Huzur Bozan Nasreddin [2 ed.]
 9786052283332

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

LEONiD SOLOVYOV

HUZUR BOZAN NASREDDiN RUSÇA ASLINDAN ÇEViREN Ali RIZA DIRIK

2. BASIM

LEONiD SOLOVYEV 1906 yılında Rus-Arap okulları müfettişinin çocuğu olarak Trablus'ta doğdu. 1909 yılında aile Rusya'ya döndü ve 1920 yılında Özbekistan'ın Fergana Vadisi'nde yer alan Kokand kentine yerleşti. Solovyov yirmili yıllarda Taşkent'teki 'Ooğu'nun Pravdası' gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başladı ve görevi gereği sık sık kırsallarda, köylerde, halkın arasında bulundu. Orta Asya izlenimleri ve Orta Asya gelenekleri­ ni, kültürünü benimseyişi devamında yazar olarak da Solovyov'un edebiyat yazgısını belirlemiş oldu. Solovyov'un ilk deneme yazıları 1923 yılında daha sonradan 'Ooğu'nın Pravdası· adını alan 'Türkistan Pravdası· gazetesinde çıktı. Yazarın bu yıllarda Orta Asya'nın toplumsal ve ekonomik yaşamını ele alan 'Fergana Vadisi'. 'Köylerden İzlenimler', 'Köyler' gibi yazıları çıktı. Orta Asya'yı bir baştan bir başa dolaşan Solovyov 'Kızıl Ham Topraklar' dergisinde. 'Edebiyatta Özbekistan' yıllığında ve 'Sovyet Ülkesi' Almanağı ve benzer yayınlarda Orta Asya folkloruna ilişkin ürünler yayımladı. Solovyov Nasreddin Hoca ile de o yıllarda tanışır. Yazar 1932 yılında Moskova'da Sinema, Senaryo ve Edebiyat Enstitüsü'nü bitirir. 'Göçebe Konağı' romanını yazar. V.S.Vitkov­ iç'le birlikte 1943'de "Nasreddin Buhara'da" ve 1946'da "Nasreddin'in Serüvenleri" filmlerinin senaryolarını yazar. Leonid Solovyov, 9 Nisan 1962'de Leningrad'da öldü. Solovyov'un en önemli ve popüler romanı olan Nasreddin Hoca Romanı: Huzur Bozan Nasreddin ilk olarak 1940 yılında yayımlandı.

Ali RIZA DIRIK Ali Rıza Oırık 1964 Fatsa doğumlu. 1987 yılında AÜ DTCF Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 19B8 yılında Dönem Yayınlarında çıkan Gorbaçov'un 'Her Şey İnsan İçin' kitabını çevirdi. 198B-1989 yıllarında Sovyetler Birliği Basın Ajansında çevirmen olarak çalıştı. 1989-1992 yıllarında İstanbul'da Profseyonel Turizm Rehberi olarak görev yaptı. 1992-1996 ve 2000-2016 yılları arasında Rusya'da turizm sektöründe çalıştı. Temmuz 2016'dan bu yana yine aynı şirkette turizm sektöründe çalışmayı sürdürüyor. Antalya'da yaşıyor. Çevirilerinden bazıları şun­ lardır: 199B- Ateşi Çalmak 4, Galina Serebryakova 1 2000- Ateşi Çal­ mak 5. Galina Serebryakova I 2013- Uluslararası İlişkiler Tarihi 5 1 2014- Hipnozcunun Yeğeni, Yevgeni Oubrovin / 2015- Keçiyi Beklerken. Yevgeni Oubrovin / 2016- Asfalttaki Mantarlar, Yevgeni Dubrovin 12017· Moskova-Petuşki, Venedikt Yerofeyev / 2017- Taşralı. Anton Çehov.

Kitabın orijinal adı: Povest O Hodja Nasreddine: Vozmutitel Spokoystviya

KOR KİTAP

-

52

HUZUR BOZAN NASREDDiN LEDNiO SOLOVYOV -

ÇEVİREN •

ALİ RIZA DIRIK DEVRİM KOÇLAN KÜRŞAT ZAMAN

KAPAK ve İÇ TASARIM• KAPAK ÇİZİM •

ISBN 978-605-2283-33-2 Birinci Basım MAYIS 2018 İkinci Basım KASIM 2018 © Ginko Kitap Ltd. Şti. 2017 BASKI: Ezgi Matbaacılık Tekstil P ors. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. Sanayi Cd. Altay Sk. No. 14 Yenibosna I İstanbul• Sertifika No. 12142

T: 0212 452 23 02• www.ezgimatbaa.net Ginko Kitap: Osmanağa Mah. Ali Suavi Sk. No: 10 O. 3 Kadıköy I İstanbul

T: 0216 449 20 99• F: 0216 449 21 00 www.korkitap.com• [email protected] Sertifika No: 35054

Kar Kitap, Ginko Kitap ltd. Şii. tescilli markasıdır.

K i T A P

LEONiD SOLOVYEV

HUZUR BOZAN NASREDDiN ÇEViREN: Ali RIZA DIRIK

-5).

ROMAN

Leonid Solovyov NASREDDİN HOCA ROMANI

Huzur Bozan Nasreddin

Bu kitabı 18 Mart 1930 yılında bir dağ köyü olan Namay'da kahpe bir düşman kurşunuyla öldürülen Mümin Alilov'a adıyor, onun değerli hatırasına sonsuz saygı duyuyorum. Onda Nasreddin Hoca'nın sayısız özellikleri vardı: halkına sonsuz bir sevgi, cesa­ ret, dürüst ve soylu bir kurnazlık. Ben bu kitabı yazarken gecenin yalnızlığında onun gölgesinin koltuğumun arkasında dolaştığı ve kalemini hep bana uzattığı duygusuna kapılıyordum. Mezarı Kanibadam'dadır. Bir süre önce mezarını ziyaret ettim; ilkbahar otları ve çiçeklerinin serpildiği tepenin etrafında çocuklar oynuyorlardı, o ise sonsuz uykusuna yatmıştı ve yüreğimin çağrı­ larına yanıt veremiyordu...

NASREDDİN HOCA ROMANI "Huzur Bozan Nasreddin"

"Ve dedim ki ona: Yeryüzünde benimle birlikte yaşayanlar için ya­ zacağım bu kitabı: Varsın sayfalara zamanın soğuk rüzgiirları esmesin, varsın şiirlerimin aydınlık ilkbaharı yerini unutuluşun hüzünlü sonbaharına bırakmasın!.. Ve -bak ki!- bahçede güller dökülmemiş henüz, ve ben henüz sopasız

�o/aşıyorum ve okuduğun

'Gülistan' ise bencileyin yazılmıştır. .. " Sa adi

Bu öyküyü bize mürşitlerinin sözlerinden alıntı yapan Ebu Ubey El Hasim ibn Selam'a atıfta bulunan Ali ibn Abdul Aziz'den duyan Muhammed ibn Ali Rifa'nın sözlerinden Abu Ömer Ahmed ibn Muhammed aktarmıştır. Abu Ubeyde El Hasim ibn Selam da Ömer ibn el Hattab ve onun oğlu Abdullah'ı kaynak göstermekte­ dirler: Allah onlardan razı olsun!

İbn Hazm 'Güvercin Gerdanlığı'

7

1.

BÖLÜM

'f\yrıca rivayet edilir ki, safın birisi ardından sürüklediği eşeğinin dizginini tutmuş yürüyormuş' Şehrazad'ın üç yüz seksen sekizinci gecesi.

- 1 Nasreddin Hoca otuz beş yaşını yolda karşılamıştı. Denizleri ve çölleri aşarak, şehir şehir, ülke ülke dolaşarak on yıldan fazla bir süreyi sürgünde geçirmiş, kah cılız bir çoban ateşi karşısında kuru toprak üzerinde ya da develerin nefes alıp verdi­ ği ve kaşındığı, çıngıraklarını salladığı daracık bir kervansarayın tozlu karanlığında ya da duman tüten isli çayhanelerde, nerede rast gelirse gecelemiş, sakalarla, yoksullarla, kervan sürüleriyle, şafağın basmasıyla da tiz çığlıklarıyla kentin pazar yerlerini ve daracık sokaklarını dolduran alt tabakadan diğer insanlarla aynı mekanlarda yatıp kalkmıştı. Ender de olsa bazı geceleri, tam da korumaları eşliğinde tüm çayhaneleri ve kervansarayları dolaşıp, kazığa oturtmak için serseri ve kafir Nasreddin Hoca'yı arayan İran ricalinden birilerinin hareminde yumuşacık ipek yastıkla­ rında gecelemek de zaman zaman nasip olmuştu . . . Pencerenin parmaklıkları arasından gökyüzü görünüyor, yıldızlar soluyordu, şafak meltemi hafifçe ve şefkatle yaprakları sallıyor, neşeli kum­ rular pencerenin önünde ötüşüyor, kanatlarını çırpıyorlardı. Ve Nasreddin Hoca yorgun düşmüş güzelini öperken: "Vakit geldi. Hoşça kal benim eşsiz incim, unutma beni" diye­ rek vedalaşıyordu. 9

"Bekle ! " diye yanıtladı güzel, avuçlarını Hoca'nın yüzüne gö­ türerek. "Sen hepten mi gidiyorsun? Neden ama? Dinle: Bu ak­ şam hava karardığında, ihtiyarı yine peşine salarım." "Hayır. Ben aynı çatı altında iki geceyi art arda geçirdiğim za­ manları çoktan unuttum. Gitmem gerek, acelem var." "Gidecek misin? Yoksa başka bir şehirde acil işlerin mi var? Nereye gidiyorsun?" "Bilmiyorum. Hava aydınlanıyor, şehir kapıları açıldı artık ve ilk kervanlar çoktan yola çıktılar. Duyuyor musun, develerin çın­ gırakları ötüyor! Bu sesleri duyduğumda, ayaklarıma cinler üşü­ şür ve yerimde duramam." "Madem öyle, git! " dedi güzeller güzeli öfkeyle, uzun kirpik­ lerinde parıldayan gözyaşlarını boşu boşuna gizlemeye çalışarak. "Ama hiç olmazsa adını söyle bana." "Adımı mı bilmek istiyorsun? Sen Nasreddin Hoca ile birlik­ teydin! Yani huzur bozan ve huzursuzluk çıkaran, tellalların her gün meydanlarda ve pazarlarda bağırıp başına büyük ödüller vaat ettiği Nasreddin Hocayım ben. Dün üç bin tümen· vaat ettiler, ben de böyle iyi bir ödül için kendimi ihbar etmeyi dahi düşündüm. Gülüyorsun, yıldızım benim, ama son kez uzat bana dudaklarını. Sana zümrüt hediye etmek isterdim, ama zümrüdüm yok, onun yerine hatıra olarak şu mütevazı beyaz taşı al." Pek çok yeri yol ateşlerinin kıvılcımlarıyla dağlanmış yırtık cübbesini sırtına geçirdi ve ağır ağır yola koyuldu. Kapının ar­ dında başında sarığı, ayaklarında burunları yukarı kıvrık yumuşak ayakkabılarıyla uzanmış olan sarayda kendisine emanet edilmiş en önemli hazinenin savsak bekçisi ve tembel, avanak harem ağa­ sı gürültüyle horluyorlardı. Daha ileride ise muhafızlar başlarını çıplak yatağanlarına koyup, halıların ve keçelerin üzerinde boylu boyunca uzanmış horluyorlardı. Nasreddin Hoca onların yanından parmak uçlarına basarak her zaman olduğu gibi selametle uzak­ laştı ve adeta görünmez oldu. *

Tümen {Tuman): On bin anlamına gelen Tatarca tümen sözcüğünden gelir. Daha

sonra 1 3-14. yüzyıllarda İran para birimine verilen addır. 10

Ve taşlı beyaz yol, Hoca'nın eşeğinin kıvrak nalları altında duman atıyordu. Lacivert gökyüzü yeryüzüne güneşini salmıştı; Nasreddin Hoca güneşe gözlerini kısmadan bakıyordu. Çiyle kap­ lı tarlalar, verimsiz çöller ve kumların savurduğu deve kemikle­ ri parıldıyor, yeşil bahçeler, köpük savuran ırmaklar, somurtkan dağlar ve yeşil meralar Nasreddin Hoca'nın şarkısını dinliyorlar­ dı. Arkasına bakmadan, geride bıraktıklarına hayıflanmadan ve ileride kendisini bekleyenlerden çekinmeden ilerliyordu. Terk ettiği şehirde ise ona ilişkin hatıralar kalıyordu hep. Rical mensuplarının ve mollaların onun adını duyar duymaz öfkeden beti benzi soluyordu; sakalar, kervan sürücüleri, doku­ macılar, hekimler ve eyer ustaları akşamları çayhanede toplanıp Hoca'nın hep galip çıktığı serüvenlerine ilişkin birbirlerine komik hikayeler anlatıyorlardı; haremdeki mahmur güzel, efendisinin ayak seslerini duyar duymaz beyaz taşa uzun süre baktıktan sonra sedef çekmecesine sakladı. Şişman saraylı oflayıp puflayarak simli cübbesini çıkarırken karısına: "Ufff! " dedi, "şu lanet olası serseri Nasreddin Hoca canımıza tak etti: Devletin huzurunu tümden kaçırdı, herkesi telaşa düşür­ dü! Çok eski bir arkadaşım olan Horasan Eyaleti'nin muhterem hükümdarından bir mektup aldım bugün. Düşünsene, bu serseri Nasreddin Hoca daha şehre gelir gelmez tüm demirciler vergi vermez olmuş, aşhane sahipleri muhafızları ücretsiz beslemekten vazgeçmişler. Üstelik bu hırsız, islamı küçük düşüren bu günahın evladı Horasan Eyaleti hükümdarının haremine sızıp sevgili karı­ sının namusunu lekelemiş! Gerçekten de dünya böyle bir caniyi daha hiç görmemiştir! Bu iğrenç çulsuz iyi ki benim haremime sızmadı: Yoksa kellesi çoktan şehir meydanının orta yerinde sal­ lanıyor olurdu! " Güzel, için için gülüyordu: Bir yandan duyduklarını komik bu­ luyor, diğer yandan da hüzünleniyordu. Yol eşeğin nalları altında inliyor, duman atıyordu. Ve Nasred­ din Hoca'nın şarkısı duyuluyordu. On yıl boyunca gezmediği yer kalmamıştı: Bağdat, İstanbul ve Tahran, Bahçesaray, Ej Miacinn, 11

Tifüs, Şam ve Trabzon. Tüm bu şehirleri ve daha birçoklarını bili­ yordu ve her yerde iz bırakmıştı. Şimdi ise kendi şehri Buhara-i Şerif'e, başka bir ad altında gizlenerek sonsuz gezginlikten yorgun düştüğünden biraz dinlen­ meye niyetlendiği Soylu Buhara'ya dönmüştü. - 2 Büyük tüccar kervanlarına katılan Nasreddin Hoca Buhara sı­ nırını geçmişti ve yolculuğunun sekizinci gününde uzaktan yüce, soylu kentin tanıdık minarelerini bir sis perdesi içinde görüyordu. Sıcaktan bunalmış kervancılar bağırıyorlar, develer adımlarını hızlandırıyorlardı: Güneş batmak üzereydi ve şehir kapıları ka­ panmadan önce Buhara'ya girmek için acele etmek gerekiyordu. Nasreddin Hoca yoğun, ağır toz bulutuyla kaplı olan kervanın en arkasında gidiyordu; bu bildik, kutsal bir tozdu; onun için bu toz, uzak toprakların tozlarından daha güzel kokuyordu. Hapşırıp tık­ sırarak eşeğine sesleniyordu: "Sonunda evimize geldik. Vallahi de billahi de, burada bizi ba­ şarı ve mutluluk bekliyor." Kervan şehir duvarına tam da muhafızların kapıları kapatmaya başladıkları anda geldi. Kervancıbaşı: "Allah aşkına bekleyin." diye bağırdı elindeki altın parayı uzaktan göstererek. Ama kapılar artık kapanmıştı, sürgüler şangır­ tıyla indi ve muhafızlar kulelerde topların yanında yerlerini aldı­ lar. Serin bir rüzgar esiyordu, sisli gökyüzündeki pembe yansıma­ lar söndü; yeni ayın ince hilali daha belirgin olarak ortaya çıkmıştı ve bu alacakaranlık sessizliğinde Müslümanları akşam namazına çağıran müezzinlerin yüksek, ağırbaşlı ve hüzünlü sesleri geliyor­ du sayısızca minarelerden. Tüccarlar ve kervancılar dizleri üzerine çöktüler, Nasreddin Hoca da eşeğiyle birlikte bir kenara çekildi. "Bu tüccarların Allah'a şükretmek için çok ama çok gerekçeleri var: Bugün öğle yemeği yemişlerdi, şimdi de akşam yemeği yedi12

