup yolcu olarak gemiye alındı . " 2 6 Mart Cuma günü kıyıdaki panik, Kızıl Ordu birlik­ leri tepelerden ve güneydeki Gelencik tarafından sahilden Novorossisk'e yanaşmaya başladığında zirvesine ulaşmıştı. I I.I5:

ciddi

HAREKAT

köyüne 4 üç-çeyreklik ateş. 0 3 . 3 0 : aynı hedefe 8 X Taret atışı. [Babamın köprüden çektiği bir fotoğrafta, top nam­ lularından çıkan, sarsıntıyla bulanıklaşmış kara ba­ rut dumanı görülüyor. ] 1 2 . 0 0 : B O RI S OVKA

2 7 Mart Cumartesi s o n gündü: 0 2 . 40: 03 . 30: 05 . 2 4 :

09 . 20: ro.4 5 : ro. 5 1 :

500 mülteci gemiye bindi. 538 mülteci gemiye bindi. demir alındı ( pa lamar kaldırıldı ) . General Holman gemiye bindi . [İngiltere Askeri Mis­ yon şefi . ] General Denikin gemiden ayrıldı. Yaklaşık 850 Rus askeri güvertede. Bolşevikler azami atış uzaklığından limanda­ ki gemilere ateş açtı . Vira edip Feodosia'ya doğ�u limandan çıkıldı.

Babam Amiral Culme-Seymour'un merhametinin nasıl traj ediye dönüştüğünü yaşadı. Fotoğrafları Emperor of In­ dia'nın güvertesinin yırtık pırtık, kürk başlıklı askerlerle dolup, oturamayacakları kadar sıkışıklık içinde bir yer ha­ line geldiğini gösteriyor; birkaç denizci kalabalık içinde mücadele ederek sığır eti konserveleriyle i lerlemeye çalışı­ yorlar. Babam bana, çevrelerindeki yırtık paltoların bit do­ lu ve bazı askerlerin tifüs olduğunu öğrendiklerinde deniz­ cilerin nasıl korktuklarını anlatırdı . Siyah, ince belli tünik58

leri, fişeklikleri ve yatağanlarıyla, uğursuzluk habercileri gibi Kazak subaylar, köprünün altında dikilmiş, ağızların­ dan tek sözcük çıkmadan demirlerin arkasından Rus sahi­ linin akışını seyrediyorlardı. Atlarla çekilen Bolşevik sahra toplarının şehrin kuzeyindeki alçak tepelere taşınıp yerleş­ mesi ve ateşe başlaması o sırada oldu. Topların yalnız biri çalıştı. Troçki'nin adamları bu top­ la, yüzlerce kat daha fazla ateş gücü olan Akdeniz Donan­ ması filosuyla savaşa girdi ler. Neyse ki iyi nişan alamıyor­ lardı, çünkü güvertelerindeki insan yığınıyla koca savaş ge­ mileri cevap verme yeteneğini yitirmişlerdi . Emperor of In­ dia güvertesindeki ana silah -1 3 , 5 inçlik top- kalabalıktan yalnızca birkaç santim yukarıdaydı ve ateş edebilmek için güvertedeki herkesi denize dökmesi gerekirdi. Sahra toplarının mermileri havadan uçarak geliyor ve zararsız sular fışkırtıyordu, ama topçuların hedeflerini tut­ turması ancak bir zaman sorunuydu. Amiral açılmaya ka­ rar verdi . Savaş gemisi açık denize yönelirken, asker dolu yalpalayan bir salapuryaya rastladı; tekne yerli bir römor­ kör tarafından denize çekilmiş ve bırakılmıştı . Emperor of In dia ' dan tekneye bir halat bağlandı ve salapurya gemiyle birlikte götürülüp yolcuları güverteye alındı. Geri çekilişli korumak için bir destroyer körfeze döndü ve kıyıdaki sahra toplarına ateş etmeye başladı. Şimdi gü­ neyden yeni Bolşevik birli kleri geliyordu ve çimento men­ direğinin açığındaki küçük Beyaz Ordu savaş teknesiyle ça­ tışmaya tutuşmuşlardı . Demiryolu istasyonu yanıyordu ve sonra Standard Oil şirketinin depo tankları ateş aldı . Baba­ mın son fotoğrafı limandan yükSelen siyah dumanları, çatı­ ları saran beyaz dumanları gösteriyor. Altında şöyle yaz­ mış: " Şehir yanıyor. " D estroyere geçmiş olan D enikin şimdi top sesleriyle bir­ likte makineli tüfek ta kırdamalarını da duyuyordu. Kızıl Ordu Novorossiysk 'e gi riyordu. " Sonra sessizlik çöktü " di­ ye yazıyor Denikin, " Sahilin çizgileri , Kafkasya silsilesi, sis altında kayboldu ve uzaklarda yitip tarihe karıştı . " 59

Moskova barikatlarındaki ikinci gecenin yarısında, Rus par­ lamentosunun çevresindeki ikinci gece nöbetinde, silah ses­ lerini duydum. Sesler, birkaç yüz metre uzaktan, parlamento binasının arkasındaki Sadovaya Bulvarı'nın oradaki altge­ çitten geliyordu. Oraya gittiğimde gördüklerim şunlardı : Sakallı bir papaz kanlar arasında yürüyordu. Yol bo­ yunca akan kızıl ırmak ve göllerden geçmemenin bir yolu­ nu bulabilirdi ama bu gözleri ni ilerdeki, altgeçide sinmiş yarı gizli tanklardan alması demek olurdu. Bunun için dimdik , yavaşça, başı yukarıda, ayaklarının altındakine bakmadan yürüyordu. Papazın arkasından iki tane ele geçirilmiş silahlı araç gel iyordu, her biri kuleye, silaha, birbirine tutunmuş bir düzine adam taşıyordu. Amatörlerce sürüldüklerinden dü­ şük vitesle gidiyorlar ve şiddetle sallanıyorlar, üstündekiler savruluyor ve düşmemek için bir · yerlere yapışıyorlardı . Kamyonlar, çöp ve yanmış metal, kırılmış troleybüs camla­ rı, sonra yürüyenleri kandan uzak tutmak için konulmuş çubukların oluşturduğu üstünkörü dikdörtgenlerin üstün­ den geçtiler. Sonra insanlar geri geldi ve bu dikdörtgenleri yeniden kurup buraları türbeye çevirdiler. Papazın arkasındaki alay yavaş yavaş altgeçidin ağzın­ daki tepeye doğru gitti; tank makinelerinin kulakları sağır edici gürültüsü parapetlerin iki yanından sarkan insanların çığlıklarına karışıyordu. Tankların önü, orduya sadık kalıp Boris Yeltsin'i devirmeye giden tankların önüne değene ka­ dar ilerlediler. Sonra göstericiler tankların üstüne çıkıp üç renkli Rus bayrağını açtılar ve içerdeki personele teslim ol­ maları için seslendiler. 20 Ağustos'un 2 1 Ağustos 1 99 1 'e bağlandığı o gece, darbe yenildi . Sonradan birçok yabancı gazeteci darbenin yenilgiye mahkum olduğunu yazdılar; hazırlanışı kötü, ör­ gütlenmesi beceriksiz ve kaotik, önderleri sarhoş ve karar­ sızmış. Ama ben de oradaydım ve öyle düşünmüyorum. Sovyetler Birliği'nin birçok cumhuriyet ve eyaletinde ön­ derl ik darbecilere teslim oldu veya onlardan yanaydı . Halk 60

sarsıldı ama harekete geçmedi, Ç oğunlukla hiçbir şey yap­ madı. Darbeciler birkaç gün daha tutuna bilseydiler, Gor­ baçov'a karşı darbe güçlenirdi . Yal nızca Moskova ve Le­ ningrad'daki birkaç bin kişinin kararlılığı, komplo önder­ lerinin onları ezme isteğine karşı çıkışı, işlerini bozdu . Moskova direnişinin ön saflarında el ele tutuşan kadın zinciri vardı. Tankların gelebileceği karanlık bulvara bakan Kalinin Köprüsünün öteki ucuna kadar bir kordon oluştur­ dular. Her dakika bir yerlerden bir tank gürültüsü duyulu­ yor, yaklaşıyor ve sonra gene kesiliyordu. Genç, yaşlı kadın­ ların arkasında çay termosları, transistorlu radyo ve sigara­ larla endişeli destek grubu koca, sevgili ve kardeşler yer alı­ yordu. Onlara niçin orada durduklarını ve nasıl korkma­ dıklarını sorduğumda " Çünkü biz anneyiz " dediler. Daha sonra, olaylar bittiğinde, barikatlarda bulunmuş bir Rus arkadaşım basitçe şunları söyledi: " Bir avuç iyi, ce­ sur insan, Rusya'yı kurtardı . " Halen onun haklı olduğunu düşünüyorum. Savunmacılar Rus parlamentosunun Beyaz Saray'ı ve Boris Yeltsin'in çevresinde iki yağmurlu gün ve gece durdular. Üçüncü sabah güneş doğduğunda komplo­ cular gitmişti. İzleyen yıllar, iyi ve cesur bir avuç insanın verdiği adla ' faşizm 'in sonunun gelmiş olmadığını gösterdi. Canavar 1 99 3 Ekim'inde tekrar ortaya çıktı . Rus ulusçularla neo­ Komünistler ittifak kurarak , eski Sovyet 'imperium'un inti­ kamını almaya yemin ettiler ve Beyaz Saray'ın kendisinde bir darbe gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu kez parlamento ve savunucuları, Ağustos 1 99 1 'de ateş açmayı reddeden aynı tank tugayı tarafından bombalandı . Ama Rusya halen dar­ belerin önünü almış değil ve 1 99 1 'de o kadar cesaret ve kararlılık göstermiş olan Yeltsin'in kendisi, sık sık Rus­ ya'nın başına geçip ülkeyi kötü yönetmiş olan kararsız çar­ lar gibi, bir merhamete düşüp sonra aniden saçma derece­ de şiddet yoluna başvurarak, çok geçmeden yozlaştı . Bütün bunlar doğru. Ve gene, 1 99 1 'de Yanayev darbe­ sinin yenilgisi önemli bir yönden daha kaçınılmazdı. Köy61

lüler, sanayi işçi leri, askerlerin hepsi geçmişte ayaklanmıştı. Ama şimdi, Rus tarihinde ilk defa, liberal görüşlü orta sınıf azınlık sokaklara dökülmüş, kendi barikatlarını k urmuş ve özgürl ük adına namluların önüne çıkmıştı . Mihail Sergeyeviç Gorbaçov ve onun perestroika siya­ setine karşı darbe başarısız oldu, ama sonuçları adamı da siyasetini de yok etti . Gorbaçov bir daha Yeltsin'den insi­ yatifi alamadı ve bir yana atıldı. Parti yönlendiriciliğindeki perestroikanın yerini piyasa kapitalizmi ve çoğulcu demok­ rasinin başlatılmasını hedefleyen çok daha hırslı tasarımlar aldı. Birkaç gün içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi lağvedildi ve Straraya Ploşçad'daki Merkez Komite binası mühürlendi. Parti henüz ölmemişti ama kocaman başı ke­ silmiş ve kolu bacağı felç edilmişti . Artık düşünmüyor ve hareket etmiyordu . Birkaç ay sonra, Sovyetler Birliği'nin kendisi dağıldı ve on dokuzuncu yüzyıl Rus çarlarının, hatta on sekizinci yüzyıl fatihi Büyük Katerina'nın -onun görkemli eyaleti 'Yeni Rusya' Karadeniz'in bütün kuzey sahil ini çeviriyor­ du- imparatorluğu neredeyse bütünüyle yitirildi. 1 954'den beri Kırım'la birleşmiş olan Ukrayna, Baltık devletleri Lit­ vanya , Letonya ve Estonya 'dan sonra bağımsız oldu. Rus­ ya 'nın yıllarca büyük maliyetlerle kazanılıp genişletilen ba­ tı denizlerine açılan geniş pencereleri dar bir açıklık olarak kaldı. Rusya Baltık'ta Klaipeda, Riga ve Tallinn lima nlarını kaybetti ve kendisine yalnızca Kaliningrad (Könisberg) ile St. Petersburg'un kendisi kaldı. Karadeniz'e -Krasnov'un 'Rus çocuklarının peri masalı mavi denizine- Rusya şimdi, yalnızca Kuban sahilindeki Novorossiysk'ten ve Azak De­ nizi'nin sığ, balçıklı limanlarından bakabiliyor. Liman şehri Odessa, yeni liman Iliçevsk, Nikolaev'deki tersaneler, Ba­ laklava, Feodosia ve Kerç rıhtımlarının hepsi Moskova'nın kontrolünden çı ktı . Ve hepsinden önemlisi, Kırım 'daki Si­ vastopol Karadeniz Donanması 'nın üssü de öyle. Ama Sivastopol'da Rusya 'dan hiç kopmayacak bir ruh var. Bu yalnızca şehri -güneyin mekan ve havasıyla dolu, 62

mavi suları savaş gemileriyle tıkanmış , bu görkemli taş şehri- Rusya'nın i nşa etmiş olmasından dolayı değil . Sivas­ topol Rusya'nın en içsel zihinsel kutsallıklarından biri . Bu­ rası iki kez 'Kahraman Şehir' olmuş bir yer. Bir kez Nazile­ re karşı on ay süren kuşatmaya dayanması, biri de İngilte­ re, Fransa, Sardunya ve Türkiye'ye karşı Kırım Savaşı sıra­ sında iki yıl verdiği savunma savaşı. Ve Sivastopol halen derindeki kutsallığını taşıyor. Rusya'nın belki efsane, belki de gerçek, Hıristiyanlığı kabul ettiği yer de burası . Kherson harabeleri ( veya Kerson, veya Khersonesos ) şehrin kenarında bir burunu kaplıyor. Yazları buraya aile­ ler yüzmeye geliyor, uzun Bizans sütunlarının altını doldu­ rup, alçak kayalıklara ulaşmak için kazılmış binalar peteği­ ni dolaşıp çakıllı sahile, yeşil ve dibi görünen denize gidi­ yorlar. Kherson Yunan kolonisi ve sonra Bizans İmparator­ luğu'nun Karadeniz'deki en büyük ticaret merkezi olarak canlıyken, sürekli stepten gelen paganların saldırısı altın­ daydı (nihayet Moğol-Tatarlar on üçüncü yüzyıl sonunda şehri yaktılar) . Şehir öldükten sonra, istihkam inşaatı nede­ niyle ve bombardımanlar tarafından, hepsinden fazla da Kievli Vladimir'in 1 99 1 yılında vaftiz edilişinin ' kanıt'ını bulmak isteyen ilk Rus arkeologlarınca en alt tabakasına kadar kazılarak, harap edildi. 1 8 9 1 yılında Rus Hıristiyanlığının bin yılı anısına yaptı­ rılan dev bazilika, yıkılmış kubbesinden çıkan ağaçlarla bu­ raya tepeden bakıyor. Şimdi kilisenin yanlış yere yapıldığı kabul edilerek, dindar ziyaretçiler birkaç yüz metre uzakta­ ki küçük Bizans vaftizhanesine gönderiliyor. Vaftizhane du­ varlarının içinde derin, daire biçiminde bir çukur veya ku­ rumuş bir havuz var ve havuzun dibine haç kazınmış. Ola­ sılıkla olay burada oldu: o kutsal anda korkutucu tiran bir aziz olarak yeniden yaratıldı ve Rus imgelemini bin yıl sü­ reyle Karadeniz'e ve Konstantinopolis şehrine yönlendirdi . Rus devlet ulusçuluğu daima partenogenez [cinsel ilişki ol­ madan üreme] rüyası görmüştür. Daima kocaman bir tohu63

mun kaderini gerçekleştirip dal, yaprak ve meyve vermesi gi­ bi, Rus halkının da kendi türünü yarattığı yalıtık bir köken mitosunun ardına takılmıştır. Rus-Slav devletinin Dinyeper kıyısında Kiev çevresinde, akıncı ve yerleşimci Vikingler ta­ rafından kurulduğunu vurgulayan 'Varaeg' * yorumu, son çarların yönetimindeki Slavofil eğitimciler ve Stalinizmin en­ telektüel polisi tarafından kaba karşılanmıştır. ilk Rus kültür ve kurumlarının yabancı ithalat olarak Ortodoks Hıristiyan­ lık ve Konstantinopolis'ten geldiği biçimindeki 'Bizans' yo­ rumu da, 'yurtsever' veya ' ilerlemeci' bir program oluşturan ve bilim adamlarının güvenilmez görüşleri göz ardı etmesi gerektiğine karar veren bürokratlarca hoş karşılanmadı. Stalin döneminde partenogenez ( veya 'otoktonluk' ) mi­ tosu çılgın bir aşırılığa vardı . Göç kavramı Sovyet arkeolo­ j isi nden çıkartıldı. Yeni Parti arkeoloj i bürokrasisi k ültürel değişimin yerleşik toplulukların kendi içinden kaynaklan­ dığını ve doğu veya batıdan yeni halkların gelmesiyle ilgili olmadığını kararlaştırdılar. Batı Roma İmparatorluğu 'nun çöküşünden sonraki Avrasya nüfus hareketlerini tanımla­ mak için kullanılan ' kavimler göçü' ( Völkerwanderungen) terimi yasaklandı. Örneğin Kırım Gotlarının, Germen iş­ galciler olmadığı ilan ·edilerek, " otokton olarak ve onlar­ dan önce burada bulunan aşiretlerden aşamalar halinde ev­ rimleşerek oluştuğu " savunuldu. Hazarlar artık doğudan gelen T ürkik göçebeler değil, Don bölgesi ve kuzey Kafkas­ ya 'nın kadim yerlileriydi : " Otokton etnogenesis [sic] yerel kabilelerin birbirleriyle evlenmeleri sonucu yaratılmış " tı . Tatarlar Volga a borijinleri olarak yeniden keşfedildi. Daha kötüsü, Kiev çevresinde ilk ' Rus ' devletini kuran İskandi­ navyalı Varaegler Slav olarak tanımlandılar. 1 9 30'ların başından 1 950'lilerin sonlarına kadar Sov­ yet arkeoloj isinden sorumlu Parti görevlileri şovenist aptal* Va raegler: Dokuzuncu yüzyılda Rusya 'da hük ümdarlık kuran İ skandi­ nav denizciler. On bir ila on ikinci y ü zyıllarda Bizans saray muhafızlığı da yapmışlardır. ç . n . -

64

lığın gökdelenini tasarlayıp yükseltti ler. Bütün modern Rusya, Ukrayna, doğu ve hatta orta Avrupa, bu görüşe gö­ re Demir Çağı 'nın ortalarından, mesela İÖ 900' lerden beri proto-Slav topluluklarla doluydu . Stalin tabancasını hava­ ya ateşledi ve tarih boyunca sonu gelmeyen göçlere ve et­ nik karışıma sahne olan Karadeniz steplerinin bütün geç­ mişi korkuyla donarak, statik toplumsal gelişim tarihine dönüştü . Bu tabanca atışı yalnız benzetme de değildi . İkinci Dün­ ya Savaşı'ndan sonra Batı'ya sığınan Rus arkeolog Mihail Miller, A rchaeology in the USSR [ " SSCB'de Arkeoloj i " ] ki­ tabında, 1 93 0 'la 1 9 34 yılları arasında yeni görüş benimse­ nirken çalışma arkadaşlarının başına gelenleri anlatır. Mes­ leğin yüzde 85 kadarı tasfiyeye kurban edilmiştir. Çoğunlu­ ğu Sibirya veya Asya 'daki çalışma kamplarına veya sürgü­ ne gönderilmişti. Bazıları NKVD onları tutuklamaya geldi­ ğinde vuruldu veya intihar etti. Ama çoğu, Miller'in parlak kardeşi Aleksandr gibi, Gulag'da öldü. Ancak Stalin'in ölümünden çok sonra güney steplerinin tarihi tekrar, önceleri büyük dikkatle, harekete geçmeye ce­ saret edebildi. A. L. Mongait, Miller'in açıklamalarının yol açtığı zararları telafi etmek üzere Batı 'ya seslenmek için ki­ tap yazmakla görevlendirilmiş Parti 'ye sadık biriydi. Mon­ gait'in ' kendi yazdığı Archaeology in the USSR [ " SSCB'de Arkeoloj i " ] kitabı İngilizce'de 1 96 1 'de yayınlandı ve 'İskit Sorunu' adını verdiği konuda parmak ucunda yürümektey­ di: görünen gerçek İskitlerin D inyeper-Don stepine başka bir yerden geldikleriydi . İskitler göç etmeye başlamışlardı ama birazcı k . Mongait, " yukarı Volga bölgesinden gelmiş olabi lirler " d iyor ve Tunç Çağı'ndan beri mevcut oldukla­ rını ileri sürüyordu. Elli yıldır bilim adamlarının bildiği, İs­ kitlerin Orta Asya'dan gelen Hint-İran dili konuşan bir konfederasyon oluşturdukları gerçeği, onun için henüz çok aşırıya gitmekti . Bugün göç kuramı Rusya ve Ukrayna arkeoloj isine gü­ venli bir biçimde geri döndü, ama hala çevresinde uçuşan 65

on dokuzuncu yüzyıl ulusçu tarihyazıcılığının paçavralarıy­ la birli kte döndü. Rus tarihyazıcılığının ' uygarlık' ve ' bar­ barlık' dengesi üstüne kurulmuş olmasının veya step göçe­ be ve Slav olmayan kültürlerinin, Kiev Rusları ve sonra Novgorod ve Moskova çevresinde gelişen ortaçağ Rus dev­ leti karşısında geri ve ' barbar' olarak gözardı edilmesinin çarpıklık olduğunu tartışan biri halen sevilmiyor. O n üçün­ cü yüzyıl başlarından itibaren başlayan Moğol-Tatar işgal yüzyılları çoğu Rus için 'Moğol boyunduruğu' ve Rus ön­ derlerinin, son derecede vahşet ve kargaşa dolu akınlara karşı Hıristiyan uygarlığı cephesini savundukları dönem olmaya devam ediyor. Bu geleneksel değişme şimdi Rus merkezli mitosun özellikleriyle daha fazla dolduruluyor. Moğolların savaşta gösterdikleri şiddeti veya tek bir or­ du halinde gelen yarım milyon göçebenin kendine yeterli bir tarım ekonomisi kuran köylü toplumda yarattığı tahri­ batı reddetmenin yolu yok. Ama gene de Moğollar okurya­ zardı ve siyasal, askeri ve idari kurumları Novgorod Rus­ ya'sından daha gelişkindi . Rus kültürel kötümserleri ulusla­ rının demokrasiden yoksun oluşunu 'Moğol mirası'na bağ­ ladıklarında, Moğol-Tatar soylular ve aşiret reislerinin yeni bir han seçmek için toplandıkları kurultay geleneğini göz ardı etmiş oluyorlar. Bu sınırlı, oligarşik bir iktidar yapısıydı ama ortaçağ Rusya'sında bu bile yoktu (Kralları Varşova dışında çayırlarda toplanan aristokratlar tarafından seçilen Polonyalılar bu geleneği daima kendilerinin ' Batı demokra­ sisine dahil olduklarının kanıtı olarak ileri sürmüşlerdir. Bu uygulama Polonya 'ya ancak on altıncı yüzyıldan sonra gir­ miş ve o zaman Roma Cumhuriyet oligarşisinin teamülü olarak sunulmuştur, oysa bu açıkça bir tür kurultaydı ve herhalde Kırım Tatarlarından öğrenilmişti . ) . Rus devletinin yabancı kökenli olduğu yönündeki her öneri kadar dine de düşman olunan Stalin döneminde Bi­ zantologlar tehl ikeli bir tür oluşturmaya başladılar. ( Mah­ kumiyet, ulusa Germen köken icat etmekle suçlanan 'Vara­ eg' tarihçileri için daha kesindi . ) Ama uzun erimde, Leonid 66

Brej nev zamanında, bir tür yozlaşmanın getirdiği gevşeme oldu ve başka üniversite bölümlerinden atılan Yahudiler, akademik altyapıları ne olursa olsun, tuhaf Bizans tarihi derslerine verildiler. Konu mutlak baskıdan, entelektüel toplama kampı statüsüne terfi etmişti . Şimdi, Sovyet devletinin çöküşünden sonra, Bizans ça­ lışmaları Rusya 'da çok moda oldu. Ağustos 1 99 1 ' de, dar­ beden iki hafta önce Moskova 'da Dünya Bizantoloj i Kong­ resi'nin toplanmasının ve Kongre'nin, Bizans mirasına teat­ ral bir saygıyla Patrik Aleksey tarafı ndan açılmasının nede­ ni buydu. Rusya yeni siyasetler için gözünü Batı 'ya çevir­ mişti ve Batı refah ve piyasa ekonomisinin getireceği kargo kültüne resmi açılış yapıyordu. Ama Ruslar, yeni kimlik arayışlarında Karadeniz kıyısına kadar inmişler ve İstan­ bul'a bakar olmuşlardı. Bunun anlamı, gerçekte iki kongrenin bir arada yürütü­ lüyor olmasıydı. Biri; ancak dört yılda bir canlanan ve Ba­ tılı Bizantologlara meydan okunan karmakarışık bir buluş­ maydı . Bu kongrede fraksiyonlar, Byzantinische Zeitschrift editörü M ünihli korkutucu profesör Armin Hohlweg veya rakip Byzantinoslavica'nın editörü Praglı profesör Vladi­ mir Vavrinek arkasında toplanıyorlardı. Moskova Üniver­ sitesi 'nin B üy ü k Auditoryumunda hiç kimse bu gülünç du­ rumu açıkça eleştirme cesareti bulamıyordu. Bunlar vakur toplantı lardı . Hagiografi üstüne bir Gürcü bildirisinin çev­ risinde şöyle denmekteydi: " Hıristiyanlıkta gülen ölüm­ dür; şeytan , denizkızları güler; fakat Hıristiyan ilahı asla gülmez. " Öteki Kongre, bazıları kara papazlık cüppeleriyle semi­ ner odalarını dolduran genç Ruslar topluluğunundu. Onlar kendi ruhlarını, kökenlerini, kendi Rus geçmişlerinin sela­ met ve k utsallığa ulaşmasını araştırmaya geliyorlardı. Kü­ çük, pis bir odadaki bu toplantılardan birine katıldım; o kadar kala balıktı ki, duvara gidip yas lanabilmek için yerde oturan dinleyici kitlesinin üstünden tırmanmak zorunda kaldım . Not defterime şunları yazmışım: 67

Marina, beyaz gömleğinin kollarını sıyırmış, köhne bir Fransızca okuyarak oturuyor. Her not kağıdı yır­ tıklar ve buruşukluklar içinde ve sonuna geldiğinde her birini önündeki yığının üstüne atıyor. Saçı uzun ve dolaşık, yağlı. Erkek gibi büyük elleri var. O da can kulağıyla dinliyor. Pencerenin dışında, koyu yeşil ağaç dizisinin arkasıpdan fırtına bulutlarının kara du­ varını görebiliyorum, onun karşısında Moskova ban­ liyölerinin sur gibi blokları gümüş parıltılar içinde. Kız, Rusya'nın Batı'yla olan Hıristiyanbilimi çe­ lişkileri hakkında konuşuyor. Bitirdiğinde şiddetli bir alkış alıyor. Şimdi Peder İlarion geliyor, genç, yu­ muşak saçları ortadan ayrılmış, ciddi. " İ ngilizce mi, Rusça mı konuşayım " diye soruyor. Bu tür dinleyici kitleleri aralarındaki yabancılara karşı daima çok saygı lı, çok düşünceli. Ama şimdi bütün oda bir ağızdan rica ediyor: " Po Russki! Po Russki!"' Peder İlarion başlıyor. Şiir okuyor, Yunanca' dan Rusça'ya yaptığı kendi çevirisi, Yeni İlahiyatçı Sime­ on'un (on birinci yüzyıl Bizans mistik ve azizi ) " İlahi Aşk İlahileri " ni . Bu delikanlı ve kızlar gene büyülen­ diler. Bazıları yere bakıyor. Bazıları yumruklarını ısı­ rıyor. 1 Peder İlarion okumayı bitirdiğinde, sessizlik ve sonra biçimsiz bir alkış geliyor. Marina, sanki bir rüyadan yeni uyanmış gibi uykulu gözlerle ona bakı­ yor. Sonra başını döndürüp pencereden dışarı bakı­ yor; gökkuşağı var. Aylar sonra, Batı Avrupa'ya döndüğümde, " İlahi Aşk İlahileri " nin metnini buldum. Tamamıyla sıradışılar. Tanrı imgesinde insanla değil, insan imgesinde Tanrıyla i lgililer ve on yedinci yüzyıl mistik Alman şafri 'Angelus Silesius'la (Johann Scheffler) ortak yönleri var. Ama genç Ruslar için 'İlahi ' , kendi duyarlılıklarının susuzluktan kurumuş, ya­ saklanmış ve neredeyse unutulmuş bir parçası: 68

Biz Tanrı'yla yaşayanlar doğamız yaşayan tanrılara dönüşüyor, Ölümlü gövdelerimizde utancımızı canlandıracak hiçbir şey bulamıyoruz, Bütün organlarımız, bütün parçalarımız İsa 'nınkiyle özdeş, O da birçok parçadan oluşmuş bölünmez, tekil , Gövdeni n h e r parçasının mükemmel İsa'ya ait olduğunu gösteriyor. Şimdi parmağımı tanıyorsunuz İsa 'nın Kendis i ' ni n tamamı, Ve benim husyelerimi . . . titriyor musunuz ? Utanıp dehşete mi d üştünüz ? Tanrı utanmamıştı sizinkine benzer bir eti olmaktan; Siz neden utanasınız O 'nun etine benzemekte n ? Hayır, b e n utanmıyorum Tanrı 'mın imgesinde yaratılmış olmaktan. 'Ama onu bu organla anmak, tam da utancın bu parçasıyla, Rezalet bu yaptığın rezalet böyle bir metinde ! ' Titreme benim şiirimden utanç verici hiçbir şey yok. Çünkü bu parçalar İsa'nın gizli parçaları, gözden gizlenip örtülmüş, Ve daha fazla onurlandırmaya uygun kalan öteki parçalardan, Görünmeyen kısımlar Gizli Olan'ın seçtiği yerler gibi, Kutsayan tohumu verdiğinde ilahi düğün töreninde . . .

69

İkinci Bölüm Peki, şimdi ne yapacağız biz böyle barbarsız? Bir tür çözüm yoluydu bizim için bu insanlar. KONSTANTIN O S KAVAFI S

" Barbarları Beklerken " * K aradeniz kıyılarında bir çift Siyam ikizi doğmuştu, adları ' uygarlık' ve ' barbarlık 'tı . Yunan kolonicilerin İskitlerle karşılaşması böyle bir yerde oldu. Küçük, denizci şehir­ devletleri nin yerleşik kültürü, step göçebelerinin hareketli kültürüyle karşı karşıya geldi. Kaç kuşak olduğu bilinme­ yen zamanlardan beri aynı yerde yaşamış, ekim yapıp kıyı­ da balıkçılıkla uğraşmış olan insanlar, şimdi çayırların son­ suz ufku altında çadır ve arabalarda yaşayan, sığır ve at sürülerinin ardında dolaşan insanlarla buluşuyorlardı. Çiftçilerin hayvancılarla karşılaşması, i nsanlık tarihinde ilk k�z oluyor değildi; Neolitik Devrim 'den, yerleşik tarı­ mın başlangıcından beri, bu iki yaşam biçimi sayısız kez birbiriyle kesişmiş olmalı . Yerleşik kültürün göçebeliğe ilk tanık oluşu da değil di: Çin'de Han ülkesinin batı sınırında bildik bir deneyim vardı. Ama bu özel karşı laşmada 'Avru­ pa ' fikri b ütün küstahl ığıyla, bütün üstünlük ifadeleri, bü­ tün eskilik ve önceli k varsayımları, bütün doğal egemenlik hakkı iddialarıyla ortaya çıktı . * Konstantinos Kavafis, Biitiin Şiirleri, çev. Herk ül Millas, Ö zdemir İ nce, Va rlık Yay., İ stanbul, 1 9 90.

71

'Uygarlık' ve ' barbarlık' Yu nan ve öncelikle Atina im­ geleminde tohumu atılıp doğan ikizlerdi . Ve bunlar da, ha­ la Batı zihninde görünmez bir güç olarak yerini koruyan kaba bir zihinsel hanedan yarattılar. Roma ve Bizans impa­ ratorlukları kendi emperyal mücadelelerini ' uygar' düze­ nin, ' barbar' ilkel liğine karşı savunusu olarak kutsallaştır­ dılar. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa, İta lya, Almanya ve İngiltere sömürgecilikleri de aynısını yaptı . Yirminci yüzyılın ortala­ rına gelindiğinde, Fransa, emperyal Almanya, Habsburg Reich'ı, kendi imgesinde przedmurze ( kale) olan Polonya, hatta çar Rusya'sı gibi, kendisini şu veya bu zamanda 'Hı­ ristiyan Batı uygarlığının ileri karakolu' olarak görmeyen pek Avrupa ulus-devleti kalmamıştı . Bu ulus-devlet mitos­ larının her biri ' barbarlık'ı, hemen doğularındaki koşullar veya etik olarak tanımlıyordu. Fransızlar için Almanlar barbardı, Almanlara göre Slavlar, Polonyalılara göre Rus­ lar, Ruslara göre Orta Asya'nın Moğol ve Türki k halkları ve nihayet Çinliler. İkizlerin gebeliği uzun sürdü. İlk Yunanlılar kuzey Kara­ deniz sahiline İÖ sekizinci yüzyılda ulaşıp burada devamlı ticaret merkezleri kurdular. Ama Siyamlı ikizlerin doğma­ sından, 'farklı ' olanın ' aşağı' anlamına gelmesinden ve Yu­ nanlıların Karadeniz'de karşılaştığı step halklarının 'öteki' niteliğinin Yunanlılar için kendi üstünlüklerinin aynası hali­ ne gelmesinden önce, kültürel karşılaşma birkaç yüzyıl sü­ reyle devam etti. Bu olay, ani kavramsal sıçrama, Atina'da İÖ beşinci yüzyılın ilk yarısında, Perikles'li Atina, Pers sal­ dırısını yenip, kendisi emperyal bir güç haline gelince oldu. Atinalı entelektüeller, hepsinden önce de tiyatro yazar­ ları , bu deği şimi Yunanlıların öteki halkları algılama biçi­ mindeki değişikliği keşfettiler ve sonra bütün topluma mal ettiler. Kolonistlerin kendilerinin bu gel işimle ilgisi yoktu . Ataları Atinalı hatta Peloponnesoslu deği l, çoğu adalardan ve Küçük Asya 'nın kıyı kesiminden İyonyalılard ı . Ama bi­ linen dünyanın kıyılarında yaşam mücadelesi verebilmek 72

ıçın pragmatist olmaya mecburdular. O nları ve atalarını Boğaz'dan geçirip Karadeniz'in karşısına ulaştıran i deoloj i değil, balıktı . Daha yedinci yüzyıla gelindiğinde bile Ege şehir devletleri duvarlarının çevresindeki ekilebilir arazinin son sınırına ulaşmaya başlamışlardı ve gemilerini kuzey ve doğuya yönelten açlıktı . Kolonistler önce kokulu ve karlı balık ticaretiyle uğraş­ tılar. İlk yerleşmelerden bazıları, Karadeniz'in sığ kuzey ba­ tısına karışan büyük ırmakların ağzındaydı. Tiras ve Niko­ nia modern Odessa 'nın batısına, Dinyester ağzına kurul­ muşlardı. Olbia güney Bug'un Dinyeper'in denizden birkaç kilometre uzaktaki halicine döküldüğü yerdeydi . Buralar Karadeniz'in iki derin su bal ığı olan hamsi �· ve palamudun önünü kesmek için yanlış yerlerdi . Ama üç şehir de liman '� kıyısıydı, ırmakların denize karışmadan önce oluşturduğu kocaman tatlı su lagünlerinin üstündeydi ve ilk Yunanlılar kolay yakalanan _ırma k bal ıklarından, mersinbalığı, som­ balığı, tirsi ve turnabalığından geçiniyorlardı. Daha sonra yerleşmeciler i hraç amacıyla buğday yetiş­ tirmeye başladılar. Yaklaşık üç bin yıl süreyle, Kuzey Ame­ rika buğdayı 1 9 . yüzyıl sonunda dünya piyasalarını fethe­ dene kadar, Karadeniz'in kuzey kıyısında yetiştirilen tahıl Akdeniz ve ötesinin, Yunanistan, Roma, Bizans, Mısır, or­ taçağ İtalya'sı, hatta Sanayi Devrimi sırasında Britanya 'nın şehir halkını beslemek için ihraç edildi. Herodotos İ Ö be­ şinci yüzyılda Olbia'yı ziyaret ettiğinde, Yunan kolonisi çoktan çevresindeki İskit topluluklarını ekim yapıp piyasa için tahıl yetiştirmeye ikna etmişti. Birçok şehir-devleti, en başta da Perikles Atina'sı ekmek açısından ithal step buğ­ dayına tehlikeli biçimde bağımlı hale gelmişti . Herodotos, kendi adına relativistti . İonyalı olmasına kar­ şın, bir zamari Atina'da yaşamıştı ve tragedyacı Sophok­ les'le arkadaş olduğu anlaşıl ıyor. Ama Tarih 'inde Atinalı ti­ yatrocular arası nda başlayan kültürel üstünlük modasın*

İ ngilizce metnin aslında Tü rkçe İtalik olarak yazılmıştır. - ç.n.

73

dan kaçınır. " Herkes istisnasız kendi yerli a detlerinin en iyi olduğuna inanır . . . bunun evrensel insan tutumu olduğu­ nu gösteren çok fazla kanıt vardır" der. Herodotos, kendi görüşünün böyle olmasına karşın, ulusçu yazarların, barbarların nasıl yalnızca farklı değil fa­ kat kötü ve aşağılık olduklarını da göstermek üzere eserini etnoloj i kaynağı olarak kullanmasını engelleyememiştir. Ve, çok daha güç fark edilen b içimde Herodotos da Yu­ nanlı olmayan hal kların farklı, 'öteki' adetlerini, Yunanlılı­ ğı ve Yunan kimliğini daha parlak, övücü bir ışık altında göstermek üzere sergilemek için kullanmıştır. Ama Hero­ dotos, Ati nalı entelektüellerden farklı olarak, gerçekten birçok farklı kültürü ziyaret ederek yerinde görmüştü. O hiçbir zama n hepsini ' barbar' olarak ayrım gözetmeden kategorize etmedi veya Aiskhylos ve Euripides gib i onlara kötülük atfetmedi . " İnsanlar Herodotos 'u tarihçi olarak değerlendiriyor ve ondan kuşku duyuyorlar. Ama onu siyasetçi olarak kabul etmeli ve ona inanmalılar. " Olbia kazılarını yöneten Anatol İlyiç Kudrenko böyle diyor. Olbia kapısında -beyaz betondan yapılmış sahte Yu­ nan kapısında- durup erken bahar güneşi altında konuş­ tuk. Kudrenko, bugünlerde Rusya ve Ukrayna'daki birçok arkeoloj ik kazı yöneticisi gibi, terk edilip destekten yoksun bırakılmış . SSCB Moskova Bilimler Akademisi 'nden, sonra Ukrayna Kiev Bilimler Akademisi'nden gelen kazı ve müze bakım fonları ve personel maaşları yararsız bir sızıntı deni­ lecek derecede azaltılmış. Odessa körfezinde gemisi bağ­ lanmış çürüyen bir gemi kaptanı gibi, hareket edemiyor çünkü kimse yakıt parasını vermiyor. Ören yerleri terk edilmiş tarım makinesi ve batan gemi enkazıyla dolu. Par­ lak siya h Yunan seramiği parçaları arasında tavuklar gezi­ niyor. Yerel kolektif çiftliklerden köylüler ören yerini o ka­ dar sık soyuyorlar ki ertesi gece gelmek üzere k üreklerin i çukurlarda bırakıyorlar. 74

Kudrenko, Herodotos'un yalnızca gezgin ve tarihçi ol­ madığına, Perikles hizmetinde bir ajan olduğuna da inanı­ yor. O Karadeniz sahilini yalnız kendi merakı nedeniyle de­ ğil, Peri kles adına, Atinalıları yiyecek arzını artırabilmek için denizaşırı genişlemek zorunda olduğuna ikna etme kampanyasının bir parçası olarak da gitmişti . Herodotos daha önce de Perikles'in güney İtalya'da Thurii 'de bir ko­ loni kurma tasarısıyla bağlantı içinde olmuştu ve sonunda oraya yerleşip muhtemelen orada ölüp oraya gömüldü. Ka­ radeniz'deki görevi, Kudrenko'ya göre, kamuoyunun i lgisi­ n i oradaki, özellikle Karadeniz'in batı ve kuzey kıyılarında bulunan Trakya ve İskitya sahillerindeki Yunan kolonileri­ ne çekmekti . Amaç, Peri kles'in bu şehirleri Atina egemenli­ ği altına a lacağı bir donanma seferini meşrulaştırmak, bu şehirleri İskit saldırılarına karşı berkitmek ve buğday tica­ retin i denetim altına almaktı . Herodotos'un Atina polisi tarafından kocaman on talerlik ödülle ödüllendirilmesinin nedeni (Kudrenko'ya g Ö re ) buydu; basitçe ilginç bir kitap yazmanın karşılığı olarak verilen bir ödül değil, emperyal öncülük nedeniyle fonlardan ödenen bir para . Karadeniz seferi İÖ 447'de başladı ve Yunan kolonileri, O l bia dahil, kısa öm ürlü Atina deniz imparatorluğunun parçası oldular. Ama Perikles yalnızca bir askeri kurtarıcı veya fati h değildi; Yunan şehirleriyle İskitler arasındaki ilişkiler buna izin vermeyecek kadar karmaşık ve ilgi çekici bir hale girmişti . Perikles bu şehirlere, Atina'nın birkaç yıl önce etkisi altına giren Ege şehir-devletlerine yaptığı gibi, Atina demokrasisini dayatacak da deği ldi. Ol bia ( ' Refah­ şehri ' ) İskit tehlikesi Pausane adlı birinin kendisini 'seçil­ miş tira n ' olarak kabul ettirmesine neden olacak derecede artana kadar bir tür demokrasiyle yönetiliyordu. Perikles, güç kullanımından çok diplomasi yoluyla, Ol bia'nın 'özerk tiranlık' olarak siyasal bağımsızlığını tanıyan, fakat İskit imparatorluğunun ekonomisini kısmen denetim altına alan bir uzl aşma sağlamıştı - şimdi artık buğday üretimini ve kürk ve deri nakliyatını örgütleyen ve ırmağın ağzındaki 75

şehre getirenler Yunanlılar değil İskitlerdi. Demokrasi ve tam bağımsızlık Olbia'da elli yıl daha, Atina ve İskit impa­ ratorlukları geri leyene kadar görünmedi ve o zaman bile şehrin siyaseti istikrar bulmadı. Olbia yurttaşları 3 0 . 000'e ulaşan nüfus içinde oy hakkı olan küçük bir azınlıktı ve so­ nunda iki zengin gemici aile, Heroson ve Protogenl er fiilen her şeyi yönlendirip, öteki yurttaşları ve tüccarları borç ve fakirliğe sürükleyen vergileri kabul ettirir oldular. Ama, Kudrenko haklı veya kısmen haklı olsa bile, He­ rodotos İÖ beşinci yüzyıl Cecil Rhodes 'inden çok daha fazlasını ifade eden bir kişiliktir. Fransız bilim adamı Fran­ çois Hartog kita b ı Herodotos 'un Ay n a s ı 'nda, Herodo­ tos 'un İskitya hakkında yazdıklarının gerçekten doğru olup olmadığı biçimindeki eski tartışmaları bir yana bıra­ kıyor ve Tarih 'i 'öteki söylemi' açısından inceliyor. Tarih 'in ana odağı Pers Savaşlarını anlatmaktır: Atinalı­ ların, İÖ 490'la 480 yılları arasında Ege topraklarını fethe­ den Pers Ahamenid krallarına karşı verdikleri on yıllık mü­ cadele sonunda, Persler Marathon ve Salamis'de yenilmiş­ ler ve bunu Atina önderliğindeki Yunan devletlerinin karşı saldırısı izlemiştir. Ve ciddi var olma bunalımı sırasında Atinalılar bir bakıma kendilerine kim olduklarını sormak, kendileriyle düşmanları arasındaki ölmeye değer farkın ne olduğunu sorgulamak durumunda kaldılar. Sonunda bul­ dukları yanıt emperyaldi: ' barbar'lara karşı kozmik bir ' üs­ tün! ük söylemi ' . Herodotos bu kadar ileri gidemezdi, ama İskitler hakkında kullandığı sözler Pers Savaşlarıyla ilgili anlatımına güç katıyordu - Atinalıları ve Yunan kimliğini, mitsel 'zıtlıklar' içinde karşılaştırarak, yazı yoluyla müm­ kün olan en iyi biçimde savunuyordu. Göçebelik, örneğin, Yunan şehir-devleti yurtseverliğiyle karşılaştırıl ıyor, onun karşısına yerleşiklik, süreklilik, yer sevgisini koyuyordu. Hartog sorunu şöyle ortaya koyuyor: " Şehir yaşamının yaşanmaya değer tek yaşam biçimi oldu­ ğunu durmaksızın söyleyen insanlar, yani Yunanlılar bütün varoluşu durmaksızın hareket etmeye dayanan o İskit kim76

liğini nasıl tasavvur edebilirler ? " Atinalılar kendilerinin ' otokton', biyoloj ik olarak kendi yerlerine kök almış ol­ duklarını iddia ediyorlardı . " Otantiklik söyleminin göçebe­ liğe karşı oluşturulduğunu ve hayali bir otokton kimlik olarak Atinalının, aynı derecede hayali bir göçebe kimliğe ihtiyaç duyduğunu görmek zor değil. İskitler bu amaca çok uygundular. " * Ama Herodotos, öteki klasik yazarlar gibi, göçebeliği Yunan yerleşikliğine karşıt bir yaşam biçimi olmaktan çok, askeri bir stratej i olarak düşünüyordu. O nun İskitleri ele geçirilmezdi - Yunancasıyla aporoi. Herodotos " İskit ulu­ sunun bile öbür işlerine pek kulak asmam. Ama bu önemli sorunu İskitler görülmemiş bir ustalıkla çözmüşlerdir. Şunu demek istiyorum: Kendilerine saldıran hiç kimse, onların ellerinden kurtulamaz ve kendileri istemedikleri sürece kimse onları bulup bastıramaz" * * diye yazıyordu. Durup savaşmak yerine sonu gelmez topraklarına kaçıyor, düşma­ nı açlıktan tükenene veya umutsuzluğa düşene kadar peşle­ rinden koşturuyorlardı. Hartog'un dediği gi bi, avcıyı av haline dönüştürerek normal duyguları alt üst ediyorlardı . İşgalcilere karşı b i r şehrin veya başkentin duvarlarını sa­ vunmak yerine, İskitler basitçe kaçıyorlardı. Şehirleri hatta 'merkez' kavramları bile yoktu çünkü tek sabit mekanları, Herodotos'un ' Gerrhos ülkesi'nde olduğunu söylediği kra­ liyet mezarlarıydı; krallar arabayla ülkelerinin bu uzak kö­ şesine taşınıp gömülürlerdi . Herodotos bunu niçin beğeniyor ? Burada bütü n edebi işlem el çabukluğuyla kendine dönüyor. İskit stratej isini beğeniyor çünkü Persleri yenilgiye uğrattı . Persli 1 . Darius [Dara] , daha sonraki Yunanistan işgalcisi, Avrupa'ya ilk kez İÖ 5 1 2 yılında İskitlere karşı bir tür cezalandırma sefeBkz. François Herzog, Herodotos 'un Aynası, çev. Emin Ö zcan, s. 3 2 . ç.n. * * Bkz. Herodotos, Herodot Tarihi, çev. Müntekim Ö kmen, Remzi K., İ stanbul, 1 9 8 3 , 4 . Kitap 4 6 . ç.n. *

-

-

77

riyle girdi . Boğaz, sonra Tuna üstünde köprü kurdu ve son­ ra (Herodotos'a göre) bütün Karadeniz kuzeyini Don ırma­ . ğına kadar, düşmanı bulup savaşarak yenme ve fethetme amacıyla dolaştı . Gücü tükenerek sonunda çekilmeye karar verdi ve İskitleri yenemeden bölgeden ayrıldı. Yani birçok yönden Atinalıların tam zıddı olarak sunu­ lan İskitler, aniden onlara benziyorlar - Persleri onlar da yenmişler. Yalnız bu da değil, bunu daha sonra Atinalıların yaptığı biçimde yapmışlar; Herodotos'un Pers Savaşları an­ latımı böyle: Atinalılar işgalcileri topraklarını savunarak değil, gemilerle denize açılıp aporoi olarak yendiler. Son yıllarda, göçebe bilimi adı verilen bir tür keyif verici yeni sahte-bilim ortaya çıktı. Yandaşlarına göre, insan ırkı yeni bir hareket ve göç çağına, bu kez yalnızca. Avrasya de­ ğil fakat bütün dünyanın dahil olduğu bir Vülkerwande­ rung'a giriyor. Bir zamanlar yerleşik çiftçi ve şehirlilere ait olan tarihin konusu şimdi göçebeler, mülteciler, Gastarbe­ iter, sığınmacılar, şehirli evsizlerden oluşmaya başlıyor. Profesör Edward Said, 1 9 92'de Edinburgh 'daki Lothi­ an Dersinde, özgürlük meşalesinin yerleşik kültürlerden " canlı simgesi göçebeler olan . . . evsiz, bir merkeze bağlı olmayan, sürgün enerj iler . . . " eline geçtiğini ileri s ürmüş­ tü. Gilles Deleuze ile Felix Guattari'nin 1 9 8 0 tarihli ' Tra­ ite de Nomadologie' * kitaplarından birçok görüş çıkaran Polonyalı sanatçı Krzystof Wodiczko, yeri nden edilen kit­ lelerin nasıl şehirlerin kamusal alanlarını ele geçirdiğini gözleml iyor. Meydanlar, parklar veya büyük tren istasyon­ ları, bir zamanlar muzaffer orta sınıfın yeni siyasal hak ve ekonomik özgürl ük kazanımlarını kutlama yerleri olarak tasarlanmışken şimdi bu yeni k itle tarafından fethediliyor. Wodiczko bu ele geçirilen kamusal alanların yeni agorala­ rı ( Yunan polisinin ortasındaki döşenmiş toplanma mey* Gilles Deleuze, Felix Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 1 Göçebebilimi İn­ celemesi: Savaş Makinesi, çev: Ali Akay, Bağlam Yay., İ stanbul 1 990. ç.n. -

78

danı) oluşturduğunu düşünüyor. Buralar kitlelere seslen­ mek için kullanılma l ı : " Sanatçı . . . bir göçmen p o lisinde göçebe sofist gibi işlev görmeyi öğrenmeli . " Ve yerinden edilmiş bu insanlar için bir dizi garip barınak, ulaşım , ve iletişim düzeneği tasarlamış; bunlar açık biçimde -eğer is­ temeden böyleyse- İskit göçebeler ve aporiaları konusun­ da Herodotos'u etkileyen niteli klere sahipler. Örneğin Wo­ diczko 'nun 'Poliscar'ının atası süpermarket arabası veya çok daha açık biçimde savaş tankı. Ama bu aygıt, aynı za­ manda İskit arabası; hiçbir mekanı olmayan ama kamusal alanlarda, şehrin beton stepinde oradan oraya gidenler için bir ev. Wodiczko 'nun arkadaşı eleştirmen Patrick Wright, Po­ liscar'ın tanktan geldiğini doğruluyor. Onun entelektüel fi­ kir babalarının tankın hareket yeteneği üstüne düşünen, modern zırhlıların babası General J. F. C. Fuller'den, Fran­ sız toplumbilimcisi Paul Virilio 'ya kadar, çeşitli düşünürler olduğunu açıklıyor. Ama " göçebe savaş makinesi olarak [Poliscar] yaşamda kalma, haberdar olma ve katılımdan kaçınma işlevlerine sahip, savaşma değil " diye yazıyor, " d üşmanla birlikte yaşamayı öğrenen av hayvanına a it, av peşinde dolaşan avcıya değil . . . 'savaş ' değil ' ma nevra ', acımasızca ve durdurulamaz biçimde ilerleme değil, hare­ ketlilik ve aniden kaybolup yeniden ortaya çıkma, istihba­ rat aracı. " Burada, François Hartog'un Herodotos 'ta İskitlerle ilgi­ li açıklamalarda gördüğü ' ava dönüşen avcı' tam anlamıyla ortaya çıkmaktadır. Zayıfın kendisine baskı yapandan da­ ha güçlü hale geldiği teknik budur: Dağılarak, merkezsiz hale gelerek, mekanda hızlı hareket ederek, yani göçebelikle bunu yapmakta dır. Bir zamanlar Pers Kralı Darius ' un dü­ zenli , yavaş i lerleyen yaya ordusu, İskitlerin manevrasına yenik düşmüştü . Şimdi, Wodiczko'ya göre, New York Em­ niyet Müdürlüğü Tompkins Meydan Parkı 'nda kaldırım­ larda uyuklayan evsizlerin Poliscarlarıyla şaşırıp saf dışı kalacaktır. Yarın on milyonlarca yasadışı, ulaşılamayan, 79

hızlı hareket eden, aporoi göçmenin kurnazlıkla alt edeceği ve 'avlayacağı ', Avrupa Birliği'nin gümrük memurları ve sı­ nır muhafızları olaca ktır. Kısa süre önce Tuna ağzındaki eski Yunan kolonisi İstria yakınında, altından muhteşem bir mühür yüzük bulundu. Üstünde, at kuyruğu saçıyla tacı olan bilinmeyen bir tanrıça resmi vardı, aynada kendisine bakıyordu ve altına S KY LEO adı kazınmıştı . Bu eşya, arkeoloj i tarihinde kaybolmuş olan ve bulun­ duğunda sahibinin de kimliği anlaşılan nadir örneklerden biridir. Skyles veya Skylos Herodotos 'un hikayesinin mer­ kezinde yer alan adamın adıdır. Bu hikaye daha farklı ve daha uğursuz bir tür aporia anlatır; yaşam b içimleri ara­ sında bir kültürden ötekine geçişi engelleyen görünmez sı­ nırlar üstünedir. Skyles, Yunan şehri Olbia'nın başını döndürdüğü bir İs­ kit prensiydi. İkiye bölünmüştü. Şehir duvarları dışında, arabaları, sürüleri ve ritüelleriyle karmaşık bir geleneksel toplumu yöneten bir step yöneticisiydi. Ama şehir duvarla­ rı içinde Yunanlı oluyordu. Skyles'in O lbia'da Yunanlı bir karısı vardı ve şehir kapılarından içeri girdiğinde göçebe el­ biselerini Helen kıyafetiyle değiştirirdi . Herodotos'a göre şehirde ince işlenmiş bir saray inşa ettirmişti ( gerçi böyle bir saray bulunamamıştır: Olbia 'daki özel konutlar, koca­ man şehir yönetim binaları ve tapınaklar yanında, süsü ol­ mayan, mütevazı tek katlı yapılardı r ) . B i r g ü n , b i r grup İskit, O lbia şehrinin duvarlarından Dionysos gizemleri festivalini seyretmenin bir yolunu bul­ dular. Orada Skyles' i Dionysos tören kıyafetleri içinde, kutsal alayın başında sokaklarda döne döne ilerlerken gör­ düler. Onlara veya daha çok Herodotos'un kurguladığı bi­ çimiyle verdikleri tepkiye göre, bunun anlamı Skyles 'in aşılmaz sınırı aşmasıydı: D ionysos törenlerine kabul edil­ meye razı olarak, İskit kimliği ne ihanet etmiş ve Yunanlı olmuştu . Ha beri evlerine götürdü kleri nde, Skyles'in karde80

şi onun yerine iktidarı ele aldı ve Skyles kaçmak zorunda kaldı . Güney batıya yönelerek, İskitlerle aralarında sınır oluşturan Tuna 'nın öteki kıyısında yaşayan Traklara sığın­ mayı düşündü. Ama İskitlerin elinde zaten rehine bir Trak prensi vardı ve Traklar ona karşı Skyles'i vermeyi kabul et­ tiler. Irmağın kıyısında, İstria yakınında, Skyles kendi kar­ deşi tarafından öldürüldü. Altın yüzük büyük olasılıkla Skyles 'e aitti . Ama olağan­ dışı bir buluntuydu. Ya ölümünden önce yüzüğü başkasına vermişti veya öldürüldüğünde cesedin parmaklarından sö­ külüp almmış ya da çok daha sonra mezarından çalınmıştı; bu bilinemiyor. Skyles, iki ayrı dünya arasında seçim yapmak istemedi­ ği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü. Kendisini açıkça Helen olarak ilan etse ve 0 1bia'da yaşasa veya İskit ordusunu şehre sokup orayı yağ­ malayıp yaksa veya gerçekten Yunan yaşantısını özümlediy­ se İskitya 'yı 'modernize' etmeye çalışsa, hayatta kalırdı . Bu üçüncü durumda , seksen yıl önce H. M. Chadwick'in The Heroic Age' de [ " Kahramanlık Çağı " ] ileri sürdüğü kurama tam da uygun biçimde kahraman statüsüne aday olabilirdi. Chadwick 'yüksek uygarlık'la ' aşiret' toplumu ( veya 'merkez'le 'çevre' ) arasındaki ilişkinin daha az ilerlemiş kültürde genellikle mutasyon yarattığını düşünüyordu. Ge­ leneksel şeflik, " ticaret, seyahat ve zengin olma fırsatları­ nın artışıyla karşı karşıya geldiğinde, geleneksel adetlerin ve zorunlulukların sı nırl ayıcı ağından kurtulma çabası içi­ ne girer ve kendisini yeni tür bir öndere dönüştürür: kendi savaşçı yoldaşlarıyla askeri seferlere çıkan hak tanımaz, acımasız bir gezgi n asker ve fatih olur. Finn MacCumhal Fenianlarıyla veya Kuzeyli bir kahraman sadık m ızra klı çe­ tesiyle, krallık ve gelenek bağları yerine 'sadakat bağlarını ikame ederek Chadwick 'in çevredeki bu kahraman mutas­ yonuna örnek oluştururlar. Ama Skyles gene de, bütün bu ' fırsat artışı 'yla tam da kül türel ilişki anında karşılaşmış ol­ masına karşın, güce dayanan bir çete önderi olma yolunu 81

tutmak için en küçük dürtü duymamıştır. Chadwick'in ku­ ramı, kabaca alındığında, Skyles'in içsel barbar doğası ge­ reği, kendisine Olbia'da açılan yeni ufuklara atılmasını ön­ görür. Ama Skyles, iki zıt yaşam biçimini gördüğünde, iki­ sinin de oldukları gibi devam etmesini arzulamış ve ikisine de bütünüyl e katılmak istemiştir. Skyles hem kadim ' bar­ bar' kuramlarının hem de 'çevre'nin 'merkez'e boyun eğdi­ ğini söyleyen modern kuramların düşman tanığıdır. Olduk­ ça benzer biçimde çifte yaşam süren on yedinci yüzyıl sonu ve on sekizinci yüzyıl Highland İskoç şeflerini anımsatır: Bu insanlar Edinburgh' da ( ve sonra Londra'da ) incelmiş bir centilmen yaşamı sürüyor, aynı zamanda evlerinde Ga­ elik toplumun geleneksel adetlerine uyuyorlardı. Samuel Johnson ile James Boswell'in 1 773'deki Hebrid turlarında karşılaştıkları Raasay'lı Macleod ve 'genç Coll' Maclean bu dengeli düal izmi becermiş görünürler. Ama İskoç Gaeltacht'ı [kültür bölgesi] çoktan çözülme­ nin ilk evresine girmişti ve on yıllar içinde merkez k ültürü­ nün baştan çıkartmaları ve baskıları ile çevrelenmiş High­ land toplumunun geleneksel önderleri için böyle bir denge­ yi sürdürmek olanaksız hale geldi; kendi topluluklarını na­ kit kaynağı olarak sömürmeye başladılar. Dr Johnson'un Hebrid gezisinden yalnızca yarım yüzyıl sonra Mülksüzleş­ tirme sonucu Highland toprak kiracılarını sürüp yerlerine koyun sürüleri doldurdular; 1 820 'ye gelindiğinde çok az şef akıcı Gaelik konuşabiliyordu ve Highland giyim ve adetleri fantaziden başka bir anlama gelmemeye başlamış­ tı . İskitya ise, Skyles'in yaşadığı kaderden yaklaşık beş yüz­ yıl sonrasma kadar varlığını sürdürdü. Skyles öyküsü tam bir Karadeniz öyküsü. Yalnızca yeni ile karşılaşmayı deği l, dünyalar arasındaki uzaklığı da an­ latıyor. Bu uzaklık kültürel, zihindeki bir sınır olabilir veya fiziksel olabilir. Önemli olan, insanın aynı anda iki kişi ola­ mayacağı , fakat iki küİtür arasındaki böyle bir uzaklığı aş­ tığında yolculuğun sonunda farklı bir kişi haline geleceği ­ dir. Anthony Pagden European Encounters with the New 82

World [ " Avrupa' nın Yeni D ünya'yla Karşılaşması " ] kita­

bında Avrupa ile Amerika arasındaki deniz yolculuğunun uzunluğunun, kocaman Atlantik su çölünde geçirilen kor­ ku ve yalıtılmış deneyimiyle geçen ayların, ilk İspanyol ko­ lonistlere bir evrenden, eski beklenti ve ahlakın artık geçer­ li olmadığı tamamıyla başka bir evrene geçtikleri duygusu­ nu verdiğini ileri sürer. Sonunda dönüş yolculuğuna çıkıla­ bilir, ama Cadiz veya Barselona 'ya çıkan yolcu yıllar önce oradan ayrılan yolcuyla aynı i nsan değildir. Antonio de Ul­ loa on sekizinci yüzyıl ' Hint Adaları 'ndan ' başka dünya' diye söz eder. On üçüncü yüzyılda Moğol-Tatar imparator­ luğunun merkezine yolculuk yapan keşiş Willem van Rub­ roek Don stepinde ilk kez Altınordu göçebeleriyle karşılaş­ tığında " Yeni bir dünyaya gelmişim " diye düşünür. Karadeniz'in kuzey sahillerine ulaşan Yunanlılar da başka bir dünyaya geçtiklerini hissediyorlardı. Olasılıkla yolculuklarını günlük aşamalar halinde yapıyorlar, doğru­ dan açık denizi aşmayıp sahillerde demirliyorlardı . Ama Akdeniz onları Karadeniz'in şiddetli iklimine, sert açık de­ niz boraları veya buzlu kış tipilerine hazırlamamıştı ve de­ niz onlara, birçok adasıyla bildik Ege'nin tersine, düşman bir boşluk -zaman ve mekanda bir kara delik- olarak gö­ ründü . Ve mücadele edip kıyıya ulaştıklarında kendilerini bir başka denizin - stepin kıyısına konmuş buldular. Modern Kherson şehri n i n y a k ı n ı n d a , aşağı D i nye­ per'de, Askania Nova denilen bir yer var. Askania, on do­ kuzuncu yüzyıl antikacılarının Prusya için kullandıkları düşsel terim ve burada, Rus D evrimi' nden önce, bir Alman aristokrat toprak sahibi, gelecek kuşaklar için stepin ot, çi­ çek ve kuşlarını bozulmadan korumak için bir doğa rezer­ vasyonu kurmuş . Bilge bir baronmuş . Bugün, İskit ve Sarmatların ve on­ ların peşinden gelen bütün göçebe halkların dünyası olan ve on dokuzuncu, yirminci yüzyıla kadar birçok bölgede bo­ zulmadan gelen eski Ukrayna ve güney Rusya stepinden he­ men hiçbir şey kalmamış . Pontus Stepi, Avrasya'yı oluştu83

ran çevre ortamlarından biri, traktör tarafından yutulmuş, yalnızca bir ufuktan öbürüne uzanan yolların yanında gü­ müş kavak çizgileriyle ayrılan sürülmüş toprağın dev düz­ lüğü kalmış. Askania Nova, son kalıntı bile, artık tehlikede. Çevre­ sindeki kolektif çiftlikler içine koyun ve domuz sokuyor­ lar; yakındaki bir kanal su havzasını boşaltıyor, askeri üs­ ten alçak uçuş yapan uçaklar canlıları ürkütüyor; yıkıcı yangınlar oluyor. Buranın bakımını üstlenen bilimsel bir kadronun bulunduğu, Odessa, Kherson ve Nikolayev' den okul gruplarının geldiği düzenli, sakin günler geçmişte kal­ mış. Gene Olbia öyküsü tekrarlanıyor: artık bekçilere öde­ yecek devlet parası, ziyaretçileri getirecek otobüsler için benzin, bütün toplulukların tuttuğunu koparmaya çalıştığı fakirlik ve yasadışılığın yaygınlaşmasına karşı savunma ola­ nağı yok. Step nasıldı ? Anton Çehov buradan b irkaç kilometre ötede, Azak Denizi kıyısındaki Taganrog'da büyüdü ve ço­ cukken öküzlerin çektiği bir araba çumak'a yüklenmiş buğday çuvallarına sırt üstü yatıp günler ve geceler boyu bu okyanusta seyahat ederdi. Hiç de klişe olmayan 'okya­ nus' benzetmesi , bu sonsuz, açıkça yalıtılmış ve özellik gös­ termeyen, ancak bir ırmağa yaklaşırken biraz yükseklik ve alçaklıkla karşılaşılan, ağaçsız ve yalnızca yok olmuş göçe­ belerin bıraktığı kurgan denilen tepe gibi mezarların bu­ lunduğu çayır düzlüğündeki seyahatlerini kaleme alan bü­ tün yazarların bulduğu bir karşılıktır. Willem van Rubroek de seyahatini böyle anımsar: " Dolayısıyla, gökyüzü ve top­ raktan başka hiçbir şey görmeden, bazen sağ tarafımızda deniz ve iki lig uzağımızda görünen Comanian [Kuman] mezarları arasından doğuya doğru gittik. " On dokuzuncu yüzyılda Batılı turistler manzarayı sıkı­ cı, çirkin ve ilerlemeci zihne göre aşağılayıcı buluyorlardı . Çehov gibiler ise yaz stepinde başı boş sürüklenmekten ve kekik, sedefotu, pelin gibi kaba, mavi-yeşil otların kokusu­ nu almakta n mutluydu. -

84

' Barbar' terimi Yunan dünyasında ya bancı dillere ilişkin, anlaşılmayan bir dilin 'bar-bar-bar' sesinden bir yansılama olarak kullanılmaya başland ı . İlyada' da bir kez görülür; Karia ordusu ' barbarophonos' - barbarca-konuşan diye tanımlanır. Karia ordusu gerçekten yabancı bir dil mi ko­ nuşuyordu yoksa Homeros dönemi Yunanlılarına tuhaf ve yabancı gelen aksanlı veya farklı bir fonetik yapısı olan Yunanca mı konuşuyordu, sözcük neyi anlatıyordu soru­ ları sonu gelmez tartışmalara yol açmıştır. Ama bu anla­ tım, İlyada zamanında ve çok daha sonraları Yunanlıların bütün ya bancıları ' barbar' terimi altında bir dil tanımı ile nitelendirmediklerini açıkça ortaya koymaktadır. Gene, Yunanlıların dışında aşağı l ı k ' ötekileri' kategorize eden bir terim olarak da kullanılmamaktadır. İmparatorluk ça­ ğının Victoria dönemi bilim adamları İlyada'yı ' barbar' ve ahlak olarak daha aşağı Troyalılara karşı uygarlığın zaferi diye yanlış anlamışlardır. Ama Yunanlıların da en azından aynı acımasızlık ve hilekarlığı gösterdikleri -daha sonra Troyalıların ' barbarlığı 'nı nitelemek için kullanılan sıfat­ lar- destanın metninde uzaktan yakından böyle bir düşün­ ce yoktur. Edith Hall Inventing the Barbarians [ " Barbarları Yarat­ mak " ] kitabında büyük değişikliğin Pers Savaşlarıyla baş­ ladığını ileri sürer. " Barbarlığın icat edilmesinin öyküsü, Yunanlıların Perslerle çelişkilerinin öyküsüdür. " Ondan önce de elbette 'öteki' vardı : büyülü ve canavarca yarı-in­ s a n yaratıklar d ü ny a n ı n uzak yerlerinde yaşıyorlardı; Odysseus'daki Kikloplar veya Harpayalar, sirenler ve tek gözlü Arimasplar gibi . Ama İÖ beşinci yüzyıl Atina'sında öncelikle de Atina tragedyasında, İskit göçebeleriyle Mezo­ potamya şehir halkları gibi çok farklı toplulukları yeni bir tür altında birleştiren ve tek ve birleşik Helen dünyası im­ gesinin zıddına indirgeyen barbar dünyası yaratıldı. Atina i deoloj isinin yabancı ve itici bulduğu her şey artık ' cana­ var'dan ' barbar'a dönüştürülmüştü. ' Öteki ', dünyanın bi­ linmeyen çevresinden iç dünyaya, Yunanlılığının sınırına, 85

Karadeniz' in karşı sahiline veya Ege'ye taşınmıştı . Ve bu yeni türlerden yeni zıtlıklar doğdu. Yalnız aporiaları Yunan otokton ve yerleşikliğinin tersine barbarca olan İskitler de­ ğil, kölece, lüks düşkünü ve korkak Persler veya Asyalı lar da Yunanlı veya Avrupalı özgürlük, haddini bilme ve kah­ ramanlık nitel ikleri karşısında barbardı. Birlikte doğan i kizler Uygarlık ve Barbarlık, çok geçmeden uzun ömürlü bir kardeşe daha kavuştular: Oryantalizm söylemi . Atina tragedyaları D ionysia şehrinde oynanırdı. Pers Sa­ vaşları sona erdiğinde bu eski popüler festival Atina'yı ve -şimdi Atinalıların kendilerini yok etmekle tehdit eden Pers 'tiranlığı' karşısında kendileriyle özdeşleştirdikleri demok­ ratik yapılanma da dahil- siyasetini meşrulaştıran büyük bir propaganda olayına dönüştü. Aiskhylos'un Persler �· oyu­ nu ilk kez, Salamis'deki Atina zaferinden yalnızca sekiz yıl sonra, İÖ 472 'de Dionysia'da oynandı. Ama Persler'de de, sanki ortak bilgiymiş gibi, Helen'le barbarın Edith Hall'ın verdiği adla 'mutlak kutuplaşması' vardı ( ' barbar' sözcüğü oyunda on defa kullanılmıştır) . Hall Persler'den barbar ni­ teliklerinin uzun bir listesini çıkarır. Barbarlar acımasız, ba­ sit düşünen, disiplinsiz ve panik gösteren kişilerdir. Lüks ve aşırı rahatlıktan çok zevk alırlar. Duygularına gem vurmaz­ lar. Olbia'ya adını veren olbos (saygın refah) yerine, plutos (fazla ve akla gelmeyecek zenginlik) içinde yuvarlanırlar. Böbürlenme ve korkaklık arasında gidip gelirler. Kadınlara, hatta bazen bir ulusun askeri kumandanlığı ve önderliği de dahil olmak üzere, iktidar verirler. Bu son nokta Yunanlıların. kafasına takılmış ve onları büyülemişti . Beşinci yüzyı l dünyasında onların toplumu sı­ nırlayıcı, sinirli erkekliğiyle tekildi, fakat bu Yunan istisna­ sı sonraki merkezi emperyal toplumlara aktarılıp dönüştü­ rülecekti . Tamamıyla erkek egemenliğindeki toplumun ' uy­ garl ık'la özdeşleştirilmesi, siyasal otoritenin kadınları da kapsamasının barbarlığın kanıtı olduğu anlayışıyla Roma *

Aiskhylos, Persler, çev: Güngör Dilmen Kalyoncu, M.E.B. Antalya 1 96 8 .

86

İmparatorluğu'nda da benimsenmişti . Ancak Britanya'daki lceni gibi vahşilerin Roma işgaline karşı ayaklanmalarına önder olarak Boudicca'yı seçebilecekleri veya -İS dördüncü yüzyılda Ammianus Marcellinus 'un yazdığı gi bi- " koca beyaz kolları " ıyla Kelt kadınlarının kocalarını kurtarmak için kavgaya karışabilecekleri beklenebilirdi. Erkek otorite­ si geleneği Roma İmparatorluğu' �dan Roma Katolik Kili­ sesi'ne geçti, patrikliğin Yahudi örüntüsüyle birleştirildi. Bugün de İngiltere Kilisesi' nde kilise eğitiminde giyilen bo­ zulmuş kadın elbiselerinin temelinde kadınların ruhban sı­ n ı fına dahil edilmesine karşı derin hoşnutsuzluk yatar: mihrapta kadın bulunması 'uygarlık dışı'dır. Edith Hall'ın Persler'den çıkardığı son başlık siyasal. Yunanlı yurttaşlar özgürdü. Barbarlar ( bu durumda Pers­ ler) özgür değildi ve gittikleri her yere despotizm ve hürri­ yetsizlik taşırlardı. Atinalı bir yurttaş polis anayasasına gö­ re birkaç tür eşitlikten yararlanır, devlet iktidarının sınır­ lanması sürecine katılırdı . Barbarlar ve fethedilmiş tebaları, keyfi ve sınırsız hanedan iktidarı karş ısında fiziki yere ka­ panma eylemiyle kendilerini küçültürlerdi. Persler'deki ko­ ro, Perslerin Salamis'de yenildiği haberini öğrendikten son­ ra şunları söyler: " Bundan sonra [ fethedilenler] haraç öde­ yip yere kapanmayacak . . . İnsanlar artık dillerini tutma­ yacak, çünkü yularları çıkarıldı, serbestçe konuşa bilirler. " Aiskhylos tarafından başlatılan ' barbarlık söylemi ' son­ raki birkaç yıl içinde öteki oyun yazarlarınca şevkle sürdü­ rüldü. Farklı halkların tek ' barbar' kategorisi içine kabaca tıkıştırılması açık zorluklar yaratıyordu. Atina özel likle Tra k ve İskit olmak üzere yabancı kölelerle doluydu ve bunların birbirine ne kadar benzemediğini her köle sahibi açıkça görebiliyordu. Mantık olarak, yazı sahibi, gelişmiş bir örgütlülüğü olan, şehirli kültüre sahip Persler, İskitler­ den çok Yunanlılara yakındılar ve Perslerle İskitleri aynı kategoriye sokmak zordu . Bu zorluklar yabancıların sahip oldukl arı tek ortak yön vurgulanarak aşıldı : hiçbiri Yunan­ l ı değildi. İskitler ve öteki kuzeyli halklar, örneğin, vahşi, 87

ka ba ve şi ddet dolu kabul ediliyordu; Persler ise efemine ve kolay yaşamın getirdiği gevşeklik içinde görül üyorlardı . Önemli deği l ! İki aşırı uç arasında olmakla barbarlar, yal­ nızca Yunan mesotes (ölçülülük) ülküsünden veya Yunan aşırıya kaçmama ettiğinden ne kadar uzak olduklarını gös­ teriyorlardı. Daha ciddi bir zorluk Yunanlıların kendi geçmişleriydi . Mitsel veya daha yakın, kendi tarihlerinde Yunanlılar şim­ di ' barbarca' diye kınadıkları her şeyi yapmışlardı. Kahra­ manlar ve krallar (ve Yunanlılar da bir zamanlar krallar tarafından yönetildiklerini inkar edemezlerdi ) her türlü cinsel aşırılık, sakatlama ve cinayeti kapsayan sadistliği yapmışlardı ve kendiliğinden duyguların zevkine kapılarak hiçbir biçimde meso tes göstermiyorlardı . Bu suç tarihini deniz aşırı ülkelere ihraç edebilecek us­ talıklı bir yanıt bulunamazdı . Örneğin Euripides tiyatro se­ yircisine Medeia'yı * barbar kadınlığın paradigması olarak sunuyordu: bunlar zorba, denetlenemez derecede duygula­ rına bağlı, kendi kardeşlerinin ve sonra kendi çocuklarının katili, büyülü otlar hazırlaya bilme yeteneğine sahip büyü­ cülerdi. Ama Edith Hail Medeia'nın eski mitoloj iye Yunan­ lı olarak girdiğini gösterir; olasılıkla İlyada 'daki Agamede, güneşin kızı oydu ve " koca dünyanın verdiği .. bütün otları bilirdi . " Euripides Agamede'nin kökenlerini Kolkhis'e, Ka­ radeniz'in güney doğu köşesine yerleştirdi : " O nun barbara dönüştürülmesi kesinlikle tragedyanın, olasılıkla Euripi­ des'in kendisinin icadıydı . " Tereus Korint kıstağında bulu­ nan Megara'lı bir kahramandı; Sophokles onu ( kayıp bir oyununda ) baldızına tecavüz eden, dilini kesen ve kendi oğlunu yiyen bir barbar krala dönüştürüp Trakya'ya ihraç etti . Euripides acımasızlık, yalancılık veya yakın akrabala­ rını kesme eğilimini Yunanlı olmayan özellikler olarak ser­ gilemek için birçok barbar kahraman' yaratmış görünmekEuripides, İphigeneia Taııris'te, çev: Suat Sinanoğlu, M.E.B. Ankara, 1 96 3 .

*

88

tedir ve Hall onun İphigeneia Ta u ris te �· deki ana düğümü -Kırım'ın en güneyi ndeki yalıyarda yaşayan vahşi Taurisli­ lere rahibe olarak esir düşmesi- yalnız barbarlar batmış ge­ milerin kazazede yabancılarını uçurumdan fırlatan bir ci­ nayet kültüne sahip olabilecekleri düşüncesiyle tasarladığı­ nı ileri sürer. Bu da insan kurban eden Yunanlı masallarıyla dolu olan Yunan mitoloj isine utanmazca 'siyasal doğruluk' yüklemektir. Ama bütün Yunan barbarlıklarını ihraç etmek mümkün değildi ve yeni imgeyle uyuşmayan geleneklere barbar veya ' doğulu' kökenler icat etmek bır zorunluluktu. Skyles'in Ol bia'da katıldığı D ionysos kültü, taşkın, cinsel ortaklaşa­ lık içeren festivallerle kutlanırdı ve tragedya yazarlarına göre kökeni Trakya veya Asya'ydı - oysa k ültün Yunanis­ tan 'da kadim kökleri vardı ve Atina resmi inancının kendi­ sinde merkezi bir rol oynamıştı. Sadistik acımasızlık şimdi Trak etkisi, aşırı l üks tutkusu Asya'dan gelen bir hastalık olarak anlatılıyordu. Aiskhylos Klytaimestra'nın barbar göçmen ol duğunu iddia etmedi ama kocası Agamemnon'u öldürmeden önce -Yunanlılara ait olmayan, bir kadının yerinde kalmasına olanak tanımayacak bir zayıflık olarak sunulmaktaydı- süslü, kölece ve ' doğulu' dile özgü konuş­ malar yapmıştı . Hall'ın dediği gi bi, " kadınlık, barbarlık, lüks ve kasılma . . . kurtulunamaz biçimde aynı semantik kapsam içine alınmıştı . " Troyalılar da aynı ideoloj ik dönüştürme sürecinden ge­ çirildiler. Troya'ya karşı savaşın da, şimdi Yunanlılarla Persler arasında devam eden insanlığı n iki yarısı arasındaki ebedi savaşın, 'Avrupalı' erdemi ile 'Asya' edepsizliği ara­ sındaki kozmik mücadelenin ilk roundu olarak yeniden an­ lamlandırılması gerekiyordu. Bir zamanlar ' erkekçe davra­ nışları ' Yunanlı hasımlarınca takdir edilen cesur düşmanlar olan Troyalılar doğululaştırılmaya başlandı. Kurnaz 'Asya'

* Euripides, Meı'" � R ize

G i resu n

i

a çka r

y

E

kazı çalışmaları kurganlar altındaki bazı savaşçı iskeletleri­ nin kadın olduğunu kaydetmeye başlamışlardı. Bu keşifle­ rin ilki Ukrayna'da orta Dinyeper bölgesinde bir tümülüs­ te, iskelet anatomisi hakkında biraz bilgisi olan amatör Kont Bobrinskoy tarafından yapılmıştı. Ama bu savaşçı kadın iskeletleri, yavaş yavaş, haritada işaretlendikçe, Don'un kuzey doğu bölgesinde, Herodotos 'un zamanında­ ki Sauromatlar ülkesinde birikim göstermeye başladı. Da­ ha doğuda, Ural ve Volga ırmakları arasındaki ovalarda, İÖ altı ve beşinci yüzyıllara ait Sauromat kadın mezarları­ nın yaklaşık beşte birinde silah bulunuyordu. Bütün güney Ukrayna'da İskit mezarlarında, bazen gruplar halinde gö­ mülmüş, yayları, okları ve karınlarını korumak için demir levhalı savaş kemerleri olan kadın askerler çıkıyordu. Da­ ha sonra anlaşıldı ki, İÖ dördüncü yüzyılda Karadeniz sa­ hilinde İskitlerin yerini alan Sarmatlarda da askeri ve siyasi otorite kadınlar ve erkekler arasında paylaşılmıştır. Moloç­ na ırmağı kıyısına gömülmüş olan Sarmat kadınların lev­ halardan oluşan zırhlı korseleri, mızrak, kılıç ve okları var­ dır. Don kıyısında Kobiakov'da kült mücevher hazinesiyle -hepsi altından yapılmış hayvan ve insan şekilli İran pant­ heonu- gömülmüş olan genç Sarmat prensesinin kendi at koşumlarının yanına kendi savaş baltası yerleştirilmiştir. İki sonuç elde ediliyor gibi. Biri, Demir Çağı' nda Kara­ deniz-Volga steplerinde yaşayan topluluklarda Herodotos çağında ve sonrasında erkeklerle kadınlar arasında en azın­ dan askeri ve siyasal açılardan eşitlik bulunduğudur. Hepsi arasında değil: Trak kadınlar bazı komşu kadınlar gibi at sürmek, savaşmak ve yönetmek konusunda özgür değiller­ di. ' Eşitlik'ten söz etmek de pek mantıklı değil; erkek ve kadınların silah kullanmayı öğrendikleri ve saldırgan süva­ riler gi bi at sürdüklerini bilmek erkek ve kadınların birbir­ lerine nasıl davrandıkları veya eğer üstünde olmadıkları zamanki iş bölümü konusunda fazla açıklayıcı değil. Gene de, Yunanlılar İskit-Sarmat dünyasının kadın ve iktidar ko­ nusunda kend ilerininkine benzemeyen bir yaklaşımı doldu148

ğunu düşünmekte haklıydılar. Bu yaklaşımı dehşet verici ve etkileyici buluyorlardı . İkinci sonuç da, Herodotos'un, bu etkilenmeyi bildiği için, bunu beslemiş olduğu. Amazon efsanesi yıllarca orta­ da dolaşmış ve Yunan erkek zihniyeti için daima şaşırtıcı ve iç gıcıklayıcı bulunmuştur. Herodotos 'un Sauromat top­ lumu için duydukları Amazonların Anadolu'dan Volga steplerine gidişini açıklayan bir mitle eklemlenip Amazon hikayelerine katılmış olabilir. Kuşkusuz bu seyahat miti bir yerlerde hep vardı ve belki çeşitli biçimleri Herodotos'ta bir araya getirilmişti . Önemli olan onun Sauromatları 'Amazonlaştır'arak bir ayna-oyununa sokmasıdır - Fran­ çois Hartog'un gözlemlediği gibi, Amazonların savaşı evli­ liğe yeğlemelerinin 'öteki'lik adına Yunan okuyucusu için çok iyi kullanıldığı, fakat sonunda iki zıddın aniden bir araya geldiği karmaşık bir oyun. Amazonlar ( Herodotos'un değişkesinde) genç İskit sa­ vaşçılarla sevişmeye rıza göstererek, evliliğin ve savaşın ar­ tık birbirini dışlamadığı ama bir kadının ikisini de birlikte yürütebildiği yeni bir toplum biçimini ortaya koyuyorlar. Bu toplum -Sauromatia- Amazonların İskitlere doğurduk­ ları çocuklar tarafından fiziki anlamda oluşturuluyor. Ama aynı zamanda erkeklerle kadınlar arasındaki tekil anlaş­ mayla da oluşuyor. Amazonlar genç İskitlerin hep birlikte İskitya'ya dönme yönündeki ata yerine bağlı önerisini red­ dediyorlar, bunun yerine genç erkeklerin kendi ailelerini bı­ rakarak onlarla birlikte Don'u aşıp Maiotis Gölü kuzeyinde ' üç günlük' mesafedeki boş topraklara gitmelerinde ısrar ediyorlar. Sauromatia adı verilen bu yeni ülkede topluluğun iki cinsel yarısı kendi ayrı haklarını koruyarak yaşayacaktır. Dil erkeklerin seçimiyle İskitçe olacaktır ama ( Herodotos'a göre) Amazonlar bunu hiçbir zaman doğru dürüst konuşa­ cak kadar öğrenmemişlerdir. Ama kadınların erkelerle bir­ likte veya onlar olmadan avlanma ve savaşa gitme hakları sonsuza kadar korunmuştur. Kadınlar ayrıca ulusun cinsel­ lik ve üremesi konularında da yönetimi ellerinde tutmuştur 149

çünkü yazılı olmayan anlaşmaya göre Amazon geleneğine uyulur: " hiçbir bakire bir düşman erkek öldürmeden evlen­ mez, ve bazıları bu yasanın gereğini yerine getirmedikleri için bekar olarak ihtiyarlayan kızlar da vardır. " Arkeoloj ik kanıtlarla Herodotos, Strabon, Diodoros Si­ keliotes ve ötekilerin Amazonlar konusundaki değişkeleri arasında bir boşluk kalıyor. Eğer Amazonların bir biçimde mevcut olduğunu düşünüyor ve bu kadın topluluklarının nasıl iktidar sahibi olduğuna dair klasik açıklamaları be­ nimseyemiyorsak, o zaman daha 'bilimsel' hipotezler üret­ memiz gerekmektedir. Birçok modern bilgin bunları kanıt­ lamaya girişmiştir. Mihail Rostovtzeff ( 1 870- 1 9 52 ) , Karadeniz tarih yazı­ mının babası, bu konuda insan ruhsal tarihinin belirleyici tabakalarından biriyle karşı karşıya olduğunu düşünmüş­ tür. Sauromatları, anaerkil toplumsal örüntüyü ve Ana Tan­ rıça kültünü sürdüren Hint-Avrupalı toplulukların öncüsü olarak kabul etmiştir. Ama ( Rostovtzeff 1 922'de yazarken İskit ve Sarmatları kastederek ) " Semit ve Hint-Avrupalılar ataerkil toplum ve yüce tanrı kültünü getirmişlerdir" de de­ mektedir. Ana Tanrıça gene de varlığını üstü örtül ü biçimde sürdürmüştür ve " Amazonlar, onun varlıklarını bu biçimde sürdüren savaşçı rahibeleridir. " Sauromatlar da kendi eski adetlerine bağlı kalmışlardır: " Yunanlıla rı toplumsal sis­ temlerinin dikkat çekici bir özelliği ile etkilemişlerdi : anaer­ killik veya daha çok bu sistemin devam ettirilebilen biçimi: kadınların savaş ve hükümete katılımı; kadınların toplu­ mun siyasal, askeri ve dinsel yaşamındaki üstünlüğü . " Bütün bunlar, zamanın ve bir yedi yıl daha yürütülen kazı ların sınavları karşısında duramadılar. Sauromatlar pre­ Hint-Avrupalı değildi: İran dili konuşuyorlardı ve Sarmat adı verdiğimiz göçebe toplulukların Karadeniz'e gelen ilk gruplarıydılar. Ve İskitler - daha önceki İran dili konuşan göçebe dalgası, hiç de baskın biçimde ataerkil değildi. Kült­ leri, Herodotos'un kaydettiği gibi, ocak tanrıçası Tabiti ve­ ya İskit altın eserlerinde sıklıkla karşımıza bir kral veya sa1 50

vaş lorduna 'komünyon içkisi' verirken çıkan ' Ana Tanrıça' gibi tanrıçalardı. Rostovtzeff'in zamanından beri hayvancılık 'ilkel' Ne­ olitik yerleşik tarımcılıktan gelişmiş kabul _dildiğinden, bunun kadınlar aleyhine yeni bir iş bölümü getirdiği iddia edilir: erkekler sürü peşinde sürekli at üstünde, kadınlar çadırda veya hareket halinde arabada ev işleriyle meşgul­ dür. Marij a Gimbutas'ın Hint-Avrupa dil ailesinin kökenle­ ri hakkındaki büyük etkiler yaratan ve bir tür ortodoksluk yaratan ve feminist tarihçiler için zorunlu bir metin haline gelen çalışmasının arkasında bu tür düşünceler vardır. Gimbutas, kabaca, İ Ö beşinci bin yılda güney doğu Av­ rupa'da barışçıl, gelişmiş biçimde sanatkar, anaerkil çiftçi topluluğunun yaşadığına inanır. Bu yerleşik son dönem Neolitik topluluk sonra doğudaki steplerden oldukça farklı bir halkın gelişiyle huzursuz edilmiştir. Bunlar savaşçı, hay­ vancı, göçebe ve ataerkil işgalcilerdir ve çiftçileri yerlerin­ den atıp kendi daha 'ilkel' ve erkek egemen düzenlerini egemen kılmışlardır. Gimbutas bu işgalcilere, steplerde hö­ yük mezar inşa adetleri nedeniyle Kurgan geleneği adını vermiştir ve Kurgan halkını 'proto-Hint-Avrupa' dili konu­ şanların çekirdeği olarak tanımlamıştır. Bu hal k Karadeniz­ Hazar arası steplerdeki anayurtlarından doğu, batı ve gü­ neye yayılmışlardır. Bu çekici kuram arkeologlar ve dilbilim tarihçileri için birçok sorunu çözebilir. Daha da çekici olan, kuramın ba­ rış, k ültür, dinsel saygı ve çiftçiliği kadınlıkla bağlantılandı­ rırken, savaş, eşitsizlik, filistinizm ve sığır yetiştiriciliğini erkek egemenliğine ilişkin olgular olarak kategorize ederek 'herstory' [ feministlerin tarih anlamındaki 'history' sözcü­ ğündeki benzerliği kullanarak eril şahıs 'his' yerine, dişil 'her' geçirerek türettikleri ve erkek egemen tarihe karşı yaklaşıma verdikleri ad] için bilimsel bir temel sunmasıdır. Ama Gimbutas'ın anlatımı herkesi tatmin etmiş olmak­ tan uzaktır. Güney doğu Avrupa'da 'son dönem Neol itik krizi ' yaşanmış olduğuna ve yerleşik yaşama geçmiş yoğun 151

çiftçi nüfusun, yiyecek olarak sığır ve at yetiştirmeye, hare­ ket ve nakliyeye daha uygun daha gevşek yerleşim biçimle­ rine geçtiği konusunda uyuşma vardır. Bu değişimle, bin­ lerce dişi çamur heykel üretimine yol açan dinsel kültler ve benzerlerinin yerini güneş sistemini yeğleyen ve bu simgele­ ri dik taşlara kazıyan farklı bir inanç sistemi almıştır. Ama bu devrimin, steplerdeki erkek öncülüğündeki işgallerin doğrudan sonucu olduğunu gösterecek sağlam arkeoloj ik kanıtlar yoktur. Gimbutas' ı eleştirenler bu değişimin baş­ ka, içsel nedenlerle de olabileceğini önerirler. Nüfus yalnız­ ca ekinle beslenemeyecek kadar büyümüş olabilir; sabanın icadı ve hayvan yetiştiriciliğine daha fazla bağımlılık da ken­ d i başlarına erkeklerin rolünü değiştirmiş ve önemli kılmış olabilir. Gerçek ne olursa olsun, Gimbutas'ın hayvancı göçebe­ likle erkek egemen toplumsal biçimler arasında kurduğu bağlantı Hint-İranlı göçebeleri, yaklaşık üç bin yıl önce Pontus steplerine gelmeye başlayan İskit-Sarmat halkları an lamaya çok yardımcı olmuyor. Bu zamanlarda Akdeniz bölgesinin yerleşik çiftçi halkları katı bir ataerkillik göste­ rirken, göçebeler ve öteki ' barbar'lar anaerkil otoritenin işaretlerini taşırlar. Bradford Üniversitesi ' nden Timothy Taylor İskit ka dınların konumunun, gerçekten de hayvan­ cı-göçebe ekonomi ilk Yunan kolonileriyle temas kurana kadar oldukça özgür ve güçlü olabileceğini ileri s ürer; her­ halde İÖ yedinci yüzyılda, Helen koloniciliğiyle birlikte ka­ dın ların otoritesi gerilemeye başlamıştır. Taylor'un haklı olabileceğini gösteren nedenleri görmek zor deği l . Yunanlılarla ortak yaşam İskit toplumunun önemli kesimini buğday üreticisi ithalatçı ekonomiye soktu ve burada ücretli emeğin kas gücü belirleyiciydi . Aynı za­ manda Yunanlı ların kadınlar hakkındaki önyargıları ve çe­ kingenlikleri -onların şaşırtıcı biçimde kadınların gerçek­ ten hiçbir iktidar ve toplumsal katılım hakkına sahip olma­ dığı bir toplum inşa etmeleri- İskit erkek elitli üstünde git­ tikçe artan ve benimsenen bir etki yaratmış olabilir. 1 52

Bize tahrif olmuş biçimde Yunanlılaşmış biçimiyle ulaşan bir İskit köken mitosunda Herakles kayıp kısraklarını ara­ mak için Hyleia'ya gider. Burası şimdi yok olmuş yoğun ormanların bul unduğu, klasik çağda Di nyeper'in sol kıyı­ sında, modern Kherson şehrinin yakınında gibi görünmek­ tedir. Herakles burada bir mağarada Mixoparthenos, Hero­ dotos'un anlatımıyla belden aşağısı yılan bir kadınla karşı­ laşır. Kadın Herakles 'in atlarını iade etmeden önce kendi­ siyle sevişmesi için ısrar eder ve Herakles gittikten sonra üç erkek çocuk doğurur. En küçükleri Skythes içlerinde He­ rakles'in bıraktığı yayı gerebilen tek kişidir, kral ve İskitle­ rin atası olur. Mixoparthenos bir simge olmuştur. Hik�yesindeki He­ rakles öğesine karşın, Hellenik anlayıştan çok İran dünya­ sına aittir, heykelleri İskit göçebe mezarlarında at koşumla­ rının üstünde süsleme olarak görünür. Ama sonra Mixo­ parthenos sahildeki şehirlere ulaşır. Burada, sonunda, Bos­ poros Krallığı 'nda gelişen zengin, melez kültürün merkezi­ ne yerleşir. Bu krallıkta yönetici aileler Sarmat ve Trak şef­ leri n soyundan gelmedir; tüccarlar ise Yunanlı, askerler İs­ kit, Sind veya Maotislerdendir. Mixoparthenos 'un yüzü daima önden görünür. Göbeği­ nin altında gövdesi iki yılan kuyruğuna ayrılır ve gövdesi­ nin iki yanına sarılır; sanki dengesini sağlamak ister gibi eleriyle iki kuyruğunu tutar. Başında çok katlı doğu tacı vardır. Yılan- baldırlarının ayrılmasıyla öne doğru çıkan cinsel organı asma yaprağıyla örtülü dür. Bir mağara da, dallı budaklı bir ağacın altında, dişi bir canavar bir erkek kahramanı tohumlarını almak için yaka­ lar. Hera kles ve Mixoparthenos öyküsünü hayal eden arsız bir kadın olmadığı gibi, bir ' barbar' erkek de değildir. He­ rodotos 'un özenle i fade ettiği gi bi, yılan-kadının nasıl ve niye kahramanla çiftleştiği özgün bir İskit öyküsünde anla­ tılmaktadır ve bu öykü Yunan koloni yerleşimcilerinin ha­ yalinde -" Pontus Euxeinos 'ta yerleşmiş olan Yunanlıların 153

an lattıkları " yla- geliştirilip yeniden biçimlendiri lmi ştir. ( Kuşkusuz farklı İskit topluluklarının farklı hatta uyuşmaz köken mitosları vardı. Herodotos'un ' İskit öyküsü' diye anlattığı güzel, gizemli mitosta, gökten altın saban, boyun­ duruk, kılıç ve kadeh düşer. Targitaos'un üç oğlu bunları almaya gittiklerinde, altınlar ilk ikisi yaklaşınca alevlere dönüşürler. Üçüncü oğul Koloxais bunları kolayca alır ve İskit kral soyunun kurucusu olur. Skythia'nın annesi Mixoparthenos, " Pontus'da yaşayan Yunanlılar " onu kendi kadın korku ve hoşnutsuzluklarının örüntüsüne sokmadan çok önce İskit dünyasında vardır. İzleyen yüzyıllarda kadın step göçebelerinin ritlerindeki konumunu yitirmiş ve bütün Bosporos Krallığı ve Pantika­ paion şehrinin koruyucus u ve rozeti h a l i n e gelmiştir. 'Skythia', Yunanca terim olarak bir göçebe Hint-İran dil­ grubunun adı olmaktan çıkıp, karma İran-Hellen kültür dünyasına ait bütün bir bölgenin adı olmuştur ve terim Ka­ radenizli Yunanlı, Trak, İskit ve Sarmadan d a kapsar hale gelmiştir. Bosporos Krallığı'nın başkenti ve Karadeniz kolonileri­ nin en zengin ve başarılısı Pantikapaion'da M ixoparthe­ nos'un iki heykeli şehrin ana giriş kapısının iki yanını tut­ maktadır (şimdi biri Kerç müzesindedir ) . Ama daha büyük ve küçük, taş ve altın, gümüş, tunçtan Mixoparthenos hey­ kelleri, bütün kuzey doğu Karadeniz kıyısına yayılmıştır. Bu kadın Karadeniz'in çok etnili kültürünün ilk ciddi ko­ ruyucusudur (çünkü Bosporos Krallığı, O lbia'nın bile ola­ madığı kadar çoğulcu ve 'İranlılaşmış ' bir yapı taşımaktay­ dı ) . Mixoparthenos Skythia'nın Annesiydi ve bu ülke o za­ man, eski Atina ' uygar' ve ' barbar' kutupluluğunun moda­ sının geçtiği bir yer olmuştu . Fakat Mixoparthenos bütünüyle pratik bir başka ne­ denle yaşamını sürdürdü. Sap haline' geldi. İnce, dışa doğru kavis çizen fakat başında yılan bacaklarıyla birleşen gövde­ si, seramik fincanların sapına süsleme olarak girdi, bronz veya cam kapların boynuna perçinlendi ve kaynak yapıldı. 1 54

Şehri yanıp yıkıldıktan ve çocukları tarihten çıktıktan çok sonra adı unutulsa da uzun zaman bu biçimde yaşadı. Artık tanınmayan İskit Anası, hala aramızda yaşıyor. Geçen gün, Budapeşte'deki eski Habsburg tren istasyonla­ rından birinde, bilet kulübesinin çifte kapısını çekip açar­ ken bir farklılık hissettim. Elimde, milyonlarca yolcunun elinde yıpranıp cilalanmış tunçtan bir kadın tutuyordum; göbeğinin altından yılan kuyruğuyla ikiye ayrılıyordu. Şimdi Rusya ve Ukrayna'daki İskit araştırmalarının en iyi bilinen adı olan Alman arkeolog Renate Rolle bu kadının gerçek inananlarından: ayırt etmeden 'Amazon' sözcüğünü kullanıyor. Genç kadın savaşçıların kemiklerini incelemiş ve onları neşe içinde tanıyıp biliyor. Ama onların eğer üs­ tündeki yetenek ve dengeleri, ok atarken gereken göz, kol ve nefeslerinin şaşırtıcı eşgüdümü hakkında yazarken, Rol­ le aniden ve duyarlı biçimde bu savaşçıların kadın oldukla­ rı kadar kadınsı olduklarını da okuyucuya anımsatma zo­ runluluğu duyuyor. Rolle yirminci yüzyıl sonunun entelek­ tüel Alman kadını, fiziki, toplumsal ve siyasal olarak özgür olan kadınların 'kadınsılık'larından da vazgeçmemiş olma­ larını arzuluyor. Rolle The World of the Scythians [ " İskitlerin Dünyası " ] kitabını yazdığında halen bölünmüş bir ulusun parçası olan Batı Alman'dı. Kendi adale ve sinirleri eğitilmiş İskit kız im­ gesinin, sert ve anabolik steroitlerle cinsiyetsizleşmiş Doğu Alman kız atletlerin çağcıl başarılarından ayırt edilmesi ge­ rektiğini hissediyordu. " Fiziki eğitimleri çok farklılık gös­ terdiği için, bu savaşçı kadınların fiziği hiçbir biçimde bu­ günlerdeki bir spor dalı için yarışmak üzere yoğun eğitim gören 'erkeksi' kadınlarla benzeşmez . . . Bu 'erkek-öldürü­ cüler' her şeye karşın kadınlıklarının farkındaydı ve ölüler ülkesinde de çekiciliklerini korumaya çalışmışlardı . . . hep­ sinin mücevher ve aynaları vardır, kadının toplumsal konu­ muna göre süslenmiştir. Kozmetikle ilgilenenler çeşitli renk­ lerde boyanmıştır ve yanlarında koku şişeleri bulunur. " 1 55

Amazonlar, eğer onlara verdiğimiz ad buysa, steplerin değişiklik göstermeyen hayvancı yaşam tarzını sürdürüyor­ lardı. Yunan kolonileriyle ortak yaşam başladığında, bu yaşam biçimi değişti, kadın savaşçılar kast veya kurum olarak ortadan kalktı . Ama bir şeyler kaldı; Yunanlılar ve daha sonra Romalılara bu daha yerleşik toplulukların kra­ liçe ve prenseslerinin güven ve askerliği Amazon geleneğini daima hatırlattı . İÖ 529'da İran dili konuşan Massagetle­ rin kraliçesi Tomris'in Persli Büyük Kyros'u öldürdüğü ve başını ganimet olarak aldığı söylenir. Maiotis prensesi Tir­ gatao, Bosporos Krallığı 'nın tiranı Satyrus'u yenen bir or­ du kurup yönetmiştir. Azak Denizi yakınındaki Sarmat kralının karısı Amage kocasından iktidarı almış ve komşu Kırım İskitlerine karşı bir komando birliğinin başında akı­ na çıkmıştır. Burada sarayı ele geçirerek kralı öldürmüş, İs­ kitler ve Yunan şehri Khersonesos ( şimdiki Sivastopol) ile barış anlaşması yapmıştır. Birkaç yıl sonra İmparator Au­ gustus, Roma vasalı kabul edilen Bosporos Krallığı 'nın kraliçesi Dynamis'le uzlaşmak zorunda kalmıştır. Kadın bir Sarmat ordusu top layarak Augustus'un kendisine koca olarak önermeye hazırladığı adamı iktidardan indirmek ve öldürmek için harekete geçmiştir. Fakat kadınsılığın Hint-İranlı göçebeler için ne anlama gelmiş olabileceği ötesinde Amazon sorununun çözülmemiş bir başka sorunu daha vardır. Onlar için erkeklik ne anla­ ma gelmektedir ? Bizim kendi kültürümüzün ölçülerine göre 'erkek ', İskit veya Sarmatlara göre ne kadar erkeksidir ? İÖ beş veya dördüncü yüzyılda yazılan Hippokratik metin Havalar, Sular, Yerler, İskit erkeklerinin, kısmen ' oluşumları' (salgı anlamında) ve kısmen yaşam biçimleri nedeniyle üreme güçlerinin ve aynı biçimde libidolarının düşük olduğunu iddia eder. " Erkekler bünyelerinin nemi ve gövdelerinin yumuşak ve soğuğu nedeniyle cinsel birleşme için büyük istek duymazlar . . . dahası, atları üstünde sü­ rekli sarsılmaları onları birleşmeye uygun olmaktan çıkar­ tır. " Az sonra sahte-Hippokrat İskit yetersizliği konusuna 156

döner, " daima pantolon giydikleri ve zamanlarının çoğunu at üstünde geçirdikleri için, cinsel organlarını elleyemezler ve soğukla yorgunluk nedeniyle cinsel duyguları unuturlar, bir dürtü duymadan erkekliklerini yitirirler. " Bunların anlamı ne olursa olsun, Hippokratik yazarlar, Herodotos'un da söz etmiş olduğu Enareis veya Anaries gi­ zemleriyle çok daha fazla ilgilenirler. Elyazmaları onları -toplumsal davranışları ile- kadın gibi olan İskit erkekleri olarak resmeder. " İskitlerin büyük çoğunluğu, yetersiz hale geldiği için, kadın işi yapar, kadın gibi davranır ve buna uygun konuşur. " Bu erkekler açıkça kadın el bisesi giymiş şekilde tanımlanırlar: " erkekliklerini kaybetmiş oldukları için kadın elbisesi giyerler. " Bu adımı, cinsel birleşme gücü­ nü yitirdiklerini anladıklarına, " Göklere karşı günah işle­ miş olduklarını " düşünerek atarlar. Herodotos, Tarih'inin ilk kitabında, Enarelerin başlan­ gıçta, Mısır'a d üzenlenen bir akından dönerken Aska­ lon'daki Aphrodite tapınağını yağmalayan İskit savaşçı grubu oldukları efsanesini anlatır. Tanrıça onları hasta ede­ rek öcünü a lmıştır ve onların soyundan gelenler bugüne kadar halen adet görmektedir: İskitya 'dan geçenler " Enare dedikleri bu adamların ne çeşit bir hastalığa tutulmuş ol­ duklarını kendi gözleriyle de görürler. " Dördüncü kitapta 'androj i n ' olan Enareleri " gelecekten haber verme yetene­ ğini kendilerine Aphrodite 'in verdiğini idd ia ederler; bun­ lar ıhlamur kabuğu ile fala bakarlar; kabuğu uzunlamasına üçe bölerler, parmaklarının ucuna dolarlar, sonra açarak kehanetlerini söylerler " diye anlatır. Büyüsel androjin insan figürleri İskit, Sarmat ve Hint­ İran süslemelerinde görünmektedir. Kuban'daki bir mezar­ dan çıkarılan üç katlı bir taç Ulu Tanrıça'ya hizmet eden birini gösterir, bir başkası Romanya 'da bulunan içki boy­ nuzunda görülmektedir. Bir üçüncüsü -Timothy Taylor'un inandığı gibi- Gundestrup Kazanı'nın üstündedir. Yüz yıl önce Danimarka 'da bir bataklıkta bulunan ama İÖ ikinci yüzyılda Trakya'da yapılmış olması gereken bu muhteşem, 157

gizemli gümüş kap bilinmeyen tanrı ve ritüel kabartmala­ rıyla kaplıdır. Burada sakalsız fakat erkek ' Boynuzlu Tanrı ' , bağdaş kurmuş, çevresini geyik boynuzları sarmış biçimde gorunur. Burada, kehanet yeteneğini kazanıp ruhlara sahip med­ yumlar haline ancak erkekliklerinden feragat ederek gele­ bilen erkeklere ilişkin bir inanç dünyası söz konusudur. Ti­ mothy Taylor " cinsiyet değiştiren şamanlık " tan söz ede­ rek, bunun " son dönem Sibirya hayvancıları arasında iyi belgelenmiş " olduğunu kaydeder. Ö nerisine göre, artık sa­ vaşmak üzere at süremeyen erkekler için, erkekliği terk ederek şaman olmak erkeğin savaşta ölmesi gerektiği bek­ lentisinden kaçınmanın yolu olmuştur. Bütün bunlar yeni bir Kont Bobrinskoy'un zamanının geldiğini göstermektedir. Kont, kendi ifşaat zamanında, küreğinin ucundaki çok fazla sayıda genç savaşçının erkek değil kadın olduğunu söyler ( halefleri savaşçıların erkekli­ ğinden o kadar emindirler ki ne inceleme yapma zahmetine girişmiş, hatta ne de kemikleri saklamışlardır ) . Artık koz­ metikleri ve pahalı elbiselerle taçları arasında yatan krali­ çelere, rahibelere ve genel olarak önemli kadınlara daha yakından bakmak zamanı gelmiştir. Bazıları erkek çıkabi­ lir: transseksüel Enareler ve cinsiyet değiştiren medyumlar çok daha inceleyici bir başka arkeolog kuşağını daha aldat­ mışlardır. Volodya ve Yura Guguev halen genç erkekler. Aleksand­ rovka 'da, Rostov şehrinin kuzey doğu varoşlarındaki yeni konut bölgesinde büyümüşler. Bu günlerde, 1 96 0 'larda, buralarda hala açık yeşil alanlar vardı ve çocuklar evlerin­ den birkaç yüz metre uzakta olan, Aksay'daki eski Don fe­ ribotu yoluna doğru bulunan Kobiakov höyüklerinde oy­ narlardı. İkisi de arkeolog oldu. Volodya mesleğine Tanais 'de girdi; her yaz gelen kazı ekiplerine katılıyordu . Ama Kobi­ akov höyüklerindeki mezarlar daima zihnini meşgul etti . 158

Mezun olduktan sonra oraya döndü, bütün ören alanının haritasını çıkardı ve resmi kazılara başlamak için izin aldı . Bunu yapabilmenin mümkün olduğu son anlardı. Ros­ tov gene büyüyordu; Kobiakov öreni ırmak kenarından ge­ çecek yeni otoban nedeniyle düzeltilecekti ve çoktan boşal­ tılan çöplerle, inşaat işçilerinin geçici barakalarıyla tahrip olmaya başlamıştı . Volodya kurtarma arkeoloj isinin yapa­ bileceğini yaptı : yerleşim yerleri ve mutfak artıklarıyla Tunç Çağı' ndan Roma dönemine kadar uzanan birkaç yüz mezarın izlerini buldu. 1 9 8 8 yazında 'Kobiakov l O'da ça­ lışmaya başladı . Burası yakın zamanda düzlenmiş ama bir zamanlar üç metre yüksekliğinde küçük bir kurganın bu­ lunduğu bir mezar yeriydi . Neredeyse bütün kurganlar, bazıları tekrar tekrar soyul­ muştur ve soygunlar bazen ölü gömüldükten sonraki ilk ve­ ya birkaç yıl içinde yapılmıştır. Ama Kobiakov l O'a doku­ nulmamıştı veya burası küçümsenmişti . Volodya Guguev kare şeklinde bir çukur, toprağa kazılmış bir oda buldu ve dibinde sırt üstü yatırılmış genç bir kadının iskeleti vardı . Kadın Sarmat'tı, yirmi - yirmi beş yaşlarındaydı, İS ikinci yüzyıl içinde ölmüştü. Başında altın yapraktan yapıl­ mış geyik, kuş ve ağaçlarla s üslü bir taç vardı. Gerdanlığı, yüzüğü ve baltasıyla at koşumları bulunuyordu . Boynunda kocaman sert bir yaka vardı; delinmiş ve yontulmuş altın­ dan yaka turkuaz kakmalıydı ve bilinmeyen büyülü yara­ tıklarla süslenmişti . Bunlar zırhlı maymunlara benzeyen, ellerinde sopalar buİunan yaratıklarla kavga eden ej derha­ lard ı . Yakanın ortasında, bir kez görüldüğünde akla küçük ama değiştirilemeyen bir izlenim bırakan sanat eserlerin­ den biri vardı : sakin, bağdaş kurmuş altından bir erkek; saçı ve sakalı özenle taranmıştı, kucağında bir kılıç duru­ yordu, ellerinde bir kap vardı. Bütün b u eşya şimdi Rostov Müzesi'nde görülebilecek hazineler arasında. Volodya Guguev mücevherlerin köke­ nini araştırıyor ve O rta Asya kaynaklı olduklarını düşünü­ yor - büyük yaka belki de Taşkent veya Afganistan'daki 159

uzak bir hazineden kopya edilmişti ve altın adamla zırhl ı may munlar Hint-İran mitoloj isine işaret ediyordu. Kobi­ akov buluntuları Volodya 'yı mesleğinde tanınmış ve saygın biri yaptı. Ama ben ona birkaç yıl önce Tanais'te rastladı­ ğımda geçimini ancak sağlaya bi leceği koşullarda Ros­ tov'da diskj okey olarak çalışıyordu. (Bu sırada 5 0 dolarlık seyahat çekini rubleye çevirmek, iki Bizantoloj i profesörü­ nün yıllık maaşlarını cebinize koymanız demekti . ) Kadın prenses veya kraliçeydi - rahibelerle yakınlığı olan büyük bir aileden gelen biri, çünkü onunla birlikte karanlığa bırakılan her şeyin büyüsel anlamı vardı. Ama Volodya ve kardeşi Yura'nın büyük sevgiyle 'zavallı pren­ ses ' diye konuştuklarını duydum. Arkeologlar ölüler konu­ sunda bilimsel olmayan duygulara karşı bağışıklık taşımı­ yorlar ve bu pek rastlanmayan bir durum değil . Volodya Guguev çocukken onun başının üstündeki çi­ menlerde koşup oynamıştı . Kobiakov höyüğünün altında kimin ve neyin bulunduğunu merak etmişti . Sonunda, ya­ kışıklı bir genç, Rusya biliminin şövalyeleri arasında bir çi­ çek olduğunda, ona her şeyi kazandıran genç prensesine kavuştu: kazı yapan bilim adamı olarak ün, ulusal saygı, yaşam boyu iki kez karşılaşılmayacak türden inanılmaz se­ vinç ve öğrenme anları . Prenses ona, kötü bir adam olsa eritip kendisine Man­ hattan'da çatı katı satın almaya ve ömür boyu çalışmadan yaşamaya yetecek milyarlara dönüşecek hazineleri verdi . Ona inanç, eğer isterse kalan günlerinde çözmekle uğraşa­ cağı bir bilmece verdi. Sonunda, çukurun dibinde bir şey kalmadığında, ona yirmi yaşındaki gövdesinden kalanları verdi . Bütün kemikleri orada değildi. El kemiklerinden, en na­ rin parmak kemiklerinin uçlarından bazıları yoktu . Bunun Volodya'yı rahatsız ettiğini gördüm ve işin peşini takip et­ medik. Ama küçük kardeşi Yura, Tanais'de yağmurlu bir günde, Kobiakov 1 O kazısının renkli video çekimini göster­ di ve kendisiyle ağabeyinin parmak kemikleri konusunda 1 60

goruş ayrılıkları olduğunu söyledi. Onun goruşune göre parmaklar kadın gömüldükten kısa süre sonra fareler tara­ fından kemirilmiş ve götürülmüştü. Tabut olmayan mezar­ larda bu çok yaygın görülen bir olaydı . Volodya ise bunu kabul etmiyordu. Parmak uçlarının ölümden hemen sonra ritüel gereği kesildiği görüşüne eğilimliydi; belki de bu can­ lıları ölülerin temasından korumak için yapılan bir törendi. Fare düşüncesine katlanamıyordu.

161

Beşinci Bölüm Gök ve yer dışında hiç bir şey görmeden, bazen sağı­ mızda Tanais Denizi dedikleri deniz ve iki lig uzak­ tan görünen Comanianların [Kumanlar] bütün aileyi birlikte gömdükleri mezarları, doğuya doğru ilerle­ meye devam ettik . . . Comanianlar ölüleri üzerinde büyük kubbeler yap­ mış ve ölünün, yüzü doğuya bakan, elinde, göbeği­ nin üstünde içki kabı tutan heykellerini dikmişler. FRER WI LLEM VAN RUBRO EK

' Günlük ', 1 253

B eş Kardeş kurganlara verilen ad. Bunlar Don deltasının

ortasındaki bir parça kuru toprak üstünde duran bir grup mezar höyüğü. Hala altı metre kadar olan en yüksek Kar­ deş 'in tepesinden doğuda birkaç mil uzaklıktaki Rostov Katedrali'nin altından soğan gi bi kubbelerin kulelerini ve güneyde Azak vinç ve tahı l asansörlerini görebilirsiniz. Sovyet kazıcılar bu kurganın altında, eskiçağlarda me­ zar soyguncuları tarafından yağmalanmış olsa da, ilk me­ zarın bir bölümünü el değmemiş biçimde buldular. Mezar 'kraliyet ailesi'ne aitti: İÖ dördüncü yüzyıl içinde ölmüş bir erkek İskit yöneticinin mezarı. İskit erkek ve kadınlarının bellerinde taşıdığı, altın ve gümüşten yapılan ve bir Yunan­ lı demirci tarafından Akhilleus mitosundan sahnelerin iş­ lenmiş olduğu, sadak ve yay kutusu karışımı kocaman bir gorytus mezardaydı. 1 63

Her zamanki Ossiancı boşluk ve yalnızlık beklentisi içinde Beş Kardeş'i görmeye - gittiğimde, en büyük Kar­ deş'in halen köy mezarlığı olarak kullanımda olduğunu gö­ rüp şaşırdım. Tabanını eskimiş bir tahta perde çevreliyor­ du. Kurganın kendisi yabani ot, çalı ve Ortodoks Rus me­ zarlarıyla doluydu; çoğu cam altına konulmuş fotoğraflar­ la süslü, bazılarının tepesinde paslanmış demirden çifte Ki­ ril haçları bulunan, her yöne eğilmiş beyaz taşlar. Bu me­ zarların, üstlerinde solmuş çiçekler bulunan en yenileri, birkaç aylıktı. Ören yerindeki en eski mezar, İskit ve gory­ tus'unu örten höyüğün yapılmasından çok öncesine, Tunç Çağı'na aitti . Bu höyük yaklaşık dört bin yıldır nekropolis olarak kullanımdaydı . Süreklilik önce kafamı karıştırdı . Güney İngiltere'de, köylerin Sakson işgalinden beri kesilmeyen ortak anılara sahip olduklarını d üşünmekten hoşlandıkları yerde bile, örneğin bir Wiltshire höyüğünün halen İngiliz Kilisesi'ne bağlı mezarlık olarak kullanıldığını görmedim. Tersine, açık bir alan olan, okyanus kadar büyük Karadeniz stepin­ de daima göçler ve değişiklikler yaşanmış; her yeni toplulu­ ğun, enkazdan kalanları toplamak yerine kendisinden ön­ cekileri bütün izleriyle silip süpürdüğü düşünülmüştür. Ama sonunda yanılmış olduğumu anladım. Olbia arka­ sındaki stepleri geçer, sonsuz gökyüzüne yükselen mezar höyüklerini seyrederken, kurganların nasıl anlam dolu ol­ duğunu gördüm. Şekilsiz, dümdüz stepte, tek yeryüzü şekli bunlardı. Bir kere yükseltildiklerinde, insanlar için önem taşıyan her türlü eylem onların üstünde, altında ya da çev­ resinde olacaktı . Stepte öl üyü başka bir yere yatırmak onu terk etmek demek olurdu, denize bırakmak gibi. Kurganlar yalnızca cenaze anıtları değil umut fenerleriydi de. Bu, kıs­ men kaybolan yolculara daima yol göstermelerindendi . Ama, her şeyden önce, kurganlarda altın d a vardı. Hazinelerin varlığı daima bilinmiştir. Birçok kurgan in­ şaatlarından kısa süre sonra tünelciler tarafından soyulmuş­ tur. Koca boyutları ve büyük zenginlikleri, ölünün klan-ak1 64

rabaları bölgeden gittiğinde veya bölgenin denetimini yitir­ diğinde soygunu kaçınılmaz kılıyordu. Sarmatlar özellikle, bunu dikkate alır ve mezar odasının duvarlarına koydukları altın ve mücevherler için gizli geçitler yaparlardı. Büyük kurganların ölçüleri soyguncular. için uzman de­ recesinde madencilik becerisi gerektiriyordu; bazıları çöken tünellerde kendi cesetlerini bırakmışlardı. Bu höyüklerin yüksekliği 1 8 metreye kadar çıkabiliyordu ve 15 metre uzunluğundaki dikey sütunlar merkez odaya giden yatay koridorlara açılıyordu. Bu tür yeraltı 'evleri ' ve giriş odala­ rında genellikle insan kurbanlar vardı: hizmetçiler, muhafız­ lar ve -bazen- sate gibi öldürülmüş karılar. Ölü için odanın içine yiyecek konur ve kurgan çevresinde cenaze törenlerin­ de dev gibi yiyecek tüketilirdi. Kuban'daki Tolstoya höyü­ ğünün çevresini saran dış çukurda altı buçuk ton ete teka­ bül eden sığır ve at kemiği bulunmuştur. Herodotos, İskit kraliyet cenaze törenlerinin ayrıntılarını anlattığı ünlü met­ ninde tepenin nasıl ölü atlar üstüne oturtulmuş saman dol­ durulmuş sürücülerle sarıldığını ve çürüdükçe devrilmeme­ leri için kazığa geçirildiklerini anlatır. Çok mümkündür ki, Herodotos O l bia'da iken Kuban'da Ulskii Aul kurganında on yirmi yıl önce yaşanan devasa törenlerden söz edildiğini duymuştu. Rus arkeolog N. I. Veselovsky 1 9. yüzyılda Uls­ kii höyüğünü açtığında, höyüğün dış çemberini saran bir halka biçiminde sıralanmış on sekizli gruplar halinde kazık­ larla geçirilerek dizilmiş 3 60 at kalıntısı bulmuştu. Sonraki halkların kurganlara karşı gösterdikleri iki te­ mel davranış biçimini çözümlemek kolay değil . Biri onları ' kutsallık'tan uzaklaştırarak soymak, diğeri de kutsal yer­ ler olarak benimseyip mezarlık amacıyla yeniden kullan­ mak dürtüsü. Höyükler açık hazine kaynaklarıydı, ama hazineyi çıkarmak tesadüfen gelen göçebeler için de, 'suç' amacıyla gizli gelen çeteler için de uzun ve zorlu bir işlem­ di. Mezar soyguncularının çoğunun yeni fatihler tarafın­ dan kendilerine hazine getirmek üzere görevlendirilmiş res­ mi imtiyazlı lar olması da mümkün. 1 65

Altın ve mücevherlerin kaybolmuş bir ırk tarafından bu höyüklere bilerek gizlendiği de ortadaydı. Ö lüleri ra­ hatsız etme konusundaki genel tabu, içeri girme konusun­ daki teknik sorunlar kadar, kurganları soyma konusunda yerel girişimleri durdurmuş olmalıdır. Özel bir örüntü de geliştirilmiş olabilir: yeni fethedilmiş bir step bölgesinde hazine avcılığı için resmi bir izin dalgası çıkmış olabilir, ama sonraları kurganlar yeni gelenlerin kültleri kapsamı­ na girer ve ' kutsal'lıklarını yeniden kazanmış olabilirler. Yeniden kullanıma girmeleri yeterince çarpıcıdır. İskitler veya en azından bazı İskit grupları mezar tepelerinin üs­ tünde insan boyunda taş heykeller dikmişlerdir. Bu adet bin yıldan fazla süre sonra Orta Asya' dan gelen ve on bir on ikinci yüzyıllarda Pontus steplerine egemen olan Türk­ çe dilli göçebe bir halk olan Kıpçaklar (Kumanlar) tarafın­ dan tekrarlanmıştır. İskit höyüklerine kendi mezarlarını ekleyen Kıpçaklar kendi kaba ve tehditkar taş sütunlarını dikmişlerdir. Bunlar bazen tümülüsün tepesinde ama ço­ ğunlukla yüzeye yatay olarak gömülmüş şekildedir. O n dokuzuncu yüzyıl sonu g i b i geç b i r tarihe kadar b irçok kurgan halen bu taş ' baba' larla taçlanmış biçimdeydi . Ka­ dın veya erkek taşların düz, çatık kaşlı yüzleri ve uzun başlıkları vardı, kucaklarında kap tutuyorlard ı . Sonra ye­ ni toprak sahipleri bunları 'put' veya 'tuhaf' diye kaldır­ maya başladılar ve bugün güney Rusya ve Ukrayna müze­ lerinde, çoğu müze bahçelerinde dizilmiş olmak üzere Kıp­ çak devi bulunmayan azdır. Karadeniz'deki ortaçağ İtalyan kolonilerinde kurganla­ rın kutsallığıyla ilgili bir çekingenlik yoktu. Gömülü hazine öyküleri onlarda takıntı halindeydi. Fransisken keşiş Gi­ osafat Barbaro Tana'daki Venedik topluluğunda tanınmış bir işadamıydı ve 1 43 7' de bir Mısırlı tanıdığı ona Alanla­ rın ( Sarmatlar) son kralı 'Indiabu'nun kocaman hazinesini anlatmıştı . Bu hazinenin Kontebbe denilen bir tümülüsün içinde olduğu düşünülüyordu ( bu ad Türkçe kum ve tepe . sözcüklerinden geliyor olmalı ) . Tümülüs Tana'dan otuz ki1 66

lometre kadar yukarıda Don kıyısında, bugün Rostov de­ nilen bölgedeydi. Barbaro ( seyahat anıları on altıncı yüzyılda William Thomas tarafından harika biçimde İngilizce'ye çevrilmiştir) hemen bir hazine av grubu kurdu . Birkaç Venedikli ve Ya­ hudi tüccarla ortaklık anlaşması imzaladı, yüz yirmi işçiyle birlikte donmuş ırmağın üstünde kızakla yola çıktı, Kon­ tebbe'deki " küçük tep e " yi kazmaya çalıştı. Dona yenik dü­ şen ekip Tana'ya döndü ve Mart ayında erime başlayınca tekrar gitti. Barbaro ve adamları bu kez kazma kürekle hö­ yükte kocaman bir yarma açmayı başardılar ama bulduk­ larıyla tam bir hayal kırıklığına uğradılar. Otların hemen altında toprak siyahtı . Sonra bunun altından hep lahana çıktı . . . bunun altında da bir karış derinliğinde kül vardı. Bu da mümkündü çün­ kü burada yakmış olabilecekleri şeylerden dolayı kül olması olağandışı değildi. Sonra gene bir karış derin­ liğinde M I G L I O [darı] unu vardı ve ülkenin darı ek­ meği yediği söylendiğinden ve darı ununun buraya bağışlanmış olabileceğinden dolayı, bu kadar büyük eni olan bir tepeyi bir karış derinliğinde unla kapla­ mak için ne kadar darı gerekeceğini bilmek isterdim . Bundan sonra gene bir karış derinliğinde sazan ve başka tür balık kılçığı vardı. Hazine görünmedi. Barbaro ve ortakları " tepesinde en­ gerekler bulunan küçük gümüş bir ibriğin yarım sapı " yla yeti nmek zorunda kaldılar. Bu sırada hava bozdu . " Sonun­ da paskalya haftasında doğu rüzgarı o kadar şiddetli esme­ ye başladı ki kazdığımız taşı toprağı havaya kaldırıp işçile­ rin yüzlerine yağdırdı. Bu nedenle oradan ayrılmaya ve da­ ha fazla devam etmemeye karar verdik. " Barbaro 'nun mezar tepesi veya hazine zulasını kazma­ dığı anlaşılıyor. Bilmeden, Maiotis ırmak balıkçıları ve aile­ lerinin yüzyıllar içinde oluşturduğu mutfak birikintisini ka1 67

zıyordu ve Rus arkeolog A. A. Miller 1 920'lerde bu yerle­ şimi kazdığı nda, Barbam'nun kitabında verdiği ölçülere tam uyan biçimde Venedik çukurunu ortaya çıkardı . Balık kılçıkları ve kül halen oradaydı ama darı kabukları artık yoktu . Barbam en azından kayıt ve ölçme yeteneğinden dolayı saygıyı hak ediyor. Ama acınası bir hali de var. Kon­ tebbe höyüğü Kobiakov'dadır. Barbam'nun takımının so­ ğuk ve doğu rüzgarı altında kürek salladığı yerin ancak birkaç metre ötesinde Sarmat prenses, Venedik'te yeni bir katedral yaptırmaya yetecek kadar altın ve mücevher ara­ sında karanlıkta yatıyordu. Ama o Volodya Guguev'i bek­ liyordu. Barbam başarısız oldu. Ama başarısızlığını dile getirdi­ ği yazısı, sanki 'Alan altını' bulmuş gi bi bilgilerimize katkı­ da bulunuyor. Bir kez daha kurganlardaki hazine avcılığı­ nın on beşinci yüzyıl gibi erken bir tarihte bile Pontus step­ lerinde ekonomik bir faaliyet olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca bir İskit kurganını soymanın ( sonraki çok daha ko­ lay olan Yunan sitelerini yağmalamanın tersine ) büyük za­ man ve emek yatırımı isteyen büyük bir girişim olduğunu doğruluyor. Kurganlar doğal kaynak - bir tür maden olarak kabul edilmeye başlandılar. Bu, görmüş olduğumuz gibi, her za­ man herkes için doğru değildi. Örneğin Barbam'nun anla­ tımından yalnız yabancıların örgütlü hazine seferlerine ka­ tıldığı, Tatar-Moğolların kurganlara karışmadığı sonucu­ nun çıkması çarpıcıdır. Ama Rus iktidarı Sibirya'ya, sonra Karadeniz ve güney step bölgelerine yayıldığında her türlü çekince ortadan kalktı . Rus memur ve toprak sahipleri, on­ ların peşinden gelen kalabalık eski askerler, sürgünler ve orta ve kuzey Rusya' dan nakledilen köylüler, mezar tepele­ rine yüzeye çıkmış maden yatağı gibi davrandılar. Bugüne gel indiğinde, tarihsel koruyuculuk ve ' ulusal miras' konu­ sundaki çılgınca tutumuyla özellikle Batı 'da, birinin insan tarihine ait bir anıta taş ocağı veya turba yatağı gibi kulla­ nıma açı k j eoloj ik bir kaynak gi bi davranması tahayyül bi168

le edilemez. Ama bunlar yeni, incelmiş ayrımlardır. Geç­ mişte küçük, eğitimli bir azınlık bu ayrıma sahipti ve ger­ çekten de arkeoloj i k 'miras'ın ulusçu ideoloj iye hizmet eder biçimde kullanılmasına karşın, Avrupa ve Kuzey Amerika dışında bu ayrım çizgisine bugün bile sahip çıkan yoktur. Rus İmparatorluğu'nun steplerinde yaşananlar Avrasya kültürünün felaketlerinden biri oldu. On yedinci yüzyılın sonuna gelindiğinde, Rusların büyük silahlı çeteleri yeni Si­ birya topraklarında profesyonel mezar soyguncuları olarak yaşıyorlardı . 1 71 8 'de Büyük Petro bütün arkeoloj ik ürünle­ rin, keşif yerlerini bildirir bir kağıtla birlikte yerel hükümet­ lere teslim edilmesine dair bir karar çıkardı. Bu karara pek uyan olmadı ama St. Petersburg'daki emperyal koleksiyo­ nun çekirdeğini oluşturmaya yetecek kadar ürün kurgan soyguncularından kurtarıldı. Ama on sekizinci yüzyıl so­ nunda Karadeniz sahillerinde Rus yerleşimi başladığında, soygun yalnız kodamanlar veya haydutlar için değil, sıra­ dan göçmen köylüler için de sıradan bir iş haline geldi . Özellikle Kazaklar burada yeni bir zenginlik kaynağı bul­ dular ve yalnızca çayırlardaki kurganları değil sahildeki ve ardalanlarındaki daha korunmasız ve kolay ulaşılabilir Yu­ nan sitelerine de dadandılar. Bosporos Krallığı 'nın muhte­ şem taş mezarları ve katakompları vandalizme uğradı ve içindekiler çalındı; Tanais ve Olbia gibi kolonilerde ayakta duran duvarlar, kuleler ve anıtlar yıkıldı ve yapı malzemesi olarak kullanıldı . Toprak sahiplerinin arazilerindeki bulun­ tular üstünde mülkiyet hakları vardı ve Mihail Miller'in Archaeology in the USSR kita bında yazdığı gibi "çok sayıda toprak sahibi, emirleri altındaki serflerin emek gücüyle . . . on dokuzuncu yüzyıl boyunca can sıkıntısı veya merak ne­ deniyle kurganları kazdılar. " Kazak yüzbaşı Pulentsov, defi­ ne rüyası görmekle ve yirmi yıl boyunca Taman Yarımada­ sı 'nda rüyasını anımsatan her yeri kazmakla ün saldı (so­ nunda, tamamıyla tesadüf eseri olarak, değerli ve görülme­ dik bir para definesi buldu). Böyle bir ortamda, Rusya'da, 1 69

önce amatör ama sonra bilimsel düşünceye sahip profesyo­ neller olarak kendilerini mesleklerine adamış bir arkeolog sınıfının ortaya çıkmış olması ve o kadar malzemeyi ve bil­ giyi kurtararak sistematik kazı ve kayıtları gerçekleştirmesi mucizedir. Gene de, Rus arkeologların kurtardığı kültürel hazine ve bilimsel veriler kaybolanlara göre ölçülmelidir. Çok faz­ lası eritilip külçe yapıldı veya yurt dışına satıldı. Rus arke­ ologlar hala kendisine resmi yetki verilmiş gibi yapıp Ku­ ban'daki muhteşem Kelermes mezarlarından bazılarını ka­ zan şarlatan D. G . Shulz'u hatırlıyorlar. Shulz mezar soy­ guncularının başına bela kesilecek ve devamlı yağmacıları yerel otoritelere bildirecek cürete sahipti ama 1 904'de ken­ disi Rostov'da eritilip külçe haline getirilmiş İ�kit altınları­ nı bir kuyumcuya satarken yakalandı . Sahil boyunca daha batıya doğru Odessa yalnız bu yasadışı antika ticaretinin değil sahtekarlığın da merkeziydi - usta işi ve kusursuz bi­ çimde taklit edilen İskit ve Sarmat eserleri Batı m üzelerin­ den müşterilerin zevkine göre yapılıp satılıyordu . En ünlü kurban Paris'teki Louvre Müzesi'ydi; büyük bir bedelle sözde ' Saitafernes Tacı'nı satın almıştı . Bu taç O dessalı ku­ yumcu Ruçomovsky tarafından yapılmıştı. Ruçomovsky ünl ü fakat kırık bir O lbia yazıtını inceleyerek İskit kralı Saitapharnes'in şehir adına nasıl 'onur'landırılarak gönlü­ nün alındığını öğrenmiş ve sanat ve hayal gücünü kullana­ rak bu onuru Louvre'a kazandırmıştı. Ruçomovs ky'nin gösterdiği yetenek henüz yok olup gitmiş değil . M ükemmel 'Yunan' işlemeli akik ve broşlar halen O dessa müzesi çev­ resinde dolaşan genç insanlardan satın alınabiliyor. Arkeologlar için neredeyse eşit derecede bunaltıcı bir sorun da nerede ve nasıl bulunduğu bilinmeyen çok fazla sayıda bulgu olması. Novoçerkask kasabasındaki müzede vitrinlerde sergi lenen altın süs eşyalarına baktığımda, ne kadar azının kökeni hakkında bilgi bulunduğunu fark et­ miştim. Kendisi de arkeolog olan çevirmenim, ironik bi­ çimde gülerek, " Bunlar şanslı insanlardan geliyor " dedi . 1 70

Don bölgesini aşıp Kuban'a girer, konakladığımız yerlerde müzeleri ziyaret ederken, bu 'şanslı insanlar' hakkında da­ ha çok şeyler duydum. Rusça'da schastye şans ve mutluluk anlamlarına gelen bir sözcük. Bu tasarlanmamış veya kazanılıp elde edilme­ miş ama gökten düşen veya yerden biten bir mutluluk, bir tür lütuf. Kazması Bosporos altın paraları ile veya Sarmat­ ların mücevher ve lal taşı kakmalı at koşumları ile dolu bir küpe denk gelen Rus köylünün duygularını yansıtıyor. Fa­ kirlikten kurtuluyor; Kıyamet Günü'ndeki gibi talihi deği­ şiyor. Toprakta hazine bulanlar böylece schastlivçiki mutlu, şanslı insanlar olarak adlandırılıyorlar. Terim, İskit altın işçiliğinin merkezi ve Yeni Rusya'ya dağılım yeri olan Pantikapaion şehrinin hara beleri üstüne inşa edilen Kırım limanı Kerç'te de biliniyor. Çehov * un kısa öyküsü Schastye'de gece stepte sürüle­ riyle açık arazide yatan iki çoban bir yabancıyla, piposuna ateş istemek için uğrayan bir ustabaşı ile sohbete başlarlar. Sohbetin konusu definedir. Hepsi çevrelerinin, kurganlara veya ırmak kenarlarındaki çukurlara kaplar içinde gömül­ müş altınla dolu olduğuna emindir, ama gene hepsi bunları asla bulamayacaklarını bilirler. Neden o kadar ihtiyaç için­ de olmalarına karşın , talih onlara gülmez ? Yaşlı çoban bir ara definenin büyülü olduğunu, özel bir tılsımı olmayanlara ne kadar arasalar kendisini gösterme­ yeceğini söyler. Ama daha sonra zengin ve güçlü kişiler bu büyüye karşı bağışıkmış ve tılsıma ihtiyaçları yokmuş gibi konuşmaya başlar. " Sonunda ya bu zenginler onu kazıp çı­ karır veya hükümet alır. Zenginler höyükleri kazmaya baş­ ladılar . . . Bir şeyin kokusunu aldılar! Köyl ünün şansını kıskanıyorlar " der. Gün açar ve onlar halen " Bir zamanlar nöbetçi yerleri ve mezar olan kadim höyükler " i n bulunduğu " uzak mavi-

* Çehov, Anton Pauloviç, Bozkır: Ö yküler, çev: Mehmet Ö zgü l . Yazko Y., İ stanbul 1 9 8 2 .

171

lik " i seyretmektedirler. Höyükler orda burda yükselmekte­ dir ve sonsuz step ölüm gibi kasvetli görünmektedir. Usta atına biner. " Evet " der, " dirseğiniz yakındır ama ısıramazsınız. Ha­ zine var ama onu bulacak zeka yok . . . Evet, böylece insan mutluluk nedir bilmeden ölüp gidiyor. " Amerikan Bağımsızlık Bildirisi'nin saydığı üç geri alına­ maz haktan biri mutluluğu arama hakkıdır. Bunun anlamı şansını aramak olarak da yorumlanabilir mi ? Schastye ara­ ma hakkı - toprağın aniden açılıp altının küreğin ucunda parladığı an gerçekleşen kurtuluş, birçok ülkede ve zaman­ da fakir insanlara geri alınamaz bir hak olarak görünmüş­ tür. İnsanın kaderi ile yeteneği arasında bir bağıntı yoktur; çok çalışma veya doğal yetenek veya girişimcilik becerisi bir İngiliz ortaçağ köylüsü, Rus serf veya Meksikalı peonu kalıtımsal kölelikten kurtaramaz. Tersine, bütün insanlık onların esaretini sürdürmek için örgütlenmiş gibidir. Eğer sefaletten kurtuluş varsa, bu doğaüstü veya insanlıkdışı bir yerden gelecektir; ya göklerdeki Tanrı'dan veya toprağın altındaki karanlığı yöneten güç her ne ise ondan. ' Şanslı insan' bir tür lütufla defineyi bulmak üzere seçi­ len biridir. Ve gene, Çehov'un çobanının dediği gibi, yöne­ tici sınıf fa kirlerin son umut kapısına el atacak ve anahtarı cebinde saklayacak kadar acımasız ve aç gözlü olabilmek­ tedir. Kökenleri pek bilinemeyen bu korku yalnız Rusya'da değil Batı'nın daha incelmiş şehir halkında bile görülmek­ tedir. Örneğin Britanya' da, 1 9 8 0 ' lerde, dedektör kulüpleri ile Britanya Arkeoloj i Kurulu gibi örgüt üyeleri arasında ağız dalaşı hatta sık sık yumruk yumruğa kavga çıkıyordu. Yüzeysel olarak bakıldığında bu durum, Britanya'nın geç­ mişine ilişkin somut kanıtları savunan sorumluluk sahibi bilimsel otoritelerle, bu bulgularla onlara anlam kazandı­ ; ran bağlamı dışında yalnızca ' değerli olmaları nedeniyle il­ gi lenen açgözlü leşçiler ( ve bazıları haklı olarak mezar soy­ guncusu diye tanımlanabi lecek kişiler) arasında bir kav­ gaydı. Ama derine inildiğinde, bir yanda halkın geleneksel 1 72

haklarına ilişkin arkaik tutumu ve öbür yandan da nere­ deyse eşit derecede arkaik olan keyfi yerinde ve otoriter mülkiyetçiliği görüyoruz. Üyeleri çoğunlukla işçilerden oluşan dedektörcüler lobi­ si, kendilerini destekleyenlerin bütün özgür İngilizlerin do­ ğuştan gelen define arama hakkını savunduklarını söylü­ yorlardı. Bu hak şimdi orta sınıf uzman elit tarafından kendilerini Britanya'nın ' miras'ının tek gerçek bekçisi diye ilan ederek parçalanıyordu. ( Burada hazine arayıcılar kötü bir tarih bilgisi ileri sürüyorlar: İngiltere'de define, Taç 'de­ fine hakkı'nı kullanıp buluntuyu, toprak sahibini değil bu­ lanı ödüllendirerek kendine mal etmediği sürece, toprak sahibine aittir. ) Ama gene de geçmişte sıradan insanların 'talih'in önemi karşısındaki tavırlarına ilişkin gösterdikleri duygusallıkta otantik bir yan vardır. Gene, Devletin resmi miras görevlilerine yönelttikleri soruda da içe işleyen bir yön bulunur: Kendinizi kim sanıyorsunuz ? Niçin bir üni­ versite kimliği ve devletin resmi kazı izni size Brtianya'nın gömülü hazinleri konusunda sahiplik hakkı kazandırıp halkın büyük çoğunluğunun ' talih' fırsatını elinden alma yetkisi oluştursun ? Kazaklar özellikle şanslıydı ve onların torunları da ata­ larının talihinin gömülü olabileceği yer hakkındaki hayal­ leri yaşatıyorlar. Çehov'un kısa öyküsünde, Rusların Na­ polyon'un 1 8 1 2 seferinde kazandıkları zaferden dönerken Don Kazaklarının gömdüğü varsayılan define hakkında hırslı bir kurgulama vardır. Ve bütün güney Rusya ve Uk­ rayn a ' d a Zaporoj ye K a z a k l arı n ı n gizli ' Seç Hazinesi ' hikayesi anlatılmaktadır. Ukrayna ve Polonya ile Rusya arasında uzanan toprak­ larda yüzlerce yıl h ükmetmiş olan güçlü Zaporojye halkı sonunda 1 775 'de il. Katerina tarafından zaptedildi. Türk­ lere karşı ilerlerken barışçı biçimde bölgeye girmiş gibi davranan Rus ordusu, gece yarısı Dinyeper kıyısında bulu­ nan Seç Adası 'ndaki Kazak istihkamına saldırdı . Baskına uğrayan Kazaklar direnemeden teslim oldular. Atamanları 1 73

Pyotr Kalnişevsky ve subayları tutuklandı ( Rus el koyma kayıtları Kalnişevsky'nin ambarlarında 1 62 ton buğday ol­ duğunu ve kişisel olarak 6 3 9 at, 1 076 uzun boynuzlu sığır ve 1 4000 koyun ve keçi sahibi olduğunu gösteriyor. ) Ordu­ nun geri kalanı silahtan arındırıldı ve sessizce dağılmaları­ na izin verildi. Kırk bin kadarı, halen Türk-Tatar egemenli­ ğinde olan Kırım'a gitti ve Kırım Boğazı'nda Kerç civarına yerleşti. Bu durum bir Kazak ordası için uygun bir son değildir. Birkaç yıl içinde Zaporojye Kazaklarıyla ilgili gururlandı­ rıcı mitler ağızdan ağıza dolaşmaya başlar. Bunlardan biri­ ne göre Pyotr Klanişevsky kendisini esir alan Rusların elin­ den kurtulmuş ve birkaç yoldaşıyla on altı köylü arabası dolu hazinesini Dinyeper'den Don bölgesine kaçırmıştır. Burada Zaporoj ye Kazaklarının hazinesini gizli bir zulaya gömmüştür. Bu anlatılanların gerçekle ilgisi yoktu. Kalnişevsky ve danışmanı Globa gözetim altında Moskova'ya götürülmüş ve ataman Beyaz Deniz'de bir adada bulunan ve Kruşçev zamanına kadar bu amaçla kullanımı devam eden Solo­ vetsky Manastırı' nda hapsedilmişti. Kalnişevsky burada de­ nilenlere göre 1 1 2 yaşında ölene kadar tutuldu. Hazineye . gelince, hiç bir zaman böyle bir hazinenin bulunmadığı an­ laşılıyor. Katerina'nın gözdesi ve Kazaklara karşı harekatın sorumlusu Potemkin adada bulunan Pokrovsky Kilisesi'nin altın süslemelerini çalmıştı ve bunlar ölümünden sonra sa­ rayında ortaya çıktı. Buğday ve sürüler yüksek paralara sa­ tıldı ve elde edilen gelir yeni inşa edilen Novorossiysk lima­ nının belediye bankasına sermaye yapılmak için kullanıldı. Seç'de imparatoriçenin görevlileri tarafınd�n bulunan az miktarda nakit ve değerli eşya, Kazak toplarıyla birlikte St. Petersburg'a götürüldü. Ama bu olgular Kazak rüyasına engel olmaya yetmedi . Daha beş yı l önce bir Rostov gazetesi ' Seç Hazinesi'nin Azak yakınlarında tespit edildiğini duyurdu . Anikeev adlı bir Rostov belediye meclisi üyesi hazinenin Zabarin adlı 1 74

bir Kazağın, Azak şehri ile deniz arasında Kagalnik'teki tarlasında gömülü olduğunu iddia etti . Burada, meşe direk­ lerine asılı altı fıçı hazine bulunan bir höyük yakınında giz­ li bir kuyu bulunmuştu. Üye Anikeev keşfin ne zaman ya­ pıldığına, hatta fıçının içindekilerin akıbetine ilişkin bilgi vermiyordu. Hikayeyi aşırdığı ortaya çıkan yerel efsaneler kitabı da ayrıntı vermiyor, ama Anikeev bu hazinenin Kal­ nişevsky'e ait olabileceği gibi Alan Çarı Indiabu'ya da ait olabileceğini söyleyerek konuya katkıda bulunuyor. Ne olursa olsun, bu büyük keşfe karşı Azak müzesinin başın­ dakilerin gösterdiği kayıtsız tavır ( Anikeev'in iddiasına gö­ re) , onursuz bürokratik miskinliğin bir başka örneğiydi . Anikeev'in makalesiyle harekete geçen yerli arkeologlar, cevap vermesi için bilim adamı S . V. Gurkin'i seçtiler. 'Em­ besiller Ülkesinde Mucizeler Tarlası ' başlıklı sekiz sayfalık yazısında Gurkin, perişan durumdaki Meclis Üyesi Anike­ ev'i saflık ve cehaletle suçlayarak yıpratmayı sürdürdü. Anikeev " Burada geniş, devasa stepte, ot kokuları ve kuş­ ların kesilmeyen cıvıldamaları arasında, 250 yıl önce ata­ man Kalnişevsky ve yoldaşları . . . " diye yazıyordu ve Gur­ kin Kalnişevsky'nin 250 yıl önce ataman olmadİğını ve ha­ yatında Don bölgesinde bulunmadığını ve Anikeev'in dedi­ ği yerde bulunmuş olsa, hazinesini Türk topraklarındaki Azak garnizonun burnunun dibine gömmüş olacağını açık­ lıyordu. Bütün bu hikayede diyordu Gurkin, tek 'şanslı Rus' , Seç Adası 'ndaki Pokrovsky Kilisesi'ni yağmalayan adam, Prens Potemkin'in kendisiydi .

1 75

Altıncı Bölüm Biz [ Ruslar ve Polonyalılar] farklı noktalardan yola çıktık ve yollarımız yalnız Petersburg'daki otokrasi­ ye karşı duyduğumuz ortak nefretimizde kesişiyor. Polonyalıların iılküleri arkalarında kalmıştı; şiddetle kopartıldıkları ve tekrar ilerleyebilmek için tek baş­ langıç noktalarını oluşturan geçmişlerine yönelerek mücadele veriyorlardı. Yığınla kutsal emanetleri vardı, bizimse sandıklarımız boştu. ALEKSAN D R HERZEN

My Past and Thoughts [ " Geçmişim ve D üşüncelerim " ] , VI. Bölüm Ben bu ikisiyim, iki katıyım . Bilgi Ağacı'ndan Yedim. Meleğin kılıcıyla kovuldum. Gece, onun nabzını hissettim. O nun faniliğini. Ve o zamandan beri gerçek yeri arıyorum . CZES LAW Mi t. O S Z

'Dünyevi Tatlar Bahçesi'

Ü dessa 'nın Karadeniz'e açılan yeni kapısı olan O kyanus

Terminali, Odessa Merdivenlerinin dibinden limana doğru uzanır. Oraya gittiğimde koca modern bina terk edilmiş ve sessizdi; beton rıhtımlar ve perde duvarları sanki bomba­ lanmış gibi yara izleri ve deli klerle doluydu. İşaret levhası aylar öncesine takılıp kalmış, hala geçen 1 77

yazın Yalta, Oçakov veya Sivastopol'a giden gemi seferleri­ ni gösteriyordu. Cam levha kırıkları yerlere saçılmıştı . De­ niz rüzgarı yolcu feribotları arasında geziniyor ve bağlama yerlerinde onları sallarken, kıçlarında sallanan çoktan yıp­ ranmış mavi-sarı Ukrayna bayraklarını dalgalandırıyordu. Yalnız bir gemi yaşam belirtisi gösteriyordu: 1 9 80'lerin so­ nunda göç kolaylaştırıldığında O dessa Yahudilerinin çoğu­ nu İsrail ' e götüren koca Dmitri Şostakoviç motorlarını Hayfa yolculuğu için çalıştırmaktaydı . Terminalin içinde faaliyetin birkaç ışığı halen parıldamak­ taydı. Turistik dükkanların ve gümrükten muaf büfelerin gösterişi kalmamıştı ve bazıları açıkça yağmalanmıştı. Ama üst katlardan birinde, zemindeki iple yasaklanmış uçurumun yanında, küçük bir kafe-barın açık olduğunu fark ettim. Da­ ha da iyisi, Odessa'da benzin ve dizel kadar bulunmaz hale gelen kahve de satmaktaydı. Barda Ukraynalı bir aile vardı; ışıksız açıklıkta çöplerle kaplı merdivenlerden nasılsa yolları­ nı bulmuş, oturmuş neşe içinde Kırım şampanyası içiyorlardı. Oradan çıkıp koy boyunca yürürken, önümde, rıhtım kenarına park etmiş, pencereleri biraz dumanlı enfes bir Honda gördüm. O kadar yeni, bir Japon kargo gemisinden o kadar taze çıkmıştı ki henüz plakası bile yoktu. Arabaya yaklaştığımda, koyu camların arkasında ön koltukta otur­ muş iki kişi gördüm; öne eğilmiş, önlerine serilmiş bir ta­ bakadan toz çekiyorlardı. Ben onları gördüm ve acelesiz biçimde geriye doğru yaslanan biri de beni gördü. Daha hızlı yürümek akıllıca görünüyordu. Elli metre ötede deniz polisi karakolunu geçtim. İçerde bir memur, sigarasını tel­ lendirmiş, beni ve Honda'yı ilgisiz gözlerle seyrediyordu. Odessa daha önce de böyle deneyimleri - Ocak buzu gi­ bi rıhtımı ve gemileri dondurup şehri Karadeniz'den ayıran ve kalp atışlarının yavaşlayıp sokakların sessizleştiği bazıla­ rı yıllar süren kesintileri yaşamıştır. Ama bu kesintiler şeh­ rin doğasında vardır: Yeni Rusya'yı kapitalist çağın kriz ve genişlemelerine sokmak için liman hızla çorak sahile teslim edilmiştir. Odessa'da perhiz veya kıtlık daima ol muştur. 1 78

O dessa'yı yabancılar inşa ettiler ve Rus İmparatorluğu adına yönettiler ve buraya ilk Rus vali yirmi beş yıl sonra atandı. Plancıların çoğu, Odessa'nın çocukluğunda şehrin babası ve koruyucusu olan Duc de Richelieu; Fransız Devri­ mi'nden önce Rouen parlamentosunun başkanı olan Comte de Maisons, halen çocukların yüzdüğü limanın doğu yaka­ sındaki geniş sahile ve buruna adı verilen Alexandre Lange­ ron gibi Fransız mültecilerdi. Mimarlar, ilk tahıl tüccarları­ nın çoğu gibi genellikle İtalyan'dı ve İtalyanca ilk yıllarda resmi ticaret diliydi. Gemicilik işi. çoğunlukla Yunanlıların elindeydi. Odessa'nın ilk yüzyıl için var oluş nedeni olan ta­ hılın ticaretinde Polonyalı büyük toprak sahipleri iş yapı­ yordu. Bunlar Podolya'yla Galiçya arasında uzanan toprak­ ların sahipleriydi . 1 795'de, Odessa kurulduktan bir yıl son­ ra, Üçüncü Paylaşım'la Polonya ortadan kaldırılmıştı, ama şimdi, biraz da sevinçle, bu doğulu Polonyalı kodamanlar çarın tebası olarak yaşamaya uyum sağlıyorlardı . Şehir hızla gelişti . Steple deniz arasındaki yarlar üstündeki tozlu inşaat alanında yapılan resmi temel atılışından iki yıl sonra O dessa'da bir katedral, borsa ve sansür bürosu açıl­ mıştı . İlk on iki ay sonunda, 1 795'de iki binden fazla yerleş­ meci vardı ve 1 8 1 4'de nüfus 35 .000 olmuştu. Gerçek kurucu Richlieu'nun tezahürat yapan kalabalık arasında arabasına binip Fransa'ya döndüğü yıl da bu yıldı. Beraberinde ünifor­ ması ve gömleklerinin dolu olduğu bir küçük sandık da gö­ türmüştü. Başka her şeyini dağıtmıştı. Maaşı sıkıntı içindeki mülteciler için oluşturulan fona bırakılmıştı . Kitapları kurdu­ ğu okulda oluşturulacak kütüphaneye bağışlanmıştı . Bu okul daha sonra onun adını aldı: Lycee Richelieu. * * Richelieu Eylül 1 8 1 5 'de, Napolyon'un Waterloo'da yenilmesinin üstün­ den üç ay geçmeden Fransa başbakanı oldu ve üç yıl sonra da Müttefik iş­ gal kuvvetlerinin çekilmesini sağlamakta çarla arkadaşlığının yararını gör­ dü. Odessa 'ya gelmeden önce . 1 790 İ zmail saldırısında Rusya 'nın yanını tutmuştu ( bkz. s. 1 3 1 ) ve burada da bir Türk kız çocuğunu bir Kazak 'ın elinden k urtardığı anlatılır. Byron bu olayı Don Juan kitabında anlatmış ama a dsız bir kahramana atfetmiştir.