ler. Oysa, sadık eşeğim benim, biz öğle yemeği yemedik, akşam yemeğimiz de yok; eğer Allah bizim şükranlarımızı kazanmak ar­ zusundaysa, bana bir tas pilav, sana da bir demet yonca göndersin." Eşeğini yol kıyısında bir ağaca bağladı ve kendisi de başının altına bir taş koyarak hemen yanı başına, toprağın üzerine yattı. Ka­ ranlıkla aydınlığın aynı anda süslediği gökyüzünde yıldızların pa­ rıltısı geliyordu gözlerinin önüne ve o her takımyıldızını biliyordu: On yıl boyunca açık gökyüzünü ne kadar çok görmüştü! Ve hep sa­ kin, bilge iç dünyası işte böyle anlarda kendisini zenginlerden daha zengin kılmaktaydı, çünkü o zenginler altın kaplarda yemek yeseler de mutlaka bir çatı altında gecelemeliydiler ve geceleyin sessizlik çöktüğü bir sırada yıldızların mavi ve serin sisleri arasından yeryü­ zünün uçuşunu hissetmek kendilerine nasip olmuyordu. Bu sırada dışarıdan tepelerinde güvenlik demirleri olan şehir duvarlarına bitişik kervansaraylar ve çayhanelerde kazanların al­ tında ateşler yakılmıştı ve kesilmeye götürülen koyunlar şikayet eder bir tonla melemeye başladılar. Ama, deneyimli Nasreddin Hoca yemek kokusunun iştahını kabartıp rahatsız etmemesi için rüzgar alan tarafa yatmıştı. Buhara'daki kuralları iyi bilen Hoca sabah şehre girişte gümrük vergisini ödeyebilmek için cebindeki son paralarını korumaya aldı. Uzun uzun dönüp durdu, ama uyku bir türlü gelmek bilmi­ yordu, uykusuzluğunun nedeni hiç de açlık değildi. Nasreddin Hoca'ya azap veren ve üzen, içinden geçen acı düşüncelerdi ve bugün yıldızlı gökyüzü dahi onu teselli edemiyordu. Yurdunu seviyordu, bu kurnaz neşe küpünün siyah sakallı, bakır tenli yüzünde ve sinsi kıvılcımlar saçan berrak gözlerin­ de yurt sevgisi üzerinde bir sevgi yoktu. Yamalı cübbeli, yağlı kavuklu ve yırtık çizmeli bu gezgin, Buhara'dan uzak kaldığı ölçüde onu daha çok seviyor ve özlüyordu. Vatanından uzak­ tayken hep kağnıların kilden çitlere takılarak geçtiği daracık sokakları, sabah akşam şafağın ateşli parıltısının yandığı çini motifli başlıklarıyla yüksek minareleri, kararmaya yüz tutmuş dallarında leyleklerin kocaman yuvalarının yer aldığı eski, kut­ sal karaağaçları, cıvıl cıvıl söğüt ağaçlarının gölgesinde ve arkı3

ların üzerinde dumanı tüten çayhaneleri, aşhanelerin duman ve sislerini, pazar yerlerindeki telaşlı koşturmacaları, anayurdunun dağları ve ırmaklarını, köylerini, tarlalarını, meralarını ve çölle­ rini anımsıyordu. Ve Bağdat ya da Şam'da bir hemşerisine rast­ layıp kavuğunun nakışından ve cübbesinin tipinden tanıdığında donakalıyor, nefesi kesiliyordu. Döndüğünde yurdunu terk ettiği günden daha da mutsuz bulmuş­ tu. Eski Emir'i çoktan defnetmişlerdi. Yeni Emir Buhara'yı sekiz yıl içinde tamamen harap etmişti. Nasreddin Hoca yollarda yıkılmış köprüleri, sefil arpa ve buğday tarlalarını, yatakları kuraktan çatlamış, suları çekilmiş dereleri görüyordu. Tarlalar bakımsızdı, yaban otlarıy­ la, dikenlerle kaplıydı, bahçeler kuraktan harap olmuştu, köylülerin ne tahılı ne de hayvanları kalmıştı; yoksullar yol boylarına sıra sıra oturmuş ve yine kendileri gibi yoksullardan sadaka dileniyorlardı. Yeni Emir tüm köylere muhafız müfrezeleri koymuş ve köylülere onları ücretsiz doyurmasını, insanlara, temellerini attığı çok sayı­ da cami binasını tamamlamalarını buyurmuştu; çok sofu birisi olan yeni Emir, mezarı Buhara yakınlarında olan kutsallar kutsalı ve eş­ siz Bogaeddin'in huzuruna yılda mutlaka iki kez gidip dua ediyordu. Önceden var olan dört vergiye ek olarak üç tane daha eklemiş, her köprüden geçişi paralı yapmış, ticari vergileri ve mahkeme harçla­ rını artırmış, sahte paralar basmıştı... Esnaflık ölmüş, ticaret yıkıma

uğramıştı: Kısacası, sevgili anayurdu Nasreddin Hoca'yı hüzünle karşılamıştı. . . . Sabahın erken saatlerinde tüm minarelerden müezzinlerin ezan sesleri geldi; şehrin kapıları açıldı ve çıngırakların boğuk seslerinin eşlik ettiği kervan ağır ağır şehre girdi. Kervan şehir kapılarının ardında durdu: Muhafızlar yolu kapa­ mıştı. Muhafızların sayıları oldukça fazlaydı. Ayağı pabuçlu, ayağı çıplak olanlar, kıyafeti olanlar, yarı çıplaklar vardı; kısacası Emir'in hizmetinde henüz zenginleşemernişlerdi. İtişip kakışıyorlar, bağırı­ yorlar, rüşvetleri daha baştan aralarında paylaşırken tartışıyorlardı. Sonunda kolları yağlı ipek cübbeli ve yalınayak, hiddet izleri taşı­ yan semiz suratındaki kusurlarıyla mahmur vergi toplayıcısı çayha­ neden çıktı. Açgözlü bakışlarını tüccarlara dikerek: 14

"Allah'ın selamı üzerinize olsun tüccarlar, alışverişte başarılar diliyorum. Biliniz ki, Emir'in buyruğu var: Kim ki küçücük bir parça da olsa, mal saklarsa sopalarla ölesiye dövülecektir." dedi. Öfke ve korku içindeki tüccarlar boyalı sakallarını ovuşturu­ yorlardı sessizce. Vergi memuru sabırsızlıktan yerlerinde dura­ mayan muhafızlara döndü ve tombul parmaklarını oynatıverdi. Bu bir parolaydı. Muhafızlar naralar ve çığlıklar atarak develere hücum ettiler. O kargaşa ve telaşede kılıçlarıyla kıldan kuşakları koparıp balyaları paldır küldür deşiyor, simli kumaşları, ipekleri, kadifeleri, biber, çay ve amber kutularını, değerli gülyağı dolu tes­ tileri, Tibet ilaçlarını yolun ortasına fırlatıyorlardı. Tüccarlar dehşetten adeta dillerini yutmuşlardı. Kontrol iki dakikada bitti. Muhafızlar amirlerinin arkasında sıra oldular. Cüb­ beleri kabarmış, şişkinleşmişti. Mal ve ayakbastı vergileri topla­ maya başladılar. Nasreddin Hoca'nın malı yoktu; ondan yalnızca ayakbastı parası alacaklardı. "Nereden ve niçin geldin?" diye sordu vergi memuru. Katip kaz tüyünden kalemini hokkaya batırdı ve Nasreddin Hoca'nın yanıtını yazmaya hazırlandı. "Ben İsfahan'dan geldim, ey nur yüzlü efendi. Akrabalarım burada, Buhara'da yaşıyorlar." "Demek ki," dedi vergi memuru, "sen akrabalarına misafirliğe gidiyorsun. Bu durumda, misafirlik vergisi ödemek zorundasın." "Ben akrabalarıma misafirliğe gitmiyorum," dedi Nasreddin Hoca, "Önemli bir iş için gidiyorum." "İş için! " diye haykırdı vergi memuru ve gözleri ışıldadı. "Bu durumda seninki hem ziyaret hem ticaret! Misafirlik vergisi ve ticaret vergisi ödeyeceksin, seni yolda haydutlardan korumuş olan Allah için de cami bakımına bağışta bulunacaksın." "Ben haydutlarla bir şekilde başa çıkarım ama, keşke beni Al­ lah şimdi korusa" diye geçirdi içinden Hoca, ama doğal olarak sustu: Bir hesap yaptı. Bu diyalogda her sözcük ona on tangadan daha pahalıya mal oluyordu. Hoca kuşağını açtı ve muhafızların açgözlü ve dikkatli bakışları altında ayakbastı, misafirlik, ticaret 15

vergisini ve cami bakımı için bağış paralarını denkleştirdi. Vergi memuru muhafızlara tehditkar bir bakış atınca muhafızlar sırtla­ rını döndüler. Nasreddin Hoca parasını ödedi, tam gidiyordu ki, vergi memu­ ru onun kuşağında birkaç bozukluk kaldığını fark etti. "Dursana sen," diye Hoca'yı durdurdu. "Ya eşeğinin vergisini kim ödeyecek? Sen akrabalarına misafirliğe gidiyorsan, senin eşe­ ğin de akrabalarına misafir gidiyor demektir." "Sen haklısın, ey bilge insan," dedi mazlum bir ifadeyle, ku­ şağını bir daha çözerken. "Buhara'da benim eşeğimin gerçekten de sayısızca akrabası var, yoksa sizin Emiriniz bu nizamla çoktan tahtını yitirmiş, sen de, ey saygıdeğer insan, açgözlülüğün yüzün­ den kazığa oturtulmuş olurdun." Vergi memuru söylenenleri daha kavrayamadan Hoca eşeğine atladı ve dörtnala sürüp biraz ilerideki ara sokakta gözden kay­ boldu. "Koş benim sadık eşeğim, koş, yoksa sahibin bir sonraki vergiyi kellesiyle ödeyecek." Nasreddin Hoca'nın eşeği çok akıllıydı, her şeyi anlıyordu: Uzun kulaklarıyla şehir kapısındaki gürültü ve kargaşayı, mu­ hafızların bağırtılarını duyuyor ve nereye gittiğine bakmaksızın o kadar hızlı koşuyordu ki, Nasreddin Hoca da iki eliyle onun boynuna yapışmış, ayaklarını da biraz yukarıya kaldırmış halde eyerde güçlükle duruyordu. Peşlerinden kısık sesli havlamalarıyla bir köpek sürüsü koşuyor, karşılarına çıkan insanlar da çitlere yas­ lanıp kafalarını sallayarak arkalarından bakıyorlardı. Bu arada şehir kapısında muhafızlar, bu küstah yılan dilliyi bulmak için kalabalıkta didik didik arama yaparken, tüccarlar kıs kıs gülerek fısıldaşıyorlardı: "İşte tam da Nasreddin Hoca'ya yakışır bir yanıt! " Öğleye doğru tüm şehir bu yanıtı duymuş; pazar yerindeki sa­ tıcılar alıcılara fısıltıyla bunları anlatıyor, bunu her tarafa yayıyor ve ekliyorlardı: "Bu sözler olsa olsa Nasreddin Hoca'ya özgüdür." Hiç kimse bu sözlerin bizzat Nasreddin Hoca'ya ait olduğunu, bu ünlü ve eşsiz kişinin aç ve cebi tamtakır, ilk zamanlar evlerinde 16

ağırlayabilecek ve karnını doyuracak olan akrabalarını ve eski ar­ kadaşlarını bulmak için şehirde dolaşmakta olduğunu bilmiyordu. - 3 Nasreddin Hoca Buhara'da ne akrabalarını ne de eski arkadaşla­ rını bulabildi. Doğduğu, berrak sonbahar havalarında sararan yap­ rakların rüzgardan hışırdadığı, olgun meyvelerin adeta uzaklardan gelen boğuk bir sesle yerlere döküldüğü, kuşların incecik sesleriy­ le cıvıldadıkları, güzel kokulu otlarda güneş ışıklarının titreştiği, çalışkan arıların solgun çiçeklerden son armağanlarını toplarken uğuldadığı, deredeki suların kendisine sonu gelmez ve anlaşılmaz masallar anlatırken gizemli gizemli şırıldadığı gölgeli bahçesinde çocukluğunu geçirip büyüdüğü baba evini dahi bulamamıştı... Şim­ di bu bahçenin yerinde yeller esiyordu: tepecikler, hendekler, güçlü kuvvetli, yapışkan devedikenleri, duvar kalıntılarını dolduran isli kerpiçler, artık çürümeye yüz tutmuş kamıştan hasırlar... Ne bir kuş, ne bir an görebilmişti burada Nasreddin Hoca! Ayaklarının dokun­ duğu taşların altından uzun uzun yağlı bir nesne fırlıyor ve vuran güneşte soluk soluk parıldayıp tekrar taşların altına gizleniyordu; bu, insanların tamamen terk etmiş oldukları ıssız yerlerin yalnız ve korkunç yaratığı olan bir yılandı. Nasreddin Hoca gözlerini yere dikmiş uzun süre sessizce dur­ du. Y üreğine bir acı saplandı. Ardında titrek bir öksürük duydu ve o yöne döndü. Bu ıssız yerlerdeki patikadan yoksulluk ve çilenin belini bük­ tüğü bir ihtiyar geçiyordu. Nasreddin Hoca ihtiyarı durdurdu: "Yolun açık olsun, ihtiyar, Allah uzun ömür ve refah versin. Söylesene, bu tenha yerde eskiden kimin evi vardı?" "Burada eyer ustası Şir Mehmet'in evi vardı," dedi ihtiyar. "Ken­ disini çok iyi tanırdım. Şir Mehmet, senin de hakkında çok şey duy­ muş olman gereken ünlü Nasreddin Hoca'nın babasıydı, hey yolcu." "Evet, bir şeyler duymuştum. Söylesene, ünlü Nasreddin Hoca'nın babası olan bu eyerci Şir Mehmet'in ailesi nereye kay­ boldu?" 17

"Yavaş konuş, evladım. Buhara'da binlerce ajan var, bizi duyar­ larsa başımız beladan kurtulmaz. Herhalde sen uzaktan geldin. Şeh­ rimizde Nasreddin Hoca adını anmanın yasaklandığını, bu yüzden insanların hapse atıldığını bilmiyorsun. Eğil de anlatayım." Nasreddin Hoca, heyecanını gizleyerek ihtiyara doğru eğildi. "Bu olay, eski Emir zamanında oldu," diye başladı ihtiyar. "Nasreddin Hoca kovulduktan bir buçuk yıl sonra pazar yerinde onun geri döndüğü; Buhara'da saklanarak yaşadığı ve Emir hak­ kında komik şarkılar uydurduğu konusunda bir söylenti yayıldı. Bu söylenti Emir'in sarayına kadar gitti ve muhafızlar Nasred­ din Hoca'yı aramaya başladılar, ama bulamadılar. O zaman da Emir, Nasreddin Hoca'nın babasının, iki kardeşinin, amcasının, tüm uzak akrabalarının, arkadaşlarının tutuklanması ve Nasred­ din Hoca'nın bulunduğu yeri söyleyinceye kadar işkence edilmesi emrini verdi. Allah'a şükür, Allah onlara öyle bir cesaret ve güç verdi ki, susmayı bildiler ve bizim Nasreddin Hocamız Emir'in eline düşmedi. Ama onun babası, eyerci Şir Mehmet işkencelerden sonra hastalandı; çok geçmeden de öldü, tüm akrabaları ve dost­ ları ise Emir'den kaçarak Buhara'yı terk ettiler ve onların şimdi nerede olduklarını kimse bilmiyor. Bunun üzerine Emir, Nasred­ din Hoca'nın hatırasını Buhara'dan silmek için onların evlerinin yıkılmasını ve bahçelerinin ortadan kaldırılmasını emretti." "Onlara neden işkence ettiler ki?" diye kükredi Nasreddin Hoca; yüzünden gözyaşları akıyordu, ama ihtiyarın gözleri iyi görmüyordu ve bu gözyaşlarını fark edemedi. "Ne diye işkence yaptılar onlara? Nasreddin Hoca o zamanlar Buhara'da değildi ki, ben bunu çok iyi biliyorum! " "Bunu kimse bilemez! " diye yanıtladı ihtiyar. "Nasreddin Hoca istediği yerde ortaya çıkar, istediği zaman da ortadan kaybolur. Bizim eşsiz Nasreddin Hocamız her yerdedir ve hiçbir yerde değildir! " İhtiyar bunları söyler söylemez oflayıp puflayarak ve öksüre­ rek yola koyuldu, Nasreddin Hoca ise yüzünü elleriyle kapatarak eşeğinin yanına gitti. Eşeğini kucakladı, gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü onun ılık, kokan yanağına dayadı. "Görüyor musun, iyi kalpli, sadık eşe18

ğim," diyordu Nasreddin Hoca, "akrabalarımdan kimsem kal­ madı, seyahatlerim boyunca daimi ve değişmez yoldaşım bir tek sensin." Ve eşek sanki sahibinin acısını hissedercesine kımılda­ madan, uslu uslu durdu, hatta dudaklarında asılı duran dikeni dahi çiğnemeyi bıraku. Ama, bir saat sonra Nasreddin Hoca kendisini toparladı, ya­ naklarındaki gözyaşları kurudu. " Ö nemi yok! " diye haykırdı eşeğinin sırtına bir şaplak atarken, "önemi yok! Buhara'da beni hala unutmamışlar, beni biliyorlar ve anımsıyorlar; biz burada yeni dostlar bulacağız! O Emir'e öyle şarkılar düzeceğiz ki, taht başında öfkeden kuduracak ve onun kokmuş bağırsakları sarayın süslü duvarlarına yapışıp kalacak! Y ürü benim sadık eşeğim, yürü! " - 4 Boğucu, sakin bir öğle sonrasıydı. Yollardaki toz, taşlar, kilden çitler ve duvarlar: Hepsi ama hepsi ateş saçıyordu, tembel bir sı­ cak kaplamıştı ortalığı ve Nasreddin Hoca'nın yüzündeki ter daha o silemeden kuruyordu. Nasreddin Hoca tanıdık sokakları, çayhaneleri ve minarele­ ri büyük bir heyecanla anımsıyordu. On yıl boyunca Buhara'da hiçbir şey değişmemişti, yine aynı tüyleri dökülmüş köpekler göllerin kıyılarında pinekliyorlar ve zarif bir kadın eğilmiş, boyalı tırnaklı güneş yanığı eliyle bir yandan peçesini tutarken diğer yandan da çınlayan incecik testisini karanlık suya daldırı­ yordu. Ve yine eskisi gibi, ulema ve müderrislerin, tekkelerinin ağır kemerleri altında ilkbahar yapraklarının rengini, güneşin kokusunu, suyun melodisini unutmuş olarak, gözlerinde parıl­ dayan alevle ve islama inanmayanların yedi kuşağa kadar yok edilmesinin gerekliliğini kanıtlama kaygısıyla Allah için koca­ man kocaman kitaplar yazdıkları ünlü Mir Arap Medresesi'nin kapıları sıkı sıkıya kapalıydı. Nasreddin Hoca bu dehşetli yerden geçerken eşeğini topukladı. Ama, yemeği nerede yiyecekti? Dün akşamdan bu yana kuşa­ ğını üçüncü kez sıkmıştı. 19

"Bir şeyler uydurmak gerek," diye düşünüyordu. "Burada du­ rup bir şeyler düşünelim, sadık eşeğim benim. Sahi, çayhaneye gitsek! " Hoca eşeğinin ipini çözüp el değmemiş yoncaları yemeye saldı, kendisi de cübbesinin eteklerini toplayıp, büklümlerde gür suyunu köpüre köpüre savuran derenin kenarına oturdu. "Neden, nereden ve nereye akar bu su, kendisi ne bilir ne de düşünür bunu" diye geçiriyordu içinden Nasreddin Hoca. "Benim de ne yol, ne dinlenme, ne de ev bilmişliğim var. Neden geldim Buhara'ya? Yarın nereye giderim? Ve karnımı doyurmam için nereden yarım tanga bulurum? Yoksa yine mi aç kalacağım? Lanet olası vergi memuru, soydu soğana çevirdi beni, bir de utanmadan eşkıya ye­ rine koydu! " Tam bu sırada tüm bu felaketlerinin suçlusunu gördü birden. Vergi memuru bizzat çayhaneye gelmişti. İki muhafız kara gözle­ rinden asil ve coşkun bir alev saçan doru Arap atının dizginlerin­ den tutmuş getiriyordu. At boynunu eğmiş, adeta bu şişko vergi memurunu sırtında taşımaktan nefret eder gibi incecik bacakları­ nın attığı adımları saya saya yürüyordu. Muhafızlar saygıyla amirlerini attan indirdiler ve amir yalaka­ lıktan tir tir titreyen çayhane sahibinin kendisini ipek yastıklara oturttuğu, ona has en iyi çayı demleyip Çin işi incecik fincanda sunduğu çayhaneye girdi. Benim paramla güzel hizmet alıyor, diye düşündü Nasreddin Hoca. Vergi memuru çayını doya doya içtikten bir süre sonra yastık­ lar üzerinde uykuya daldı ve horlaması çayhaneyi kapladı. Çay­ hanenin konukları onu rahatsız etmekten korktukları için fısıltıyla konuşmaya başladılar. Muhafızlardan biri sağına diğeri soluna oturarak, vergi memuru derin uykuya dalana kadar sinekleri ko­ valıyorlardı; vergi memuru derin uykuya dalınca birbirine göz edip atı salarak önüne bir demet yonca attılar ve sonra bir nargile kapıp çayhanenin en kuytu köşesine çekildiler; bir süre sonra ora­ dan Nasreddin Hoca'nın burnuna haşhaşın tatlı kokusu gelmeye başladı: Muhafızlar kendilerini sefahate kaptırmışlardı. Kaçma zamanım geldi! diye düşünüyordu. Hoca sabah şehir kapısında 20

yaşadıklarını anımsayıp, zamansız bir şekilde kendisini tanıma­ larından çekinerek: "Ama şu yarım tangayı nereden bulacağım?" diye düşündü. Zor durumlarında hep imdadına yetişen her şeye kadir yazgısı Nasreddin Hoca'ya yeniden güldü! Tam o sırada kendisine seslendiler. "Hey, sen, çulsuz!" Hoca dönüp baktığında yolda çok güzel süslenmiş, kapalı bir at arabası ve arabada perdeleri açıp etrafa bakan kocaman sarıklı, pahalı cübbeli bir adamı gördü. Zengin bir tüccar mı yoksa saray mensubu mu olduğunu bil­ mediği bu insan aşağıdaki sözleri daha söylemeden önce Nasred­ din Hoca mutluluğa çağrısının yanıtsız kalmadığını anlamıştı. Her zaman olduğu gibi, mutluluk zor anlarında sevecen bakışlarını ona yeniden çevirmişti. "Bu tay hoşuma gitti" dedi zengin kibirle Nasreddin Hoca'ya tepeden bakarak ve doru Arap güzelini seyrederken. "Söylesene, bu tay satılık mı?" "Yeryüzünde satılmayacak at yoktur" diye kaçamak bir yanıt verdi Nasreddin Hoca. "Cebinde çok para yok galiba", dedi zengin. "Beni dikkatle dinle. Tayın kimin olduğunu, nereden geldiğini ve kime ait ol­ duğunu bilmiyorum. Sana bunu sormayacağım. Tozlu kıyafetine bakılırsa, sen Buhara'ya uzaklardan gelmişsin. Bu benim için ye­ terli. Anladın mı?" Coşan ve neşelenen Nasreddin Hoca başını salladı: Hemen her şeyi ve hatta bu zenginin kendisine söylemek istediklerinden daha fazlasını anlamıştı. Aklına takılan tek şey vardı: Aptal bir sinek vergi memurunun burun deliğine ya da boğazına kaçıp onu uyan­ dırmasındı. Muhafızlardan pek çekinmiyordu: Onlar kendilerini sefahatin kollarına bırakmışlardı, karanlıktan yayılan yoğun yeşil duman dalgaları bunun kanıtıydı. Kibirli ve ukala bir tavırla zengin: "Sen bu hırpani cübbenle böyle bir ata binmemelisin. Hatta bu senin için tehlikeli dahi olabilir. Çünkü önüne gelen herkes sana 'bu yoksul adam, böy21

lesine güzel bir tayı nasıl aldı' diye sorar ve sen de böylelikle hapsi boylarsın." "Haklısın, ey soylu insan! " diye yanıtladı Nasreddin Hoca mü­ tevazı bir tavırla. "At gerçekten de bana göre bir lüks. Ben haya­ tım boyunca bu yırtık cübbem içinde eşeğimle gezerim ve böylesi bir ata binmeye cesaret dahi edemem." Hoca'nın yanıtı zenginin hoşuna gitmişti. "Yoksul gururunun gözlerini köreltmemiş olması güzel. Bir yoksul, alçak gönüllü ve uysal olmalıdır, çünkü gür çiçekler ver­ mek, sefil dikenlere değil, yalnızca soylu bademlere özgüdür. Şimdi söyle bakalım: Bu keseyi almak ister misin? Burada tamı tamına üç yüz gümüş tanga var." "Hem de nasıl! " diye haykırdı Nasreddin Hoca soğuk terler dökerken, çünkü yaramaz bir sinek, vergi memurunun burun de­ liğine girmişti: Vergi memuru hapşırdı ve kımıldadı. "Olmaz mı! Üç yüz gümüş tangayı kim reddedebilir? Bu, yolda cüzdan bul­ mak gibi bir şeydir! " "Say ki, yolda tamamen başka bir şey buldun" dedi zengin in­ ceden inceye gülümseyerek. "Ama, senin yolda bulduğunu ben gümüşe değiştirmeye razıyım. Al şu üç yüz tangayı." Nasreddin Hoca'ya ağırca bir kese uzattı ve bir yandan kam­ çıyla sırtını kaşırken diğer yandan da konuşmaya kulak kabartan uşağına işaret etti. Uşak taya doğru yürüdü. Hoca, uşağın, yassı, çilli suratındaki alaycı ifadeye ve endişeli bakışlarına bakılırsa, bu vesikalı düzenbazın efendisine layık olduğunu fark etmişti. "Üç düzenbaz bir arada çok fazla, onlardan birisi o ortamı terk etme­ li! " dedi Nasreddin Hoca ve zenginin erdemlerini, cömertliğini överek eşeğine atladı; topuklarıyla hayvana öyle bir vurdu ki, eşek tüm tembelliğine karşın hemen dörtnala koşmaya başladı. Hoca geri dönüp baktığında çilli uşağın doru Arap tayını ara­ baya bağladığını gördü. Geriye bir kez daha dönüp baktığında zenginle vergi memu­ runun birbirlerinin sakallarını çektiklerini, muhafızların da onları ayırmaya çalıştıklarını gördü. 22

Mantıklı bir insan başkalarının kavgasına karışmaz. Nasred­ din Hoca kendisini güvende hissedinceye kadar köşe bucak kaçtı. Eşeğinin dörtnala koşusunu engellemek için dizgini çekti. "Yavaş ol, yavaş," dedi Hoca, "Artık acele etmemize gerek yok..." Birden yakınlarında tehlike sinyalleri veren ve hızla yaklaşan nal sesleri duydu. "Hey! Hadi benim sadık eşeğim, hadi. Kurtar bizi! " diye ba­ ğırdı Nasreddin Hoca, ama artık çok geçti: Köşebaşından bir atlı çıktı karşısına. Bu, çilli uşaktı. Kağnıdan çözülmüş atın üzerindeydi. Atı to­ puklayarak Nasreddin Hoca'yı geçti ve Hoca'yı sertçe durdurarak yolunu kesti. "Yoluma durma güzel insan" dedi Hoca kısaca. "Bu tür dar yollarda, yan yan değil, dikine gidilmeli." "Yok yahu," dedi uşak sesindeki öç alıcı tonla. "Şimdi artık zindandan kurtulamazsın! Şu anda tayın sahibi olan saraylı, efen­ dimin sakalının yarısını yoldu; benim efendim de onun burnunu kırdı. Yarın seni de Emir'in mahkemesine çıkaracaklar. Senin ta­ lihin çok kara, ey insan! " "Sen ne diyorsun öyle! " diye haykırdı Nasreddin Hoca. "Bu saygıdeğer iki insan ne diye kavga ettiler acep? Ve sen beni neden durdurdun? Ben onların kavgasına hakemlik yapamam ki! Bırak onlar kendi aralarında hesaplaşsınlar! " "Bırak gevezeliği! " dedi uşak. "Geri dön, gidelim. Bu tayın hesabını vermelisin." "Hangi tay?" "Bir de soruyor musun? Karşılığında benim efendimden tam bir kese gümüş aldığın tay." "Vallahi de yanılıyorsun," dedi Nasreddin Hoca. "Burada sorun hiç de tay değil. Düşünsene: Tüm konuşmaları duydun. Senin efendin, cömert ve mümin bir insan. Benim gibi bir ga­ ribana yardım etmek isteğiyle üç yüz gümüş tangaya razı olup olmadığımı sordu. Ben de, "elbette istiyorum" dedim. O da 23

bana üç yüz tanga verdi, Allah ona uzun ömür versin. Ama ön­ celikle o, ödülü hak edip etmediğimden emin olmak için benim alçakgönüllü ve itaatkar olup olmadığımı denemeye karar ver­ di. Bana "ben bu tayın kimin ve nereden olduğunu sormuyo­ rum" dedi ve böylece benim yalancı bir gurura kapılıp tayın sahibi olduğumu söyleyip söylemediğimi kontrol etmek istedi. Ben sustum, cömert ve mümin tüccar bundan memnun kaldı. Sonra da bu tayın benim için çok fazla olduğunu söyledi ve ben de ona katıldım, o bundan da memnun kaldı. Daha sonra da, seyahatlerim sırasında kutsal yerleri ziyaret ederek islam için edindiğim gayretimi ve sadakatimi ima ederek, yoluma çıkan talihin karşılığının gümüş olduğunu söyledi. Ve işte o zaman müminliğiyle, kutsal Kur'an'ın bildirdiği gibi, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden cennete geçişi daha baş­ tan kolay eylemek için beni ödüllendirdi. Daha ilk duamda, Allah'a bu kıl köprüde kendisine korkuluk hazırlasın diye onun müminliğini öven dualar edeceğim." Uşak bir ara düşündü, daha sonradan da kurnaz ve alaycı bir tavır takındı ki, bu durum Nasreddin Hoca'nın hoşuna gitmedi. "Haklısın, ey yolcu! Nasıl oldu da efendimle bu kadar konuş­ manızın bu denli dürüst bir anlam taşıdığını anlayamadım! Ama, eğer sen benim efendimin sırat köprüsünden geçmesine yardım etmeye karar verdiysen, iyisi mi, korkuluk her iki tarafta da olsun. Böylesi daha sağlam ve güvenilir olur. Efendime her iki taraftan korkuluk koyması için ben de Allahıma seve seve dua etmeye ha­ zırım." "Öyleyse dua et," diye haykırdı Hoca. "Engel olan mı var? Hatta sen bunu yapmak zorundasın. Kur'an kullara ve uşaklara, hiçbir çıkar gözetmeden efendileri için her gün dua etmelerini em­ retmiyor mu sanki?.. " "Çevir bakayım eşeğini! " dedi uşak kaba bir ifadeyle ve atını dehleyip Nasreddin Hoca'yı çite sıkıştırdı. "Boşa kaybedecek za­ manım yok! " "Bekle," dedi Nasreddin Hoca aceleyle sözünü keserek. "Ben daha her şeyi söylemiş değilim. Ben, aldığım tanga sayısına denk 24

olarak dua okumaya hazırım. Ama şimdi iki yüz elli kelimelik dua okursan, hikmetinden sual olunmaz Allah senin tarafına korkuluk­ lar koyacaktır." "Bu nasıl olur?" diye itiraz etti uşak. "Yoksa benim korkuluk­ larını seninkinden beş kat daha kısa mı olacak?" "Ama, buna karşılık onlar en tehlikeli yerde olacaklardır! " dedi Nasreddin Hoca hararetle. "Hayır! Ben bu kadar kısa korkulukları kabul edemem! " dedi uşak kararlı bir ifadeyle. "Şu durumda, köprünün bir bölümü korumasız olacak! Efendimi tehdit eden dehşetli tehlikeyi dü­ şününce sapsarı kesiliyorum ve beni soğuk terler basıyor! Ben, korkulukların her iki taraftan aynı eşitlikte olması için yüz ellişer dua okumak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Varsın, incecik olsunlar, ama her iki tarafta da olsunlar. Ama, buna razı olmaz­ san, ben bunda efendime karşı bir kötü niyet görürüm, yani senin, onun köprüden düşmesini istediğini! Ben de şimdi insanları çağı­ rırım ve buradan doğru zindanı boylarsın! " "İncecik korkuluklar! " diye haykırdı Nasreddin Hoca öfkeyle, kuşağındaki kesenin hafifçe kımıldadığını adeta hissederek. "Sen­ ce, bu köprüyü çubuklarla çevirmek yeterli! Korkuluğun bir tara­ fı., senin tüccarının tutunabilmesi için mutlaka kalın ve kuvvetli olmalıdır, yoksa ayağı bir kayarsa düşüverir; bunu anlamalısın." "Gerçeğin kendisi, senin sözlerinde yankısını buluyor! " diye mutluluk çığlığı attı uşak. "Varsın benim tarafımdaki korkuluklar daha kalın olsun; ben de bu durumda hiç erinmem ve iki yüz keli­ melik dua okurum! " "Üç yüz okumak istemez misin?" dedi Nasreddin Hoca hınçla. Yolda uzun uzun tartıştılar. Yoldan geçerken konuşmanın bazı kısımlarını duyanlar Nasreddin Hoca ve çilli uşağı kutsal topraklar­ da ibadetten dönen dindar hacılar sanarak saygıyla selamlıyorlardı. Ayrıldıklarında Nasreddin Hoca'nın kesesi yarı yarıya hafif­ lemişti: Hoca ile uşak, tüccar için cennete giden köprünün her iki taraftan da uzunluğu ve sağlamlığı açısından korkulukların tama­ men eşit olarak yapılması gerektiği konusunda anlaşmışlardı. 25