1 79

Richelieu Aydınlanma çağının adamıydı: enerj ik, ciddi, evrensel ve yalnız. Heykeli Odessa Merdivenleri'nde gökle­ re uzanan Richelieu, mülteciler arasında emrettiği Rus bü­ rokratlardan daha rahattı . Şehir yöneticisi ve sonra Yeni Rusya genel valisi olarak yeni bir Amerika yaratma hayali peşindeydi; bütün ülkelerden huzursuzluk hisseden ve hırs­ lı kişiler buraya gelecek ve özgürce ticaret yapacaklardı . Yerleşimci olarak buraya gelen Rus ve Ukraynalı köylüler serflikten kurtuluyordu ve Richelieu onları özenle Alman, Yunanlı, Moldavyalı, Yahudi veya İsviçreli koloniciler ara­ sına yerleştiriyordu. Böylece modern tarım tekniklerini ve özgür yaşamayı öğreneceklerdi. Toplam olarak bir milyon­ dan fazla insan bu koruma altında yaşamak için buraya göç etti. Richelieu özellikle onun i kna edici etkisiyle gelen Nogay Tatarları grubundan hoşnuttu . Bu step göçebelerini yerleşmeye ikna etmiş olmaktan memnunluk duyuyordu . Karadeniz' e bakan yeni bağları arasında taş bir cami ve imamları için de ev yaptırtmıştı. O dessa'nın ilk felaketi 1 8 1 2 'de Richelieu halen görev başındayken geldi . O Ağustos ayında veba başladı. Richeli­ eu, yeni İtalyan opera binası da dahil, bütün kamu kurum­ larını kapattı ve halka evlerinde kalmalarını emretti. Şehri beş mühürlenmiş bölgeye ayırdı, her birine birer doktor ve müfettiş atadı ( beş doktordan dördü öldü) . Geniş, tozlu caddelerden halen birkaç araba geçiyor, cesetler için siyah, bulaşıcı hastalığı taşıyanlar için kırmızı bayrak asıyorlardı . Patricia Herlihy Odessa, A History kitabında " Yağa batı­ rılmış siyah deri elbiseler giydirilmiş ve halen zincir taşıyan mahkumlar, cesedin alınmasından yirmi gün sonra hastalık bulaşmış evlere temizlik için gönderiliyorlardı " diyor. Ama veba Odessa'nın artık yoluna girmiş olan gelişi­ minde yalnızca bir duraklamaydı. Şe,h irden yapılan ihracat değeri 1 8 04'le 1 8 1 3 yılları arasında üç katına çıktı . Sonra, Batı Avrupa 'da Napolyon'un Elbe'den kaçmasıyla doğan silahlanma kriziyle tahıl hasadındaki krizin çakışması ta­ hıldan sağlanan karları gayzer gi bi yukarı fırlattığında, ko180

!ay para kazanma dönemi geldi ve ancak 1 8 1 8 ' lere doğru yavaşlama başladı. 1 829'daki Edirne Antlaşmasıyla mağ­ lup Osmanlı İmparatorluğu Rus gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanıdı ve Odessa 1 840' larda, İngilte­ re'nin 1 84 7' de Tahıl Yasalarını kaldırmasından sonra bir başka genişleme dönemi daha yaşadı. Bu dönem de Kırım Savaşı'na kadar sürdü. Savaş başka felaketlerin de başlangıcı oldu. Savaşın kendisi, deniz ticaretini durma noktasına getirerek, yete­ rince ciddiydi . İngiltere-Fransa donanma filosu 1 0 Nisan 1 8 5 4 ' de Odessa'yı bombaladı, bazı şehir sakinlerini öldür­ d üğü gibi rıhtımın üstündeki yükseltide inşa edilmiş olan ve kolay hedef oluşturan vali konağı gibi bazı büyük bina­ lara da hasar verdi . Richelieu'nun heykel kaidesine top yer­ leştirilmişti ve hala da burada durmaktadır. Şehrin onuru, mendireklerden birinin ucuna yerleştirilen Teğmen Şçego­ lov kumandasındaki top bataryası tarafından kurtarıldı ve İngiliz fırkateyni Tiger'ın durdurulması başarıldı. İngiliz gemisi Langeron Ucu'na yakın bir yerde karaya sürüklen­ di. Ganimet olarak alınan toplarından biri şimdi Primors­ kie Bulvarı 'nın ucunda, Merdiven'in tepesindeki yükselti boyunca devam eden muhteşem terasa yerleştirilmiş duru­ yor. Ama Kırım Savaşı Odessa'nın gerilemesinin de başlan­ gıcı oldu. Amerikan buğdayıyla rekabet gittikçe ciddileşir­ ken, ticarete katkısı olan ama aynı zamanda limanın, güm­ rük duvarlarıyla korunan Rus iç pazarıyla bağıntısının ke­ silmesi anlamına gelen serbest liman statüsü ile şımaran O dessa, sanayileşme veya ürün çeşitlendirmesine gerek duy­ m uyordu. O dessa Rus ekonomisiyle yeniden bütünleşmeye 1 859 'da başladı; serbest liman ayrıcalığı kaldırıldı ve Yeni Rusya İm­ paratorluk içindeki özerkliğini yitirdi . Tahıl ticaretini geçici olarak diz üstü çökerten ve şehirde iflas dalgasına yol açan 1 8 73 Avrupa krizinden sonra, O dessa 'yı Ukrayna ardalanı­ nın ana limanı olarak değerlendirmek isteyen yabancı ser­ maye akışı yeni bir genişleme dönemi başlattı. Belçikalılar 181

şeker pancarı rafinerileri kurarak ve Donets havzasında açı­ lan kömür ve demir kaynaklarına yatırım yaparak önde gi­ diyorlardı. Belçikalı girişimci Baron Empain, dünyanın elektrikli nakliyattaki öncüsü, tramvay ağını yaptırdı. İngi­ lizler su donanımını yaptı (Odessalılar Dinyester halicinin kötü suyunu içiyorlardı ve her yaz koleraya yakalanıyorlar­ dı ) . Almanlarsa sokaklara gaz lambası sağladı . 1 900 yılında Etna Dağı'nın patlamasından sonra deniz kenarındaki bazı bulvarlar Sicilya taşıyla yeniden döşendi. Aynı zamanda O dessa'nın nüfusu da değişiyordu. Yüz­ yılın ilk yıllarında Richelieu Rusya'nın işgal ettiği Polonya topraklarından Yahudi nüfus getirmeye çalışmıştı. 1 8 60 'la­ ra gelindiğinde ve özellikle 1 8 82 'Mayıs Yasaları' kırsal ke­ simde Yahudilerin iş faaliyetini sınırladıktan sonra, Rusya İmparatorluğu'nun batısındaki Yahudi ştetllerindeki n üfus gittikçe genişle)'en bir dalga halinde Karadeniz'e akmaya başlamıştı. Odessa 'da 1 8 97 yılında yapılan bir ' anadili ' sa­ yımı nüfusun yüzde 32 'den fazlasının Yidişçe konuştuğu­ nu gösteriyordu; Rusça yüzdesi 50'den ancak biraz fazlay­ dı. Üçüncü anadil Ukraynaca'ydı ve şimdi Ukrayna 'nın ata toprağı olduğu ilan edilen bir şehir.de ancak % 5 , 6 ta­ rafından konuşulmaktaydı . Bir o kadar O dessalı da Lehçe konuşuyordu. Halkı ezici çoğunlukla zanaatkar ve küçük esnaf olan bu yeni Yidiş [Eşkenazi] O dessalılar şehrin Ak­ denizli kültüründe baskın çıktılar ve O dessa'ya Bolşevik Devrimi 'ne kadar devam eden kendi özel kaba, sonradan görme parlaklığı verdiler. Yahudilerin çoğunluğu fa kirdi ve bir o kadarı da devrimciydi . Rus otoritenin kendisi ta­ rafından örgütlenen pogromlarla çakışan bu entelektüel ve fiziki kargaşa, İsaak Babel, Lev Troçki ve Vladimir Ja­ botinsky'nin ruhsal yapılarının biçimlendiği ortamı oluş­ turdu . İç şehir kargalarla güvercinler arasında paylaşılmıştır. Kar­ ga lar istasyon bölgesine hükmederler; elli yıl süreyle adları Lenin ve Kari Marx olarak değiştirilmiş olan Richelieu ve 182

Katerina caddeleri buradan denize kadar uzanır. Baharda kopmuş ağaç dalları Richelieu 'nun kırılmış kaldırımlarına vururken kalabalık yuvalar çınar ağaçlarını doldurur. Be­ yaz ökseler Puşkin Caddesi'ndeki katedral sundurmasında oturan dilencilerin ayakları çevresinde daireler oluşturur. Şiş yüzlü ve küt parmaklı Rus dilenciler titrek elleriyle sü­ rekl i haç çıkarırlar. Kalabalık sabahları istasyon yanındaki ucuz otellerde yatan misafirleri uyandıracak kadar gürültü yapar; onların tartışmaları tramvayların takırtı ve patırtılarından daha yüksek seslidir. D ahası, istasyonla Moldavanka meydanı arasındaki eskiden Yahudi gangsterlerin yaşadığı sokaklar karga terörünün gerçek yurdudur. Burada hiçbir güvercin veya martı uzun s üre barınamaz, çünkü kargaların yiyecek deposu Privoz pazarı buradadır. Pazar yerinden çamur içinde kele-paça parçaları, brinza peyniri kırıntıları, havuç kafaları ve hamsi kılçıkları arasında hoplayıp çekişirler. Sı­ cak çay kavanozlarıyla geçen Çingeneler kargalara bağırır ve rendelenmiş havuç satan Tatar kadınlar tezgahlarına çok yaklaşırlarsa kuşlara sopa sallarlar. D enize doğru Katerina Caddesi'nin ortalarında, Deri­ basovskaya'ya yaklaşırken martılar başlar. O nlar itişip ka­ k ışmazlar, alımlı bir yaşam sürerler. Opera b inasının kor­ nişleri boyunca sıralar halinde oturur, Palais Royal bahçe­ sindeki çocuklardan veya Potemkin Zırhlısı anıtına uğra­ mış gezginlerden yiyecek istemek için tatlı biçimde kanat çırpıp aşağı inerler. Deribasovskaya boyunca aylaklık eden aileler martılara attıkları ayçiçeği çekirdeği veya dondurma kabı parçalarından izler bırakırlar. Martılar, Primorskie Bulvarı boyunca kocaman çınar ağaçları bulunmasına karşın ağaçları küçük görürler. Bu bulvar gerçekten bir tarafındaki saraylar, öbür tarafı lima­ na ve Karadeniz'e açık manzarasıyla uzun bir piyasa bah­ çesidir. Birkaç yıl önce, Sovyet döneminin sonlarında, bir plancı ağaçları keserek manzarayı güzelleştirmeye karar verdi ve bu, düzinelerce gencin Primorskie'ye gelip elekt183

rikli testereleriyle işçiler utanarak çekip gidene kadar ağaç­ larına yapışmalarıyla Odessa' da bir şeylerin değişmeye başladığının ilk işareti oldu. Ama martılar pembe ayakları­ nın altında mermer ve tunç bul unmasından hoşlanır, ka­ dim Londra Oteli 'nin çıkıntıları, vali konağı, Tiger topu, Puşkin heykelinin başı veya Merdiven'in tepesindeki Ric­ helieu'nun omuzuna tünemeyi severler. Odessa hakkında karısı genç yaşta ölmüş bir yazar gibi yazan Konstantin Pautovsky burada alçak bir duvarın üs­ tüne oturmayı severdi. Açlıktan başı dönmüş -bu 1 920'de, abluka ve kıtlık yılındaydı- gazetedeki odasına gitmeden önce dinlenir ve rüzgarı içine çekerdi: Rıhtımın kokusu dışında akasya, kurumuş deniz yo­ sunu, denize bakan duvarlardaki yarıklarda papat­ ya, katran ve pas kokuyor. Zaman zaman bütün bu kokular açık denizden gelen özel bir fırtına sonrası kokuyla dağılır. Bu benzersiz ve başka hiçbir şeyle karıştırılmayan bir kokudur. Sanki banyodan yeni çıkmış bir kızın serin kolu yanağıma dokunur gibi . Bu cümleleri ilk okuduğumda, yaklaşık yirmi beş yıl ön­ ce, hemen bunun artık Primorskie' deki deniz rüzgarı için geçerliliğinin ka lmadığını ve Paustovsky'nin d e bunun doğru o lmadığını bildiğini anladım. Merdivenlerin tepe­ sindeki hava şimdi yağlı salamura, düşük oktanlı benzin ve kağşamış çimento kokuyor. Ama bu sözler yazılamaz. Bunları, rüzgarlı bir gece sonrası şafak vaktinde Anapa'da olduğu gibi başka Karadeniz şehirlerinde de hatırladım. Tam da böyle çünkü bunlara ne bir şey eklenebilir ne de çı­ karılabilir. Odessa merdivenleri, Escalier Monstr� [Dev merdiven] , bul­ maca gibi. Eisenstein'ın Potemkin Zırhlısı �· filminde onları .. Eisenstein, Potemkin Zırhlısı, çev: Ahmet Küflü, Bilgi Y., Ankara 1 9 95.

1 84

dünyanın nasıl en ünlü kaçışının yeri haline getirdiğini unu­ tamayan biri için bu merdivenleri görmek ünlü bir aktrisi görmek gibi: daha küçük, daha sönük, filmdekine göre da­ ha donuklar. Merdivenlerin bir yere yönelmediği görülü­ yor. Bir zamanlar şehirden l imana iner, denize ve güney uf­ kuna karşı zaferle kasılırlardı. Şimdi ana dok yolu Merdi­ venler'in ayaklarını kesiyor ve manzara boyal ı çimentoyla engelleniyor: bakımsız O kyanus Terminali var. Ve Merdivenler tepeden kısa ve savsaklanmış görünü­ yor. Öyle inşa edilmişler k i yukarıdan şöyle bir göz atılınca yalnız her kat arasındaki düzlük fark ediliyor, basit bir te­ ras dizisi gibi görünüyor. İki yandaki çimenler bakımsız. Bir yanında çirkin m etaliyle dağ hatlarının rayı kırılmış ve paslanmış yatıyor. Her şey hayal kırıcı. Ama sonra, 220 granit basamaktan inmeye başladığınızda, bir illüzyona ka­ pılma duygusu başlıyor; sanki labirente giriyor veya Yunan sütunları arasında yürüyorsunuz. O dessa Merdivenleri'ni kimin inşa ettiği konusunda bi­ le bir el çabukluğu var. İnşaatın 1 8 3 7 yılında· başladığı ke­ sin, ama başlayan üstünde yazılı olduğu gibi İtalyan mimar Boffa değil. Upton adlı İngiliz'in adı da yazılmış ama onun merdivenleri sadece 1 92 tane ve Trieste kumtaşından yapıl­ mış . * Bir noktada tasarım, malzeme ve ustalık değişiyor. Merdivenler Boffa veya olasılıkla ikisi de Odessa 'da inşaat­ lar yapan Rossi veya belki Toricelli tarafından yeniden ta­ sarlanmış ve tabandan tepeye doğru keskin bir daralma gösteriyorlar.

* Upton elini kasadan uzak tutamayan bir mühendislik dehasıydı. Da­ ventry'de yetişen Upton, posta işletmeciliği yaparken posta ücretlerini zim­ metine geçirmekten başına bela a lmıştı . Sonra Telford'un yol inşaatındaki en güvenilir adamlarından biri oldu ve Holyhead ana yolunu inşa ettirdi. 1 826'da dolandırıcılıkla inşaat fonlarını cebe indirmekle suçlandı - bu bü­ yük bir suçtu. Upton kefalet ödeyip Rusya 'ya kaçtı ve Sivastopol'da baş mühendis olup hem donanma rıhtımları için savaklar, hem de birkaç yıl sonra Kırım Savaşı sırasında binlerce İ ngiliz'in canına mal olan kalelerden bir çoğunu inşa etti.

1 85

Aşağıda çevrenize bakıyor ve şaşkınlık içinde kalıyorsu­ n uz. Burada yalnızca basamakların yükseklikleri görülebili­ yor; yanlış bir perspektifle uzanan Merdivenler gökyüzüne doğruluyor. Tepede başının üstünden bulutlar geçen Riche­ lieu var. Gerçekte heykeli cücemsi, gerçek insan boyutundan küçük. Ama Merdivenler'in altından dev gibi görünüyor. Richelieu'dan sonra Odessa'yı Langeron yönetti. Langeron hoş, zeki bir yaşlı askerdi ve Yeni Rusya'nın ırklar salatası­ nı kendisi için aşırı bulmuş, bunu da ifade etmişti : " Fransa kadar büyük ve on farklı milletin yerleştiği topraklar. " Onun ardından ilk Rus genel vali İvan İnzov geldi. Valiliği ancak bir yıl sürdü ve 1 82 3 'de yerine Kont Mihail Voront­ sov geçti. Vorontsov'la O dessa'ya yeni bir ihtişam geldi. Babası­ nın elçi olarak bulunduğu İngiltere'de eğitim görmüş olan Vorontsov kamusal ve kişisel hırsı çok büyük biriydi. Yeni Rusya ve Odessa 'nın zenginleşmesine yardımcı oldu ve Vo­ rontsovlar Primorsike'nin ucundaki beyaz saraylarında muhteşem bir resmi ev sahipliği gösterdiler. Vorontsov'un kendisi de ( halen genel vali iken ) arazi spekülasyonundan ve şampanya üretmek için aldığı yeni Kırım bağlarından sağladığı karlarla zengin oldu. Kırım sahilindeki Alupka' da Richelieu'nun eski villasını 1 50 odalı Tudor-Berberi sarayı­ na dönüştürdü. Saray halen yerinde; en sıcak yaz gününde serin, mükemmel bir zevki yansıtan bir dev. İngiltere heyeti 1 945 'deki Yalta Konferansı sırasında burada kaldı. Aleksandr Puşkin Vorontsov'un mermerden bir ukela olduğunu düşünür. Vorontsov Odessa'yı 1 82 3 'de İvan İn­ zov'dan teslim alırken bu ters, güvenilmez şairi de miras al­ mıştı. Puşkin yirmi bir yaşındayken St. Petersburg'dan taş­ raya gönderileli yaklaşık beş yıl olmu ş tu. Resmen D ışişle­ ri'nin memuruydu, yani resmi bir yolculuğa gönderilmekle akıllıca cezalandırılabilirdi . Puşkin hoşgörülü bir gardiyan olan İvan İnzov'a teslim edilmiş, o da şairi kendisiyle birlik­ te peş peşe tayin olduğu Ekaterinoslav ve Kişinev'a götür186

müş, Kırım ve Kafkasya'da uzun 'nekahet' dönemleri geçir­ mesine izin vermişti. İnzov Odessa'ya aktarılınca Puşkin de onunla birlikte gitti ve şehirde zoraki ikamete tabi tutuldu. Bu durum, devlet karşıtı faaliyetlerinden kuşkulanılan muhalif bir yazar için gerçekte ciddi bir ceza değildi. Ama sonraki iki yüzyılda öteki Rus şairlerin ne kadar kötü talihi olacağını b ilmeyen Puşkin, kendisini şehit gibi hissediyor­ du. O dessa 'da cezasını Vorontsov gözetiminde çekmeye başladı ve uygulama sıkılaştırıldı. Takip edilmesine ve da­ ha da fazla genel valinin onu meşgul etmek için küçük işler önermesine kızıyordu. Puşkin'in kızma nedenlerinden biri daima meşgul olma­ sıydı. O yılın Mayısında Primorskie'nin arkasındaki karan­ lık odasında Yevgeni Onegin'i yazmaya başlamıştı. Ama başka bir neden daha vardı. Yeni genel valinin gelmesinden kısa süre sonra Puşkin valinin karısı Kontes Vorontsova'yla aşk yaşamaya başlamıştı. Odessa'da hiçbir şey gizli kalmaz. Puşkin Kont'un soğuk, İngiliz bakışlarıyla karşı karşıya gel­ di ve o gözlerde gördüğünü düşündüklerinden hoşnut kal­ madı . 1 824'ün başlarında Vorontsov, şairin gürültülü biçim­ de kalp anevrizmasından ölmekte olduğu ve hareket edeme­ yecek kadar hasta olduğu itirazlarına aldırmadan, onu Din­ yester' deki çekirge tahribatını inceleyecek komisyonla yol­ culuğa gönderdi. Puşkin onu hiçbir zaman affetmedi. Rapo­ runun dört satırlık bir şiirden ibaret olduğu bildirilir: Çekirgeler ovanın üstünde uçup durdular. Yere kondular, Buldukları her şeyi yediler, Ve sonra çekirgeler tekrar ovanın üstünde uçup gittiler. Bu şiir uydurma olabilir ama artık Puşkin Vorontsov için dayanılmaz hale geliyordu ve St. Petersburg'daki arka­ daşlarına yazarak Puşkin'in D ışişleri 'nden atılmasını sağla­ dı. Bunun anlamı Odessa'yı terk ederek babasının mali ka­ nesinde iki yıl sıkıntı ve yalnızlık içinde yaşamaya mecbur 1 87

kalması demekti. Bu sürede en güzel şiirlerini yazacaktı . Beraberinde üzerinde kabalistik İbrani yazıları olan tılsımlı bir altın yüzük de götürmüştü; yüzüğü Kontes Vorontsov Karadeniz kıyısında seviştikleri bir gün kendi parmağından çıkarıp onun parmağına takmıştı . Puşkin yaşamının sonu­ na kadar bu yüzüğü taktı. On üç yıl sonra düello sonrasın­ da öldüğünde yüzük arkadaşları tarafından parmağından çıkartıldı ve 1 9 1 ?'ye, Devrim'in ilk aylarında bilinmeyen biri onu Moskova'daki Puşkin Müzesi'nden çalana kadar orada saklandı. Puşkin Odessa'dan 1 824 Temmuzunda sürülmüştü. Bir yıl geçmeden Vorontsov' a göz altında tutması için başka bir şair gönderildi. 1 82 5 Şubat sonlarında, çoğu kızakla yapılan bir yolculuktan sonra St. Petersburg'dan Odessa'ya üç genç Polonyalı geldi. Bunlar Franciszek Malewski, Jozef Jezoswski ve Adam Mickiewicz'di. Hepsi de hüküm giymiş, Rus İmparatorluğu' nun Polon­ ya eyaletlerinden sürülmüş ve zorunlu ikamete mahkum edilmişti. Birkaç ay önce, Vilnius'taki hapishaneden çıkar­ tılarak Rusya'nın başkentine gönderilmiş ve burada yetkili­ leri Kırım veya Kafkasya 'ya ulaşma umuduyla güneye git­ melerine izin verilmesi konusunda ikna etmişlerdi. Uzlaş­ ma olarak Odessa'ya gönderilmişlerdi. Üçü de bir komploya, daha kesin ifadeyle Polonya'nın bağımsızlığını yeniden kaza nmasını hedefleyen gizli bir derneğe katılmışlardı. Filaretler ( 'erdem severler' ) 1 820'le­ rin başlarında, Polonya'nın Üçüncü Paylaşım sonrasında nihai olarak yok edilmesinden yirmi beş yıl kadar sonra Vilno (Vilnius ) öğrencileri arasında ortay·a çıkmıştı . Filaret­ lerden önce Filomatlar ( ' bilgi severler' ) denilen daha küçük gruplar vardı ve üç sürgün bu gruba dahildi. Bu, masonik loca ile romantik öğrencilerin Byron, seks ( tutkuyu ölçmek ' için bir 'Erometre' icat etmişlerdi) ve Polonya 'nın kurtulu­ şu üstüne görüştükleri bir tür tartışma kulübü arası bir ör­ gütlenmeydi. Ama onların varlığından çok fazla insan ha­ berdar olmuş ve onlara katılmak istemişti . 188

Filaretler Filomatlardan taşan bir örgütlenme olarak başladılar. Ama çok geçmeden daha büyük ve huzursuz di­ yemezsek de cesur oldular. Çarlığın peşlerinde olduğu önde gelen Polonya komplocuları Vilnius'a gelerek ayaklanma­ dan söz etmeye başladılar. Özgürlük yanlısı birkaç Rus da bunların arasındaydı ve daha sonra 'Dekabrist' �- komplo­ nun üyesi olacaklard ı . Rus muhbirler adları ve sözleri kay­ dettiler. Ama 1 82 3 'de meydana gelen patlama kimse tara­ fından beklenmiyordu ve tam Polonyalılık örneği bir olay­ la başlamıştı. Patlama Vilnius Lisesi'nde bir sınıfta başladı . Bir ders geçti ama sonraki öğretmen atlamadı . Plater adlı bir öğren­ ci gizlice karatahtaya yanaşarak tebeşirle Vivat Konstancja diye yazdı . Aklında olan bir kızdı . Ama Czechowicz adlı daha ciddi bir öğrenci ikinci sözcüğün sonunu sildi ve Konstytucja yazdı - Yaşasın Anayasa. O dadaki her çocuk bunun anlamını biliyordu. Bu Mayıs 1 79 1 tarihli yurtsever Üçüncü Anayasa demekti, paylaşımcı tiran güçler tarafından yok edilen Polonya ulusal aydınlan­ ma ve özgürlük metni. Bir başkası bir ünlem çizdi . Sonra, gene bir başka öğrenci tebeşiri aldı ve şunu ekledi : " Ah, ne tatlı anı ! " Sınıfta gürültü koptu ve koridorlara taştı . Patlamayı yatıştırmak için çok geçti. Okul yönetimi üç çocuğu yakaladı ve sonra kendileri de Ruslar tarafından tutuklandılar. Barok Vilnius'un bütün pembe, sarı ve beyaz duvarlarında duvar yazıları sökün etti : " Yaşasın Anayasa! Tiranlara Ö l üm ! " Üniversitedeki kışkırtma dedikodularını incelemek için Vilnius'a gönderilmiş olan Senatör Novo­ siltsev sarhoş luk komasından kaldırıldı ve polise Filaret dosyalarına göre harekete geçme izni veren emri imzaladı. Birkaç gün içinde önde gelen Filaret ve Filamatların çoğu, Adam Mickiewicz ve arkadaşları dahil, Basilian Manastı­ rı 'nın zindan hücrelerine kapatılmışlardı . * Dekabristler: 1 825'te başlattıkları ayaklanma başarısızlığa uğrayan, an­ cak mücadeleleriyle sonraki kuşakları etkileyen Rus devrimciler.

189

Tutuklandıklarında Ek imdi, o zaman bile dayanılmaz soğuk vardı ve o kış zindanda kaldılar. Haftaları ve ayları maşrapalarla sıcak çay içerek, ne tür bir Polonya'nın ku­ rulmasını istediklerini tartışarak, missa ayi ninde manastır orgunun uzaktan gelen sesine katı lıp şarkı söyleyerek ve Adam Mickiewicz'in kendi şiirlerini dinleyerek atlattılar. Ya ni, o günden bugüne, bütün genç Polonya kuşaklarının yaşadığı özünde aynı deneyimleri yaşayarak. 'Ulusal şair' hatta ülkesinin laik azizi haline gelen Mic­ kiewicz o zaman yirmi dört yaşındaydı: Puşkin'den bir yaş kadar büyük. O zaman bile ünlü bir gençti . Bal/adlar ve Şi­ irler kitabıyla Polonya edebiyatına Romantizmi sokmuştu: " İnanç ve duygu benim için daha anlamlı/ Bilgenin mercek veya gözünden . . . " İşgal edilmiş, morali bozuk ulus için yeni bir yaşam umudu, mantıktan çok hayalperest bir inanç konusuydu ve kitap hemen satılıp tükenmişti. Uzun Grazyma şiirini yazmış ve Vilnius'ta iki perdelik Dziady (Ataların Arifesi ) oyununu tamamlamıştı . Bu, Avrupa ede­ biyatında eşi bulunmayan ve hiçbir zaman tamamlanmaya­ cak aşk, büyülü din ve siyasal fedakarlık hakkında olağa­ nüstü bir şiirsel dramanın başlangıcıydı . Yazar Ksawery Pruszyri.ski bu eseri " koridoru, şapeli, papazların bölümü ve koronun bir bölüm ü " inşa edilmiş ama tek bir çatı al­ tında toplanmamış bir katedrale benzetir. Genç Mickiewicz'e yaklaşmak kolay değildir. Polonya için çok büyük önem kazanmıştır. Filomat arkadaşları bile onun hakkında sanki bir Roma ikonuymuş gibi hep bir hu­ şu ile yazarlar: tutkulu duyguların ve eksiksiz bir yurtse­ verliğin tek boyutlu kişiliği, rüzgarda savrulan saçları ve ateş gibi gözleriyle kayalıklar ve karta llar arasında kuluç­ kaya yatmış bir timsaldir. Yaşamında çok daha sonra, uzun Paris sürgün yıllarında, çağdaşı, betimlemeleri arasın­ da insani yönleri belirmeye başlar. Bu bodur ve ak düşmüş çalı gibi saçlarıyla orta yaşlı Mickiewciz, konuşurken ağır­ başlı ve dost ve yabancılara karşı sonsuz hoşgörülüdür an­ cak kendi ailesine karşı sabırsızdır. Hayal kırıklıkları ve 1 90

kötü bir evlilik onu etkilemiştir. Son büyük eseri, mensur şiiri Pan Tadeusz'u 1 8 34 'de bitirmiştir ve yaşamının son yirmi yılında kalıcı değerde bir şey yazmamıştır. Bunun ye­ rine enerj isini Polonya bağımsızlık mücadelesini örgütle­ mek gi bi sonuç vermeyen bir çabaya harcamış, Avrupa 'da davası için destek toplamak ve Polonyalı mülteci topluluk­ lardan bir ordu toplamak amacıyla sağa sola seyahat et­ miştir. Paris'te din şarlatanı Towiari.ski'nin kurbanı olmuş ve bu adam yıllarca değersiz mistik görüşüne destek bul­ mak ve Mickiewicz'le Polonya mültecilerinin siyasal ön­ derliği arasına girmek için şairi sömürmüştür. Onun Polonyalı yapısını kavramak da zordur. Adam Mickiewicz Litvanya 'da, şimdi Beyaz Rusya 'da bulunan Novogrodek'te doğmuştu . Polonya dilinde en sevilen eseri Pan Tadeusz'a " Litvanya, anayurdum . . . " diye başlar. Po­ lonya 'nın yirmi dört yaşında sürgüne gönderilen ulusal şa­ iri bugün Polonya olarak bildiğimiz ülkeyi, 1 8 30-3 1 ayak­ lanması sırasında Prusya işgalindeki Polonya'ya Poznan ci­ varında girmek dışında, hiç görmemiştir. Tarihi Polon­ ya'nın iki başken ti Varşova veya Harkov'u görmüş değil­ dir. Bu durum sanki Shakespeare'in İngiltere'de hiç yaşa­ mamış olmasına benzer. Daha doğrusu, Shakespeare Dub­ lin 'de yetişmiş Anglo-İrlandalıymış, Londra'yı görmeden Paris'e s ürgüne gitmiş gibi. Bu ironiler Adam Mickiewicz'e ironik gelmiyordu . Bunlar o doğmadan önce yıkılmış olan Polonya imparator­ luğunun arkaik, etnik-anlayış öncesi yapısından kaynakla­ nıyordu . Polonya Krallığı ve Litvanya Büyük Düklüğü or­ taçağda birleşerek devletler-topluluğu oluşturmuştu. Ve bu ' Litvanya ' bugünkü Baltık dili konuşan küçük ulusun yur­ du değil, güneyde neredeyse Karadeniz'e kadar uzanan, ba­ zen sahile varan, kocaman, merkezi olmayan topraklara yayılmış bir ülkeyd i . Bu ülkenin halkları arasında yalnız uzak kuzeydeki Baltık halkı değil, daha sonra Beyaz Rus ve Ukraynalı olarak adlandırılan Slavca konuşan halklar da vard ı . Büyük D üklüğün hal kları arasında Kazaklar, No191

gay Tatarları ve -kasaba ve şehirlerde- o zamanki dünya­ nın en önemli Yahudi topluluğu da bulunuyordu. Kuşaklar geçtikçe Büyük Düklüğün egemen kültürü Po­ lonyalılaştı . Soylular sınıfının altında -genellikle serf haline getirilmiş köylülük de dahil olmak üzere- aşağı sınıflar kendi dillerini ve zengin folklorlarını koruyorlardı. Ama Adam Mickiewicz'in üniversiteye gittiği yıllara gelindiğin­ de Vil nius Lehçe ve Yidişçe konuşulan bir metropol haline gelmişti ve neredeyse bütün toprak sahibi sınıf, prens aile­ leri, kahyalar ve küçük aristokrasinin ' bereli mülk sahiple­ ri' ( ' bonnet laird ' ) kendilerini Litvanya Leh'i sayıyordu. Bu direngen bir kimlikti. Mickiewicz'den sonraki bir bu­ çuk yüzyıl boyunca Polonya'nın en iyi yazarları buradan ye­ tişti. Ve çağımızın şairi Vilnius'da yetişen Czeslaw Milosz da kendisini halen " Lehçe konuşan Litvanyalı " olarak tanımla­ yabilir. Burası Polonya'ya, ülkeye 1 9 1 8 'de yeniden bağımsız­ lık kazandıran harekete önderlik yapan J6zef Pilsudski gibi, bir çok ulusal önder ve yurtsever eylemci kazandırdı. Özel­ likle Paylaşımlardan sonra buranın siyasal geleneği çok güç­ lü biçimde Rus karşıtıydı ve Katolik inancı -kırsal kesimin çoğunluğunun Ortodoks veya Uniat * olduğu bir yerde- sa­ vaşkan ve mistikti. Odessa'daki Edebiyat Müzesi'nde, bir zamanlar 1 820' lerde Polonyalı bir aileye ait olan bir dolapta, bir kadının minya­ tür portresi var. Bu kadın sarışın, mavi gözlü, geleneksel anlamda güzel, saçlarında çiçekler var ve ucuz ' köylü' elbi­ sesi giyiyor. Sandalyelere oturup ziyaretçileri gözleyen ka­ dınlar onun Karolina Sobanska yani Mickiewciz'in sevgili­ si olduğunu söylüyorlar. Eğer bu onun portresiyse benzememiş. Tam bir küçük çoban gi bi . Odessa 'da ona tutulup da yıllar sonra ondan nefret etmeye karar veren bir başka ' Polonyalı onun hak,,. Uniat: Papa'nın yetkisini tanımakla beraber kendi ayin ve adetlerini mu­ hafaza eden doğu kiliseleri üyesi .

1 92

kında şunları yazmıştı : " Kı rklarındaydı [iftira, gerçekte otuzl arındaydı] , yüz görünüşü kabaydı ama nasıl çekici en­ damı, ne sesi , ne edası vardı ! " Bazıları İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Polonya'yı işgali sırasında yok olan bazı daha gerçekçi portreler, tunç renkli saçlar, neşe dolu koyu gözler, büyük delikli biraz küçümseyici bir burun gösteriyorlar. O dessa'daki 'sosyete'nin daha genç ve neşeli bölümü Sobanska'ya hayrandı ve onun kabul ve çay parti­ lerine doluşuyordu. Vorontsov dahil daha yaşlı ve saygın kişiler ondan hoşlanmıyordu . Bunun bir nedeni de onun Romantik ölçülere göre bile önüne gelenle yatmasıydı. Ama Odessa 'daki bazı Polonyalı aileler için bunun nedeni başkaydı. Onu hain kabul ediyorlardı . Karolina Rozalia z Rzewuskich Hieronimowa Sobans­ ka, tam evlilik adını verirsek, sadece bir aristokrat değildi. Polonya'nın en eski ve en etkili klanlarından biri olan Rze­ wuski ailesinden geliyordu. Kendi ailesi şimdi Ukrayna de­ nilen topraklarda kök salmıştı. Babası bağımsız Polon­ ya'da parlamento üyesi ve Üçüncü Paylaşımdan sonra Rus­ ya senatörü ve Kiev eyaletinde soyluların başkanı olmuştu . Kalabalık, zeki ve çekici kız ve erkek kardeşlere sahip olan Karolina Viyana'da öğrenim görmüştü. Kardeşi Eva, yıllar­ ca yazarı mektuplarıyla esir aldıktan sonra 1 850'de Bal­ zac'la evlenmişti. Kardeşi Henryk Rzewuski Odessa'da Po­ lonya 'nın kaderi hakkında biraz belirsiz devrimci görüşlere sahip iyi huylu bir gevezeyken, daha sonra aşırı tutucu hat­ ta Rus yanlısı oldu ve tarihi romanlar yazmaya başladı. ( Bunlardan biri, Sewerryn Soplica Kahyasının Anıları ha­ len doğu Polonya soyluluğunun ironik bir portresini ifade etmesiyle okumaya değer. ) Ama Karolina Rus gizli polis şefiyle yaşıyordu. Daha öğrenciyken, Odessa'da kendi topraklarından buğday ihraç etmek için ihracat işi kuran zengin toprak sahibi Hieronym Sobanski 'yl e evlenmişti. Sonra, 1 8 1 9 'da daha ilginç biriyle karşılaştı. Tümgeneral Jan Witt, Karolina metresi olduğunda kırk1 93

larındaydı. Annesi güzelliğiyle ünlü bir Rum kızıydı ve Po­ lonya 'nın son kralı August Poniatowski için olası metres olarak İstanbul'dan 'alınmıştı ' . Babası Varşova yolunda kı­ zı baştan çıkarmayı beceren bir Hol landalıydı. Jan Witt'in kendisi küçük, kurnaz, güzel Rum bakışlı biriydi; mesle­ ğinden nefret edenler bile bu dost canlısı insanı sevimli bu­ luyorlardı. Bu sevimlilik onun meslek faaliyetinin odak noktasıydı. Karolina'yı elde ederek ve evlerini her türlü hu­ zursuz gencin ve ziyaretçinin parti veya belki kadın arayı­ şıyla uğradığı bir yer haline getirerek, karşı konulamaz biri olmuştu. Bunlar mikrofon çağından önce oluyordu. Hala iyi birinin iyi biri olduğu, siyasetin ikincil kaldığı çağd ı . Böylece O dessa eylemcileri i y i zaman geçirmek istedikle­ rinde -entelektüel bir tartışma, içki ve dans- çarın gizli po­ lis şefinin evine gidiyorlardı . Witt'in Odessa'daki faaliyeti şimdi karşı-istihbarat deni­ len türe giriyordu. Bir muhbirler ağı kurup yönetmesi ve ey­ lemler hakkında bilgi toplaması gerekiyordu. 1 825 'de onun bildiği kadarıyla Odessa'da izlenilmesi gereken iki istihbarat konusu vardı. Biri ayaklanma planlayan ve Polonya'nın ba­ ğımsızlığını yeniden kazanmasını hedefleyen gerçekten fazla hayali Polonya gizli örgütleriydi. Öteki ise çar 1 . Aleksandr'a karşı çoktan somutlaşmış olan Rus komplosunu ortaya çı­ karmaktı; bu rej imi yıkarak yerine liberal, anayasal bir hü­ kümet kurmak isteyen entelektüeller ve genç subaylar ara­ sında gelişen bir hareketti. Witt şimdi Dekabrist olarak anı­ lan bu hareketten bazılarının adlarını biliyordu . Devrimi ça­ ra karşı bir suikast düzenleyerek başlatmak istediklerinden kuşkulanıyordu ve 1 825 yılında doğru iz üstündeydi . Vorontsov, belki d e Puşkin'e karşı babaca davranmak­ tan edindiği deneyimlerle Adam Mickiewicz ve iki arkadaşı­ nın sorumluluğunu Witt'e devretti . Mickiewicz ve Je:fowski Richelieu Lisesi'ne, halen Deribasovskaya'da bulunan uzun, iki katlı binanın alt katına yerleştirildiler. Güya öğretmenlik yapacaklardı ama hiç bir zama n bir sınıfa sokulmadılar. Bu­ rada keyifleri nce yaşamalarına izin verildi. 1 94

Şairin daha sofu biyogafici lerine göre bu günler Micki­ ewicz için huzursuz bir dönem oldu. Azize benzeyen yurt­ severin kendisini koyverdiği kabul edilir. Mickiewciz bakir değildi ama, o zamana kadar oldukça baskı altına alınmış bir yaşam sürmüştü. Novogrodek yakınlarındaki bir top­ rak sahibinin kızına erdemle ve derinden bir aşkla tutul­ muştu. Mezun olduktan sonra Kaunas'a ( Kovno ) öğretmen olarak gönderildiğinde, daha dünyevi bir biçimde Madam Kowalska, yerel eczacının karısıyla ilişki kurdu. Ama ku­ zeyli a detlerin geçerli olmadığı ve çoğu insanın anlık yaşa­ dığı O dessa'da kendisini iyice her türl ü kayıttan sıyrılmış hissetti . Şiir ve mektuplarında Danaelerden, l istelerine bir şair eklemek isteyen veya ne kadar parası olduğunu gör­ mek isteyen kızlardan söz ediyor ve kendisini -bir parça sıkılganlıkla- haremdeki 'paşa' diye tanımlıyordu. Ama Danaeler arasında Odessa 'daki Polonyalılar için önem ta­ şıyan dört kadın da vardı . Biri ancak bazı erotik şiirlerde D. D . diye adlandırı lmasıyla bilinen evli genç bir kadındı ve Mickiewicz bir zaman ona aşık olduğunu düşünmüştü . İkincisi küçük evi Polonyalı mültecilerin toplanma yeri olan evli, çoluk çocuk sahibi bir kadın olan Eugenia Sze­ miotowa 'yd ı . Eugenia'nın Odessa'deki toplumsal yaşamla bir ilgisi yoktu ve Mickiewicz için öneminin sarsılmaz Ka­ toli k yurtseverliği nden geldiği anlaşılmaktadır. Bir diğer sağlam ve destekleyici yakın arkadaşı Joanna Zaleska 'ydı ve kocasıyla birlikte şairi, paşalık yapmak ona aşırı geldi­ ğinde besleyip rahat ettiriyorlardı . Dördüncü kadın Karo­ lina Sobafıska 'ydı . Şairle polisin metresinin nasıl bir araya gelebildiğini açıklayacak birçok mektup -çoğu da Mickiewicz'in ölümünden kısa süre sonra oğlu tarafından- yakıldı. Bu eksiklik geride iki gizem bırakıyor. İlki birbirleri için ne hissettikleriyle ilgi l i . İkinci gizem birbirleri­ nin gizli faa liyetlerini de ne kadar bildikleri çünkü ikisi için de bilinmesi gereken çok şey vard ı. 1 95

Bu büyük bir aşk değildi . Anlaşılan fiziki çekicilik ve karşılıklı merakla ve büyük olasılıkla Jan Witt'in önayak olmasıyla b a ş l a m ı ş t ı . Witt Karoli n a ' y ı , A d a m M i c k i ­ ewicz'den önce v e sonra erkeklerin neyin peşinde oldukla­ rını anlamak için kullanmış ve bu iş onunla yatağa girmeyi gerektirirse bunu da kabul etmişti . Ama Sobanska ile Mic­ kiewicz arasındaki ilişki koşullara uymayan bir yere doğru gitmişti : arkadaş olmuşlardı . Mickiewicz bu muhteşem ve kötü genç hanımda çekincesiz konuşabileceği bir kişilik keşfetmişti. O na taktığı lakap, Mozart'dan çok Byron'un kahramanı Don Juan'ın cesur maceralarından esinlendiği 'Donna Giovanna 'ydı . Kadın da onun, anlaşılan kendisini Vilnius'taki öğrenci yoldaşlarından biri yerine koyan ber­ bat taşralı tavırlarından etkilenmişti. Yaşlandığında Adam hakkında en çok anımsadığı, misafir odasında kendisini konuşmaya kaptırdığında ne kadar kabalaşıp yontulmamış biri haline geldiğiydi. Boş çay bardağını sanki oradan ge­ çen bir dalkavukmuş gibi Witt'e uzatırdı ve ilk karşılaşıp da ona ne içmek istediğini sorduğunda, gerçekten de ka­ dınla garsbnla konuşuyormuş gibi konuşmuştu: " kahve is­ tiyorum ama kreması ve köpüğü bol olmalı . " Başkaları bu ilişkiyi ahlaki ama en çok da siyasal neden­ lerle feci olarak nitelendiriyordu. Onlara göre Karolina Rus muhbir ve işbirlikçiydi, başka bir şey değil . Ama Micki­ ewicz, o zaman da sonra da, onun baş edilmez zorluklar içinde kendi yolunu bulan iyi bir insan olduğunu savunmuş­ tu. Kadının sevmediği yönleri vardı; ona karşı sadakatsizdi ve ona " başkaları içinde biri " olduğunu açıkladığında bunu kabul edemiyordu. Şiirlerinde kendisinden söz etmesi için başının etini yiyerek ve -herhalde Witt'in isteğiyle- ona gün­ lüklerini göstermesi için zorlayarak çok rahatsız edici olabi­ liyordu . Ama Mickiewicz, başkalarının aksine hiçbir zaman onun yozlaşmış olduğunu söylemedi. Yıllar sonra, Paris'tey­ ken, Amerikalı yazar Margaret Fuller, Karolina'ya bir gemi­ de rastladı ve Mickiewicz'e yazarak onun kim olduğunu sor­ du. Mickiewicz ona, kıskançlığını ( " çok romantik ve çok sa1 96

hipleniciydim " ) anlattı ve Karolina'yla bir gün Pairs'te bu­ luşma umudunu yazdı; " eğer hala eskisi gibi kibar ve duyar­ lıysa, " ona iyi öğütler verecek ve teselli edecekti. . Bunlar kullanılması tuhaf sözlerdi ama onun ilişkilerine değerlendirişine göre daha çok alıcı olan kendisiydi. Yazar olarak onun yaşamını almıştı ve kendi imgelemi için kullan­ mıştı. İçsel sadakati gizleyen dışsal hıyanet teması, düşman kampında gerçekte onun hain olduğunu düşünenlerin dava­ sına hizmet etmek için çalışan hainin hikayesi, onu etkilemiş ve içine işlemişti . Bu hikaye onun, Odessa'yı terk ettikten hemen sonra yazdığı Konrad Wallenrod mensur şiirine esin kaynağı olmuştu; bu, Töton Şövalyelerine onları mahvetmek için katılan iki taraflı bir Litvanya casusuna ilişkin bir orta­ çağ hikayesiydi. Bu eserden Polonya diline, çoğu Polonyalı­ nın yaşam deneyiminden bildiği uğursuz belirsizlikleri ve iki yönlü sadakati anlatan 'Wallenrodizm' terimi girdi. Ama bu tema aynı zamanda şaire az bilinen Bar Konfederasyoncula­ rı 'nı, onsekizinci yüzyıl Polonya tarihindeki bir episodla ilgi­ li melodramı da yazdırdı. O zaman sürgünde olan Micki­ ewicz bunu aile faturalarını ödemek için Fransızca yazmıştı. Paris tiyatroları oyunu geri çevirdiler ve el yazmalarını kay­ bettiler; yani bugüne beş perdeden yalnızca ikisi kaldı. Ka­ lanlardan oyunun Witt, Karolina Sobanska ve Witt'in em­ rindeki bazı adı çıkmış polis ajanlarının bir tür üstü örtülü açıklanması olduğu anlaşılıyor. Burada Karolina açıkça 'Wallenrod'dur. Rus generalinin metresi bir Polonya kontesi olarak Harkov' da ondan ailesi dahil birçok Polonyalı nefret etmektedir. Ama gerçekte kontes yurttaşlarını tutuklanma, Sibirya sürgünü ve darağacından kurtarmaya çalışmaktadır. Oyundan Karolina'nm. kendisini Mickiewicz'e böyle anlattığı açığa çıkıyor. Anlaşılan o da ona inanmış . Bu sıra­ larda 'Şahi n ' adlı bir sone yazmıştı; bunun sonunu ya getir­ memiştir ya da son satırı bir makasa kurban gitmiştir. Şiir bir geminin serenine tutanarak fırtınadan kurtulan bir alıcı kuşu anlatmaktadır: " Hiçbir tanrısız el onu yakalayama­ sın. " Ve sone şöyle devam eder: 1 97

O bir misa fir, Giovanna; bir misafiri yakalayan, Eğer denizdeyse, fırtınalardan kendisini korusun. Benim, kendinin hikayeni hatırla ! Sen de yaşam denizinde - canavarlar gördün, Ve bora beni de sürükledi; yağmur kanatlarımı ıslattı . Niçin bu tatlı sözler, bu aldatıcı umutlar ? Sen kendin tehl ikedeyken, başkaları için tuzaksın . . . Ama Karolina Sobanska, alıcı kuş da olsa, Kon(ederas­ yoncular'ın sadık kontesi değildi. Wallenrod da değildi. So­ banska çarın yetenekli ve sadık aj anıydı ve sonraki yıl larda kendi ülkesine muazzam zararlar verecekti . 1 8 30'da Polonyalılar bir kez daha yabancı işgaline kar­ şı ayaklandılar. Kasım Ayaklanması Varşova'da başladı ve ertesi yıl Rus işgalindeki Polonya ve Litvanya 'ya yayıldı , partizan çeteleri Rus düzenli ordularına karşı ormanlarda umutsuz bir vur kaç savaşına girdiler. Ayaklanma yenilgi­ lerle dağılmaya başlarken, Witt 1 8 3 1 'de işgal altındaki şehrin askeri valisi olarak Varşova'ya tayin edildi ve K aro­ lina'yı da birlikte götürdü. Orada Karolina'nın yakalanıp Sibirya'ya gönderilmek istenen birçok Polonyalı subayı kurtardığı ve hastanede Polonyalı yaralıları ziyaret ettiği anlatılır. Ama esas işi casusluktu. Witt onu, ayaklanmanın önderliğine ve orada toplanan Polonya lı sürgünler arasına sızması için Saksonya'ya, Dresden'e yolladı. Dresden'de Karolina bir kez daha yurtsever ve yandaş rolü oynadı ve sürgün topluluğundan en azından bazılarının güvenini ka­ zandı . Witt'e siyasal ve askeri bilgiler aktarmakla kalmadı, güvenli olduğunu düşündüğünde maneviyatı yıkılmış Po­ lonyalı subayları çarla barış yapmaya ikna etmeye çalıştı. Tuhaf biçimde, Odessa' daki ününe karşın, Polonyalı ayaklanmacılar ona Rus efendilerind�n daha fazla güven­ me eği limindeydiler. 1 825 'de Aleksandr'ın yerine geçmiş olan çar 1 . Nikolay ondan daima şüphe etti. Witt onu Var­ şova'ya götürdüğünde çar Rus komutan Paskeviç'e yaza­ rak Sobanska 'nın şehirde kalmasına izin verilmemesini ve 1 98

Witt' i n onula evlenme hatasına düşerse kariyerinin bozul­ masını isted i . " O en büyük ve en yetenekli entrikacı ve her­ kesi ağına düşürebilecek biçimde çekiciliğini ve kurnazlığını kullanabilen, uzak tutulması gereken bir Polonyalıdır . . . " Bir başka mektubunda N i kolay onu kaba bir b içimde " Rusya'ya da Witt'e bağlı olduğu kadar bağl ı olan bir etek parçası " diye tanımlıyordu. Sobaiıska'ya o yılın sonunda Varşova 'yı terk etmesi em­ redildi. Öfkeye kapılan kadın çarın siyasal polis şefi Benc­ kendorff'a Fransızca uzun bir mektup yazdı. Bu mektup sonunda 1 93 5 'de Sovyetler Birliği tarafından, Puşkin ve çevresi hakkında bir dizi yayınlanmamış ve çoğunlukla bi­ l i n meyen b e l ge arasında yayınlanana kadar, yüzyıldan uzun süre gizli dosyalarda kaldı . Polonya edebiyat dünyası için bu mektup korkunç ve aşağılayıcı bir darbe oldu: Generalim [diye yazıyordu] Mareşal Prens Maj este­ leri İmparator tarafından verilen Varşova' dan çıka­ rılmamla ilgili emri bana henüz verdi. Bu emre, ilahi takdire nasıl uyacaksam, onun gibi tam bir teslimi­ yetle bağlı kalıyorum. Fakat generalim, izin verin de bu konuda size yü­ reğimi açayım ve duyduğum acıyla nasıl boğulduğu­ mu anlatayım. Maj estelerinin, bana karşı bir iradeyle memnun edilmiş olması, beni benim ilkelerimin, ka­ rakterimin ve efendime duyduğum sevginin bu kadar acımasızca yargılanıp bu kadar uygunsuz biçimde çarpıtıldığı gibi korkutucu düşünceden daha az üz­ müştür. Ben size, şahsınıza başvuruyorum , genera­ lim, bu ülkeyi altüst eden felaketler olmadan önce de sonra da o kadar açık konuştuğum, o kadar içtenlik­ le yazdığım size. Yalnızca geçmişe şöyle bir bakmaya tenezzül ederseniz, benim hakkımı teslim etmek için yeterli olacaktır ! Efendisinin hizmeti nde benden da­ ha fazla, genellikle kendi yok edi lme riskini alarak, daha büyük bağlılıkla, daha büyük gayretle ve daha 1 99

faal olarak çalışan bir kadın daha bulunmadığını söyleme cesaretini kendimde buluyorum . . . Ailemin daima ifade ettiği düşünceler, annemin Kiev eyaletindeki ayaklanma sırasında maruz kaldı­ ğı tehlikeler, erkek kardeşlerimin davranışları, beni on üç yıldır en değerli işi Efendisininkiler üstüne yo­ ğunlaşmak olan bir erkekle b irleştiren bağ, talihsiz­ lik eseri ait olduğum millet için duyduğum büyük te­ essüf; bunların hepsi, inanıyorum ki, şimdi kurbanı olduğum kuşkulardan beni arındırmaya yetecektir. Mektup bazı faaliyetleri konusunda ayrıntıya da gir­ mektedir: Dresden'de sürgündeki ayaklanma komutasına sızmak ve Kasım Ayaklanması'nın başarısızlığından hayal kırıklığına uğrayan önde gelen Polonyalılarla temas kur­ mak, mümkün olursa onları döndürmek. " Polonyalı adım­ la, burada [Varşova] doğal olarak niyetleri suç ve karakter­ leri korkaklık içeren, gerçek düşüncelerini inkar ederek ve­ ya onlara yandaş olanlara ihanet ederek boyunlarını kur­ tarmak isteyenlerin hedefiydim . " Bütün metin yalnız aşırı tutucu görüşler (Polonyalı ayaklanmacılara 'Jakoben' de­ mektedir) değil fakat kendi yurttaşlarına karşı olağandışı tiksinme kokusuyla doludur. Polonyalılarla buluşmak zorunda kaldım; hatta ken­ di karakterime iğrenç gelenlerle de görüştüm. Ama bana kuduz köpek tarafından yalanma hissi veren­ lerle temas etmeye kendimi zorlayamadım. Bu iğren­ meyi alt etmeyi beceremedim ve itiraf ederim, beni dehşet duygularıyla dolduranlara itaat gösteremedi­ ğim için bazı önemli keşifleri yapma olanağımı yitir­ dim . . . 1 9 3 5 'e kadar Polonyalılar Mickiewicz değişkesini cid­ diye alabiliyorlardı: Buna göre Sobanska nihai olarak Po­ lonya'ya bağlı olan iki yönlü bir ajandı. Ama bu mektup 200

onun bütün mazeretlerini yok etmişti . Sonunda, etkileyici Romantik bir düalizmin söz konusu olmadığı ortaya çık­ mıştı. Sobariska'nın çifte kişiliğinin yarattığı ayna oyunu yoktu. Basitçe o bir Rus aj anıydı. Karolina Sobariska'yla ilgili gerçek buysa, Mickiewicz O dessa'da onunla sevişmek için odasında buluştuğunda bunu bilmiyordu ve bunu öğrenmeden de öldüğü açıktı. Ama şair Karadeniz'e kendi sırlarıyla gelmişti ve ne kadarı­ nı onunla paylaştığını bilmek de olanaksız. Genç ve ro­ mantikti ancak bazı çetin siyasal deneyimlere çoktan sahip olmuştu . Öğrenci kargaşası ile ciddi gizli örgütlenmenin farkını ve nelerin yazıya geçirilmeyeceğini biliyordu. Odes­ sa 'ya varışından kısa süre sonra Malewski 'nin Vilnius'daki kız kardeşi Zosia'ya bir mektubunda şakadan 'Karadeniz Haritası ' çizdi diye dedikodu çıkmıştı. Mektup haritanın şifreli askeri plan olduğunu düşünen Rus sansürü tarafın­ dan açılmış ve dosya St. Petersburg'a oradan da zararsız diye nitelendirilerek geri Vorontsov'a gönderilmişti . Ama Mickiewicz'in sağduyusu onun Moskova 'da kaldığı süre içinde gerçekten faaliyetinin ne olduğu konusunu açıkça bilmeyi zorlaştırıyor. Bazı Polonyalı yazarlar onun bütün hareketlerine bir gizli örgüt havası veriyorlar. Bazıları daha akla yakın biçimde, yıl sonunda St. Petersburg'da gerçekle­ şecek Dekabrist ayaklanmanın öncesindeki bu aylar bo­ yunca Mickiewicz'in iyi bilgilenmiş bir seyirciden başka bir şey olmadığını önerirler. Elbette bazı gizli temasları vardı. O ve öteki iki Polon­ yalı sürgün St. Petersburg'daki önde gelen Dekabrist su­ ikastçıların hemen hepsiyle tanışmışlardı ve Dekabrist ön­ derler Ryleyev'le Bestuj ev onlara, Odessa'daki yoldaşları şair Tumansky'e götürmeleri için tavsiye mektubu vermiş­ lerdi: " Bunlar harika, cesur çocuklar! Duygu ve düşüncele­ riyle uzun süredir bizimle arkadaşlar. Mickiewicz şair ve ülkesinde sevilen biri . " Tumansky gizli örgütün o sırada gelecek vaat eden güney kanadının merkezindeydi . 1 82 5 baharında, Mickiewicz O dessa'ya ulaştığında, suikastçılar 20 1

1. Aleksandr'ı Azak Denizi ziyareti sırasında Taganrog'da bıça klamayı planlıyorlardı . Odessa 'da da Kont Piotr Mozsynski gibi· Polonyalı su­ ikastçılar vardı. Kont, Polonyalı yeraltı gruplarıyla Dekab­ ristler arasında köprü kuran genç bir soyluydu . Micki­ ewicz onunla tanıştı ve herhalde devrimci siyaset konusunu tartıştılar ama neler dendiği hakkında bir şey bilinmiyor. Odessa ne ol ursa olsun gizli plan ve rüyaları olan yabancı sürgünlerle doluydu . Çar bir yıl önce Vorontsov'a " Polon­ ya eyaleti de dahil, her yerden . . . bilerek ve isteyerek veya kendi düşüncesizlikleriyle Odessa'ya gelen insanlar . . . za­ yıf zihinler üstü nde zararlı etkiler yapabilecek temelsiz ve tehlikeli dedikodular yaymakla uğraşıyorlar . . . " diye şika­ yet ediyordu. Bu Odessa'nın süreklilik taşıyan bir niteliğiy­ di. Mickiewicz gelmeden önce, Fransız mühendisler Napol­ yon'un devrilmesi için örgütlenmişlerdi . 1 8 1 4'de O dessalı Yunanlılar, ' Megali İdea'ya ulaşmak, Osmanlıları yok ede­ rek Bizans İmparatorl uğu'nu yeniden kurmak amacıyla Philiki Hetaireia'yı ( Dostluk Derneği ) kurmuşlardı . Çok daha sonra Odessa dünyaya, militan 'devrimci ' Zion izm'in kurucusu Vladimir Jabotinsky ile Lev Bronstein yani Troç­ ki'yi de yetiştirdi . Jan Witt Ta ganrog'daki bıçakçı suikastçılardan haber­ dardı . Ne kadarını bildiği açık değil ama , nasıl haberdar olduğunu tahmin etmek zor değil. Kırım'a, polisin ne ka­ dar hazır olduğunu ve siyasal gerilimi görmek için bir teftiş gezisi yapmaya karar vermişti ve sosyal ve kurnaz biri ol­ duğundan, bu geziyi haklarında daha fazla bilgi sahibi ol­ mak istediği insanların katıldığı bir tati l partisine döndür­ dü. Ağustos 1 825 'in ortasında O dessa 'nın yolcu rıhtımın­ da güneş şemsiyeleri, şarap, ressam sehpaları, albüm ve te­ leskoplar arasında gerçekten inanılmaz bir grup insan top­ landı. Mick iewicz ve Witt de orada y dı. Karol ina'yla bo­ şanmak üzere olduğu kocas ı Hieronym de. Karolina 'nın kardeşi , Sobaiıski malikanesinde kiracı olarak ka lan, neşe­ li, düşüncesiz bir genç ol arak bilinen ve Kalusowski deni-

202

len Henryk de gelmişti . Entomoloj ist olduğunu söyleyen Boşniak adlı gözlüklü, sıska bir Rus da vardı . Yanlarında çoğu Kazak ve Tatar hizmetçi grubu da seyahat ediyordu. Kalusowski yalnızca onları yolculamak niyetiyle gel­ mişti ama gemideki yemeğe katılması teklifini kıramamış ve yemeğini bitirdiğinde denize açılmış olduklarını fark et­ mişti . İlk gün sıcak ve sakindi. İkinci gün, diğerleri deniz tutmasından muzdarip yatarlarken Mickiewicz'in güverte­ de, güvenlik için kendisini di reğe bağlatıp eğlendiği bir fır­ tına çıktı. Sonunda Sivastopol' a ulaştılar ve Witt'in bir ev kiraladığı Evpatoriya'ya gitmek için arabalara bindiler. Kı­ rım' da yaklaşık iki ay kalacaklardı . Witt'le Karolina çoğunlukla Evpatoriya'da kal dılar ve banyo yapıp güneşin tadını çıkarmanın dışında görünüşte başka bir şey yapmadılar. Mickiewicz yarımadanın bütün güney kıyısını, bazen yanında yalnız bir kılavuzla bazen de Henryk Rzewuski olduğu halde dolaştı . Sessiz Boşniak da fırsat bulduğu zamanlar ona katıldı. Bu Kırım seyahati hak­ kındaki çeşitli anlatımlarda, günler umutsuz derecede birbi­ rine karıştırılmıştır, dolayısıyla Mickiewicz'in ne zaman kimle nereye gittiğini bulmak mümkün değildir. İçerdeki Simferopol şehrini ziyaret ettiğine kuşku yok; Kırım Tatar hanlarının Bahçesaray' daki sarayı ile Karaimlerin yakında­ ki Çufutkale'de bulunan kaya yerleşimlerini de görmeye git­ mişti. Şatir Dağı 'na tırmanıp Tatar kulübelerinde uyudu. Ama turizmden başka konularla da ilgilendiği anlaşılıyor. Bir anlatıma göre Simferopol'da, Akıldan Bela adlı eserini yeni tamamlamış olan Rus tiyatrocu ve diplomat Aleksandr Gri boyedov * la buluştu . Gri boyedov Dekabristlerle i lişki içindeydi ve Mickiewicz'le Polonyalı yazar Gustaw Olizar arasındaki gizli ilişkiyi de o sağlamış ola bilir. Olizar'ın Kırım yalıyarının üstündeki evinde bu buluş­ manın gerçekleştiği kesi n. Mickiewicz'in Ol izar'la bir hafta * Aleksandr Griboyedov, Akıldan Bela, çev: Z. Akkoç, Ş.S. İ lter M.E.B. Y., İ stanbul 1 9 64.

203

kadar kaldığı anlaşılıyor. Sahilde bir kulübede yatarak, Ta­ tar köylülerle konuşarak ve sahilden birkaç kilometre uzak­ taki evine tek başına çekilmiş olan Prenses Golitsyn 'den ödünç kitaplar alarak geçirilen bir hafta. Elbette ev sahi­ biyle akşamları siyaset konuşuyordu, çünkü O lizar da siya­ sal olarak kuşkulu şair-komploculardandı . Bir Rus genera­ linin kızı ve Puşkin'in de ilgisini çekmiş olan Maria Ra­ yevskaya'ya aşık olmuştu. Babası, Polonyalı ve Katolik ol­ duğu için Olizar'm kızma talip olmasına izin vermeyince o da bu acımasız dünyadan elini çekmişti. Ayu Dağı burnu­ nun yamaçlarında Gurzuf'da, Karadeniz'e bakan bir parça toprak alan O lizar, burada yalnız yaşamak üzere kendisine rahat bir inziva yeri yaptırmıştı . Evine Kardiatrikon ( ' Yü­ reğin Dermanı' ) adını takarak kendini melankolik şiirler ve yitik sevginin anılarını yazmaya adamıştı. Olizar kıyıya ya­ kın yerde, çevresi servilerle çevrili, Kadm'a adanmış bir de 'Acı Tapınağı' yaptırıyordu. Tapmak hiçbir zaman tamamlanamadı. O lizar görünür­ de dünyayla ilgisini kesmiş olmasına karşın, Dekabristlerle çok yakın ilişki içindeydi. 1 82 6 'da, St. Petersburg'daki feci Dekabrist ayaklanma fiyaskosundan ve güney kanadının Kiev'i ele geçirmekte başarısız kalmasından sonra, tutuk­ landı ve malına el kondu. Olizar romantik sürgünden ger­ çeğine geçti. 'Kardiatrikon' Golitsyn ailesi tarafından ucu­ zuna alındı ve aile burayı yıkıp lüks bir villa inşa ettirdi . Bugün bu bina Sovyet Savunma Bakanlığına bağlı bir sana­ toryumken yarı terk edilmiş bir durumda bulunuyor. Mickiewicz her fırsatta Evpatoriya 'daki üsse dönerek Witt ve ev-partisinden ötekilerle birkaç gün dinleniyordu . Ama Sobanska onun deneyimleri hakkında konuşmakta isteksiz olduğunu gördü. O na kendi not defterini vererek ilginç top lantı ve konuşmalarla izlenimlerini yazmazsa , sonradan unutacağı uyarısında bulu n d u . Hediyenin kar­ şılığı olarak da ona döndüğünde yazdıklarını gösterecek­ ti. O da öyle yaptı, ama Sobanska deftere manzara ve Ta­ tar kıyafetleri çizimleri dışında pek yazı yazmadığını gör204

d ü . Kal usowski kardeşine, daha sonra, Mickiewicz'in ce- binde bir deste kart gibi kağıt taşıdığını, zaman zaman oturup bunlara canlı canlı bir şeyler karaladığını anlattı . Ama kadın bu kartları okumaya hiçbir zaman muvaffak olamadı. Ama bir yönüyle de sonunda onları okudu. Bunlar Adam Mickiewicz'in Kırım dağlarına çıkar veya at sürer­ ken aklına gelen notlar, hayaller ve edebi düşüncelerdi ve ertesi yıl Kırım Soneleri 'ne dönüştüler. İlk kez 1 826 yılında yayınlanan Kırım Soneleri on sekiz tanedir. Polonya'da halen çok iyi bilinir, alıntılanır ve öğre­ tilirler. Mickiewicz'in o dönemde yazdığı öteki daha kısa ve yoğun şiirlerine göre daha ' kolay'dırlar ve bazıları yurt­ sever duygular taşıdığı için popüler olmuştur. Doğrudan yazılmış ama tuhaf biçimde huzursuz şiirlerdir, hitap ettik­ leri yer ve hitap ediş tonları daima değişir, genellikle sone biçiminin sınırlarının dışına çıkarlar. Huzursuzluk kaynak­ larından biri bellektir; 'şair', egzotik bir manzarayı seyre­ derken başka (kuzeyli ve yitirilmiş ) bir manzaranın anısıy­ la, Polonyalı bir sesle hatta basit öteki oluşla ve uzaklıkla vurgun yemişe döner. Kırım Sonelerinin ilki ve bazı yönle­ riyle en iyisi olan 'Akkerman Stepi' hiç de Kırım'la ilgili değildir; D inyester halicinin içlerine doğru, devasa Akker­ man kalesine yapılan seyahati anlatır. Mickiewicz stepin okyanus sessizliğini hissettirir ve bu sessizlikte bir yaprak üstünde titreyen kelebeği duyabilir: Otları okşayarak, bir yılanın karnı sürünüyor. Böyle bir sessizlikte, kulağımı açıyorum Litvanya 'dan bir ses duyabilirim. - D evam et, hiç ses yok ! Bu şiirlerde, ilk kez, Mickiewicz'in şairi hacıya benzetti­ ği imgesi ortaya çıkar. Bazı sonelerde hacı, Kırım dağ ve vadilerini kutsal bir kılavuz olan Mirza'yla aşan bir Müslü­ man'dır. Başkalarında, yolculuk açıkça " şairin uzak düştü­ ğü sevgili yurdu " ndan sürgün edilmesidir. Birkaç yıl sonra 205

Mickiewicz Polonya Ulusu ve Polonyalı Hacılar kita bını yazacaktır ve bu kitabı 1 8 3 1 Kasım Ayaklanması'nın başa­ rısızlığından sonra yurt dışına kaçan m ülteci lere seslen­ mektedir. İncil tarzında yazılmış, Polonyalı sürgünler için en kötü umutsuzluk zamanlarında rahatlatıcı havuç ve so­ pa olan bu tuhaf eserde, hacılık Polonyalıların yabana ül­ kelerde dolaşmak zorunda kalmasından başka anlama gel­ mez. Hacılık, haça gerilip mezara konulan Tanrı 'nın seçtiği ulusun, acılar çekerek bütün uluslar için ayaklanma ve kurtuluş yolunu bulmak için Haç Yolu'nda dolaşmasıdır; " Hac yolunda bir şehre gelince, ' Ö zgürlü seninle olsun ! ' diyerek onu kutsa, eğer seni kabul edip dinlerlerse özgür olurlar, ama seni hor görürlerse, sana ve tuttuğun yola kar­ şı sağır kalırlarsa, o zaman kutsaman seninle kalmak için sana döner . . . " Aynı kitapta Mickiewicz şunları yazar: Polonya ulusu ölmüş değil: gövdesi mezarda yatıyor ama ruhu İsa'dan evvel ölen bilinmezlerin yanına in­ miş . . . Polonya acılarına tanık olsun diye kendi ül­ kelerinde ve onun dışında köleliğe maruz kalan bü­ tün halkların yanına. Ama üçüncü gün ruh gövdeye geri döner; Ulus tekrar dirilecek ve bütün Avrupa halklarını kölelik­ ten kurtaracaktır. Ve üç gün çoktan geçti; ilki Varşova 'nın ilk düşü­ şüyle sona erdi; ikinci gün Varşova 'nın ikinci düşü­ şü, ve üçüncü gün geldi ama henüz sona ermedi. İsa 'nın dirilişinde dünyada kurban kanının ak­ ması sona erdiği gi bi, Polonya ulusunun dirilişinde de Hıristiyanlık dünyasında savaş bitecek. Bu olağandışı bir Mesihçilik öğretisi, Polonya ulusunun İsa 'nın kolekti f dirilişiyle özdeşleştirilmesidir. Mesihçilik sonraki bir buçuk yüzyıl içinde devamlı güç kazanacaktır. Tarih bunu gösteriyor. 206

Her şeye kadir Tanrı ! Savaşçı bir ulusun çocukları silahsız ellerini d ünyanın her yerinde sana doğru kaldırıyorla r. S i b i rya madenlerinin ve Kamçatka karlarının dibinden, Cezayir düzlüklerinden ve Fran­ sa'nın yabancı topraklarından sana sesleniyorlar . . . İnanç ve özgürlük savaşında ölen bütün askerlerimi­ zin kanı için, bizi kurtar Ya Rab ! Bütün mahkumla­ rın, m ültecilerin ve Polonyalı hacıların yaraları , göz yaşları ve acıları adına, bizi kurtar Ya Rab ! Bunlar 1 8 32 'de yazılmıştı . 1 944' de, Varşova Ayaklan­ ması 'ndan sonra da aynen yazılmış olabilirlerdi. Mesihçil i k Karadeniz sahilinde yalnız Mickiewicz'in ge­ liştirdiği bir görüş değildi. Goethe ve Byron kuşağından he­ men her yazar gibi o da 'oryantalizm'e bulaşmıştı . Bu hem evrensel bir moda hem de Kırım'la halklarının, İslami kül­ tür bir yana, daha önce dağ görmemiş olan genç yazar üs­ tünde yarattığı etkinin eseriydi . Ama onun oryantalizmi, Avrupa'nın başka her yerinde yaygı nlaştığı gibi, Doğu 'nun 'çürümüşlüğü' karşısında Batı 'nın üstünlüğü ve ' uygarlığı' karşılaştırmasını içeren efendilik söyleminden uzaktı. Kı­ rım Tatarlarında ve Bahçesaray'daki hanlık emanetlerinde Slav Hıristiyanlığının yoksun olduğu insancıllık ve duyarlı­ lığı gördüğü gi bi, Katerina ve Rus iktidarı karşısında Po­ lonya 'yla aynı fetih ve aşağılanma kaderini yaşayan kardeş halkı da görmüştü. Mickiewicz kendi Katolik inancının gü­ cüne karşın Müslümanlıkla bu ortak yön ü benimseyebile­ cek yapıdaydı ve sonraki yıl larında Polonya 'nın bağımsız­ lık davası için Osmanlı İmparatorluğu'yla işbirliği yap­ makta zorlanmadı. Ve öyle anlaşıl ıyor ki, Mickiewicz'in Yahudiliğe ve Ya­ hudi halkına karşı büyük kişisel saygı duyan zihinsel yapı­ sının ol uşumu da Kırım 'da gerçekleşti . Litvanya Ya hudi topl uluklarını, Vilnius 'ta toplanmış olan Hasidik entelek­ tüel mistisizmi, k üçük kasaba ve köylerin ştetl yaşamı, Vil­ nius'la Kaunas arasındaki Trakai Karait kolonisini, zaten 207

biliyordu . Ama Kırım'daki Evpatoriya o zaman halen Ka­ raim başkenti olma özelliğini sürdürüyordu ve Evpatori­ ya'da Mickiewicz gelenek ve inançları inceleme fırsatını kaçırmadı. Daha sonra, Fransa'da sürgünken, Yahudi lerin bütün uluslardan eski, ilahi vahyi alan en eski halk olduğu fikrinde ısrar edecekti . Ve Polonya mültecil erinin siyasal önderlerini çoğunlukla rahatsız edecek biçimde, Yahudile­ rin bağımsızlık mücadelesinde öncü rolü oynamaları gerek­ tiğini ileri sürecekti . Pratik nedenlerle Polonya ve Litvanya Yahudilerinin iyi asker olacağını düşünüyor ve köylülüğün eğer Yahudilerin katılımı sağlanırsa, ve eğer Yahudi ger­ çekçiliğine saygı gösterirlerse, bir başka ayaklanmaya çok daha kolay çekilebileceğini savunuyordu . B u görüşler, daha sonra sanıldığı kadar olağandışı veya duyulmadık şeyler değildi. Bunlar, Polonyal ı olmanın ırk veya din bağı olmaktan çok siyasal bağlılık anlamına geldi­ ği daha hoşgörülü bir devletler-topluluğu dünyasının, şim­ di yok olmuş sesiydi. Örneğin Paylaşıma karşı 1 794 Ayak­ lanması'nda Varşova'yı Rusya ve Prusyal ılara karşı Yahudi hafif süvari alayının koruması olağan kabul ediliyordu. Devletl er-topluluğunda oldukça yayılmış olsa da, Katolik anti-semitizmi henüz yurtsever çıkarları temsil etmiyordu . Ancak 1 9. yüzyılın ikinci yarısındadır ki Roman Dmowski ve onun Ulusal Demokratlarının ' modern' ulusçuluğu, 'gerçek Polonyalı'nın Lehce konuşan Katolik Slav olduğu­ nu, Kraliyet Devletler-topluluğunda bir arada yaşayan öte­ ki toplulukların -öncelikle Ya hudilerin- 'ulusal çıkar'ların gerçekleştirilmesi önünde engel oluşturduklarını vaaz et­ meye başladı. Mickiewicz Kırım seyahati sıra sında Odessa'yı kısa sonra terk edeceğini biliyordu. Gelişinden � irkaç hafta sonra St. Petersburg'daki yetkililer üç Polonyalı arkadaşın Yeni Rus­ ya'da yapabileceklerinden huzursuzluk duymaya başladılar ve M ickiewicz' in sonraki rotası hakkında uzun, centilmen­ ce görüşmeler başladı. O Kafkasya'yı istiyor, St. Petersburg 208

kabul etmiyordu ve sonunda Moskova'ya gönderilmeye ra­ zı oldu. Kırım'dan O dessa'ya Ekim ortasında döndü. Bir ay sonra Jezowski'yle birlikte, bir arabayla Moskova'ya götü­ rüldü. Güçlü, buz gibi soğuk bir şiir olan 'Ayrılık Gününde Düşünceler', boş ve sessiz dairesinde son dolaşmasını, git­ mek için sabırsızlanışını, bu ' üzgün, yabancı şehir'de yaşlı bir göz veya yanak bulunmayışına omuz silkişini anlatır. Mickiewicz'le Sobaiıska, anlaşılan bir başka erkek ne­ deniyle ve kadının 'ait olmak'tan hoşlanmayışı dolayısıyla zaten ayrılmışlardı . Onsuz, Jan Witt'in profesyonel hare­ ketlerine aldırmamak daha zor oluyordu . O sırada, ayrılı­ şından az önceleri, Mickiewicz'in asla unutmadığı küçük, ürkütücü bir olay oldu. Partinin Kırım'dan dönüşünden iki hafta kadar sonra, Mickiewicz Witt'e yemeğe gitti. Misafirler geldiğinde, uzun boylu, zayıf bir subay da, omuzlarında apoletleri, göğsü madalyalarla dolu üniformasıyla azamet içinde yemek oda­ sına gird i . Adam gözlük takmadığı için Mickiewicz bir an 'entomoloj ist' Boşniak 'ı tanıyamadı, ama tanıdığında da herhalde O dessa 'da ilk kez ciddi biçimde korktu. Yemekten sonra Witt' i bir kenara çekti ve çıkarabildiği kadar hafif bir sesle " Mais qui est done ce monsier ? * Onun tek işinin sinek yakalamak olduğunu sanıyordum " diye sordu. Witt, mani­ dar, " Ah, bizim için her türlü sineği yakalar " diye cevap verdi. Ertesi gün, Kırım gezisine katılmış olan üç erkek Polon­ yalı Boşniak'ın gerçekten ne görmüş ve duymuş olabilece­ ğini tam olarak çıkarmak için heyecanlı bir konuşma yap­ tılar. Ama onun kimliği konusunda gerçek bir fikre sahip olabilmek için birkaç ay, Dekabrist davalarına kadar bek­ lemeleri gerekiyordu. Aleksandr Karloviç Boşniak'ın Kırım gezisi sırasında İçişleri Bakanlığı 'nda binbaşı olduğu ama tanınmış bir araştırmacı olarak bildirildiği davalar sırasın­ da albaylığa yükseltilmiş bulunduğu anlaşıldı. *

" Bu b e y de kim ? "

209

Boşniak gerçekten de Witt'in önde gelen karşı istihbarat su bayıydı ve muhtemelen Witt'in kendisini St. Petersburg'a rapor eden de oydu. 1 825 bahar ve yazı sırasında I. Alek­ sandr'a karşı yapılacak suikaste sızaca k olan birimin başı oydu. Seyahat kitapları ve romanlar yazan, biraz hayal gü­ cü yüksek, cesur bir adam olan Boşniak basit bir teknik ge­ liştirmişti : bir gizli örgüt üyesine gidiyor, devrimci inançla­ r a sahip olduğunu bildirerek örgüte dahil edilmesi için yal­ varıyordu . O zamanlar insanlara güvenilen, amatör günler­ di. Boşniak Odessa'da bu tutumuyla birkaç başarı elde et­ mişti. Bir rivayete göre St. Petersburg'da en öneml i üç De­ kabristle bir toplantı yapmayı becermiş ve onlara General Witt'in sistemden soğumuş olduğunu ve bunu gizli tutarak onların planlarında bir rol almak istediğini söylemişti . Komplonun önde gelen adı Pavel İvanoviç Pestel, Boşni­ ak'ın teklifini ciddiye alma eğilimindeydi ama yoldaşları onu bir kenara çekip aklını başına getirdiler. Adam Mickiewicz bütün Kırım gezisinin Wıtt tarafın­ dan Boşniak'ın çalışması için tasarlanmış bir düzenek ol­ duğunu artık anlamış olmalı. Bunu kavrayınca, Karolina Sobaiıska hakkında da görmezlikten gelemeyeceği sorular ortaya çıkıyordu. Ama Sobaiıska 'nın içten 'iyi' olduğu yönündeki inatçılı­ ğı sürdü. Bar Kon(ederasyoncuları oyununda Boşniak, Harkov şehrinden sorumlu Rus generaline blöf yapma öğüdünü veren ajan ve uğursuz sorgucu 'Doktor' olarak görünür. Generale, generalin Polonyalı metresi olan konte­ si ele geçirip kullanmasına izin vermesi için yalvarır, çünkü kontes, istihbarat toplamaya ikna edilebilirse, temasları sa­ yesinde çok değerli bir ajan olabilecekti r. Ama doktor şefi­ ni, kontesin siyasal olarak güvenilmez biri olduğu yolunda da uyarır. Kadın gençliğinde, Rus ka r şıtı Polonya komplo­ sunun önderi Jozef Pulaski'ye aşık olmuştur ve doktor kontesin veya en azından ' kalabalık aile' üyelerinin hala Pulaski'yle temas halinde oldukları konusunda ciddi kuş­ kular taşımaktadır. 210

Elyazması çileden çıkaran biçimde İkinci Sahne'nin so­ nunda en heyecanlı yerinde kesilmeden önce, kontesin ha­ len Pulaski'ye aşık olduğu ve babasının şehirdeki Rus gar­ nizonuna saldırmak için ona katılmak üzere dağlara çık­ maya hazırlandığı anlaşılır. Bu sırada general , kontesi de yanına alarak, aynı tepelere keşif gezisine çıkar ve eylemci­ lerin toplandığı açıklığa gelmek üzeredir. Babası, kızının yaklaşan Ruslarla birlikte olduğunu öğrenmesine karşın, onların hepsini hatta kadınları da öldürme emrine bağlı kalacaktır. Bar Konfederasyoncuları'nı n sonu kayıptır. Ama me­ lodramın kendi kuralları vardır. Oyunun elimizde kalan bölümleri, kontesin yurtsever olduğunun ( muhtemelen kendi canına mal olma pahasına ve Pulaski'nin kollarında şehit olarak ? ) ortaya çıkacağı ve doktorun elbette gelecek sefer daha başarı l ı olacağım diye homurdanarak gizlice yü­ rüyüp gittiği zirve bölümünü tahmin etmeye yeter. O dessa 'dan Moskova 'ya yapılan yolculuk uzun sürdü. Mickiewicz şehre geldiğinde Aralığın ortası olmuş ve Rus tarihi o daha yoldayken yazılmıştı. Aleksandr ölmüştü. Taganrog'a gitmiş fakat hazırlanan suikast Witt ve Boşniak tarafından engellenmiş, çar han­ çerden değil yatağında hastalıktan ölmüştü. Birkaç hafta sonra, gizlenemeyen bir aile mücadelesinin peşinden, yeri­ ne Nikolay çıktı . İki gün sonra da St. Petersburg'daki ey­ lemciler harekete geçtiler. Korkunç soğuk olan bir gün boyunca eylemci birlikleri yeni çara sadık alaylar tarafından sarıldıkları Senato Mey­ danı' nda çakılıp kaldı. 1. Nikolay, eylemciler bir görüşme teklifi ardından ötekini reddederlerken orada bekleyip sey­ retti. Sonunda, karların üstüne yeşilimsi siyah bir toz bulu­ tu çökerken, topçulara doğrudan hedef üstüne misket ateşi yapma emrini verdi. Dekabrist ayaklanmanın sonu ve bir­ kaç kısa kesintiyle otuz yıl sürecek olan polis terörü ege­ menliğinin başlangıcı böyle oldu. Tutu klamalar b ütün ül211

keye yayıldı. Mickiewicz'in bazı arkadaşları, Ryleyev da­ hil, asıldı . Çoğunun yaşamı Sibirya'da son buldu. Adam Mickiewicz Rusya'yı üç yıl sonra, Almanya'ya giden bir İngiliz gemisinde saklanarak terk etti. Bir daha dönmedi . 1 8 3 0 Polonya ulusal aya k lanmasına verdiği ateşli destek onu yaşam boyu sürgüne mahkum etti ; bu durumun, şahini karadan uzaklaştırıp kaderini yabancıla­ rın hoşgörüsüne teslim eden ' deniz fırtınası' olduğu sonra­ dan ortaya çıktı . Polonya'nın neredeyse b ütün entelektüel sınıfı, askeri ve siyasal önderlik dahil, yurt dışına çıktı ve çoğunluğu Paris 'e yerleşen 'Büyük Mülteciler' yalnız ba­ ğımsızlı k kazanmak için değil, ulusal kültürlerinin birlik ve hatta verimliliğini sağlamak için de mücadele ettiler. Po­ lonya edebiyatının klasik çağı on dokuzuncu yüzyıl başları ve ortasıdır ve neredeyse hemen hepsi yurt dışında yazıl­ mıştır. Bu edebiyatın merkezinde de Mickiewicz'in kendisi vardı. Aynı fırtına çok geçmeden Karolina Sobaiıska 'yı da sa­ vurup attı . Sobaiıska Odessa'da Puşkin'le dostluk kurmuş ve Mickiewicz'in ayrılmasından kısa süre sonra St. Peters­ burg' a yaptığı bir ziyarette onunla tekrar buluşmuş, onun kısa süreli, umutsuz fetihler listesine eklenmişti . Bazı aşk mektupları, bir portre denemesi, bir iki şiir bugüne kaldı ama mektuplar yalnızca müsveddeden ibaret ve gönderil­ memişler ( Puşkin, tipik biçimde, her sözcüğe büyük emek harcamış ve harcadığı her cümlenin -" Ben sevmek ve senin peşine düşmek için doğmuşum "- silinip karalanmış bir yı­ ğının ve vazgeçilen sözcüklerin içinden çekilip çıkarıldığı görül üyor) . 1 8 3 6 'da, Polonya ayaklanmasından ve Benc­ kendorff krizinden epey sonra, Witt Karolina'yı başından attı ve o da onun eski yaveri Stefan Çerkovitz'le evlend i . Çerkovitz Rusya'nın hizmetine girmiş bir Sırp subaydı v e Varşova geri alınırken yaşanan en kö t ü katliamlardan biri­ nin sorumlusuydu . Çerkovitz ölünce Karolina Paris'e taşındı. Shakespeare çevirmeni ve on dört romanın yazarı, kendisinden daha 212