"Hoşça kal yolcu," dedi uşak. "Bugün seninle çok hayırlı bir iş yaptık." "Hoşça kal, efendisinin kurtuluşu için yanıp tutuşan iyi yürek­ li, sadık, erdemli uşak. Hemen belirteyim ki, tartışmalarda Nas­ reddin Hoca'dan dahi geri kalmıyorsun." "Hoca da nereden aklına geldi?" dedi uşak kuşkuyla. "Öylesine. Söz gelişi, diyelim," dedi Nasreddin Hoca ve 'bu adam, kolay lokma olmasa gerek' diye geçirdi içinden. "Yoksa sen onun uzak akrabası olmayasın?" diye sordu uşak. "Ya da akrabalarından birilerini mi tanıyorsun?" "Hayır, onu hiç görmedim. Akrabalarından da kimseyi ta­ nımam." "Gel kulağına söyleyeyim: " dedi uşak eyerin üzerinden eğile­ rek. "Ben Nasreddin Hoca'nın akrabasıyım. Onun amcasının oğ­ luyum. Çocukluğumuz birlikte geçti." Kuşkularının tümüyle isabetli olduğunu gören Nasreddin Hoca yanıt vermedi. Uşak, eyerin diğer tarafından ona bir daha eğildi. "Babası, iki kardeşi ve amcası öldürüldü. Duydun değil mi yolcu?" Nasreddin Hoca sustu. "Bu Emir ne kadar da gaddarmış! " diye bir çığlık attı uşak riyakar bir ses tonuyla. Nasreddin Hoca susuyordu. "Tüm Buhara vezirleri aptaldır! " dedi birden uşak, sabırsızlık ve açgözlülükten titreyerek, "çünkü başıbozukların yakalanması için hazineden büyük ödüller tahsis edildi." Ama Nasreddin Hoca ısrarla susuyordu. "Bizim kutsallar kutsalı Emirimiz de aptal! " dedi uşak, "ve bir de gökyüzünde Allah'ın olup olmadığını bilmiyoruz." Zehirli yanıtı çoktandır dilinin ucunda dursa da Nasreddin Hoca susuyordu. Umutları suya düşen uşak lanet okuyarak kam­ çıyı vurur vurmaz iki adım sonra gözden kayboldu. Ortalığa bir 26

sessizlik çöktü. At nallarının havalandırdığı iğri ışıklı toz bulutu yaprak kımıldamayan havada kıvrıldı ve altın rengini aldı. "İşte, yine de bir akraba çıktı ortaya" diye düşündü Nasreddin Hoca alaycı alaycı. "İhtiyar yalan konuşmuyor: Buhara'da ajanla­ rın sayısı sineklerin sayısından daha fazla ve bu yüzden çok dik­ katli olmak gerek, çünkü bir atasözünde dendiği gibi 'suçlu dili başıyla birlikte keserler.' " Nasreddin Hoca kah yarı yarıya boşalmış kesesini düşünürken morali bozularak kah vergi memurunun kibirli zenginle dövüşünü anımsayarak eşeği üzerinde uzun süre yol aldı. - 5 Kentin karşı yakasına varınca durdu, eşeğini çayhaneciye ema­ net etti ve kendisi de zaman kaybetmeden aşhanenin yolunu tuttu. Aşhane tıklım tıklım dolu ve duman altıydı, içeride bir uğul­ tudur gidiyor, soba etrafa ısı yayıyor ve bellerine kadar çıplak ve her tarafından terler akan aşçılar sobanın alevleri altında parıl pa­ rıl parıldıyorlardı. Acele ediyor, bağırıp çağırıyor, birbirlerini itip kakıyor, çılgın bakışlarla aşhanede koşuşturan ve böylece izdiha­ mı, gürültüyü, itiş kakışı daha da artıran yamaklarının enseleri­ ne şaplaklar atıyorlardı. Adeta dans eden ahşap kapaklarla kaplı kocaman kazanlar fokur fokur kaynıyor, sayısız sineğin oluştur­ duğu yuvanın uğuldadığı tavanda doygun buhar yoğunlaşıyordu. Masmavi bir duman altında yağ cızırdıyor, püskürüyordu, kızar­ mış mangalların yanları parıldıyordu, şişlerden kömürlere damla­ yan yağ lacivert ağır bir ateşte yanıyordu. Burada pilav hazırla­ nıyor, şiş yapılıyor, işkembe kaynatılıyor, içinde soğan, biber, et ve sobada erir erimez hamurun yüzüne yayılıp küçük kabarcıklar şeklinde köpüren koyun içyağının katıldığı çörekler pişiriliyordu. Nasreddin Hoca kendisine zar zor bir yer bulup sırtı oraya öyle bir yapıştı ki böğrüyle sıkıştırdığı insanlar çığlık attılar. Ama kim­ se ona kızıp hiçbir laf etmedi, zaten Hoca da çoktandır insanlara kızmıyordu. O pazar yeri aşhanelerindeki hararetli itiş kakışları, gün boyu ağır çalışmalardan sonra yemeklerin tadıyla uğraşacak zamanı olmayan yüzlerce kişinin tüm bu düzensiz gürültü patırtı27

larını, şakalarını, kahkahalarını, çığlıklarını, itişmelerini, hep bir­ likte burundan solumalarını, geviş getirmelerini, avurtlarını şişir­ melerini öteden beri seviyordu. Çelik gibi çeneler öğütüp duruyor; damarlar, kıkırdaklar, kocaman göbek her şeyi kabul ediyor; yeter ki ver, hem çok hem de ucuz olsun! Nasreddin Hoca da tıka basa yemeyi becermişti: Nefes almaksızın üç tas erişte çorbası, üç tas pilav ve bunların üstüne, parası ödendiğinde bir tabakta asla hiçbir şey bırakmama gibi kendi kuralını bozmamak için onlarca çöreği de güç bela yedi. Sonra çıkış kapısına yöneldi, dirseklerini var gücüyle kulla­ narak nihayet temiz havaya çıktığında terden sırılsıklamdı. Sanki daha yeni hamamda iri yarı bir tellağın elinden geçmiş gibi tüm uzuvları gevşemişti. Yemekten ve sıcaktan ağırlaşmış olarak yavaş adımlarla çayhaneye vardı, varır varmaz da kendisine çay söyledi ve bir keçenin üzerine kaygısızca uzandı. Kaşları çatılmıştı, ka­ fasında sakin, hoş düşünceler uçuşuyordu. 'Artık çok param var; bu paraları değerlendirmek ve bir çömlekçi ya da eyerci atelyesi açmak hiç de fena olmaz; ne de olsa ben bu işlerden anlıyorum. Gerçekten de artık gezip durduğum yeter. Ben başkalarından kötü ya da aptal mıyım ki, iyi yürekli, güzel bir karım, ellerimle büyü­ teceğim bir oğlum olmasın? Peygamberin sakalı üzerine yemin ederim ki, bu afacan, yaramazlıklarıyla ünlü bir çocuk olur, ben de bilgeliğimi ona aşıladım mı! Evet, karar alınmıştır: Nasreddin Hoca bu bezdirici yaşamını değiştirecek. İşe bir çömlekçi ya da eyerci atelyesi almakla başlamalıyım.. .

'

Hoca hesap yapmaya başladı: İyi bir atelye en az üç yüz tanga ederdi, onun ise yüz elli tangası vardı. Çilli uşağı lanetle anımsadı. "Allah bu haydudun gözünü kör etsin, şimdi işe başlamam için eksik kalan parayı elimden aldı." Ama talih yeniden yüzüne gülmüştü. "Yirmi tanga" dedi bir­ den birileri ve ardından Nasreddin Hoca bir bakır tepsiye atılan zarların sesini duydu. Eşeğin bağlı olduğu direğin hemen dibinde insanlar sıkı bir halka oluşturmuştu, çayhaneci de tepelerinde durmuş onları izli­ yordu. 28

Hoca dirsekleri üzerine kalkarken "oyun oynuyorlar" dedi. "Hiç olmazsa uzaktan bakayım. Ben oynamam elbette: Ben o ka­ dar aptal değilim! Ama, akıllı bir insan neden aptalları seyretme­ sin ki?" Kalktı ve oyun oynayanların yanına geldi. "Aptal bunlar! " dedi çayhaneciye fısıldayarak. "Daha faz­ la kazanmak için son paralarını tehlikeye atıyorlar. Peygamber Müslümanlara paralı oyunu yasaklamadı mı? Allah'a şükür, ben bu mahvedici tutkudan kurtuldum... Ama şu Kızıl ne kadar da şanslı: Dördüncü kez art arda kazanıyor... Bak bak, beşinci kez kazandı! Vay akılsız! Sahte bir zenginlik düşüne kapılmış, üs­ telik yoksulluk onun kuyusunu çoktan kazmışken. Bu da ne?.. Altıncı kez kazandı! Ben bir insanın bu kadar şanslı olduğunu hiç görmedim. Baksana, yine para koydu! Gerçekten de insanın düşüncesizliğinin sınırı yok; art arda bu kadar da kazanılmaz ki! Yalancı mutluluğa inanan insanlar işte böyle perişan oluyorlar! Bu Kızıla bir ders vermek gerekirdi ama. Bakalım, yedinci kez kazanırsa, onun karşısına ben çıkarım, gerçi ben her türlü paralı oyuna karşıyım ve Emir'in yerinde olsam bu oyunları çoktan yasaklardım! " Kızıl, zarı yedinci kez fırlatu ve yine kazandı. Nasreddin Hoca ileriye doğru kararlı bir adım attı, diğer oyun­ cuları bir kenara itip oluşan halkanın arasına oturdu. "Seninle ben oynamak istiyorum", dedi şanslı kızıla ve zarları çabucak alıp, deneyimli gözleriyle iyice kontrol etti. "Ne koyacaksın?" diye sordu Kızıl boğuk bir sesle. Hafiften bir titreme geçirdi. Geçici talihini iyi değerlendirip mümkün oldu­ ğunca çok kazanmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Nasreddin Hoca yanıt olarak kesesini çıkardı, ne olur ne olmaz diye, yirmi tangayı cebine, geriye kalan paraları tepsi­ nin üstüne koydu. Bakır tepsi üstünde gümüş paralar çınladı ve onları seyreden oyuncular koyulan parayı hafif heyecan­ dan kaynaklanan bir uğultuyla karşıladılar. Ve büyük oyun başladı. 29

Kızıl zarları eline aldı, uzun uzun salladı; fırlatmaya bir türlü karar veremiyordu. Herkes nefesini tutmuştu, eşek dahi suratını o yöne uzatıp kulaklarını dikti. Kızıl oyuncunun avuçları içinde zar seslerinden başka bir ses duyulmuyordu. Bu soğuk sesin etkisiyle olacak, Hoca'nın karnına ve bacaklarına bir gevşeme yayıldı. Kı­ zıl ise cübbesinin yenini tutmuş zarları sallayıp duruyor, ama bir türlü fırlatmaya karar veremiyordu. En sonunda fırlattı. Diğer oyuncular öne doğru eğildiler ve hepsi ta göğüsten derin bir nefes alarak geriye doğru çekildiler. Kızılın rengi attı ve sıkılı dişleri arasından inledi. Zarlarda toplam üç sayı vardı ve bu da mutlak yenilgiydi; iki de upkı on iki gibi yine ender olarak atılırdı, geriye kalan her so­ nuç Hoca'ya yarıyordu. Avucundaki zarları sallarken içten içe bugün yüzüne gülen yazgısına teşekkür ediyordu. Ama, yazgının kaprisli ve yanar­ döner olduğunu, üzerine fazla gidilirse rahatlıkla ihanet edebi­ leceğini unutmuştu. Yazgı Nasreddin Hoca'ya ders vermek için silah olarak da eşeği, dahası, eşeğin ucu dikenli teller ve dulav­ rat otlarıyla süslenmiş kuyruğunu seçmişti. Kıçını oyunculara dönmüş olan eşek kuyruğunu sallayıp sahibinin eline çarptı, zarlar yerinden oynadılar ve tam o sırada Kızıl oyuncu kısa, boğuk bir çığlıkla tepsiye kapanıp paraların üzerini kapattı. Nasreddin Hoca iki sayısını attı. Kızıl, taş kesilerek, dudaklarını kıpırdatıp hiç ses çıkarmadan uzun süre oturdu; donup kalmış gözleri önünde her şey sallanıyor, uçuşuyordu ve kulaklarında garip bir ses çınlıyordu. Hoca birdenbire yerinden fırladı, sopayı kaptığı gibi, bağlı ol­ duğu kazığın etrafını turlayarak eşeği pataklamaya başladı. "Lanet olası eşek, veled-i zina, kokuşmuş alçak ve yeryüzün­ deki canlıların yüz karası! " diye bağırdı Nasreddin Hoca "Sahibi­ nin parasıyla zar oynaman yetmiyormuş gibi, bir de kaybediyor­ sun! Senin mendebur derin yolunsun, her şeye kadir Allah yolunu çukur eylesin de ayakların kırılsın; ne zaman gebereceksin de se­ nin iğrenç suratını görmekten kurtulacağım?" 30

Eşek anırmaya başladı, oyuncular bir kahkaha attılar ve en çok kahkahayı da talihinin yaver gitmiş olmasına inanmış olan Kızıl attı. Nasreddin Hoca bezgin ve soluk soluğa kalmışken Kızıl bastonu fırlatıp "yine oynayalım" dedi, "daha yirmi beş tan­ gan var. " Bu arada sol ayağını ileri uzattı ve Nasreddin Hoca'yı küçüm­ semenin bir işareti olarak hafiften sallamaya başladı. "Peki, oynayalım!" dedi Nasreddin Hoca, çünkü onun için fark eden bir şey yoktu: Y üz yirmi tanga kaybedilen bir yerde son yir­ mi tangaya acımanın anlamı yoktu. Gelişigüzel, hatta bakmadan, zan attı ve kazandı. "Tüm parasına oynayalım!" dedi Kızıl kaybettiği parayı tep­ siye koyarken. Ve Hoca bir daha kazandı. Ama Kızıl talihin kendisine sırtını döndüğüne inanmak iste­ miyordu: "Tüm parasına!" Tam yedi kez bunu önerdi ve sekiz kez de kaybetti. Tepsi, para doluydu. Seyredenler donakaldılar. Oyuncuları için için yakan ateş, gözlerini parlatıyordu. "Şeytan yardım etmese, art arda kazanamazsın!" diye bağırdı Kızıl. "Eninde sonunda kaybetmek zorundasın! Tepside bin altı yüz tangan var! Tüm bu paralara bir kez daha oynamaya razı mı­ sın? İşte bu, yarın dükkanıma mal almak için hazırladığım parala­ rın hepsi. Tüm bu paralan koyuyorum ortaya.. !" Kızıl, altın para dolu küçük yedek kesesini çıkardı. "Koy altınlarını tepsiye!" diye haykırdı iyiden gaza gelmiş olan Nasreddin Hoca. Bu çayhanede bu kadar büyük oynanmamıştı. Çayhaneci çok­ tan kaynamış olan ibriklerini unutmuştu. Diğer oyuncular ağır ağır ve kesik kesik soluyorlardı. Zarları ilk atan Kızıldı ve hemen gözlerini kapattı. Bakmaya korkuyordu. 31

Herkes koro halinde 'on bir' diye bağırdı. Nasreddin Hoca mahvolduğunu anladı: Onu yalnızca on iki kurtarabilirdi. "On bir! On bir! " tekrarlayıp durdu çılgınca bir sevinç yaşayan Kızıl. "Gördüğün gibi, on bir! Kaybettin! Kaybettin! " Donakalmış olan Nasreddin Hoca zarları aldı ve onları fırlat­ maya hazırlanıyordu ki, birden durdu. "Arkanı dön! " dedi eşeğine. "Üç sayıyla kaybetmeyi biliyor­ sun, şimdi de on bir puan kazan bakalım, yoksa seni hemen leşha­ neye götürürüm." Eşeğin kuyruğunu sol eline aldı ve kuyruğu zarların olduğu sağ eline vurdu. Çayhaneyi bir çığlıktır kapladı, çayhaneci ise elini kalbine gö­ türmüş ve bitkin bir halde yere yığılmıştı. Zarlarda on iki sayısı vardı. Kızılın gözleri yuvarlarından fırlamış ve sararıp solmuş yü­ zünde donakalmıştı. Yerinden yavaşça kalkıp haykırdı: "Vay başıma gelenler! " diyerek sarsıla sarsıla çıktı çayhaneden. Derler ki, kentte onu bir daha gören olmamış: Bir çöle kaçıp orada korkunç, yabanıl şekilde uzamış saçlarıyla kumlarda ve di­ kenli fundalıklarda dolaşıyor ve çakallara yem oluncaya değin hiç durmaksızın 'vay başıma gelenler' diye çığlıklar atıyormuş. Ona hiç kimse acımamış, çünkü gaddar ve adaletsiz bir insanmış; saf insanları oyunlarda alt ederek çok kötülükler yapmış. Nasreddin Hoca ise kazandığı serveti heybesine koymuş ve eşe­ ğini kucaklamış, sıcacık burnunu kuvvetlice öpmüş ve ona lezzetli, taze ekmekler yedirmişti; eşek ise şaşkınlık içindeydi, çünkü daha beş dakika önce sahibinden tümüyle farklı bir muamele görmüştü. - 6 Paranın nerede olduğunu bilen insanlardan uzak durmanın al­ tın kuralını bilen Nasreddin Hoca çayhanede fazla zaman kaybet­ meden pazar yerine gitti. Takip edilip edilmediğini kontrol etmek için etrafına bakınıyordu; çünkü hem oyuncular hem de çayhane sahibinin yüz ifadeleri pek de iyi niyetli değildi. 32

Yola sevinçle çıktı. Artık istediği atelyeyi alabilirdi. İki de alır­ dı üç de. Zaten öyle yapmaya da karar verdi. "Dört tane atelye ala­ cağım: Çömlekçi, eyerci, terzi ve çizme atelyeleri ve her atelyeye iki usta koyacağım, bense yalnızca paraları toplayacağım. İki yıl sonra zengin olduğumda bahçesi çeşmeli bir ev satın alacağım, bahçenin dört bir tarafına altından kafesler koyacağım ve bu ka­ feslerde çalıkuşları ötecek, iki ya da ve hatta üç karım olacak." Tatlı düşlere dalmıştı. Bu arada dizginin gevşediğini hisseden eşek, sahibinin dalgınlığından yararlanarak yolda karşısına köprü çıkınca, diğer eşekler gibi o köprüden gitmeyip yana döndü ve koşarak doğrudan hendekten atladı. "Çocuklarım büyüdüğünde onları toplayıp diyeceğim ki..." diye düşünüyordu bu sırada Nas­ reddin Hoca. "Ama neden ben havada uçuyorum? Yoksa Allah beni meleğe dönüştürmek niyetinde de kanat mı taktı?" Bu sırada, gözlerinden çıkan kıvılcımlar Nasreddin Hoca'yı kanatları olmadığına inandırdı. Eyerden uçar uçmaz yola, eşeğin iki kulaç ilerisine yapıştı. Ahlayıp oflayarak kalktı, tümden toza bulaşmış olan eşek se­ vimli ifadeyle kulaklarım oynattı ve suratındaki masum ifadeyi koruyarak eyerdeki yerine geçmeye davet edercesine Hoca' ya yaklaştı. "Hey babamın, dedemin ve dedemin dedesinin günahlarının cezası olarak gönderilen günahlarım, islamın adaleti üzerine ye­ min ederim ki, bir insanı yalnızca kendi günahları için bu kadar ağır cezalandırmak haksızlık olur!" diye başladı Nasreddin Hoca öfkeden titreyen bir sesle. "Seni gidi örümcek, sırtlan melezi iğ­ renç yaratık! Sen ki..." Ama tam bu sırada çok yakınında, yarı yıkık bir çitin gölgesin­ de oturan insanları fark edip durakladı. Nasreddin Hoca' mn okumaya niyetlendiği lanet dudaklarında donakaldı. Başkalarının gözü önünde gülünç ve utanılacak duruma düşen bir insanın kendi düştüğü duruma başkalarından daha yüksek ses­ le gülmesi gerektiğini anlıyordu. 33

Nasreddin Hoca orada oturanlara göz edip tüm dişlerini göste­ rircesine güldü. "Eeeh ! " dedi yüksek sesle ve neşeyle: "Adeta uçtum işte ! Söylesenize, kaç takla attım; kendim sayamadım da. Seni gidi yaramaz ! " diye devam etti, içinden eşeği bir güzel kamçılamak geçtiği halde sırtına sevecen bir ifadeyle şaplak atarak. "Seni gidi yaramaz ! Böyledir bu: Bir dalmaya gör, mutlaka bir yaramazlık yapar ! " Nasreddin Hoca bir kahkaha attı ve kendisinden başka kimse­ nin gülmediğini fark etti şaşkınlıkla. Herkes başları eğik ve yüzle­ ri asık halde oturuyor, ellerinde bebekleriyle sessizce ağlıyorlardı. "Burada bir gariplik var" dedi Nasreddin Hoca kendi kendine ve oturanların yanına gitti. "Baksana, muhterem," dedi Hoca ak sakallı ve yüz ifadesi bit­ kin ihtiyara, "burada neler oluyor, anlatsana bana? Neden gülüm­ semeler göremiyor, kahkahalar duyamıyorum, kadınlar neden ağ­ lıyor? Neden bu sıcakta yolun ortasında toz içinde oturuyorsunuz, evde, serin havada oturmak daha iyi değil mi?" "Evde oturmak, evi olanlara iyidir," dedi ihtiyar kederle. "Ah yolcu, çare olamayacağına göre hiç sorma, acımız büyüktür. İşte ben, ihtiyar, halsiz bir insan olarak canımı bir an önce alması için Allah'a dua ediyorum." "Neden böyle konuşuyorsun?" dedi Hoca sitemle. "İnsan asla böyle düşünmemeli. Görünümümün yoksul olduğuna bakma da acını paylaş benimle. Belki bir yardımım dokunur." "Kısa ve öz söyleyeyim. Daha bir saat önce Tefeci Cafer iki emirlik muhafızıyla birlikte sokağımızdan geçti. Ben ise Tefeci Cafer'e borçluyum ve yarın sabah borcun vadesi doluyor. İşte bu yüzden tüm yaşamımı geçirdiğim evimden kovuldum ve benim ne ailem ne de başımı sokacağım bir köşem var... Cafer benim tüm varlığımı; evimi, bahçemi, hayvanlarımı ve üzüm bağlarımı yarın satacak." İhtiyarın gözleri yaşla doldu, sesi titriyordu. "Ona borcun çok mu?" diye sordu Hoca. 34

"Çok fazla, yolcu. Tam iki yüz elli tanga borcum var. "İki yüz elli tanga!" dedi Hoca hayretle. "Yani, bir insan seni iki yüz elli tangacık yüzünden ölüme sürüklüyor! Hey, hey, sakin ol, " diye sürdürdü konuşmasını eşeğine hitaben ve heybesinin ağ­ zını çözdü. "Muhterem ihtiyar, işte sana iki yüz elli tanga, bunu tefeciye ver ve kıçına bir tekme atıp evinden kov, geriye kalan günlerini huzur ve refah içinde geçir." Gümüş paraların şıngırtısını duyanlar silkinip kendilerine gel­ diler, ihtiyarın ise dili tutuldu ve yalnızca yaşlarının parıldadığı gözleriyle Nasreddin Hoca'ya teşekkür etti. "Gördün mü? Sen acını anlatmak dahi istemiyordun," dedi Hoca paraları sayarken ve içinden: 'Ziyanı yok. Sekiz usta yerine yedi usta alırım, bu da bana yeter,' diye geçirdi. İhtiyarın yanı başında oturan bir kadın birdenbire Nasreddin Hoca'nın ayaklarına kapandı ve çığlık çığlığa ağlayan çocuğunu ona uzattı. "Şuna bak," dedi kadın hıçkıra hıçkıra. "Çocuğum hasta, du­ dakları kurudu ve yüzü alev alev yanıyor. Zavallı yavrum, yakında yolda ölecek, çünkü beni evimden kovdular." Nasreddin Hoca çocuğun zayıf, solgun yüzüne, incecik kolla­ rına baktı, sonra oturanların hepsini gözden geçirdi. Ve kırışıkla­ rın nakış işlediği, acıdan buruşmuş bu yüzlere göz atınca sürekli ağlamaktan solmuş gözler görüyordu ve yüreğine adeta ateş gibi bir bıçak saplanmış; boğazı düğümlenmiş, yüzü kızarmıştı. Sırtını döndü. "Ben dulum," diye sürdürdü kadın. "Altı ay önce ölen kocam Tefeci Cafer' e iki yüz tanga borçluydu ve borç bana kaldı." "Çocuk sahiden de hasta,'' dedi Nasreddin Hoca. "Ve yakıcı güneş altında tutulmamalı, İbni Sina'nın da dediği gibi, güneş ışıkları damarlardaki kanı koyulaştırır ve bu çocuk için hiç de hoş olmaz. Al şu iki yüz tangayı da, eve dön, alnına ıslak bez koy; doktor çağırıp ilaç alman için şu elli tangayı da al." İçinden de "altı ustayla da çok iyi idare edilebilir" diye geçirdi. 35

O sırada yarın ailesi Tefeci Cafer ' e dört yüz tanga borcu yü­ zünden köle olarak satılacak iri yarı, sakallı duvar ustası Hoca ' nın ayaklarına kapandı. .. "Beş usta az elbette . . . " diye geçirdi içinden Hoca heybesini açarken. Daha heybesini açamamıştı ki, iki kadın daha ayaklarına kapandı ve onların hikayeleri o denli acıklıydı ki, Hoca hiç tereddüt etmeden tefeciye borçlarını ödeyecekleri kadar paralar verdi. Geriye kalan paraların üç ustaya zar zor yeteceğini gördükten sonra, bu durumda ustalarla hiç uğraşmamak gerektiği­ ne karar verdi ve cömert elleriyle Tefeci Cafer ' e olan diğer borç­ ları dağıtmaya k0yuldu. Heybesinde kalan para beş yüz tangadan daha azdı. Tam bu sırada Nasreddin Hoca kendisine başvurmamış ama acısı yüzünde yazılı birisini daha fark etti. "Hey, sen, baksana ! " dedi Nasreddin Hoca "Neden burada otu­ ruyorsun? Yoksa senin de mi tefeciye borcun var?" "Ona borcum var, " dedi adam belli belirsiz bir sesle. "Yarın, zincire vurulmuş olarak köle p � zarına gideceğim. " "Peki y a hala neden susuyorsun?" "Hey, cömert, hayırsever yolcu, senin kim olduğunu bilmiyo­ rum. Yoksullara yardım etmek için mezarından çıkan Kutsal Boga­ eddin misin, ya da Harun Reşid ' in kendisi misin? Ben sana, zaten bana gelene kadar çok para harcadığın için başvurmadım, çünkü benim borcum hepsinden daha fazla; beş yüz tanga. E ğer bana para verirsen yaşlılara ve kadınlara yetmeyeceğinden korktum." Duygulanan Nasreddin Hoca, "Sen adil, efendi ve vicdanlı bir insansın" dedi. "Ama ben de adil, efendi ve vicdanlıyım ve yemin ederim ki, yarın sen zincire vurulmuş olarak köle pazarına gitmeyeceksin. Eteğini kaldır. " Heybesindeki paraları son tangasına kadar çıkardı . Adam sol eliyle cübbesinin eteğini tutarken sağ eliyle Nasreddin Hoca ' yı kucakladı ve yaşlı gözlerle kendisini onun kucağına bıraktı . Nasreddin Hoca kurtarılan herkese bir göz attı. Yüzlerde gü­ lümsemeler, al al yanaklar ve gözlerde parıltılar görüyordu. 36

" S enin eşekten düşüşün gerçekten de muhteşem oldu," dedi iri yarı sakallı duvarcı kahkaha atarak ve ardından herkes kahka­ hayı bastı; erkekler kaba, kadınlar da incecik sesleriyle. Çocuklar da Nasreddin Hoca ' ya ellerini uzatırken gülmeye başladılar, ama Hoca herkesten daha fazla güldü . "Ohoo ! " dedi Hoca katıla katıla gülerek, "siz bu eşeği henüz tanımıyorsunuz ! Öyle lanetli bir eşek ki ! .. " "Hayır, " dedi kollarında hasta çocuğu tutan kadın. "Eşeğin hakkında öyle konuşma. O dünyanın en akıllı, en soylu, en de­ ğerli eşeğidir, onun eşi benzeri yoktur ve olmayacaktır. Ben ona ömrüm yettiğince bakarım, en iyi yemlerle beslerim, çalıştırmam, sırtını kaşırım, kuyruğunu tararım. Zaten eşi benzeri yok ve açan bir gül gibi olan bu eşek erdem sahibi. Karşımıza karanlıkta bir güneş gibi çıkan bu eşek hendekten atlamayıp seni de sırtından atmasaydı, ey yolcu, sen yanımızdan geçip giderdin ve biz de seni durduramazdık . " "Haklı" dedi ihtiyar düşünceli b i r ifadeyle. " B i z kurtuluşumu­ zu daha çok, yeryüzünü gerçekten de güzelleştiren ve diğerleri arasında bir elmas gibi parıldayan bu eşeğe borçluyuz." Herkes hararetle eşeği övmeye ve birbirleriyle yarış edercesine eşeğe pide, kavrulmuş mısır, kuru kayısı ve şeftaliler yedirmeye başladı. Eşek bir yandan arsız sineklerden kurtulmak için kuyru­ ğunu sallarken diğer yandan da sakin ve gururlu bir ifadeyle he­ diyeleri kabul ediyordu; ancak Nasreddin Hoca ' nın çaktırmadan kendisine gösterdiği kırbacı görür görmez gözlerini kırpıştırdı. Ama bu arada zaman ilerliyor, gölgeler uzuyor, kızıl bacaklı leylekler çığırıp kanatlarını çırparak, yavrularının kendilerine aç­ gözlüce gagalarını uzattıkları yuvalarına iniyorlardı. Nasreddin Hoca vedalaşmaya başladı. Herkes önünde eğilip kendisine teşekkür ediyordu. "Sağ olasın. Derdimizi sen anladın. " "Nasıl anlamam ki, " dedi Hoca, "benim oldukça maharetli sekiz ustamın çalıştığı dört atelyemi, çeşmeli bahçesindeki ağaç37

larda kuşların cıvıldaştıkları evimi kaybetmişken sizi anlamamak mümkün mü? Nasıl anlamam sizi ! " İhtiyar dişsiz ağzıyla konuşmaya başladı : " Seni ödüllendirecek bir şeyim yok, yolcu. Evi terk ederken yanıma aldığım tek şey, şu Kur ' an, kutsal kitabımız; yanına al ki, o hayat denen deryada yolunu aydınlatan ışığın olsun. " Nasreddin Hoca kutsal kitaplara saygı duymazdı, ama ihtiyarı gücendirmemek için Kur ' an ' ı aldı, heybesine koydu ve eşeğinin sırtına atladı. "Adını söyle, adını söyle ! " diye bağırdılar koro halinde. "Bize adını söyle ki, dua ederken kimi anacağımızı bilelim." "Benim adımı ne yapacaksınız? Gerçek bir hayırsever şöhre­ te ihtiyaç duymaz, duaya gelince, Allah' ın hayırlı amelleri kendi­ sine bildirecek yeteri sayıda meleği var. . . Eğer melekler tembel, ihmalkarlarsa, yeryüzündeki sevapların ve günahların hesabını tu­ tacak yerde yumuşak bulutlar üzerinde yan gelip yatıyorlarsa, sizin dualarınızın hiç de yararı olmaz, çünkü Allah, güvendiği kişilerden teyit almadan insanların sözlerine inanıyorsa, aptal demektir. " Kadınlardan birisi birdenbire bir çığlık attı, ardından ikincisi ve sonra ihtiyar kendine gelip gözlerini Nasreddin Hoca ' ya dikti. Ama Hoca ' nın acelesi vardı ve bunları hiç fark etmedi. "Hoşça kalın. Huzur ve mutluluk yoldaşınız olsun. " Hayır duasıyla uğurlanan Hoca kavşakta gözden kayboldu. Geride kalanlar sessizliğe bürünmüşlerdi, hepsinin de aklından aynı şeyler geçiyordu. Suskunluğu bozan ihtiyar oldu. Samimi ve ağırbaşlı konuşu­ yordu : "Yeryüzünde yalnızca tek bir insan böyle bir hareketi yapabi­ lir, yalnızca tek bir insan böyle konuşabilir, yeryüzünde sıcaklığı tüm mutsuzları ve yoksulluk çekenleri ısıtan tek bir insan böyle bir yürek taşır ve bu insan bizim . . . "Sus ! " diye araya girdi kalabalıktan birisi. "Çit duvarların göz­ leri, taşların kulakları olduğunu ve yüzlerce köpeğin onun izini süreceğini unuttun mu yoksa?" 38