ünlü ve hatta verimli bir yazar olan Paul Lacroix' nin kar­ deşi Jules Lacroix' le evlendi . 1 8 50'de kardeşi, sonunda Uk­ rayna 'daki malikanede Berdiçev kilisesinde ölmekte olan Balzac'la· evlenen ve onunla birlikte Paris 'e dönen Eva ( Evelina ) yanma geldi. Yaşamının, oldukça uzun süren ka­ lan bölümünde, Karolina Sobaiıska kağıt oynayarak, tiyat­ roya giderek ve siyasetle hiçbir biçimde ilgilenmeyerek hu­ zurlu ve rahat bir ömür sürdü. Mickiewicz'le bir kez daha karşılaşmış olmaları büyük ihtimal . Şairin Mieczyslaw Jastruiı tarafından yazılan bi­ yografisine göre Karolina ile Jules'in Paris'te verdikleri tu­ haf bir yemekte, Honon� de Balzac şeref konuğu 'en büyük Polonyalı şair'in yanında oturmuştur. O akşamın kötü geç­ tiği kabul edilir. Mickiewicz yeni tür Balzac gerçekçiliğini beğenmiyordu ve kaba bir biçimde Paris'te yayınlanan ki­ taplarının üçte ikisi İskenderiye Kütüphanesi gibi yansa, bu­ nun hiçbir kayıp anlamına gelmeyeceğini söylemişti. Bun­ dan rahatsız olan Balzac, Puşkin ve Mickiewicz'in en sevdi­ ği tür olan mensur şiirin ölmüş gitmiş olduğunu söyledi. Bu hikayede sorun tarihte. Mickiewicz'in Margaret Ful­ ler'e Karolina'yla bir gün Paris 'te buluşma " umut'unu yaz­ dığı yıl 1 8 4 7'yd i . Dolayısıyla yemek Balzac' m Ağustos 1 8 50'de ölüm ünden üç yıl öncesinde olmalı. Ama romancı önceki iki yılın neredeyse tamamını Eva 'nm Ukrayna'daki Vierzçovnia malikanesinde geçirmişti ve Paris'e dönüşleriy­ le ölümü arasındaki üç ayda da akşam partilerinde boy gösteremeyecek kadar hastaydı. Balzac'm Ocak-Eylül 1 84 8 tarihleri arasında Paris'te bulunduğu doğru ama bütün b u zaman içinde Mickiewicz, devrim için Plonya lejyonu top­ lama amacıyla İtalya 'daydı . Belki de mümkün olduğu bir­ kaç haftalık süre içinde görüştüler. Ne olursa olsun, görüş ayrılıkları doğruydu. Mickiewicz Balzac'm 111 uazzam ener­ j isi ve i nsancıllığından hoşlanmıyordu ve onu kaba bulu­ yordu. Balzac, ' Evelina 'sı sayesinde Polonya hakkında ol­ dukça bilgili olsa da, Mickiewicz'i Romantik saçmalıklar çağından kalma bir dinozor olarak görecekti . 213

Balzac'ın ölümünden sonra Karolina bir süre Balzac'ın borçlarını ödeme -Ukrayna 'daki malikane satıldı- ve eser­ lerinin yeni yayımlarını hazırlama sorunuyla karşı karşıya kalan dul kardeşiyle ilgilendi. Eva 'nın sabrı ve nezaketine karşın, korkunç Balzac ailesi, onun Honon� ile yalnızca pa­ rası için evlenen bir para avcısı ve sokak kadını olduğu de­ dikodusunu yaydı . Karolina'dan da, vist oynarlarken kar­ deşiyle Lehçe konuştuğu için nefret ediyorlardı. Karolina hepsinden uzun yaşadı. Ama Adam Mickiewicz'le tekrar karşılaştı mı, bu konuda güvenilir bir kayıt yok . Kahvrengi üniformasıyla T ü r k p o l i s , üstünde Polonya amblemi işli makas bulunan tepsiyi tutuyor. Bay Jastr­ zçbski, Varşova Eyaleti valisi, öne çıkıp törenle makası kullanıyor. Anıtsal plakayı kaplayan örtü kayıyor ve Türk ve Polonyalı ileri gelenlerden oluşan küçük topluluk alkış­ lıyor. Sonra yazıta yakından bakmak için yaklaşıyorlar. " Burada eski'den Adampol olarak bilinen Polonya kö­ yünde, Polonyalılar yaşadı ve yaşıyor. " Sözler Lehçe ve Türkçe yazılmış: plakada Polonya'nın taçlı kartalı ile Tür­ kiye'nin ay ve yıldızı yan yana kazınmış . Polonezköy veya Adampol , Boğaz ve Karadeniz'den birkaç kilometre içerde, Asya yakasındaki tepelerde bulu­ nuyor. Bu köy yüz elli yıl önce, Osmanlı padişahının izniy­ le, Osmanlı ordularınca ' düşmanımın düşmanı dostumdur' ilkesi gereği dost kabul edilen, Rusya 'ya karşı uzun bir mü­ cadelenin gazileri olan Polonya askerleri ve ailelerinin yer­ leşmesi için kurulmuştu. Halen yirmi beş Polonyalı aile bu­ rada yaşıyor; İstanbul'a yerleşen on aile de yazları buraya, kır evlerine geliyorlar. Buraya Büyük Mültecilerin taçsız kralı Prens Adam Czartoryski'nin adından Adampol aqı verilmişti . Prens Pa­ ris 'teki Hotel Lambert'te bulunan karargahından 1 842'de, padişahtan toprak kiralamak için .g elmişti . İlk yerleşimciler 1 8 3 0 Ayaklanması'nın yenilmesinden sonra Osmanlı İm­ paratorluğu'na sığınan subay ve insanlardı. 1 8 5 8 'de, Kırım 214

Savaşı bittikten sonra, ' Osmanlı Kazakları' , Rusya'ya karşı müttefik zaferinin ülkelerine bağımsızl ık sağlayacağı umu­ duna kapılan göçmenlerden ve savaş esirlerinden oluşturu­ lan birlikten kalanlar da onlara katıldı. Son büyük dalga 1 8 63 Ocak Ayaklanması 'nın yenilgisinden sonra geldi . Polonezköy hala koloni gibi . D uvarları, ambar ve bah­ çeleriyle küçük evler batı Polonya 'da bir köyü andırıyor. Okul şimdi kapalı ama Czçstochowa 'nın Siyah Meryem Ana'sına adanan Katolik Kilisesi hala her Pazar günü dolu­ yor. Ziyaretçiler Ryzy ailesinin hanım sultanı ' Zosia Ha­ la'nı n evine götürülüyor. Loş ahşap yatak odasında Mer­ yem Ana'nın yedi ikonu, ön odada ise Czartoryski, Mareşal Pilsudski ve General Sikorski'nin portreleri asılı . 1 9 1 9'da Polonyalı sivil ve askeri öğrencilerin Lwow ( şimdi batı Uk­ rayna'da Lvov) savunmasını gösteren kocaman, parlak bir resim bir duvarda tek başına duruyor. Ön kapının yanında, ince bir düşünceyle, Mustafa Kemal Atatürk'ün resmi kaçı­ nılmaz olarak Karol Woj tyla, Papa il. John Paul'un fotoğ­ rafıyla yan yana konulmuş. Polonezköy kurul duğunda, O s m a n l ı İmparatorluğu -eski Polonya Devletler-topluluğundan farksız biçimde­ çok uluslu bir ülkeydi. Tebadan etnik, dilsel veya dinsel uyum deği l askeri sadakat ve sivil itaat bekleniyordu . Rumlar ( Pontus Rumları olarak bilinen büyük ve kadim halk) halen Karadeniz'in güney sahilinde çoktu; Ermeni ve Yahudiler bürokrasi ve ekonomiyi yönetiyordu. Padişah için Rusya 'ya karşı Katolik Polonyalılarla ittifak yapmakta doğal olmayan bir yön yoktu. Bu ittifakı, daha fazla ihti­ yaçları olmasına karşın önceleri daha zor sindirenler Po­ lonyalılar oldu . Hıristiyanlığın doğudaki kalesi (przedmur­ ze) oldukları yönündeki ulusal imgeleri Osmanlı İmpara­ torluğu ve Tatarlarla yaptıkları savaşlarla oluşmuştu ve 1 6 8 3 'de Kral Jan Sobieski Viyana'yı Türklerden kurtara­ rak, Orta Avrupa 'da Müslüman yayılması tehlikesine son vermişti. Ama on sekizinci yüzyılda Polonya' nın paylaşıl­ ması ve bağımsızlığın kaybedilmesi Polonyalıları dünya gö215

rüşlerini gözden geçirmeye zorladı . Türkiye değil şimdi Rusya büyük düşmandı. Doğu Katolik şövalyeliğinin çiçeği acılı bir uzlaşma yapmak zorunda kaldı. Padişah daha pragmati k bir yaklaşım içindeydi. İstan­ bul'da diplomatik misyon için verilen davette, her elçiyi takdim eden teşrifatçı " Ekselansları Lehistan elçisi " diye seslenmeyi hiç kesmedi. Bu hitabı izleyen utanç dolu sessiz­ lik Babiali'deki Rusya elçileri için daima öfke kaynağı oldu. ilk Adampol kuşakları için koloni Türkiye'nin itirazı olmadan fiilen Paris'ten yönetiliyordu . Kilise ve okul geliş­ mişti ve yerleşimle i lgili haftalık raporlar wojt ( küçük ko­ loninin yönetimi ) tarafından hazırlanıp Hotel Lambert'e gönderiliyordu. Sonra, 1 8 6 3 ' ün peşinden, hava değişmeye başladı. Son büyük ayaklanmanın çökmesi büyük bir ulu­ sal hayal kırıklığı getirdi . Artık Adampol'da yerleşimi, son­ raki ayaklanma için yeni eylemcilerin yetiştirileceği askeri bir koloni olarak kabul etme olanağı kalmamıştı. Buradaki Polonyalılar farkına varmadan çevrelerindeki Türk toplu­ muyla uyum göstermeye başlıyorlardı . Polonya 1 9 1 8 'de bağımsızlığını elde edince savaşçıların torunları artık yurda dönmek istemediler. Osmanlı devletinin yerine geçen yeni Kemalist cumhuriyet, 'Türkiye Türklerindir' görüşüyle et­ nik homoj enlik konusundaki fanatik ısrarına karşın Polon­ yalıları rahat bıraktı . Yerleşimciler Polonyalı olarak fakat Türkiye'de kalmayı kararlaştırdılar. Bugün koloni dağılmaya başlamıştır. Yeni yollar ve Bo­ ğaz'ı geçen kocaman köprüler Polonezköy'ü İstanbul'dan otomobille yarım saatlik mesafeye indirdi. Yeni yasalar ko­ loninin yapısını göz önüne almadı. 1 96 8 'de yerleşimcilere arazi ve konutlarını satma hakkı tanındı ve wojt'un yerle­ şim üstündeki katı denetim gücü kırıldı. Son yıllarda İstan­ bul orta sınıfı, yazlık bungalovlar için çiftlikler ve özel kli­ nikler satın alarak buraya taşınmaya başladı. Soyadları köy mezarl ığındaki taşlarda yazılı olan Oçhocki, Wilkos­ zewski ve Nowicki gibi ailelerin çoğu evlerini, hafta sonu kız arkadaşını götürmek için nazik bir yer arayan mali du216

rumu yerinde Türkler arasında popüler, restoranı bulunan başarı lı 'pansiyon' lara dönüştürdüler. Emlak ve otel işi ana gelir kaynağı olarak çiftçiliğin yerini aldı. Şimdiki wojt, Frederic Nowicki, otelinin bahçesindeki ağaçların altında oturuyor ve konuklarına çayla naleszniki pastaları i kram ediyor. Akıcı bir Lehçeyle masaya yaydığı Polinezköy haritası üzerinde olan biteni anlatıyor. Prens Adam'ın adası, köyün caddesinden çevreye yayılan Slav tarlaları, yavaş yavaş yok oluyor; bir köşeyi devlet orman­ ları sarmışken ötekinde sanatoryum inşaatı ve kır kulübü inşaatçıları ilerliyor. Bir kuşak boyunca daha burada sokakta Lehçe konuşu­ lacak ve kilisede, papazın bölmesini ayıran kemerin üstün­ deki 'Senin Himayene Sığınıyoruz' yazısı altında komünyon ayini yapılacak. Ama Polonya'nın özerk uzantısı gibi olan koloninin kendisi, artık geçmişte kalıyor. Bay Nowicki he­ nüz genç biri . Öyle görünüyor ki Adampol'un son wojt'u o olacak. Polonezköy' de son Lehçe konuşan da toprağa verildiğinde, anıtlar kalacak . Bunlardan biri kilise kapısının dışına yer­ leştirilmiş yarı kabartma bir tunç l evha, üstünde " Ozanı­ mız Adam Mickiewicz'e, ölümünün yıldönümünde " yazı­ yor. Bir diğeri, köy mezarlığı ndaki en gösterişli mezar, kırık klasik sütunlarla çevrili bir mimberden oluşuyor. En uzun sütuna taçlı Beyaz Kartal işlenmiş; mimberin yanında Po­ goni - Litvanya Büyük Düklüğü'nün amblemi olan kılıcını kaldırmış bir s üvari görünüyor. Ludwika Sadık burada ya­ tıyor. S niezka'da doğan Sadık, "Jendrzej 'in kızı, Jan'ın ku­ zeni, Osmanlı Kazak Ağı r S üvarilerine kumanda eden ge­ neralin karısı. Şubat 1 8 6 6 'da Konstantinopolis Cihangir'de öldü, Adampol 'da Polonya toprağına gömüldü . " Mickiewicz bir zamanlar, ölüm yaklaştı kça ilk şeylerin sonuncularla karıştığını yazmıştı . 1 8 5 5 'de yaşamının son ayında İstanbul'a geldiğinde, Litvanya 'dan genç kızken ta­ nıdığı bir kadınla karşılaştı. Vilniuslu öğrenciler için Ludwi217

ka Sniadecka, güzel, siyah gözlü, sonraki devrim için hazır­ ladığı kadın hakları programındaki korkutucu görüşleriyle ünlü biriydi. Babası Vilnius üniversitesinde kimya profesö­ rü, amcası üniversitenin rektörüydü. 'Ludwisia' kimseden korkmazdı ve genç şair Juliusz Slowacki ona aşık olduğun­ da, ona kesin bir dille kendisinden arkadaşlıktan başka bir şey beklememesini söylemişti . Şair Paris'te sürgündeyken, yirmi yıl sonra, hala bütün canlılığıyla onu hayal ediyordu. Ludwika İstanbul 'da orta yaşlı Mickiewicz'e yalnız bir şair değil eski bir arkadaş olarak da yakınlık gösterdi. Fa­ kirlik, gurur ve göçmenlik sorunlarını bilen biri olarak Mickiewicz'in sağlığının kötü olduğunu ve doğru dürüst yiyemeyecek kadar fakir olduğunu sakladığını hemen anla­ dı. Onu rahat bir yere, Pera'da bir otel veya Boğaz'da, Be­ şiktaş'taki kendi ahşap evine taşımak için boşuna uğraştı . Mickiewicz, Ludwika'nın 'delik' dediği Lazarist manastır­ daki nemli, karanlık hücrede, sonra da Pera'da döşenme­ miş bir odada kalmayı tercih etti . Ziyaretçilerinden biri bu odayı, " Ukrayna kırsalında, sonbaharda seyahat ederken karşınıza çıkacak, bir hanın arka tarafında bulabileceğiniz yarı boş bir oda " olarak betimlemişti. Ludwika Sniadecka bütün romantik sürgünlerin en vah­ şilerinden biriyle evlenmişti. Michal Czaykowski, bir başka zengin aileden gelme Doğu Polonyalı, 1 8 3 0 Kasım Ayaklan­ ması sırasında partizanlara batı Ukrayna ormanlarında ön­ derlik etmişti . Paris'e kaçtıktan sonra Kazak ve Çingeneler hakkında canlı tarihi romanlar yazdı, aynı zamanda Fransız istihbaratını yalnız eğitimli bir suikastçı değil Yakın Doğu siyaseti uzmanı olduğu konusunda da ikna etti. 1 8 5 1 'de Ludwika ile birlikte İstanbul'a gönderilen Czaykowski Müs­ lümanlığı kabul edip Türk ordusuna katılarak Fransız pat­ ronlarını şaşırttı . Michal Czaykowski, Sadık Paşa olmuştu. Ludwika, anlaşı lan, bunun kurnazca bir hareket oldu­ ğunu düşünmüştü. Haklı da çıktı. Birkaç yıl sonra Polon­ yalıların dua ettiği gibi Rusya'ya karşı Batılı güçlerin Tür­ kiye ile ittifak yaptığı Kırım Savaşı patlak verdi . Paris'teki 218

Prens Adam Czartoryski bütün Polonyalıları Türkiye'ye destek vermeye çağırdı ve Sadık Paşa İstan bul'la Tuna 'nın ağzı arasındaki Burgaz'da ordu toplamaya başladı . Bunun bir Polonyalı lejyonu olması isteniyordu. Bir çok Polonyalı Fransa ve İngiltere'den bu birliğe katı lmaya geldi . Ama Müttefik kuvvetlerin esir kamplarında üniforma değiştirip çara karşı savaşmak isteyenler de asker yazıldı. Sadık Paşa yönetimindeki kuvvet çok sayıda Ukraynalı, Kazak ve Ya­ hudi içerir oldu. Bu 'Osmanlı Kazakları ' heyecanla parla­ salar da yamalı bohça gibiydiler. Kırım Savaşı sırasında Ludwika Türkiye'deki Polonya göçmenleri arasındaki en önemli siyasal kişi oldu. Öteki iş­ levleri yanında Karadeniz sahilinde Burgaz'da eğitim gören Polonyalı kuvvetlerin kumandanları ile Paris'ten gelen si­ yasal ziyaretçiler arasında, ' Osmanlı Kazakları'nın Mütte­ fik savaş amaçlarını etkileyecek bir pazarlık konusu olarak nasıl kullanılacağıyla ilgili tartışmalarda bağlantı subayı gi­ bi çalıştı . Mezar taşında çok tipik biçimde bir erkeğin kızı, birinin kuzeni ve birinin karısı olarak tanımlanan bu kadın yaşamının çoğun u erkeklere emir vererek ve emirlerinin ye­ rine getirilmesini takip ederek geçirdi . Buna karşılık erkek­ ler onu, kendisinin aldırmadığı 'sertlik' ve aslında olmadığı 'katı 'lıkla suçladılar. Adam Mickiewicz 1 8 5 5 sonbaharında Marsilya'dan Mont Thabor adlı buharlı gemiyle gelmişti . Bahanesi Bal­ kanlarda eğitimi inceleyeceği bir araştırma gezisiydi ama Osmanlı okullarıyla i lgilendiği yoktu . Yıllardır ilk kez mut­ l uydu. Kırım'daki savaş iyi gidiyor görünüyordu ve Kırım seyahatinden beri ilk kez bir Müslüman ülkesine gelmişti . Yol da, İzmir'de kıyıya çıktığında geleneksel manzaralarla il­ gilenmedi . Mektubunda " Dikkate değer başka bir şey bul­ dum " diye yazıyordu; " Tümsekler halinde gübre ve çöp, kemik ve çanak çömlek parçaları, eski bir terliğin tabanını, uçuşan tüyler buldum. Gerçekten beni çektiler. Orada du­ rup uzun süre onları seyrettim . Bunlar Polonya'da kırsal ke­ simde bir hanın önünde görülebilecek şeylerdi. " 219

Katı yaşamı seviyordu. İstanbul'da gerçekten parası yok­ tu ama elli yedi yaşında hala bir göçebe, asker veya öğrenci gibi varlığını sürdürebildiğini göstermek istiyordu . Micki­ ewicz Lazarist manastırda paltosuna sarı nıp uyuyor, sandı­ ğını masa ve kitaplık olarak kullanıyordu. Sevdiği sopası, 'hacı asası'nı yanında getirmişti ve sevdiği sabah rutinine gö­ re yaşıyordu: kalın krema tabakasıyla kaplı ve konyak katıl­ mış bir fincan Türk kahvesi ve ardından sürekli pipo içmek. Burgaz'da da mutlu oldu. 1 84 8 'de, Avrupa aristokrasisinin demir çehresi dağılıyor gibi göründüğünde Roma'da kendi Polonya lejyonunu kurmuş ve Habsburg İmparatorluğu'nun gücüne karşı çıkmak için birliğiyle Milano'ya gitmişti. Şim­ di, Ludwika'nın kocası Sadık Paşa'nın yanında gene çadırda uyuyor ve Polonyalı kuvvetleri, Osmanlı Kazaklarını eğitim sırasında görmek için atla dolaşıyordu. Tepelerde ava çıktı, kamp ateşi çevresinde askerlerin şarkılarını dinledi. İyimserlik uzun sürmedi. Mickiewicz Sadık Paşa'dan koptu. Burgaz'la Paris arasında siyasal kriz çıkıyordu; Sa­ dık Paşa padişaha bağlı Polonya kuvvetlerinin başında en büyük kumandan olmak istiyor, Czartoryski Polonyalıları çeşitli yabancı kumandanlıklara bölmek isteyen İngiliz pla­ nını savunuyor ve Sadık Paşa'yı diktatörlük özlemi duy­ makla suçluyordu. Ama Mickiewciz'i rahatsız eden bu de­ ğildi. Sadık onun sevdiği atılgan Doğu Polonyalı tipiydi ve onun Rus karşıtı koalisyonun ayrı bir üyesi olarak tanın­ mış, bağımsız bir Polonya ordusu içgüdüsünü paylaşıyor­ du. Sadık'la sorunu Yahudilerdi . Mickiewicz Yahudilerin kaderi hakkındaki d üşüncele­ rinde çıktığı entelektüel yolculukta epey mesafe kat etmişti . Annesinin 'Frankist' bir aileden, on sekizinci yüzyıl Ukray­ na mezhebinden olma ihtimal i de var. Mezhebin kurucusu muhteşem şarlatan Jak ub Frank (Jankiel Lej bowicz) Yahu­ diliği terk etmiş ve Katolik inanca dönülmesine çalışmıştı . Karısı Celina Franklst bir soydan geliyordu ve Micki­ ewicz'in iki ulus, Polonyalılarla Yahudiler arasındaki ilahi i l i ş k i duygusu, yaş l a n d ı kça daha da k uvvetleniyord u . 220

Onun kararına göre ' büyük kardeşimiz İsrail' davası ile Polonya 'nın bağımsızlığı davası ayrı ayrı çözülemezdi . Mickiewicz daima Yahudilerin tam eşitliğine ve eşit me­ deni haklara sahip olmaları gerektiğine inandı. Ama uzun zaman, özellikle zihni Towianski'nin ( Frank'tan çok daha donuk bir şarlatan) mistisizminin egemenliği altında oldu­ ğu yıllarda, Yahudiliğin kendisini gerçekleştirmesinin Hı­ ristiyanlığa dönmekle olabileceğini kabul etmişti . Daha sonra b u din değiştirme kavramını kafasından atmayı be­ cerebildi ve Yah udilerle Polonyalıların paralel kaderler iz­ lemekte birbirlerine yardımcı olabilecekleri özgür bir Po­ lonya özlemeye başladı . " Yahudiler kurtulmadan ve ruhla­ rını geliştirmeden Polonya yükselemez. İnanmıyorum ama Yahudiler kurtulmadan Polonya doğarsa, kendisini yaşat­ ması mümkün olmayacaktır. " Burgaz'daki kampa geldiğinde, birliklerde yüzlerce Po­ lonyalı, Ukraynalı ve Rus Yahudisi vard ı . Polonyalı ajanlar savaş esirlerinin Mili Bay hapishanesinde tutulduğu Plymo­ uth kadar uzak yerlerde çar karşıtı Yahudileri Rusya'ya karşı çıkmak üzere asker yazıyorlardı . Mickiewicz şimdi yeni bir hayal görüyordu. Osmanlı Kazak birliğindeki Ya­ hudilerden ayrı bir lejyon, İsrail Husarları'nı [hafif süvari askeri] kuracaktı . Bu plan şairin yaşamındaki son haftaları doldurdu. Po­ lonyalı s ürgünler ülkelerinin bağımsızlığı için atılan ilk adı­ mın -memlekette ezilen milyonlar için özgür Polonya 'nın yaşayıp savaştığının işareti olacak biçimde- dışarıda ba­ ğımsız bir Polonya ordusu kurulması olduğuna çoktan ka­ rar vermişlerdi; bu 'lejyoner görüşü'ydü. Mickiweicz şimdi bu görüşü Yahudilere uyguluyordu. İsrail Husarları Yahudi lejyonu olacaktı. O nunla birlikte Türkiye'de seyahat eden arkadaşı, a�imile olmuş Fransız Yahudisi Armand Levy Türk görevlilere " K endimizi ırk düzeyine çıkarmak istiyo­ ruz ve bunun en iyi aracının . . . başkaları kadar zeki oldu­ ğumuz gibi cesur da olduğumuzu kanıtlamak önerisi oldu­ ğuna inanıyoruz " demişti . 221

Husarların kurulması ve savaştaki zaferleri yal nızca dünyaya Yahudi ulusunun eskiden beri gelen bencillik ve kul luk karikatürünün dışına çıktığını ilan etmekle kalma­ yacak, Rusya İmparatorluğu 'ndaki Yahudi kitlelerin de ha­ rekete geçirilip dönüştürülmesine hizmet edecekti. Ve, Mic­ kiewicz'in savunduğuna göre, Hıristiyan köylülük de onla­ rı izleyecekti . " S inagogdan sinagoga, köyden köye, Polon­ ya ve Litvanya içlerine doğru sürekli büyüyen lej yonumuz­ la lav gibi yayılacağız. " Bir zaman için İsrail Husarları gerçekleşecek gibi gö­ ründü. Sadık Paşa Mickiewicz'in kampta sinagog açılması ve Yahudi askerlerin Cumartesi günü izin yapması önerisi­ ni kabul etti . Yüzbaşı Michal Horenstein Husarlar için hoş bir üniforma tasarladı ve Mickiewicz'i hoşnut edecek bi­ çimde Burgaz'da bunu giydi. Ama, şairin arkasından, Sa­ dık alaylara başlamıştı . Yahudi birliklerin savaşçı niteliği konusunda kuşkusu yoktu; önceki yı l Bükreş'in ele geçiril­ mesinde Yahudi askerler çok iyi savaşmışlar ve daha sonra -Mickiewicz'in ölümünden sonra- onun emrinde Sivasto­ pol 'da da cesurca savaşacaklardı . Sadık Paşa ayrıca tasarı­ nın Polonya davası için Yahudi dünyasında para toplan­ masına yardımcı olacağını hesaplıyordu ve " Yahudi ordu­ suna karşı saçma ama gerçek önyargılar " ı eleştiren mektup ve raporlar yazıyordu. Ama, en başta Yahudi lejyonunun enerj isini Rusya'dan halen Osmanlı eyaleti olan Filistin'e yöneltmesi korkusundan kaynaklanan Türk itirazlarının geleceğini görebiliyordu. Sadık Paşa 'nın kendisi de ırk ve din önyargılarından kurtulmuş değildi. Sonunda münakaşa ettiler. Sadık Paşa Mickiewicz'e " Bir Polonya soylusunun emrinde ayrı Yahudi ve Ukrayna bir­ liklerinden oluşan bir ordunun düşünülemeyeceğini" anlat­ tı . Bu bir hilkat garibesi olurdu. Mickiewicz 1 855 Ekiminde öfke içinde İstanbul 'a soğuk odasına d öndü ve İsrail Husar­ larını Türk görevliler, Yahudi ileri gelenler ve yabancı diplo­ matlarla tartışarak canlandırmaya çalıştı . Ludwika'yla gö­ rüşmeye devam etti ama o da, ona duyduğu bütün sevgiye 222

karşın, planlarını ciddiye almakta zorlandı . Tal ihsiz biçim­ de kocasının ona Burgaz'dan yazdığı ve içinde " adi Yahudi­ ler" sözü de geçen mektubu Mickiewciz'e okudu. Şair şoke oldu. Ölümünden sonra Ludwika Sadık Paşa'ya " Belki Mickiewicz'in veya ailesi veya karısının kökeni [ Yahu­ di]ydi, yoksa bu kadar İsrail sevgisi nereden geliyor? Ona senin mektubunu okuyup da 'adi Yahudi' kısmına gelene kadar bu aklıma gelmedi; nasıl titredi, nasıl heyecanlandı ! Yabancı şeyler bu kadar sevilebilir mi bilmiyorum, belki de kendi fikir, arzu ve düşüncelerini seviyordu " diye yazmıştı. İstanbul 'da yağmur başlamıştı. Müttefik ordularının so­ kakları dolduran hasta ve yaralıları arasında kolera çıktı. Boğaz'ın Asya yakasında Üsküdar'daki koğuşlarda Floran­ ce Nightingale salgını durdurmak için mücadele ediyordu. Avrupa yakasında, Kasım sonunda bir sabah, Adam Micki­ ewicz aniden kendisini hasta hissetti ve başı döndü. Kahve ve pipo içti ve biraz iyileşti . Horenstein ve bir arkadaşı, par­ lak gri İsrail Husarı üniformalarıyla onu görmeye geldiler. Savaş ha berleri ve Burgaz dedikoduları konuşuldu. Sonra, onlar gittiklerinde, ilk kuvvetli mide krampları başladı. Ertesi gece öldü. Doğru dürüst tedavi görmemişti, has­ talığını kendisi ve arkadaşları biliyordu. Al bay Kuczyfıski, Paris'ten bir arkadaşı, son akşam yanına uğradı ve yatağı­ na eğildiğinde Mickiewicz gülmeyi becerebilip konuşmaya başladı "Kuczyfıski . . . Osmanlı Kazakları . . . " Sonra bi­ lincini yitirdi . Saat altıydı ve hava kararıyordu . Saat dokuz olmadan öldü. Savaş devam etti . Osmanlı Kazakları, başlarında Sadık Paşa, Kırım'a gittiler ve " sizin ve bizim özgürlüğümüz " için savaştılar. Yahudiler yerlerinde askerlik yaptılar ve İs­ rail Husarlarından söz eden olmadı . Savaş bitti kten sonra Polonya 'nın bağımsızlığı konusundan da bahsedilmedi . Müttefikler ve Rusya ertesi yıl Paris'te barış anlaşmasına oturduklarında, Polonya sorununu atlama konusunda an­ laştılar. Rusya 'ya karşı diğer iki müttefik olan Prusya ve Avusturya 'yı tutmak için üstünde anlaşılan bedel buydu. 223

Polonyalı ların umutlarını fazlasıyla canlandıran Fransa ve İngi ltere şimdi on ları terk etmişlerdi . Barış Konferansı'nda­ ki Rusya elçisi büyük bir rahatlamayla Polonya'nın sözü­ nün geçmediğini rapor ediyordu . Yedi yıl sonra, Ocak 1 8 63 'de, Polonya 'nın o n dokuzun­ cu yüzyıldaki son ve en kötü ayaklanması başladı. Erkek kadın, ormanlarda ilerler veya siperlerde beklerken, 'İsa gi­ bi' veya ' kendisini kurban ederek diriliş ' kehanetini gerçek­ leştirecekleri umuduyla Mickiewicz ve Slowacki'nin şiirle­ rini okuyorlardı. Ocak Ayaklanması bastırıldığında, Avru­ palıların çoğu romantik ulusçuluk çağının sona erdiğini düşündüler. Gelecek büyük uluslarüstü blokların, impara­ torlukların olacaktı. Adam Mickiewicz'in cenazesi bir buharlı gemiyle Paris'e geri götürüldü ve orada gömüldü. Yıllar sonra 1 890'da çı­ kartılarak Harkov'da Wawel Katedrali'ne getirilerek Polon­ ya kralları arasına gömüldü. Sonra dünya bir kez daha, ol­ dukça beklenmedik bir yönde değişti. Birinci D ünya Savaşı dört imparatorluğun, Osmanlı, Hohenzollern, Habsburg ve Romanovların çökmesiyle bitti. Galway'den Gürcistan'a ka­ dar, bütün Karadeniz çevresinde ve Baltık, Karadeniz, Adri­ yatik arasındaki üçgende mezarlar açıldı ve unutulmuş ulus­ lar ortaya çıkıp egemen devlet istediler. Bunlardan biri de Polonya'ydı . Paylaşımdan Dirilişe kadar 1 24 yıl geçmişti. Ludwika, Adam Mickiewicz'in ilk ve son tutkusunun birleştiği Karadeniz'deki mezarında kaldı. Mezar taşına ya­ zılan 'Polonya toprağı ' cümlesi siyasal veya fizik toprağı anlatmıyor. Bu bir tür, Polonya kanının döküldüğü veya kemi klerinin yattığı her yeri kapsayan -İsa'nın et ve kanı­ nın ekmek ve şaraba dönüşmesi gibi- aşkın dönüşümü ifa­ de ediyor. Rupert Borooke " bir yabancı tarlanın köşesi/ Sonsuza kadar İngiltere " derken ayı;ıı duyguyu anlatıyor. Londra ' da Si korski Müzesi' nde, bir Polonya askerinin Monte Cassino'da ölen yoldaşının yattığı yerden aldığı kanla karışmış toprakla dolu bir kavanoz var. Bu madde polska ziemia - Polonya toprağıdır. 224

Yedinci Bölüm Yurt, Bir tür onur, bir yapı yeri değil, Nerede olsak, ne zaman, istediğimizde, Başka yerde bulunsak, seçilmiş hakkımız olduğuna güvendiğimiz yer. W. H . AUD EN

' Savaş Zamanı' ( 1 942 )

A nkara 'dan, eski adı Trapezus olan Tra bzon'a otobüs yol­

culuğu on üç saat sürüyor. Yol Orta Anadolu stepinde baş­ lıyor ve sonra ormanlardan ve kıyı dağ şeridinin geçitlerin­ den geçip Karadeniz'e ulaşıyor. İÖ 400 yılında Xenophon ve On Binlerin İran'dan memleketlerine giderken geçtikleri yol bu. Ama ufukta mavi deniz çizgisini görüp 'Thalassa ! Deniz ! ' diye bağırdıklarında askerlerin hangi noktada ol­ dukları bilinemiyor. Bazıları bu noktanın Ordu'da, Trabzon'dan yüz altmış kilometre kadar batıda olduğunu düşünürken, başkaları da dağl ardan aşağı indikleri yerin daha doğuda olduğunu söy­ lerler. Önemli olan, askerler 'Thalassa ! ' diye bağırdıkların­ da, yerli halkın da onları anlamasıdır. Onlar da Yunanlıdır. Tra bzon, onların diliyle Trapezous, bu kıyıdaki koloni şe­ hirlerden yalnız biridir ve Karadeniz çevresini dolanan öteki Yunan yerleşimleriyle temas halindedir. Xenophon ve ordu­ sundan kalanlar dağlardan çıkıp geldiklerinde, Yunanlılar üç yüz yıldır bu şehirde yaşamaktadır. Bu yerleşimcilere ve225

rilen adla Pontus Yunanlıları, bu sahilde ve onun kar çizgi­ sine kadar uzanan yeşil, sisli vadilerinde yaklaşık iki buçuk bin yıldan fazla yaşadılar. Romalıların, sonra Bizans impa­ ratorlarının, sonra kısa süre için Tra bzon'da imparatorluk yapan Büyük Komnenosların egemenliğine girdiler. Sonra Türkler geldi. Pontus Yunanlıları, biraz uzlaşıp, biraz Müs­ lümanlığa girerek, bunu da atlattılar. Son 1 92 3 'te, diploma­ tik dilde 'Mübadele' olarak, diplomatik olmayan Yunan­ ca'da ise Katastrofi olarak bilinen olayla geldi. Yunanistan, İ ngiltere tarafından desteklenen vahşi bir emperyal maceraya girişerek Batı Anadolu'yu işgal etti; Ege'de ' büyük güç' olmayı ve Osmanlı İmparatorluğu'nun harabesi üstünde ' b üyük Yunanistan'ı kurmayı umuyordu . Ama işgal 1 922'de basitçe Dumlupınar savaşında Yunanis­ tan'ın yenilmesiyle değil, Anadolu'nun sivil Rum halkının da Yunan ordusuyla birlikte feci biçimde denize dökülme­ siyle bitti . 1 92 3 'te Lozan Anlaşması Mustafa Kemal Ata­ türk önderliğindeki yeni Türkiye'nin sınırlarını çizdi. İslam dünyasının halifeliği, geniş topraklara yayılmış çok etnili ve çok dinli imparatorluk, şimdi ölen yıldız gi bi göçmüş, dini Müslümanlık ve dili Türkçe olan merkezi, homoj en modern devlete dönüşmüştü . Bu sırada Yunanistan ve Tür­ kiye azınlıkların değişimi konusunda anlaştılar. Yaklaşık yarım milyon Müslüman (çoğu dinleri dışında Rum'du ) Yu nanistan'ı terk etmeye zorlandı ve bir milyondan fazla Hıristiyan da ( bazıları kültürel olarak Türk'tü ) Türki­ ye'den çıkartıldı . Hıristiyanların çoğu Pontuslu Rumlardı ve manastır ve çiftli klerini, kasa balardaki ev, banka ve okullarını terk ederek rıhtıma kadar taşıya bildi kleriyle Ka­ radeniz'den ayrı ldılar. Türk otobüsündeki insanlar ya evleri ne gidiyor veya evle­ rinden ayrılıyorlar. İş için veya devlet ' görevi nedeniyle se­ ya hat ettiğini söyleyene rastlamadım . Her yolcu Tra bzon otobüsüne binmeden önce bir ev sahnesini arkasında bıra­ kıyordu . Bazı larının evi ya ağlayan veya el sallayan kadın 226

ve çocukların önünde biriktiği bir apartman dairesiydi. Ba­ zılarınınki ise ailenin hoş geldin hazırlıklarını bitirerek bir­ birine beklemeyip yat dediği, Karadeniz'e tepeden bakan, umutla beklenen kırmızı çatılı evdi. Otobüsteki herkes bir­ leşme veya ayrılığın heyecanıyla biraz gergindi . Uzun boylu ve çekik gözlü, Kazağa benzeyen güzel bir kadın Japonya 'da petrol şirketindeki işinden ailesini gör­ meye Giresun'a gelmişti . Giresun Yunanlıların Kerasos adı­ nı verdiği, Romalıların burada bulduğu ve buradan bütün dünyaya yayılan meyveye de adını verir; bu meyve kirazdır. Kapalı Müslüman çarşafı içinde evli bir kızları olan, iyice sarmalanmış bir aile kendi aralarında sert Brooklyn İngiliz­ ce'siyle konuşuyordu. New York 'tan Samsun'daki evlerine gidiyorlardı. Bir köylü kadına yolcular, sakat kızını otobü­ se bindirmesi için yardım ettiler; felçli, kıpırdayamayan kız ön koltuktaki yerini aldı ve anası kızın başındaki beyaz baş örtüsünü düzeltti, ellerini açarak ailesinin talihsizliklerini anlattı . Yanımda oturan ve Hollanda'da iletişim bilimleri okuyan genç kadın bana Ünye'de kendisini bekleyen anne­ sinden, Hollanda televizyonundaki stajyerlik deneyimlerin­ den söz etti . Gece olup şekilsiz, küçülen ay çıplak tepelerin üstünde parlamaya başladığında, o gün Pontus Alplerinin yüksek yerlerine kar yağmış olduğunu söyledi. Otobüs, hızlı, güçlü bir araçtı ve Türk kıtasını birbirine bağlayan uzun mesafe yolu filosu Ulusoy'a aitti . Saat başı hostes koridorda elinde kol onya şişesiyle görünüyordu. Açı lan avuçlara kolonya dökülüyor, yüzler ve boyunlar yı­ kanıyor ve masaj yapıl ıyordu. Soh betler azaldı, yolcular uykuya daldı. Öteki yanımda, sakallı biri sessiz oturuyor­ d u . B i r kez b a n a d ö n d ü , kara gözl erini açarak " Ben Türk 'üm ! " dedi ve uzun bir an bana bakarak gene yüzünü pencereye dönd ü. Samsun'da ve sonra Ho llanda 'dan gelen kızın indiği Ünye'de yarı uyan dım. Şimdi Karadeniz, yolun bir yanında bunaltıcı bir karanlık gibi görünüyordu. Tekrar, ilk ışıkla birli kte uyandığımda, cırtlak bir ses bağırıp inliyordu. Ön227

ce bu sesin, birkaç sıra önümde annesi babası tarafından atılıp tutularak rahatlatılmaya çalışılan on sekiz aylık oğ­ landan geldiğini sandım . Sonra sesin, daha önlerden sakat kızla annesinin oturduğu yerden geldiğini anladım. Ses yüksek sesli, protestocu bir bağırma halinde bir tür şarkıya dönüştü. Bazı erkekler sesin geldiği koltuğun çevresine top­ lanmışlardı. Bağırma anlaşılan kızdan değil, anasından ge­ l iyordu. Çevremde alçak sesli Türkçe fısıldaşmalar oldu ve koridorun karşında oturan iki kadının sessiz sessiz başör­ tülerinin ucuyla göz yaşlarını sildiklerini gördüm. İki erkek koridordan aşağı geldiler, büyük zorlukla sa­ kat çocuğu bir battaniye içinde taşıyorlardı ve bohçayı ka­ pının yanındaki bir sıraya uzattılar. Kızın ölmüş olduğunu anladım; kız otobüs dağlardan denize doğru inerken ka­ ranlıkta bir ara ölmüş olmalıydı. Anne gelip geçti ve kızı­ nın yanma oturdu. Ağlamaları bir ritme, sonra şarkıya dö­ nüştü; bu her mısrasında aynı müzikal sesin yükselip alçal­ dığı Pontus ağıtıydı. Önümüzde, doğuda, sanki Trabzon şehri yanıyormuş gibi. bir burnun arkasından kocaman bir kırmızı parlaklık yükseliyordu . Şimdi deniz görülebiliyordu; hala karanlık, koyu mavi parıltılarla kıpırdamaz haldeydi. Güneş yükse­ lince, yanımdaki sakallı adam dik durup dudaklarını oyna­ tarak ibadete başladı. İşini bitirince Müslüman selam hare­ ketini yaptı, sanki rüyadan uyanıyormuş gibi elleriyle yu­ muşak biçimde yüzünü sıvazladı. Otobüs sabah namazı için lambaları yakılmış bir cami­ nin yanında durdu. Bir taksi bekliyordu . Erkek yolcular­ dan birkaçı kızın gövdesini otobüsün merdivenlerinden in­ dirdiler ve taksinin arkasına yatırdılar. Biri taksinin bagajı­ nı açtı ve anneye işaret etti; anne yüzü çarpılmış, çantasını bagaja attı ve uzaklaştı. Sonunda };>inmeye ikna edildi. Otobüsten iki adam bohçanın yanına arkaya sıkıştılar ve araba Trabzon'a doğru yola koyuldu. Şoför ve sakall ı adam camiye gittiler. Işıklı pencerelerden eğilip kalkarlar­ ken siluetlerini görebiliyordum. 228

Döndüler ve Ulusoy otobüsü Trabzon yolculuğunun son otuz kilometresi için harekete geçti . Hostes kolonya şişesiy­ le son kez dolaştı . Koridorun karşısındaki iki kadın sessizce küçük göz yaşları dökmeye devam ettiler. Kırmızı güneş yo­ ğun bulutlar arasından doğdu; bulutlar inceldi ve yok oldu. O tobüs Taksim Meydanı'na çıkarken, sabah saatin altısıydı ve o saat de bile sıcak, açık bir gün başlamıştı. Tra bzon, denize uzanan derin vadiler arasındaki sırtlar üs­ tüne kurulmuş. Bu sırtlardan birinin üstünde yıkık halde Tra bzon kalesi, Büyük Komnenosların saray ve istihkamı var. Şehirde şimdi cami yapılmış, St Eugenius, St Anna, St Andreas, St Michael, St Philip, mağara kilisesi St Sava ve Panagia K hrysokephalos gibi birçok Bizans kilisesi bulunu­ yor. Şehrin batısındaki, denizden gelen rüzgarın serinlettiği sırt üstünde, Aya Sofya manastırı var. Şimdi müze olan ma­ nastırın freskleri Edinburgh Üniversitesi ve David Tal bot­ Rice tarafından restore edilmiş. Tra bzon'un on dokuzuncu yüzyılda Yunanlı bankerler, gemi şirketleri , okul ve hastane vakfetmiş hayırseverler ta­ rafından gri volkanik taşlardan inşa edilmiş uzun, klasik binaları olan ticaret merkezinde Edinburgh'dan bir şeyler bulunuyor. Ama bugün bu sokaklarda yürümek sürekli Türk nezaketi ve merakıyla yolu kesilmek anlamına geli­ yo r. Kahvelerin önlerinden insanlar sizi çağırıyor, Rize'nin sırtlarında yetiştirilen çaylardan yapılma dumanlı çaylarını içerken size hayat hikayelerini anlatıyorlar. Lokantalarda bazen aşçı gelip sizi mutfağa götürüyor ye çızırdayan tava­ dan istediğinizi seçtiriyor. Garson nazikçe elinizden kitabı çekip ne okuduğunuzu görmek istiyor. Çantamın kemerini tamir eden ayakkabıcı ben beklerken yandaki kahveden bana bir bardak soğuk limonata getirdi ve hem limon suyu hem de tamir parasını almamak için çok direndi. Fotoğraf­ çı ( sonradan benim iki makaramı karıştırdığı yani tam iki filmimin yanmasına neden olduğu anlaşıldı) bana 'sözde Ermeni kıyımı'nı araştırmak için Erzurum'daki toplu me229

zarl ığa giden ve bütün kafataslarının içinde tek Ermeni bu­ lunmadığını, hepsinin tam Türk kafatası örneği olduğunu gören bir İngiliz profesör hakkı nda uzun bir ders verdi . Komnenos İmparatorluğu burada 1 2 04 'de, Haçl ılar Konstantinopolis'i yağmaladıktan sonra kuruldu. Aleksios Komnenos, Bizans imparatorunun oğlu, Trabzon'a kaçtı ve burayı baş kenti yaptı . Buradaki ticari talih, Komnenos devletinin Yunanlı imparatorlar Konstantinopolis'teki tahtı yeniden ele geçirmelerinden sonra da yaşayıp gelişmesini sağladı. On üçüncü yüzyıl ortalarında Moğolların İran ' ı iş­ gali 'İpek Yolu 'nda yeni , daha güneyden geçen bir dalın iş­ lemeye başlaması sonucunu verdi ve Tebriz'den başlayan bu yol, Pontus dağlarını aşarak Trabzon'a ulaşıyordu. Profesör Anthony Bryer, zamanımızın Komnenos impa­ ratorluğu tarih yazıcısı, Trabzon 'dan yönetilen Pontus 'un, " Lübnan ve güney Hazar gibi kendi Alp dağlarıyla kıyıya sıkışmış . . . iklim ve coğrafyası müsait" yoğun ilişkilerini vurguluyor. Bir zamanlar zeytin yağı , şarap ve tahıl, şimdi fındık, çay ve tütün yetiştiren sahil tarımı, ılıman yağmur ormanlarıyla çevrelenmiş, " Ermenistan'ın kuru yaylalarına bakan çayırlarla kaplı yaylalar oluşturuyor ve Pontus yü­ zünü Karadeniz'e dönüyor. " Başından itibaren buradaki Yunan yerleşimi Karade­ niz' deki öteki yerleşim lerden farkl ıydı . İçerdeki orman kaplı vadilere uzanan derinlemesine ilişkiler oluşturmuş bir yerleşi mdi . Sahildeki olağan şehir-kolonisinin arkasında " Yunanca konuşan yerleşimler suların dönüm noktasını oluşturan yüksekliklere kadar ulaşıyordu. " Komnenoslar zamanındaki görece küçük Trabzon şehri çalkantılı bir şe­ hir ve siyaset hayatı yaşamıştı fakat nüfusun çoğu tepelerin arkasında yaşıyor, tarım yapıyor ve yazları hayvanlarını yüksek yaylalara çıkarıyordu. Bu Hıristiyan köyl ülerin ço­ ğu zengin manastır va kıfları nın kiracısıydı. Vadilere bakan yüksek tepelerin zirvelerine kurulmuş bu manastır zinciri Bryer'in dediği gibi " neredeyse Tibet yoğunluğunda bir manastır ekonomisi yaratmıştı . " 230

Şehrin dışında bu kırsal Pontus toplumu Helen veya Bi­ zans dünyalarının en uzak ve yoğun Yunanca konuşan nü­ fusunu ol uşturmuştu - Peloponnesos'tan çok daha kalaba­ lıktı . Konstantinopolis sonunda 1 4 5 3 'de Fatih Sultan Meh­ met tarafından alındı, Trabzon da kırk iki günlük bir mu­ hasaradan sonra 1 46 1 'de Türklere geçti. Ama Pontuslu Yunanlılar vadi ve köylerinde kal dılar ve manastırlar daha yüzyıllarca zenginlik ve mülklerini korudular. Birçok insan, Tra bzon'un büyük aileleri de dahil, yüzeysel biçimde Müs­ lümanlığı kabul etti ama Pontus Yunanca 'sı konuşmaya devam etti . Bu dil, bin yılı aşkın sürede Ege'de veya Bizans başkentinde konuşulandan farklılaşarak oldukça değişik bir ağız haline gelmişti. B u insanlar, ulus öncesi bu çağda kimliklerini nasıl ta­ nımlıyorlardı ? Öncelikle, kendilerini ' Yunanlı' olarak ve köklerini bir biçimde şimdi 'Yunanistan' denilen yarım ada ve adalarla bağlantılı görmüyorlardı. Seçkinler on beşinci yüzyıl Tra bzon 'unda birbirlerini 'Helen' olarak nitelendir­ miş olabilirler ama bu etnik bir tanımlamadan çok kültürel bir imgeydi. Yabancılar, ister Türk ister kuzey Avrupalı ol­ sun, onlara ve bütün Bizans İmparatorluğu sakinlerine 'Rum', ' Rum ha lkı ' veya ' Rumen' yani Roma İmparatorlu­ ğunun yurttaşı diyordu ve bu Ortodoks Hıristiyan inancı­ na dahil olmayı içeriyordu. Bu kategorilerle bunalmış, bir zamanlar köyünde Yunanca konuşulan bir Pontus Türk'ü Anthony Bryer'a " B urası Rum yeridir, burada Hıristi­ yan 'ca konuşulurdu . . . " demişti . Pontus vadi ve şehirlerinin halkı kendi kimli klerini üç nitelikle açıklıyord u. Köy kadar küçük de olabilse, bir yere yani patris 'e ait olmak, Batı ( Roma Katolik) Hıristiyan 'ı olmamak ve kendilerini bir ad gerektirmeyecek kadar ka­ dim, kutsal ve bütün ötekilere üstün bir siyasal yapılanma­ ya ait olmak . Biz bu topluluğa, zayıf da olsa, 'Doğu İmpa­ ratorluğu ' veya ' Bizans' diyoruz. Bu durum ' Rum' halkın İmparatorluğa yıkıldıktan çok sonra bile bütün öteki dev­ letler ancak geçici gerçekli klermiş ve siyasal toplumun özü231

nü ancak o ifade ediyormuş gibi, Çinliler derecesinde bağ­ lılık göstermesini gene de açıklayamaz. İmparatorluk başkentine Konstantinopolis veya Bizan­ tium diyoruz; Vi kingler buraya Micklegard demişlerdi; Türkler, Yunanca eis tin polin 'şehre' sözlerinden gelme İs­ tanbul dediler. Ve yurttaşlar için, ister surların içinde, ister Pontus, Gürcistan, Kırım veya Tuna'nın ağzında yaşasınlar, ad buydu : 'Şehir'. Başkası yoktu. Bu şehrin, salt fenomen biçiminde olması dışında sonunun gelmesi de mümkün de­ ğildi. Öz tahrip edilemezdi . Kaçınılmaz olarak onun dün­ yevi tezahürü de geri dönecekti. Aşağıdaki, beş yüzyıl önce, Konstantinopolis'in düştü­ ğü haberi Trabzon'a ulaştıktan sonra yazılmış bir Pontus halk şarkısıdır: Bir kuş, güzel bir kuş, Şehir'den çıktı, Ne bağlara kondu ne bahçelere, Güneşin şatosuna yerleşti. Kana bulanmış bir kanadını salladı, Ötekini kanadını salladı, onda yazılı bir kağıt vardı. Bir okuyor, bir ağlıyor, bir göğsünü gagalıyor. 'Eyvah bize, yazık bize, Rom şehri alındı . ' Kiliseler inliyor, manastırlar ağlıyor, Ve St İoannes Khrysostomos ağlayıp göğsünü dövüyor. Ağlama, ağlama St İoannes, göğsünü dövme. Rum şehri öldü, Rum şehri alındı . Rum şehri ölse de, gene yeşerecek Ve gene meyve verecek. Sümela Manastırı ' nı ziyaret etmek için Trabzon'da Tak­ sim Meydanı'na çıkıp Bel-Air Chevrolet'i olan yaşlı adamı bulmalısınız. Sonra güneşte alçak bir duvara oturup, yaşlı adamın arabasını dolduracak kadar yolcu bulmasını bekle­ yeceksiniz. Bel-Air, motoru küçük bir Bizans sarnıcı kadar benzi n içen, kul lanması pahalı bir araba. Otomobil, Gümüşhane'ye ulaşan ana yoldan içerilere 232

yöneliyor. Gümüşhane (Argyropolis) vadinin başındaki gü­ müş madeni çıkarılan şehir. Birkaç kilometre sonra Bel-Air dönüyor ve çağıltılı bir ırmağın aktığı ormanlı bir va diye sapıyor. Çarşaflı ortaçağ figürleri kütüklerden yapılmış köprülerin üstünden danaları geçiriyor veya keçiyollarında orakla ot biçiyor. Tra bzon'a kırk küsur kilometre mesafede araba duruyor. Vadi çam ormanının üstünde yükselen çıp­ lak bir kayadan oluşan bir boğaz haline geliyor. Irmağın sesi yankılanıyor. Gökyüzü başımızın üstünde mavi bir aralıktan ibaret. Uzakta, bir uçurumun yüzüne asılmış yıkık bir yer var. Şiddetli bir fı rtınanın saçaklarını süpürdüğü kırlangıç yu­ vası kalıntısına benziyor. Sümela burası , 'Mela Dağı'ndaki Tanrı'nın Kutsal Anası'nın Kutsal, Emperyal, Patriarchal ve Stavropej ik Manastırı . ' Trabzon'un en az beş Büyük Kom­ nenos imparatorunun vakıflar bağışladığı, bir zamanlar bütün vadinin ve köylerinin sahibi olan manastır. Aşağıdaki ırmaktan zaman zaman basamakları olan bir keçiyolu kıvrıla kıvrıla yukarıya çıkıyor ve kara çamlarla taflanlar arasından manastıra ulaşmak gayretli bir yürü­ yüşle yarım saat tutuyor. Burası arkada geniş, büyük bir mağarayla dağa bitişen, yüksekliği otuz kırk metreye ula­ şan bir kaya çıkıntısı üstüne inşa edilmiş . Her yerde yıkın­ tılar var. Ama bunlar zamanın yıkıntısından çok nefretin yıkıntısı: Boğaza uzanan yatakhanenin içi dışına çıkmış du­ varları, ahşap yapı ve galerilerin bulunduğu yerdeki karar­ mış deli kler, içleri vandalizme uğramış taş şapellerin yara­ lanmış kapıları görülüyor. En içteki tapınak, doğrudan ka­ yaya inşa edilmiş mağara içindeki yapı a lçılanmış ve fresk­ lerle kaplanmıştı . Şimdi alçı dökül üyor, soluk renklerle bo­ yanmış tabakalar halinde kayadan ayrılıyor. Meryem Ana ve Pantokrator'un kocaman başları yukarıdan bakıyor, maiyetiyle bir Komnenos imparatoru solgun ışıkta seçili­ yor. Elin ulaştığı her yer grafiti, ad ve tarihlerle kirletilmiş . Çoğu Türkçe ama tuhaf biçimde Katastrofi yılından önce­ sine ait Yunanca yazılar da var. Tavan alçısında yer yer gö233

rünen kare biçiminde delikler ve duvarlardaki uzun di key yaralar profesyonel hırsızların, Londra ve New York m ü­ zayede satışları için kesilen fresk parçalarını çıkarmak için kullandıkları güçlü aletlere işaret ediyor. Dışarıda, çıkıntıya vuran parlak güneş ışığında, kırk metre yukarıdan bir kaynaktan su damlıyor. Her damla su havada uça rken parıldayan zerreciklere dönüyor ve sonun­ da tiz bir çarpma sesiyle platforma vuruyor. Burada, Türk­ çe ve İngilizce 'Kutsal Su' yazılmış levhanın altında, çamur­ lu bir göl oluşmuş. Yanında i nşaat perdesi var ve işçiler uzatılmış tahtalar üstünden el arabasıyla çimento torbaları taşıyorlar. Restorasyon devam ediyor. Ama Sümela'nın on sekizinci yüzyılda, Manastır Başkanı Khristoforos ve yirmi üç kıdemli rahi bi, Moldavya gibi uzak yerlerden bağış ola­ rak altın para getiren heyetleri karşıladığında veya Avru­ pa'dan gelen Victorian bilim adamları manastır kitaplığın­ daki el yazmalarını koklayıp, gözlerini kısarak baktıkların­ da, nasıl göründüğünü hayal etmek zor. Kitaplık şimdi dört yüz metre boşluğa bakan bir duvar üstüne boyanmış yazıdan i baret. Sümela'nın 1 92 3 'de terk edilmesinden önce nasıl olduğunu da bilemiyoruz. Bu terasta kültün ne zaman başladığını kimse bilmiyor. Bir on dördüncü yüzyıl yazıtında manastırın ' Doğu ve Ba­ tının Hakimi İmparator' tarafından kurulduğu söylenmek­ tedir, ama burada çok daha eskiden kutsal bir mekan bu­ lunmuş olması gerekir. Eski Sümela miti Aziz Luka 'nın bir Meryem Ana ikonu yaptığını, bunun Atina'ya götürüldü­ ğünü, fakat Meryem Ana'nın, günahkar şehirden bıkarak, bazı melekleri kendisini kaçırmaya ikna ettiğini anlatır. Meryem Ana Ege'nin ve Karadeniz'in üstünden uçup, uçu­ rum kenarında bir mağarada saklanmıştır. Sonunda bura­ da Atina 'dan gönderilen iki araştırıcı keşiş olan Barnabas ve Sophronios tarafından bulunmuştur ve keşişler onu Yu­ nanistan'a geri taşımayıp onun dağdaki ikonu çevresinde yeni bir manastır inşa etmeyi kararlaştırmışlardır. Sümela'nın ilk parlak dönemi Tra bzonlu Komnenoslar 234

zamanıdır. III . Aleksios ( 1 349-90) manastırın özel koruyu­ cusudur. Meryem Ana'nın ikonunun müdaha lesiyle bir fır­ tınadan kurtulan imparator manastırın yeniden inşaatını yüklenmiş ve 1 3 6 1 'de güneş tutu lması nı izlemek için bura­ ya tırm anmıştır. İkinci refah dönemi on sekizinci yüzyılda, Türk işgalinden çok sonra, Gümüşhane madenlerinin açıl­ masıyladır. Gümüşhane çevresindeki Haldiya bölgesinin piskoposları Sümela 'yı kanatları altına almış ve başka bi­ naların, daha iyi resimlerin yapılması ve ortaçağ freskleri­ nin restorasyonunu sağlam ışlardır. Bunların çoğu Phyti­ anos klanından gelmedir ve bu aile padişah adına gümüş madeni işl etmelerini elinde tutmaktadır. Taksim Meydanı' nda satılan Türkçe rehber kitapları 1 92 3 Ka ta s trofi 's i h a k k ı n d a ş u a ç ı k l a m a y ı y a p a r l a r : " Cumhuriyetin ilanından sonra bölgede yaşayan Rumlar kendi yurtlarına döndüler ve Sümela manastırı boşaltılarak terk edildi . " Kendi yurtları ? Dönmek ? O nlar yaklaşık üç bin yıl Pontus 'ta yaşamışlardır. Onların Pontus diyalekti yirminci yüzyı l Ati nalıları tarafından anlaşılmamaktadır. O nların dünyası Karadeniz sahil kesimidir ve onların yurt dışındaki aile bağları, yirminci yüzyıldan itibaren Rusya İmparatorluğu, Kafkaslar, Kırım ve Azak Denizi çevresine yerleşmiş büyük Pontuslu Rum göçüyle oluşmuştur. Ama rehber kitap gene de bütünüyle yanlış değildir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca iki tarihsel kuvvet kadim Pon­ tuslu Rum toplumu üstünde yoğun etkisini göstermiştir, bunlar ideoloj i ve pratik yaşamdır. Biri Yunan milliyetçili­ ğidir, İstanbul'dan ve sonra Atina'dan yayılmış, hem mo­ dernizm hem roma ntizm i deoloj isi dir. Öteki Karadeniz çevresinde yükselen Rus gücü ve ardı ardına savaşlarla Rusya 'nın batıda Balkanlara, doğuda Kafkasya'nın sahil kesimine ilerlemesidir. Her savaş, Anadolu'da Hıristiyan­ larla Osmanlı otorites i arasındaki gerilimi artırarak, Rum­ ların onları hoşgel dinle karşılayan Rus İmparatorluğu'na gitmesine ve çoğunluğu Kafkaslardan olmak üzere Müslü­ man m ültecilerin Pontus 'a gelmesine yol açmıştır. 1 82 8-9 235

Rus-Türk savaşından sonra yaklaşık 42. 000 Rum, Pontus nüfusunun neredeyse beşte biri, Rus ordusuyla birlikte böl­ geden çekilmiştir. Kırım Savaşı 'ndan sonra daha fazla sayı­ da Rum bölgeden ayrılarak Gürcistan ve Kırım'a yerleşmiş ve 1 8 77-78 'deki Rusya-Türkiye savaşından sonra başka bir göç yaşanmış ve 1 8 80'e gelindiğinde yaklaşık 1 00 . 000 Rum çarın Hıristiyan koruması altına sığınmıştır. Bu göçle­ rin sonuncusu Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanmıştır. Kara­ deniz'in güney sahili boyunca ilerleyen Rus ordusu Trab­ zon'u iki yıl süreyle, 1 9 1 6- 1 8 yılları arasında işgal etmişti ve ordu çekilirken 8 0.000 Rum daha misillemeden korka­ rak, onlarla birlikte gitti. 'Pontus Rönesansı' ise tersine Batı'dan geldi. Bütün Ka­ radeniz'in çevresinde Yunan toplulukları o n dokuzuncu yüzyılın büyük ticari fırsatlarına sarıldılar, gemicilik, ban­ kacılık, tütün üreticiliği ve manifaktüre girdiler. Refahları­ nı yalnız yatırım için değil, aydınlanma ve k ültür için de kullandılar. Ailesi Bulgaristan'daki Filibe'den gelen George Maraslis, örneğin, 1 8 97'den 1 907'ye kadar Odessa'nın be­ lediye başkanlığını yaptı. Kişisel serveti ile, yalnız Odes­ sa' da deği l, Trakya 'da, Filibe ( Plovdiv, 'Phillipopolis ' ) , Se­ lanik, Korfu ve Atina 'da okullar, kütüphaneler, yayınevleri ve öğretmen okulları açtı. Trabzon da bu zenginlikten, özell ikle liman Hindis­ tan' dan İran'a uzanan kara yolunun batı durağı olarak hiz­ met ederken payını aldı (yükseliş, 1 8 6 9 ' da Süveyş Kanalı açılınca aniden kesildi ) . Şehirde Avrupa konsoloslukları ve yarım düzine Yunan bankası vardı . Bütün Pontus okul kurma akımından yararlandı ve modern eğitimle birlikte, Yunancaları Pontus diyalekti değil klasik Yunanca olan, İs­ tanbul ve Atina'da eğitim görmüş, yeni bir öğretmenler ku­ şağı geldi. İlk kez entelektüeller Pontusluluğa etnik milliyetçi an­ lam yükledi ler. Bu ' köken' ve ' kök' gerektiriyordu. Ant­ hony Bryer " Haldiyalı öğretmen Triantaphyllides . . . oğlu­ nu Perikles adıyla vaftiz ettirdi ve onu Atina'ya gönderdi, 236

oğul 1 84 2 'de döndüğünde Trabzon'da Phrontisterion oku­ lunda Xenophon ve klasik Yunanca'yı öğretecekti . . . 1 8 4 6'ya gelindiğinde okul müdürleri Gümüşhane'ye hayali 'Argyropolis' adını takmışlard ı " diye gelişmeleri anlatıyor. Ulus-inşasının tipik bir örneği olarak öğretmenler Pontus'u yalnız Bizans değil Perikles Atina'sını da kullanarak yeni­ den ürettiler. Karadeniz çevresindeki bütün · Yunan dünya­ sında aynı süreç yaşanıyordu. Öğretmeııler ve okul prog­ ramları Atina 'dan geliyor, beraberinde Karadeniz Rum-Hı­ ristiyan topluluklarını 'Yunan' ulusuyla bağlantılandıran yeni Yunanlılık kavramını da getiriyordu. Bu hiç de Ege Denizi'ndeki kuru yarımadaya sıkışmış 'küçük Yunanistan' ulusçuluğu değildir. 1 844'de Yunanis­ tan parlamentosunda bir konuşmacı bu yeni kimliği açık­ lar: " Yunanistan Krallığı Yunanistan değildir. Krallık Yu­ nanistan 'ın yalnızca en küçük ve en fakir bir parçasını oluşturmaktadır . . . Yunanlı yalnızca Yunanistan' da yaşa­ yan değildir, o aynı zamanda Yanya, Serez, Edirne, Kons­ tantinopolis, İzmir, Tra bzon, Girit ve Yunan tarih ve Yu­ nan ırkı ile bağlantılı her yerde yaşayan herkestir . . . Hele­ nizm'in iki ana merkezi vardır : Yunanistan Krallığı 'nın başkenti Atina ve b ütün Yunanlıların hayali olan Şehir. " Başkenti Şehir olan, Atina'dan Gürcistan ve Ukrayna sınır­ larına uzanan ' Romanya 'nın restorasyonu düşü demek olan ' Büyük Fikir' buydu. Ama 'Büyük Fikir' şimdi Parthe­ non'a, stoa ve Marathon savaşına insanları geri götüren çok daha etkili bir köken mitine dönüşmüştü . 1 92 3 'de Tra bzon'un son metropolidi Khrysanthos 'un 1 64 . 00 0 Pontus Rumunu 'eve' Yunanistan ' a -kendilerine fizik, iklim, siyaset ve dil bakımından yabancı bir ülkeye­ götürebilmesini sağlayan da buydu. Ama artık itiraf etme­ l i ki gidecek başka yer de kalmamıştı . Rusya İmparator­ luğu S ovyetler Birliği olmuştu; Odessa ve Sivastopol'un 1 9 1 9 'da Yunan ordusu tarafından feci biçimde alınma­ sından beri Ruml ara kuşkuyla bakan bir devletti bu. Yüz b i nlerce Pontus Rumunun yerleşmiş olduğu Gürcistan 237

Rus Devri mi'nden sonra bağımsız devlet olmuş ama son­ ra Bolşevikler tarafından yeniden işgal edilmişti. Versail­ les Barış Konferansı 'nda bağımsız 'Pontus Cumhuriyeti ' veya Trabzon 'u da içerecek ve Pontuslu Rumlara iç özerk­ lik tanıyacak biçimde As ia Minor'de Ermenistan devleti kurmak için uluslararası destek bulma girişimi sonuçsuz kalmıştı. Lloyd George tarafından tasarlanan Yunanistan'ın Ana­ dolu'yu işgal girişimi 1 922'de Mustafa Kemal tarafından yok edildi. Ertesi yıl Lozan Anlaşması ile Müslüman ve Hı­ ristiyan azınlıkların 'mübadele'si geldi. İstanbul Rumları ile Çanakkale'nin batısında kalan Ege adalarında yaşayanlar yarım yüzyıl daha yerlerinde kalabildiler ve kalanların çoğu 1 974'de Kıbrıs nedeniyle Türkiye ile Yunanistan karşı kar­ şıya geldiğinde topraklarını terk ettiler. Sonunda 'Büyük Fi­ kir'in sonu gelmişti. Ama Pontus Rumları hiç de bitmedi . Çocukları geniş dağılım gösteren bir anayurttan geldi kleri için Pontus dias­ pora haline geldi. Diasporanın bir bölümü şimdi Yunanis­ tan'da yaşıyor, öteki Yunanlılar için şaşırtıcı, içe dönük, ulus içinde ulus olarak kalmaya devam ediyor. Öteki bö­ lüm Sovyetler Birliği' nin kale duvarları ardında yok oldu ve dış dünya, Yunanlıların çoğu da dahil, onları unuttu . Ama onlar, sonunda anlaşıldı ki, Pontus veya Yunanistan'ı unutmamışlar. Yeni Sovyetler Birliği 'nde yaşayan Yunanl ıların çoğu Kara­ deniz çevresine yerleşmişti . Azak Denizi 'nin kuzey kıyıla­ rında yoğunlaşan yerleşimciler (Mariupol Rumları ) kendi diyalekt ve kültürlerine sahipti; onlar, Büyük Katerina 'nın güney Rusya'ya sürdüğü Kırım 'da yerleşmiş çiftçilerin so­ yundan geliyorlardı . Ama çoğunluk Pc;mtus kökenliydi . Yu­ nanlılar çoğunlukla liman şehirlerinde, özellikle O dessa , Rostov ve Sivastopol'da, verimli Kuban steplerinde, Gür­ cistan ve Abhazya'nın sahil kasaba ve köylerinde ve orta Gürcistan'ın tepel erinde yaşıyorlardı. 238

Sovyetlerin ilk yılları hoşgörülü hatta teşvik ediciydi. Yunanlılar hızla İç Savaş'ın yıkımını atlattılar. Topraklarını korudular ve enerj i k bir kültürel canlanma oldu: Yunan al­ fabesinde reform yapıldı, cesur ve ilginç çok sayıda kitap, dergi ve gazete basıldı; devletin yardım ettiği Yunanca öğ­ renim ağı oluşturuldu. Kuban sahilinde ve Ukrayna'nın ba­ zı yerlerinde özerk Yunan bölgeleri kuruldu. Ama çiftliklerin 1 92 8 ' den sonra kolektifleştirilmesi ve Stalin'in büyük güç kazanmasıyla, Yunanlılar bir gece Dev­ rim'den yarar görenler tarafından kurban tarafına geçtiler. Şimdi onlarla ilgili her şey, özgür girişim gelenekleri, dışar­ daki ' emperyalist' dünyayla ve özellikle Atina'yla (çoğu­ nun Yunanistan pasaportu vardı ) bağları, bağımsız kültür­ leri, karşı-devrimcilik sayılıyordu. Güney Rusya ve Ukray­ na'daki Yunanlılar çiftli klerini kaybetmeye karşı kuvvetle direndiler ve binlercesi tutuklandı. 1 9 3 0 ' larda ' Büyük Tas­ fiye' başladığında, kültür ve siyaset önderleri hainlik veya Troçkistlikle suçlandılar ve idam edildi ler. Yunan okulları kapatıldı ve Yunan edebiyatı tahrip edildi . Güney Rus­ ya'da siyasal soruşturma hızla etnik programlara dönüştü : bütün Yunan toplulukları tutuklanıp sürüldü. Eski Sovyet­ ler Birliği 'ndeki Pontuslu Rumlar arasında epey çalışma yapmış olan D r. Effi e Vo utria, 1 70 . 0 0 0 kadar insanın 1 93 6 'dan sonra Si birya ve Orta Asya 'ya sürgün edildiğini hesaplıyor. Ama bu yalnızca başlangıçtı . Devlet terörünün bütün gücüyle Yunanlılara karşı dönmesi İkinci Dünya Savaşı'nın ardından oldu. Kırım Tatarları, Çeçenler ve Volga Alman­ ları gi bi, Sovyetler Bi rliği' ndeki Yunanlılar da mahkum edilen bir ulus oldu ve sürüldü. Hemen hepsi Pontus kökenli Kırımlı 70 . 000 Yunanlı ilk gi tti . Sonra sıra Kuban ve güney Rusya 'daki lere geldi. Son olarak 1 4/1 5 Haziran 1 949 gecesi , aylarca gizliden gizliye hazırlanan devasa bir planla neredeyse bütün Ka fkasların Yunanlı nüfusu sürgüne dahil edildi. Ana hedef Abhaz­ ya 'daki ve Türkiye sınırına kadar uzanan Gürcistan sahi239

!i ndeki yerleşimlerd i . Yaklaşık 1 00 .000 kişi ele geçirildi. Köyleri karanlıkta NKVD özel birliklerince sarıldı ve top­ lanmaları için birkaç saat tanındı. Çoğu mühürlü trenlerde yok oldu ve varacakları yere -genellikle haftalar sonra­ ulaştıklarında, bilinçli biçimde dağıtıldılar: küçük Müslü­ man topluluklar arasında, Orta Asya ovalarına yayılan pa­ muk çiftlikleri kolhozlara serpiştirildiler. Bunlar neden yapılmıştı ? Bugün bile açık bir cevabı yok. Stalin'in Karadeniz'de savaş çıkacağı korkusu, 1 9 1 9 Müdahalesine ait a nıları, Gürcistan'ın entrikaları ve kıs­ kançlığı veya çok sayıda Pontus Rumunun Yunanistan pa­ saportu taşıması - bütün bunlar açıklama olarak ileri sü­ rülmektedir. Belki de gerçek neden Yunanlıların bir aile oluşturmasıydı . Onların insani bağlantıları, totaliter siyase­ tin suni bağlarından güçlüydü. Sovyetler Birliği 'nin yurtta­ şıydılar ama suçları ' kozmopolit' olmak, etkinlikleri Sovyet topraklarına yayılan ve sınırlarının dışına taşan geniş bir ticaret dünyasının, dedikodu, evlilik ve cenaze törenlerinin üyesi olmalarıydı. Ama Yunanlılar -yerel siyasetçiler, fabrika sahipleri, bakkal ve kahveciler, gazeteciler ve banka memurları, tahıl tüccarları ve gemi kaptanları- olmadan Karadeniz'de yaşa­ mak, eski yaşamın soluk gölgesi gibiydi. Yunanlıları kom­ şuları kıskanmışlardı. Şimdi acıyla özleniyorlardı. Fazıl İskender 20. yüzyıl Abhaz şiir ve nesirinin büyük adıdır. Çegemli Sandro * romanında, Abhaz oportünist kahramanın bir Yunanlı ailenin evini almak istediği bir sahne vardır. Karı koca Si birya'ya sürülmüşlerdir, terk edi­ len çocukları Rusya'daki bir akraba almıştır. Bu küçük, ba­ kımlı, çiçek lerle ve meyve ağaçlarıyla çevrili güzel bir evdir. Ama Sandro'nun babası, tepelerden gelen köy ağası, yavaş yavaş evin niçin boş kaldığı nı, şehir Sovyet'inin evi nıçın iki domuz fiyatına oğluna sattığını an1ar. * Fazıl İ skender, Sandro Dayı (Çegemli Sandro) çev: Melunet Ö zgül, Ad Y., İ stanbul 1 997.

240

" Oğlum " diye sakin ve korkunç bir sesle başl adı, " eskiden bir kan davalısı düşmanını öld ürdüğünde, üstündeki elbisenin düğmesine dokunmazdı . Gövde­ yi düşmanın evine götürür, yere yatırır ve ailesine gelip ö lülerini tertemiz, bir hayvanın dokunuşuyla kirletilmemiş almaları için seslenirdi. İşler böyleydi. Bu adamlar, şimdi, masum insanları öldürüyorlar, dalkavuklarına ucuza satmak için elbiselerini de so­ yuyorlar. Bu evi alabilirsin ama ben oraya adımımı atmayacağım, ne de sen benim eşiğimden içeri adım atacaksı n ! " Sürgünü paylaştıkları Kırım Tatarları gibi Sovyetler Birli­ ği'nin Pontus Rumları da basitçe oturup iş işten geçti deme­ diler. Okulda tek dilli Rusya-Sovyet kültürüyle yetiştirilen çocuklarına gizli gizli Pontus Rumcası öğretmeye çalıştılar. Kazakistan ve Özbekistan'ın tozlu kolkhoz köylerinde anne babalar en azından kültürlerinin bir bölümünü, özellikle müzik ve aşçılığı, çocuklarına aktarmaya çalıştılar. Aynı za­ manda O rta Asya 'da kimlik bilinçleri değişti ve sertleşti . Şimdi Atina 'yla değil Karadeniz çevresindeki diasporanın kalıntısıyla da teması yitirmişlerken, kendilerinin Yunan si­ yasal kimliklerine ait 'Yunanlılık' duyguları pekişti. S ürgüne giden Pontus Rumlarının çoğunun Yunanistan pasaportu vardı . Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Atina hükümeti, ölmekte olan irredantist ' Büyük Fikir'e saygı ha­ reketi olarak diasporaya ulusal kimlik kağıdı dağıtmıştı . Aynı zamanda bu hareket, 1 9 1 8 sonrası ulusçuluk akımıy­ la da uyum içindeydi; ulus-devletlerin yurt dışındaki kendi etnik grubundan insanları bir dereceye kadar yurttaşlığa dahil etmenin hak hatta görev olduğu kavramı gelişmişti . Kültürel bağlar siyasal bağlara dönüştürülmeliydi. Bu gö­ rüş, öncelikle göçmen geleneği ve önemli bir diaspora yo­ ğunluğu bulunan uluslarca benimsenmişti . Almanya, İrlan­ da ve son olarak İsrail ' dönme hakkı', biyoloj ik, dinsel, kültürel veya bunların karışımından olan etnik kriterlere 24 1

göre tanımlanmış yurttaşlık hakkı kavramı geliştirmiş ulus­ devletlerdi. Polonya, İkinci Dünya Savaşı 'ndan ö nce ve sonra, öncelikle Birleşik Devletlerdeki kocaman Polonyalı diaspora nın zengi nliğini çekmek için çeşitl i 'Polonia' değiş­ kelerini tecrübe etmişti . 'Anayurt'la kim liğin belirlenmesi çağrısı gerçekte ne an­ lama geliyordu ? Çağdaş Yunanistan, İrlanda, İsrail, Maca­ ristan ve Polonya devletlerinin hepsi yitirilmiş siyasetlerin modern restorasyonlardır. Restorasyonlar olarak hepsi faz­ lasıyla eksi klidir, hiçbirinin 'orij inal' sınırı yoktur. Ama bu orijinalliklerin hepsinin ortak yönü de siyasal atlastan em­ peryal şiddetle silinmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, eski ulusal toprakları göçmen olarak -çoğunlukla da on dokuzuncu yüzyı lda- terk etmiş olanlar, yerlisi oldukları topraklardan ayrılıkl arının özgür seçimden çok zor nedeniyle olduğu duygusunu yaşamış ve aktarmışlardır. Bu ülkelerin bağımsız ulus-devletler olarak dirilişleri , dolayısıyla, diasporayı etkileyen ve rahatlatan bir gelişim olmuştur. Duygusal olarak etkilemiştir çünkü bağımsızl ık yalnız göç travmasının öcünü almamış onu meşrulaştırmış­ tır da. Birleş ik Devletler gi bi bir ülkede İrlanda veya Polon­ ya 'nın dünya sahnesine pasaport veren, konferanslara katı­ lan, tüm niteliklere sahip bir devlet olarak çıkması , Bos­ tonlu İrlanda lı lar veya Chicagolu Po l onyalılar için kendi değerlerini kendi gözlerinde yükselten bir durumdur. Zafer kazanan ulusal kurtuluş söylemi geçmişin traj edilerini ya­ bancı emperyal baskılara bağlar. " Biz ülkemizin düşkün anında oradan kaçmadık. Ülkemizden denizaşırı yerlere İn­ giliz toprak sahi pleri veya Prusya j andarması veya çarın Kazakları tarafından sürüldük . " Ve b u durum diaspora için güvenliydi çünkü göçmenle­ re yönelik bir talep yaratmıyordu. Elbette Zionizm duru­ munda yoğun, İrlanda ve Polonya'da baştan savma biçim­ de, ' dönme' konusunda ahlaki bir baskı doğa biliyordu . Ama göçmenlerin büyük çoğunl uğu için hem pasta vardı hem de yiyebiliyorlardı . Chicago, New York veya Melbo242

urne'da görece daha konforlu yaşamı sürdürüp, fazladan ikinci bir pasaport almak ve ulusal bağımsızlık gününde eski ülkenin bayrağıyla yürüyüşlere katılarak duygusal tat­ min elde etmek mümkündü . �Aynı zamanda, diaspora ile ' anayurt' arasındaki kültü­ rel fark gerçekten de büyük bir hızla büyüyebilir. İki yüz­ yıldan az bir süre ortalama Illinoisli Polonyalıyı Varşo­ va' da ya bancı yapmaya yetecektir; Lehçe konuşsa bile köy­ lü ağzındaki arkaik kalıntılarla genellikle dinleyicilerini şa­ şırtır. Budapeşte'de Transilvanya'dan gelen ve köyl ü kıya­ fetleriyle yeraltı geçitlerinde işlemeli yatak takımları satan Szekelyili kadınlar, gerçek göçmenler değildir - Macaristan Transilvanya 'yı Romanya'ya terk etmiş, onlar ülkelerini değil ülkeleri onları bırakmıştır. Ama şimdi onların kültürü yirminci yüzyıl sonu Macar kültüründen farklıdır. Doğu Avrupa, Ukrayna, Rusya ve Sibirya 'da yüzyıllarca süren köylü yaşamından sonra şimdi Federal Cumhuriyet'e gelen Alman Einsiedler topluluğu çoğunlukla çok az Almanca bilmektedirler ve beraberlerinde, Bismarck şansölye iken bile eskimiş olan dindar, otoriteye bağlı, baskıcı bir Alman­ ya düşüncesini de getirmişlerdir. Burada, görün üşte çelişkili ama gerçekte birbirini ta­ mamlayan iki farklı süreç işlemektedir. Kültürel fark büyü­ dükçe, ulus-devlet üyeliğinin dar a nlamıyla öznel ulusal kimliğe verilen önem yoğunlaşır. Bu yeni diaspora ulusçu­ luğu az çok hayallerdeki bir lüks olarak kalabilir ama za­ man zaman aniden ve umutsuz biçimde, Simgeler Bankaİ skoçya tuhaf bir istisna oluşturur. Kuzey Amerika ve Avustralya 'da ge­ niş ve örgütlü İ skoç diasporası bulunmasına ka rşın, İ skoç Ulusal Parti­ si'nin bağımsız İ skoçya planlarında yurttGş!ık (etnik kökeni ne olursa ol­ sun ) İ skoçya'da yaşayanla rla veya orada doğanla r ve onların çocukl arıyla sınırlı tutulmaktadır. Bu etnik ulusçuluktan kaçınma kararı sa ygın görüle­ bilir ama İ skoçyalı muha fazakar milletvekili Sir Nicholas Fairbairn'i öfke­ lendirmiştir: " Bir Yuna nlı, Tasmanyalı veya Amerik alı askerin piçi İ skoç­ ya'da saf İ skoç kanından gelen bir göçmenden daha fazla hakka sahip ola bilecek " diye itiraz etmektedir. *

243

sı 'ndaki bu çekler ödemeye çıkarılır. Elli yıldır bu tür olay­ lar yaşadık . Avrupa'daki yirminci yüzyıl anti-semitizmini Arap ulusçuluğunun yükselişi izledi, Avrupa ve O rtado­ ğu'nun Yahudilerini İsrail ' e getirdi . Sovyet diktasını zayıf­ layınca, Volga Almanları ( Stalin tarafından Orta Asya'ya sürülmüş olmalarına rağmen) ' eve döndük'lerini ilan ede­ rek Almanya'ya gelmeye başladılar. Pontuslu Rumlar da aynısını yapıyorlardı . Herhalde ya­ rısından fazlası Kazakistan ve Özbekistan'da olmak üzere eski Sovyetler Birliği topraklarında 300 . 000 kadar Rum bulunuyor. Şimdi çoğu 'anayurt'a dönmek isteğinde ve son yıllarda 200.000 kadarı da bunu gerçekleştirdi. Ve 'ana­ yurt'la modern Yunanistan'ı anlıyorlar. Zionist Yahudiler bile tarih hakkındaki bu cümlenin aşırılığıyla boy ölçüşemezler. Yunanlı ilk koloniciler Bo­ ğaz' dan geçip Karadeniz çevresinde ticaret merkezleri ku­ ralı yaklaşık üç bin yıl oluyor. Çoğunun kökeni, Pelopon­ nesos değil , şimdi Türkiye'de olan Ege kıyısındaki İon­ ya'ydı. O zamandan beri, kültür ve dilleri şimdi ' Yunanis­ tan' dediğimiz yanmadadakinden sürekli farklılaştı . Ve ge­ ne de onların soyundan gelenler dünyanın en doğal işiymiş gibi Atina veya Selanik'e yöneliyorlar. Stalin'in 1 9 5 3 'de ölümünden sonra sürgün edilen ve Sov­ yet yurttaşlığı almış Rumlara O rta Asya 'dan dönme hakkı tanındı. ( Çoğu, ev ve tarlaları 1 949'dan sonra satılmış ve­ ya kamulaştırılmış olsa da Gürcistan'a döndü. y D iğerleri, hiç görmedikleri bir ülkeden kağıt edinmiş olanlar, sürgün­ de kaldılar. Bu aşamada, onların statüleri ve Yunanistan'la ilişkilerinin değişmeye başladığı anlaşılıyor. ilk büyük göç­ lerini, Türkiye'deki Pontus'tan kaçışlarını göç, aynı deniz­ de başka bir kıyıya geçiş olarak kabul ediyorlardı. Ama Stalin'in yaptığı sürgün, onların gözünde mültecilikti. Dr. Effie Voutira ' m ülteci' sözcüğünün modern kullanı­ mının, özellikle İngilizce'de, bir ulus-devletin varlığını ön­ gördüğüne işaret eder. Yirminci yüzyılın yarısına gelindi244

ğinde, herkes bir ulusal topluluğun üyesi kabul edilmiştir. Uluslararası planda ' evsiz' kabul edilen büyük ve artan sa­ yıdaki insan, m ülteciler, dolayısıyla öncelikle gerçek ulus­ devletlerinden ayrılma kötülüğüne uğramış kabul edilmiş­ ledir. M ülteci terimine 'Bosnalı/Polonyalı/Zarieli diye ulu­ sal sıfat eklememizin nedeni budur. Mülteci bir zaman ulu­ su olan ama onu yitirmiş kişidir. Yerinden edilip dünyada o yana bu yana savrulan mil­ yonlarca birey ve aileyi tanımlayan tuhaf ve yetersiz bir sı­ fattır bu, ama yerlerinden edilenler gittikçe daha fazla bu terimi beı:ıimseme eğilimindedirler - bunun nedeni de açık­ ça 'mülteci ' teriminin bir devletle olan bağlılığı içermesidir. D urum her zaman böyle değildi. Gaelik dili konuşup kendi kasabalarından kopan ve Kanada'ya giden Highlandlılar kendilerini mülteciden çok göçmen kabul ederlerdi, oysa memleketlerinden ayrılmaları ( 'Highland M ülksüzleştirme­ si ' ) hiç de gönüllü değildi. Trabzon'dan Sohumkale'daki sahil kafelerine kaçan, Odessa'da gazete yayımlayan veya Gürcistan'da bağ yetiştiren Pontus Rumları yitirdikleri ev­ leri için üzülürken yeni kökler salmaya hazırlanmışlardı. Ama Stalin onları Karadeniz'den uzaklaştırıp Orta Asya steplerine atarak bütün cemaati fiziki ve kültürel olarak yok olma tehlikesine uğrattığında, artık kendilerini göç­ men olarak kabul edemezlerdi. Bu kez basitçe yerlerinden edilmemişler, mahkum edilmişlerdi. Pontus Rumları Orta Asya'da iki aşırı seçenekle karşı karşıyaydılar. Biri Sovyet toplumuna asimile olmak ve Par­ ti merdiveninde tırmanma yolunu aramaktı - birçok Rum da böyle yaptı . Öteki bütün çevreyi reddetmekti . Sonunda seçimler bozuldu. Komünist Parti ve sonra Sovyetler Birliği alabora olup battı, tırmanıcılar ve inkarcılar aynı su alan teknede kaldı : hepsi yeni bağımsız Müslüman devletlerinde Kazak veya Özbek olmayan ' kolonyalist'ler olmuştu. Ülke­ lerine fatih, emperyal yerleşimci veya s ürgün kurbanı ola­ rak gelenler arasında anlaşılır biçimde ayrım yapmayan 'yerli'ler, Rus, Ukraynalı, Kırım Tatarı, Yunanlı, Volga Al245

manı, Çeçen ve Misket Türkleri tarafından tutulan çiftl ik­ ler ve bürokratik makamları ele geçirme arzusu duyarak harekete geçtiler. 1 990 'larda Orta Asya cumhuriyetlerinde yerlilerle dışarıdan gelenler arasında etnik çatışmalar yayı­ l ıyordu . Artı k, yeni çaresizlik sonucu, Pontus Rumları 'ulus'ları Yunanistan'a başvuruyorlardı . Rus Devrimi'nden sonra Yunanistan'a ilk göç akımı ol­ muş, 1 9 3 8-9 'da Büyük Tasfiye sırasında da daha fazla Yu­ nanlı buraya kaçmaya çalışmıştı . Ama sonra Sovyetlerin sı­ nırları kesin biçimde kapanmıştı . Yaklaşık elli yıl sınırlar açılmadı ve sonra Mihail Gorbaçov kitlesel göç yasağını kaldırmaya başladı. Bu sırada, 1 9 8 0 ' lerin odalarında, Sovyetler Birliği'nde yaklaşık 500.000 kadar Yunanlı yaşıyordu ve neredeyse hepsi Pontus kökenliydi. On yıl sonunda, 1 990 'ların orta­ larında, Orta Asya'daki Yunanlı köyleri neredeyse tama­ men boşalmıştı. Bazıları, azınlık olarak Karadeniz'in Rus­ ya ve Gürcistan sahillerine gittiler. Kuban'da özerk Yunan bölgesinin canlandırılması fikri hakkında iyimser konuş­ malar bile oldu. 1 9 9 1 'de Novorossiysk yakınındaki Gelen­ cik'de Yunanlı delegeler kongresi yapıldı ve küçük Anapa limanında Yunanca bir gazete (Pontos ) bile yayınlandı. Ama Kafkaslar sonraki yıllarda Yunanlılar için çekiciliğini yitirdi. Gürcistan'daki iç savaşı daha şiddetli Abhazya sa­ vaşı izledi; tarihsel olarak Yunan yerleşimlerinden biri olan bölge kendi bağımsızlığı için Gürcistan'la savaştı . Pontus kökenlilerin çoğu 'a nayurt' Yunanistan'a yöneldi. Orta Asya'dan trenle sonra gemiyle batıya giderken, ko­ caman ahşap kutulara yalnız kendi eşyalarını değil, satın alabildikleri her türlü ucuz Sovyet ev eşyasını tıkıştırmışlar­ dı. Bir Yunan limanına indiklerinde, yeni göçmenler bu ku­ tuları indirtip banliyölerin bit pazarlarındaki tezgahlarda bu eşyaları sattılar. Sonunda, satılacak eşya b ittiğinde, ku­ tular Pontuslu ailelerin yaşayacağı barakalarla çevrildiler. 'Anayurt'a, nerdeyse onların varl ığını unutmuş fa kir bir ülkeye gelmişlerdi. Yunanistan onlara kapılarını açtı ama 246

yüreğini her zaman açmadı. Bu göçmenlerin üçte biri kom­ şularının anlayamadığı bir Yunanca konuşuyordu ve Sov­ yetlerde edindikleri nitelik ve öğrenimlerini de anlamsızdı . İ ş ve konut bulmak zordu v e zor olarak kaldı . Ve Yunanis­ tan'da 1 92 3 'de, Trabzon metropolidi Khrysanthos cema­ atini Anadolu'dan getireli beri geniş bir Pontuslu azınlık bulunmasına karşın, Pontuslulara karşı önyargılar devam ediyor. Sağcı Yunanlılar onları genellikle 'Rus' olarak gö­ rüp siyasal olarak kuşkulu kabul ediyorlar. Sol ise, Sovyet­ ler Birliği'ndeki sorgulama, fakirlik ve yozlaşma hikayeleri ve ( gerçek ) kabuslarını inanılmaz buluyor. Gerçek sorun ise, Yunanlılığın alameti olarak etnik homoj enliği benimse­ miş bir ülkede Pontusluların kültürel kimliklerini koruma yolundaki ısrarları . Anthony Bryer'ın yazdığı gibi " Pontuslu Rumlar . . . ya­ tıp teslim o lmayacak. Onlar belki de bütün kalıntıları n en şaşırtıcı olanları. Ama bazıları yurt arıyor, bazıları tarih, bazıları da ikisini birden . " Modern Yunanlıların Pontus tu­ tumunun çelişkileri karşı sında şaşırıp kalmaları anlaşılmaz deği l . Bir yandan Yunanistan'ı 'yurt' olarak seçerken, son­ ra , vaat edilmiş toprağa gelir gelmez, birlikte anayurtları­ nın gene de başka yer olduğunu düşündürten özel bir gele­ nek ve ayrı bir kader içeren muhteşem ve egzotik bir is­ kambil şatosu kurmaya başlıyorlar. Amblemleri Pontus kartalı veya Bizans tavusu, herha lde 'Rumanya'nın düştü­ ğünü bildirmek için Şehir'den uçan 'güzel kuş ' . Sloganları şarkının son satırı: ölen Rumanya " gene yeşerecek ve gene meyve verecek . " Törenleri dinsel ve kültürel canlanmanın özel bir karışımı . Sümel a ' n ı n eski Meryem Ana ikonu 1 92 3 'de kaybolmuştu, ama her Ağustos 'ta Meryem 'in Gö­ ğe Çıkış yortusunda kuzey Yunanistan'da Panagia Sume­ la'da büyük bir Pontus yürüyüşü düzenleniyor ve gelenek­ sel kıyafetleriyle Sümelalı Meryem Ana 'nın ' mülteci ' ikonu sokaklarda taşınıyor. Bu kültürel canlanmanın kalbinde Pontus Tiyatrosu bulunuyor. Bilim adamı Patricia Fann bu tiyatroyu yarı dinsel bir ritüel olarak ta nımlıyor. Cemaatin 247

kendisi onu vaftiz çeşmesi, kutsal suları oyuncu ve seyirci­ lerin kör özlerini açıp Pontus kimliğine gerçek inancı öğre­ ten ' Siloam Havuzu' * olarak görüyor. Güzel kuş gene ağlayıp kehanette bulunuyor ama çiçek ve meyveler ne olacak ? Bu Rumanya ağacının devrildikten sonra tekrar canlanması ' Büyük Fikir'in bir değişkesi gibi: Şehrin Bizans İmparatorluğu'nun bütün kara ve denizlerin­ deki egemenliğinin restorasyonu. Ama şimdi 'Rumanya' kendi içine çekiliyor, biraz modern Türk devleti gibi, evren­ sel bir ülke iken tek bir gelenek ve tek bir dile sahip etnik bir savunmacılık içine çekiliyor gibi görünüyor. 'Rumanya' geçmişe inananların gizli bahçesi olmaktan çok dünyanın bu parçasındaki bir krallığa dönüşmüş görünüyor. Kuş bir gün, Pontuslu Yunanlıların Yunanca konuşulan her yerde görkem ve üstünlüğünün tanınacağını söylüyor. Bu adalet günü geldiğinde, iki buçuk bin yıllık Anabasis sonunda bitecek. Bu halkı ilk koloniciler, sonra kendi top­ raklarında yabancı, sonra göçmen, sonra sürgün ve sonra mülteci yapan dönüşüm tiyatrosu sonunda perdesini indi­ recek. İonya sahillerinden Pontus 'a, Pontus'tan Kırım, Ku­ ban ve Kafkaslara, Karadeniz'den Orta Asya göçebelerinin steplerine ve sonunda Kazakistan'dan Yunanistan'a yaşa­ nan yolculuk, tamamlanacak. Laz memleketine varmak için arabayla Trabzon'un seksen kilometre daha doğusuna gitmeniz gerekiyor. Bu, hız yapı­ lan tehlikeli bir yol; Karadeniz'in bütün güney kıyısını dola­ şan ve kasaba ve şehirleri birbirine bağlayan ve denizden beton bir engelle ayıran yeni sahil karayolu. Her kilometre­ de yeni çarpışmış otomobil ve kamyon enkazları geçiyorsu­ nuz; çoğunlukla kurumuş kanla kahverengileşmişler. Ters yönden eski kırmızı lkarusz otobüslerinden oluş­ muş kervanlar geliyor. Çarklı buharlı g emiler gibi kara bir Kudüs yakınla rındaki, İ sa'nın kör doğan birini gözlerinin açılması için gönderdiği pınar. - ç.n. ,,_

248

duman savurarak iskele veya sancağa sıralanıyorlar. Şimdi Türkiye ile bağımsız Gürcistan Cumhuriyeti arasında sınır oluşturan eski Sovyet sınırı Sarp'tan Trabzon'a gidiyorlar. Yolcuları, Rus, Ukraynal ı ve Kafkaslardaki her topluluk­ tan insanlar, yanlarında toplayıp taşıyabildikleri her şeyi -çay takımları ve Stalin büstleri, oyuncak tanklar ve tuva­ let oturakları, bıçak ve saatler, bahçe mobilyası ve ameliyat aletleri- getiriyorlar. Bunları Trabzon limanının yanında kaldırımda yarım kilometre uzanan yeni ' Rus pazarı 'nda, tezgahlarda satacaklar. Satıcıl arın çoğu Kiev ve St. Peters­ burg gibi uzak yerlerden günler ve gecelerce yolculuk yap­ mışlar, sınırlarda rüşvet ve koruma paraları ödemişler, Trabzon'daki tezgahları dağıtan Kafkas mafyasını mem­ nun edecek özel banknot tomarları hazırlamışlar. Burası ticaret yolu . Kadim çağlardan 1 9 8 0 'lerin sonla­ rında yeniden ortaya çıkan, Sovyet İmparatorluğu dağılın­ ca bütün doğu Avrupa ve batı Avrasya 'ya yayılan pazar ve seyahat eden tüccar kervanlarının oluşturduğu ağın parça­ sı. Çoğu ticaret yolu gibi tehlikeli. Tehlike, tüccarlar eve dönmek için Türk deri ceket balyaları, ucuz bilgisayarlar ve yağlı Batı banknotu çıkınlarıyla sınırı geçerken daha da büyük. Gürcistan'ın içine bir kaç kilometre girildiğinde, Kabuleti yakınında, askeri üniformalı silahlı soygun çetele­ ri otobüs konvoylarını pusuya düşürüyor ve yolcuların ha­ zinelerini soyuyor. Tra bzon'un doğusunda yeşil dağlar daha da dikleşip denize yanaşıyor. Yamaçları çay bitkisi kaplıyor. Yol çayın paketlendiği Rize limanından geçiyor sonra Ardeşen'den hemen ö nce bir köprüye geliyor. Burada ben döndüm. Bu­ rası Fırtına deresinin, mavi-yeşil ve buz gibi soğuk suyun, Pontus Alp lerinin zirvelerinden, Kaçkar Dağı denilen sula­ rın ayrışma yerindeki çıplak taş doruklardan başlayarak çağıldayıp taşlardan atlayarak denize döküldüğü yer. Bu Türkçe bir isim değil . Ama Lazlar ve komşuları Hemşinliler de Türk deği l . Türkiye 'nin kuzey doğu köşesi­ ne, Gürcistan'la Karadeniz arasına sıkışmış bu iki halk 249

farklı ve daha eski etn is itenin bölgesini oluşturuyor. Kendi Türkçe olmayan konuşma di llerine sahipler. Kendi mitleri, adetleri, kıyafetleri ve ( iki halk da Müslüman ama ) kendi büyüleri var. Şimdiye kadar, aileden olmayan kimseyi ilgi­ lendirmeyen atalardan kalma düğün el biseleri gi bi kendi fa rk l ı l ı kl a r ı n ı kendilerine saklamışlar. Türk devleti n i n farklılıklar konusundaki hassasiyeti düşünüldüğünde, b u akıllıca. Kemalizm , ideoloj i olarak, Avrupa'da on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirmi nci yüzyıl başında geçerli olan 'mo­ dern' ulusçuluğun bazı aşırı kavramlarını benimsemiş . Ho­ moj enlik -tek dil, tek din, tek Volk- güçlü ve bağımsız devlet olmanın gerekliliklerinden sayılmış . Buradan, çok etnili, merkeziyetçi olmayan ve bazı bakımlardan hoşgörü­ lü Osmanlı İmparatorluğu 'nun kör kategori ve ayrımları kadar bu bilimsel ruha karşıt bir yapılanma olamayacağı sonucuna varılmış. Bilim adamı Effie Voutria bunu çok güzel ortaya koy­ muştur. Ona göre reformdan önce Osmanlı devleti " resmin bütününün kendi örüntüsü varsa da, farklı renklerin çeşit­ liliği ve açık bir örüntü bulunmuyormuş gibi oluşturdukla­ rı çoklukla bir Kokoschka resmi " gibidir. Osmanlı İmpara­ torluğu'ndaki farklı gruplar kabaca dinle, O rtodoks Hıris­ tiyan, Ermeni, Yahudi diye tanımlanırlar, ama bu kriter bi­ le Osmanlı tebasından birinin Müslüman olma seçeneğiyle (Pontus Rum larının yaptığı gibi ) oldukça elastik tutulmuş­ tur. " Tersine, modern dünya haritası, bütün şekil ve renk­ lerin açık çizilmiş sınırları ve belirsizlikle üst üste geçişi ol­ madığı bir Modigliani resmi gibidir . . . " Voutria'ya göre, dolayısıyla , yirminci yüzyılın b�şındaki Türk devrimi Ko­ koscha'nın yerine Modigliani'nin konmasıdır. Reformcular ve hepsinden önde Mustafa Kemal Atatürk, bu tekil, çevre­ si iyi çizilmiş birincil renk bloklarına a � zu duydular ve 'Tür­ kiye Türkl erindir' mantığı azınl ıklara emniyet vermedi . Bi­ rinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni olayları, Rumların ve öteki O rtodoks Hıristiyanlar ı n yurt dışına çıkarılması, 250

1 9 8 0'ler ve 1 99 0 'larda tekrar alevlenen Kürt ulusçuluğuna karşı acı mücadelenin öncülleriydi. Daha küçük azınlıklar, bu dehşeti izleyerek, ölümcül suç­ lama 'ayrılıkçılık'tan nasıl kaçınacaklarını öğrendiler. Lazlar, belki de 250.000'e varan sayılarıyla, kendi kimlikleri konu­ sunda sonsuz bir sakınım içinde ve provakasyonlardan uzak oldular. Ancak 2 0.000'e varan küçük Hemşinli grubu, özel­ likle baş eğme konusunda zorlayıcı nedenlere sahipti. Bu grubun üyeleri bilinmeyen bir geçmişte Müslümanlığı kabul etmiş Ermeni soyundan geliyor ve halen eski Ermenice ko­ nuşmalarına karşın, seksen yıl önceki ana Hıristiyan-Ermeni olaylarından kurtulmuşlar. İki grup da sadık Türk tebası. Çay üreticisi ve balıkçı ve Hemşinlilerin durumunda yetenekli fırıncılar olarak, toplumda göze çarpmayan bir yer edinmişler. İstanbul ve batı Anadolu'da kendi küçük diasporaları var ve İstanbul futbol takımlarının tali hiyle yakından ilgileniyorlar. Şu ana kadar kendileri adına bir cemaat iddiasında bulunmamış­ lar. Çoğu Türk onların varlığı hakkında bile açık bir fikre sahip deği l . Onları, batıda Samsun 'a kadar uzanan bütün güney doğu Karadeniz bölgesinin Türkçe konuşan bölge kültürünü tanımlayan popüler 'Laz' terimi içinde karıştı­ rırlar. Fırtına vadisi, ormanlar arasından, sisle kaplanıp asfalt sona erene kadar yükselip bir geçide dönüşerek yukarı tır­ manıyor ve yol taşlı katır yoluna dönüşüyor. Ara bamı da­ ha fazla süremeyince ağaçların altına park ettim ve yaya devam ettim. Tepemden yukarda uzakta, iki yanda da ya­ maçlarda inşa edilmiş siyah boyalı ahşap evler, Alp çayırla­ rı gibi çimenli açıklıklara tünemişler. Tepelerden ırmak ke­ narına inen uzun kablolara bağlı seyahat kabinleriyle eşya yukarıdaki evlere taşınabiliyor. O anda insan ayakları olan iki ot yığını görünüyor ve yoldan, taştan yapılmış ambara yöneliyor. Genç bir erkek yükünü indirerek bana ırmağı nasıl geçebileceğimi gösteri­ yor - tel lere asılmış ve bir oğlan tarafından bir kolun çev25 1

rilmesiyle ırmağın karşısına yavaşça ve sallanarak geçen bir başka koca kabin var. Irmağın karşısında eğrelti otları, böğürtlen çalıları, uzun çayır otları ve İskoçya kokusu var. Ormanlarda, ya­ bani çilek ve dikenli çalılar arasında yürüdükçe ellerimde çığ yoğunlaşıyor; bütün vadi ırmak sularının serpintisinden buharla dolu ve güneş nemli ormana ışınlarını yol l arken sis bulutları yükseliyor. Bir açıklıkta Hemşinli bir aile ahşap yaba ve tırmıklarla saman hazırlıyor. Kadınlar Hemşinlileri kendi memleketleri dışında tanımlayan siyah, sarı, leopar benekli başörtüleri takmış . Bazıları bu örtülerin Pontus' a ilk kez Hindis­ tan' dan on dördüncü yüzyılda, Trabzon açılan İpek Yo­ lu'nun parçasıyken geldiğini düşünüyor. Yol Kaçkar Dağı geçitlerine doğru yükselirken görülen kule yıkıntıları, yo­ lun bir zamanlar, olağan Gümüşhane yolu kapandığında, Fırtına vadisinden geçtiğini düşündürtüyor. Küçük Çamlı­ hemşin kasabasında bu başörtüler bakkaldan satın alınabi­ lir; bunların Irak'ta yapıldığını ve Kuzey lrak'tan buraya ge­ tirildiğini veya Kürt savaşı yoğunlaştığında, Türk sınırına Suriye'den girdiğini söyl üyorlar. Halen doğu Pontus dağlarını kaplayan koca ' ılıman yağmur ormanı' vahşi hayvanlar barındırıyor; domuz, ayı ve geyik var. Lazlar veya belki de yalnızca uzak köyleriI?-de yaşayan yaşlı Lazlar b uralarda canavar da olduğunu düşü­ nüyorlar. Germakoci, örneğin, insan biçimli ama tüyle kaplı bir dev; bazen sık ormanlarda avcılara yanaşır. D ur­ gun akıllı Germakoci insanlara saldırma niyetinden çok merakından yaklaşır ve onların davranışlarını taklit etmek­ ten hoşlanır; ondan kurtulmanın yolu bir ince dal yakıp sallamak, böylece dev yanan dalı kapıp kendi postunu ya­ kacaktır. Korkuyla homurdanarak tepelerden aşağı koşar ve Karadeniz'e ulaşıp kendisini denize �tar. Daha korkutu­ cu bir canavar, daha eski ve dişi Didamangisa'dır; o, yerle­ şim yerlerine yakın yaşar. Salatalıkların olgunlaştığı mev­ simde yere yakın sis gibi sürüklenir, b içimsiz ve torba gibi252

dir, demir kancasıyla salatalık toplayan çocukları kaçırır ve kendi yeraltındaki ininde saklar. ' Lazlar kim ? ' diye sormak, kaotik ulus tanımlarının in­ şa yerinde kaybolmak demek. Avrupalı dilbilimciler ve sos­ yal antropologlar bu küçük halktan yüz yıldan fazla süre­ dir etkilenmişler ve kendi cevapları var. Dilleri, Lazuri , es­ ki, neredeyse kaybolmuş bir dil ailesinden geliyor. Hint-Av­ rupa-öncesi bir dil olan Lazca, Kafkasya'nın, öteki üyeleri Gürcüce (en büyüğü) , Mingrelce ve Svanca olan Kartvel ai­ lesinden geliyor. Mingrelce Lazcaya en yakın olanı ve iki halkın İ Ö 1 000 yılı kadar eski tarihlerde Karadeniz' in do­ ğu sahilinde komşu olarak yaşadıkları ortaya çıkıyor. Bu sahil bölgesi, modern Gürcü limanları Poti ile Batum ara­ sındaki, Yunanlıların Kolkhis adını verdikleri Phasis ırmağı çevresinden oluşuyor. Mitoloj ide burası Medeia'nın yurdu­ dur ve Kolkhis tapınağından Altın Postun çalan Arganotla­ rın hedefidir. Ama tek bir Kolkhis ulusunun gerçekten ya­ şamış olduğu pek olası değil. Modern Abhazya 'nın Sohum­ kale bölgesinde bulunan Yunan kolonisi Dioskourias'ta yetmiş farklı dilin konuşulduğu söylenmiştir ve Kolkhis herhalde 'İskit' veya 'Kelt' gibi, dünyanın belirli bir bölge­ sinde yaşayan, geniş anlamıyla aynı kültürü paylaşan halk­ lara verilmiş Yunanca bir tür adıdır. Tarihte bir dönemde, Lazlar ü l kelerini terk etti ler. 'Kolkhis' ve Kafkasları terk ederek Karadeniz'in güney do­ ğu köşesine, şimdi Türkiye olan topraklara geldiler. Ming­ rellerse, tersine, daha çok eski yerlerinde kaldılar; çoğu Gürcüler gib i Hıristiyan dinini benimsedi. Lazlar ise, Kaf­ kasya 'nın daha kuzeyinde yaşayan ve çok daha geniş bir dil ailesi oluşturan A bhazlar gibi, on dördüncü yüzyılda Müslümanlığa girdiler. Bu göç niçin ve ne zaman oldu ke­ sin olarak bilinmiyor ama bin yıl önce, Bizans döneminin ortalarında olmuş görünüyor ve Lazlar Kafkasların Arap­ lar tarafından işgali sırasında yer değiştirmiş olabilirler. 1 8 64'de sonunda Rus ordusu kuzey batı Kafkasya'daki kabile direnişini kırdı. Abhazya ve Gürcistan sahil indeki 253

Müslüman halkın çoğu Osmanlı İmparatorluğu'na kaçtı veya sürüldü ve birçok Laz da aynı felaketle sürüklendi. Az sayıda Laz Gürcistan'da kaldı. Ama farklılıkları -Mingrel­ ler gibi- Gürcü siyasetçi ve entelektüellerin hoşuna gitmi­ yor ve haksız olarak Gürcücenin onların 'anadili ', Mingrel­ ce, Lazca veya Svanca'nın diyalektten ibaret olduğunda ıs­ rar ediyorlar. Tersine görüşler ve bu dillere yazılı edebiyat ve dilbilgisi kazandırma gayretleri, G ürcü kültür ve bağım­ sızlığını baltalamak isteyen Rus kültürel üstünlüğüne hiz­ metin işaretleri olarak susturuluyor. Fakat 'onlar k im ? ' sorusu dilin kökenlerini araştıran bi­ lim adamlarınca doğru dürüst cevaplandırılmış deği l . Peki Lazlar kim olduklarını düşünüyor ? Yakın yıllara kadar bu soru Lazlar için önemli görün­ müyordu. Bazıları, öngörü ve aldırışsızlığın karışımı bir duyguyla Türklerle birlikte Orta Asya'dan Anadolu'ya ge­ len göçebe bir halk olduklarını söyleyen tezi kabul ediyor­ du. Lazların çoğu dillerinin Türkik değil Kafkasyalı ve sını­ rın ötesindeki Mingrelceyle akraba olduğunun farkında . Aynı zamanda 'nerden geldik' sorusu karşısında oldukça karışıklık içindeler ve bazıları kökenlerini Kafkasya 'da de­ ğil açıkça yanlış biçimde çok daha batıda Anadol u sahilin­ de arıyor. Bu durum şimdi dünyada oldukça nadir bir portreyi, ulusçuluk öncesi ulusu ortaya koyuyor. Lazlar, ayrı dilleri ve folklorlarıyla, farklılıklarının çok iyi farkındalar. Ama ' biz kimiz' sorusundan çok ' biz' cümlesinden tatmin olmuş görünüyorlar. 'Kök'lerini keşfetme gibi bir zorunluluk veya kolektif kimliklerini dışsallaştırmak ve Laz halkın tarihini icat etmek gibi duygular taşımıyorlar. Ne de, yakın yıllara kadar, Avrupalıların Laz dilinin yok olmasının Laz halkı ortadan kaldıracağı ve bu iki sürecin direnilmesi gereken kötü bir gelişim olduğu fikriyle ilgileniyorlar. Ulusçuluk öncesi tutumun ulusal dile karşı tavrı , ger­ çekten de, özellikle küçük etnik gruplarda düşmanca olabi­ liyor. Kent Üniversitesi' nden profesör Chris Hann, doğu 254

Karadeniz'de sosyal antropolog olarak çalıştıktan sonra, " bizim Lazuri öğrenmek için sınırlı girişimlerimiz genel lik­ le alay veya saçmalık nitelemeleriyle karşılaştı " diye anım­ sıyor; " İngi lizce veya Rusça gibi dış dünyada iletişime ya­ rayabilecek bir dili öğrenmek anlamlıydı, ama Lazuri Laz­ lar dışında hiçbir ' işe' yaramazdı . " B u görüşte iki farklı dil kategorisi var. Bir yanda ' bizim' dilimiz var, evde konuşuluyor ve resmi öğrenim veya bilgi­ lenme için uygun değil . Tersi ne, ' bizim' katıldığımız daha büyük toplumun dilinin yalnız öğrenilip öğretilmesi değil, yazılması da gerekiyor. Buradan, ' bizim' dilimizin öğretilip yazılması yolunda bir girişimin ciddi bir yanlış anlama ol­ duğu sonucu çıkıyor. Pratik yönüyle, bu durum 'bizim' da­ ha büyük topluma katılımımızı zorlaştırır ve bütün toplu­ luğa zarar verebilir. Yaşlı Laz kuşağının büyük bölümü böyle düşünüyor. Ama bu yaklaşımın çok daha özel örnekleri Kafkasya 'da b u l u n a b i l i r. M i ngrelce i l e Gürcüce a r a s ı n d a k i patırtı , Mingrelcenin okul larda öğretilmesinin gerekip gerekmediği ve öğretilecekse hangi alfa benin kullanılacağı, veya dil mi yoksa Gürcücenin basit köylü ağzı mı olduğu tartışmaları yüzyıldır devam ediyor. Gürcü kültürel emperyalizmini ve Gürcistan içindeki uzaktaki Moskova 'dan bilinçle kışkırtı­ lan ayrı lıkçı hareketler korkusunu kabul etmek değilse de, anlamak kolay. Daha şaşırtıcı olan, Devrim öncesinin bi­ lim adamı Tedo Zhordania'dan 1 99 1 'de bağımsız Gürcis­ tan'ın ilk devlet başkanı olup üç yıl sonra asi ve kaçak ola­ rak ölen, parlayan ama ışıtınayan göktaşı gibi akıp giden Zviad Gamzakhurdia'ya kadar Mingrel entelektüel ve siya­ setçilerin, kendi dillerinin yazı diline yükseltilmesini engel­ lemek için bu kavgaya dahil olmaları . Lavrenti Beria, 1 930'larda Gürcistan'da Komünist Par­ ti 'nin başkanı ve sonra Stalin'in gizl i polisinin son ve en kor­ kunç ba� kanı olan kişi, bu tür Mingrellerin en ünlüsüydü. Gürcistan entelektüellerinin bütün meyvelerini yok etti, aile­ lerini de mahvetmeye özen gösterdi. Ama kendi halkını da 255

ayırt etmedi. Tam tersine; Beria'nın zamanında Mingrel kül­ türünün zorla Gürcü kültürüyle birleştirilmesi hızlandırıldı. Ulusçuluk öncesi çağda, İrlanda ve İskoçya'da, Bohem­ ya'da Çekçe konuşanlar arasında olduğu gibi, Gaelce konu­ şan toplulukların önderleri vardı ve dillerinin, halklarının içinde yaşadıkları İngilizce veya Almanca konuşan toplum­ ların ilerleyişine tam katılımını sağlayabilmek için mutfakta ve ahırda kapalı kalması gerektiğine inanıyorlardı. Kafkas­ ya'dan küçük bir örnek de Ubıh halkın patetik sonudur. Abhazlarla akraba bu Müslüman halk 1 8 64'de Ruslar tara­ fından Osmanlı İmparatorluğu'na sürüldü. Önderleri halk­ larının başta Türkçe ve Çerkezçe olmak üzere başka dilleri benimsemeleri kararını aldılar ve son Ubıhça konuşan kişi olan Tevfik Esenç adlı yaşlı adam 1 992'de öldü. Lazlar bu tür açık çelişki ve traj ik kararlarla karşı kar­ şıya kalmadılar. Türkiye'deki uzak köşelerinde güven için­ de, evlerindeki özel dilleriyle okul ve iş yerlerinin kamusal dili denge içinde ayrı kalabilirmiş gibi davrandılar. Ama sonra, yirminci yüzyı lın sonunda, denge bozulmaya başla­ dı. Televizyonun gelmesi ve son yirmi yılda Türkiye ekono­ misinin gösterdiği büyük genişleme Lazlara bir seçim yap­ manın kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Geçmiş edilgen asi­ mi lasyonu seçebileceklerini ve dil ve kültürlerinin genel Türk taşra örüntüsü içinde yok olacağını gösteriyordu . Bu­ na pişman olabilirlerdi ama onların kaybolma duyguları öznel bir üzüntü olacaktı . Ve gene de, ilk kez Türkiye'nin dışındaki dünyayı bilen birkaç genç için söz konusu olsa da, bir başka seçenek daha vardı. Karaorman'da, güzel Schopfloch köyünde Wolfgang Feurs­ tein adlı bir Alman bilim adamı yaşıyor. Köyün ana soka­ ğında eski ahşap bir evde yaşıyor ve ev sarışın çocuklar, ki­ taplar, gazeteler, yabancı pullu mektuplarla dolu. Sarı sa­ kallı, dürüst mavi gözleri olan Feurstein zengin biri deği l . B i r üniversitede ders vermiyor v e orta y a ş b i r Alman ente­ lektüel için biraz olağandışı ama Herr Professor hatta Herr 256

Doktor da deği l . Ama çok meşgul bir i . Schopfloch'daki ah­ şap evde bir ulus yaratıyor. Feurstein Laz memleketine ilk kez 1 9 6 0 ' larda gitmiş, köyleri gezip Lazuri anlamayı ve konuşmayı öğrenmiş. Ge­ lişmiş bir sözlü kültür, müzik ve şarkılar, peri masalları ve ritüeller ve kendisinden önce dilbilimcileri şaşırtan, konu­ şulan bir dille karşılaşmış. Ama aynı zamanda Türkçe'den başka yazı dili bilmeyen, kökenleri hakkında bir fikri ol­ mayan, Pontus 'un on beşinci yüzyılda Türkler tarafından son fethedilişinden önce Hıristiyan olduklarına dair bellek­ lerinde iz kalmamış bir topluluk bulmuş. Fuerstein kitle iletişimi ve toplumsal değişim eğilimlerinin uzak Pontus vadilerine de erişeceğini ve bir şey yapılmazsa, Laz kimliği­ nin on yıllar içinde yok olacağını da öngörmüş. B u yumuşak genç adamın aklına gelen dinsel vahye benziyordu . Lazların bir Volk olduğunu, otantik ulusal topluluk olduklarını ve yaşamlarını sürdürmeleri, gelişme­ leri ve çoğalmalarının insanlık m irasının değerli bileşenle­ rinden biri ol duğunu düşünmüştü . Eğer birşey yapılmazsa bu savunmasız, halen gelişiminin neredeyse bebeklik döne­ minde olan küçük halk sonsuza kadar yok olacaktı . Fuers­ tein onu kurtarmaya karar verdi. Çok geçmeden başı derde girdi. İlgisi ve hareketleri hakkında bilgiler Türk otori telere ulaştı . 'Yabancı bir böl­ geye yasa dışı biçimde girdiği' için gizli polis tarafından iz­ lendi, tutuklandı, dövüldü ve ölümle tehdit edildi ve sonra, kısa bir hapis süresinin peşinden sınır dışı edildi. O zaman­ dan beri, on beş yıldır, Fuerstein yaşamının misyonunu Al­ manya'dan sürdürüyor. O ve ' Kaçkar Kültür Merkezi'nden küçük bir grup gurbetçi Laz, Lazlar için yazılı kültür geliş­ tirme görevini yüklenmiş durumdalar. Ö nce alfabe geldi . Buradan başlanması gerekiyordu . S o n r a i l k o k u l l a r i ç i n L a z c a m e t i n k i t a p l a r ı ge l d i v e Schopfloch'dan Türkiye'ye gizli kana llarla ulaştı . B i r za­ man için hiç bir şey değişmiyormuş gibiyd i . Herhalde amaçlarına u laşamıyorlardı . Daha büyük ihtimalle, girişi257

mi kafa karıştırıcı ve tehlikeli bulan Laz aileler gelişmeleri saklı tutuyorlardı . Ama sonra, ilk tepkiler Almanya'ya ulaşmaya başladı. Metin kitapları sayfa sayfa fotokopiyle çoğal tılıyordu. Okuldan sonra gayri resmi derslerde Laz öğrenciler tarafından gizlice kullanıldıkları haberleri geli­ yordu . Orda burda birkaç Laz öğretmen b u yeni fikri be­ nimsiyor ve risk almaya hazırlanıyordu. Halen gelişim çok küçüktü ama başlamıştı. Şimdi ilk Lazca sözlük Schopfloch'da hazırlanıyor. Laz­ ların geçmişiyle ilgili, tarih değil, henüz bunun için çok er­ ken, ama bir kaynak kitap ve bibliyografyanın ilk ciltleri de hazırlanmakta. Şimdi vadilere kadar ulaşan süreli yayınlar­ da, peri masalları, folklor metinleri, geleneksel şiirler yazılıp yayımlanıyor. Bunlar ilk ' Laz entelenj iası'nın çalışmaya baş­ layıp ulusal bir edebiyat oluşturmasına yarayacak temel ham malzeme. Ve şimdiden, posta yoluyla veya Almanya'ya dönen göçmen Laz işçilerin çantalarında gelen malzemeyle geri besleme başlamış. Feurstein saygıyla, " Her şiirle, yeni, bilinmedik bir Lazca sözcük geliyor " diyor. Kendi dilinde hiç yazmamış bir halka alfabe getirmek . . . bu çok az insana verilmiş bir şeydir. Mitoloj ide bu, gökyü­ zünden harf getirmek gibidir. Yanlarına Gürcü alfabesiyle karşılığı yazılmış, anlaşılır olması için Türk Latin yazısıyla yazılmış Feurstein'in Lazuri alfabesini elime aldığımda, bir tür huşu duygusu yaşadım, sanki tohum ama aynı zaman­ da bomba gibi bir şey tutuyordum. Bir alfabeyle bir halk, küçük de olsa, bir yolculuğa çıkıyor. Önlerinde basılı ro­ man ve şiirler, gazete ve konser programları, el yazısı aile ve aşk mektupları , öfkeli polemikler ve posterler, bildiri ya­ yımları, tiyatro için Shakespeare çevirileri ve televizyon için soap-operalar, deniz hatları için çizelgeler, doğum ve ölüm ilanları duruyor. Belki bir gün, yasalar. Ama belki, mahkum edilmiş bir hücrenin son k onuşmalarını içeren broşür. Bu uzun bir yolculuk ve tehlikeli de olabilir. Wolfgang Feurstein'in Lazlar için yaptığı çalışmalar hakkında şaşırtıcı ve etkileyici görünen, ilk bakışta, tam da 258

Avrupa geçmişinden yola çıkması. Adım adım folk-kültür­ lerinden 'modern ulus' yaratma sürecini izliyor ve bunun ana hatları ilk kez Johann Herder tarafından 1 770 'lerde çi­ zilmişti, sonraki bir buçuk yüzyıl Orta ve Doğu Avrupa devrimlerinin çoğunda siyasal proj eyi oluşturacaktı . Herder, Dil Kökenleri Üstüne Denemeler ( 1 772 ) adlı kitabında dilin, doğal ' duygu ' ve insani ' düşünce'nin yansı­ tılacağı ortamın en güçlü dinamik olduğu diyalektik bir toplumsal gelişim felsefesi geliştirmişti . Toplumlar bireyle­ rin geçirdiği yaşlara benzer büyüme aşamalarından geçi­ yorlardı . Dil 'çocukluk' aşamasında birincil önemdeydi; öncelikle Homeros, Edda, Ossian örneklerindeki gibi, epik ve 'medenileşmemiş ' şiir biçimleriyle önem taşıyordu. " Ak­ raba gruplar aşiret ve ulus aşamalarına geçerken dil hazi­ nesi ne kadar önemlidir . . . diliyle ve dilinde atalarının ya­ şadığı büyük olaylar hakkında şarkıları, tarih ve şiiri yaşa­ tırlar. " Ve Herder daha da ileri giderek, on dokuzuncu yüzyıl barikatları nda oynanacak traj edi ve komedilerin baş kahramanlarını da düşündü: " Bir şair çevresinde bir ulus yaratır; görülecek bir d ünya verir ve onların ruhunu bu dünyaya götürmek üzere elinde tutar. " Ulus ( Volk ) hakkındaki bu yazılarında Herder, Roman­ tik ulusçuluğun en azından üç öğesini öngörmüştü. İlki Volk 'u statik değil dinamik, gelişimin ' doğal' yasalarına ta­ bi, yaşayan bir organizma olarak kabul eden görüştü. İkin­ cisi bu gelişimde dilin merkezi önem taşımasıydı ve bu gö­ rüş Herder'i Aydınlanma'nın evrenselliğinden uzaklaştırıp u l u s a l fa r k l ı l ı k ve ö ze l l i k l e r i n kutsanmasına götürd ü . Üçüncüsü bu süreçte entelektüelin .edebi yaratıcı ama aynı zamanda ulusal tarihçi ve sözl ükçü ve sık sık da barikatlar­ daki ayaklanma önderi olarak oynayacağı yüce rol dü. Herder'in popülerleştirilen, işlenen ve ka balaştırılan gö­ rüşleri, Fransız Devrimi' nden sonra Avrupa köktenci dü­ şüncelerinin ana akımı içine karıştı . Hepsinden önemlisi bu görüşler ulusçuluğun siyasal programının hazırlanmasına katkıda bulundular. Avrupalı entelektüeller alfabeyle başla259

yan yolculuğun nereye varacağı konusunda hiçbir kuşku duymuyorlardı. Okur yazar hale gelen ve kültürel olarak kendi bilincine sahip olan bir Volk , 'ulus' olmaya doğru gi­ derdi, bunun da bağımsız ulus-devletin kurulmasıyla ta­ mamlanacak bir süreç olduğu kabul ediliyordu. Frantisek Palacky Çek dilini bu ruhla standartlaştırmış ve Çek tarihi­ ni kurgulamış, Vuk Karadzic tek 'Sırp-Hırvat' dilini oluştu­ racak sözcük hazinesine elini bundan daldırmış, on doku­ zuncu yüzyıl sonunda Douglas Hyde İrlanda'yı ' de-Anglici­ se' etmek için Gaelik Lig'i bundan kurmuştur. Bu entelektüeller, sözcüğün her anlamıyla ulus kalpazan­ larıydı . Temel olarak köy ağzı veya sözlü gelenekleri kulla­ narak gerçekte bütünüyle yeni olan modern dünyanın ulus­ devletine uyan siyasal topluluk modelleri kurmaya yöneldi­ ler. Kayıp Homerik destanları bulmak için duyulan yurtse­ ver ihtiyaç (Herder terimleriyle bütün ulus projesini doğru­ layacak olan buydu) bazen dürüstlükten güçlüydü. James Macpherson, Ossian'ın gerçek yazarı, ilk hilekardı. Palacky ise Vaclav Hanka tarafından kandırılmıştı. Hanka Prag'da­ ki yeni Ulu'sal Müze'nin kütüphanecisiydi ve Çeklerin otan­ tik ulusallık iddialarını cesaretlendirmek için sahte ' antik' elyazmaları ( Vysehrad Şarkısı ve Kral Wenceslas 'ın Aşk Şar­ kısı) bulmuştu . Finlandiya'dan Gallere kadar Romantik ulusçuluğun dolaplarında halen birçok edebi iskelet bekle­ mektedir. O zamandan beri entelektüel dünya neredeyse tanınma­ yacak kadar değişti . Ulusçuluk, 1 9 8 9 devrimlerinin açık kalpli, modernleştirici biçimleri altında olsun, Bosna ve Hırvatistan'daki j enositçi toprak kapatmalarında olsun, gücünü halen sürdürüyor. Ama eski Herderci alttan destek­ lemek anlayışı itibar kaybetti . Egemen ulus-devletin modası geçmeye başlıyor ve Herder'in ulusu doğanın yasalarına uygun biçimde gelişip değişecek canlı bir organizmaya ben­ zetmesi boş metafizik olarak bir kenara atılıyor. Avrupa'da faşizm alaşağı edildikten elli yıl sonra etnisite kavramı ha­ len mayın tarlası gibi tehlikeli bir konu. Ulusçuluk üstüne 260

çalışan çoğu kimse, 'etnik' terimini yalnızca öznel inançlara bağlı kalarak mecburen kullandıklarını söyleyerek kaçak oynuyorlar. Paylaşılan bir dil, din veya ortak biyoloj ik kö­ kenden gelindiği inancıyla topluluk duygusunun yaşatılma­ sı hala söz konusu ama bunun oranları büyük değişkenlik gösteriyor. Eğer söylenecek başka söz kalmadıysa, o zaman Wolf­ gang Feurstein anakronizmden başka bir şey olamaz. O ancak son Herderci, bir ulus inşa eden son Avrupalı ente­ lektüel olabilir. Fuerstein, " kendisini Patusan yaşamının, halkının umut, sevgi ve güveninin göbeğine ata n " bir baş­ ka Lord Jim olabilir ( yalnız Patusan zaten vardır ve Jim'in onu k urgulaması değil yalnızca kurtarması gerekmektedir ) . Ama söylenmesi gereken sözler bundan fazladır. Feurstein Laz Vo/k 'unun basit bir öznellik olmadığına inanıyor. " Bu Avrupalı kafasıyla icat edilmiş bir şey değil! Her köyde, onların kültürlerine önem verdiğim görüldü­ ğünde yüzlerin ve gözlerin aydınlandığına tanık oldum. On lara ulus, folk veya etnisite deyin - buna aldırmıyo­ rum. " Türkiye' de düzene uyum göstermemenin yaratacağı sorunları çok iyi bilen biri olarak, siyasal perspektifler koymama konusunda çok özenli: Schopfloch'daki merkez yalnızca bir Kulturkreis - k ültürel araştırma grubu. Ama yolculuk bir kere başlamış ve yolculuğun ilk yılları daha şimdiden bildik bir yöne gidiyor. Batılı akademisyenlerin de dahil olduğu eleştirmenleri­ ne göre, Feurstein'in yaptığı ahlaki ve bilimsel olarak yan­ lış. Onların en kaba yaklaşımına göre ulusçuluk her du­ rumda kötüdür ve bunu cesaretlendirmek dolayısıyla affe­ dilebilir değildir. İkinci, daha zorlu itiraz noktasına göre, bir başka toplum üstüne araştırma yapan biri, araştırma yapmanın ötesine gitmemek zorundadır. Ya bancı bir araş­ tırmacının varlığının bile bir dereceye kadar inceleme ko­ nusu olan toplumda etki ve davranışlarda değişiklik yarat­ ması kaçınılmaz olabilir fakat bu toplumun tartışmaların­ da taraf olmak, dahası geri dönülmez biçimde onun yakla261

şımlarını değiştirmeye kalkışmak, canavarca bir tutumdur ve bilimsel sorumluluk anlayışının kötüye kullanılmasıdır. Feurstein ise olayların onu çoktan haklı çıkardığını dü­ şün üyor. Karaorman'dan Karadeniz'e gönderilen alfabe canlı ve artık onun elleri dışında yürüyor, küçük ama sayı­ ları artan genç Laz grubunun verdiği değerle, her gün yen i kullanım yerleri bulunuyor. Bir dil daha tarihte yok olup giderken ona kenarda durması, kayıtlarını yapıp sessiz kal­ ması gerektiğini söyleyenlere tahammül edemiyor. " Ben bir halk hakkında yazmak istemiyor, bir halk için yazmak isti­ yordum " diyor, " bu anlamda, benim kişiliğim yalnızca bu amaç için bir araçtı . " Bu i kilem toplumsal bilimler kadar eski - toplumsal bi­ limler o kadar eski değil ama savaş gazisi olmuş. Konu profesyonel etiği üstüne tartışma gibi görünüyor ama ger­ çekte kavram çatışması . Bir taraf 'olgular konuşur' ve bi­ lim adamı dolayısıyla bunları tarafsız bir sessizlikle dinle­ meli düşüncesini savunuyor. Öteki taraf olguların araştır­ macının istediklerini söylediği ni i leri sürerek karşılık veri­ yor; bilim adamının sessizce dinledikleri kendi ortaya koy­ madığı önyargılarının dile gelmesinden başka bir şey deği l . Araştırmacı araştırmanın parçasıdır, konusuna hayali bir pencereden bakmaz, oluşumun içinde yer alır ve bu olguyu itiraf etmek bilgini ön koşuludur. Bu anlayışla, Feurstein'in müdahaleciliği destekleyiciler bulmuş . Londra Üniversitesi' nde Kafkas dilleri okutmanı olan Dr. George Hewitt tehlikede olan bir başka kültür, Mingreller konusunda onun duygularını paylaşıyor. Feurste i n ' le beni başkasının işlerine karışmak ve Mingrellerin (ve Svanları n ) kendi kararlarıyla tat­ min olmamakla suçlayanlar, başlarını siperlerden kaldırıp bir tartışma başlatma girişimi için cesaret gösteren Mingrellerin başına gelenleri sürekli unutu­ yorlar; [ başları] bir metafor ama Mingrelya'da halen mevcut koşullar belki de o kadar metafor içermiyor, 262

başlarına kurşun sıkılıyor . . . İlgi duyup endişelenen Batılı dilbilimcilerin çalışma arkadaşlarına . . . öğre­ tilmeyen, yazı dili olmayan dillerin yirminci yüzyılın sonunda yaşanan bu koşullar nedeniyle bütünüyle yok olma tehlikesi karşısında olduğunu ve yaşama­ larının nasıl güvence altına alınabileceği yolunda sa­ kin ve akılcı bir tartışma başlatılması için öneride bulunmaları mantıklı değil mi ? Hewitt son Ubıhça konuşan kişiyi tanıyordu. Kendimi, 1 9 74'de Tevfik Esenç'le tanışıp birlikte ça­ l ıştığım için müthiş ayrıcalıklı hissediyorum ve o za­ mandan beri Kafkas dillerinin, ister bilerek veya te­ sadüfi görmezlikten gelme veya fiziki yok etme teh­ didi altında, Ubıh dilinin akıbetine uğramamaları için hepimizin yapabileceği her şeyi yapması gerekti­ ği inancım hiç sarsılmadı. Feurstein'a yapı lan son suçlamaya verilen gerçek cevap bu - Lazları dil ve kültürlerini savunma konusunda cesa­ retlendirerek gerçekte onların özgürlüğünü kısıtladığı için suçlanıyor. Şu anda, bu eleştiriye göre, Lazlar çok kimlikli bir seçenek karşısındalar, büyük Türk toplumunun, bütün olanaklarıyla, tam üyesiler ve aynı zamanda evlerinde özel Laz varoluşlarını da s ürdürebiliyorlar. Ama eğer Laz ulus­ çuluğu gelişirse, özümlenmeyi reddederlerse, bu iki kimlik uyumsuz hale gelecek ve Lazlar ikisi arasında seçim yap­ maya zorlanacak. Bu eleştiriye Fuerstein ve destekleyicileri, ikili kültürün artık bir tercih hakkı olmadığını söyleyerek karşılık veriyorlar. Yazıya geçmeyen Lazurinin, Ubıhça gibi öleceği kesin ve onunla birlikte bu küçük ama özgün insan grubunun kalbi de atmaz olacak. Feurstein'ın yaptığı seçimi darlaştırmak değil genişlet­ mek. O na göre, Hewitt'e de göre olduğu gibi, bilim adamı bir kamera değildir ve bilim adamının görevi yalnız kay263

detmek değil, bilgelik sunmak ve şunları söylemektir: " Bu son kaçı nılmaz. Yaşamı sürdürmenin tek yolu var ve ben bunu size gösteriyorum . " Bu yolculuğun sonu nereye varır? Sağduyu, ellerini ovuştu­ rarak, umutsuzca bir olayın ötekini izlemesi gerekmediğini bağırıyor. Bir dilde okuma kitabı yazma kararının, gösteri­ ye, gösterilerin kafaların kırılmasına, kışkırtma davalarına, Birleşmiş Milletler'e dilekçe verilmesine, kahvelerin bom­ balanmasına, büyük güçlerin arabuluculuğuna, şehitlerin cenaze törenlerine, bayrağın dalgalandırılmasına yol açma­ sı gerekmiyor. Bütün Laz hevesliler anılarını saptamak, kendi kültürlerine sahip çıkmak istiyorlar. Bu fazla bir şey, provokasyon değil . Mantık olarak, yolculuğun burada durması gerekir - Türk devleti içinde daha rahat bir yer için kısa, ba � ışçıl bir yolculuk. Ama yolculuk sertleştikçe gerisi gelir. 1 992'de Feurste­ in'ın alfabesi ilk kez İstanbul'da bir gösteride öğrenci pan­ kartlarında göründü. 1 994 başlarında Ogni adlı Türkçe ve Lazca bir dergi İstanbul'da bir grup genç Laz tarafından ya­ yımlandı. Editör ilk sayıdan sonra tutuklandı ve şimdi ' bö­ lücülük' suçlamasından yargılanıyor. Derginin ikinci sayısı birkaç hafta sonra çıktı . Birincisinden daha açık biçimde Laz kültürünün asimilasyonuna son verilmesi çağrısında bu­ lundu. Yayımcılardan biri " Yeni bir çağ başlıyor " demişti. Kadmos , Thebai'nin ilk kralı, Yunanistan ' a alfa beyi sokmuştu. Ama aynı zamanda silahlı i nsanların fil izlendiği ej derha dişlerini toprağa diken de oydu.

264

Sekizinci Bölüm Mebuslar burada [Polonya parlamentosu] soyundan geldikleri eski Sarmatlar gibi kılıç elde ve bazen de Sarmatların yabancı olduğu ayıp bir sarhoşluk için­ de çalışıyorlar. VO LTAI RE *

XII. Charles Tarihi ( 1 73 1 )

B in yıldan fazla süredir, İ Ö sekizinci yüzyıldan İ S dördün­

cü yüzyıla kadar, Pontus stepleri ve güneydoğu Avrupa 'nın çoğu yeri 'İranlı' ların, Hint-İran ailesinden diller konuşan­ ların denetimi altı ndaydı . Yunanlıların 'İskit' adını verdiği halklar O rta Asya ' dan geldiler ve Karadeniz'e İÖ sekiz ve yedinci yüzyıllarda ulaştılar. Dört yüzyıl sonra, İskitler Ka­ radeniz'in b ütün kuzey kıyılarına ve çevre Yunan kolonile­ rine egemen olduklarında, İran dili konuşan bir başka gö­ çebe soy, kapalı arabaları ve at sürüleriyle sahneye çıktı ve Hazar D enizi ' n i n çevresindeki steplerden ve Vo lga ' n ı n mecrasında dolaşarak, aşağı Don'un çevresindeki bölgelere doğru ilerledi. İskitler ve Yunanlılar yeni gelenleri, adetleri benzer ve modern dilbilimcilerin dediğine göre dilleri çok yakın ol­ masına karş ın, İskit kabul etmediler. Onlara Sarmat dediler ve bu da izleyen yüzyıllarda peş peşe Karadeniz'e gelen kaVolta ire, François Marie Aravet de, İ sveç Kralı, XII. Ş a rl'ın tarihi, çev: Nahid Sırrı, Hilmi Kitabevi, İ stanbul 1 9 3 9 . *

265

hileleri kapsayan bir başka belirsiz genel ad oldu . Sarmat­ lar, İskitleri Tuna deltasına doğru sürerek yavaş yavaş İskit topraklarını ele geçirdiler. Beş yüzyıl kadar Pontus stepinde kaldılar; önce Gotların şiddetli saldırılarına uğradılar, so­ nunda İS dördüncü yüzyılda Hunlar tarafından batıya sü­ rüldüler. İskitler Herodotos sayesinde Sarmatlardan çok daha iyi biliniyor. Gerçek ' barbar'lar olarak Sarmatlar garip, vahşi ve özgür görülüyorlar. Atlı okçuları, kraliyet cenaze tören­ leri ve çayırları aşan araba filoları hakkında yazmak daha çekici geldiği için, yerleşik tarım kültürüne ve Helenistik imparatorluğun koşullarına gösterdikleri olağanüstü uyum genellikle atlanır. Yalnızca bir romancı ' barbarları yeniden yaratmak'ın çekiciliğine direnebildi. Naomi Mitchison'un şaşırtıcı tarihi romanı The Corn King and The Spring Queen [ " Tahıl Kralıyla Pınar Kraliçesi " ] Sarmatların 'öteki'liğiyle değil ama onların çok kimlikliliği ve kültür al ışverişiyle ilgilenir. Mitchison, İÖ üçüncü yüzyılda, biraz O l bia'nın küçük bir değişkesi gibi bir Karadeniz kasabasında, yarı Yunanlılaş­ mış İskit seçkinlerini konu edinir. Halen kabilelerinin iste­ ğiyle verimlilik ritüellerinde öncülük ederler ( kralın ölümü, yeni açılmış saban izleri üstünde toplu çiftleşme ritüeli . . . Mitchison, itiraf ettiği gibi, kitabı yazarken Frazer' i n The Golden Bough 'unun * çok fazla etkisi altındadir ) , ama Yu­ nan dünyasına da güvenle girerler. İki ana karakter, şaman güçleri olan bir İskit prensesiyle kardeşi, Yunan ticaret ge­ milerinde bugün Ukrayna olan topraklarla Peloponnesos arasında gidip gelirler. Burada Helenik yönetici ailelerin si­ yasetine dahil olurlar. Sparta'da, kralın özel öğretmeni Sto­ acı filozof Sphaeros ( Olbia'da birkaç yıl kalmış olan tarihi bir kimlik) tara fından 1 1 1 . Kleomenes'le tanıştırılırlar. Kle­ omenes ai lesi tarafından benimsenen ' kardeşler onun ko* James Frazer, Altın Dal Dinin ve Folklorun Kökleri, çev: Mehmet H. Do­ ğan, Paye! Yayınları, Bilim Kitapları Dizisi, İ stanbul 1 9 9 1 .

266

münist bir ütopya kurma ve Akha Birliği 'ne karşı savunma girişiminin kötü akıbetine tanık olurlar. Mitchison' u n romanında tarihi ayrıntılar konusunda bazı sorunlar var. Örneğin, Skyles masalı verilirken, İskit şef ve şamanlarının bu iki dünya arasında bu kadar bağı­ şıklık içinde hareket edebilmeleri pek olası deği l . Ama ta­ hakkümcü ve empatik imgeleminin yalın gücüyle çok doğ­ ru biçimlendirdiği konu, bu İran halkının uyum gösterme ve ' uygarlık'a teslimiyet duyusu yaşamadan farkl ı bir kül­ türü benimseme yeteneği . Mitchison'un karakterlerine birçok açıdan İskitlerden daha yakın olan Sarmatların bu yeteneği özellikle çok ya­ ratıcıdır. En geniş sınırları D inyeper halicinden Karade­ niz'in güneydoğusundaki Kolkhis'e kadar uzanan parlak, zengin, kültürel olarak melez Bosporos Krallığı'nda, Sar­ matlar önder kastı oluşturdular. Yüzyıllar sonra Sarmatlar Pontus stepinden sürüldüklerinde ve soyların ayrılan bö­ lümleri kendilerini orta ve batı Avrupa'da bulduğunda, bu girişimci yeteneklerinden gene yararlandılar. Parçalanmak­ ta olan Roma İmparatorluğu'nun çevresindeki tarımcı top­ luluklara dahil oldular ve toplumsal önderli k bilinçlerine yeni bir imge aşıladılar: zırhlı, atlı şövalye. İskitlerden mezarları ve Avrupalıların bilincine Herodo­ tos ve ardılları tarafından silinmez biçimde yazılan göçebe 'öteki'liklerinin anısı dışında bir şey kalmadı . Sarmatlar, tersine, tanınmadan yaşamlarını devam ettirdiler. Bu bili­ min ancak son zamanlarda araştırmaya başladığı bir konu : gerçekliğin parçalarını içerdiği anlaşılmaya başlanan bir fab l . Fizik olarak Sarmatların halen mevcut olduğu tek yer var; Kafkaslardaki Osetler, Sarmat kabilelerinin Alan so­ yundan gelenler, Hint-İran dillerini ve geleneklerini koru­ muşlar. Ve Sarmatlar kültürel olarak Batı Avrupa ortaça­ ğından bildiklerimiz veya miras aldıklarımızın çoğunda ya­ şıyorlar. Yanlış olarak ' Gotik' adını verdiğimiz dekoratif üslupta saklanıyorlar. ' Şövalyelik' dediğimiz yaşam biçimi ile toprak sahibi olan zırhlı süvariler sınıfı olarak kılık de267

ğiştirmiş biçimde at sürüyorlar. Aristokrasi kavramından henüz bütünüyle kurtulamadığımız derecede Sarmatlar aramızda yaşıyor. Otomobilde Bosporos Krallığı, Pantikapion yolundayız. Ara­ badakilerle oldukça karmaşık bir etnik şaka gibiyiz. Ben arkada oturuyorum, orta yaşlı Britanyal ı . Yanımda Lara, Kafkas seramikleri konusunda uzman genç bir Rus var. Yolcu koltuğunda cerahat toplayan bandaj lı bacağını uzat­ mış Saşa, bir kazada yaralanmış ve şimdi turizm girişimci­ liği yapan Kazak kamyon şoförü oturuyor. D ireksiyondaki Lada arabanın sahibi Omyk Rostovlu bir taksi şoförü, hiç­ bir şeyin şaşırtmadığı ve hiç kimsenin ısrarlarına direneme­ diği bir Ermeni . Bir benzin kuyruğu bulduğumuzda, Omyk doğrudan en öne gidiyor ve 'yönetici'ye Büyük Yurtsever Savaşı Gazisi kartını gösteriyor. Büyük Yurtsever Savaşı bittiğinde Omyk daha doğmamıştı bile; bu kayınpederinin kartı, üstüne gençlik fotoğrafı yapıştırılmış. Ama kart da­ ima geçiyor. ilk bize benzin veriliyor; bekleyen öteki sürü­ cüler sessiz bir nefretle b ize bakıyorlar. Kart nasıl oluyor da daima işe yarıyor? Bu yolculukta bazı acayip yerler gördük. Rostov'dan yola çıktık ve Kuban stepinden Anapa'da Karadeniz kıyı­ sına çıkmak üzere güneye yöneldik. Krasnodar'ın ( Yekate­ rinodar) öteki tarafında yüz ağır uçak, düzen içinde arazi­ ye çeki lmiş durumda d uruyor; tekerlerini n arasında otlar . büyümüş . Abinsk'de, bir petrol sahasının ar tasında, paslı petrol pompaları otobüs terminalinin arkasında başlarını kaldırıp indiriyorlardı . Burada açık bir dükkan bulduk; fayans kaplı döşemesi sonbahar çamuruyla dolmuş dük­ kan anlaşılan di kdörtgen b içiminde at böreği satıyordu. Lara, " Çikolata kremi ! " diye bağırdı, " Gelmiş ! Çocuklu­ ğumdan beri görmemiştim . " Hemen iki kilo satın aldık, geçirgen gri bir kağıt üstünde, bir Kazak hançeriyle ekmek­ lere sürdük . Muhteşemdi, beş yaşında çocuklar için tasar­ lanmış mutluluk. 268

Novorossiysk limanında, Sovetov Caddesi'ndeki sanat galerisinde, Anatoly Zubtsov'un Stalin terörünün son ve en kötü ustası Lavrenti Beria'nın özel yaşamına adanmış kor­ kunç resimlerinin sergisi vardı. Birinde Beria çığlıklar atan erişkin kızların tenine tırnaklarını geçirmiş. Bir başkasında, serginin baş eserinde, büyük Mingrel Stalin'in cesedinin kasıklarını şehvetle tırmalıyor. Sanırım ilk Aleksandr Solj ­ henitsin'in zihninden çıkan bir fantezi ama şimdi halk tari­ hine girmiş . Karadeniz güneşine çıkıp az ötedeki Tarih Müzesi caddesi boyunca yürüyerek biraz ferahladık. Bura­ da General Denikin'in 1 920'de Emperor of India'ya biner­ ken çekilmiş bir fotoğrafına rastladım. Selam veren Amiral Culme-Seymour'un yanında bir küçük subay, belki bir as­ teğmen vardı ama yüzü gölgede kalmıştı . Myskhako'ya, Malaya Zemlya yarımadasının ucuna git­ tik. Burası Büyük Yurtsever Savaşı sırasında Almanlara kar­ şı kahramanca savunmasıyla tanınmış . Direnişin genç Le­ onid Brej nev tarafından örgütlendiği kabul ediliyor. Bir za­ manlar burada bir Yunanlı liman kolonisi varmış . Şimdi yabani otların sardığı k arpuz evleriyle, Karadeniz'in dalga­ larının okşadığı sarı-beyaz sırtlardan başka görecek bir şey yok. Lara'yla kap kaçak parçaları ararken, gözlüklü ve ba­ şörtülü yaşlı bir hanım, a hşap kutudan ve bebek ara bası tekerleklerinden yapılmış bir el arabasını sürerek ortaya çıktı. Bir zamanlar bir Yunanlı mezarı olan yere bağlanmış iki ineğin yanına gitti; 9nlarla kısaca konuştu sonra tavşan­ ları için yaprak kesip arabasındaki mineli kovaya koymaya başladı. Arkasında, birkaç metre ötede, Malaya Zemlya savu­ nucuları adına dikilmiş anıt vardı; parçalara ayrılan bir bombayı temsil eden metal heykel çevresine yayılan tören alanı bulunuyordu. Anıt ihmal edilmiş görünüyordu; yerler tozlu, metal donukl aşmıştı . Novorossisk'de ve çevresinde, hiç bir yerde görmediğim kadar fazl a ve büyük savaş anıt­ ları, s ütunlara oturtulmuş torpidobotlar, iki kat yüksek lik­ te beton Kalaşnikovlar var. Hepsi oldukça yeni, savaş geç269

mişte kaldı kça anıtın daha büyük olduğu kuralının doğru­ luğunu gösteriyorlar. Bunların çoğu 1 970 'lerde, Brej nev'in 'durgunluk dönemi'nin son yıl larında yapılmış, bu Kahra­ man Şehrin heykel patronları en fazla Leonid Illiç'i kahra­ manlaştırmakla ilgilenmişler. Geceyi Novorossiysk sahiline birkaç kilometre mesafe­ deki Abrau-Dyurso'da geçirdik. Çam ağacından bungalov­ ların bulunduğu bu kamp Sovyet donanmasına aitmiş ama Rostov Üniversitesi'ne verilmiş. Bagaj ımızı bırakıp deniz kenarına indik ve her zamanki Rus plaj donanımıyla, tahta çubuklu yataklar ve elbise değiştirilen, eski Paris pissoirla­ rına benzeyen demirden Vespasianus * ahlak-kabinleriyle dolu taşlı sahilden yüzüp açıldık. Saşa bacağındaki kirli bandaj ı açtı. Etini kemiren ve ye­ dikçe ilerleyen iğrenç, şişmiş bir yarayla karşılaştı . Anında sinirleri kabardı. Ayak üstü dikilmeye çalışıp, yüzünü İs­ tanbul tarafına dönerek, " Türkler! İçin de zehirleni n ! " di­ ye bağırdı . Sakinleşti ve kangrenleşmiş bacağını Karade­ niz' e soktu . Hepimiz suya daldık, su sıçrattık ve oynaştık, sonra Saşa'nın votka ve konyağının yardımıyla gün batı­ mında kurumaya çalıştık. Hava soğumaya başladığında, Omyk'le ben suda taş kaydırmaca oynadık. D üz taşlar su­ yun üstünde dalıp çıktıkça, Omyk neşe içinde çığlıklar ata­ rak suyun kenarında aşağı yukarı koşturuyordu. O gece, Rostovlu akademisyenler Rusça dublaj lı Termi­ natör I I'yi videoda seyretmek için kantinde toplandılar. Çoğu, filmi olumlu hatta çok olumlu buldu . Bir komşum bana, yaşamın kendisinin hatta Terminatör II'nin, başkala­ rını düşünme ve dayanışma duygularının mekanik ortam karşısında daima kazanacağını öğrettiğini açıkladı. Üçü­ müzün birlikte uyuduğu ve Omyk'in horladığı bungalovu­ muza yatmaya gittim. * Roma İ mparatoru Vespasianus döneminde ( İ S 9-79 ) dericilikte kullanıl­ dığı için idrardan gelir sağlamak üzere, şehirdeki kamu tuvaletleri ihaleye çıkarılmış ve gezici kabinler halinde tuvalet işletmeciliği başlanmıştı. - ç.n.

270

Pantikapaion örenine, modern Kerç limanına ulaşmak için denizi aşıp başka bir ülkeye girmek zorundaydık. Şehir Kimmer Boğazı'nın, Karadeniz'le Azak Denizi'ni birleşti­ ren Kerç Boğazı'nın Kırım tarafında, batı yakasındaydı ve Kırım şimdi bağımsız Ukrayna devletinin parçası olduğu için buraya giden feribot uluslararası sınırı geçiyordu. Hiç­ birimizde, yabancılar için gerekli 20 dolarlık Ukrayna vize­ si olmadığı gibi, doğru dürüst kimlik belgesi de yoktu . Ama bunun sorun olmadığı anlaşıldı. Kerç tarafına kurulu gümrük kulübesi boştu. Anapa'da kahvaltı ettik. Kahvaltı yetenek isteyen bir Rus vakası. Darbelerden ezilmiş demir tepsilerle ve bağrış­ malarımızla bulaşıkhanede yeteri kadar gürültü yaptıktan sonra otelin restoranı kalın, yivli bardaklarla cafe-au-lait çıkardı ve gerisini piknik malzemesiyle tamamladık. Ben geceden çikolata kreması ve biraz baharatlı sosisi otelin buzdolabına koymuştum ve buradan hurda demir parçala­ rı gibi çıktılar. Hiç kaygılanmayan Saşa sosisleri gevşeyene kadar sıcak kahvesinde tuttu . Omyk ve Lara, Tanais'deki yemeğimizden kalan kızartılmış sazan balığı parçalarıyla ekmek ve peynir çıkardılar. Taman yarımadasının ucunda feribotu bekleyen araçlar kuyruk oluşturmuştu. Güneş sıcaktı ve etrafa ot ve yosun kokusu yayılıyordu. Taman Körfezi 'nin kamışlı çamurlu düzlüklerinde binlerce deniz kırlangıcı çöplenirken, akba­ lıkçıllar, küçük akbalıkçıllar ve balabankuşları sığ denize dalıyordu. Yolun kenarındaki çalılarda yabani zeytinler ol­ gunlaşmıştı; küçük, beyaz ve lezzetliydiler. Dalgakıranda köylüler, ufak ri nga balığı dolu kavanoz­ lar, sarı çizgili mersinbalığı dilimleri ve yabancı sigara pa­ ketleri yığılmış masaların yanına çömelmişlerdi. Genç bir düve tezgahlar arasında serbestçe dolaşıyor, çimenlere güb­ re bulaştırıyordu. Kamyon şoförleri terk edilmiş ve tırab­ zanlarına kadar paslanmış demiryolu tankerlerinin gölge­ sinde uyukluyordu . Bu sırada yaşlı bir adam duvarın dibin­ de Azak ringası avlıyordu. Her şey sakindi. Lada 'nın sıcak 271

metaline yaslanıp yabani zeytin çiğneyerek, bize doğru ge­ len ancak akıntıda iki yana sallanıp hiç ilerlemiyormuş gibi görünen feri botu beklerken birkaç dakika dalmışım. Son­ ra, gözlerimi açtığımda, birden teknenin yaklaşmış olduğu­ nu gördüm, kıçında sarı mavi Ukrayna bayrağı vardı. Ge­ mi dalgakırana gürültüyle yanaştı . Motorlar çalıştı, yolcu­ lar araba ve kamyonlarına bindiler ve Asya'dan Avrupa'ya geçmek için güverteye çıktık. Düz Taman kıyısından Kı­ rım'ın yüksek, gri tepelerine ve eski Türk kalesi Yenika­ le'nin üstünde dikilen deniz fenerine doğru yirmi dakikalık bir yolculuk yapacaktık. Kışları boğaz donuyor. Çok eskiden, kışlar daha da sertken, Strabon " tunç su kapları patlar ama içindekiler donmuştur . . . Pantikapaion ile Phanagoria [Taman] ara­ sındaki boğaz, buz tutar, arabalarla geçilebilir. Ve buza ya­ kalanan balıklar 'gangame' adlı bir aletle kazılıp alınabilir, özellikle yunusların boyuna yaklaşan anticaei [mersinbalı­ ğı] vardır" diye yazıyor. Tırabzandan sarkarak 1 92 0 Denizcilik Rehberi'nin, ba­ bamın da nöbete çıkmadan önce küçük subaylar kamara­ sında merakla bakmış olabileceği bazı sayfalarına bakıyo­ rum. Babamın şansına boğaz, Emperor of India gibi bir sa­ vaş gemisi değil, ciddi herhangi savaş gemisinin geçemeye­ ceği kadar sığdı. Gene de Rusların bir zamanlar Azak De­ nizi için tasarladıkları, tuhaf, disk b içimli demir örtüler so­ run yaratabilirdi. Sığlıklar arasındaki bu geçit kılavuz ol­ madan çok tehlikeliydi. Denizcilik uyarıları oldukça ciddi: Takıl Burnu 'nda üç mil uzunluğunda liman yeri bu­ lan gemiler . . . 3 5 7' yönünde deniz fenerleri rotasını takip ederek Kamuiş Burnu'na doğru Pavlovski'ye ' kadar gidebi lirler ve ilk Pavlovski bölümüne kadar sancak tarafında siyah ve iskele tarafından kırmızı şamandıralarla kanal boyunca giderek Kamuiş Bur­ nu'nu gösteren ilk ışıklara kadar il erlerler, bunlar 272

kıç tarafında tutulduğunda, 2 1 7' yönünde ikinci Bu­ runski bölümüne gelirler; burası iki taraftaki şaman­ dıraların ortasıdır, bundan sonra rota Çurubaş veya Kamuiş fenerleri kıça gelecek şekilde, 24 7' yönünde değiştirilir . . . Ba balar her zaman veya daima, oğull arını tehlikelerden korumak için yanlarında olamazlar. On lar ölür ve bizler yolumuza yalnız devam ederiz. Sancak tarafında, Taman dilinin ucu gittikçe genişliyor ve Azak Denizi'ne doğru ya­ yıl ıyordu; i s k e l e tarafı n d a Yen i k a l e burnundaki fener Kerç'e giden rotad:ı güvenli kanal boyunca gittikçe yakın­ laşıyordu. Rehber'i tekrar okuyunca, bunların hiç de de­ nizcilik talimatı olmadığını anladım; bilgisayardan ulaşıla­ bilecek veya doğrulana bilecek türden veriler değillerdi. Bu, bir n okta bile koymadan dinleyiciyi terk etmeyen, durma­ dan ve sabırla konuşan insan sesiydi. Arkaik, - e halinde emirleri ve edilgen ortaçlarıyla Latince'ye benzeyen grame­ ri, gerçekte süreklilik, güven sağlamak için bilerek seçilmiş. Yüzlerce denizci kuşağının toplanmış bilgisini aktaran bu ses, şimdi köprüdeki genç ve sinirli subayın kulağına sakin sakin sesleniyordu ki doğru zamanda, doğru rotaya bağla­ narak güvenle boğazdan geçsin. Laurence Oliphant, yirmi beş yaşında bir İskoç, uzaklardaki Kerç'e 1 8 52 'de geldi. Azak Denizi 'nin güneyindeki Tagan­ rog'da bir yelkenliye, Cork'a giden bir Prusya brikine ( " adı çıkmış tekne " ) bindi . " Dört gün sanki yoğun bezelye çorba­ sı gibi görünen suyun kenarından gittik, sözcüğün gerçek anlamıyla bu tabaka arasından yolumuzu açarak ilerledik ve fark edilen bütün yeşil ve sarı gölgeler arasından -Azak Denizi'ne asla mavi denemez- geçtik . " O liphant puro içip gemi peksimetine sürülmüş havyar yedi; geminin domuzları onun mendillerini ve çamaşır ipindeki çoraplarını yediler. Başka bir yolcu için bütün bunlar çok dinlendirici olabi­ lirdi. Ama Oliphant genç ve aceleciydi. Kırım Tatarlarının 2 73

kültürüne duyduğu saygı, Rus miskinlik ve yozlaşmasına duyduğu kendini beğenmiş öfkeyle kıyaslanabilirdi. Evde kendisini bekleyen ekonomi ve askerlik bilgileriyle dolu notlar varken, o burada, bezelye çorbası içinde yol almaya çalışıyordu ve sonunda bir sabah saat altıda Kerç'e ( " harap köy " ) vardığında, gümrük şefi ona kalkıp bagaj ına bakmak için saatin biraz erken olduğunu bildirme küstahlığında bu­ lundu. Oliphant görevlinin canına okudu: " Ricalarımızın yararsız olduğunu ve adamın kabalaşmaya başladığını anla­ yınca, aniden sopamı iki defa, bir Londralı uşağa haddini bildirecek biçimde masaya vurdum ve bunun üzerine yüzü inandırıcı bir ifade aldı ve bir rubleye amirini uyandıracağı anlamına geldiğini anladığım bir şeyler söyledi . . . " Oliphant herhalde bir centilmen gezgin olduğu kadar bir casustu da. O zaman bile kapalı bir şehir olan Sivasto­ pol 'a girmek için birçok sıkıntıya katlanır, Donanma üssü ve tersane çevresini iyice gözlemlediği gibi, su yolunda ve­ ya boyunca bağlı savaş gemilerinin tip ve sayılarını da tah­ min etmeye çalışır. İki yıl geçmeden Kırım Savaşı patlak ve­ rir. O l iphant ' ı n Rusya hakkındaki kitabı okuyucularca paylaşılır ve gözden geçirilmiş yayımları yapılır. Kariyerin­ de ilerler. Generallere tavsiyede bulunması için aranır, Da­ ily Ne ws ' de savaş muhabiri olur ve sonunda Britanya hü­ kümeti tarafından kuzeydoğu Kafkasya'ya gizli görevle gönderilir. Burada Oliphant, Rusya'nın dağlarda ilerleme­ sine karşı silahla direnen Dağıstanlı köktendinci imam Şa­ mil' le temas kurmaya çalışır ama başarılı olamaz. Savaştan sonra, Lord Elgin'in �- himayesindeki Oliphant, maceracı bir diplomat, toplumsal sorunlar üstüne yazan bir romancı (Picadilly: A Fragment of Contemporary Biograhy [ " Pica­ dilly: Çağdaş Biyografiden Bir Parça " ) ) ve nihayet parla­ mentoda Liberal milletvekili olur. * Lord Elgin: 1 79 9 - 1 803 yılları arasında Osmanlı savaşları içinde bulu­ nan Atina 'daki Pa rthenon ve başka yapılardaki antik eserleri sökerek Bri­ tish Museum'a götüren İ ngiltere'nin İ stanbul elçisi.