" Haklısın," dedi üçüncü bir ses. " Susmalıyız, çünkü o şimdi bir ipin üzerinde yürüyor ve hafifçe dokunsak düşecek durumda. " "Onun adını dillendirmektense, dilimi koparsınlar daha iyi ! " dedi kucağında hasta çocuğunu taşıyan kadın . " B e n susuyorum," diye haykırdı ikinci kadın. " Kazara onu ipe atmaktansa öleyim daha iyi. " Zeka konusunda sorun yaşayan ve konuşmalara kulak ka­ bartırken, kasaplıkla hiç ilgisi olmayan, haşlanmış işkembe de satmadığına göre köpeklerin neden bu yolcunun ardından koş­ mak zorunda olduğunu b i r türlü anlayamayan sakallı dev duvar ustası dışında herkes bunları konuşuyordu ; eğer bu yolcu bir i p cambazıysa neden onun adı dil lendirilmesindi ve o k a d ı n kur­ tarıcısına mesleği için b u d e n l i gerekli olan ipi hediye etmek­ tense, ölmeye neden razıydı ? Duvar ustasının kafası tamamen karışmıştı, burnundan soluyordu, derin bir nefes aldı ve aklını yitirme korkusuyla bu konuda daha fazl a düşünmemeye karar verd i . Bu sırada Nasreddin H o c a epeyce uzaklaşmıştı, yoksulların bitkin yüz ifadeleri gözlerinin önünden gitmiyordu; yanaklarında­ ki sıtma allığı ve sıcaktan kurumuş dudaklarıyla hasta çocuk ak­ lına geldi; evinden kovulmuş olan ihtiyarı anımsadı ve yüreğinin derinliklerindeki öfke dışa vurdu . Eyerde oturamıyordu, yere atlayıp ayağına rastgelen taşlara tekme atarak eşekle birlikte yürümeye başladı "Dur bakalım tefec i ! " diye fısıldadı ve kara gözlerinde ya­ kıcı bir ateş oluşuverd i . " S eninle karşı karşıya geleceğiz ve talihin kararacak ! Ve sen E m i r, s e n de bekle" diye sürdürdü düşlemesini, titreyerek ve yüzü solmuş olarak: " Çünkü ben N a s reddin Hoca Buhara ' dayı m ! Hey i ğrenç sülükler, zavallı halkımın kanını emenler, hey aç sırtlanlar ve kokuşmuş çakal­ lar, mutluluğunuz sonsuz değildir ve sonsuza dek halka işkence edemeyeceksiniz ! Sana gelince, Tefeci Cafer, yoksullara ver­ diğin acının hesabını senden sormazsam, adım sonsuza dek lanetlensin . " 39

- 7 Yaşamında çok görmüş geçirmiş Nasreddin Hoca için dahi anayurdunda olduğu bu ilk gün oldukça endişe verici ve serüven­ lerl e doluydu. Nasreddin Hoca yorulmuştu ve sakin bir köşeye çekilip dinlenme kaygısındaydı. "Hayır ! " dedi iç geçirerek uzaktaki göletin etrafında çok sa­ yıda insanın toplandığını görünce. "Anlaşılan, bugün dinlenmek nasip olmayacak bana ! İşte yine bir şeyler olmuş ! " Gölet anayolun biraz uzağındaydı ve Nasreddin Hoca görmez­ den gelip geçebilirdi, ama bizim Nasreddin Hocamız bir müna­ kaşaya, rezalete ya da kavgaya karışma fırsatını kaçıracaklardan değildi. Yıllar boyunca sahibinin karakterini çok iyi bilen eşek, emir beklemeden gölet yönünde döndü . "Ne oldu? Kimi öldürdüler? Kimi soydular?" diye bağırdı Nasreddin Hoca eşeğini kalabalığın taa içine sürerken. "Açılın bakalım ! Yol açın ! Yol açın ! " Kalabalığın arasından sızıp göletin çamur-yosun karışımıyla kaplı kıyısına yaklaştığında hayret edilesi bir manzarayla karşı­ laştı. Kıyıdan üç adım ileride bir insan boğuluyordu. Adam kah suyun yüzüne çıkıyor, kah dipten kocaman kabarcıklar çıkararak suyun içine dalıyordu . Kıyıda çok sayıda insan koşuşturup duruyordu ; cübbesinden yakalamaya çalışarak boğulmakta olan adama uzanıyorlar, ama kolları yarım arşın kadar kısa kalıyordu. "Uzat elin i ! Uzat, hadi ! " diye bağırıyorlardı. Boğulmakta olan adam sanki hiçbir şey duymuyordu. Elini onlara uzatmıyor, den­ geli bir şekilde dalıp sonra da suyun yüzüne çıkmaya devam edi­ yordu. Onun, dibi ziyareti ve geriye dönüşüne uygun bir şekilde gölette tembel dalgalar sakin bir çırpıntıyla kıyıyı yalıyorlardı. "Garip ! " dedi Nasreddin Hoca olanlara bakarken. "Çok garip ! Bunun nedeni ne olabilir ki? Elini neden uzatmıyor? Belki de, usta bir dalgıçtır ve iddiaya girmiştir, ama öyleyse neden cübbe­ siyle yüzüyor?" 40

Nasreddin Hoca düşüncelere dalmıştı. O düşüne dursun, bo­ ğulmakta olan adam dört kez dalıp çıktı, üstelik her defasında dip­ te giderek daha fazla kalıyordu. "Çok gari p ! diye yineledi Hoca eşeğinden inerken. "Burada bekle, " dedi eşeğine hitaben, "ben biraz daha yaklaşıp bakayım." Bu sırada, boğulmakta olan adam o kadar derine daldı ve o kadar uzun süre gözden kayboldu ki, kıyıda bulunanlardan bazıları artık ölüm duası okumaya dahi başladılar. Ama, birden yine ortaya çıktı. "Ver elin ! Hadi ! Ver ! " diye bağırdılar insanlar ellerini ona uza­ tarak, ama o, bembeyaz gözlerle bakıyor ve elini uzatmıyordu, yeniden sessizce ve ağır ağır göletin dibine indi. " S izi gidi anlayışsızlar ! " dedi Nasreddin Hoca. " S iz onun bir molla ya da ricalden biri olduğunu pahalı cübbesi ve ipek kavu­ ğundan anlamıyor musunuz? Ve siz hala mollalar ve ricalin karak­ terini anlayamadınız mı ki, bu insanları sudan ne şekilde çıkarıla­ cağını bilmiyorsunuz?" "Madem biliyorsun, çıkar öyleyse ! " diye bağırdı kalabalık. "Kurtar şunu, bak ortaya çıktı . Çek çıkar ! " "Bekleyin, " diye karşılık verdi Hoca, "ben konuşmamı he­ nüz bitirmedim. Sorarım size : Bir mollanın ya da ricalden biri­ nin birilerine bir şeyler verdiği nerede ve ne zaman görülmüştür? Unutmayın, ey cahiller: Mollalar ve ricalden olanlar asla bir şey vermezler, onlar yalnızca alırlar. Ve onları sudan karakterlerine uygun olarak çıkarmak gerekir. İşte, bakın ! " "Ama sen geç kaldın" diye bağırdı kalabalık. "Artık daha yu­ karı çıkamıyor. " " S iz, su perilerinin molla ve ricali o kadar kolay kabul edece­ ğini mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Sulardaki periler onlardan var güçleriyle kaçmaya çalışacaklardır. " Nasreddin Hoca çömeldi ve en dibe kadar inip hafif bir rüzgann et­ kisiyle kıyıya vuran kabarcıkları gözleyerek sabırla beklemeye başladı. En sonunda göletin derinliğinden bir siyahlı yükseldi. Boğul­ makta olan adam, eğer Nasreddin Hoca olmasaydı suyun yüzeyi­ ne son kez çıkıyor olacaktı . 41

"Yakala ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca elini ona uzatarak, "Yakala ! " Boğulmakta olan adam uzatılan ele çırpınarak yapıştı. Hoca acıdan yüzünü buruşturdu. Ve sonra kıyıdakiler, kurtarılan adamın parmaklarını uzun süre açamadılar. Adam, yüz hatlarını kaplayan yosunlar ve pis kokulu çamurla­ ra bulanmış olarak birkaç dakika hareketsiz yattı. Sonunda ağzın­ dan, burnundan ve kulaklarından sular boşanmaya başladı. "Çantam ! Ç antam nerede?" diye inledi ve yan tarafında çan­ tasını elleriyle yoklayıp fark edinceye kadar rahat edemedi. Ra­ hatlayınca yosunları silkeledi ve cübbesinin eteğiyle yüzündeki çamurları sildi. Ve Nasreddin Hoca geri geri gitti : Yassı burunlu, geriye doğru kıvrılmış burun delikleri ve sağ gözü perdeli şu suratıyla ne kadar da çirkindi. Ü stüne üstlük, kamburdu da. "Beni kurtaran kimdi?" diye sordu gıcırtılı sesiyle ve tek gözü­ nü orada toplanmış insanların üzerinde gezdirerek. " İşte bu ! " dedi herkes Nasreddin Hoca ' yı ileri doğru iterek. "Gel yanıma, seni ödüllendireceğim." Kurtarılan adam hala su içinde olan çantasına attı elini ve bir avuç ıslak gümüş para çıkar­ dı. "Gerçi, senin beni sudan çıkarmış olmanda çok şaşırtıcı bir şey yok, ben, belki kendim de çıkardım sudan, " diye devam etti şirret sesiyle. O konuşurken, avucu, ellerinin dermansızlığından mı yoksa başka bir nedenle mi, bilinmez, ağır ağır gevşedi ve paralar par­ makları arasından sessizce kayıp geri çantaya döküldü. Sonunda, elinde tek bir metal para kaldı: Bu da yarım tangaydı. İç geçirerek parayı Nasreddin Hoca ' ya uzattı. " İşte sana para . Pazara git de kendine bir tabak pilav al . " "Bu para bir tabak pilav almaya yetmez, " dedi Nasreddin Hoca. "Önemi yok. Sen de etsiz pilav al . " " Şimdi anladınız değil mi?" dedi Nasreddin Hoca kalabalığa dö­ nerek, "Ben onu tam da onun karakterine uygun olarak kurtarmışım . " H o c a eşeğine doğru yöneldi. 42

Yolda kendisini uzun boylu, zayıfça, damarları çıkmış, asık suratlı, elleri kömür ve isten kararmış, kemerine kerpeten sokulu bir adam durdurdu. "Ne istiyorsun, demirci?" diye sordu Nasreddin Hoca. Nasreddin Hoca ' yı tepeden tırnağa pek de hoş olmayan bakış­ larla süzen adam: "Artık kimsenin kurtaramayacağı bir anda sen kimi kurtardı­ ğını biliyor musun? Ve biliyor musun ki, senin bu hareketin yü­ zünden ne kadar gözyaşı dökülecek, kaç kişi evini, tarlasını, üzüm bağlarını kaybedecek ve köle pazarına gidecek, sonra da zincire vurulmuş olarak Büyük Hiva Yoluna çıkacak?" Nasreddin Hoca şaşkınlıkla gözlerini adama dikmişti . " Seni anlamıyorum, demirci ! Boğulmakta olan bir insana yar­ dım eli uzatmamak bir insana, üstelik de Müslüman bir insana yakışır mı?" " S ana kalırsa, tüm zehirli yılanları, sırtlanları ve her engerek yılanını ölümden kurtarmak gerek ! " diye haykırdı demirci ve bir­ den aklına gelip ekledi : "Sen buralı mısın?" " Hayır ! Uzaklardan geldim. " " Demek, kurtardığın insanın bir cani v e kan emici olduğunu ve Buhara ' da her üç kişiden birisinin onun yüzünden azap çektiğini bilmiyorsun". Hoca ' nın aklına korkunç bir tahmin geldi. "Demirci ! " dedi Hoca dokunaklı bir ses tonuyla, kendi tah­ minine inanmaktan korkarak. " Kurtardığım adamın adını bana söylesene ! " "Sen Tefeci Cafer ' i kurtardın, hem b u yaşamında hem sonraki yaşamında ona lanet olsun ve irinli yaralar on dört kuşak boyunca ona rahat yüzü göstermesin ! " dedi demirci. "Nasıl olur" diye haykırdı Nasreddin Hoca. "Sen ne söylüyor­ sun, demirc i ! Vay başıma gelenler, bu ne utanç böyl e ! Demek ken­ di ellerimle sudan çıkardığım o yılandı ! Gerçekten de bu günah düzeltilemez. Vay başıma gelenler, ne utanç verici, ne talihsizlik ! " 43

Hoca ' nın pişmanlığından etkilenen demirci biraz yumuşadı: " Sakin ol, yolcu, şimdi artık yapacağın bir şey yok. Sen gölete tam da gelecek anı buldun . Neden senin eşeğin biraz inat edip yol­ da bir yerlerde biraz gecikmedi ki ! Bu arada da tefeci boğulmaya zaman bulmuş olurdu . " " B u eşek" dedi Nasreddin Hoca, "yolda gecikti gecikmesine, ama heybemdeki paraları temizlemek için gecikti : Gördüğün gibi, para dolu heybe taşımak ona ağır geldi. Eğer ben tefeciyi kurtar­ makla rezil olmak zorunda kaldıysam, kuşkun olmasın, bu eşek beni tam da zamanında gereken yere ulaştırır ! " "Evet, " dedi demirci. "Olmuşa çare bulunmaz. Tefeciyi şimdi gerisin geriye gölete atacak değiliz ya .. ! " Nasreddin Hoca şöyle bir silkindi: "Kötü bir iş yaptım, ama düzeltmesini de bilirim ! Baksana, demirci ! Yemin ederim ki, Tefeci Cafer benim ellerimde boğula­ caktır. B abamın sakalı üzerine yemin ederim ki, yine bu gölette boğulması benim elimden olacaktır! Bu yeminimi unutma, demir­ ci ! Ben hiçbir zaman boşa konuşmadım. Tefeci boğulaca k ! Sen bunu pazar yerinde duyduğunda, bil ki, soylu Buhara halkı önün­ de kendisini affettirmiş o kişi ben olacağım." - 8 Hoca pazar yerine vardığında kente artık karanlık çökmüştü. Ç ayhane parlak ateşlerl e aydınlanıyordu ve bir anda tüm mey­ dan alevle kaplanmıştı. Yarın büyük pazar kurulacaktı ve deve kervanları birbiri adına yumuşacık adımlarla yürüyor, karanlıkta gözden kayboluyorlardı; çıngırakların ahenkli ve hüzünlü bakır sesleri hala havayı dövüyordu; uzaklaşan bir kervanın çıngırak sesleri kesildiğinde, onu meydana çıkan bir diğer kervanın çın­ gırakları tamamlamaya başlıyordu ve sanki dünyanın dört bir yanından buraya getirilmiş seslerle dolup taşan bizzat karanlığın kendisi meydanda sessizce inliyor, titriyor, bunun ardı arkası ke­ silmiyordu. İnleyen bu Hint, Afgan, Arap, İran ve Mısır çıngırak­ ları onun olduğu yerden görünmüyorlardı ; Nasreddin Hoca hep 44

dinliyor, dinliyordu ve sonuna kadar dinlemeye de hazırdı. Yanı başında çayhanede bir çıngırak ses veriyor, uğulduyordu ve bu sese dutar· telleri yanıt veriyordu . Yukarılarda yıldızların hemen dibinde görünmez bir şarkıcı çınlayan, titreyen sesini sunuyordu : Şarkı sevgilisine dairdi, sevgiliden yakınıyordu. Nasreddin Hoca bu şarkı eşl iğinde kendisine gecelemek için bir yer aramaya gitti . "Eşekle ikimizin yarım tangası var" dedi çayhaneciye. "Yarım tangaya keçenin üzerinde geceleyebilirsin," dedi çayhaneci. "Yorgan veremem . " "Eşeği nereye bağlayabilirim?" "İşim gücüm yok da bir de senin eşeğini düşüneceğim ! " Çayhanenin yakınında eşeği bağlamaya yer yoktu. Hoca bir yükseltinin altında uzanan çelikten bir çengel fark etti ve çenge­ lin ne işe yaradığına bakmaya zahmet etmeksizin eşeğini bağladı, sonra da çayhaneye gidip yattı: Çok yorgµndu. Uyku arasında birden kendi adını duydu . Gözlerini açtı. Hoca ' nın yakınında bir yerde pazara gelmiş birkaç kişi top­ lanmış çay içiyordu : Bunlar bir kervan sürücüsü, bir çoban ve iki esnaftı . Onlardan birisi alçak sesle: "Nasreddin Hoca hakkında bir şey daha anlatıyorlar: Bir ke­ resinde Bağdat ' ta pazarda geziyormuş; birden aşhaneden gelen gürültü ve çığlıkları duymuş . S izin de bildiğiniz gibi, bizim Nas­ reddin Hoca meraklıdır; aşhaneye bir göz atmış. Bir de bakmış ki, şişko, al yanaklı aşhane sahibi bir yoksulun boğazından yakalamış para istiyor, yoksul da ödemek istemiyor. ' Bu gürültü nedir? ' diye sormuş Hoca. 'Neyi paylaşamıyorsunuz? ' ' İ şte b u serseri , ' diye bağırmış aşhane sahibi, ' bu iğrenç, b u düzenbaz şimdi aşhaneye girdi, bu i ç i dışı kuruyasıca koltuğunun altından bir pide çıkarıp şişin kokusunu çekinceye kadar mangalın üzerine tuttu. Sonra da pideyi yedi, şimdi de para ödemek istemi­ yor. Varsın dişleri dökülsün, derisi soyulsun . ' *