274

Mithradates Dağı Kerç'e ve Yunanlılarla Romalıların 'Ma­ iotis Bataklığı' dedikleri Azak Denizi'nin sisli ufkuna tepe­ den bakıyor. Kerç, harap bir köyken, san-beyaz emperyal binaları, sakin bulvarları, yeşil tahta perdeli küçük beyaz evler bulunan banliyöleriyle ağırbaşlı bir şehir oldu. Mith­ radates Dağı'na çıkı nca Kerç'teki her şey gözler önüne seri­ liyor. D onanma üssünde, benim orada olduğum gün, Rus bayrakları dalgalanan bir kaç küçük firkateynle tersanede­ ki kaynakçıların mavi parıltıları vardı . Eski çinili çatılar ve bir Ortodoks katedralin yeşil kubbesi görünüyordu. Son elli yılın çoğunda, Kerç yabancılara kapalı kaldı . Çünkü Sovyet sahil denizaltılarının kullandığı donanma üssü duyarlı bölgeydi ve tepelerden çok iyi görünebiliyor­ du. Ama Sovyetler Birliği'nin son on yılında park edilen her araba ve sahil muhafaza tarafından taşınan her tüfek Amerikan uydularındaki kameralar tarafından kaydedil­ mişti. 1 992'de Ukrayna bağımsız olduğunda, Kırım'daki Balaklava ve Kerç gibi donanma üslerinde şehre girenlere veya rıhtımda dolaşanlara aldıran kalmadı. Yalnız Karade­ niz Donanması'nın karargahı ve halen Rus denetiminde olan Sivastopol'da, şehre giden yollardaki kontrol noktala­ rı olduğu gibi kaldı. Kerç bir başka 'Kahraman Şehir', ama buradaki savaş anıtları Novorossiysk'tekilerle karşılaştırıldığında, burada korkunç şeyler yaşanmış olmasına rağmen, daha ılımlı. Al­ manlar, gene Ohlendorf'un Einsatzgruppe D 'si, şehrin bü­ tün Yahudi nüfusunu ve Sovyet bürokrasisiyle uzaktan ya­ kından ilgisi olan herkesi öldürdüler. Partizan direnişi üç yıllık Nazi işgali süresince devam etti; Mithradates Da­ ğı'nın altındaki la birent gi bi tünellerde saklanan gerillalar­ ca sürdürüldü. 1 944'de Kızıl Ordu saldırı düzenleyerek Kı­ rım ' ı geri almak üzere Boğaz'ın karşısına çıkınca Kerç yerle bir edi lene kadar bombalandı. Şimdi bu acılardan iz yok, yalnız dağın zirvesi nde obe­ lisk ve hiç sönmeyen aleviyle partizanlar adına yapılmış anıt var. Belleklere Kırım � ın doğu ucu olarak kazınmış olan 275

Kerç daima bombardıman ve korsanlığın hedefi olmuştur; siyasette ironik güney görüşünü yansıtır. Rastladığım şehir sakinlerinin çoğu Rus'tu; aniden Ukrayna yurttaşı olmaları konusunda alaycıydılar, ama uzakta eyalet başkenti Simfe­ ropol'da yürütülen 'Kırım Rusya'ya ' kampanyasına karşı da aynı derecede ilgisiz davranıyorlardı . Ben oradayken Kerç müzesindeki ana serginin konusu 'Brej nev'e verilen hediyeler'di. Leonid Illiç'in ayaklarının dibine dünyadaki dalkavuklar tarafından serilen bazı hedi­ yelerin yer aldığı bu gezici sergi, Rus anlayışının dışında, zevk ve espri yeteneği olduğu kabul edilen ziyaretçiler için hazırlanmıştı . Üstünde portresi bulunan insan boyunda va­ zolardan, Andrei Rublov tarzı, Brej nev'in savaştaki başarı­ larını gösteren vernikli Feduskino kartonpiyerinden kara kutulara, merak içindeki ustabaşı ve bilim adamlarının so­ runlarını çözen Leonid Illiç'i gösteren heykel gruplarından, gerçek madalyalar ve tuale yapıştırılmış gerçek kumaşla Vietnamlı portrelerine, iğrendirici, köle gibi yazılarla işlen­ miş Orta Asya kilimlerinden, Kari Liebnecht Kalem Fabri­ kası 'nın 1 ,5 metre boyunda kurşun kalemlerine, Krasnodar işçilerinin sevgileriyle gönderdiği makine modellerine ka­ dar . . . hoş tek bir nesne yoktu . Hepsi çirkindi . Hepimiz, Rus, Ermeni, Kazak ve ' İngiliz konuk', yalvararak bir şey almamızı isteseler, alacak bir şey bulamayacağımız konu­ sunda anlaştık. Müzeden kendimize duyduğumuz yeni bir saygıyla ayrıldık. Pantikapaion, Bosporos Krallığı'nın başkenti, Mithradates Dağı'nın geniş, düz tepesinde yer alıyordu. Yarı kazılmış ha­ rabe ve temeller halen platoyu örtüyor ve Kerç'in tepesinde­ ki eski evlerin çoğu Helenistik yapılardan yağmalanmış ka­ re taşlardan yapılmış. Aphrodite tapınağının üstüne tırman­ dım ve Basileus Sarayı'nın sıcak kaldlrım taşına oturdum. Duvarın dibinden yeşil bir peygamberdevesi yürüyor, bir be­ nekli kelebek saray eşiğinde güneşleniyordu. Otlar arasında eşinen Lara bir İskit tenceresinin sapıyla kenarını buldu. 276

Şehirden tepeye ulaşmak için mermer bir merdiveni tır­ manıyorsunuz; sahanlığı griffinlerle süslü yüz basamak var. Bir zamanlar bu merdiven sahte bir tapınağa, St. Peters­ burg'a götürülmeyen b ütün kazı bulgularını içeren ana Kerç müzesinin bulunduğu 'Theseum'a çıkıyormuş . Şimdi merdiven lerin sonunda taze havadan başka bir şey yok. Kı­ rım Savaşı sırasında müzeye girilmiş ve bazıları İngilizler olmak üzere Müttefik birlikleri tarafından yağmalanmış. İçindekileri, heykeller, cam ve seramik eşyayı bir daha gö­ ren olmamış. Savaştan sonra silkinen bilim adamları olayı protesto ettiğinde, İngiltere konsolosunun eşi Bayan Catt­ ley'in burada kaldığı s ürede yerel satıcılardan çok sayıda Yunan mücevheri, sikke ve mimari parça satın aldığı ve sa­ vaş çıkınca koleksiyonunu gemiye yükleyip Londra'ya gö­ türdüğü, bu m alzemenin British Museum'da sergilendikleri belirtilmiş. Başka ne istenebilir ? Pantikapaion İÖ 6 . yüzyılda bir Miletos-Yunan kolonisi olarak olağan biçimde yaşamına başladı . Ama İÖ 4 8 0 'ler­ de İskitlerle yaşanan sorunlar nedeniyle otuz kadar Yunan kolonisi güvenlikleri için birleştiler. Yunanistan'da, böyle bir geçici ' birlik', kalıcı bir merkezi hükümet oluşturma­ dan, acil durum geçince dağılmaya hazır, bağımsız şehir devletlerinin bağlaşmasından öteye geçmezdi . Ama burada uzakta, kolonilerde, şehir devletinin egemenliği o kadar önemli görülmüyordu. Yurtlarından uzak Yunanlılar (adını Kimer Boğazı ' ndan [Bosphoros] alan ) ' Bosporos' devletini kurdular ve Pantikapaion'u başkent yaptılar. Bu yeterince Yunanlılıktan uzak bir uygulamaydı . Her biri kendi khora yani ardalanına sahip küçük şehir devletle­ rinin olağan tarzı değildi ve Yunanlıların 'barbar' dedikleri, tek büyülü kralın egemen olduğu, onun aşiretinin bütün topraklara sahip olduğu krallıklara benziyordu. Çok geçme­ den benzerlik daha da arttı. İÖ 43 8 'de, olasılıkla Trakyalı paralı asker kumandanı olan Spartokos adlı biri, bir darbey­ le yönetimi tek başına ele geçirdi . Bosporos devleti genişle277

meye başladı; yöneticiler Yunanlı ve Trakyalı piyade, İskit ve Sarmat süvari ordusu kiraladılar ve çok geçmeden Don tarafından Tanais ve öteki tarafta Kuban ve Taman yarıma­ dasına kadar Azak Denizi kıyılarını ele geçirdiler, doğu kıyı­ sındaki Maiotis ve Sind halklarının çoğunu dominyonları haline getirdiler. İÖ 400'lerde Spartokos'un torunları kendi­ lerini kral yani 'tiran' ilan ettiler ve 1 . Satyrus'la oğlu Leuko Bosporos krallığını başkent Pantikapaion'dan üç yüzyıldan fazla süreyle yöneten Spartokos hanedanını başlattılar. Krallık imparatorluğa dönüştü, tüccarların;- gemici iş adamlarının ve şehirli yöneticilerin Yunanlı, ama yönetici ve askerleri Trak, İskit ve artan biçimde Sarmatlardan oluştuğu erken bir kuzey Bizans 'ı haline geldi. İlk yıllarda 1 krallık Atina'nın uydusu, Perikles tarafından kurulan kısa ömürlü deniz imparatorluğunun ileri karakoluydu ve öne­ mi gıda kaynağı olmasından geliyordu. Atina'da satılıp da­ ğıtılan buğdayın yarısı Bosporos Krallığı'ndan ithal edili­ yordu ve Atina'nın gücü İ Ö 404'de Peloponnesos Sava­ şı'ndaki yenilgide zaafa uğrayana kada·r Karadeniz'den Yu­ nanistan'a yapılan bütün buğday ihracatının Atina pazarı­ na getirilmesi gerekiyordu. İÖ 404'den sonra Pantikapa ion kralları buğdayı istediklerine satabildiler ve krallık yüzyıl sürecek büyük bir refah dönemine girdi . Olbia, Sarmatların ilerlemesiyle huzursuzlu k ve istik­ rarsızlığın Dinyeper steplerinde yayılmasından sonra zayıf­ layıp sıkıntıya düştüğünde Pantikapaion onun pazarlarını ele geçirdi . Buğday en büyük ihraç ürünü olmaya devam etti . Doğu Kırım'da veya Azak Denizi çevresinde, İskit ve­ ya Sarmat yöneticilerden kiralanan devasa malikanelerde köle emeğiyle yetiştirilen buğdayın maliyeti çok düşük ve kar çok büyüktü . Ama Azak Denizi'nden gelen balık da aynı derecede önemliydi ve Pantikap�ion yakınında, Azak ringa balıklarını tuzlamak için kullanılan yirmi dört havu­ zu olan balık işleme tesisinin kalıntıları bulunmuştur. Ka­ radeniz mersin balığının havyarı, kuzey ormanlarından ge­ tirilen kürk ve köleler, Akdeniz'e ihraç edilirdi. 278

Tahıl ticareti İskit ve Sarmat bozkır beylerinin, Azak Denizi'nin doğusundaki düzlüklerde yaşayan halkların ya­ şamını değiştirdi . Sele kapılır gibi para ekonomisinin içine daldılar. Liman şehirlerindeki tahıl tüccarları ve gemiciler kendi paylarını aldıktan sonra bile kazanç çok büyüktü. Antik dünyada pazara çıkan her şeyi satın alacak güce eriş­ mişlerdi. Ama gerçekten ne istiyorlardı ? Kullanabildikleri hayvan ve köleleri zaten vardı. Bu kolonilerin bildik soru­ nudur ve aynı derecede bildik bir yolda çözülmüştür. Yu­ nanlılar onlara yeni i htiyaçlar icat etmişlerdir. Yukarı ülke şeflerine lüks eşya, hepsinden önemlisi klasik dünyada o zamana kadar üretilmiş mücevher ve altın eşyanın en muh­ teşem örneklerini sağlamışlardır. Sonra değişi m başladı. Yeni altın ve gümüş zanaatkarla­ rı Panti kapaion'da, m üşteri ve pazarlarının yanına atölye­ ler açtı ve ürünün kendisi de değişmeye başladı. Bu değişi­ min bir örneği, Rostov yakınında Beş Kardeş kurganında, halen Rus mezarlığı olarak kullanıldığına tanık olduğum höyüğün altında bulunan altın kaplama ahşap gorytus'tu (yay ve sadağın birleşik olduğu doğrudan İskit ürünü ) . Bu gorytus İÖ dördüncü yüzyılda Yunanlı veya Yunanlılarca yetiştirilmiş ustalar tarafından olasılıkla Pantikapaion'da yapılmıştı. Üstündeki kabartma sahneler kusursuz Yunan işiydi, ama bozkır atlısının temel silahlarından biri olan eş­ yanın kendisi , tamamıyla İran formundaydı. Çok geçmeden Bosporos altın ve gümüş zanaatkarları bir adım daha attılar. Zengin İskitler için süslemeleri Ho­ merik mitlerini değil, İran ritüel ve törenlerini gösteren ge­ leneksel işler ürettiler. Aynı zamanda üslup tamamıyla İran tarzının dışındaydı : insan ve hayvan figürleri natüralist ve bütünüyle Yunan tarzıydı ve göçebelerin O rta Asya'dan getirdikleri büyüsel stil, ' hayvan stili'yle ilgisi yoktu. Bizler için sonuçta, Rostovtzeff'in " Herodotos çizimle­ ri " adını verdiği, İskit yaşamından sahneler ortaya çıktı. Kul-O ba'da, Kerç'in hemen dışındaki bir prens mezarın­ dan çıkan k üre biçiminde amber şişe, bir savaştan sonraki 279

sakallı, pantolon giyen savaşçıları gösterir: konuşan, yayla­ rını çeken, yaralı bir bacağı saran, hatta diş çeken savaşçı­ lardır bunlar. Altın levhalarla kaplı gümüşten Gaymanova Moglia şişesinin üstünde iki çift, şişman, pahalı giyimli, küçük şef vardır; dalgalanan tunikleriyle hikaye anlatırlar­ ken, hizmetçiler deri torba içinde kumis (at sütünden içki, kımız) ve canlı bir ördekle onlara yanaşıyorlar. Dinyeper yakınlarındaki höyükte bulunan kocaman Tolstoya Mogila altın göğüslüğünde, İskitler süt sağarken ve posttan palto yaparken görülüyorlar; Çertomlyk'ten çıkan gümüş amfo­ ra ise atlı insanların resimleriyle süslenmiştir: yaşlı, kel bir hizmetçi eğerli bir atı otlaması için bukağılarken, gory­ tus'lu genç bir süvari dik kafalı bir taya ön ayağını kaldır­ ma eğitimi vermektedir. Pantikapaion altın zanaatkarları yalnız günlü k yaşamı resmetmediler. İran dini konularına da yönelerek, Karago­ deuaşkh' daki kadeh boynuzda olduğu gibi, atlı bir krala ' komünyon içki 'si veren atlı bir tanrıyı, aynı kompleksteki ' kraliçe mezarı ' ndan çıkan kocaman, altın tiara-tabakta görülen, kutsal kabı tutan taht üstündeki bir tanrıçayla herhalde cinsiyeti aşan, 'Enareis' şamanlarından biri olan androjen birinin ona şişesinden içki dökmeye hazırlandığı garip töreni de işlediler. ( Bu hazinelerin çoğu St. Petersburg Hermitaj Müzesi'nde görülebilir ve kimse Rostovtzeff'in onların Bosporos Krallığı'na ait olduğu tezine karşı çıkma­ mıştır. ) Yunanlı (veya Yunanlılardan zanaatı öğrenen) sanatkar­ larla İranlı göçebe hamilerinin sembiyozu olağandışı bir sü­ reçtir. Buna benzer bir durum daha önce ve sonrasında hiç olmamıştır. Timothy Taylor'un yazdığı gibi: " Kadim dünya­ da ve herhalde sanat tarihinde tekil bir durum olarak, şehir­ li koloniciler en büyük sanat eserlerini göçebe seçkinlerin si­ parişlerine göre ürettiler . . . bu Velazquez'in en büyük eser­ lerinde Meksika yerlilerini kahramanlaştırması gibidir. " Rostovtzeff, yetmiş yıl önce, aynı görüşü ileri s ürmüştü, ama bunu Yunan dünya görüşündeki, Makedonyalı İsken280

der'in emperyal fetihlerinden önce başlamış olan büyük de­ ğişime bağlamıştı . " Bu Helenistik sanatın şafağıdır . . . o za­ mana kadar barbar kabul edilen, şimdi uygarlık dünyasına dahil olmaya yani Helenleşmiş uluslar arasına katılmaya başlayan halkların bilim ve sanata konu olmasından etki­ lenmiştir . . . yabancı ulusların kullanımına girmekten memnun olan bir sanattır. " Sarmatlar İÖ üçüncü yüzyılda İskitlerin yerini aldığın­ da, ticaret yeni m üşterilerle devam etti . Ama Yunanlılarla Sarmatların ilişkisi çok farklıydı . Dillerindeki ortak İran kökenine karşın Sarmatlar bir çok yönden İskitlerden deği­ şikti. Savaşçı olarak hafif silahlı okçu atlılar deği l, ağır sü­ variydiler, metal miğferler ve demir örgüden zırhlar giyer, uzun mızraklar taşırlardı . Çok sonra ortaçağ şövalyeliğinin savaş donanımı olacak bu silahlanma Avrupa ve Avrasya çevresinde pek bilinmiyordu ve o zaman karşı konulamaz nitelikteydi . Birkaç yüzyıl sonra, Sarmat Alanlar İS 3 75'de bir Roma lejyonuna saldırıp onu yok ettiklerinde, Roma İmparatorl uğu bütün savaş donanımını değiştirdi ve kendi ağır süvari birliklerini kurdu. Sarmatlar bazı yönleriyle Orta Asyalı kültürel köklerine İskitlerden daha yakındılar. Kendileriyle birlikte yeni bir süsleme geleneği getirmişler, Orta Asya 'hayvan üslubu'na, ağır, şatafatlı formları ve renkli mine ve yarı değerli taşlar­ la kakma metal işçiliğini eklemişlerdi; bu stil on dokuzun­ cu yüzyılda ' Gotik' adıyla bilinecekti . Sarmat soylular, İs­ kitler gibi, Helenistik dünyadan süsleme ve lüks ürünler sa­ tın alıp yaptırtırken, doğuda geliştirilen İran kültürleriyle de teması yitirmemişlerd i . Volodya Guguev prensesinin Don kenarında gömülmüş m uhteşem altın yakası, olasılık­ la Baktria'daki kutsal bir hazineden gelmeydi . Sarmatlar h e r şeyden önce daha saldırgandılar. Onları karşılaştıkları halkları fetheden ve sonra özümlenen küçük bir askeri elit veya savaşçı kabileler olarak düşünmek daha doğrudur. İskitler çoğunlukla Yunan şehirlerinin surları dı­ şında kalmışlardı . Sarmatlar kuşatma veya saldırı dışında, 281

daha çok reddedilmesi kolay olmayan güçlü yerleşimciler olarak şehirlere girdiler. Yunanlılarla evlendiler ve yalnız yönetimde değil ama ticaret ve imalatta da gittikçe artan bir yer edindiler. Pantikapaion'da bu özümleme zor değil­ di; yönetimdeki Spartokos hanedanı Yunanlı değildi ama Trak veya İskit kökenliydi ve Roma zamanında Bosporos Krallığı tamamıyla İranlılaşmıştı . Yunanca hala resmi d ille­ riydi ama halkın çoğu olasılıkla Sarmat veya Trak dili ko­ nuşuyordu ve tapındıkları tanrılar Ana Tanrıça veya Yu­ nan panteonundan tanrılardan çok İran güneş kültü Mitra gibi kahramanlardı . Kerç Boğazı'na hakim akropoliste Pantikapaion şehri gelişti. Şehrin sikkeleri pençesinde altının simgesi olan buğ­ day başağını tutan ünlü griffindi. Ana kapının iki yanında Mixoparthenos, İskitlerin yılan bacaklı Anne'sinin röliefle­ ri vardı. Kralları bütün Yunan dünyasında saygı görüp övülürdü ve yıllık Atina festivali Panathenaia'da onlara meşe veya zeytin dallarından yapılmış çelenkler sunulurdu. Ama sonra, İÖ birinci yüzyılda, şiddetli bir siyasal bunalım başladı . D inyeper'deki eski başkentten Sarmatlar tarafından çı­ kartılan prensler tarafından kurulan yeni İskit-Kırım krallı­ ğı, Khersonesos 'a ve öteki Yunan sahil şehirlerine saldırdı. İskitleri durduramayan Spartokos kral, Sonuncu Peirisa­ des, Pontus kralı Mithradates Eupator'a başvurarak ölüm­ cül bir adım attı . Bu başvuru, balıkçı dükkanından fare kovmak için kedi çağırmak gibiydi. Mithradates ( ' Büyük ' ) parlak, sağı solu belli olmayan bir emperyalistti ve Anadolulu krallığını pan­ İra� imparatorluğa dönüştürmek, yükselen Roma gücünü doğudan bir saldırıyla ezmek hayalini kuruyordu. General­ leri Kırım İskitlerini durdurdular ama sonra Pantikapa­ ion'da Spartokosleri devirmek için bir Sarmat isyanı kışkır'" tarak tahttan indirdiler. Mithradates Karadeniz'in bütün doğu sahilini fethetti ve Bosporos Krallığı'nı Roma'yla yir­ mi beş yıl sürecek bir savaşa sürükledi. Pompeius'a yenil282

mesinden ve Pantikapaion'da İÖ 6 3 'te ölümünden sonra başlayan isyanlar sonunda yeni bir hanedan ortaya çıktı . Bu hanedan da Hint-İran soyundan geliyordu ve Roma ege­ menliğini kabul ederek krallığı, sonunda İS dördüncü yüz­ yılda Gotlar tarafından fethedilene kadar yönetti . Kerç arkeoloj i müzesinin müdürü Tsarski Kurganı'na bizi kendi arabasıyla götürdü. Son parsel ve bahçelerden sonra, çayırların başladığı yerde, kurgan tepe gibi yükseliyor. Spartokosların kraliyet mezarlarını on beş metre yüksekli­ ğinde höyük örtüyor. Tümülüsün önünde bahçesi ve bahçesinde meyve ağaç­ ları olan ahşap bir kulübe var. Müdür çitin önünde durup seslendi: " Maria Andreyevna! Maria Andreyevna ! " O an­ da başı bağlı, sırıtmasından altın dişleri görünen çok yaşlı bir kadın göründü ve ördek, kedi yavrusu ve kırık beyaz emaye kovalar kargaşası içinde kendine yol açıp bize doğru geldi. Müdür bize onun, kurganın soydan gelen storozh'u ( b ekçisi ) olduğunu açıkladı. Büyük Aşik, Kerç'teki antik eserlerin ilk müdürü 1 8 3 7'de kazılarını tamamladığında, adamlarından birini storozh olarak atamış ve ona ören ye­ rinde kalmasını emretmiş ve soyundan gelenler -tersine ta­ limat almadıkları için- burada yaşayıp o zamandan beri gözetimini yapmışlar. Maria Andreyevna, ilk bekçinin bü­ yük-büyük-torunu, demir bir kapıya yönelip kilidini açtı. Gördüğümüz dünyanın mimari harikalarından biri . De­ rin, V biçimli, taş döşenmiş kesik içinden tepenin merkezi­ ne giriliyor. Bu gittikçe incelen yarığın sonunda, dirsek ya­ pan yığma taşla biçimlendirilmiş çatlak karanlığa açılan kapı, yer altı dünyasına giriş yeri. Sanki Napoli yakınında­ ki Cuma 'da, Sibyl mağarasına giden karanlık çatlak gibi. Aynı zamanda, ister istemez, Ana Tanrıça 'nın rahminin ağ­ zında gibiyiz. Kesme koridorda bilerek yapılan darlıklarla yaratılan perspektif, kapıya olan mesafeyi olduğundan da­ ha kısa gösteriyor ve böylece ileri doğru atılan her adım sanki sizi ucundaki karanlığa doğru çekiyor. 283

Tepenin içinde k ubbeyi taşıyan kare biçimli taş oda var. Burada başka bir şey yok, çünkü Aşik koridoru dolduran toprak ve çöpü temizleyerek odaya ulaşmış ve odanın so­ yulmuş olduğunu görmüş. Herhalde soygun inşaattan bir­ kaç yüzyıl sonra olmuş. Ama boş geçide baktığınızda, özen­ le düzenlendiğini görüyors unuz. Uzakta güneş ışığında Mithradates Höyüğü parıldıyor, Bosporos Krallığı 'nın ak­ ropolisi; her şafakta yükselen güneş, ölüler görsün diye, höyüğün dış hatlarını çiziyor. Tsarski Kurganı'nda İranlı ve Yunanlı kutsallık anlayış­ ları karışmış. Mezar İÖ dördüncü yüzyıl ı n başlarından kal­ ma, fakat kim için i nşa edildiği bilinmiyor. O lasılıkla bu kişi 1 . Peirisades'ti ama 1 . Satyrus'un oğlu, İ Ö 3 8 9'dan 349'a kadar hükmeden Leukon için olması daha muhtemel görünüyor. Bu kral siyasal ve ekonomik zekasıyla tanın­ mıştı ve hükümdarlık döneminin çoğunu, Yunanlı iş çevre­ lerini savaş ve iç güvenlik bütçesini desteklemeye razı et­ mek için başarılı manevralarla geçirdi. Leuko, gerçekten . de, ortodoks ekonomi yasalarına meydan okumayı becer­ di: bütçeyi, enflasyona yol açmadan para arzını artırarak finanse edebildi. Polyaenus, Savaş Stratejileri kitabında Le­ uko için şunları yazar: Hazinesi çok küçükken, yeni sikke kararnamesi çı­ kardı ve herkesin kendi parasını getirip yeni değer bastırmasını emretti . Böylece yeni değer basıldı ve bütün paraların değeri daha ö ncekinin iki katına çı ktı . Yarısını kendisi aldı ve herkes verdiği kadar değerle parasını geri aldı. Leuko para bastıran ilk Bosporos monarkıydı . Son pa­ ra İS 3 3 2 'de Pantikapaion'da darb edildi ve son yönetici iV. Rheskuporis İS 3 60'larda öldü. Bo � poros Krallığı, baş­ ka deyişle, Karadeniz'in kuzey doğu köşesinde en az yedi yüzyıl iktidar, refah ve sanayi merkezi olarak yaşamını sür­ dürdü. 284

Bu uzun yaşamın iki nedeni var. İlki ekonomik. Çünkü en saldırgan göçebe önderleri için bile ( İS dördüncü yüzyıl­ da Hunlar gelene kadar) Bosporos Krallığı 'nı fethetmek ve yağmalamaktansa onunla birlikte yaşamanın yolunu bul­ manın avantaj ı açıktı . Kırım'dan buğday ve balık, uzaklar­ dan köle, kürk ve Çin kumaşı Akdeniz pazarlarına gidiyor ve şeflerle aileleri yardımları karşılığında Pantikapaion al­ tın ve gümüş işlemelerine, kumaş ve silahlarına kavuşuyor­ lardı. Bosporos Krallığı ' n ı n uzun ömrünün i k i nci nedeni pragmatizmdi. Krallık bir devletti ama şimdi anladığımız gibi bir ulus değildi . Bölgedeki bütün en güçlü yapılar, kö­ kenleri İskit, Trak, Sarmat ve Maiotis melezi olan hane­ danlar aracılığıyla onun siyasal yönetimine katılabiliyorlar­ dı. Aynı zamanda, ticaret ve sanayi Yunanca-İran dili ko­ nuşan, bu tarzlarda giyinen ve tapınan ve soy olarak krali­ yet ailesi kadar karışık okur yazar yurttaşlar aracılığıyla yürütülüyordu. Kısaca, saray ve iş dünyası birbirine saygı gösteriyordu. Leuko öyküsünün anlattığı gibi birbirlerine karşılıklı olarak bağımlıydılar. Bu devam ettirilmesi gere­ ken bir gösteriydi ve emperyal saldırganlık veya kanın son damlasına kadar 'ulusal bağımsızlık' savunması diye bir şey yoktu. Bosporos Krallığı'nda entrika çoktu ama donki­ şotluk yoktu. Büyük Mithradates veya Romalılar domin­ yon koşullarını dayatıyorlarsa, egemenlik gibi soyut kav­ ramlar adına Pantikapaion'un tahrip edilmesi riskini alma­ ya neden yoktu . Krallık, bukalemun gibi, en güçlü komşu­ sunun rengini alıyordu. Yunanlılaşmış, sonra İranlılaşmış ve sonra Roma İmparatorluğu'na uyarlanmıştı . Siyasal ola­ rak kışkırtıcı değildi. Konstantinopolis-Bizans 'ın tersine, ele geçirilmesi dünya tarihini değiştirecek, hatta fatihi kah­ raman yapacak değildi . Tehdit edici olmaktan uzak olması Bosporos Krallı­ ğı'nın son kazanımına da olanak sağlamıştı : Gotların yatış­ t ı r ı l ması . Bu Germen göçü B a l tı k 'tan b a ş l a m ı ş ve İ S 200'lerde Karadeniz'e ulaşmıştı. Gotl ar ilk yıll arda Olbia 285

ve Tanais'i yağmaladılar, ama Bosporos Krallığı ile temas­ ları sonucu, çok geçmeden yumuşadılar, komşu ve müşteri­ ye dönüştüler. Pantikapaion onların zevklerini inceledi ve o kadar başarılı olan eski Sarmat-Bosporos mücevher tasarı­ mını değiştirdi . Gotlar da aynı biçimde Bosporos'un süsle­ me gelenekleri ni Sarmat tarzından oldukça farkl ı hale ge­ tirmesi için istekliydi . Gotlar zamanında Kırım'da ve Kara­ deniz steplerinde oldukça 'Ostrogot' bir yapıya dönüşen Bosporos Krallığı varlığını bir yüzyıl daha uzattı. Ama son­ ra Hunlar geldi. O nlar yatıştırılabilir gibi değildi. İS dördüncü yüzyıla girildiğinde, hala kesin nedenleri anlaşılamayan biçimde, Orta Asya'dan ardı ardına atlı da­ vetsiz misafir dalgaları, ve çoğunlukla yeni bir vahşet ve yı­ kıcılık özelliğiyle, giderek daha kısa fasılalarla gelmeye başladı. Bildiğimiz kadarıyla, Hunlar Karadeniz bölgesine yalnızca yağma seferi yapmak için gelen, anlaşılan yerleşim ve ticarete ilgi duymayan, ilk göçebe gruptur. Tanais ve Pantikapaion 'u bir daha canlanmamak üzere yıktılar. Şehir halkı kaçtı veya öldürüldü ve iki şehri de otlar bürüdü. Kimmer Boğazı 'nda Bizans zamanında yeni bir şehir kurul­ duğunda, zirvedeki harabeler yerine Mithradates Dağı'nın yamaçları seçildi. Mihail Rostovtzeff'in yazdığı gibi: " Bu yüzyıllar süren yarı-Yunanlı tiranlığın yavaş yavaş Helenist bir monarşiz­ me dönüşmesi ne kadar garip! .. Kimmer Boğazı'nda yavaş yavaş gelişen bu melez din ne kadar ilginç ! Çoğunlukla İs­ kit hanedanlarına ve İskit aristokrasisine ihracat için üre­ tim yapan bu zengin sanat nasıl da eşsiz! . . " O zamandan beri, yazılı ve yazı öncesi kültürler, refah yaratan şehirler ve aşiret imparatorlukları arasında yaklaşık iki bin yıldır temas var. Ama Bosporos Krallığı sembiyozuna benzeri bir daha görülmedi .

286

D okuzuncu Bölüm Sarmatya hayali bir ülke - ama bu gerçek onun he­ pimizin anayurdu olmasını değiştirmiyor . . . Bizler, kendi ül kemizde yabancı biyografi l erle, casus gibi yaşıyoruz. Yabancı bir kütüğe geçirili­ yoruz : ' doğum yer i : Sarmatya . ' Ve bu sahtekarlık­ tan memnunuz. İki eski sikkeyi değerlendiren bir nümizmat sahtesiyle daha fazla ilgilenir çünkü o gerçeği gibi yalnızca bir değerin işareti değil, aynı zamanda hayal gücünün de işaretidir. Bir süre son­ ra, sahte gerçekten daha değerli hale gelir. D eğer ölçeği tersi n e dönmüştür ve Sarmatya Feli x ' i n, anayurdumuzun, halen içimizde diri olması bun­ dandır. MAREK KARPI N S K I

'Jacek Kacmarski - Aneks do wniosku o awans', P ULS, No 6415, Eylül-Aralık 1 993 'de. Döndüm, ve atlarım ne kadar barbarsa o kadar bar­ bar olmayı s ürdürüyorum ! Mickiewicz'in Bar Konfederasyoncu/arı oyununda, Batı Avrupa gezisinden dönen toprak beyi

Ulusçuluk tartışmaları, ulusu 'hayali cemaat' olarak kav­

ramlaştırma eğilimi çevresinde dönüyor. Bu tanım Benedict Anderson 'un bu adı taşıyan kısa ve parlak kitabından geli287

yor ve onun için daha söylenebilecek çok söz var. �- Erken modern ulusçuluk, ona göre, haya li bir sıçramadan kay­ naklanıyor: bireylerin asla karşılaşmayaca kları binlerce ve­ ya milyonlarca insanın aynı belirli kültürü, dili ve bakış açısını paylaştığı varsayımından . Anderson'a göre bu daya­ nışma varsayımı, kitle i letişimi ve kolay ulaşım koşulların­ dan önce 'matbaa devrimi' ile, yerel dilde basılan edebiya­ tın dolaşıma girmesiyle desteklenmişti ama bir inanç ola­ rak kalmıştı . Daha sonra, on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Av­ rupa ' ulusların yaratılması' sürecini yaşadı. Entelektüeller balad ve sözlü gelenekleri ' ulusal edebiyat' içinde derledi­ ler, diyalektlerden standart yazı dili oluşturdular ve kronik­ lerle halk destanlarından ulusal tarihler yazdılar. Her baş­ kentten bir Wolfgang Feursteins lejyonu elinde kalem def­ ter köylere doğru sefere çıktı. Bir teoloj i, uyanan ulusal toplumun en üst düzey olan kendini gerçekleştirerek ba­ ğımsız ulus-devlete doğru yolculuğuna çıkacağı inancını yarattılar. Ama u lus, hayal edilen hatta oluşturulan bir topluluk olarak, ulus-devletten çok daha eskidir. Matbaa devrimi­ nin olanaklı kıldığı siyasal hareketlerden önce mevcuttur. Ve yeni mutasyonlarla, ulus-devlet tarihe karıştığında da var olacaktır. Gerçekten de bazı yüksek umutları olan bir toplumsal grubun isteklerini meşrulaştırmak için tarih icat etme uygu laması romantik ulusçulu ktan daha e s k i d i r. John Dee, Gal büyücü ve dolandırıcı, İngiltere'nin 1 . Elisa­ beth'ini şu savla kandırıp yoldan çıkarıyordu: Gal kralla­ rın Tudor soyundan gelen biri olarak kral içe, Arthur'un Kelt hayalini yalnız bütün ' Britanya 'da gerçekleştirmekle kalmıyor, fakat mitsel Arthur imparatorluğunu da aşıp ok­ yanusa ulaştırıyordu. D ee'ye göre Amerikalar ' B üyük Bri­ tanya 'nm meşru hakkıydı. Ama hiçbi'r tarihsel el çabuklu*

Benedict Anderson, Hayali Cemaatler - Milliyetçiliğin Kök e n leri v e Ya­ çev. İ skender Savaşır, Metis Y. , İ stanbul, 1 9 9 3 . ç.n.

yılnıası,

-

288

ğu, Sarmatya'nın diril işi kadar garip ve bu kadar fazla iro­ niyle dolu olamaz. Yirminci yüzyılın sonunda Polonya'yı Baltık kıyısında bir ülke olarak bil iriz. Polonya'nın kökleri bize göre, Baltık Denizi' ne Gdansk Körfezi'nde ulaşan Vistül ırmağı boyun­ ca yerleşmiş proto-Slav çiftçiler arasındadır. Ama bir za­ manlar Polonya anayurt olarak Karadeniz kıyılarına bakı­ yordu ve Polonyalılar Hint-İranlı hayvancı göçebelerin, Sarmatl arın ataları old uğunu iddia etmekteyd iler. O n altı ncı yüzyılda Polonyalı yazarlar Polonyalıların Sarmatların soyundan geldiğini iddia etmeye başladılar. Önce bu iddia o kadar saçma görünmedi . Avrupa modası­ na Polonyalıların verdiği bir karşılıktan başka bir şey de­ ğildi . Rönesans'ta hanedanların klasik bilgilerden çıkarılan şecerelerle övülmesi edebi bir adet halini almıştı - gerçek­ ten de matbaa devrimi ile Yunan ve Roma tarihlerinin sa­ raylara girmesi mümkün olunca ortaya çıkan bir adetti bu. Eğer İngiltere kraliçesi Elizabeth pre-Sakson Bretonların varisi ise, İsveç kralları Gotların soyundan geliyorsa, Fran­ sa kralları Galya tohumu ve Moskova çarları ( özellikle tu­ haf bir kibirle ) Rurik aracılığıyla Augustus'la akrabalık id­ dia ediyorsa, o zaman Polonya devletler-topluluğunun Ka­ radeniz'in İranlı ' barbar'larının soyundan gelmekle öğün­ mesinde fazla tuhaf bir yan yoktu. Ama sonra, izleyen yüzyıl içinde, Sarmat m iti kendi ba­ şına olağan dışı, acayip bir hal aldı . Sarayın resmi miti iken, 'Sarmat'lar bir sınıfın kitlesel inancı haline geldi. O n altı ve o n yedinci yüzyıllarda Polonya soyluları (szlachta ) kendilerinin -Polonya halk yığınlarının değil­ Sarmatların doğrudan torunları olduğuna inanmaya başla­ mışlardı . O nlar yalnız Polonya toplumundan üstün bir kast değil, başka bir ırktandılar. Şehirli veya köylü öteki sı­ nıflar, dolayısıyla başka, daha aşağı soydan geliyorlardı. Çok geçmeden daha uyd urma bir klasik ödünçlemeyle bi­ lim adamları aşağı sınıfların ' Getai' veya ' Gepid'lerden ol­ duğu ndan söz etmeye başladılar - Trak veya Germen kö289

kenli bu daha küçük aşiretlerin doğu-orta Avrupa'ya soylu Sarmatların kölesi olarak göç ettikleri tahayyül ediliyordu. Szlachta eski Polonya-Litvanya devletler-topluluğunu yönetiyordu. Bu büyük toplumsal grup halkın yüzde on kadarını oluşturmaktaydı. Grup üyeleri çoğu Avrupa kral­ larından daha zengin prenslerden, kendi yulaf evleğini ekip çapalayan kıçı çamurlu toprak sahiplerine kadar uzanıyor­ du. Karanlık kökleri klan sisteminden geliyor ve soy bağlı­ lığı kadar askeri bağlaşma ve uyarlanmayla güçleniyordu . Bu örüntü, Batı Avrupa feodal düzeninden çok, geleneksel İskoç Gaeltacht toplumunu andırıyordu. Bu 'Sarmat İdeoloj isi'nin açık bir meşrulaştırıcı işlevi vardı. Devletler-topluluğu yani ' kraliyet cumhuriyeti'nde, soyluluk neredeyse devlet üstünde mutlak üstünlük elde et­ mişti . Kralı onlar seçiyordu. Seym 'i ( parlamento ) onlar oluşturuyor ve oy birliği kuralını dayatıyordu: Liberum Veto kuralı tek karşı oya bütün süreci durdurma hakkı ve­ riyordu . Adım adım kendi sınırsız ayrıcalıkları ile merkezi m üdahaleye karşı bağışıklıklarını oluşturdular. Szlach­ ta'nın yönetimdeki ağırlığı herhangi kimsenin yönetici ol­ masını engelleyecek kadardı. Bu durum " Polska w nierq­ dem stoi" yani ka baca Polonya düzensizlik üstüne kurulu­ dur gibi tuhaf bir atasözüne yol açmıştı (nierzqad sözcüğü, Fransızca bordel'in kaos veya İngilizce resmi 'disorderly house' ifadesinin genelev için kullanılmasında olduğu gibi, aynı zamanda genelevle bağlantılıydı ) . Bu görüşle szlachta tek başına gerçek bir ulus oluşturuyordu ve Sarmat kabul edilen üyelerin istediklerini yapma hakkına sahip oldukları benimseniyordu. Szlachta'nın uğruna sık sık silaha sarıldığı Altın Özgürlük denen şey buydu. On yedinci yüzyıl boyunca ideoloj iye başka öğeler de eklendi. Biri yabancı korkusuydu. Sarmatizm statükoya şükran ilahileri okuyan sıkı bir tutuc'uluktu. Sarmat bakı­ şıyla Polo nya mükemmeldi: Polonya soylunun cen neti , dünyadaki en cesur, zeki ve mutlu Terra Fe lix ' di. Buradan çıkan sonuca göre değişim isteyen her düşünce yabancı et290

kisindan kaynanlanan kirlenme tehdidiydi. Vergileri artır­ ma veya yönetimde reform yapma gi bi kraliyet girişimleri­ ne Alman veya Fransız danışmanların işi, mutlakıyeti geti­ rerek Polonya'nın bağımsızlığını yok etme amacıyla kralın aklını çelme diye hücum ediliyordu. Reformasyon, özellik­ le orta ve aşağı soyluluk için Bohemya ve Almanya 'dan it­ hal edilip, Sarmat olmayan kaba şehirli tüccarlarca kucak­ lanan başka bir yıkıcılı k olarak görülmüştü. Fanatik Kato­ lik Karşı Reformasyon hareketi Sarmatizmin bileşenlerin­ den biri olmuştu . Sarmatizm ayrıca Polonya'nın coğrafi algısı - veya 'j e­ opolitik kaderi'ni de yeniden tanımlıyordu. Katolik ateşle­ rine karşın, neo-Sarmatlar gözlerini batıdan çok doğuya çevirmişlerdi . 'Sarmatya ' sözcüğü bütün Slav halkları ve topraklarının tanımı olarak yeniden anlamlandırılmıştı . Kendilerinin seçilmiş ırk olduğuna emin olan Polonya soy­ luluğuna göre, bu sözcük yalnız szlachta'nın Slavlığın aris­ tokrasisi olduğunu i fade etmiyor, fakat Polonya 'nın -Rus­ lar, Tatarlar ve Türklerle sürekli savaş yapıldığı bir dönem­ de- Rusya'da, Ukrayna'nın Kazak topraklarında, Moldav­ ya ve Beserabya 'da bulunan eski Sarmatya üstünde de tari­ hi bir hakkı olduğu iddiasını içeriyordu. Sarmatizm aynı zamanda bir stildi. Bir yaşam biçimiy­ d i : savurgan, gösterişl i, bazen çılgınca cömert ve bazen de vahşi derecede şiddet dolu ve intikamcı bu yaşam biçimi ahşap malikanelerdeki kırsal yaşama ve kırsal çevrenin sağlıklı, dindar olduğu kültüne dayanıyordu. En çok içki ve av anlamına gelen konukseverlik, özellikle Sarmatların gururuydu . Arcadia, ne kadar saf da olsa, sıkıcıydı ve bazı soylu aileler ağaçlara, yaklaşan araba olup olmadığını göz­ lemeleri için çocuklar yerleştirmişlerdi; o zaman araba ger­ çekten tuzağa düşürülür ve yabancı eğlendirilmek üzere içeri sürüklenirdi. Haftalar sonra gitme isteği, bazen araba­ sının tekerlekleri çıkartılarak engellenirdi. Bu stil aynı zamanda ve ünlü olduğu gi bi, giyim ve süs­ lemeyle ilgiliydi . Sarmatizmin bütün ironisi bu konuda yo291

ğunlaşmıştı . On sekizinci yüzyıl başlarında Polonya-Sar­ mat soyluluğu .şaşırtıcı, aşikar bir kimlikti . Saçlarını keser, uzun, sarkık bıyık bırakır ( Lech Walçsa'nın Sarmatizmi 1 9 8 0 'de Dayanışma adına çok iş görmüştü ) ve koca göbe­ ğinin üstünde kuşakla sarılan uzun kontusz kaftan giyerdi . Kılıcı kıvrık pala olurdu, kabzası muhtemelen altın ve mü­ cevher kakmalıydı . Kısacası, Türk veya belki Türkleşmiş Tatar gi biydi . Elbette bunun tarihi Sarmatların giydikleriyle ilgisi yok­ tu. Bosporos Krallığı'nın rölief ve duvar boyaları erkekleri pantolonlu ve kuşaklı tunikler içinde gösterir; sakallı ve uzun saçlıydılar. Bu neo-Sarmat kıyafet gerçekte Polon­ ya'nın düşmanlarına aitti; Türk ve Tatar savaşçıların doğu­ lu kıyafetini giyen bu kişiler paganlara karşı Katolikliğin ve Avrupa Hıristiyanlığının karakolu olmakla övünüyor­ lardı . Hepsinin en büyüğü Sarmat kahraman Kral Jan So­ bieski'ydi ve hala 'Hıristiyanlığın kurtarıcısı' olarak saygı g©rür. Viyana savaşında 1 6 83 'de şehrin kuşatmasını yar­ mış ve Türk ordusunun öyle ağır yenilgisine yol açmıştı ki Osmanlı imparatorluğu bir daha orta Avrupa'ya yönelik ciddi bir tehdit oluşturamadı . Ama savaşta Polonya birlik­ leri o kadar düşmana benziyordu ki Habsburg bağlaşıkları onları Türklerle karıştırmasın diye kokart olarak başlarına saman takmışlardı . Polonya bugün halen, şimdi yalnız Katolik inanca değil fakat ön plana çıkan Batılı kurum ve zevklere dayanan 'Avrupalı', Batılı bağları üstünde ısrar ediyor. Yüzeyde bu konuşlandırıcı stilden bir şey kalmamıştır. Ama incelikli ta­ vır olarak Polonya Rusya 'dan çok daha doğulu kültüre sa­ hiptir. Moskova lılar kuzey ormanlarında Moğollardan saklanırken, Polonyalılar çoktan Karadeniz steplerinden gelen etkilere açılmıştı. Tatar kurultay'ı, bana göre, Polon­ yalıların kralın toplanan atlı soylular ' tarafından seçilmesi kararının esin kaynağı olmuştur. ' Soylu demokras isi' fikri­ nin kökeni, Polonya herby' lerinin ( klan) bulutumsu baş­ langıçları gibi, göçebeler olabilir ve Polonya yöneticileriyle 292

yabancı tüccarların şehirli koloni leri -Alman, İskoç, Yahu­ di, Ermeniler- arasındaki ilişki, Karadeniz'deki İranlı ve Yunanlıların sembiyoz ilişkisinin yansısı gibidir. On sekizinci yiizyılın sonunda Sarmatizm kendi aptallı­ ğının ağırlığı altında ezildi. Ama çökerken, Polonya'yı ve soyluluğun yüzyıllardır uğrunda şiddetle savaştığı bağım­ sızlığı da yıktı . Yıllardır çürümekte olan Devletler-topluluğunda reform yapılıp modernleşmedikçe Polonya'nın dağılacağı ve kom­ şuları tarafından paylaşılacağı anlaşılmıştı . Rusya, II. Kate­ rina yönetiminde, Polonya üstünde çoktan de facto ege­ menlik kurmuştu ve ilk paylaşım 1 772 'de oldu. Son Polon­ ya kralı Stanislaw August Poniatowski merkezi yönetimi güçlü, modern bir devlet kurma çabasında olan incelmiş bir Avrupalıydı; 1 79 1 'Üç Mayıs Anayasası' en i lerici Aydınlan­ ma ilkesinin üstüne kurulmuştu ve monarşiyi veraset usulü­ ne bağlıyor, yönetim ve hükümette reform yapıyor, szlach­ ta'ya değişimi boğma gücü veren eski sömürü yollarının ço­ ğunu ortadan kaldırıyordu. Ama artık çok geçti . Soyluluğun, sınıf olarak reforma muhalefet ettiğini söy­ lemek yanlış olur. 1 79 1 'e gelindiğinde Amerika ve Fransa devrimleri eğitim görmüş Polonyalıları reform yanlısı yaptı ve szlachta 'nın geniş kesimi kökten bir değişim olmadıkça ulusun sonunun kötü olduğunu anlayarak kralı destekled i . Anayasaya olumlu o y vererek soylu ayrıcalıklarını kaldıran Seym üyelerinin kendileri aristokrattı . Fakat büyük Sarmat aileler, kendi k ibirlerinden gözleri kör olmuş vaziyette kal­ dılar. Onlara göre Polonya 'nın yaşamını tehdit eden Rusya değil, 'yabancı' veya 'Jakoben' ilkelerdi . Szlachta bağımsız­ l ığını yitirirse, Polonya da yitirirdi - çünkü ulus demek szlachta demekti. 1 792'de bir grup Sarmat kodoman -çoğu şimdi Ukray­ na toprağı olan doğu Polonya 'dan olmak üzere- müdahale etmesi için II. Katerina'ya başvurdu. 'Targowica Konfede­ rasyonu' olarak bilinen isyanla Kral Stanislaw August'a karşı bayrak açtılar ve yaklaşık yüz bin kişilik Rus birlikle293

ri sınırı aştı . Bunu İkinci Paylaşım, sonra Tadeusz Ko5ci­ uszko önderliğindeki umutsuz ve başarısız 1 794 ayaklan­ ması ve Polonya 'yı 1 23 yıl süreyle Avrupa haritasından si­ len Üçüncü Paylaşım izledi. K ısaca, Sarmatizm aşırı tutucu yur-tseverl iğinin engellemek istediği sonucu doğurdu . Ya­ bancıları n Polonya 'yı yıkmasına ve Polonya 'nın bağımsızlı­ ğını yok etmesine neden oldu. Arri� Targowica baronları, yaşamlarının sonuna kadar ne yaptıklarını anlayamadılar. Geniş malikanelerini koru­ dular, artık Varşova veya Harkov yerini St. Petersburg'la Odessa'ya gezmeye gittiler. Eski devletler-topluluğunda sa­ hip oldukları siyasal etkiyi yitirdiler, ama bir Ukrayna böl­ gesine Soyluluk Makamına atanmak da kötü bir telafi yolu değildi . Oğulları ve kızlarından on dokuzuncu yüzyıl ayak­ lanmalarında Polonya'nın bağımsızlığı için silaha sarılanlar olup sonları çoğunlukla orman içinde bir mezarda veya Si­ birya ceza kampında gelince, şaşırıp bunaldılar. Ama bu da elbette korkunç Fransız mikrobu Jakobinizmin halen ne kadar etkili olduğunun bir başka kanıtıydı . Bu arada, ken­ dilerinin güven içinde olmaları ve zenginleşmeleri Polon­ ya 'nın da öyle olduğunu göstermeye yetiyordu . Targowica Konfederasyonu'na imza ata nlardan biri Se­ weryn Rzewuski'ydi. Targowica bağlantılarından gurur du­ yan ve sonraki yıllarda pişman olmak için bir neden görme­ yen büyük, saygın ai lelerin birindendi. Aynı zamanda Rze­ wuska olarak doğan Karolina Sobafıska'nın da dedesiydi. Sonuçta , onun en gizli duygularına ilişkin gizemi ortaya çıkartabilecek tek makul rota var. Bu rota aynalarla dolu bir salondan mihrabında oto portre bulunan bir şapele gi­ diyor: tutucu aristokrasinin canavarca benci lliğine. Rze­ wuskiler için iyi olan Polonya için de iyiydi. Rzewuskilerin kadim özgürlüklerini sınırlayan, Polonya'nın özgürlüğüne de ihanet ederdi. Belki de Karol ina, acılı bir dehayla, ihanet ettiklerinin yanılgılarını görmüştü . Paris kaldırımlarında dolaştılar, ço294

cuklarına yemek almak için borç para aradılar veya bütün gün bir fincan kahvenin başında Dresden kafeferinde otur­ dular veya Sibirya'nın kalıcı soğuğunda başlarında nöbetçi çukur kazdılar. Anlatmak istedikleri ne olursa olsun daima 'Polonya'yı konuşuyorlardı. Bazıları onunla yatağa girmişti . Bazıları kendi amaçları konusunda dürüsttü . Ama onlar 'bi­ zim türümüzde insanlar değil'di . İçinde yetiştiği gelenek ona, onların aynı ülkeyi paylaştıklarını, ama başka, daha aşağı seviyede türden olduklarını öğretmişti . Sadık hizmetleri ne­ deniyle himayeyi hak ederlerdi ama ' biz'ler gibi düşünmeleri veya ' biz'im anladıklarımızı anlamaları beklenemezdi. Karolina Sobanska, Mickiewicz'in umutla onun için ya­ rattığı türden değilse de, gerçekten de bir tür yurtseverdi . O son Sarmat'tı. Lancashire'daki Ribchester köyü Preston'dan uzak deği l . Geniş v e s ı ğ Ribble ırmağı köyü çevreleyip akıyor v e köyü ziyarete gittiğim yaz mevsiminde bir zamanlar Roma duva­ rı olan taşların çevresinde çocuklar kürek çekip geziyorlar­ dı . Ribchester, kuzeye Hadrian D uvarı 'na giden yolda Ro­ ma süvari kalesi olan Brementennacum Veteranorum'un yerinde inşa edilmiş. Sokaklarının çoğu surlar dışındaki, serbest işçi ve ordudan atılmış askerlerin yaşadığı yerli ko­ ğuşları örtüyor. Kilise bahçesinin altı principia [ana] karar­ gah bloğu; yağmurlu günler için sütunlu ızgaralı salonu, bölge askeri yönetiminin nakit parasını sakladığı güvenli oda olan yeraltı sacellum'u var. Buraya, İS ikinci yüzyılın sonuna doğru, büyük bir Sar­ mat mızraklı birliği gelmiş . Bunlar Karadeniz steplerinden batıya doğru ilerleyen yavaş Sarmat göçünün öncüleri olan İazyglar. Sarmatlar Transilvanya dağlarını aşıp Macar ova­ sının kuzey doğusuna gelmişler. Buradan imparator Mar­ cus Aurelius'un yolladığı bir ordu Tun a 'yı aşıp onları yene­ ne kadar orta Tuna çevresinde Roma hudud una akınlar yapmışlar. İmparatorun onları kırımdan geçirmeye niyet­ lendiği anlaş ı lıyor. Ama imparatorl uğun başka yerlerinde 295

çıkan sorunlar niyetini gerçekleştirmesini engellemiş ve on­ lara orduya girmelerini teklif etmiş . İazyglar kabul etmişler ve kuzey Britanya'ya gönderilmişler. 5 5 00 kadar süvari , herhalde at ve aileleriyle birlikte kıtadan denizi aşıp buraya gelmiş. Önce Duvar'da da hizmet vermiş olmalılar, bazı at zırhl arının kalıntıları bunu gösteriyor. Ama sonra l a r ı , üçüncü yüzyılın başlarında, Ribchester'e, Ribble kavşağını ve Pennines geçitlerini gözetleme görevi olan güçl ü s üvari kampına nakledilmişler. Sarmatlar evlerine bir daha dönmediler. İmparatorluk Tuna' nın kuzeyindeki topraklarda denetimi yitirdi, bu da cephenin Romalılaşmış kordonu boyunca askeri koloniler kurmak üzere gönderilemeyecekleri anlamına geliyordu. Bunun yerine her kuşak emekli yaşına geldikçe bulunduğu yere yerleşti . İki yüzyıldan fazla süreyle, Roma sonunda beşinci yüzyılda Britanya'yı boşaltana kadar, İran dili ko­ nuşan göçebelerin torunları çoğalmaya devam ettiler ve muhtemelen at yetiştirme amacıyla çiftlikler kurmak için bataklıkları kurutarak, aşağı Ribble vadisine yerleştiler. ilk Anglo veya Sakson yerleşimi bölgede göründüğünde, Sar­ matlar batı Lancashire'da geniş ve kök salmış bir topluluk oluşturmuş olmalıydılar. Sonunda ne oldular bilinmiyor. Büyük ihtimalle, askeri, emperyal niteliklerini yitirdiler ve basitçe Britanya'nın Ro­ ma sonrası halkı arasına karıştılar. DNA çözümlemeleri yoluyla soyağacı tarihi çıkarma çalışmaları halen kesinlik­ ten uzak bir bilim dalı, tarihçilerce büyük ihtiyatla karşıla­ nıyor ve biyoloj i tek başına 'insanlar kim' sorusuna cevap veremiyor. Ama bir gün Hint-İran geni diye ayrı bir gen ta­ nımı yapılırsa, Preston ardalanında yapılacak DNA araştır­ ması Sarmatların bir bakıma halen süren mevcudiyetini göstermiş olacak. Tarih -hammadde değil, ürün- etiketi konmamış şişedir. Yıllarca tarihsel tartışmaların vurgusu etiket ( ikonografisi, hedef müşteri kitles i ) ve ilginç şişe imalat sorunları üstüne 296

olmuştur. İçerikse, öte yandan, bilgiç, baştan savma bir su­ rette tadılmış ve sonra tükürülmüştür. Yalnızca amatörler bunu yutarlar. ' Söylem' önemlidir. Tarihte şimdi bir yazarın konu veya dil seçimiyle neyi imlediğine, metninin işlevselliğine verilen öncelik, başarılı bir devrim denilecek derecede önemlidir. Yeni bir entelektüel özgürlük doğdu ve hiç kimse artık tari­ hi metni hangi amaca, nasıl hizmet ettiğini sormadan oku­ muyor. Ama gerçekler de önemli. Söylemleri dışında, tarih­ çiler olguları doğru anlıyor mu ? Herodotos konusunda tar­ tıştığım gibi, onun 'İskit' aynasına ilişkin tasarımı, onun doğru bir a ktarıcı veya uydurukçu olup olmadığına ilişkin bir tartışma yürütülmeden tamamlanmıyor. Bu durum Polonyalıların Sarmat kültü için de geçerli . Sarmatizm, kaba biçimde, bir üstünlük söylemiydi. Siyasal iddiaları o kadar akıl dışı, stili Hint-İran başlığına karşın o kadar 'Türk ' ve doğulu, sınıf miti olarak işlevi o kadar utanmazdı ki, çok az tarihçi mitin olgularla ilişkisini açık­ lamaya önem verdi . Doğal olarak, elli yıl süreyle Polonya tarih yazıcılığına egemen olan Marksist yaklaşım Sarmatiz­ mi kolay av olarak gördü. Wielka Encyclopaedia Pows­ zechna'nın ( " Büyük Popüler Ansiklopedi " ) anlatımına gö­ re Sarmatizm -soy kuramı olarak- " oligarşi ve kilise tara­ fından yoksullaştırılmış küçük szlachtaya boyun eğdirmek için geliştirilmişti . . . ideoloj inin ana öğeleri aristokrasi için sınırsız kişisel özgürl ük, yabancı düşmanlığı, kendini büyük görme, tarihi misyon inancıyla birleştirilmiş ulus-sı­ nıf megalomanisi, hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve zevk ve adetlerdeki doğululuktu . . . " Mitin olgusal gerçeklerle uyumlu öğeler içerebileceği fikri -Polonyalılar ve özellikle Polonyalı soylu ailelerin ger­ çekten Sarmat göçmenlerin soyundan gelebileceği- o kadar aptalca görülmüştü ki, çoğu tarihçi tarafından incelenmeye değer bulunmadı. Ama Sarmatizm son ve en uyumsuz iro­ nisini ortaya koymak için şimdiye kadar bekledi . Sonunda, onda da ' bi r gerçek payı' olabilirdi . 297

Slavların ilk dönem tarihi Sarmatların son dönem tarih­ leriyle ve yavaş yavaş orta ve Batı Avrupa'ya girişleriyle iç içe girer. Sonunda Ribchester'e gelmiş olan İazyglar orta Tuna' da Roma topraklarına ulaşan ilk Sarmatlard ı . Bu ro­ tayı izleyen son grup Alanlar olarak bilinen büyük aşiret konfederasyonuydu. Alanlar, İskitlerle bin yüz yıl ö nce başlayan Hint-İranlıların Avrupa göçünün artçılarıyd ı . Son Sarmat gruplarının -Doğu Alanları ve Antaeler- ardından Hunlar geldi. Hunlar İranlı değil Türkik bir gruptu ve Ka­ radeniz'e İS 355 dolaylarında ulaşarak Pontus steplerinde bin yıl sürecek Türk üstünlüğünü başlattılar. Üçüncü yüzyıl başlarında, ağır zırhlı ve zengin, yeni bir yönetici grup bugünün güney Polonya'sına girdi. Ölülerini gömdüklerinde yanlarına kuzey Karadeniz sahilinin topra­ ğından çarkta yapılmış kaplar, Sarmat broşları ve başları gümüş kakma mızraklar koyuyorlardı . Bu halk şaşmaz bi­ çimde Sarmatlar ve olasılıkla Antaelerdi ve maddi kültürleri Bosporos Krallığı 'yla uzun ve yakından temas içinde bulun­ muş olduklarını gösteriyordu. Ama bu temasa ilişkin en gü­ venilir kanıt -ve Polonyalıların Sarmat atalarına ilişkin tar­ tışmanın anahtarı- tamga'dır. Tamgalar aile işaretleri dir. Bir tamga grafiti monogra­ ma, basit bir Çin karakterine, hatta sığır damgasına benzer (gerçekten de tamgalar kuzey Kafkasya 'da hayvan mülki­ yeti ni göstermek için son zamanlara kadar kullanılmıştır ) . Her biri bireyseldir, tek başına durur. Rostovtzeff grup ha­ linde damga ların metin oluşturduklarını düşünmüştür, " Sarmat tarzı yazının gelişiminde ilk aşamayı oluşturur­ lar, " ama bu ikna edici değildir. Pikt simgesel oymaları gibi kırık yay, hilal veya ayna tarzı bir nesneyi temsil eden pik­ togramlar da değil lerdir. Çok azında şeklin bir bölümü sti­ lize bir kuşa benzer, ama bu ne tamgı;ının o zaman stilize edilmiş olan kuş-resmi olarak başladığını, ne de soyut de­ senin daha sonra bir tamga yapıcısına kuş biçimini düşün­ dürttüğü nü kanıtlar. İki ardışıklık da doğru olabil ir. Kısacası, hiç kimse bir tamga ne 'anlam'a geliyor veya 298

gerçekten ne amaca yarıyordu bilmiyor. İlk kez Bosporos Krallığı 'nda ortaya çıkar, İS birinci yüzyıla tarihlenirler. Yeraltı mezarlarının duvarlarına veya ritüel nesnelere ka­ zılmışlardır. Açıkça Sarmat kökenli değildir ama aynı za­ manda b u dönemin Orta Asya dinsel simgeselliği ile ilişkisi vardır. Açık olan, Sarmatları n tamgayı Bosporos Krallı­ ğı'ndan alıp benimsediği ve işlevinin bundan sonra değişti­ ğidir. Görece kısa bir süre içinde riütel amaç önemini yitirir ve tamga artan biçimde zengin ve kudretli erkek ve kadın­ ların mezarlarında kişisel eşyalarının üstünde görülmeye başlar. Mülkiyet işaretine dönüşür ama bunun kişisel mi, yoksa aşiret mülkiyetini mi gösterdiği açık değildir. Hemen hemen b ütün bilinen tamga biçimleri Bosporos toprakları içinde ve çoğu da Yunan şehirlerinde görülmektedir. Tamgalar Polonya 'ya dağılmış Sarmat mezarlarında da görülür; taşa kazınmış veya demir mızrak başlarına gümüş kakmayla yapılmışlardır. Yayılma sahaları Kiev bölgesi da­ hil Ukrayna'dan başlar, batıda Si lezya 'ya kadar uzanır ve mezarların dağılım yerleri ile tarihleri bu görüntünün Sar­ mat-Alan göç yoluyla çok benzeştiği ni ortaya koymaktadır. Polonya tamgaları yalnızca Sarmatların buralara geldi­ ğini göstermekle kalmaz. Sarmatların buradan başka yere ayrılıp gitmediklerini gösterir. Polonyalı arkeolog merhum Tadeusz Sulimirski 'nin bu tezi ileri sürmesinden çok önce kroni k ve soyağacı uzmanları eski Polonya soyl uları tara­ fı ndan kullanılan armamsı klan simgelerinin tamgalara benzediğini fark etmişlerdir. Gerçekten de, bu armalar ne kadar eskiyse, Sarmat veya Bosporos benzerliği o kadar ar­ tar. Bu orı altıncı yüzyılda başlayan büyük Sarmatizm he­ vesiyle ilgili deği ldir. Bu tür armalar Roch, Chamiec, Mora veya Doliwa klanlarının simgel eri olarak ortaçağda , Sar­ matizmin icat edilmesinden çok önce kullanılmışlardır. O zaman, nereden gel mişlerdir ? Bu noktada, geleneksel ta rihçilerin ağzını bıçak açmaz. Kanıt çok değildir. Her türlü h i potez tahminden yola çıka­ rak ol uşturulmaktadır: sa hte veri kullanmaktan daha ağır 299

bir akademik suç olan romantizm suçlaması hazırdır. Yine de, ikincil derecede kanıtlar ortadadır. Tamga kullanan Sarmat atlı seçkinlerinin üçüncü yüzyılda Polonya'ya gel­ diklerini ve en az yüzyıl, belki daha uzun süre burada yer­ leştiklerini biliyoruz. Polonya szlachta ailelerinin Sarmat soyundan geldiklerini düşünmeye başladıklarını biliyoruz. Son olarak, Polonya ortaçağ armalarında, bilinen görsel atasının ancak tamga olabileceği bir grafik dili kullanıldığı­ nı biliyoruz. Yani sorunun, Sarmatlarla szlachta arasında­ ki, hakkında hiç bir şey bilmediğimiz bin yıllık boşluk ol­ duğu söylenebilir. Boşluğun iki ucundaki bağlantının birbi­ rine benzemesi yalnızca tesadüf olabilir. Öte yandan, Kara­ deniz'den bir grup atlı savaşçının -veya zırhlı şövalye de diyebiliriz- ilkel Slav nüfus üstünde egemenlik kurduğu ve bin yıl içinde ortaçağın toprak sahibi soyluluğuna dönüştü­ ğü de düşünülebilir. Sulimirski soruna mızraklı şövalye gibi saldırdı. Sar­ matlar kitabının Lehçe yayımında arma ve tamgaların " ne­ redeyse özdeş " olduğunu yazar ve der ki: " Polonya tepelik­ lerinin çoğunluğunun değilse bile önemli bölümünün köke­ ninin Sarmat tamgaları olduğundan kuşku duyulamaz. An­ taeler, Doğu Alanlarının bir grubu, Hunların beşinci yüz­ yılda Polonya'yı işgali sırasında süpürülüp çıkarılmamış­ lardı ve 'onların' torunları . . . yüksek toplumsal konumla­ rını korudular. " Dolayısıyla, Sulimirski'ye göre, Polonya szlachtasının bu 'önemli bölüm'ü gerçekte Sarmat Alanlar­ dan gelmektedir. Sulimirski daha da ileri gider. Polonya aristokrat ahlakı­ nın kökleri, ona göre, Sarmat adetlerinde bulunmaktadır. Kadim yazarların kaydettiği Sarmatlar arasındaki dayanış­ ma ve eşitlik duygusu, szlachta sloganındaki " tarlasındaki küçük beyle, dük arasında fark yoktur" duygusuyla aynıdır. ' Ve Polonya lıların kadınlara karşı özel tavırlarının kökleri de Hint-İranlı göçebelerde değil midir ? Sarmat soylu kadın­ ları iktidar sahibi ve saygındı ve Polonya aristokrat soy an­ layışı da hala aynı anaerkil izleri taşır. Sulimirski meydan 300

okurcasına " kim bilir " diye toparlar, " Polonyalıların kadın­ lara karşı yabancıları şaşırtan kibarlığı, kadının aile hatta toplumsal yaşam içindeki sorumluluk taşıyan rolü, Sarmat anaerkil toplumunun kalıntısı veya yankısı olamaz mı ? " Sarmatlar, çocukları halen Polonya 'da hanımların elini öpüyor ve Lancashire'da kısraklara yavru lamakta yardım ediyor olsalar da, O setler dışında bugüne kalmayacak bi­ çimde tarihe mal oldular. Karadeniz'den batıya göç edenler göçebelik ve yaylacılığı bıraktılar. İlk dalgadan bazıları, İazyglar gi bi, Roma İmparatorluğu tarafından orduya alın­ dı ve Galya ile Britanya 'ya yerleştirildi. Ötekiler, güçlü ve yerleşik Germen halklarla karşılaşana kadar kuzey batıya gittiler. Son dönem Roma yazarları, bu durumu anlatmaya çalışırken, Germenlerin doğusundaki bütün Avrupa 'yı 'Sar­ matya ' olarak adlandırma adetini geliştirmişlerdir; bu te­ rim, Sarmat kökenden gelsin gelmesin, zamanla bölgenin bütün Slav halkları için kullanılır hale gelmiştir. Alanların özelikle garip bir kaderleri oldu. Bir grup sa­ vaşçı, dördüncü yüzyıl sonunda Balkanlardan yola çıkıp, ölmekte olan Roma İmparatorluğu'ndan geçerek, Avustur­ ya ve Rhineland'ı aşıp, sonra Vandal ve Suev bağlaşıklarıy­ la birlikte, Fransa, İspanya ve Portekiz'e girdiler, şimdi İs­ panya Galiçya'sı olan yerde toplandılar. Diğerleri daha ya­ vaş biçimde kuzey Fransa'yı aştı lar ve bazen yerleşerek kü­ çük Alan krall ıkları kurdular. Fransa'da otuzdan fazla yer adı, küçük Alençon kasabası da dahil, onların varlığını or­ taya koyar ve O rleans yakınında uzun süreli bir Sarmat yerleşimi olduğunun kanıtları vardır. Bu kral lıklar, Roma köy ekonomisinin sallantılı kalıntı­ larının yerine geçerek, ortaçağdaki köylüler üstündeki atlı şövalye egemenliğinin ilk biçimini oluşturmuş görünüyor­ lar. Bazı bilim adamlarına göre, Sarmatlar yalnız yeni bir toplumsal örüntüyle değil, ama mitoloj i, simgesellik ve zevk konularında da Batı 'da 'şövalyeliğin şafağı 'nı yarattı­ lar. Timothy Taylor " Ortaçağ Avrupa 'sının hayvan kökenli 301

arma ları . . . batı Kelt sanatına aktarı lıp yaygınlaşan Pers ve Trak kökenli hayvan motiflerinden çok daha fazla doğ­ rudan bu step etkisini yansıtır" diye yazıyor. Doğu Alanları Orta Asya'da Hunların komşusuydu ve onların bazı adetlerini benimsemişlerdir. Bunlardan biri ka­ fatası bağlamaktı, bebeklerin başlarını oval biçim alacak, alnı düz ve arkada kraniumu dışarı doğru uzatacak tarzda deforme etmek. Hunların Avrupa'ya saldırıları sırasında kısmen onlara katılan Doğu Alanları, onların ordularıyla batıya kadar geldiler. Bazıları bir zaman Elbe'ye yerleşti ve -daha eski Antaeler gibi- burada karşılaştıkları daha bü­ yük ve daha az savaşçı Slav halklar üstünde egemenlik ku­ rup onları yönetti. Bu fetihlerden birinin tarihin seyri üstünde güçlü etkileri oldu. Don kıyısında Tanais'deki yazıtlarda Chroroatus ve Choruatos (Hırvat) sözcükleri vardır. Terim sanki bir dö­ nem Azak steplerinde yaşayan ve sonra kuzey batıya göç eden bir grup Alan savaşçısının adı gibi görünmektedir. Bu­ rada bu grup, yukarı Vistül ve kuzey Bohemya'da yaşayan Slav halklara boyun eğdirerek onlarla karışmıştır. Bizans ve Arap kronikleri onuncu yüzyılda bu bölgede bulunan Be­ lochrobati ( Beyaz Hırvat) adlı bir halktan söz ederler. Bu halkın kralları kısrak sütü içer ve bebeklerinin kafatası de­ forme edilir. Macar ovasından Adriyatik kıyılarına göç eden bu halk modern Hırvatistan olacak olan topraklara yerleş­ miştir. 'Sırp' adının kökeni de, üçüncü yüzyılda Volga-Don steplerinde yaşayan ve beşinci yüzyılda Elbe'nin doğu yaka­ sında tekrar ortaya çıkan Doğu Alanlarından bir grubun adı olarak kaydedilmiştir. Sarmat 'Hırvat'lar gibi, orilar da çevrelerindeki Slav halkı yönetmiş ve onlarla karışmışlardır. Bazıları, halen modern Saksonya 'da Lusatia'da yaşayan Slav dilli Sırp azınlığın ataları olarak orada kalmıştır. Öte­ kiler, Hırvatlar gi bi, Tuna'yı aşarak Balkanlarda kalıcı bir yurt edindiler: geleceğin Sırbistan'ını . Alan grupları Asya 'da yüzyıllarca yaşamını sürdürdü. Wi llem van Rubroek on üçüncü yüzyılda Tatar hanlarının 302

sarayında yaşayan Hıristiyanlaşmış Alanlarla karşılaşan bir çok Avrupalı seyyahtan yalnızca biridir ve Marko Polo Çin'de Yuan/Moğol hanedanı sırasında benzer toplulukları duymuştur. On dördüncü yüzyılda misyoner piskopos Pel­ legrini büyük bir Ortodoks Hıristiyan Alan topluluğundan söz eder; bunlar muhtemelen paralı askerdir ve Çin'in gü­ ney doğu sahilinde yaşamaktadırlar, ama haklarında başka bilgi yoktur. Feodosia ile Aluşta arasındaki Kırım sahili ortaçağda halen ' Alanya ' olarak bilinmektedir ve Alanların gerçek piskoposunun kim olduğu konusunda çatışma vardır. Ka­ radeniz'deki son Sarmatların, ' Gotya' Türk ve Tatarlar ta­ rafından yıkılana kadar Gotlarla karıştığı anlaşılıyor. Tatar hanlığı zamanında Kırım'da yaşayan Alanlar hakkındaki son kayıt onyedinci yüzyıldan kalmadır - Rus fethinden yalnızca yüzyıl önceden. Efendileri Müslüman olmakla birlikte, Kırım Alanları Ortodoks Hıristiyan olarak kaldılar ve i nançlarına hoşgö­ rü gösterild i . 1 600'lere gelindiğinde, Kırım sahiline yerle­ şen Hıristiyan yerleşmeci lerden ayırt edilemeyen küçük, barışçıl bir topluluk haline gelmişlerdi - bir nokta dışında ayırt edilemeyen. Kafatasları yumurta biçimindeydi. Bu uy­ gulamayı Hunlardan öğrendikten sonraki bin yıllık süre boyunca Doğu Alanları bebeklerinin kafataslarını deforme ediyorlardı .

303

Onuncu Bölüm Küçük ve kayalık üstüne kurulmuş ama Yasalara saygı gösterilen bu şehir çılgın Nineve'yi geçıyor. P H O KYLI DES

Dion Khrysostomos'un 'Borysthenitica' daki alıntısı Eski İrlanda dilinde eyalet sözcüğü coicead'dır, ' be­ şinci ' demektir ve gene herkes bilir ki bu adada yal­ nızca dört coğrafi eyalet vardır. Öyleyse beşinci ne­ rededir ? Beşinci eyalet şurada burada, kuzeyde gü­ neyde, doğuda batıda değildir. Her birimizin kendi içindedir - başkasına açılan yer, bizim dışarı çıkabil­ diğimiz ve başkasının içeri girebildiği o iki tarafa açılan kapıdır. MARY RO B I N S O N

İrlanda Cumhuriyeti Başkanı, 3 Aralık 1 990 D ublin Şatosu'ndaki Yemin Töreni metninden

l 992 Ağustosunda, Karadeniz sahilinde Abhazya ile Gür­

cistan arasında küçük, vahşi bir savaş çıktı. Bir yıl kadar sonra, doğrudan Gürcistan devlet başkanı Edvard Şvarnadze yönetimindeki Gürcü kuvvetlerinin yenilgisi ve bağımsızlığı kuşkulu Abhazya Cumhuriyeti 'nin kurulmasıyla sona erdi. Karadeniz çevresinde insan yerleşiminin üç bin yılda oluşmuş nazik, karmaşık bir j eoloj isi vardır. Ama bir j e305

olog bu sürece, sanki her yeni gelen yerleşi mci barış içinde önceki kültür üstüne yerleşmiş gi bi basitçe çökelti adını ve­ remez. Tersine, tarihin sıcaklığı halkları birbirinin arasın­ daki uçurumlar içinde, öngörülemeyen ürünler ve koşut di­ limler halinde eritmiş ve katmanl aştırmıştır. Her kasaba ve köy sahte dikişlerle birbirine tutturulmuştur. Her bölge farklı Yunanlı ve Türk, Slav ve İranlı, Kafkas ve Kartvel, Yahudi ve Ermeni, Baltık ve Alman damarları sergiler. Kadim 'çok-etnik' yapılı bir toplum içinde yetişilecek zengin bir kültürdür. Bolşevik Devrimi'nden önce O dessa, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Litvanya'da Vilnius böyle yerlerdi. Bir yerdeki bu çok uluslu, dinli ve dilli sembiyoz, en az bugünün ulusal ayaklanma çağı kadar, daima yaban­ cı ziyaretçilerin hoşuna gitmiştir. Ama nostalj i ortaya iyi tarih çıkarmaz. Sembiyoz çoğunlukla gerçekten olduğun­ dan fazla görüntüdedir. Birlikte yaşamak b i r l i kte büyümek demek deği l d i r. Farklı etnik gruplar yüzyıllarca bir arada yaşayabilir, iyi komşuluğun gereği birbirini ziyaret edip borç alışverişi ya­ pabilir, aynı okul sırasında oturabilir ve aynı emperyal bir­ liklerde askerlik yapa bilir, fakat alttan alta işleyen karşılık­ lı güvensizliği yitirmez. Ama bu tür toplumları bir arada tutan zorunluluktan kaynaklanan rıza olmayabilir - daha çok dış kuvvetlerin korkusudur. Bir grubun saldırı veya ötekini baskı altına alma girişimi, yukarından felaket geti­ rici bir müdahaleyi davet etmek demektir -Türk veya Ka­ zak birliklerinin gelmesi- ve bu bütün toplumu felaket çu­ kuruna yuvarlar. Buradan çıkan sonuçla, imparatorluk veya tiranlıklar sona erip korku ortadan kalktığında, çekinceler de sona erer. Bir grubun v.e ya ötekinin kendisini bağlı h issettiği uzak yerler arasındaki iktidar mücadeleleri , köy sokağına kadar gelir. Demokratik politikal ar, y etersiz insanları taraf tutmaya ve düşmanca rekabet içinde düşünmeye yönlendi­ rir, bu toplumları gizl i kalmış ek yerlerinden, etnik bölün­ melerden ayırıp koparır. Bildik komşular, tuhaf kokulu ye306

mekleri ve evlerinde konuştukları garip dilleriyle, yabancı ve düşman 'onlar' haline gelir. Bir zamanlar halk şarkıla­ rında ve ninelerin mutfak masallarında gizli kalmış eski kuşkular, siyasal paranoyaya eklemlenir. Bütün çok-etnili yapılar, başka deyişle, kırılgandır. Her­ hangi ciddi sarsıntı onları dağıtır, toprak kaymalarına ne­ den olur, depremlere ve kan dökülmesine yol açar. Bunu halklar da bilir ve bundan korkar. Ama ulusçuluk, Karade­ niz çevresinde ortaya çıktığında, genellikle başka yerden gelen veba gibidir ve bu vebaya karşı bilinen bir serum yoktur. Abhazya 'nın kaderi de buydu. Kuzeyde Rus sınırındaki Soçi 'den güneyde İnguri ırma­ ğına kadar uzanan sahil ve dağ kesiminden ibaret bu küçük bölge Karadeniz'in tam de iç içe girmiş toplumlarından bi­ riydi. Pre-Hint-Avrupa dili konuşan Abhazların kendileri, İÖ altıncı yüzyıl da ilk Yunanlı koloniciler geldiğinde bura­ daydılar. Ama 1 992 'ye gelindiğinde kendi topraklarında azınlık durumuna düşmüşlerdi, nüfusun % 20 'sinden azını oluşturuyorlardı. Ruslar, Pontuslu Rumlar, Ermeniler ve ku­ zey Kafkasya göçmenleri on dokuzuncu yüzyılda Abhaz­ ya'ya yerleştiler, bu arada en büyük nüfus grubu da, %45 oranıyla Gürcüler, veya daha çok Gürcü-Mingreller oldu. Onlar görece daha yeni göçmenlerdi. 1 8 64'den sonra, Rusya Kafkasya'nın bu bölgesini ilhak ettiğinde, bir çok Müslüman Abhaz Osmanlı İmparatorluğu'na kaçtı . Onla­ rın toprakları, Gürcistan'dan İnguri ırmağını geçerek gelen Hıristiyan Mingrellere geçti . Bu süreç, Mingrellerin bölge­ den sürülen Pontuslu Rumların çiftl ik ve evlerine zorunl u olarak taşındıkları 1 949'a kadar düzensiz biçimde devam etti . Bu sırada atalardan kalmış görünen bir huzursuzluk başladı. Abhazlar kuzey Kafkasya dili konuşurken, Ming­ reller Gürcüce, Svanca ve Lazca'yı içeren Kartvel grubuna dahildirler. Abhaz köylülere göre, Mingrel varlığı ağza al ınmayan bir tehdidi içermektedir. Abhazya 'da yalnız ya­ rım mi lyon insan yaşarken , Gürcistan'ın nüfusu beş mil­ yondur. Devrim 'den sonra Abhazya Sovyetler Birliği ' ne 307

bağlı tam bir cumhuriyet ilan edilmiştir ama 1 9 3 1 'de Sta­ lin -büyük Gürcü- ülkeyi Gürcistan'a bağlı 'özerk cumhu­ riyet' düzeyine indirmiştir. Toprak kaymasına yol açan ilk sarsıntılar 1 9 8 9'la 1 99 1 arasında Gürcistan'ın bağımsızlığa doğru yürümeye başla­ masıyla ortaya çıktı . Rus müdahalesi korkusu yaşayan Gürcü ulusçular, Kartvel olmayan komşularına karşı sert bir tavır aldılar. Güney O setya'da, Sarmat Alanların torun­ larının yaşadığı bölgede çatışma çıktı . 1 9 8 9 yazında Gür­ cistan hükümeti Abhazya'nın başkenti Sohumkale'da, yeni kurulmuş Abhazya Ünivesitesi'yle birlikte Tifüs Üniversite­ si'nin bir dalının açılması kararını aldı . Bu öğrenci ayak­ lanmalarını kışkırttı ve kısa sürede Sohumkale ve güneyde­ ki Oçamçira kasabasında etnik sokak çatışmaları başladı. Tiflis ve Moskova gibi uzak yerlerdeki olayların baskı­ sıyla Abhazya'nın bütün toplumsal yapısı sarsıntıya girdi. Sovyetler Birliği 'nin kendisi 1 99 1 'de dağılmıştı. Gürcis­ tan' da iç savaş çıkmıştı. Abhazya önderleri öteki kuzey Kaf­ kasya halklarıyla konfederasyon ve askeri bağlaşma kur­ mak için açık görüşme başlattılar ve 1 920'lerin yarı bağım­ sız statüsünü kurmak istediklerini açıkladılar. Sonra, 1 992 Ağustos'unda, Gürcü kuvvetleri saldırıya geçerek Sohum­ kale'yi aldı. Gürcistan Ulusal Muhafızları bütün ülkede si­ lah altına çağrıldı. Abhazya hükümeti başkentte tutuklan­ maktan zor kurtuldu ve kuzeydeki Gudauta'ya kaçarak bu­ rada direniş çağrısı yaptı. Kuzey Kafkasya'nın silahlı dağ halklarından Kabartay, Çeçen, Adige, Dağıstanlı gönüllüler Abhazlara destek vermek için geldi. Türkiye'deki büyük Abhazya diasporasından katılanlar oldu. Savaş başlamıştı. Abhazlara yalnız gönüllüler deği l , Kartvel olmayan halkların çoğu destek verdi ama sonucu belirleyecek o lan gizli Rus müdahalesiydi. Gürcistan'ın bir gerçeklik olan bağımsızlığını zedelemek ve güney Kafkasya 'da Rus ege­ menliğini kuvvetlendirmek gibi açık bir amaçla, Ruslar ağır silahlarla Abhaz tarafını desteklediler ve hava akınla­ rıyla kara birliklerine destek verdiler. 308

Gürcüler sonunda, 1 99 3 Eyl ül' ünde İnguri ırmağından geri atıldılar. Savaşın ilk aşamasında Gürcü ve Mingrel mi­ lis denetimlerindeki bölgelerde Abhazları kırımdan geçirip sürdüler; sonra, karşı saldırı başladığında, ilerleyen Abhaz­ lar 1 50 . 000 kadar talihsiz Kartvel mülteciyi önlerine kattı­ lar. İki tarafta da utanılacak zalimlikler yapıldı. Kasabalar yıkıldı ve sık sık yağmalandı. Güneyde Gürcüler, çekildik­ leri köyleri yıktılar ve tarlalara mayın döşediler. Ölüler -çatışmada öldürülenler, evlerinde öldürülenler veya dağla­ ra sığınan açlık ve soğuk kurbanları- hiçbir zaman güveni­ lir biçimde sayılmadı ama binleri geçti . Abhazlar ' kendi evlerinin efendisi' olmuşlardı . Ama evin çatısı yoktu ve terk edilmiş odalarda yalnız dolaşıyor­ lardı. Gürcü birli klerinin ülkeden çıkarılmasından dokuz ay sonra Abhazya Enformasyon Bakanı küçük, kırık dökük odasında oturuyor ve halen burada olmaktan dolayı şaş­ kınlığını atamamış görünüyor. Dr. Natell a Akaba tarih­ çiydi; doktora tezi " Katar'da sömürge Siyaseti ve Britan­ ya Emperyalzimi'yd i . D üşünceli biçimde, " Brej nev zama­ nında Hür Radyo'yu di nleyip demokrasinin doğal, basit bir şey olması gerektiğini düşünenlerden biriydim. Şimdi gerçek hayatta işlerin çok daha zor olduğunu anlıyorum " diyor. Aka ba'nın kapısı kırılmış ve parçalanmış. Eski kilit ça­ pulcu askerler tarafından sökülmüş, şimdi yerinde yakın­ daki bir yıkıntıdan alınmış bir kol var. Bu açıdan, birkaç sokak ötedeki Eğitim Bakanı 'ndan daha şanslı . Onun bü­ rosuna girme yöntemi kapıda açılmış bir yarıktan elini so­ kup kolu çekmek. Ve içeri girince de, deliğe iple bağlanmış bir kağıt tomarını tıkaç olarak kullanıyor. Yalnız eski üniversite binasında bir odaya sahip olan Ekonomi Bakanı 'nın gerçek bir kilidi vardı: bir dizi kod­ lanmış düğmeler içeren panelden oluşan etkileyici, modern bir görüntü. Ama bu bürosunda güven içinde olduğu anla309

mına gelmiyordu . Para yoktu . Dr. Akaba ve on beş deli­ kanlı ve kızdan oluşan bakanlık personeli maaş almıyorlar. Her gün bir kantinden bir bedava yemek yeme ve bir so­ mun ekmek alma hakları var. Mevkisinin ayrıcalığı olarak bakana resmi görevleri nedeniyle ayda on beş dolar harca­ ma yetkisi verilmiş . Sohumkale bir zamanlar güzel, tembel bir güney şehriydi. iklimi sub-tropikal; parkları ve deniz kıyısındaki gezinti yerleri palmiye ağaçlarından koridorlarla çizilmiş, muz yapraklarıyla ve dev gibi okaliptus ağaçlarıyla gölgelenmiş . Gürcistan savaşına kadar nüfusu, D ioskourias Yunan ko­ lonisi zamanındaki gibi karışıkmış -ve denildiğine göre­ çarşısında dokuz değişik dil duyulurmuş. En büyük grup, Stalin Yunanlıları sürdükten sonra, Mingrel veya Gürcüler­ di. Elbette Abhazlar da vardı ama Sohumkale'de de, Guda­ uta, Gagra, Oçamçira ve bütün öteki şehirlerde olduğu gibi azınlıktılar. Onların gücü sahilde değil, içerde, Kafkasların ilk sıra eteklerindeki köylerdeydi . Sohumkale sokaklarında savaş bittikten dokuz a y son­ ra, bütün bunları anımsayarak dolaştım ve yeni bir sessiz­ lik, kulaklarıma baskı yapan bir tür sağırlık hissettim. Her­ kes neredeydi ? Orda hurda birkaç kişi boş sokaklardan ge­ çiyor veya uluslararası bir yardım kuruluşunun bürosunun kapısında bekliyordu . Zakkum ve palmiyeler arkasında ev­ lerin içi yanmış, ölü duvarlar dumandan kararmıştı . Yan­ mış kerestelerin katran kokusu, yanmış alçının acıbadem kokusu hala havadaydı. Parkta, Abhaz şair ve ozanlarının tunç büstleri kurşunlarla delinmişti ve ortadaki çimenlik küçük bir askeri hastaneye dönüştürülmüştü. Sohumkale halkının yarıdan fazlası, Gürcistan birlikle­ rinin geldiği Ağustos 1 9 92 tarihiyle Abhazların şehri geri aldığı on üç aylık süre içinde kaçmıştı , Sohumkale topa tu­ tul muş, havadan roketler atılmış ve sonunda saldırıyla geri alı nmıştı. Kalan Yunanlıların çoğu, savaşın ortasında So­ humkale limanına getirilen bir gemiyle, 'Altın Post Hare­ katı 'yla Yunanistan'a götürül müştü . İsrail'den gelen bir 310

uçak Yahudileri almıştı . Hemen bütün Gürcü ve Mingrel­ ler Gürcü kuvvetleri çekilince onlarla birlikte evlerini bo­ şaltmışlar veya Abhaz birlikleri ve şiddet dol u bağlaşıkları Sohumkale'ye girdiğinde kovalanmışlardı . Havaalanı kul lanılamaz durumdayd ı . Kuzeye doğru Karadeniz sahilini takip edip Psou Irmağı'nda sınıra ulaşan Rusya demiryolu harap olmuştu. Türklerin zaman zaman Trabzon'dan Sohumkale'ye yolladıkları gemi dışında hiç bir gemi limana uğramaya cesaret edemiyordu. Haziran 1 994'de Rus O rdusu barış gücü olarak Abhazya'ya tekrar girdi ve Abhazlarla Gürcülerin arasında engel oluşturmak için güneye 3000 asker yerleştirildi . Ama Ruslar ülkeyi ye­ niden inşa etmek için bir şey yapmadılar. Bir yıl sonra Abhazya halen tanınmamış durumda. Bir­ leşmiş Mil letler'in desteğiyle Gürcistan'la Abhazya arasın­ da mültecilerin geri dönmesi ve Abhazya'nın uluslararası statüsüyle ilgili görüşmeler sürüp gidiyor. Abhazya hükü­ meti artık, ülkelerinin egemenlik ve bağımsızlığını tanıyan bir Gürcistan'la ' konfederasyon'a razı . Gürcüler ise Abhaz­ ya 'nın Gürcistan'ın ayrılmaz parçası olduğu iddialarını sürdürüyorlar. Abhaz Kafkas sıradağlarının eteklerindeki Açandara, sava­ şı görmemiş. İyi topraklar üstüne kurulu zengin bir köy ve Açandara 'nın Sohumkale'da çalışma k zorunda olan oğul ve kızları ailelerinden gelen mısır yemeği, meyve, bal ve ek­ meklerle besleniyorlar. Sahilden içeriye yönelen yol boyun­ ca yanlarında tayları kısraklar, sarı renkli sığır sürüleri do­ laşıyor. Lykhny uzak değil . Burada kutsal ağaç var ve 1 9 8 9 Ha­ ziran'ı nda binlerce Abhaz bu ağacın altında toplanıp Sov­ yetler Birliği 'nden tam cumhuriyet statüsünün tekrar tanın­ masını isteyen ' Lykhny Bildirisi 'ni ilan etmişler. Abhazlar için ağaçlar önemli. İki dünya dinine, altıncı yüzyılda Hı­ ristiyanl ığa ve sonra Türk yöneti minde Müslümanlığa geç­ meleri, doğal nesnelere ve öl ülerine duydukları saygıyı içe311

ren eski gelenekleri kadar kalıcı etki yapmamış. Genç bir deniz biyoloğu olan ekoloj i bakanı, bana yaşlı Abhazların, her av seferinde bir hayvandan fazlasını öldürmeme biçi­ mindeki geleneğe uyarak sağlıklı ' doğadan yararlanma kül­ türü'nü koruduklarını anlattı . Ama işin kökleri daha derin­ lere gidiyor. Açandara'ya yaklaşırken arabanın arkasındaki genç bir kadın, " D ağı görüyor musunuz ? " diye sordu. Köyün arka­ sında dik, konik bir dağ yükseliyordu, koyu yeşil ormanla kaplanmıştı ve tepesini bulutlar sarmıştı. " Şunu mu ? " Kibar bir telaşla kız, " İşaret etmeyin. Biz ona işaret et­ meyiz " dedi. Adı neydi ? " Adı var ama, söylememeliyiz. " D ağda ağaç kesmenin yasak olduğunu an lattı. Bir seferinde, uyarılara karşın, bir çar generali bir Abhaz işçi grubunu orada kereste çıkarma­ ya zorlamış ama ilk ağaç devrilip yıkılırken, general felç olup yere yuvarlanmış. Baba evinde, babası ve komşuları peçe takmış, kovan­ dan bal alıyorlardı . Ailenin ziyaretimizden haberi yoktu ama kısa sürede çayırlar üstünde, mısır ekmeği, sert beyaz peynir, salatalık, bal hasatını kutlamak için kızartılmış kü­ çük hamur tatlılarından oluşan yemeğin başına oturmuş­ tuk. Sonra çardağın altındaki üzümlerden yapılmış güzel kırmızı şarap, ça ça eau-de-vie [hayat suyu] ve sonunda da ana yemek geldi: peynir dilimleri ve baharatlı akhud'la ( bi­ ber salçalı fasulye güveci) yenen mısır lapas ı. Önümüzde kadınlar, evin oğullarından biri için düğün hazırlıklarına devam ederek çimenliğe üstü örtülü tepsiler taşımayı sür­ dürdüler. Sonra, bahçedeki aile mezarlığını görmek için portakal ve armut ağaçlarının arasından geçtik : Kare biçimli demir parmaklıklar arasında Büyükbaba yatıyordu . 1 947'de, zen­ gin köylü olma suçundan tutuklanmış ve Sibirya'ya çalışma kampına gönderilmişti. Sürgüne daha fazla dayanamayaca312

ğını düşündüğünde, bir sayfa çocuklarına, bir sayfa karısına mektup yazmış ve mektubu bir şişeye koyup bir başka Ab­ haz yoldaşının mezarına saklamıştı; çünkü er veya geç arka­ daşının akrabalarının onun kemiklerini eve götürmek için geleceklerini biliyordu. Sonra bileklerini keserek intihar etti . Yıllar sonra şişedeki mektup getirildi ve bu sefer onun aile­ si, gövdesini Açandara'ya getirip karısının yanına gömmek için Sibirya yollarına düştü. Güneşin altında, arkasında adı söylenemeyen ağaç, gelini bana, " Biliyor musunuz, orada bir Rus kadın vardı; bize onu niçin geri götürmek istediği­ mizi sordu. Onun yalnızca bir ceset olduğunu, onu almanın bir değeri olmadığını söyledi . Buna inanabilir misiniz ? " Bir kaç metre ötede yeni bir mezar vardı. Kuzen Z . , genç b i r öğretmen, Gürcistan savaşında öldürülmüştü. Me­ zar taşında kabartma fotoğrafı ve yanı başında da kalaşni­ kov elinde, kamuflaj elbiseli tam boy yağlı boya resmi var­ dı. Mezarın üstünde, Abhaz geleneklerine uygun olarak, çardak yapılmıştı, ailesi güneşin altında oturup ölüleriyle arkadaşlık etsin diye. Sohumkale yolunda, vadinin bir kaç mil aşağısında, bir sı­ ra boş evin önünden geçtik. Çevrelerindeki bahçeler yeşildi ama duvarlar yangının kara izini taşıyordu . Burada 1 945'e kadar, batı Gürcistan'dan getirilen Mingreller yaşamış . Ama bu vadide savaş olmamış. Barışçıl aileler, işgalcilerin kültüründen oldukları için Abhazlar tarafından evlerinden çıkartılmışlar. Ara banın arkasından bir ses, " bizim topra klarımızı paylaştılar, bizim komşumuzdular, ama sonra bizimle sa­ vaştılar . . . " diyor. Fazıl İskender'in Çegemli Sandro romanını yazması sa­ vaştan on yıl kadar önceydi. Bu kitap, geleneksel roman değil de, Abhazya yaşamı ve hayalleri hakkında, daha çok lsaak Babel ' i n hikaye kitapları tarzında, birbiriyle bağlan­ tı lı hika yeler içeriyor. Ve Sandro hi kayelerinin çoğunda Abhazlarla birlikte yaşayan bir başka, farklı halkın sözü 313

geçiyor. İskender onlara 'Endurskiler' adını vermiş. Ön­ sözde Endurya 'nın, onların anayurtlarının " hayal ürünü bir bölge " olduğunu söylüyor ve " Endurskiler etnik ön­ yargı nın anlaşı lmaz sırrıdır " diyor. Ama Abhazya'da kim­ lerin kastedil diği konusunda hiç kimsenin kuşkusu yok . İskender'in 'Endurski'-Minrelleri veya onlara yönelik Ab­ haz tavrı hakkında yazdıkları, etnik gerilimler başvuru ki­ tabından sayfalar ve grup önyargılarının belirtilerine ait etioloj iyi içeriyor. 'Yaşlı Khabug'un Katırı Masalı'nda, katır -çok uygun bir alaycı, yansız gözlemci olarak- şunları söylüyor: Abhazların Endurskilere karşı tutumu çok karma­ şıktır. Kimse onların Abhazya'ya nasıl gel diklerini bilmez ama, herkes onların yavaş yavaş Abhazları yok etmek için burada olduklarını bilir. Önce onları Türklerin gönderdiği hipotezi ileri sürülmüştü . . . Çegemliler işi başka türlü anlatıyorlar. Bu değişkeye göre Gürcistan'la Abhazya arasındaki sık ormanlar­ da Endurskiler orman küfünden kendiliğinden orta­ ya çıkmışlar. Büyük ihtimalle bu çarlık zamanında olmuş. Ve sonra koca bir aşiret olmuşlar, Abhazların hoşuna gitmeyecek kadar fazla üremişler . . . Bazı yaşlı Çegemliler, katırın hatırladığına göre, eskiden Abhazya'da Endurski lerin olmadığını ve önce köye küçük gruplar halinde mevsimlik işçi olarak çalışmak için geldik­ lerini söyl üyorlar. Şimdi yerleşik hale gelmişler, ama hiç bir zaman yerli kabul edilmemişler. " Tali, Çegem Mucizesi" nde yazar, alay ediyor: Çegemli ler bütün Abhazların onlarla akraba olmanın rüyasını gördüklerine emindiler. E � durskiler elbette Çegemli lere boyun eğmenin hatta boyun eğdirmenin deği l, koca köyü yok etmenin, orayı harabeye çevir­ menin rüyasını daha fazla görüyorlardı . . . böylece 3 14

her gittikleri yerde Çegerrı. diye bir yer yok ki diyebi­ leceklerdi . . . Ama bunlar Çegemlilerin normal za­ manlarda yabancı Endurskilerle oldukça dostça iliş­ kiler kurmalarına engel değildi. Karadeniz sahilinde çok fazla Çegemli ve Endurski var. Kırım'da Tatar ve Rus Ukraynalı adlarıyla yaşıyorlar, ko­ valarını aynı çeşmeden doldurup sonra eve gidip 'onların' gerçekten ne komplo kurduklarını merak ediyorlar. Trab­ zon sokaklarında Yunanca, Türkçe, İbranice, İtalyanca ve Kartvel dilleri konuşulurken, Büyük Komnenoslar İmpara­ torluğu'nda yaşadılar. Veya on dokuzuncu yüzyılda, kimse­ nin yerli olmadığı ama herkesin Endurskilerin Yahudi ol­ duğunda anlaştığı O dessa 'da yaşadılar. Şimdi Moldavya'da yaşıyorlar, Çegemliler Rumence konuşan Moldavyalılar, Endurs kiler ise ülkenin doğusuna 'Transdinyester'e yerleş­ miş Slavlar. Mol davya 'da, Abhazya veya kuzey Kafkas­ ya'daki Çeçenistan'da_ olduğu gibi, imparatorluğun sonu -Sovyetlerin dağılması- komşular arasında savaşın başla­ ması demek oldu. Bağımsızlığın daima kol bacak kesici bir yanı vardır. Eski ama hala yaşayan bağlar kesilip atılır. Çoğunluk bayram eder ama azınlık daima dünkü başkente giden bildik yolla­ rı kapatan gümrük engellerine, resmi geçitlerde bel li ma­ dalyaları takmanın imkansız oluşuna, metropol dilde çok sevilen bir gazetenin günlük gel işinin kesilmesine ağıt ya­ kar. Komşular ağırbaşlı pişmanlık veya panikle ayrılır. Da­ ima bir kayıp vardır. Abhazya 'nın kesilip ayrılması vahşice ve düzensiz oldu ve kayıp çok b üyüktü - yalnız kaybolan canlar, yanan ev­ ler, yıkılan köprüler gi bi fiziki kayıplar değil, Mingrel ve Gürcülerin kaçmasıyla büyük bir kültürel fa kirlik doğdu. Bazıları, olabilir ki çoğu, bir şekilde geri dönecek. Ama ül­ ke bir daha eskisi gibi olmayacak. Onlar Abhaz toplumu­ nun parçasıydılar ve orada öteki topluluklarla kurdukları 315

samimiyet -bu samimiyet yapay ve güvenilmez olsa da- bir daha kurulamaz. Abhazya tarihini de kaybetti. Daha doğrusu, kendi geç­ mişinin maddi kanıtlarını, bütün yeni kurulmuş devletlerin yeniden icat etmek ve kendi kimliğini öne çıkarmak için ih­ tiyaç duyduğu simge ve belgeleri yitirdi. Bu Sohumkale için verilen savaşın tesadüfi sonucu değildi . Bu bilerek yapılan yıkıcı bir eylemin parçasıydı. Ulusal Müze yakılmadı, yağmalandı ve harap edildi. Loş duvarlarında, kırık Yunan kaplarının bulunduğu yırtık kutuların üstünde dolma ayılar ve kaşıkçıkuşları asılı. Di­ oskourias öreninde deniz dibinde bulunmuş üstünde bir anneyle çocuklarının kabartması olan kocaman mermer levha kurtulmuş çünkü ( bazıları Gürcü olan) görevliler onu tahtaların arkasına saklamışlar. Ama Gürcü askerler sikke koleksiyonunu hatta orij inalleri Tiflis müzesinde ol­ duğu için altın ve gümüş vazoların replikalarını almışlar. Abhaz takıları , kakma tüfekleri ve mücevherli kılıçları bu­ lunan kutular kırılıp boşaltılmış . Askerler işgal edilen şe­ hirlerde bunu hep yaparlar - Kırım Savaşı 'nda Kerç m üze­ sinin yağlanmasından daha kötü bir durum değildi. Ama Devlet Arşivi'nin kaderi başkaydı. Yapının kabuğu deniz kenarında duruyor. Çatısı içeri çökmüş ve içi kireçleşmiş çöplük haline gelmiş. 1 9 92 kışın­ da bir gün, plakası olmayan bir beyaz Lada, içinde Gürcis­ tan Ulusal Muhafızlarından dört kişi, binaya yanaşmışlar. Muhafızlar kapıları ateş ederek açmış ve salonla merdiven­ lere yangın bombaları atmışlar. Daha o dönemde sokakta yaşayan bir serseri oğlanı yangını her yana bulaştırmakta kullanmışlar. Bu sırada bir grup Sohumkaleli koridoru ge­ çip yanan kitap ve kağıtları kurtarmak için boşuna çabalı­ yormuş. Abhazya 'nm geçmişine ait en , nadir, değerli yazılı belgelerle son dönem hükümet ve yönetimine ait olanlar bu arşivdeydi . Eğitim Bakanlığı, örneğin, bütün öğrenci dosyalarını yitirdi. Arşiv ayrıca, kütüphane, bütün Abhaz­ ya köylerindeki cemaatler hakkında toplanmış tarihi araş316

tırma belgeleri ve D evrim'den sonraki elli yıl boyunca Yu­ nan dilinde çıkmış gazeteler dahil, Yunan topluluğunun bütün belgelerini içeriyordu. Sonradan Atina'da bir rapor­ da denildiği gibi, " Bölgenin tarihi kül olmuştur. " Sohumkale'de genç bir memur bana ülkesinin ulusal sim­ gelerini açıkladı. Bayrak şöyleydi: kırmızı zemin üstüne be­ yaz el eski Abhazya krallığını temsil ediyordu; yıldız Apsi­ lyalı * ataları, yedi yeşil-beyaz çizgi Hıristiyanlık ve Müslü­ manlığı bir arada barış içinde yaşayan Kafkas halkları ara­ sındaki geleneksel hoşgörüyü anlatıyordu. Abhaz destanın­ dan alınmış ulusal arma şöyleydi: Yıldızlara ok atan kanat­ lı küheylan Araş 'ın üstünde bir süvari . Büyük olan güneşe ve iki daha küçük yıldız 'Doğu ve Batı kültürel dünyaları­ nın birliği'ne işaret ediyor . . . Bütün bunlar olağan, hiç ulusçuluk simgeleri, ' Gelenek­ sel hoşgörü' hayali (kuzey Kafkasya'da pek öyle geleneksel de değildir) veya 'kültürel dünyaların birliği ' gibi, modern derin düşüncelerle kaynaştırılmış. Fakat Abhaz azınlığın etnik mitoloj isi bayrağa da, armaya da egemen. Her ulus­ çuluk aynı soruya karşılık verir: 'Kim bizdendir ? Kim Ab­ haz - veya İskoç, Alman, vb. 'dir ? ' Bu ulusal simgeler dar, uğursuz bir tanıma işaret ederler. Abhazya 'ya geldiğimde burası bana 'Pol-Potculuk'un * �­ doğal toprağı gibi göründü. Küçük bir köy halkı, kendisini ülkenin orij inal ve yerli halkı kabul ederek şehirleri işgal etmiş ve Abhaz olmayan sakinlerinin çoğunu kaçırmış. Öy­ le görünüyor ki burada dramatik kırsal bir ideoloj i dayatı­ lacak, ş_ehirler tehlikeli, kozmopolit olduğundan ve kimli­ ğin erime tehlikesini taşıdığından söz edilerek 'gerçek ' Ab­ haz kimliğinin kırsal kesimde bulunduğu ileri sürülecek. * Apsilya: 6 - 1 0 yüzyıllarda bugünkü Sohum çevresine verilen ad. * * Pol-Potculuk: 1 975-79 yılları arasında iktidarda bulunan ve milyonlar­ ca insanın ölümüne yol açan yönetim anlayışıyın, ideallerle kullanılan yön­ temler arasındaki bağıntının altüst olmasına timsa l olan kampusyalı kam­ puçyalı komünist önder Pol-Pot'un adından türetilen terim. - ç.n.

317

Aynı biçimde, yeni hükümetin, yeni devletin Abhaz dili çevresinde sadakat aramasını, bütün yurttaşlarına yurttaş­ lık gereği olarak bu dili zorunlu göstermesini bekliyorum . Modern ul usçuluk tarihinde daha önce yaşanan yeteri ka­ dar melankol i bunu gösteriyor. Ama şaşırtıcı biçimde, yeni Abhaz hükümetinde ve onu destekleyenlerde böyle bir yaklaşım görülmüyor. Abhaz­ ya'nın çeşitl il iğini kabul ediyorlar ve halkına tek bir kültü­ rü dayatma eğiliminde değiller. Abhazya kültürünü, hep­ sinden önce müzi k ve dansını öğretmek ve yaymak için uyuml u bir çaba ve örgütlenme var. Ama Sohumkale'deki hükümet üyeleri Yunan, Ermeni, 'hatta Gürcü' kültürünün de geliştirileceğinde ısrar ediyorlar; " Bütün Gürcü halkı suçlamıyoruz ve onların geleneğine saygı duyuyoruz. " Ab­ haz diline özel bir öncelik verilmeyecek. Rusça 'yla birlikte ( ülkede herkes tarafından konuşuluyor ) iki resmi dilden bi­ ri olacak. Ama okul larda savaştan önce korunan dil denge­ sine bağlı eğitim dilleri, mümkün olduğu kadar, mültecile­ rin ve sürgünlerin geri gelmesi durumunda devam ettirile­ cek (Abhazya 'da Abhazca öğrenim yapan yüz, Rusça yet­ miş ve Gürcüce yüz elli okul vardı . ) Bütün Abhazca dışın­ da öğrenim yapan okulların varlığı, savaştan önceki gibi devam edecek, fakat dolaşımda bunların bulunması için es­ kisi gibi zorlama yapılmayacak. Bu ılımlı tutumun bir kaç kaynağı var. Biri sağduyu. Ab­ hazya'nın refahı Rusya ve Gürcistan'dan gelen turistlerle beslenen sahil turizmiyle, Rusya ile Ukrayna'nın Abhazya meyve ve sebzelerine karşı doymak bil mez talebine dayanı­ yor. Ülkeyi 'Abhazlaştırmak' için devlet terörü ve yalıtıma başvurulsa, sonu çöküntü olur. Ama ulusçuluk sağduyuya kaqı bağışık davranabilir ve hoşgörüde daha önemli bir et­ ken olarak ortaya çıkan, yeni önderliğin kişisel kökenleridir. Bunlar, çoğunlukla Moskova ve Leningrad'da eğitim görmüş, profesyonel meslek sahibi insanlar. Bazıları Ko­ münist Parti 'de önemli görevlere sahipti . Büyük çoğunluğu hiç Abhazca bil miyor veya çok az konuşabiliyor; bundan 318

memnun değiller ama bunu bir yoksunluk olarak da gör­ müyorlar. Sonunda, Fazıl İskender de Rusça yazmıştı diye kendilerini rahatlatıyorlar. Çoğunun köyle akrabalık bağları varsa da, köylü değil­ ler. Bir ayaklanma ordusunda subay olup da iktidara gel ­ miş plep de değiller - bu unsur sıklıkla birincileri, dünyay­ la daha yakın bağlar kurmuş özgürlük savaşçılarını (örne­ ğin Cezayir'de Ben Bella ) iktidardan indirir ve ülkeyi köy­ lü-yüceltmesiyle dinsel köktenciliğe sürükler. Abhazya'da da savaş sonrasında böyle öfkeli ve kökünden kopmuş in­ sanlar mevcut. Ama şu anda iktidarı ele almış olan şehirli entelektüellere karşı çıkacak bir güç bulabilmiş değiller. Bu ikinciler için Abhazya , basitçe Abhazya 'da yaşayan ve Ab­ hazya'ya bağlılık duyan i nsan demek, etni k veya sınırlayıcı bir anlam içermiyor. Bu, iki bin yıl önce Bosporos Krallı­ ğı'nı ve bütün halklarını yöneten Spartokos hanedanının da uyguladığı, Karadeniz'e özgü bir çözüm. Natella Akaba "Tutucu bir kırsal toplum haline gelme­ meliyiz " diyor, " Geçmişle gelecek, kırsal kesim ve şehir arasında denge olmalı. Bazı Gürcü bilim adamları Abhaz­ ların a borij i nler gibi yerli rezervasyonlarında yaşama larını istediler, bunun olmasına izin veri lmemeli. " " Bir süre yaşamımızı böyle götürebiliriz. Belki dünya, varlığımızı devam ettirebilirsek, bizim hakkımızdaki görüşü­ nü değiştirir. Yirmi birinci yüzyılın başına artık bir değişiklik olmalı, siyasal zihniyet değişmeli yoksa bu küçük yerel sa­ vaşlardan herkes zarar görecek. Osetlerin, Abhazların veya Kara bağ halkının amacının kendilerini dünyadan ya lıtmak olduğunu sanmıyorum. Kendi k imliğim izi koruyarak bu dünyaya girmek istiyoruz. Belki bir gün bu istek anlaşılır. "

319

Onbirinci Bölüm " . . . Ama söyle bana - niçin burada taban tepip du­ ruyor ? Derdi ne ? " Deniz yaşamını araştırıyor. " " Hayır, hayır, bu değil, ihtiyar" diye iç çekti La­ yevsky. " Gemideki bir yolcudan, bir bilim adamın­ dan, Karadeniz'in faunasının fakir olduğunu ve aşırı hidrojen sülfür nedeniyle derinlerde yaşam olmadı­ ğını öğrendim. Konu üstünde çalışan bütün ciddi bi­ lim adamları Napoli veya Villefranche biyoloj i istas­ yonlarındalar. Ama Von Koren tek başına ve inatçı. O başka kimse çalışmadığı için Karad eniz'de çalışı­ yor. " ANTON ÇEHOV

*

'Düello' Sonuçta bu mutlu bir d ünya . Hava, toprak, su, hoş­ nut bir varoluş içinde kaynaşıyorlar. " WI LLIAM PALEY

Natura/ Theology [ " Doğal İlahiyat " ] " K aradeniz ölü yor " diyorlar. Bir Amerikan gazetesini açıp okuyorum: " Karadeniz, dünyanın en kirli denizi, acı verici bir ölümle ö lüyor. " Bir Birleşmiş Milletler belgesine göre Pauloviç Anton Çehov, Düello, çev: Nihal Yalaza Toluy Va rlık Y. , İ stan­ bul 1 955. *

321

Karadeniz "yüzyılın ekoloj ik deniz felaketi " ni yaşıyor, çün­ kü " artık tabanının % 90'ı zehirli. " Kendini suçlama müzesinin hazineleri, ekoloj ik ölümün uluslararası galerisi burada. Karadeniz'in onda dokuzunun ölü olduğu, 200 metre derinlikte oksilin çizgisinin altında sularının hidroj en sülfür gazıyla zehirlendiği tamamıyla doğru . Ama bu her zaman öyleydi. Argos Kolkhis'ten, peşinde Kral Aietes'in donanması, Tu­ na deltasına kaçtığında, yaklaşık beş yüz metre derinlikte ya­ şam bulunmayan bir körfezin üstünde seyrediyordu. Bu yol­ culukta batmış olsaydı, kerestesi ve Argonautların kendileri hala mavi-gri dip çamurunda bozulmamış duruyor olurlardı, çünkü suda onların çürümesine neden olacak oksijen yoktur. Aşağıda yalnız metal yok olur. Tunç kılıç ve miğferleri, ke­ mer tokaları ve parmaklarındaki yüzükler eriyip yok olur. Altın Post'a gelince, Yunanistan'daki Pagasai Körfezi'nden Kolkhis'e seyahat etmelerine değen bütün değerli parlaklığı­ nı yitirecekti. İason'la Medeia'nın kucaklarında yatacaktı ama eski saflığına, beyaz koyun postuna dönmüş olarak. Denizin ölümü veya neredeyse ölümünün nedeni insan soyu değil. Ekoloj ik bir felakete, insan uzmanlığının katkı­ sı olmadan ekoloj inin kendisinin yol açması belki bazı fa­ natikleri rahatsız ediyor. Ama bu devasa kirliliğe yol açan doğal güçleri harekete geçiren doğal eylemin kendisiydi : milyarlarca tonluk yukarı ülke toprağının ve yaprağının ve canlı bataklık sızıntısı ve ölü mikro organizmanın son Bu­ zul Çağı' ndan beri Karadeniz'in beş büyük ırmağından de­ niz tabanına akıp çürümesi zehirlenmenin nedeniydi . Bizim suçumuz değildi. B u gerçek v e daha derinlemesi­ ne bilinse, insan soyunun bir çok öteki günahını a ffettire­ cek bir gerçek. Sonuç olarak Karadeniz'in durumu hakkın­ da gazetecilik ve propaganda pek hidroj en sülfürden söz etmiyor. Eğer söz etseler ( Birleşmiş Milletler belgesinde ol­ duğu gibi ) , oksij en azlığının insanın çevreye karşı işlediği suçlarla bir yönüyle bağlantılı olduğuna ilişkin bir delili el­ den kaçıracaklar. 322

Ölen veya daha doğrusu öldürülen Deniz değil, denizin yaratıkları. İnsan eliyle zehirlenen su kitlesi değil (İtalyan gemileri tarafından dökülen variller dolusu zehirli atık dı­ şında ) , bolluğu Karadeniz çevresinin tarihöncesi ve tarih çağlarını biçimlendiren yüzey tabakası. Gerçekten de kor­ kunç ve belki de sonu çağıran şeyler oluyor. Ama geriye gi­ dip bütün Karadeniz sisteminin ne kadar nazik durumda olduğunu araştırmadan tehdidin ö lçeği hakkında bir şey söylemeye olanak yok . Yüzeydeki ince yaşam tabakası cansız bir uçurumun üstünde uzanıyordu. Karadeniz balıklarından 1 960 'larda ticari ölçekte avlanan yirmi altı tür içinde şimdi ağ atmaya değer yalnız altı tür kaldı . Hamsi üretimi 1 9 8 4'e kadar 320.000 tona ulaşıyor­ du, son beş yıl içinde 1 5 . 000 tona düştü. Her türden avla­ nan toplam balık miktarı on yıl öncesinin yedide biri kadar ve bazı türlerin gerçekten soyu tükenmiş durumda. Kara­ deniz'in bütün sorunlarının katlandığı Azak Denizi'nde 1 93 0 'l arda ortalama 7. 3 00 ton olan mersinbalığı üretimi 1 9 6 1 'de 500 tona inmiş . Şimdi bütün Azak mersinbalığı deniz çiftliklerinde yetiştiriliyor. Denizin memelilerine ge­ lince, keşiş ayıbalığının soyu tükenmiş; bilindiğine göre bir Bulgar otel yapımcısı son mağara sığınaklarını dinamitle­ miş. Üç tür yunus veya domuzbalığı ise 1 950'lerde bir mil­ yon sayısına ulaşırken bugün bu rakamın üçte biri ile onda biri arasında kaldıkları tahmin ediliyor. Karadeniz'in sığ kuzey batı düzlüğünde canavar plank­ ton çoğalmaları görülmeye başlamış; burası oksijen bulun­ mayan tabakadan yukarıda ve önemli bir çok balık türü­ nün yumurtladığı yer. Ölen fitoplanktonlardan oluşan ' kır­ mızı akıntı'lar 1 970'lerin başlarından itibaren düzenli ola­ rak görülüyor. Bunların en kötüsü, 1 9 8 9'da Odessa Körfe­ zi'nde her metre küp deniz suyunda bir kilo yoğunluğuna ulaşan ürkütücü plankton seviyesiyle ortaya çıktı . Derin yerlerden çok sığ sularda oluşan hidroj en sülfür yüzeye ya­ yılıp şehir sokaklarında kötü kokular salmaya başladı ve 323

körfez ölü ba lıkla doldu . Çok benzeri o yaz Romanya'da, Burgaz'da oldu. Bu gittikçe bulanıklaşan sahil sularına ışı­ ğın girmesi yüzde 40 ila 90 oranında düştü ve denizyıldızı, deniz yumuşakçahrı, kabukluları gibi deniz dibinde yaşa­ yan canlıların öldüğü, deniz bitkilerinin tamamının yok ol­ duğu düşünülüyor. Karadeniz'in öteki ucunda, Boğaz'da, deniz dibi yaşamı son yıllarda o derece hızlı gerilemiş ki, Marmara Denizi'nde yavrulayan göçmen balıklar ana be­ sin kaynaklarını -yumuşakçalar, denizkestanesi, deniz so­ lucanı- yitirdiklerinden kaybolmaya başlamışlar. Bu olguların ve rakamların anlamı, insan soyunun, ilk kez, bütün bir denizde yaşamı yok etmek üzere olduğu. Ba­ zı cinslerin yaşamı devam edecek; streril denizyosunu veya denizanası gibi suda sürüklenen yaratıklarınki . Fakat insan soyunun beslendiği canlılar, son buzul çağından beri aynı yolu izleyerek göç eden milyonlarca balık, Yunanlıların Trabzon 'un koruyucusu kabul ettiği güleç yunuslar, bizi terk etmek üzere. Nedenler biliniyor. Zehirli atık dökmek gibi bilinçli suç­ lar dışında, bu nedenler insanlığın olgunlaşmamasından kaynaklanıyor. Şimdi Karadeniz havzasında, yani Deniz'e dökülen ırmakların aktığı bölgede, bazıları çiftçi, sanayi iş­ çisi, balıkçı ve denizci, en az 1 60 milyon insan yaşamakta . Ama son on beş, yirmi yılda, hepsinin i�i, modern gübreler, devasa tankerler, hidrokarbon, dioksine dayanan sanayi iş­ lemleri veya CFC, elektronik balık yeri saptama donanımı ve modern ağlar gibi teknoloj ik yeniliklere boğuldu. Kara­ denizlilerin bütün zihinsel faaliyeti bu teknoloj ileri kullan­ mayı öğrenmek üstüne odaklanmış, ama bu yeniliklerin De­ nize ve yaşam sistemine hatta insan sakinlerine etkileri gibi daha geniş sorulara dikkatini veren yok. Gemiler ahşaptan yapıldığında, köylüler tarlalara kendi g übrelerini attıkların­ da ve en kötü sanayi atığı klor veya sülfürik asitken, en azından düşünmeye daha fazla zaman vardı; malikane sa­ hiplerinin, demircilerin ve gemi kaptanlarının yaptıklarının ne sonuç verdiğini daha geniş açıdan ve derinlemesine gör324

mek için daha fazla fırsatı vardı. Ama şimdi oyuncak o ka­ dar büyüdü ki, o çocukla oynuyor. Biyokimyasal felaket 'ötrofikasyon' , yani organik ve kimyasal besleyicilerin aşırılığı. Bunların çoğu tarımdan ve deterj an artık larından gelen nitrat ve fosfatlar. Kuzey batı düzlüğünde örneğin, fosfat yoğunluğu 1 96 6 ile 1 976 ara­ sı ndaki on yılda otuz katına çıkmış. Tuna'nın boşalttığı kendi fosfat miktarı elli yıl öncekinin 21 katı daha büyük ve ırmak yılda 5 0 . 000 ton dökülen petrol taşıyor (bugünkü fiyatlarla değeri, b ütün Karadeniz ekoloj ik kurtarma prog­ ramını yürütmeye yetecek olan 7.2 milyon dolar tutuyor) . Bu aşırı besleyici miktar ' kırmızı akıntı ' ların, plankton pat­ lamalarının ve ışığın azalmasının nedeni ve Deniz'in yaşa­ mın sürebildiği tek bölgesindeki oksijeni de tüketiyorlar. 1 9 8 6 ' daki Çernobil kazasından beri ağır-metal kirliliği, radyo aktif zehirlenme ve gel işmiş haşarat öldürücülerin pervasızca kullanılmasından doğan zarar da var. Böcek öl­ dürücü Lindane insan sağlığına zararlı ve Dinyester nehrin­ de izin verilen azami yoğunluğun on katı oranında bulunu­ yor. Aynı nehrin doğduğu yerlerde, uzak Karpat dağlarının eteklerinde, Stebniki sanayi baraj ı 1 9 8 3 'de seddini yıktı ve 400 ton potasyum bileşiği ırmağa karıştı . Bunun izleri on yıl sonra halen kirli sularda görülüyor. Ve bir de basit, ge­ leneksel i nsan pisliği var: evden çıkan çöpler ve pis sular. Türk yazar Yaşar Kemal İstanbul 'daki Altı n Boynuz'u şöyle anlatır: " . . . derin karanlık bir kuyuya benzeyen, çok büyük, çirkin apartmanların, kötü, karanlık, isli fabrika bacalarının, çatılarından, duvarlarından yöreye pas akıtan fabrikaların çevirdiği, sapsarı pasla dolmuş, çirkef, boş te­ nekelerin, bidonların, leşlerin yığıldığı, at, köpek martı, ya­ bandomuzu, kuş, binlerce kedi leşinin atıldığı . . . lime li­ me, çürümüş, eski zamanlardan kalma, kokan bir tuhaf yaratığa benziyordu . " �- O n milyon nüfuslu ( dakikada bir kişi artan ) bir şehrin lağımı Ha liç'e ve Boğaz'a neredeyse * Yaşar Kemal, Deniz Küstü, Adam Y., Kasım 1 99 8 , 3. baskı, s. 1 54 .

325

-

ç.n.

işlem görmeden akıyor. Karadeniz'deki diğer şehirler de daha temiz değil . Kuzey Türkiye sahil lerinde, en yakın köyden yüzüp açıldığımda, genellikle yüzen pislik adaları­ nın altından dalmak zorunda kaldım. Irmak suları, halen çoğu Karadeniz evinin doğrudan su kaynağı olmakla birlikte, denizden daha kötü durumda . Odessa 'da rastladığım herkes suyu kaynatıyor, hatta daire­ lerine Dinyester'den doğrudan pompalanan sudan korun­ mak için evde yapılmış damıtma araçları koyuyordu. Su bazen klorlanıyor, ama bu iş o kadar üstün körü yapılıyor ki, tuhaf bileşimler oluşuyor ve suyu içilemez yapıyor ve bu günlerde her yaz Dinyeper'le Tuna haliçleri arasında kalan sahil yayında kolera görülüyor. Irmaklar da dizgin altına alınıp iğdiş edilmiş. Su akışını denetlemek, sulama ve elektrik elde etmek için dev baraj lar yapılmış ve haliçlerin doğal yükselme ve alçalma oranlarıyla oynanmış; bu durum ırmak yukarılarında yavrulayan anad­ rom balıklar* için ölümcül bir zarar yaratıyor. Don nehrinin ortasındaki Tsimlyansk barajı, ırmak deltasındaki yıllık taş­ kını pratikte yok etmiş, Kuban nehrindeki baraj ise mersin­ balığı, tirsi ve som balıklarının ırmaktan yukarı çıkmalarına son vermiş. Dinyeper'de Stalin'in anıtsal baraj inşaatı, ilk kez Bizans imparatoru Konstantinos Porphyrogenitus tara­ fından kaydedilen ve Vikinglerin Kiev'den Konstantinopo­ lis'e giderken geçtikleri yedi çavlanı sular altında bırakmış. Tuna deltası halen yaşıyor. Claudio Magris Danube [ " Tuna " ] kitabında deltayı " bitki ve hayvan, saz ve balık­ çıl, mersinbalığı, yaban domuzu ve karabatak, dişbudak ağacı ve kamışlık, yüz on tür balık ve üç yüz tür kuş kay­ nayan bir yaşam ve yaşam türleri laboratuvarı " diye ta­ nımlıyor. Müteveffa Romanya diktatörü Nikolay Çavuşes­ ku deltayı kurutmayı, bütün bitki örtüsünü sökmeyi ve ye­ rine çeltik tarlaları kurmayı planlamışt { . .. Anadrom ba lık : Hayatla rının çoğunu denizlerde geçiren ve yumurtla­ mak için tatlı sulara göçeden balık türleri.

326

1 9 8 0 başlarında Sovyet deniz biyologları tanıyamadıkları bir yaratık yakaladılar. Etkileyici olmayan, çan biçimli, saydam bir denizanası türüydü ve kuzey batı düzlüğünde sığ sularda yüzerken bulunmuştu . Bilim adamları onun de­ nizanasından pek de farklı olmayan stenofor türü olduğu­ nu anladılar ve bir kaç ay içinde Amerika Birleşik Devletle­ ri'nin Doğu Sahilleri' ndeki sığ sularda yaşayan Mnemiop­ sis leidyi olduğu ortaya çıktı . Açıkça anlaşıldığı gibi, Kara­ deniz'e yük gemilerinin su sistinesinde getirilmişti . Karadeniz halkının çok iyi bildiği gi bi zayıf politika fazla direnişle karşılaşmadan yerleşebilecek işgalcileri çe­ ker. Bir boşluk bulur ve çoğalırlar. Ekoloj ide de aynısı ge­ çerl i . Mnemiopsis, doğal savunması -başka türlerin biyolo­ j i k farklılığı- hızla zayıflayan sulara bir yabancının ilk yer­ leşmesi değildi. Büyük deniz salyangozu Rapana anayur­ dundan Japon denizine aynı biçimde gelmiş ve kendisi kar­ lı balıkçılığın hedefi olmadan önce denizin istiridye stoku­ nu yok etmişti . Ama Mnemiopsis'in yol açacağı sonuçlara kimse hazır değildi. 1 9 8 0 'lerin sonlarında, en çok da 1 9 8 7 ile 1 9 8 8 arasın­ da, bilim tarafından kaydedilmiş en yıkıcı biyoloj i k patla­ malardan biri yaşandı. Mnemiopsis, onu denetim altına alacak düşmanı bilinemeyen bu hayvan, aniden ve durdu­ rulamaz biçimde Karadeniz'i sardı. Doymak bilmez biçim­ de zooplanktonla besleniyordu ve 1 9 8 9'la 1 99 l 'de normal ortalamayı yüzde altmış çökertti . Bu yarı saydam deniza­ nasının Karadeniz ve Azak Denizi'ndeki biyoloj ik varlığı 700 milyon tona ulaştı ve etkisi tam bir felaket oldu . Hiç bir i nsani salgın veya çekirge saldırısı onun balıklara ve onların kaynaklarına verdiği zararla boy ölçüşemez ve bu felaketin en iyi bi linen boyutu. Zooplankton fitoplankton­ la beslenir ve olağan düşmanından kurtulan bu plankton­ lar olağanüstü çoğalarak çözünmüş oksij eni tükettiler ve sığ s ularda yaşamı tehdit etmeye başladılar. Mnemiopsis felaketi, hiç olmazsa Karadeniz'e kıyısı olan devletlerin hükümetlerini sonunda tedbir alma gereği327

ne ikna etti . Birleşmiş Milletler kurumlarının öncülüğünde bir dizi uluslararası konferanstan sonra, şimdi k irlenmeye son vermek ve aşırı balık avının sonuçlarını ortadan kal­ dırma k için ayrıntılı bir kurtarma programı hazırlanmaya çalışılıyor. Ama doğal düşmanı olmayan Mnemiopsis'in devletlere karşı da bağışıklığı var. Kimse bu konuda ne ya­ pılabi lir bilmiyor. Köktenci bir düşünce okulu eski Karade­ niz ekosisteminin artık geri dönülmez biçimde çöktüğünü kabul etmek, bu işgalcilere karşı onlarla beslenen seçilmiş başka yabancı türler -balık, denizanası, stenofor ve yumu­ şakça- geti rilmesi gerektiğini, sonunda yeni ama istikrarlı bir ekoloj ik denge kurulacağını savunuyor. D iğer bilim adamları bunu pervasız buluyorlar ve yavaş fakat ırmak­ lardan gelen besleyicilerin azaltılması gibi sonuçları öngö­ rülebilir tedbirleri yeğliyorlar. Bu arada, beklenmedik biçimde, Mnemiopsis sürülerin­ de bir değişiklik görüldü. Karadeniz steplerinin göçebe iş­ galcilerinin atları için ot bulamayınca yeni çayırlar arama­ ları gibi, Mnemiopsis de Karadeniz'i yiyip tüketmiş görü­ nüyor. Toplam varlıklarının düşmeye başladığı düşünülü­ yor. Bazı bölgelerde yaratık daha derinlere, oksiline daha yakın hatta çekil iyor ve şimdiye kadar Karadeniz ringa ba­ lığının ana besini olmayı sürdüren küçük organizmalara saldırıyor. Daha uğursuzu, uzak akıncı grupları Marmara Denizi, hatta Türkiye'nin Ege sahilinde görünmeye başlad ı . Mnemiopsis batıya gidiyor. Akdeniz'in zayıf bölgelerinde, Nil deltasında, Tu nus sahil inde, hatta Marsilya açıklarında Lyon Körfezi 'nde, yok edici vebanın hayaleti dolanıyor. Karadeniz'in yaşamını kurtaracak bir programı bekleyen bir çok üzücü zorluk var. Bunlardan biri -daha patetik ola­ nı- eski Sovyetler Birliği ülkelerinde bilimin iflas etmiş ol­ ması. Bütün Ukrayna ve güney Rus y a sahili nde, O des­ sa'dan Sivastopol ve Kerç'e kadar, bir zamanlar deniz biyo­ loj isi ve oşinogra fi enstitülerinin görkemli zinciri vardı . Araştırma standartları yalnız Karadeniz'de değil ama ok328

yanuslarda da, d ünya ölçüleriyle yüksekti ve donanımları -öncelikle özel donanımlı gemilerden oluşan donanması­ Batılı meslektaşları kıskandıracak düzeydeydi . Karadeniz hakkında bilgi söz konusu olduğunda, hiç bir ülke Rus ve sonra Sovyet bilim adamlarının yüz yıldan fazla süren biri­ kimleriyle kazandıkları uzmanlıkla karşılaştırılamazd ı . Denizde durumun umutsuz olduğu hakkında bilgiler dünyanın i l gisini çekmeye başlamışken, bu görkemli ve vazgeçilmez kaynak mali çöküş nedeniyle felç oldu. Rus­ ya'da hemen bütün kamu bilimsel araştırma kurumlarının parası -bili msel araştırmalar için olduğu gibi, maaşlar için de- 1 99 1 'in sonunda damlıyor denecek derecede kurudu . Ukrayna'da, Moskova 'daki eski Sovyet Bilimler Akademisi tarafından kurulan araştırma enstitüleri Ukrayna hüküme­ tine devredildi; ve hükümetin onların programlarını sür­ dürmelerine yetecek bütçesi yoktu. Odessa'da Deniz Ekoloj isi Bilimsel Merkezi 'ni ziyaret ettim . Burası açık okyanus denizleri araştırmalarında uz­ manlaşm ıştı . Langeron Burnu'ndaki beton kulesi saklana­ maz bir umutsuzluk yeri olmuş. Merkezin altı okyanus ge­ misi ve Karadeniz araştırmaları için kullandığı daha küçük iki teknesi, yakıt yokluğundan hareket edemez durumda, bağlandıkları yerde yararsız biçimde sallanıp duruyorlar. İki la boratuvar çoktan kapanmış. Ötekilerde pek devam eden iş yok . Asistanlar siyah beyaz televizyonlarda maç seyrediyorlar veya Fin yapımı bilgisayarların fişlerine uyar­ ladıkları çaydanlıklarda çay yapıyorlar. Brej nev ve Andro­ pov'un mukavva portrelerinin bulunduğu anlaşılan dolap­ ta bir kedi esniyor. Bu terk edilmişlik içinde, bilim adamları baş döndürücü kayıtlar ve sınıflandırmalar arasında eski gezi ve deneyleri­ nin verilerini karıştırıp duruyorlardı . Resmi destek bulu­ nan son bölge üstünde yoğunlaşmışlardı : Karadeniz sahil düzlüğünün ekoloj isiyle ilgili araştırmalar. D eğeri düşmüş maaşları artı k ailelerini yaşatmaya ancak yetiyordu . Ya­ bancı ülkelerdeki çalışmaları geçmelerini sağlayan dış te329

maslan ciddi biçimde azalmıştı. Ameri ka veya Batı Avru­ pa'da bir laboratuvar tarafından yakalanmadıkça kariyer­ leri bitmiş görünüyordu. Bazıları bilime askerce bir adanma içindeydi, öyle ki fi­ ziki zorluklara ve resmi terk edilmeye karşı, Rusya ve Uk­ rayna' da bir çok arkı:�olog arasında gördüğüm keşişçe bir aldırmazlık içindeydiler. Bazıları sinirsel bakımdan çökme­ ye yakın görünüyorlardı . Sonradan gemilerin alışveriş gezi­ leri için kiraya verildiğini, özel ' bavul ticareti' için, memle­ kette sokak pazarlarında satmak üzere Türkiye'ye elbise, battaniye ve yiyecek almaya giden iş adamları tarafından k i r a l a n d ığı n ı duydu m . Haziran 1 9 9 4 ' d e , Was h ingto n Post'a göre, Sovyetler Birliği 'nin Karadeniz araştırma filo­ sunu oluşturan 40 gemiden 2 7'si İstanbul'da havuza çekil­ miş. Bilim değil ama en azından gelir getiriyorlar. Karadeniz ekoloj isini kurtarma yolundaki ikinci engel, Türkiye'nin tutumu. Karadeniz krizinin en doğrudan ve açık olanı aşırı balık avcılığı . Tür ardına tür yok oluyor ve­ ya balık stokunda yakalama sayısı ve ortalama ağırlığın geri dönülmez noktaya düştüğü hakkındaki uyarılara hiç aldırmadan dar görüşlü bir açgözlülük ve soykırımla türün çok az örneği kalıyor. Aşırı avlanmanın çoğu Türkiye'de gerçekleşiyor. Bu gösterilebilir bir gerçek ama Türk balıkçı­ lar, siyasetçiler hatta bilim adamları itiraf etmek istemiyor­ lar. Cahillik veya Türklerin bölge siyasetindeki kaba israf sistemi, bu aldırmazlığa katkıda bulunuyor. Ama en güçlü dürtü yurtsever gücenme. Bir kez daha dış dünyanın Türki­ ye'ye düşmanlık ettiği ve iç işlerine karıştığı düşünülüyor. Profesör Mehmet Salih Çelikkale, yaşam dolu, açık renk saçlı biri, Türkiye'nin balık stoku konusunda en tanınmış uzmanı. Dayanılmaz sıcak bir yaz ikindisinde, Karadeniz ' Teknik Üniversitesi'nde onu görmek içi n bir tepeyi tırman­ dım. Bazı türlerin, özel likle hamsi ve palamudun tükenme­ sinde aşırı avlanmanın bir dereceye kadar etkisi olduğunu inkar etmiyor. Ama Türk balıkçılık sanayiini ana suçlu 330

olarak görmek de istemiyor. Profesör Çelikkale'ye göre, balıkların yavruladığı kuzey batı düzlüğündeki kirlenme ana sorun ve burada her şeyden önce Batı Avrupa devletle­ rini s uçluyor; b u devletler -Türkiye'nin şevkle üye olmayı arzuladığı Avrupa Birliği- Tuna'yı temizleme konusundaki sorumluluklarını göz ardı ediyorlar. Türkiye, Anadol u sa­ hilinde balık avını sınırlamak için adımlar attı diye itiraz ediyor, ama 'ulus lararası topluluk' balıkçı köylerinin zara­ rını karşılamak için bir fon kurulmasında isteksiz davranı­ yor - Türkiye gibi fakir bir ülkenin ödeyebileceği bir para değil bu . Profesör Karadeniz'de çok fazla yunus bulunduğunu da iddia ediyor. 1 95 0 'lerde, Türkiye yoğun yunus avına başla­ dığında, adi yunus, şişe burunlu yunus ve liman yunusları olmak üzere sayıları bir milyon kadardı. 1 9 8 3 'de yabancı çevrecilerin endişeleri Türkiye'yi yunus avını yasaklama konusunda ikna ettiğinde, üçte iki oranında veya yarı yarı­ ya azalmışlardı. Profesör Çelikkale 1 9 8 7'de yarım milyon kadar yunus b u l u n d uğuna inanıyor; bunu öteki bilim adamları aşırı bir tahmin olarak görüyorlar ( aynı yıl bir araştırma yapmış olan Ruslar 60.000'le 1 00 . 000 arasında bir rakam öngörüyorlar ) . Çelikkale yılda en az bir milyon ton balık yediklerin i ve bunu yılda 40.000 ton artırdıkları­ nı iddia ediyor; öteki deniz biyologlarının kuşkuyla karşı­ ladıkları iki rakam; onlar bu balık tüketimi rakamını dör­ de bölüyorlar. Çelikkale yunuslar için yüzde 20 av öneri­ yor; hamsi ve ringa stoklarının restorasyonu ise Türkiye dışında ciddiye alınmıyor. Türk balıkçılar yalnızca yırtıcı avcılar değil . Onlar ve aile­ leri aynı zamanda kurban. Trabzon'da balık pazarına gitti­ ğimde, neredeyse boştu . Bir kaç tekir, dikenli kalkan ( bir zamanlar çokken şimdi nadir ) ve kutularla çiftlik alabalığı dışında ta blaları boştu. Tra bzon'un doğusunda, koyu yeşil dağların denize dik indiği sahilde, bal ıkçı tekneleri kıyıya çekilmiş ve insanlar bütün gün kahvelerde oturuyorlar. 331

Tam da engel lemek istediği sonucu veren kaba ve dar gö­ rüşlü planlamanın cezasını ödüyorlar, geçimlerini sağlaya­ mıyorlar. Sahil boyunca nüfus artıp, köylü mülkünün veraset yo­ luyla bölünmesi toprak açlığını artırdığında, Türk hükü­ meti bal ıkçılığı daha karlı hale getirmeye karar verdi. Dün­ ya Bankası dahil yabancı yatırımcıların yardımıyla, uygun kredi ve borç verme programı yürürl üğe sokuldu ve köylü­ ler yeni avlanma ve balıkların yerini saptama teknoloj ile­ riyle donanmış daha büyük tekneler alma ve yaptırma ola­ naklarına kavuştular. Önce her şey iyi gitti . Av şaşırtıcı de­ recede arttı. Başta yeni finans olanaklarıyla balık yemeği şirketleri olmak üzere servetler kazanıldı. Sonra, 1 9 80 'lerde, proj e bütünüyle yolundan sapmaya başladı . Balık sayısı düştü, ortalama balık büyükl üğü hızla küçüldü. Hamsi ve palamut azal ınca, onları bulup avla­ mak için daha pahalı ve incelmiş teknoloj i gerekti. Etkin bir teknenin maliyeti çoğu Karadenizli balıkçının ödeyebi­ leceği fiyatların üstüne çıkmaya başladı ve bu arada faizler aileleri ardı ardına çökertmeye başladı. Siyasetçiler daha yüksek bağış oranları sözü vererek, hatta gemi sahiplerini yasa dışı yollarla ve mevsim dışında avlanmaya teşvik ede­ rek Karadenizli oylarını ellerinde tutmaya çalıştı lar. Ama felaket büyümeye devam etti ve küçük liman ve balıkçı köylerindeki ha lk, kuşkulu biçimde zengin olanlarla kro­ nik olarak fakir olanlar arasındaki umutsuz bir mücadeley­ le bölünmeye başladı . Büyük gemi sahipleri borçlarını öde­ yebilmek için en pervasız ve acımasız avlanma yöntemleri­ ne başvurdular. Çoğu gelişme döneminde daha büyük tek­ nelere sahip olup iflas etmiş olan küçük tekne sahipleri son yaşama şanslarını oluşturan kalan balık stokunun daha güçlü motorları ve daha büyük ağları olan ekiplerce yağ' malandığını görüyorlardı . Nefret hatta şiddet doğdu. Ama bu kaçışı olmayan bir tuzak. Büyük gemiler, çok azının kar edebileceği kadar stoklar yok olmaya yüz tutsa da balık avına çıkmak zoru n332

dalar. Ya buna devam edecekler veya iflas edip göç edecek­ ler. Küçük tekne sahipleri bütün kış her gün biraz mezgit veya tekir tutmak için ağ atıyorlar; ya buna devam edecek­ ler veya aç kalacaklar. Türk hükümeti, biraz da haklı ola­ rak, D ünya Bankası gibi örgütlerin bir kaç yıl önce yaratıl­ masına yardımcı oldukları zararı tamir etmek için ödeme yapmaya niçin yanaşmadığını soruyor. Ama bu hikaye Karadeniz'e özgü değil. Norveç'ten Pe­ ru'ya kadar, Türkiye'de olan trajedi balıkçı topluluklarının başına geldi ve 'aşırı-kapitalistleşme' sözü bu entrikanın kabalığını gizliyor. Hükümet toplumsal baskılardan nefes alabilmek için balık türlerinin öldürülmesini teşvik ediyor. Devlet, halkçı olma kaygısıyla, kandırılmış bir topluluğu fakirlik noktasından başlayarak bir başka fakirlik nokta­ sında bitecek bir yolculuğa çıkarmak için ödeme yapıyor. Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde bu yolculuk otuz yıl sür­ dü. Şimdi insanlar az çok başladıkları yere döndüler, ama bu arada balıklar bitti. Karadeniz'in sonunun ne olacağına ilişkin bütün tahminler kabusa dönüşüyor. Bu o kadar büyük bir olasılık ki bilim adamları tartışmamayı tercih ediyor. Bir çoğu -haklarını ye­ meyelim- bunun ciddiye alınmaması gerektiğini ileri süren geçerli nedenler de ileri sürdüler. Bu Karadeniz'in kıyameti . Bu kabus zararsız bir sözcük olan 'devrilme' diye bili­ nir; derinlerinde oksij en azlığı ve hi drojen sülfür bulunan göllerde gözlemlenip araştırılmış bir olgudur. 'Devrilme' su tabakalarının, ağır kitleyi aşağıda, hafif, taze kitleyi yuka­ rıda tutan bütün basınç ve yoğunluk dengeleri alt üst ol­ muş, bozulmuş gi bi aniden ters yüz oluşunu anlatır. Bazı göllerde yıllık bir olay olarak sonbaha rda gerçekleşen 'dev­ rilme'yle derindeki zehirli sular yüzeye çıkarak bütün yaşa­ mı yok eder. Karadeniz'i en büyük oksijen kıtlığı olan göl olarak ta­ nımlamak mümkündür. Eğer Karadeniz'de 'devrilme' olur­ sa, son Buzul Çağı ' ndan beri dünyadaki en büyük doğal fe333

laket olacaktır. Bu felaket, insanlar açısından doğurduğu sonuçlarla, İÖ 1 500 yılında Thera'nın patlayıp Minos kül­ türünü yok etmesi veya Krakatoa'nın 1 8 8 3 'de Endonez­ ya 'da patlamasından daha yıkıcı olacaktır. ilk uyarıcı oksij ensiz su düzeyinin yükselmesi olabilir. Bir . kaç yıl önce Amerikalı araştırmacılar Karadeniz' deki bir araştırma gezisinden sonra oksilinin, zehirli alt kitlenin en üst seviyesinin, yirmi yılda otuz metre yükselmiş oldu­ ğunu iddia ettiler. Deniz sularında kirlenme ve azalan ır­ mak sularının etkisinin, nihai felakete giden koşulları ya­ ratmaya başladığı sonucuna vardılar. Muhtemelen yanılmışlardı . Rus oşinograflar hemen ok­ silini Amerikalılardan daha uzun süredir ölçmekte oldukla­ rını belirterek, yetmiş yıl önce araştırmalara başlayalı beri otuz metre yukarı veya aşağı değişimler kaydettiklerini açıkladılar. İstanbul'da Küresel Çevre O lanakları adına Karadeniz üstüne çalışan İngiliz deniz çevrecisi Laurence Mee, denizde yoğunluk dengesinin ciddi biçimde etkilen­ mesi için ırmakların daha yüzyıldan uzun süre şimdiki se­ viyelerinin yarısı kadar su akıtmaları gerektiğini hesapla­ maktadır. Bütün bunlar güven verici; bilimsel kanıtların ağırlığı Karadeniz'in alabora olmaktan uzak bulunduğunu gösteriyor. Fakat, Mee' nin dediği gibi, " tartışma sürüyor. " Karadeniz'in kurtarılmasıyla ilgili tartışmalara bir korku, kıyamet gölgesi düştü ve asla ortadan kal�mayacak. Değişimden kaçınılamaz ama insan eliyle yaratılan fela­ ketten kaçınmak bazen mümkündür. Karadeniz'le ilgilenen bazı bilim adamlarını ve siyasetçileri daha yakından tanı­ maya başladıkça, en deneyimli olanların melodram dolu akıbete dair öngörülerde bulunmaktan en fazla kaçınanlar olduğunu gördüm. Denizle gerçekten tanış olmak, onun -bazen neredeyse açıklanamaz olan- ekoloj ik sisteminin esnekliğini daha iyi değerlendirebilme sonucunu veriyor. Kriz ciddi boyutta; son on yıllarda kirlenme, aşırı avlanma ve ırmak sularının azalmasıyla verilen zarar o kadar büyük ki, çoğundan dönmek mümkün değil. Ama denizi eski ha334

liyle ' restore' etmek düşüncesi daima yanlıştı . Doğal eko­ sistem ezeli ve statik değildir, sürekli değişim ve uyarlanma sürecidir. Akıntılar yön değiştirir, balıklar göç yollarını de­ ğiştirir. Mevcut yaşam türlerini yok edip eski ekoloj ik den­ geyi alt üst edecek yeni ve saldırgan türlerin gemilerin su sistineleriyle nakledilmesi gerekmez; geçmişte görülmemiş rüzgarlar veya kuşlarla getirildikleri olmuştur. Şimdiye ka­ dar Karadeniz ve sularındaki yaşam bu etkilere uyarlanma­ yı ve yeni ve farklı bir denge kurmayı becerdi . Karadeniz henüz gücünü yitirmedi. Son yıllarda bir kaç mevsimde Don nehrinin Tsimlyansk baraj ından eskisi gibi özgür a k m a s ı n a izin v er i l d i ; m e r s i n b a l ığı ve t i r s i l e r D o n ' d a n yukarıya yavrulamaya koştular v e Azak De­ niz'nde balık stokunda şaşırtıcı bir canlanma oldu. Bazı ye­ ni araştırmalar Mnemiopsis'in kuzey batı düzlüğünde zo­ oplankton kitlesine verdiği zararın bazı bölgelerde bilimsel öngörülerin tahmininden az olduğunu ortaya koyuyor. Vi­ oleta Vasileva Odessa 'da bana, " Ekosistemin kendi denge­ sini kurma gücü karşısında şaşkına dönmüştük. Şimdi Ka­ radeniz'in eskiden sandığımdan daha fazla direnme gücü olduğunu düşünüyorum " demişti. Türkiye'de balık avı ya­ sakları, çevre korumacılarının iyileşme tamamlanmadan teknelerin ava çıkacağından endişelenmesine ve bir kez da­ ha türleri yok olmanın eşiğine getireceğinden korkmasına karşın, hamsi sayısında hızlı bir artış sağlıyor. Karadeniz çevresinde komünist sistemlerin çöküşünden sonraki ekonomik kriz bile beklenmedik iyileşme getirdi. Fabrikaların kapanması, i thal gü brelerin ve kimyasalların yeni, engelleyici maliyetleri büyük ırmakları geçici olarak temizledi ve sahil sularının ötrofikasyonunu yavaşlattı . Ab­ hazya'da Sohumkale'deki lağım işleme tesisi 1 99 3 ' de Gür­ cistan savaşında havaya uçurulmuştu, ama şehrin o kadar çok sakini kaçıp gitti ki Sohumkale sahilleri yirmi yıldır ol­ duğundan daha temiz. Hepsinden iyisi, insanların Karadeniz'i ' kurtarma' ka­ rarlılığı . Odessa'da bağımsız ekoloj ist Alla Şevçuk ve arka335

daşları, 1 9 90'ların başlarında başkan Leonid Kravçuk'un gösterişle direttiği Ukrayna petrol nakliye tesisi proj esine karşı uzun ve umutsuz bir savaş vermiş lerd i . 1 9 9 4 ' de Kravçuk seçimleri kaybedince, halefi hemen proj enin kü­ çültüleceği hatta iptal edileceği sözünü verdi. Ve aynı şehir­ de, 1 9 93 'de, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya, Gür­ cistan ve Türkiye çevre bakanlarının Birleşmiş Millet­ ler'den ve Dünya Bankası'ndan çeşit çeşit uzmanlarla otu­ rup, sürekli bir eylem planının parçası olarak Karadeniz'in korunmasına yönelik bir bildiri taslağı hazırladıklarına ta­ nık oldum. Türk ve Bulgar delegelerin birbirlerinin düşün­ celerini hararetle benimsediklerini gördüm - olağan ulusla­ rarası konferanslarda, Türkiye ve Bulgaristan delegeleri ta­ rih ve azınlıklar konularında atışırken gündem günlerce engellendiğinden, pek görülmeyen bir durum. Ve bütün ba­ kanlar Birleşmiş Milletler'in dışardan verdiği özenli öğütle­ rine kolaylıkla uyum gösteriyorlardı - Kuzey Denizi'nde asla olamayacak bir durum; burada hükümetler, özellikle de Fransa ve İngiltere hükümetleri, egemenlik görünümlü konularda nevrotik bir duyarlılık gösterirler. Burada karşı­ lıklı anlayışlılık gelişiyor. Karadeniz konusunda uluslarara­ sı kampanya popülerleşti. Elbette bütün ümitler halen kı­ rılgan. Çok şey Tuna havzasının yukarısındaki kirletici devletleri -Almanya, Avusturya, Slovakya ve M acaristan'ı­ işbirliği yapmaya ve para ve bilgileriyle katkıda bulunmaya ikna etmeye bağlı . Fakat Karadeniz'in kendisi, suları ve ya­ ratıkları, sonunda binlerce yıldır insan faaliyetlerinin elde edemediği sonucu yaratma aracı olabilir: Çevresinde yaşa­ yan insanların birliği .

336

Sonsöz

İ stanbul

Deniz Müzesi, Beşiktaş mahallesinde deniz kena­ rında bir sarayda ve Boğaz çevresinde çalışmak için gidip gelen yolcularla dolu işlek bir gemi iskelesinin bitişiğinde bulunuyor. Müzenin ziyaretçisi az. Çoğunlukla bilet masa­ sında oturan adam dışında içerde kimse yok . Ama Boğaz gemilerinin makinelerinden gelen gürültü ve düdük sesleri bu sessizliği sevimli kılıyor. Burada, yüz kırk kürekçi sırası bulunan dev gibi devlet kalyonları saklanıyor. Sarayın haremine ait bir tekne var; on üç küreğinin başına fesli, kuşak ve şalvarlı bıyıklı mum­ yalar oturtulmuş; kıçtaki saraylı kadınlara ait köşk kalın perdelerle örtülü, kumaş kaplı sıraları yastı k dolu. Müze­ nin duvarları boyunca cam vitrinler içinde demir modeller var, bahçe ise eski deniz toplarıyla dolu bir park. Girişin yanında, kalyonların ve oymalı pruva direkleri­ nin gölgesinde Zincir duruyor. Ancak bir kaç halkası kal­ mış . Siyah, kaba dökme demirden yapılmış; her halkası bir metre uzunluğunda ve sekiz biçiminde dövülüp bel kısmın­ da ka baca kaynak yapılmış. Sekizinci yüzyı lda Bizans im­ paratoru III. Leo 'İsaurian'ın emriyle yapılan büyük zincir­ den kalan bu . Ahşap sal veya şamandıralarla destelenen zincir tehlike zamanlarında Altın Boynuz'un ağzına geril iyordu . III. Leo zamanında Arapları uzak tutmayı başardı ve yüz yıl sonra tahtta hak iddia eden Slav Thomas'ın gemilerini durdurdu . O n birinci yüzyılda İmparatorun 'Varaeg Muhafızı' Viking savaşçı Hara ld Hardrade, Bizans hizmetinden kaçıp Nor337

veç'te krallık kurmaya kalktığında kalyonlarını Zincirden geçirdi . Harald'ın şehri terk etmesi, imparator Mihail Kalafa­ tes'in iktidar ortağı İmparatoriçe Zoe tarafından yasaklan­ mıştı ve Kalafates Harald'ın tutuklanmasını emretmişti. Ha­ rald ve adamları öç almak için saldırıp imparatoru kör etti­ ler ve imparatoriçenin yeğeni Maria'yı rehine olarak kaçırdı­ lar. Sonra, Heimskringla saga'sına göre, Harald ve adamları, Varaeg kalyonlarına gittiler, ikisini aldılar ve Saevi­ darsund'a [Altın Boynuz] doğru kürek çektiler. Ve boğazın ağzında gerili demir zincire geldiklerinde, Harald adamlarına küreklerine asılmalarını ve kü­ rek çekmeyenlerin de kıça koşup her birinin çuvalını yanına almasını söyledi. Böylece zincire doğru gitti­ ler ve gemiler hızlı olduğundan ve hareketleri durdu­ rulduğundan , adamlarına tekrar öne koşmalarını emretti . O zaman Harald'ın olduğu kalyon ileri doğ­ ru atıldı ve zincirin üstünden kayıp geçti, fakat öteki kalyon demir zincire takıldı ve omurgasını kırdı ve bazıları sudan toplansa da çoğu boğuldu. Böylece Harald Micklegarth' dan [Konstantinopolis] çıktı ve böylece Karadeniz'e girdi . Ama yelken açıp karadan uzaklaşmadan önce kızı kıyıya çıkardı ve yanına Micklegarth 'a kadar adam verdi . . * .