Orta Asya halklarının kullandığı iki tel l i geleneksel b i r müzik aleti . 45

' Bu doğru mu? ' diye sormuş Hoca korkudan dili dönmeyen ve yanıt olarak yalnızca başını sallayan yoksula. ' Hiç hoş değil, ' demiş Hoca, ' başkasının malım bedava kullan­ mak hiç ama hiç hoş değil. ' ' Bu muhterem ve saygıdeğer adamın ne dediğini duyuyor mu­ sun, çulsuz ' demiş aşhaneci sevinçle. ' Paran var mı? ' diye sormuş Nasreddin Hoca yoksula. Yoksul sessizce cebindeki son bakır paraları çıkarmış. Aşhane sahibi de bu arada yağlı elini para için uzatmış çoktan. ' B ekle, ey muhterem ! ' diye onu durdurmuş Nasreddin Hoca. ' Önce kulaklarım bana doğru uzat. ' Ve Hoca avucundaki paralan aşhanecinin kulağı dibinde uzun uzun sallayıp çınlatmış. Sonra da parayı yoksula geri verip demiş ki: ' Yolun açık olsun, yoksul ! ' ' N e ! ! ! ' diye bağırmış aşhaneci. ' Ama ben paramı alamadım. ' ' O sana hepsini ödedi ve a rtık ödeştiniz ' demiş Nasreddin Hoca. 'O senin şişinin kokusunu çekti, sen de onun paralarının sesini dinledin . ' " Hepsi bir anda kahkahayı patlattı. İçlerinden birisi ise uyardı aceleyle: " S essiz olun. Yoksa Nasreddin Hoca ' dan söz ettiğimizi hemen anlarlar. " "Acaba tüm bunları nereden biliyorlar?" dedi Hoca içinden, gülümseyerek. "Bu doğru, ama Bağdat'ta değil de, İ stanbul ' da . A m a yine de nereden biliyorlar?" Çoban kıyafeti ve renkli bir sarık takmış ve böylece Badahşanlı* olduğu belli olan bir diğeri de yine alçak sesle anlatmaya başladı : "Bir hikaye daha var: Bir defasında Nasreddin Hoca bir mol­ lanın bostammn yanından geçiyormuş. Molla da o arada çuvala kabak dolduruyormuş ve açgözlülüğünden olacak, o kadar çok doldurmuş ki, bırak taşımayı, yerinden dahi oynatamamış. Durup *

Günümüzde Tacikista n ' ı n güneydoğusu ve Afganista n ' ı n kuzeydoğusunda yer alan bir kenttir. 46

düşünmüş: ' Bu çuvalı nasıl götürürüm ' diye. Bostanın yanından geçeni görünce sevinmi ş : ' Evladım, baksana. Şu çuvalı benim evime kadar götüremez misin ? ' B u arada Nasreddin Hoca ' nm d a parası yokmuş . ' Kaç para ödersin?' diye sormuş mollaya. ' Evladım, benim ! Para neyine gerek? Sen kabak çuvalım ta­ şırken, ben de sana üç tane hikmet anlatırım ve bunlar seni ömür boyu mutlu kılar. ' ' Bakalım, molla bana nasıl hikmetler sunacak? ' diye geçirmiş içinden Nasreddin Hoca. Bir meraktır almış Hoca ' yı . Çuvalı omuzuna atıp taşımaya başlamış. Yol ise yamaçmış ve bir uçurumun başından geçerek dağlara tırmanmak gerekiyormuş . Hoca yolda mola verince molla gizemli ve bilgiç bir ifadeyle demiş ki: ' A demden bu yana yeryüzünde asla olmamış ilk hikmeti dinle : Eğer sen bu hikmetin sırrına erersen, E lif, Lam, Ra harflerinin gizli anlamını çözersin: Peygamberimiz ve öğretmenimiz olan Muham­ med Kur ' an ' m ikinci suresini bu harflerle açar. Dikkatle dinle : Bi­ risi sana yaya gitmenin eşek üzerinde gitmekten daha iyi olduğunu söylerse, sen ona inanma. Benim bu sözlerimi aklından çıkarma ve bunlar üzerine gece gündüz bıkmadan usanamadan düşün; işte o za­ man onlardaki nihai hikmetin sırrına ereceksin. Ama bu hikmetin, sana işte şu ağacın yanında anlatacağım ikinci hikmete kıyasla hiç önemi yoktur. Görüyor musun, şu ilerideki ağacın yanında . ' ' Peki ! ' diye geçirmiş içinden Hoca. ' Bakalım ne diyeceksin, molla ! ' Çuvalı kan ter içinde ağacın yanma kadar taşımış. Molla parmağım kaldırmış ve: ' Kulaklarım iyi aç ve dinle, çünkü ikinci hikmet bütün bir Kur ' a n ' ı, şeriatın yarısını ve tarikatın dörtte birini kapsar. Ve bu hikmetin sırrına eren, asla iyilik yolundan şaşmaz ve hakikat yo­ lundan asla geri durmaz . Evladım, bu hikmeti anlamaya çalış ve 47

onu karşılıksız öğrendiğine sevin. İkinci hikmet buyurur ki : Birisi çıkar da sana, bir yoksulun bir zenginden daha rahat yaşadığını söylerse, sen o insana inanma. Ama bu ikinci hikmet, ışığı güneşin göz kamaştırıcı parıltısı ve derinliği ancak bir okyanusun derinliği ile kıyaslanabilecek olan üçüncüsünün yanında hiçbir kıymet taşımaz. Üçüncü hikmeti ben sana evimin kapısında açacağım. Bir an önce gidelim, ben din­ lendim . ' ' B ekle, molla ' demiş Nasreddin Hoca. ' Senin üçüncü hikmeti­ ni ben daha şimdiden biliyorum: Evinin kapısında bana, akıllı bir insan bir aptalı, bir kabak çuvalını bedava taşımaya daima ikna edebilir, demek niyetindesin . ' Şaşkına dönen molla afallamış. Nasreddin Hoca onun üçüncü hikmetini kelimesi kelimesine tahmin etmiş. ' Ş imdi molla, benim senin üç hikmetine bedel hikmetimi dinle, ' diye sürdürmüş Hoca, ' B enim söyleyeceğim hikmet, Mu­ hammed üzerine yemin ederim ki, öylesine göz kamaştırıcı ve öylesine derin ki, içine İslam ' ı ; Kur ' an ' ı, şeriatı, tarikat kitabı ve diğer tüm kitaplarıyla birlikte ve Budizmi tümüyle, Museviliği ve Hıristiyanlıktaki tüm yanlışları içine alır. Hayır molla, şimdi sana gizini açacağım hikmetten daha inandırıcı olanı asla olmadı ve bundan sonra da olmayacak ! Ama, bu hikmetin seni çarpmaması için kendini hazırla, bu hikmet o kadar büyüleyici, göz kamaştırıcı ve engin ki, onun yüzünden akıl sağlığını kolaylıkla yitirebilirsin: Akıl sağlığını sağlam tut ve dinle beni, molla: Eğer birisi sana, bu gördüğün kabakların paramparça olmayacağını söylerse, o kişinin yüzüne tükür, yalancılığını yüzüne vur ve evinden kov. ' Bu sözleri der demez Nasreddin Hoca çuvalı kaldırıp keskin yamaçtan yuvarlamış. Kabaklar çuvaldan çıkı p kayalara çarparak paldır küldür yuvarlanmış ve paramparça olmuşlar. ' Vay başıma gelenler! Şu israfa, şu kayıplarıma bak ! ' diye ba­ ğırmış molla. Ve birdenbire bağırmaya, ağlamaya, yüzünü tırnaklamaya baş­ lamış ve bu yaptıklarıyla tam bir deliyi andırıyormuş . 48

' İşte görüyorsun ! ' demiş Nasreddin Hoca bilgece. ' Benim hik­ metimden aklının kolaylıkla bulanabileceği konusunda uyarmış­ tım seni. ' " Bunları duyanlar gülmekten gözyaşlarına boğuldular . . . Köşedeki tozlu ve bitli keçenin üzerinde yatan Nasreddin Hoca: "Demek bunu da öğrenmişler ! Ama nereden? Yamacın başında ikimizden başka kimse yoktu ki ve ben bunu kimseye anlatma­ dım. Belki de kabağını kime taşıttığını sonradan öğrenene molla bizzat kendisi anlatmıştır, " diye düşündü. Sözü üçüncü kişi aldı . "Bir keresinde Nasreddin Hoca o zamanlar yaşadığı Türkiye ' de şehirden köye dönüyormuş; kendisini yorgun hissedince bir derenin kıyısına oturmuş ve ilkbahar rüzgarının yüzünü yalayan hoş kokulu nefesinden olacak, oracıkta sızıp kalmış. Ve rüyasında kendisinin öldüğünü görmüş . ' Eğer ben ölüysem, ' diye geçirmiş içinden Hoca, ' kımıldamamam ve gözlerimi açmamam gerekir. ' Böylece yumu­ şak otların üzerinde uzun süre hareketsiz yatmış ve ölü olmanın da pek fena bir şey olmadığını keşfetmiş: Yeryüzündeki fani yaşamı­ mızda peşimizi bırakmayan dert, tasa yok burada, yat babam yat. Yanı başından geçen yolcular Nasreddin Hoca 'yı fark etmişler. ' Baksanıza, ' demiş içlerinden birisi. ' Bu Müslüman. ' ' O ölü, ' demiş ikincisi. ' Layıkıyla yıkayıp toprağa vermeleri için en yakın köye götü­ relim, ' demiş üçüncüsü tam da Nasreddin Hoca ' nın gideceği kö­ yün adını vererek. Yolcular birkaç küçük ağacı kesip sal yapmışlar ve Hoca 'yı üzerine yatırmışlar. Uzun süre taşımışlar, Hoca, ruhu artık cennetin kapısını çalan bir ölüye yakışır şekilde hareketsiz ve gözlerini açmaksızın yatı­ yormuş . Sal birden durmuş. Yolcular nereden geçeceklerini tartışmaya başlamışlar. Birsi ' sağa ' diyormuş, di ğeri ' sola ' , üçüncüsü de ır­ mağı doğrudan geçmeyi öneriyormuş . 49

Nasreddin Hoca bir gözünü hafifçe aralamış ve yolcuların tam da ırmağın, dikkatsiz insanların defalarca boğulduğu en derin, akıntısı fazla ve tehlikeli yerinin önünde duruyorlarmış, ' Kendim için kaygılanmıyorum, ' diye düşünmüş Hoca. ' Ben ne de olsa ölü­ yüm ve mezarda yatmakla ırmağın dibinde yatmak arasında fark yok benim için. Ama bu yolcuları uyarmak gerek, yoksa tüm dik­ katleri benim üzerimde olduğundan, yaşamlarını yitirebilirler ki, bu da benim yapacağım en büyük vefasızlık olur, ' diye düşünmüş. Salın üzerinde doğrulup parmağıyla geçidin yönünü işaret ede­ rek duyulur duyulmaz bir sesle: ' Ey yolcular, ben sağlığımda bu ırmağı hep şu kavakların oldu­ ğu yerden geçerdim. ' demiş. Ve yeniden gözlerini kapatmış. Yolcular, uyarısı için Hoca ' ya teşekkür edip salı taşırken bir yandan da günahlarının affolması için dua ediyorlarmış . " Anlatan v e yanındakiler birbirlerine dirsek atarak kahkahalarla güledursun, Nasreddin Hoca memnuniyetsizlikle homurdanmaya başladı. "Hepsi yalan. Birincisi, ben rüyamda öldüğümü görmedim. Ben diri benle ölü beni ayırt edemeyecek kadar da aptal değilim ya. Hatta iyi anımsıyorum ki, beni sürekli pire ısırıyordu ve umut­ suzca sürekli kaşınıyordum, sanki bu benim gerçekten de canlı olduğumu tüm açıklığıyla göstermiyor mu, yoksa ben, elbette pi­ relerin ısırığını hissedemezdim. Sadece ben yorulmuştum ve yü­ rüyesim yoktu, gelen gençler de sağlıklı çocuklardı : Yolu biraz değiştirip uzatarak beni köye götürmeleri çok mu zordu? Ama on­ lar ırmağı derinliğin üç insan boyu olduğu yerden geçmeye karar verince, ben, kendi ailemden çok -ki zaten ailem yok- onların ai­ lelerini düşündüğüm için onları durdurmaya karar verdim. Ve ben nankörlüğün acı meyvesini denedim: Tam zamanında uyardığım için bana teşekkür edecekleri yerde, beni saldan fırlatıp yumruk­ larla saldırdılar; eğer ayaklarım çabuk olmasaydı, beni kuvvetlice dövecekleri açıktı ! . . İnsanların gerçeği bu denli çarpıtıp değiştir­ melerine şaşıyorum. " Bu arada dördüncü kişi öyküsüne başladı: 50

"Nasreddin Hoca hakkında bir başka şey daha anlatılır: Top­ lam altı ay yaşadığı bir köyde köy sakinleri arasında hazır cevap­ lılığı ve zekasıyla ün yapmış . . . " Nasreddin Hoca kulak kabarttı . Bu ince, ama kolay ayırt edilir ve biraz da belirgin şekilde hırıldayan sesi nerede duymuştu aca­ ba? Ve çok kısa bir süre önce ve belki de bugün . . . Ama ne kadar belleğini zorlasa da anımsayamadı. Anlatıcı devam ediyordu : "Bir ilin valisi bir zamanlar fillerinden birini Nasreddin Hoca ' nın yaşadığı köye köylülerin bakıp beslemesi için gönder­ miş. Fil korkunç bir şekilde oburmuş. Bir günde elli ölçek arpa, elli ölçek ot, elli ölçek mısır ve yüz demet taze yonca yermiş. İki hafta sonra köylüler ellerinde ne var ne yoksa file yedirmişler, her şeyleri bitip tükenmiş ve kara kara düşünmeye başlamışlar. Ve ni­ hayet Nasreddin Hoca ' yı, filini köyden geri alması ricasıyla valiye göndermeye karar vermişler. Ve kapısını çalıp Nasreddin Hoca ' ya ricalarını bildirmişler, Hoca kabul etmiş; inatçılığı, kötü huylarıyla ve bir çakal, bir örümcek, bir yılan ya da bir kurbağa gibi ve hepsinin ortak özel­ liklerini taşırcasına tembelliğiyle alemin bildiği eşeğini eyerleyip binmiş ve valiye gitmek üzere yola çıkmış; üstelik yapacağı iş karşılığında köylülere alacağı ücreti önceden belirlemiş ve öyle bir ücretmiş ki bu, pek çokları evlerini satmak zorunda kalmış ve Nasreddin Hoca ' nın merhameti sayesinde yoksul düşmüşler. " " Hımmm ! " sesi geldi köşeden. Bu ses, keçesi üzerinde dönüp duran, yerinden sıçrayan ve öfkesini güçlükle frenleyen Nasred­ din Hoca ' nındı. Anlatıcı devam ediyordu: "Ve o, yani Nasreddin Hoca saraya gelip, ihtişamı ve kudre­ tiyle bir güneş gibi parıldayan vali hazretlerinin çıkıp birilerine mutluluk, diğerlerine de yıkım getiren kutsal bakışlarını kendisine yöneltmesini lütfedeceği beklentisi içinde uşaklar ve saray sakin­ leri arasında uzun süre bekliyormuş . Ve çevresindekilerin yanında yıldızlar arasında parıldayan gümüş bir ay ya da küçücük ağaçlar 51

arasında endamlı ve güzel kokulu bir selvi gibi parlayan vali, Nas­ reddin Hoca ' ya bir lütufta bulunarak soyluluk ve bilgeliğin tek bir yüzükte yakut ve elmas gibi birleştiği cemalini ona çevirmiş; dediğim gibi, vali cemalini ona çevirdiğinde, böyle bir ihtişam karşısında Nasreddin Hoca ' nın dizleri korku ve şaşkınlıktan bir çakal kuyruğu gibi sallanmaya başlamış ve damarlarındaki kanlar daha yavaş dolaşır olmuş, kendisini ter basmış ve yüzü bir kireç gibi solmuş . " "Hımın ! " sesi geldi köşeden, ama anlatıcı buna dikkat etmeyip devam etti : " ' Ne istiyorsun? ' diye sormuş vali, bir aslanın kükreyişini an­ dırır soylu ve berrak sesiyle . Nasreddin Hoca korkudan zar zor konuşabiliyormuş; sesi pis kokulu bir sırtlanın sesi gibi ciyak ciyak çıkıyormuş . ' Ey efendimiz' diye yanıtlamış Hoca, ' bölgemizin ışığı, ayı ve bölgemizde yaşayan herkese mutluluk h amili, sakalıyla sarayını­ zın eşiğini dahi silemeyecek kadar aciz şu miskin kulunuzu dinle . Sen, ey bizim ışığımız, beslemeleri için köyümüze fillerinizden birini gönderme lütfunda bulundun. İşte bu yüzden, bizim biraz­ cık şikayetimiz var, ' demiş. Vali kaşlarını tehditkar bir ifadeyle oynatmış ve şimşek yüklü bir buluta dönü şmüş; Nasreddin Hoca ise karşısında fırtınadan et­ kilenen bir kamış gibi yerlere kadar serilmiş . Vali böyle bir rica karşısında çok memnun olmuş ve bu rica­ nın derhal yerine getirilmesini buyurmuş; üstelik merhametinin bir belirtisi olarak ' M emnuniyetsizliğiniz nedendir? ' diye sormuş . ' Derhal söyl e ! Yoksa dilin kirli ve mendebur gırtlağına mı yapış­ tı? ! ' demiş 'A . . . va .. va . . . ' diye mırıldanmaya başlamış korkak Nasreddin Hoca. ' Kutsal hükümdarımız, biz filin yalnız olmasından ve canı­ nın sıkılmasından memnun değiliz. Zavallı hayvan tamamen azap çekiyor ve köyün sakinleri de onun bu üzüntülü haline bakarak üzülüyor, eriyip bitiyorlar. Ey soylular soylusu, yeryüzünü var­ lığıyla süsleyen valimiz, beni de sana bize bir iyilik daha yapma 52