.. Harald Hardrade (Acımasız) , bir süre yağmacı akınlarıyla Ba ltık Denizi ile Karadeniz adasında ilişki başlatan İ skandinav Va raeg askeri elitinden­ di. Dinyeper üstendeki Kiev Rus krallığının kurucuları ve Rusya devleti­ nin kurucu atal arı onlardı. Norveç'te doğan Hardrade on beş yaşında Danlara karşı kaybedilen Stiklestad Savaşı'nda ( 1 03 0 ) savaştı ve Kiev'de­ ki Akıllı Ya roslav'ın sa rayına kaçtı. Sonra imparator iV. M iha il zamanın­ da Bizans hizmetine girdi ve Sicilya'dan Filistin ' s kadar paralı asker Varaeg birliklerine kumandanlık yaptı. Konstantinopolis'ten kaçtıktan sonra Hardrade Kiev'e döndü, Yaroslav'ın kızı Elizabet'le ( Altın Güverteli Kız) evlendi ve Norveç tahtına çıkmak üzere kuzeye gitti. 1 066'da İ ngiltere'yi fethetmek için savaşırken Stam­ ford Köprüsü 'nde öldürü lene kadar Norveç 'te krallık yaptı.

338

Zincir 1 203 'de saldıran Haçlıları durdurmak için tek­ rar, boşuna kullanılmıştı. Ve son gerilişi Konstantinopo­ lis 'in son defa 1 4 5 3 'de Osmanlı Türklerince kuşatılması sı­ rasındaydı. ' Fatih' il. Mehmet'in donanması zinciri doğru­ dan geçemedi ve Padişah kumandayı k üçük düşen amirali Baltaoğl u ' ndan alarak Zincir'i geçmek üzere kendisi plan yaptı . D onanma Altın Boynuz'a denizden giremiyorsa ka­ radan girerdi. Beşiktaş 'tan tepeye tırmanan iki mil uzunlu­ ğunda kaygan kerestelerden bir yol yapıldı ve bir kaç gün sonra şehrin Yunanlı savunucuları surlardan Altın Boy­ nuz'un doğusundaki tepenin arkasından yavaş yavaş orta­ ya çıkan direkleri görüp şaşırdılar. Yel kenler açılmış, da­ vullar çalıyordu ve yetmiş Türk savaş gemisi tepeden yuka­ rıya ve aşağıya çekildi, Altın Boynuz sularına indirilip Bi­ zans duvarlarının altına bağlandı . O andan sonra Konstan­ tinopolis'in düşmesi, Bizans İmparatorluğu'nun sonunun gelmesi ve Müslümanların ve Osmanlıların zaferi yalnızca zamana kalmıştı . Bu siyah halkalar gerçekten Leo Isaurian'ın bin üç yüz yıl önce yapılmasını emrettiği, Harald'ın Norveç'e dönerken gemileriyle çarptığı Zincir'e mi ait? Pek olur gibi deği l . Zincir kopar, demir paslanır v e halkaların sık s ı k değiştiril­ mesi gerekir. Ama gene de bu düşünce bildik felsefe bilme­ cesini hatırlatıyor: Yüzyıllar boyunca her halka yenilenmiş olsa da, özünde o gene Zincir'in kendisidir. Bütün Karadeniz çevresinde, tarihini okuyup ören yer­ lerini dolaşır ve insanlarıyla konuşurken, eski sözü hatırla­ dım: " Bu dedemin baltası. Babam ona yeni sap takmış, ben de yeni baş taktım . " Konstaritinopolis Zinciri hakkındaki gerçek de böyle . Ama etnik kimlikler hakkındaki gerçek de aynı; gerçek Pontus Rum'u, gerçek İskit, Kazak, Romen , Abhaz ve Ukraynalı olma iddiaları hakkındaki tek bilgece görüş de bu. 'Yerli' dillerini sevip canlandıranların ataları genellikle başka dil konuş uyorlardı . ' Saf' soy iddiasında bulunanlar, 339

geneti k anlamda aynı derecede melezdir. Abhazlar gibi ya­ lıtılmış bir dağ halkı bile soyağacında -yüzyıllardır dalla­ nıp budaklanan aile ağaçlarını kurtarıp incelemeyi becere­ bilirlerse- bir Rum garson, Yahudi seyyar satıcı, Mingrel sığır cambazı, Rus subayın dulu, Ermeni tenekeci, Çerkez köle, Doğu Alanlarından eşkıya, İranlı mülteci, Arap ka­ dıyla karşılaşacaktır. Daima ' ülkemiz'de yaşadığını iddia edenlere genellikle çok da uzağa gitmeyen geçmişte, Lazlar, Tatarlar veya Aşağı Don havzasının bütün halkı için oldu­ ğu gibi, başka yerde yaşamış oldukları gösterilebilir. Etnik kimliğin kanıtı olarak ileri sürülen ortak kültür portresi bile, genellikle katı gerçeğin ilk dile getirilişiyle eri­ yip dağılır. Pontus Rumlarının " yurt Hellas'tır " anlayışı çoğunun Yunanca konuşamayışı, Rusya 'da eğitim gördü­ ğü, Türkler, İranlılar, Kartveller ve Slavlarla biyoloj ik karı­ şımlarının marj inal ama üç bin yıldan uzun zamandır sü­ rekli olduğu ve çoğunun zeytin ağaçlarının altında değil Sovyet Orta Asya 'sının deniz rüzgarı altında büyüdüğü gösterilerek çürütülebilir. Eğer aklınız başınızda değilse, Simferopol dışında boş arazide evlerini inşa eden Kırım Tatarlarının yanına gidip yakıcı yurt ve etnik kimlik bağlılıklarının yanlış olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunu kanıtlarla da destekleyebilirsiniz. Altınordu Tatarlarının Moğol dillerini değiştirip yerli Kıp­ çak Türkçe'sini benimsediklerini, şamanlığı terk edip Müs­ lümanl ığı kabul ettiklerini, sürekli Türk ve Ruslarla bir arada büyüdüklerini ve -Yunanlılar gibi, aynı traj ik sürgün nedeniyle- 'doğum yerleri'nin genellikle Kırım değil, Kaza­ kistan veya Özbekistan olduğunu hatırlatabilirsiniz. Ama Yunanlılar için de, Tatarlar için de durumu anlamıyorsu­ nuz demektir. Geleneğin yanlış veya icat edilmiş olduğunu göstermek ' hikayenin sonunu getirmiyor. Ulusal bağımsızlık iddiası, ulusal tari hi meşrulaştıran değişkenin -genellikle olduğu gibi- kısmen veya bütünüyle gerçek dışı olmasıyla geri alınmıyor. Ayrı bir kültürel geleneğe, ' etnik kimliğe' ait 340

olunduğu duygusu, nesnel bir toplumsal-siyasal olgu haline gel diği için, süslenmek üzere ne yalanlar söylendiği önem taşımadan öznel olarak gerçek oluyor. Dedenin baltası ma­ sanın üstünde duruyor, parlıyor, keskin ve çok somut. Bu kitap kimlikler ve aynı zamanda kimlikleri büyüten veya çarpıtan aynalar - ulusçuluğun sahte kılıkları üstüne. Eric Hobsbawm, 1 9 8 9 devrim yıllarından beri ısrarla, ta­ rihçinin görevinin daima ulus veya etnisite inşaatında kul­ lanılan mitsel öğelerin ifşa edilmesi olduğunu söyledi. Bu özel mücadelede onun kahramanı -ve benim de- T. G. Ma­ saryk'dir. Bu titiz, otoriter, sarsılmaz derecede dürüst insan bağımsız Çekoslovakya'nın babası ve ilk başkanıdır. Ama Masaryk, fırtına sağanağı altında, Çek kültürünün otantik, antik ve özgün olduğunu gösteren 'Libuse Elyazmaları ' epik şiirinin sahte olduğunu ilan etmekten korkmadı. Hobsbawm en çok " Biz ötekilerden farklıyız - ve daha iyiyiz " diye bağıran sesten korkuyor. Karadeniz'de bu ses Rusça, Türkçe veya bazen Rumence, Gürcüce konuşsa da, son yıllarda sık sık duyuluyor. Ama bu içerlerden gelen bir düşünce ve ikincisi, ' üstünlük' ilan edeni, sahil kesiminde pek ağırlık taşımıyor. Burada, farklılıklar kaba ve sayısız ve etnik gerilim her zaman mevcut. Ama her şeyi silip süpüren ahlaki çıkarımlar başka yerde yapılıyor. 'Bizim uygarlığı­ mız' ve 'onların barbarlığı ' arasındaki kutupluluk Olbia ve­ ya Khersonesos'daki İonya kolonilerinde değil, uzaklardaki Atina'da savaş zamanı entelektüellerince icat edildi. Adam Mickiewicz, bir defa gençliğinde birinde de öl­ mek için Karadeniz'e geldiğinde, yüce amacı Polonya 'nın bağımsızlığını ve ulusal varlığını tekrar kazanmak olan Po­ lonyalı yurtsever olarak gelmişti . Ama onun ulusçuluğu es­ ki moda ve ' pre-modern'di ve Polonyalıların başkalarından üstün olduğunu düşünmüyor veya özgür Polonya 'nın tari­ he yeniden dahil olmak için sahte kimlik kağıtları gereksin­ diğini kabul etmiyordu. İnsan imgelemi sonsuz derecede övüngen ve yaratıcıdır, dokusu onları tamamıyla gizleyene kadar kıtaları ve deniz34 1

leri aşar. Fakat tam da entelektüel fetih anında doku aşın­ maya başlar, genişleyen delikler oluşur, rüzgarla uçuşan gevrek ip çilelerinden başka bir şey kalmayacak derecede parçalanır. Ataların_ı n öyle olmasını beklemediği oğul ve kızların yaşadığı bir sahil, balıkları değişen ve her mevsim­ de yollarını değiştiren bir deniz ortaya çıkar. Jorge Luis Borges'in 1 960'da yayımladığı kısa parçalar­ dan oluşan derleme El Hacedor, Suarez Miranda'ya atfedi­ len bir metni de içerir: Viajes de Varones Prudentes; Lerida 1 65 8 . Atıf doğru veya değil, metin tam Borges 'e uygun bir metindir ve -Karadeniz'in hikayesi söz konusu olduğunda­ diyecek başka söz bırakmaz. B İ Lİ M D E KESİNLİK Ü STÜNE

Bu İmparatorluk'ta, Haritacılık Sanatı öylesine bir Mükemmelik'e erişmişti ki, bir tek Eyalet'in hari­ tası bütün bir Şehir'i ve İmparatorluğun Haritası b ü­ tün bir Eyalet'i kaplıyordu. Zamanla, bu Ölçüsüz Hc;ıritalar yetersiz bulundu ve Haritacılık Okulları, İmparatorluk büyüklüğünde olan ve noktası noktası­ na, onunla çakışan bir İmparatorluk Haritası çizdiler. Haritacılık çalışmasına daha az bağlılık duyan Sonra­ ki Kuşaklar, bu aşırı büyütülmüş Harita'nın Yararsız olduğunu düşündüler ve, Saygısızlık da göstererek, onu Güneş'le Kışlar'ın Acımasızlıklarına terk ettiler. Batı çöllerinde hala, Hayvanlar ve Dilencilerin barın­ dığı, parçalanmış Harita Kalıntıları duruyor; tüm ül­ kede Coğrafya Bilim kollarından başka iz kalmamış. *

* Türkçesi: Jorge Luis Borges, Olağanüstü Masallar, çev. Ergün Akça, Mitos Y., 1 9 9 3 ; ' Bilimde Kesinlik Üstüne', s . 1 1 5 , çev. C. B . Aka! ve E. Ö zden. - ç.n.

342

Kronoloji İÖ

8 50-800 İlk İskitlerin Karadeniz steplerinde görünüşü. İÖ Y. 7 5 0-700 İonyalı Yunanlıların Karadeniz kıyılarında ilk ticaret istasyonlarını kurmaları . İÖ Y. 700 Olbia'da Yunan kolonisinin kuruluşu. iö 5 1 2 Perslerin Avrupa'yı ilk işgalleri. Darius, Boğaz'ı ve Tuna 'yı geçerek (Herodotos'a göre ) İskitleri Don steplerinde takip etti. iö 490 Marathon'da Pers ordusu yenildi. iö 4 8 0 Kserkses yönetimindeki ikinci büyük Pers seferi, Salamis deniz savaşında Atina tarafından durduruldu. İÖ Y. 4 80 Kırım ve Taman bölgelerindeki Yunan kolonileri Bosporos devletine katıldı. iö 4 7 2 Atina'da Aeiskhylos'un Persler oyununun ilk oynanışı . İÖ Y. 4 5 0 Herodotos Olbia'yı ziyaret etti ve ardından Tarih'i yazmaya başladı. iö 4 4 0- 3 7 ( ? ) Perikles Karadeniz kıyısındaki Yunan kolonilerini Atina adına ele geçirmek için donanma yolladı. iö 4 3 8 Bosporos Krallığı, Pantikapaion'da Spartokos hanedanı. Y.

343

iö 4 3 2 iö iö iö iö İÖ

Atina 'da Parthenon'un tamamlanması. 43 1 Euripides'in Medeia oyununun ilk kez oynanması. 4 3 1 -404 Peloponnesos savaşları. 3 56 Büyük İskender'in Makedonya 'da doğuşu. 3 34 İskender İssos'da Persleri yendi. 3 23 İskender'in ölümü.

İÖ ÜÇÜNCÜ YÜZYI L Sarmat halklar Karadeniz steplerine giriyorlar ve İskitleri batıya itiyorlar. İÖ r o 7 Sonuncu Peirisades'in ölümü; Pontos kralı Mithradates Eupator Bosporos kralı oldu. İÖ 63 Pompeius yönetimindeki Roma ordusu karşısındaki yenilgiden sonra Mithradates'in Pantikapaion'da ölmesi. Bosporos Krallığı Roma'ya bağlandı . Olbia Daçya-Getai ordusu tarafından yağmalandı . İÖ 5 5 vE 5 4 İulius Caesar Roma öncü birliklerini Britanya'ya sokuyor. İÖ 49 Romalıların Galya 'yı fethi tamamlandı. İÖ 44 İulius Caesar yaşam boyu diktatör atandı. İÖ 27 Roma Cumhuriyeti'nin çöküşü, Roma İmparatorluğu'nun başlangıcı . İS Y. 8 Ovidius, imparator Augustus tarafından Roma'dan Tomi'ye ( Constança [Köstence] ) sürüldü. İS 4 3 Roma 'nın Britanya'yı işgali. İS 70 Roma lılar Kudüs'teki tapınağı yıkıyorlar. İS Y. 9 5 Dion Khrysostomos'un Olbia'yı ziyareti.

344

İS Y. 240 Gotlar Karadeniz'e geliyor, buradaki Roma topraklarını işgal ediyorlar. 313

Hıristiyanlığa Roma İmparatorluğu' nda hoşgörü tanınıyor. 3 30

Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'e taşınıyor. 3 70

Hunlar Karadeniz steplerine giriyor ve Roma İmparatorluğu'na saldırıyorlar; Tanais ve Olbia'nın yıkılması. 3 78

Birleşik Vizigot-Sarmat ordusu Romalıları Trakya 'da Adrianapolis'te yendi . 4 10 Vizigotların Roma'yı yağmalaması. Roma birliklerinin Britanya'dan çekilmesi. 5 27 İustinianos Konstantinopolis'te imparator tacını giydi. 610 İmparator Heraklios 'un tahta çıkması; artık imparatorluk 'Bizans' olarak biliniyor. 63 2 Peygamber Muhammed'in ölümü. 64 1 Arapların Mısır fethi ve Mağrib'e girişi.

SEKİZİNCİ YÜZYIL

Hazarlar Karadeniz steplerinde imparatorluk kuruyor ve Bizans İmparatorluğu ile ittifak yapıyor. 8 00 Charlamagne Roma 'da yeni Batı (daha sonra Kutsal Roma ) İmparatoru olarak taç giydi. 862 İskandinavyalı Rurik Rusya 'da Novgorod'u kuruyor. 882 Rus-Viking devletinin başkenti Kiev'e taşındı. 9 60 Piast hanedanından 1. Mieszko Polonya Krallığı'nı kurdu. 99 1 Kievli Vladimir'in Kırım, Khersonesos'da vaftiz olduğu iddiası. 105 5 Doğudan gelen Selçuk Türklerinin Bağdat'ı alışı.

345

107 1

Selçuklular, Doğu Anadolu'da Malazgirt'te Bizans ordusunu yendi . 1096

Birinci Haçlı Seferi .

ÜN İKİNCİ YÜZYI L

Karait Yahudilerinin Kırım'a gelişi. 1 204

Dördüncü Haçlı Seferi; Frank haçlılar tarafından Bizans işgal ve yağma ediliyor. Aleksios Komnenos Trabzon'da Büyük Komnenos İmparatorluğu'nu kurdu.

Y. 1 204

Venedikliler Kırım, Soldaia'da ( S udak) koloni kuruyor. 1 206

Cengiz Han yönetimindeki Moğolların Asya'yı işgali. 1 23 4

Çin'in Moğollar tarafından fethi; Çin hanedanının devrilmesi. 1 23 6

Moğolların Rusya'yı fethi.

Y. 1 240

Batu Han Altın Ordu'yu aşağı Volga'ya yerleştiriyor. 1 24 1

Tatar-Moğolların Avrupa 'ya girişi. 125 3

Frer Willem van Rubroek ( Rubruqusis ) Batu Han'ı ziyarete çıkıyor. 1261

Konstantinopolis'te Bizans İmparatorluğu'nun yeniden kuruluşu. 1 2 64

Kubilay Han Çin'de Yuan (Moğol) hanedanını kuruyor. 1 27 5

Venedikli Marko Polo'nun Çin'e varışı.

Y. 1 2 8 0

Kırım, Kefe'de Cenova kolonisinin kuruluşu. 1 296

Venedik donanması Kefe'de Cenevizlere saldırıyor. 1 347

Kara Ölüm Kefe'ye ulaşıyor, sonra Avrupa'ya yayılıyor. 1 3 80

Timur fetih seferlerine başlıyor.

346

1398

Timur Don'da Tana'yı yağmalıyor, Hindistan'ı işgal ediyor.

1 4 40- 1 4 4 4

Kırım Tatar Hanlığı'nın Giray hanedanı yönetiminde Altın Ordu'dan ayrılıp kuruluşu. 1453

Osmanlı Türkleri Fatih Sultan Mehmet yönetiminde Konstantinopolis'i aldı. 1461

Tra bzon Türklere teslim oldu. 1475

Mangup-Theodoros, Kefe, Tana vb'nin Türk ve Tatarlarca alınışı. 1478

Çar III. İvan Moğol-Tatarları yeniyor. 1 5 69

Lublin Birliği Polonya-Litvanya devletler-topluluğunu tamamlıyor.

1 63 7

Kazaklar Azak'ı Türklerden alıyor ama gene kaybediyor. 1 69 3

Büyük Petro Azak Denizi, Taganrog'da Rus donanması kuruyor. 1 69 6

Petro Azak'ı aldı.

1 772

Polonya'nın birinci paylaşılması. 1 774

Küçük Kaynarca Anlaşması; Rusya, O smanlı Türklerini Karadeniz sahilinin bir bölümünden çıkarıyor. 1 78 3

İmparatoriçe il. ( Büyük ) Katerina Kırım'ı ilhak ediyor; bağımsız Tatar Hanlığı 'nın sonu.

1 789

Fransız D evrimi.

1 790

Rusya Tuna a ğzındaki Türk şehri İzmail'e saldırıyor.

1 79 2

Türkiye ile Rusya arasında Yaş Anlaşması; Rus sınırı Karadeniz'de Dinyester'e kadar uzanıyor.

347

1793

Polonya'nın ikinci paylaşılması.

1794

Odessa'nın kuruluşu. 1 79 5

Polonya'nın Rusya, Prusya ve Avusturya arasında üçüncü (ve son defa ) paylaşılması.

1815

Viyana Kongresi.

1821

Yunan Bağımsızlık Savaşı . 1 8 25

Adam Mickiewicz'in Kırım1da Odessa'ya sürgünü; Çar 1. Aleksandr'ın ölümü; 1 . Nikolay'ın tahta çıkışı; St. Petersburg'da Dekabrist suikasti .

1 8 2 8 -9

Rus-Türk Savaşı. 1830

Polonya'da Kasım Ayaklanması. 1 84 1

Lermontov Pyatigorsk'ta düelloda öldü. 1 84 8

Türkiye'de Prens Adam Czartoryski tarafından Polonezköy'ün kuruluşu. 1 8 54�1 8 5 6

Kırım Savaşı.

1855

Adam Mickiewicz İstanbul'da öldü. 1 8 63

Polonya'da Ocak Ayaklanması.

1 8 64

Rusya'nın kuzey Kafkasya'yı ilhakı. 1 8 77-8

Rus-Türk Savaşı. 1905

Rusya 'da devrim.

1914

Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması. 1917

Çarlığın yıkılışı; Bolşevik Devrimi.

34 8

1918

Alman ve Habsburg imparatorluklarının yıkılışı; Birinci Dünya Savaşı'nın sonu; Polonya bağımsızlığını kazanıyor. Rus iç savaşına Müttefik müdahalesi başlıyor. 1 9 1 9 - 20

Polonya-Sovyet Savaşı. Ukrayna'nın kısa süreli bağımsızlığı . 1 9 20

Denikin'in Beyaz Ordu'sunun Novorossisk'i boşaltması. Mustafa Kemal'in Türkiye'nin paylaşılmasına karşı Anadolu isyanını örgütlemesi.

1922

Yunanistan'ın Türkiye'yi işgalinin durdurulması.

1923

Türkiye'de cumhuriyet ilan edildi. Yunanistan ile Türkiye arasında nüfus mübadelesi.

1928

Stalin'in Sovyetler Birliği'nde iktidarı ele geçirişi.

193 3

Adolf Hitler'in Almanya 'da şansölye olması.

1 93 9

İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması.

1 94 1

Nazi Almanya'sının Sovyetler Birliği'ni işgali: 1 94 1 - 1 945 Büyük Yurtsever Savaş.

1 94 4

Sovyet kuvvetleri Kırım'ı geri alıyor. Kırım Tatarlarının, Çeçen ve İnguşların sürgünü.

1 94 5

Nazi Almanya'sının çöküşü. Yalta ve Potsdam konferansları.

1 94 9

SSCB'nin güney bölgelerindeki Yunanlıların sürgünü.

1953

Stalin öldü.

1 954

Kırım'ın Nikita Khruşçev tarafından Rusya 'dan ayrılıp Ukrayna'ya bağlanması.

198 5

Mihail Gorbaçov'un Sovyetler Birliği Komünist Partisi ( S BKP) genel sekreteri olması.

1986

Ukrayna, Çernobil'de nükleer enerj i santralinin patlaması.

349

1988

Karadeniz'de stenofor Mnemiopsis leidyi 'nin felaket getirecek derecede yayılması.

1 9 89

Polonya, Macaristan, Doğu Almanya ve Çekoslovakya'da komünist rej imlerin çökmesi. Romanya'da devrim; Başkan Nikolay Çavuşesku' nun ölümü.

1990

Litvanya'nın bağımsızlık ilanı . Gorbaçov'un SSCB Başkanı olması . 199 1

Haziran Boris Yeltsin Rusya Başkanı seçildi . 199 1

Ağustos Gennadi Yanayev ve arkadaşlarının Gorbaçov'e karşı darbesi başarısız kaldı . SBKP'nin askıya alınıp sonra kapatılması .

199 1

Aralık Sovyetler Birliği'nin dağılması. Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldavya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan vb'nin bağımsızlığı . 1992

Abhaz-Gürcü savaşı. Kıyısı bulunan altı devletin katılımıyla Karadeniz'in Korunması Sözleşmesi imzalandı . 1993

Rusya parlamentosunun dağılma hakkındaki başkanlık kararını reddetmesi. Başkan Yeltsin'e bağlı kuvvetlerin parlamentoyu teslim olması için bombalaması. 1 994-5

Rusya ordusunun kuzey Kafkasya'da bağımsızlık ilan eden Çeçenistan'a müdahalesi.

350

Seçilmiş Bibliyografya 'Aer' ( Adam Rzcızewski'nin müstear adı ) . Mick iewicz w Odessie. Varşova, 1 8 9 8 . Aeschylus. Persae. Çev. P. Vellacott. Londra v e New York, 1 99 1 . A llies con tre la R ussie, Les. Çeşitli yazarlar. Paris, 1 926. Apollonius Rhodius. The A rgonautica. Çev. T.C. Seaton. Londra, 1 912. Archeion Pontou ( c . 3 5 ) . Atina, 1 9 79. Barbara, Josafa [Giosafat] , ve Contarini, Ambrogio. Travels to Tana and Persia . Çev. William Thomas. Londra, 1 8 73 . Blanch, Lesley. The Sabres of Paradise. Londra ve New York, 1 960. Blondal, Sigfus. The Varangians of Byzan tium . Cambridge, İngiltere, 1 9 78 . Bogucka, Mari a . W Kr�gu Sarmatyzmu. Varşova, 1 9 74. Swiat Sarmat6w. Varşova, 1 9 9 1 . 'Gesture, Ritual & Social Order i n 16th and 17th-century Poland ' . A Cu ltural History of Gesture, ed. J. Bremmer ve H. Roodenburg, Londra, 1 9 9 1 'de. Borges, Jorge Luis. Obras Comp letas. Buenos Aires, 1 974 . Borj a-Villel, Manuel (ed ) . Krzystof Wodiczko. Barselona, 1 992. Bremner, Robert. Excursions in the ln terior of R ussia . Londra, 1 840. 2 c. Broniowski ( Broniewski ) , Marcin. 'Collections . . . contayning a Description of Tartaria'. Purchas, his Pilgrims . Londra, ed. 1 906, c. 13'de. Bryer, A. A. M . 'Greeks and Turkmens: the Pontic Exception', Dumbarton Oaks Papers No. 29. Washington, DC, 1 9 75 . The Empire of Trebizond and the Pon tos . Londra , 1 9 8 0. Chladwick, H. M . The Heroic Age. Cambridge, İngiltere, 1 9 1 2 . Chapman, Malcolm . Th e Celts: The Construction of a Myth . Londra, 1 9 92. _

_

_

35 1

Chekhov, Anton P. Th e R ussian Master & O ther Stories . Çev. Ronald Hingley. Oxford, 1 9 90. The Steppe & Other Stories . Çev. Ronald Hingley. Oxford, 1 99 1 . The Witch & Other Stories . Çev. C. Garnett. Londra ve New York, 1 9 1 8 . Clot, Andre. Mehmet Il le conqueran t de B yzance. Paris, 1 9 90. Czapska, Maria . Szkice M ickiewiczowskie. Londra, 1 96 3 . Davidson, Allan. A Kipper with M y Tea . Londra v e New York, 1988. Deacon, Margaret. Scientists and the Sea : 1 650-1 900. Academic Press, 1 971 . Deleuze, G. ve Guattari, F. 'Traite de Nomadologie'. Mille Plateaux. Paris, 1 980'de. Denikin, General A. The White Army. Londra, 1 930. Dio Chrysostom. 'Borysthenitica ' . Works, çev. Cahoon ve Lamar Crosby. Londra , 1 940'da. D uker, Abraham. 'Mickiewicz and the Jewish Problem'. Bkz. Kridl'de. Euripides. Medea. Çev. Philip Vellacott. Londra ve New York, 1 96 3 . Feschbach, Murray, v e Friendly, Arthur. Eco cide i n th e USSR . Londra, 1 992. Feurstein, Wolfgang. "'Völker der Kolchis " . Aspekte Ihrer Mythologie'. Caucasologie et mytho logie comparee, ed. Catherine Paris. Paris, 1 99 1 'de. 'Lazische Ortsnamen' . Studia Caucasologica 1. Oslo, 1 9 8 8 ' de. Fisher, Alan. Th e Crimean Tatars. Palo Alto, California, 1 9 7 8 . Franklin, Simon. 'Literacy and Documentation in Early Mediaeval Russia '. Speculum ( Cambridge, Mass. ) , c. 60, Ocak 1 9 8 5 . Gimbutas, Marija. The Goddesses and G o ds o f O ld Europe. Londra ve New York, 1 9 92. Greeks in the Black Sea, The. Ed. Marianna Koromila. Atina, 1 99 1 . Hail, Edith. ln ven ting th e Barbarian . Oxford, 1 9 8 9 . Hartog, François. The Mirror o f Herodotus . Çev. Janet Lloyd . Berkeley, California, 1 9 8 8 . Herlihy, Patricia. Odessa, a History: 1 794- 1 9 1 4 . Cambridge, Mass. 1 9 86. Herodotus. Histories . Çev. A. D . Godley. Ca mbridge, Mass. ve Londra, 1 990.

_

_

_

352

Herrin, Judith. Th e Formation of Christen dom . Princeton, 1 9 8 7. Herzen, Alexander. From th e Other Shore. Çev. Moura Bud berg. Londra ve New York, 1 95 6 . Hippocrates ( sahte ) . Airs, Waters, Places . Çev. W. H. Jones v e E. T. Withington. Londra, 1 922-3 1 . History of Poland. Aleksander Gieysztor vd. Varşova, 1 9 79 . Iskander, Fazil. Sandro of Chegem. Çev. Susan Brownsberger. Londra ve New York, 1 9 9 3 . lstorich eskaya G eografia Dona i Severnogo Kavkaza. Ed. Maximenko & Korolev. Rostov, 1 992. Jastruiı, Mieczyslaw. Mick iewicz. Almanca'ya çev. C. Poralla. Bedin, 1 95 3 . Journal o f R efugee Studies. Special Issue: The Odyssey o f the Pontic Greeks. C. 4, No. 4, 1 99 1 . Oxford. Kemal, Yashar. The Sea- Crossed Fisherman. Çev. T. Kemal. Londra ve New York, 1 9 8 5 [Yaşar Kemal, Deniz Küstü, Adam Y., İstanbul, 1 99 8 ] . Kleiner, Juliusz. M ickiewicz. Tom 1 Dzieje Gustawa. Lublin, -

1 94 8 .

Krasnov, Piotr N . From Two-Headed Eagle to Red Flag. C . 4 . Londra, 1 923 . Kostia th e Cossack . Londra, 1 9 3 1 . Kridl, Manfred (ed. ) . A dam Mick iewicz, Poet of Poland. Londra ve New York, 1 95 1 . Lermontov, M . Yu. Stichotvorenya ı828-4 1 . Moskova, 1 96 1 . Major Poetical Works. Çev. Anatoly Liberman. Londra,

_

_

1 983. _

A Hero of Our Time. Çev. Vladimir v e Dmitri Na bokov.

Londra ve New York, 1 99 2 . Magris, Claudio. Inferen ces (rom a Sahre. Edinburgh, 1 9 9 0 . D a n u b e . Londra ve New York, 1 9 9 0 . Mallory, ]. P. ln Search o f the Indo-Europeans. Londra ve New York, 1 9 8 9 . Mandelstam, Osip. Selected Poems. Çev. Clarence Brown v e W. S . Merwin. Oxford, 1 9 73. Mankowski, Tadeusz. G enealogia Sarmatyzmu. Varşova, 1 946 . Mickiewicz, Adam. Dziela Poetyckie (4 c. ) . Varşova, 1 9 7 3 . D rames Po lonais . Paris, 1 8 6 7 . Miller, A. A. Kratkiy o tchet o rab o tach Severo-Kavkazsk oy Ekspeditsii. GAIMK, 1 92 6 . _

_

353

_

Arkhaeologichesk iye raboty Severo-Kavkazs k oy Ekspeditsii.

GAIMK, 1 929. Miller, Mikhail. A rchaeology i n the USSR. Londra, 1 95 6 . Milner, Rev. T. The Crimea. Londra, 1 85 5 . Mitchison, Naomi. The Corn King and th e Spring Queen ( 1 9 3 1 ) . Tıpkıbasım: Edinburgh, 1 990. Mongait, A. L. Archaeo logy in th e USSR . Çev. M . W. Thompson. Londra, 1 96 1 . Morgan, David. The Mongols. Oxford, 1 9 8 6 . Ocherk i Istorii Azova. Çeşitli yazarlar. Azovskii Krayevedcheskii Muzei, 1 9 92. Oliphant, Laurence. The R ussian Shores of th e B lack Sea in the A u tumn of 1 853 . Londra, 1 8 5 3 . Ovid (P. Ovidius Naso ) . 'Tristia e x Ponto'. Works ( C. 6 ) . Çev. A. L. Wheeler. Cambridge, Mass. ve Londra, 1 9 8 8 . Pagden, Anthony. European Encounters with the New World. New Haven, Conn. , 1 99 3 . Paustovsky, Konstantin. Story of a Life ( 5 c. ) . Çev. Manya Harari ve Andrew Thomson. Londra ve New York, 1 967- 8 . Pruszyfıski, Ksawery. Opowieseo Mick iewiczu. Varşova, 1 956. Randsborg, K. 'Barbarians, Classical Anriquity and the Rise of Western Europe' . Past & Present, Oxford, No. 1 3 7, Kasım 1 992. Ratchnevsky, Paul . Genghis Khan . Oxford, 1 9 9 1 . Rawson, Claude. 'Agamemnon, Smith and Thomson' . Landon Review of B ooks, 9 Nisan 1 9 92'de. Robb, Graham. Balzac. Londra ve New York, 1 994. Rolle, Renate. The World of the Scythians. Londra ve New York, 1 989. Rostovtzeff, M. Iranians and Greeks in South R ussia. Oxford, 1 922. Rubruck ( Rubruqis ) , Friar William de. 'Journal ' . Travels of Sir ]ohn Mandeville. Tıpkıbasım: New York, 1 964'de. Salway, Peter. R oman B ritain . Oxford, 1 9 8 5 . Science of th e Sea, Th e. Ed. C . P. Idyll. Londra, 1 970. Slowacki, Juliusz. Briefe an die Mutter. Çev. Roswitha Matwin­ Buschmann. Bedin, 1 9 84. Strabo. Geography (c. 3 ) . Cambridge, Mass. ve Londra, 1 9 8 3 . Struve, Joseph C . von ( Anon. ) . Travels in the Crimea, a History of th e Embassy (rom Petersburg to Constantinople in l 793 .

Londra , 1 8 02.

354

Sturluson, Snorri. Heimskringla. Tıpkıbasım: New York, 1 99 1 . Sulimirski, Tadeusz. The Sarmatians . Thames & Hudson 1 9 70. 'Sarmaci ' . Varşova, 1 9 79 . Symeon the New Theologian. 'Hymnes'. Sources Chretiennes No. 156; 174; 1 9"6 . Paris, 1 96 9-73 . Taylar, Timothy (ve T. Sulimirski) . 'The Scythians'. Cambridge Ancien t History (2. ed . ) 1 9 9 1 'de Bölüm. 'The Gundestrup Cauldron' . Scientifıc American , Mart 1 992'de makale. 'Thracians, Scythians and D acians'. Oxford Illustrated Preh istory of Europe, 1 994. 'Scythian and Sarmatian Art'. Dictionary of Art. Macmillan, 1 99 6 'da yayınlanacak Bölüm. Trigger, Bruce G. A History of A rchaeological Thought. Cambridge, İngiltere, 1 9 8 9 . Troyat, Herıri. Pouch k ine. Paris, 1 95 3 . Ulewicz, Tadeusz. Sarmacja: studium z problematyki slowiafısk iej xv i xvi wieku . Harkov, 1 950. Vigny, Alfred de. Servitude et grandeur militaires . Oeuvres completes. Paris, 1 94 8 . Wra ngel, Baron P. N. Memoirs. Londra, 1 929. Zamoyski, Adam. The Last King o f Poland. Londra, 1 992. _

_

_

_

355

Dizin Abinsk 2 6 8 Abhazya 1 1 , 1 6, 1 9, 2 4 , 2 3 8 , 239, 246 , 253, 305, 3 07, 3 0 8 , 3 1 1 , 3 1 3 , 3 1 4; dil 253; Gürcistan'la savaş 305, 3 0 7; tarih 3 0 7; beslenme 3 1 2; arşivlerin tahribi 3 1 6; kültür siyaseti 3 1 8 ; kirlenme 3 3 5 Abrau-Dyurso 2 70 Açandara 3 1 1 , 3 1 2, 3 1 3 Acosta, J . d e 9 1 Adampol ( bkz. Polonezköy) Adige, ırmak 45 Adigeler 3 0 8 Adriyatik Denizi 1 26, 224, 3 02 Afrikanerler 1 32 Agamede 8 8 Agamemnon 8 9 Ahamenidler ( İran) 76 Aietes, Kral 322 Aiskhylos 74, 86, 8 7, 89 Akaba, Dr. Natella 309, 3 1 0, 319 Akdeniz köle ticareti 1 22, 1 2 8 Akha Birliği 2 6 7 Akhilleus 9 7, 1 63 Ahmatova, Anna 23 akıntılar ( İstanbul Boğazı ) 14 Akkerman 1 0 8 , 205 Aksay feri botu 1 5 8

Alanlar ( ayrıca bkz. Sarmatlar) 2 8 1 , 298, 303 Albiciler 39 Alençon 3 0 1 Aleksandr 1 . , Çar 1 34, 1 94, 1 9 8 , 202, 2 1 0 Aleksandr il. , Çar 49 Aleksey, Patrik 6 7, 96 Aleksios III, Tra bzon İmparatoru 230, 235 Almanya 32, 45, 1 29, 1 42, 24 1 , 243 , 257, 2 9 1 , 336; ve Kırım 45; SSCB'ni işgal 45; yenilgisi ( 1 9 1 8 ) 223; diaspora 24 1 ; ve Reformasyon 291 Altay Dağları 1 07 Altın Boynuz 325, 3 3 7, 3 3 8 , 339 Altınordu 3 3 , 35, 36, 8 3 , 1 05, 1 24, 1 26, 1 44, 340 Altın Post 20, 253, 3 1 0, 322 Alupka 1 8 6 Aluşta 30, 303 Amage 156 Amazonlar 145, 1 46, 149, 1 50, 1 56 Amerika Bağımsızlık Bildirisi 1 2 1 , 1 72 Amerika Birleşik Devletleri 327 Ammianus Marcellinus 87

357

Azak Denizi 1 8 , 3 4 , 3 6 , 84, 1 05, 1 0 8 , 1 1 9, 1 2 1 , 1 22, 1 23, 1 24, 1 26, 1 2 8, 1 29 , 1 46, 1 5 6, 202, 235, 2 3 8 , 271 , 272, 273, 2 75, 278, 279, 323, 327, 3 3 5

Anadolu 1 9 , 1 29, 1 4 9 , 225, 226 , 235, 23 8, 247, 25 1 , 254, 282, 3 3 1 Anapa 1 08 , 1 1 6, 1 1 8 , 1 3 8 , 1 4 1 , 1 84, 246, 26 8 , 271 Anderson, Benedict 2 8 7, 2 8 8 Anikeev, Danışman 1 74, 1 75 Ankara 225 Antae 2 9 8 , 300, 302 Aphrodite 1 5 7, 276 Apollonius Rhodius Aporia 79, 80, 86 Araplar 253, 3 3 7 Araş 3 1 7 Ardeşen 249 Argo 1 9 Argonautlar 1 4 , 322 Arimasplar 85 arkeoloji 1 0, 1 1 , 4 1 , 45, 64, 65, 74, 80, 95, 96, 1 02, 1 03 , 1 06, 1 0 8 , 1 2 1 , 1 46 , 1 50, 1 52, 1 5 9, 1 6 9, 1 72, 2 8 3 Arthur, Kral 2 8 8 Askalon 1 5 7 Askania Nova 8 3 , 8 4 Aşik 2 8 3 , 284 Atatürk, Mustafa Kemal 2 1 5, 226, 250 Atlantik Okyanusu 8 3 , 1 1 1 Auden, W. H. 225 Augustus, İmparator 92, 9 3 , 1 56, 2 8 9 Aures Dağları 1 1 3 Avrupa Birliği 80, 3 3 1 Avusturya-Macaristan 1 29 Ayıbalığı 323 Aya Sofya (Trabzon ) 229 Ayu Dağı 204 Azak 36, 1 25 , 1 2 8 , 1 3 0, 1 4 1 , 1 6 3 , 1 74, 1 75, 271 , 278 , 302, 323

'baba' Kıpçak dikili taşları 1 66 Babel, İsaak 1 32, 1 34, 1 3 6, 1 82, 3 1 3 Bahçesaray 32, 3 6 , 3 8 , 40, 4 7, 203, 207 Baktria 2 8 1 Balaklava 62, 1 25, 2 75 Balcomie 1 1 4, 1 1 5 , 1 1 7 Balık 1 9, 3 3 0, 332, 334 Baltaoğlu, Amiral 3 3 9 Baltık Denizi 1 7, 2 8 , 3 0 , 1 1 1 , 224, 2 8 9 Balzac, Honore d e 1 93 , 2 1 3 , 214 Bar Konfederasyonu 1 9 7, 2 1 0, 21 1 , 287 'barbar işgalleri' 1 1 1 ' barbarlık' 20, 24; Rusya'da 66; Yunan düşüncesi 7 1 , 74; Yunan tiyatrosu 8 7; Hartog 1 06; nostalj isi 1 1 2; modern kült 1 42, 143 Barbaro, Frer G. 1 05, 1 66 , 1 6 7, 1 6 8 Barnabas, keşiş 234 Batory, Stefan Kral 43 Batu Han 33 Batum 1 9, 2 1 , 223 Belçika 1 .3 7, 1 8 1 , 1 8 2 Belgrat 1 3 2 Belsk 1 06, 1 1 0 Ben Bella 3 1 9 Benckendorff, Kont 1 99 , 2 1 2

358

Berdiçev 2 1 3 Berezan Adası 94 Beria, Lavrenti 225, 256, 269 Beserabya 2 9 1 Bestuj ev, M. 201 Beşiktaş 2 1 8 , 3 3 7, 339 Beş Kardeşler (kurganlar) 1 6 3 , 1 64, 279 Beyaz Rus 1 9 1 bilim, Rus anlayışı 1 5 , 2 1 , 52, 1 20 Birleşmiş Milletler 264, 3 1 1 , 3 2 1 , 322, 3 2 8 , 3 3 6 Bismarck, O. von 243 Bithynia 1 0 1 Bizans İmparatorluğu 3 3 , 3 8 , 42, 43, 6 3 , 72, 1 23 , 1 24 , 202, 226, 230, 2 3 1 , 248 , 326, 3 3 7, 3 3 9 Bizantoloj i 1 0, 3 0 , 6 7, 1 60 Bizantium (ayrıca bkz. İstanbul, Konstantinopolis) Blok, Aleksandr 1 4 2 Bobrinskoy, Kont 1 4 8 , 1 5 8 Boffa, G . 1 8 5 Boğazlar 1 4, 1 2 8 , 1 8 1 Bohemya 256, 2 9 1 , 302 Bokser Ayaklanması 142 Bolşevikler 58, 1 32 , 23 8 Borges, Jorge Luis 342 Borysthenes ( bkz. Dinyeper, Olbi a ) 9 7 Bosna 1 3 3 , 260 Bosporos Krallığı 24, 1 09, 1 23 , 1 5 3 , 1 54 , 1 5 6, 1 69 , 1 71 , 2 6 7, 26 8 , 2 76 , 2 77, 2 7 8 , 2 8 0 , 282, 2 84, 2 85 , 2 8 6 , 292, 2 9 8 , 2 9 9 , 3 1 9 Boswell, James 8 2 Boşniak 2 0 3 , 2 0 9 , 2 1 0, 2 1 1 Boudicca ( Boadice a ) 8 7

359

Brej nev, Leonid 67, 1 3 3, 269, 2 70, 276, 309, 329 Britanya 73, 8 7, 1 03 , 1 1 3 , 1 32, 1 72, 1 73 , 2 6 8 , 274, 2 8 8 , 296, 3 0 1 , 309 Britanya Arkeoloj i Kurulu 1 72 British Museum 2 77 Broniewski, Marcin 43 Brooke, Rupert 224 Brun ( arkeolog) 44 Bryer, Profesör Anthony 1 O, 230, 23 1 , 236, 247 Budapeşte 1 55, 243 Budinler 1 06 Budenni, Mareşal S. 1 32 Bug lrmağı 94, 95, 9 8 , 1 0 8 Buğday l OS, 1 74, 278 Bulgaristan 1 6, 1 9, 24, 236, 336 Burgaz 2 1 9 , 220, 22 1 , 222, 223, 324 Bursa (Prusa ) 96 Busbecq, G. de 44 Buzul Çağı 322, 3 3 3 Bükreş 222 Byron, Lord G., Don ]uan 1 29 , 1 30, 1 8 8 , 1 96, 207 Caddy, J. F. 1 O Cadiz 8 3 Casas, B. d e l a s 9 0 Cassis 1 4 Cattley, Bayan 277 Cengiz Han 33, 1 23, 1 2 7 Cenova 3 7, 1 22, 1 24, 1 26 Cezayir 52, 207, 3 1 9 Chadwick, H . M., The Heroic Age 8 1 , 82 Chapman, M. The Celts 1 00 Charles V., İmparator 90 Clark, Bruce 143

Constanta (Köstence ) 2 1 , 92 Culme-Seymour, Amiral M. 5 7, 5 8 , 269 Cuma ( Sibyl ) 2 8 3 Czaykowski, Michal ( bkz. Sadık Paşa ) 2 1 8 Czartoryski, Prens Adams 2 1 4 , 2 1 5 , 2 1 9, 220 Czçstochowa 21 5 Çanakkale 2 3 8 Çamlıhemşin 252 Çavuşesku, N. 326 Çeçenistan 1 1 4, 3 1 5 Çeçenler 2 3 9 Çehov, Anton 84, 1 71 , 1 72, 1 73 , 321 'Çeka' 47 Çekçe dil, kültür 256 Çekoslovakya 34 1 , 350 Çelikkale, Prof. M. 330, 3 3 1 Çerkovitz, S. 2 1 2 Çernobil 325 Çesnok, V.F. 1 1 , 1 1 9, 1 20, 1 2 1 , 1 22 Çin 33; İpek Yolu 34, 1 22, 1 25; ve göçmenler 7 1 ; Alman müdahalesi 1 42; Alanlar 303 Çufutkale 40, 203 Daçya 95 Dağıstan 1 1 4 Daily News 274 Darbe, Ağustos 1 99 1 (Moskova) 30, 53, 60, 6 1 , 62 Darius 1, Pers İmparatoru 77, 79 dedektörcüler 1 73 Dee, John 2 8 8 Deka bristler 202, 203, 204 Deleuze, G. 78

Denikin, General A. 27, 54, 55, 5 8 , 59, 269 Denizaltı, Kazak icadı 1 29 Denizcilik Rehberi, Karadeniz 54, 272 Deribasovskaya Caddesi, Odessa 1 02 'devrilme' 3 3 3 Devrim: Amerikan 293; Rus 27, 2 8 , 47, 54, 8 3 , 96, 1 32, 1 34, 1 3 5, 1 3 6; Fransız 1 79, 259, 293 diasporalar 25 1 Didamangisa 252 Dinyeper, ırmak 9 , 1 6 , 20, 24, 3 7, 64, 65, 73, 8 3 , 94, 9 7, 9 8 , 1 06 , 1 29, 1 5 3 Dinyester, ırmak, 1 6 , 20, 73, 1 82, 1 8 7; kirlilik 325, 326 Dion Khrysostomos 3 7, 96, 9 7, 99, 1 0 1 , 1 09 , 305 Diodoros Sikeliotes 1 50 Dionysos Gizemleri 8 0 Dioskourias ( Sohum) 2 5 3 , 3 1 0, 3 1 6 Dm itri Şostak oviç (gemi ) 1 78 Dmowski, Roman 208 ONA çözümlemeleri 296 'doğal' nostaljisi 20 Doğu Almanya 1 5 5 Don, ırmak 9, 1 0, 1 6 , 1 8 , 24, 78, 94, 1 05 , 1 0 8 , 1 1 9 , 1 2 1 , 1 22, 1 2 3 , 1 24, 1 2 8 , 1 3 1 , 1 35 , 1 40, 1 4 1 , 1 6 3, 326, 335 Donets, ırma k 1 2 1 Donets, endüstri havzası 1 8 1 dövmecilik 1 07 Dresden 1 9 8 , 200, 295 Dumlupınar, savaşı 226 D undee 1 1 7

360

düalizm 82, 201 Dünya Bankası 332, 333, 336 Dünya Savaşı, 1 . 47, 1 29 , 224, 2 3 6 , 24 1 , 25 0 Dünya Savaşı, i l . 4 0 , 50, 6 5 , 1 93 , 2 3 9 , 242, 306 Dynamis, Kraliçe 15 6 Easaidh Ruadh ( Assaroe ) 1 1 6 Eddalar 259 Edinburgh 78 , 82, 229 Edirne, savaşı 1 8 1 Ege D enizi 23 7 Einsatzgruppe D 49, 275 Eisenstein, Sergey, Potemk in Zırh lısı 1 84 Ekaterinburg ( Sverdlovsk), 4 1 Ekaterinoslav 1 8 6 ekoloj i, Karadeniz'de tehdit 1 0, 1 3 8 , 322, 325, 3 2 8 , 329 , 3 30, 334, 3 3 5 Elbe, ırmak 302 Elgin, Lord 2 74 Elizabeth 1, İngiltere Kraliçesi 289 Elizabeth, Kievli 3 3 8 Empain, Baron 1 8 2 Emperor of lndia 5 7, 5 8 , 5 9 , 269, 2 72 Enareler ( şamanlar) 1 5 7, 1 5 8 'Endurskiler' 3 1 4 Ermeniler 40, 1 3 9, 1 4 3 , 293, 307 Erzurum 2 2 9 Esenç, Tevfik 256, 2 6 3 Eski Krim 3 6 Estonya 62 etnik temizlik 2 3 Etna Dağı 1 8 2 Euripides 74, 8 8 , 1 1 2 Evpatoriya 204, 208

361

Fairbairn, Sir Nicholas 243 Fann, Patricia 24 7 Farmakovsky, Boris 96, 1 02, 1 04 Fedorovsky, Mme N . 1 3 7, 1 3 8 Feduskino 276 Fenianlar 8 1 , 1 1 5, 1 1 6 Feodosia ( ayrıca bkz. Kefe ) 34, 5 8 , 62, 1 26, 303 Feurstein, Wolfgang 1 1 , 256, 2 5 8 , 26 1 , 2 8 8 'Filaretler' 1 8 8 , 1 8 9 Filibe ( Plovdiv ) 236 'Filomatlar' 1 8 8 , 1 8 9 Finch, Sir John 1 5 Finlandiya 260 Finn MacCumhal 8 1 , 1 1 6 Fırtına, ırmak 249, 25 1 , 252 Fisher, Alan, The Crimean Tatars 9, 4 7 Flandra 1 23 Foros 2 8 , 29 Fransa 1 4 , 16, 39, 52, 6 3 , 72, 1 1 7, 1 2 8 , 1 79, 1 8 1 , 1 8 6 , 207, 208, 2 1 9, 224, 2 8 9 , 293, 3 0 1 , 3 3 6 Frank, Jakub 220 Frankistler 220 Frauenfeld, Komiser 48 Fuller, General J . F. C. 79 Fuller, Margaret 1 96 , 2 1 3 Gaelik 8 2 , 1 1 6, 245 Gaelik Ligi 260 Gaeltacht ( İskoç) 82, 290 Gagra 3 1 0 Galiçya ( İspanya ) 3 0 1 Galiçya (Polonya ) 1 79 Galler 260 Galway 224 Gamzakhurdia, Z. 255

Gurzuf 204 Gümüşhane 232, 233, 235, 2 3 7, 252 Gürcistan 1 6 , 1 9, 24, 52, 1 35 , 224, 232, 236, 2 3 7, 2 3 8 , 239, 240, 244, 245, 246 , 249 , 253, 254, 255; Gürcü dili 253, 254, 255, 256, 3 07, 341 ; Abhazya savaşı 305, 3 07, 3 0 8 , 3 1 0, 3 1 1 , 3 1 3, 3 14, 3 3 5 ; Karadeniz'i koruma 3 3 6

Galya 9 1 , 1 1 0, 289, 3 0 1 Gaulle, Charles d e 5 2 Gel encik 5 8 , 246 Gelonos 1 06 Gepidler 2 8 9 Germakoci 252 Gerrhos ülkesi 77 Getai 92, 95, 97, 1 09, 2 8 9 Gimbutas, Marija 1 5 1 , 1 52 Gine Sahili 33 Giray, Mehmet 43 Giresun ( Kerasos ) 227 glasnost 29 Globa 1 74 Goethe, W. Von 207 Golitsyn, Prenses 204 Gorbaçov, Mihail S. 27, 2 8 , 6 1 , 6 2 , 246 Gorgippia (Anapa ) 1 08 , 1 1 6 gorytus (kase) 1 6 3 , 1 64, 279, 280 Gotlar 35, 3 6 , 42, 44, 64, 9 5 , 1 23 , 266, 2 8 3 , 2 8 5 , 2 8 6 , 2 8 9 , 303 Gotik (dil) 42; Gotik stili 267 'Gotland' 45, 49 göç kuramı 65 göçebelik 76 , 79, 1 04, 1 05, 1 52, 3 0 1 göçebe bilimi 78 göçebeler 20, 22, 1 04, 1 05; Avrasya 'nın işgali 64, 78 göçmenler 5 1 , 1 3 9, 2 1 9 , 242, 243 , 246 , 297, 307 Griboyedov, A. 203 Grigorenko, Albay P. 51 Gudauta 308, 3 1 0 Guguev, Y. 1 1 , 1 5 8 , 1 5 9 , 1 60, 1 6 8 , 28 1 Gundestrup Kazanı 1 5 7 Gurkin, S . V. 1 75

Habsburg İmparatorluğu 4 5 , 220 Hacı Bey (kale) 1 0 1 Haçlılar, 1 . Sefer 3 8 ; IV. Sefer 1 24, 230, 3 3 9 Hadrian Duvarı 2 9 5 Haldiya 235 Hail, Edith, lnventing the Basbarian 1 0, 8 5 , 8 6 , 8 7, 8 8 , 89 haloklin ( bkz. oksilin) 1 7 hamsi 1 8 , 1 9 , 73 , 1 8 3, 3 3 0, 33 1 , 335 Hanka , Vaclav 260 Hann, Prof. Chris 254 Hafıska-Balzac, Eva 1 93, 2 1 3 , 214 Hardrade, Harald 3 3 7 haritacılık 342 Harkov 1 9 1 , 1 9 7, 2 1 0, 224, 294 Hartog, François, The Mirror of Herodotus 9 , 76, 77, 79, 1 06 , 1 4 9 Hayfa 1 78 Hazine avcılığı 1 66 , 1 6 8 Heimsk ringla 3 3 8 havyar 1 8 , 1 24, 1 26, 273, 278

362

Hayber Geçiti 1 1 3 'hayvan stili' 2 79 Hazar Denizi 3 6 , 1 26 , 265 Hazarlar 22, 3 5 , 3 7, 3 9 , 40, 42, 64, 1 09, 1 40, 1 4 1 Hemşinliler 249 , 25 1 , 252 Henley, Captain J . , RN 57 Herakles 15 3 Herder, Johann 259 Herlihy, Patricia, O dessa, A History 9, 1 8 0 Herodotos 73 , 74, 75, 76 , 77, 78, 79, 8 0, 9 1 , 9 8 , 1 05 , 1 06 , 1 07, 1 4 6 , 1 4 9 , 266, 279, 2 9 7; Amazonlar 145, 146, 1 49 , 1 5 6 Heroson 76 Herzen, Aleksandr, From th e O ther Sh o re, My Past and

historeion ( araştırma ) 91

Hitler, Adolf 23, 45, 46 Hitlerizm 1 32 Hobsbawm, Eric 1 4 1 Hogg, James, Confessions of a ]ustifıed Sinner 1 1 5 Hohenzollernler 224 Hohlweg, Prof. Armin 6 7 Holman, General 5 8 Horenstein, Yüzbaşı M. 222, 223 Hunlar 35, 42, 1 23 , 1 42, 266, 2 8 5 , 2 8 6 , 2 9 8 , 300, 3 02, 303 Husarları, İsrail 22 1 , 222, 223 Hyde, Douglas 260 Hyleia 1 5 3 keni 8 7 ırmak akışları 1 5

Th ough ts 2 7, 1 1 7

Hewitt, Dr. George 1 1 , 262, 263 Hıristiyanlık 22, 64, 6 7, 1 3 0, 206, 3 1 7; Ortodoks 52; Katolik 8 7; Kafkasya 'da 253 Hırvatistan kökenleri 260, 302 Hırvatlar 1 32, 302 hidroj en sülfür 1 7, 3 2 1 , 322, 323, 3 3 3 hieros gamos ( kutsal evlilik ) 9 9 Hieroson 9 9 Higgins, Andrew v e Martha 1 1 Highland ( İskoçya ) 82, 1 1 3 , 245 Himmler, Heinridı 45 Hindistan 1 22, 2 3 6 , 2 52 Hint-Avrupalılar 1 50 Hint-İranlılar ( bkz. İranlılar) 298 Hippokrates, Havalar, Sular, Yerler 1 1 2

İason 1 4, 1 9, 1 1 2, 322 İazyglar 295, 296, 2 9 8 , 3 0 1 İ ç Savaş ( Rusya ) 4 7, 5 4 , 1 32, 239 İlarion, Peder 6 8 "ileri karakol halkları " 72, 1 32, 1 33, 278 İlyada 8 5 , 8 8 , 9 0 İliçevsk 62 'İlluminati' 1 3 3 'İndiabu', Kral 1 6 6, 1 75 İngiltere Harald Hardrade işgali 3 3 8 ; köylü isyanı 1 27; süreklilik 1 64 İnguri Irmağı 307, 3 0 9 İnguşlar 5 1 İngiltere Kilisesi 8 7 İnzov, İvan 1 8 6, 1 8 7 İoannes, Gotya prenspiskoposu 42

363

İpek Yolu 34, 1 22, 1 25, 1 27, 230, 252 İphigenia en Tauris ( Euripides ) 89 İran dil ailesi 1 5 0, 1 54, 1 56 , 2 6 5 , 267; kültür 1 5 0, 1 52, 1 5 3, 1 54, 1 60, 279 İrlanda 1 1 5 , 24 1 , 242, 256, 305 İskender, Büyük 2 8 0 İskender, Fazıl, Çegemli Sandro 240, 3 1 3 İskitler ve Amazonlar 1 46; Kırım İskitleri 35; Yunanlılarla karşılaşma 36, 4 1 , 71 ; dil 65; buğday 73, 75; Herodotos 76, 77, 78; Rus görüşü 1 42; Olbia'da 1 46; kadınların rolü 1 5 1 ; cinsellik 1 53; cenaze törenleri 266 İskoçya 1 1 4, 1 1 5 , 1 1 7, 252, 256 İskoçya Ulusal Partisi 243 İspanya 72 , 90, 1 1 O, 12 7, 3 0 1 İsrail 5 2 , 1 78 , 221 , 223 , 24 1 , 242, 3 1 0 İstanbul (ayrıca bkz. Byzantium, Konstantinopolis) 1 4 , 21 , 1 2 8 , 1 94, 232; Denizcilik Müzesi 337 İsveç 2 8 9 İtalyan dili 1 79 , 3 1 5 İtalya 42, 1 66 , 2 1 3 İulius Caesar, Galya Savaşı 9 1 İustinianos 1.42 İustinianos II. 42 İzmail 1 2 9 İzmir ( Smyrna ) 2 1 9, 2 3 7 Ja botinsky, V. 1 8 2, 202 Jakobinism 294

Japonya 227 J astrzgbski, Eyalet Valisi 2 1 4 Jastrun, M . 2 1 3 Jefowski, J . 1 94, 209 John Paul il, Papa 2 1 5 Johnston, Dr. Samuel 8 2 Kabartaylar 3 0 8 Kabuleti ( Gürcistan) 249 Kaçkar Dağları 249 , 252 kadın: klasik topluluklarda 86, 8 7, 148, 1 49; Amazon mitleri 1 45, 1 5 6 Kadmos 264 kafatası bağlama 302 Kafkasya 2 1 , 59, 64, 1 1 4, 1 1 5 , 1 3 5 , 1 8 � 20 8 , 235, 253, 256 Kagalnik 1 75 Kaliningrad ( Königsberg) 62 Kallistratos 98 kalkan balığı 1 8 , 1 3 1 Kalnişevsky, P. , ataman 1 74, 1 75 Kalusowski 202, 203, 205 Kamçatka 207 Kara Ölüm 1 26, 1 2 7, 1 2 8 Karabağ ( Nagorno- ) 3 1 9 Karadeniz: sahil 1 6 ; kimyası 1 7; oksij ensizlik 1 7; balıkları 1 8 ; Trabzon 1 9; siyasi ve etnik yapı 2 1 ; iklim 8 3 ; ekoloj ik tehdit 1 3 8 ; zehirli atık 323; oşinografi 3 2 8 ; Teknik Ü niversite 3 3 0 ; devrilme 3 3 3 Karadzi6, Vuk 2 6 0 Karagodeuaşkh 2 8 0 Karaimler 3 8 , 3 9 , 4 0 , 203 Kara Ormanlar 1 1 Karpiiıski, Marek 2 8 7

364

Karpat Dağları 1 9, 325 Kartvel dilleri 3 1 5 Karialılar 8 5 Katar 309 Katastrofi ( 1 923 ) 226, 235 Katerina i l . Rus imparatoriçesi 39, 4 1 , 62, 1 0 1 ; Odessa kurucusu 1 02; Yenikale'yi fethi 1 2 8 ; ve Karaimler 140 Kaunas 1 95 , 207 Kavafis, K. 7 1 Kazakistan 5 1 , 24 1 , 244, 24 8 , 340 Kefe ( Feodosia ) 34, 3 7, 1 25 , 1 26 , 1 2 7 Keltler 1 00, 1 1 O Kemal, Yaşar, The Star- Crossed Fisherman [ " Deniz Küstü " ] 325 Kemalizm 250 Kerç Boğazı 1 8 , 1 1 8 , 1 2 3 , 1 2 8 , 271 , 2 8 2 Khersonesos ( Kherson, Korsun) 2 8 , 34, 6 3 , 1 0 8 , 1 56 , 2 8 2 , 3 4 1 Khristoforos, Sumela rahibi 234 Khrysanthos, Metropolit 2 3 7, 247 Khruşçev, Nikita S. 42, 5 1 Kırım 1 0, 1 6, 1 8 , 22, 32, 3 9 , 40, 4 1 , 42, 44, 45, 1 09, 1 26 , 2 0 2 ; Gotlar 4 4 ; Kazaklar 1 74; veba 1 8 0; Vorontsov 1 93 ; Mickiewicz 205; Pontus Rumları 24 1 Kırım Tatarları ( bkz. Tatarlar) 9, 29, 35, 43, 45, 46, 1 24, 1 44, 207, 239, 24 1 , 273, 340 Kırım Savaşı ( 1 854-56 ) 49, 128, 1 8 1

365

'Kırmızı Akıntılar' 323, 325 Kıpçaklar ( bkz. Kumanlar) 166 kıtlık, Rusya ( 1 920-22) 1 3 6, f84 Kikloplar 85 Kimberler 46 Kimmerler 4 1 kimlik sorunları 6 7, 77 Kiselev, Sergey 1 03 Kişinev 1 8 6 Klaipeda (Meme! ) 62 Kleomenes III, Sparta Kralı 266 Klytaimestra 8 9 Knout 1 3 1 kolonyalizm 4 9 Kobiakov 1 4 8 , 1 5 8 , 1 59 , 1 60, 168 Koblenz 1 43 Koh!, J. G. 1 04 Kokoschka 250 kolera 1 82, 223 , 326 Koloxais 1 54 Komünist Parti, Sovyetler Birliği 2 8 , 3 0 , 62, 245 Komnenos, Aleksios, , imparator 1 0, 2 1 , 230, 233, 235 Konarmia 1 32, 1 34 Konstantinos V, Bizans İmparatoru 42 Konstantinos VII, Porphyrogenitus, Bizans İmparotoru 326 Konstantinopolis (ayrıca bkz. Byzantium, İstanbul ) 2 1 , 34, 3 5 , 2 1 7, 230, 23 1 , 326, 3 3 8 ; Haçlılarca alınışı 1 23 , 1 24, 230, 339; Türklerce alınışı 231 339 Kontebbe 1 66, 1 67, 1 6 8 Kore 1 2 7

Korfu 236 Kosciuszko, T. 294 köle ticareti 22, 36, 1 22, 1 2 6 , 1 28 kölelik 1 72, 206 Köylü İsyanı ( İngiltere) 1 27 Krakatoa 334 Krasnodar 26 8 , 276 Krasnov, P.N. 5 5 , 5 6 , 62, 1 32 Kravçuk, Leonid 3 3 6 Kryuçkov, V. 29 Kuban 5 7, 62, 1 0 8 , 1 1 7, 1 35, 1 5 7, 1 65, 2 3 8 Kuban Irmağı 1 6 , 326 Kuczyıiski, Albay 223 Kudrenko, A.I. 1 1 , 74, 75 Kul-Oba 2 79 'Kurgan Kültürü' 1 5 1 Kurganlar 1 64, 1 6 8 ; soygunlar 1 59; Ulskii Aul 1 6 5; Kelermes 1 70; Tolstoya Mogila 280; Gaymanova 280; Çertomlyk 2 8 0; Tsarski Kurgan 2 8 3 , 284 Kumanlar (Kıpçaklar, Polovtsy) 1 63, 1 6 6 Kursk Savaşı 1 2 1 kurultay 6 6 , 292 Kutsal Roma Germen İmparatorluğu 72 Kuzey Denizi 1 6 , 1 1 5 , 3 3 6 Kuzey-Batı sınırı ( Hindistan) 113 Kürtler 252, 252 Kyrillos, St. 22, 1 40, 1 4 1 Kyros, Büyük 1 5 6

Lozan Antlaşması (192 3 ) 226, 238 Latlar 249, 25 1 , 252, 2 5 3 , 254, 255, 256, 2 5 8 , 263 Lazuri 253, 255, 25 7, 2 5 8 Learmonth 1 1 4 , 1 1 7 Leipzig 1 42 Lej bowicz, Jamkiel ( bkz. Frank, J . ) 220 Lenin, V. I. 2 7 Leningrad ( bkz. St. Petersburg) 29, 52, 6 1 , 3 1 8 Leo III, İsaurian, Bizans İmparatoru 3 3 7, 3 3 9 Lepier, arkaolog 44 Lermontov, M. 2 3 , 1 1 3 , 1 1 4, 1 15, 1 1 8 Letonya 6 2 Leuko, Kral 2 7 8 , 284, 2 8 5 Levy, Armand 2 2 1 Libuse Elyazmaları 3 4 1 Lindane 325 Litvanya 3 9, 62, 1 3 1 , 1 9 1 , 1 92, 1 9 7; Polonya'yla birlik 191 Lloyd, Janet 1 0 Lloyd George 2 3 8 Lombardiya 1 23 Londra 224 Lord Jim ( Conrad) 2 6 1 Louvre 1 70 Loyalistler ( Uster) 1 3 2 Lusatia 302 Lwow ( Lvov, Lemberg) 2 1 5 Lykhny 3 1 1 Lyon Körfezi 3 2 8

Lacroix, J ules 23 1 Lacroix, Paul 2 1 3 Lancashire 295, 296, 301 Langeron, A. 1 79, 1 8 1

Macarist � n 3 3 , 1 29, 242, 243 , 3 36 Maiotis Gölü ( bkz. Azak Denizi ) 1 46 , 149

366

Maiotisler 1 09 , 1 5 6 , 2 7 8 , 2 8 5 Magris, Claudio, Inferences {rom a Sahre, Danube 5 5 , 326 Maisons, Comte de 1 79 Malaya Zemlya 2 6 9 Malçenko, Zhenya 1 1 Malewski, Franciszek 1 8 8 ; kızkardeşi Zosia 2 0 1 Mançurya 1 27 Mandelstam, Osip 2 3 , 9 3 , 145 Mangup 3 8 , 4 0 , 4 2 , 43, 52 Manstein, General von 48, 50 Maraslis, George 236 Marathon Savaşı 2 3 7 Marcus Aurelius, İmparator 295 Mariupol 1 3 8 , 2 3 8 Marius ( Konsül) 4 6 Marko Polo 303 Marmara Denizi 1 4 , 324, 328 Marr, N.Y. 1 03 Marrizm 1 03 Marsilya 2 1 9, 3 2 8 Masaryk, T. G. 3 4 1 Medeia ( Euripides) 8 8 , 1 1 2, 2 5 3 , 322 Mee, Laurence 1 0, 3 34 Meganom Burnu 22 Megali İdea 202 Megara 8 8 Mehmet II, Fatih 3 3 9 Memluklar 1 26 merkez çevre kuramları : Chadwick 8 1 ; Chapman 1 00; Randsborg 1 1 O mersinbalığı 73, 2 7 1 , 3 2 3 , 335 Mezopotamya 3 8 , 8 5 mesotes ( ölçülülük ) 8 8

Mesihçilik (Polonya ) 206 , 207 mezar soygunculuğu 1 6 3, 1 65, 1 69 , 1 70, 1 72 Mihail Kalafates, Bizans İmparatoru 3 3 8 Mickiewicz Adam 1 0, 1 8 8 , 1 8 9 , 1 90, 1 9 1 ; ilk eserler 1 9 1 ; Odessa' da sevgililer 1 95; Polonyalılık 1 95; ve Sobanska 1 95; Kırım Soneleri 205; ölümü 205; Mesihçilik 206; ve Yahudiler 207; karısı Celina 220; Türkiye'de ( 1 8 5 5 ) 220; ulusçuluğu 341 Micklegard/Micklegarth ( İstanbul) 232 Miken kültürü 20 Miletos 94, 277 Miller, Aleksandr 1 6 8 Miller, Mihail, A rchaeology in the USSR 6 5 , 1 69 Milosz, Czeslaw 1 77, 1 92 Mingrelya dil 254, 262; ve Gürcistan 254; kültürü 262; ve Abhazya 3 0 8 , 309 Minos kültürü 3 34 Miranda, Suarez 342 Mitchison, Naomi, The Corn King and the Spring Queen

266 Mithras 2 8 2 Mithradates Eupator, Kral 282, 285 Mithradates Dağı 2 7 5 , 276, 2 84, 2 8 6 Mixoparthenos 1 5 3 , 1 54, 282 Mnemiopsis Leidyi 32 7 Modernizm 235 Modigliani 250

367

Nil Deltası 328 Nineve 305 'Nifio, el 1 7 Norveç 1 7, 3 3 3 , 3 3 7, 3 3 9 Novgorod 66 Novoçerkask 1 34, 1 4 1 , 1 70 Novorossisk 54, 56, 5 8 , 269 Novorossiya ( Yeni Rusya ) 40 Novosiltsev, Senatör 1 8 9 Nowicki, Frederic 2 1 7 Novogrodek 1 9 1 , 1 95

Moğol-Tatarlar 3 3 , 3 5 , 36, 63, 66, 83; 'Moğol Boyunduruğu' 6 6 Moldavya 1 3 5 , 1 4 3 , 2 3 4 , 2 9 1 , 315 Moldavanka ( Odessa ) 1 8 3 Moloçna Irmağı 1 4 8 Mongait, A.L., A rchaeology in the USSR 65 Monte Cassino 224 Moskova 1 0, 29, 30, 5 1 , 52, 56, 74, 96, 1 20, 1 74 Mosel Irmağı 1 4 3 Moszynski, Piotr 202 Mussolini, B. 46 Myskhako 269 Maclean, Collu 82 Madeod, Raasaylı 82 Macpherson, James 1 1 4, 260 'Mübadele' ( bkz. Katastrofi) 226 Mülksüzleştirme ( Highland ) 82, 245 mülteci konumu 5 5 , 78, 1 9 1 , 208, 2 1 2 Müslümanlar 5 0 , 1 3 1 , 3 3 9 Müttefik Müdahalesi ( 1 9 1 8-20) 54

Oçakov 1 78 Oçamçira 308 3 1 O Odessa 1 0, 1 1 , 2 1 , 24, 62, 84, 92, 96, 1 70, 1 77, 200, 292, 304; kuruluş 1 02; pogromlar 1 34; Merdivenler 1 77, 1 8 0; Kırım Savaşı 1 8 1 ; sahil kirliliği 324; su donanımı 326 deniz araştırmaları 329; petrol tesisi 336 Odysseia 8 5 Ogni ( dergi ) 264 Ohlendorf, Otto 49 oksij ensizlik 1 7, 334 oksilin 1 7, 322, 3 2 8 , 3 3 4 Olbia 1 1 , 24, 3 7, 73, 74, 75 , 76, 80, 8 1 , 82, 84, 94, 9 8 , 1 0 8 , 146, 266, 278 Oliphant, Laurence 40, 273 , 274 Olizar, Gustaw 203, 204 Orange Yürüyüşü 1 33 Ordu 225 oryantalizm 207 Orleans 3,0 1 Osetler 267, 3 0 1 , 3 1 9 Osetya 308 Ossian 1 1 4, 1 1 5 , 1 1 6 , 1 1 8 , 259, 260

Naim, Tom 1 0 Naktihçevan 1 3 8 , 1 3 9 Napolyon 1 32, 1 34, 1 73 , 1 80, 202 Nasyonal Sosyalizm ( Nazism) 45, 46; azınlık siyaseti 46 NATO 30 Nedvigovka 1 20, 1 3 9 , 1 40 Neolitik Devrim 71 New York Emniyet Müdürlüğü 79 Nikolay I, Çar 1 9 8 , 2 1 1

368

Ostrogotlar 2 8 6 Osmanlı İmparatorluğu ( bkz. Türkiye ) 49, 96, 1 8 1 , 207, 2 1 4, 2 1 5, 254; çöküşü 1 2 8 , 2 6 6 ; v e Polonya 207; hoşgörü 2 5 0 Osmanlı Kazakları 2 1 5, 2 1 9, 220, 223 otoktonluk kuramı 64 'otopsi' 90, 9 1 , 93 oşinografi Boğazlar 1 4; Karadeniz 1 5 Ovidius Tristiaz 92, 93 oyun yazarları, Yunanlı 8 7

Penthesilea 1 46 Perekop 32 perestroika 29 Perikles 73, 75, 236, 23 7, 278 Persler ( Aiskhylos) 86 Persler 76 , 77, 78, 85, 86, 89, 302 Peru 1 7, 3 3 3 Petro I, Çar 1 2 8 , 1 2 9 , 1 32, 1 44, 1 69 Phanagoria ( bkz. Taman) 272 Phasis Irmağı ( Rioni ) 20, 253 Philiki Hetaireia 202 Phokylides 305 Phytianos ( Pontuslu klan) 235 Pikt sanatı 29 8 Pilsudski, Jozef 2 1 0 Plankton 323, 325; zooplankton ve fitoplankton 327 Platon 44, 99 Plinius 1 0 1 Plymouth 2 2 1 Podolya 1 79 Pogorzaly, Marzena 1 O Pogromlar 50, 1 32, 1 8 2 Pokrovsky Kilisesi ( Seç ) 1 74, . 1 75 Polonya 1 O, 24, 30, 39, 66; Sarmatlık 1 O; kraliyet seçimleri 66; uygarlığın kalesi 72; Rus savaşları 1 3 8 ; Rusya sürgünleri 1 3 8 ; ve Odessa 1 79; paylaşımı 1 79; Litvanya'yla birlik 1 9 1 ; diriliş 1 92; Mesihçilik 206, 207; Mickiewicz 206, 207; Yahudiler 2 0 8 ; ayaklanmalar 2 1 2; mülteciler 2 1 2; szlach ta 2 8 9; klan sistemi 290; Mayıs 1 79 1 Anayasası 293

Ötrofikasyon 3 2 5 Özbekistan 5 1 , 24 1 , 244, 340 Pagasai Körfezi 322 Pagden, Anthony European En coun ters with the New World 1 0, 8 2 Palacky 260 palamut 1 8 , 3 3 2 Paley, William 3 2 1 Pançenko, tüccar 1 3 7 Pantikapion 2 8 Paramonov, tüccar 1 3 1 , 1 3 7 Paris 5 5 , 1 32, 1 3 7, 1 70, 1 90, 1 9 1 , 1 96 Parthenon 90, 2 3 7 Paskeviç, General 1 9 8 Patusan 26 1 Pausane 75 Paustovsky, Konstantin I 1 3 , 23 Pazırık 1 07 Pechorin 1 1 6 Peirisades I, Kral 2 8 4 Peirisades, Son Kra l 2 8 2 Pellegrini, Frer 3 03 Pennines 2 9 6

369

'Poliscar' 79 Polonezköy (Adampol ) 2 1 4, 215, 216, 217 Pol-Pot 3 1 7 Polyaenus 284 Pompeius 282 Pontus Rumları ( bkz. Yunanlılar) Pontus Rönesansı 236 Pontus Stepleri 1 9, 8 3 , 1 27, 1 45, 146 Portadown 1 33 Portekiz 72, 301 Potemkin, Prens 1 75 Poti 2 1 , 253 Poznan 1 9 1 Prag ( 1 96 8 ) 53; Ulusal Müze 260 Preston 295, 296 Pringle, Peter 1 1 Protogenes 76 Prusya 8 3 , 1 9 1 , 208, 223, 242, 273 Pruszyiıski, K. 1 90 Psou Irmağı 3 1 1 Pulaski, Jozef 2 1 0 Pulentsov, Yüzbaşı 1 6 9 Purchas, Samuel 43 Puşkin, Aleksandr 32, 1 1 3 , 1 84, 1 8 6 , 1 8 7, 1 8 8 , 1 90; ve Sobaiıska 1 99 , 2 1 2 Pyatigorsk 1 1 7

Rhineland 301 Rhodes, Cecil 76 Rialto (Venedik) 128 Ribas, General J. De 1 01 Ribble Irmağı 29 5 Ribchester 295, 296, 2 9 8 Richelieu, Duc A. De 1 79, 1 80, 1 8 1 , 1 8 2, 1 84, 1 8 6 Riga 62 ringa balığı 1 4 1 , 271 , 3 2 8 Rize 2 2 9 , 249 Robinson, Başkan Mary 305 Roesler ( Alman bil im adamı ) 1 04 Rolle, Renate, The World of the Scyth ians 1 55 Roma 3 6 , 45, 73, 8 7, 92, 9 3 , 95, 99, 1 01 , 1 09 Roma İmparatorluğu 267; erkek egemenliği 8 6 ; yayılma 1 1 0; Alanların zaferi 2 8 1 ; Bosporos Krallığı 282; Tuna cephesi 295 Romanya 1 6 , 1 9, 24, 1 5 7, 237, 243, 324, 326, 3 3 6 Romanovlar 224 Rosenberg, Alfred 45 Rossi ( O