lütfunda bulunup, köylülerimizin beslemesi için filin yanına bir de dişi fil gönderme merhameti göstermeni rica etmeye gönderdiler. ' Vali bu ricadan o kadar memnun kalmış ki, Nasreddin Hoca ' ya çizmesini öptürme lütfunda bulunmuş ve Nasreddin Hoca bu emri o denli büyük bir hevesle yerine getirmiş ki, valinin çizmesi kızıl­ laşmış, Nasreddin Hoca ' nın dudakları ise kararmış . . . " Tam o anda anlatıcının konuşması bizzat Nasreddin Hoca ' nın gürleyen sesiyle kesildi. "Yalan konuşuyorsun ! " diye bağırdı Hoca. "Hey utanmaz, ya­ lan konuşuyorsun, çakal, örümcek, yılana ve kurbağaya benzeyen sensin ! O, senin dudaklarındır, kirli, uyuz köpek ve senin dilin, için dışın muktedirlerin çizmesini yalamaktan kapkara ! Ama Nasreddin Hoca asla ve hiçbir yerde egemenlerin önünde eğil­ memiştir! Nasreddin Hoca ' ya i ftira atıyorsun ! Onu dinlemeyin, ey Müslümanlar, beyazı kara gösteren bu yalancıyı kovun, varsın lanet onun yazgısı olsun. Ey Müslümanlar, gözlerinizi ve yüreği­ nizi ondan çeviriniz . " Hoca, iftiracı i l e hesaplaşmak için ileri fırladı v e çilli yüzü ve endişeli gözleri görür görmez birdenbire durdu. Bu, onunla sırat köprüsünde korkulukların boyu konusunda ara sokakta tartışan uşağın ta kendisiydi . "Aha ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca, " Seni tanıdım, ey efen­ disinin sadık ve kutsal uşağı ! Ş imdi artık biliyorum ki, senin adını gizli tuttuğun bir efendin daha var ! Söylesene, çayhanelerde Nas­ reddin Hoca ' ya hakaret etmen için Emir sana ne kadar ödüyor? İhbar için, ihbar edilen her kelle için, yargılananlar ve yeraltı ha­ pishanesine atılanlar, zincire vurulanlar, köle pazarında satılanlar için sana ne kadar ödüyorlar? Seni tanıdım ben, Emir ' i n ispiyon­ cusu ve aj anı ! " O ana kadar Nasreddin Hoca ' ya korkuyla bakıp hareketsizce duran aj an birden avuçlarını çırparak: "Muhafızlar! Gelin buraya, " diye bağırdı ince sesiyle. Nasreddin Hoca karanlıkta muhafızların koşuşturmalarını, mızrakların gürültülerini, kılıçların şangırtısını duydu. Zaman 53

kaybetmeden, yolunu kapatan çilli aj anı yere yuvarlayarak olduğu yerden uzaklaştı. Ama tam bu sırada meydanın karşı tarafından koşan muhafız­ ların ayak seslerini duydu. Ne tarafa kaçsa, hep muhafızlarla burun buruna geliyordu. Ve öyle bir an geldi ki, artık kaçamayacağını düşündü . "Vay başıma gelenler ! Yandım ! " diye bağırdı yüksek sesle. "Hoşça kal, sadık eşeğim ! " Ama tam bu sırada, büyük ayaklanmalar ve yıkımların olduğu Buhara ' da belleklerde hala yaşayan ve hiçbir zaman yitmeyecek beklenmedik, şaşırtıcı bir olay oldu. Sahibinin acı çığlıklarını duyan eşek, ona doğru yürüdü, yük­ seltinin altındaki davul da eşeğin ardından geldi . Karanlıkta farkı­ na varmayan Hoca, eşeğini çayhane sahibinin büyük bayramlarda ziyaretçilerini çayhaneye çağırmak için kullandığı davulun çelik kancasına bağlamıştı . Davul bir taşa çarptı ve gümledi; eşek et­ rafına baktı, davul bir kez daha gümledi ve işte o zaman bu kötü ruhların Nasreddin Hoca ' yı hakladıktan sonra kendi kır derisine saldıracaklarını fark eden eşek, korkuyla anırdı, kuyruğunu kal­ dırdı ve meydana doğru koşmaya başladı. "Lanet olasıca ! Davulum mahvoldu ! " diye kükredi çayhane sahibi eşeğin peşine düşerek. Boşunaydı ! Eşek bir rüzgar, bir fırtına gibi uçuyordu, eşek hız­ lı koştukça, ardından davul taştan taşa, tümsekten tümseğe savrul­ dukça daha taşkın, daha dehşetli ve daha kulakları sağır ederce­ sine ses çıkarıyordu. Çayhanelerdeki insanlar telaşa düşmüşlerdi ve endişeyle bağırıp çağrışmaya, davulun zamansız yere neden gümlediğini, neler olduğunu birbirlerine sormaya başladılar. Tam da bu sırada meydana mutfak eşyaları ve bakır yüklü son elli deve pazar meydanına giriyordu . Develer karanlıkta üzerle­ rine gelen dehşetli, kükreyen, yuvarlak, hoplayıp zıplayan, gü­ rültülü varlığı görür görmez korkudan akılları başlarından gitti ; sağa sola kaçışmaya başladılar ve mutfak eşyalarını, şangırdayan bakırları yerlere savurdular. 54

Bir dakika sonra tüm meydan ve meydana çıkan sokakları büyük bir dehşet, görülmedik bir telaş kaplamıştı : Patırtılar, zil sesleri, kükreme, anırtı, havlama, uluma, çatırtılar ve çınlamalar: Tüm bunlar cehennemi bir uğultuya dönüşmüştü ve hiç kimse hiçbir şey anlayamıyordu. Birkaç yüz deve, bağını koparmış at­ lar, eşekler etrafa saçılmış bakırlara basıp çınlatarak karanlıkta koşturuyor, kervan sürücüleri ise ellerindeki meşaleleri salla­ yarak bağırıp çağırıp koşturuyorlardı. Dehşetli gürültüyle uya­ nan insanlar yataklarından fırlayıp, kendilerinin de bilmedikleri yönlere yarı çıplak koşuşturuyor, birbirlerine çarpıyor, dünya­ nın sonu geldiğini sandıklarından çaresizlik ve üzüntü çığlıkla­ rıyla karanlığı yarıyorlardı . Horozlar da ötmeye ve kanatlarını çırpmaya başladılar. Kargaşa kocaman şehri yararak kenar ma­ hallelere kadar ulaşmıştı ve işte şehir duvarlarından, saraydan top sesleri gelmeye başlamıştı, çünkü şehrin muhafızları şehre düşmanların girdiği, saray muhafızları da ayaklanma başladığı hükmüne varmışlardı; sayısızca minarenin tümünden müezzin­ l erin isterik, endişeli sesleri duyulmaya başladı; her şey birbirine karışmıştı, hiç kimse nereye kaçılacağım , ne yapılacağını bilmi­ yordu ! Nasreddin Hoca ise kalabalığın en yoğun olduğu yerde çılgın atlarla develeri atlatarak koşuyor, davulun gürültüsünden eşeğini takip ediyordu; ama eşeğini, davulun ipi kopup da sun­ durmaları, ahırları, çayhaneleri ve dükkanları paldır küldür devi­ rerek kendisinden kaçan develerin ayakları altına fırlayana kadar bir türlü yakalayamadı . Eğer tesadüfen burun buruna gelmeseler Nasreddin Hoca eşeği yakalamak için çok çaba harcamak zorunda kalacaktı. Eşek köpük saçıyor ve titriyordu. "Gidelim, çabuk gidelim, burası bizim için gereğinden fazla gürültülü," dedi Nasreddin Hoca eşeği çekerek. "Bir davul bağla da, gör bak küçük bir eşek büyük bir şehirde neler yapabiliyor! Yaptıklarınla övünebilirsin ! Doğrusu, beni muhafızlardan kurtar­ dın, ama ben yine de yoksul Buharalılara acıyorum: Varsın saba­ ha kadar uğraşadursunlar. Peki biz sessiz sakin bir köşeyi nerede bulacağız?" 55

Nasreddin Hoca, ne kadar gürültü koparsa kopsun, ölüler me­ şaleler sallayarak bağırıp çağıramayacaklarından geceyi mezar­ lıkta geçirmeye karar verdi haklı olarak. Böylece huzur bozan ve kargaşa çıkaran Nasreddin Hoca ken­ di kentinde ilk gününü şanına oldukça layık bir şekilde tamam­ lamış oldu. Eşeğini mezar başı taşlarından birine bağlayarak bir mezarın üzerine rahatça yerleştikten bir süre sonra uyudu. Ş ehirde ise kargaşa, gürültü, uğultu, çığlıklar, sesler ve top atışları daha uzun süre devam etti. - 9 Ama tanyeri ağarır ağarmaz yıldızlar söndü ve eşyaların belir­ siz hatları ortaya döküldü : Yüzlerce süpürgeci, çöpçü, doğramacı, kerpiç ustası şehir meydanına çıkıp hep birlikte işe koyuldular: Evlerin yıkılan sundurmalarını kaldırdılar, köprüleri onardılar, çitlerdeki çatlakları kapattılar, kırılan dökülen ne varsa topladılar ve güneşin ilk ışıkları Buhara ' da gece çıkan kargaşanın izlerini görmeye yetişemedi. Ve pazar yeri açıldı. Mezarlıkta uykusunu iyice almış olan Nasreddin Hoca pazar meydanına geldiğinde, tıklım tıklım pazar bir uçtan bir uca deği­ şik ırkların, dillerin ve renklerin oluşturduğu kalabalıkla uğulduyor, çalkalanıyor, hareket ediyordu. "Yol ver ! Yol ver ! " diye bağırıyordu Nasreddin Hoca, ama kendisi dahi kendi sesini başkalarının sesin­ den güçlükle ayırt edebiliyordu; tacirler, kervan sürücüleri, sakalar, berberler, gezgin dervişler, yoksullar, ellerinde paslı aletleriyle do­ laşan dişçiler. Renk renk cübbeler, kavuklar, çullar, halılar, Çince, Arapça, Hintçe, Moğolca ve daha pek çok dilde konuşmalar; tüm bunlar bir araya toplanmış, yalpalıyor, deviniyor, uğulduyor, toz­ lar havaya kalkıyor, gökyüzü kararıyor ve ardı arkası kesilmeyen yüzlerce yeni insan oluk oluk meydana doluyor, mallarını seriyor ve genel uğultuya sesleriyle katkı sağlıyorlardı. Çömlekçiler, sopa­ larıyla çömleklerine vuruyor, geçenleri cübbelerinin eteklerinden çekerek çıkan sesi dinleyip ona vurmalarını sağlamaya ve satın al­ maya ikna etmeye çalışıyorlardı. Bakırcılar çarşısında bakırlar göz 56

kamaştırırcasına parıldıyor, kendi yaptıklarını bağıra çağıra övüp komşununkini yeren zanaatkarların tepsiler ve ibriklere süslemeler yaptığı küçük çekiçlerin sesinden gökyüzü inliyordu. Kuyumcular küçücük ocaklarında gümüş eritiyor, altın geriyor, deriden halkalar üzerinde değerli Hint taşlarını perdahlıyorlardı. Zaman zaman hafif bir rüzgar parfüm, gülyağı, amber, misk ve çeşitli baharatların satıl­ dığı yan pazardan kuyumcuların sıralarına yoğun bir hoş koku dal­ gası savuruyordu; bir tarafta da alacalı, süslü, renk renk, Pers, Şam, Türkmen halılarıyla, Kaşgar kilimleriyle, sıradan atlar ve soylu at­ lar için pahalı, ucuz renkli çullarla süslü, ucu bucağı görünmeyen halıcılar çarşısı vardı. Daha sonra Nasreddin Hoca ipek sırasını, eyerciler, silah ve boya tezgahlarını, esir pazarını, yün dövme avlusunu geçti; tüm bunlar daha pazarın başıydı, devamında yüzlerce tezgah uzayıp gidiyordu ve Nasreddin Hoca eşeğinin üstünde kalabalığın içine daldıkça çağrış bağırışlar, tartışmalar ve pazarlık edenlerin gü­ rültüleri kulakları sağır edercesine artıyordu; ne de olsa burası, o tezgahlar ne Şam ne de anlı şanlı B ağdat pazarının dahi boy ölçü­ şemediği ünlü ve eşsiz Buhara pazarının ta kendisiydi. Tezgahların bittiği yerde Nasreddin Hoca ' nın gözleri önüne Emir ' i n mazgallarla ve tepeleri güvenlik demirleriyle kaplı yük­ sek bir duvarla çevrili sarayı çıkıyordu. Dört kulenin köşeleri, Arap ve İranlı ustaların uzun yıllar çalışmaları sonucu çeşit çeşit renkte mozaiklerle başarıyla kaplanmıştı . Giriş kapılarının hemen önünde alacalı bulacalı kıyafetleriyle bir çingene çadırı uzanıyordu. Yırtık sundurmaların gölgesinde, kamıştan hasırların üzerinde sıcaktan bunalmış yalnız başına ya da aileleriyle birlikte yatıp uzanan ve oturan insanlar vardı; ka­ dınlar bebeklerini sallıyor, kazanlarda yemek hazırlıyor, yırtık cübbeleri ve yorganları dikiyorlardı; yarı çıplak oğlan çocukları etrafta koşuyor, bağırıyor, dövüşüyor ve saraya vücutlarının, ba­ kıldığında seyri pek hoş olmayan kısmını saygısızca dönerek yere düşüyorlardı. Erkekler yatıyor, ya ev işlerine yardımcı oluyor ya da çaydanlığın etrafına toplanmış aralarında sohbet ediyorlardı. "Vay be ! Demek ki bu insanlar burada yeni değiller ! " diye düşün­ dü Nasreddin Hoca. 57

İki kişi dikkatini çekmişti: Bunların biri kel, diğeri sakallıydı. Sırtlarıni birbirlerine dönmüş olarak her biri kendi gölgeliğinin al­ tında kuru yerde yatıyorlardı ve aralarında da kaburgaları, tüyleri dökülmüş derisinden neredeyse dışarı fırlayacakrnışçasına kuru mu kuru beyaz bir keçi, kavak ağacından bir kazığa bağlıydı. Keçi, ya­ rısına kadar soyulmuş kazığı kemiriyordu acıklı bir melemeyle. Meraklı bir insan olan Nasreddin Hoca soru sormadan ede­ medi : "Dirliğiniz bol olsun, soylu Buhara ' nın sakinleri ! Söyler misi­ niz, Çingene sınıfına geçeli çok oluyor mu?" "Bizimle dalga geçme, ey yolcu ! " diye karşılık verdi sakallı. "Biz çingene değiliz, biz de senin gibi iyi yürekli Müslümanlarız." "Madem iyi yürekli Müslümanlarsınız, neden evinizde otur­ muyorsunuz? Burada, sarayın önünde ne işiniz var?" "Biz Emir ' in, nurunun ışığıyla güneşi dahi gölgede bırakan hükümdarımızın, efendimizin adil ve hayırlı hükmünü bekliyo­ ruz. " "Demek öyle ! " dedi Nasreddin Hoca, alaycılığını gizlemek­ sizin. "Nurunun ışığıyla güneşi dahi gölgede bırakan Emir ' in, efendinizin, hükümdarınızın, adil ve hayırlı hükmünü çoktandır mı bekliyorsunuz?" "Altı haftadır bekliyoruz, ey yolcu ! " diye söze girdi kel . "Bu sakallı pimpirik, Allah onu kahretsin, şeytan kuyruğunu onun dö­ şeğine uzatsın, bu sakallı pimpirik benim ağabeyimdir. Babamız ölürken bize mütevazı bir miras bıraktı, biz keçinin dışında her şeyi bölüştük. Bu keçinin de kimin olması gerektiğine varsın Emir karar versin, istedik. " " S ize miras kalan malın geriye kalanı nerede?" " B iz hepsini paraya çevirdik; şikayet dilekçesi yazanlara, şikayeti kabul edecek katiplere, muhafızlara ve daha pek çokları­ na para ödemek gerekecek . " K e l birden yerinden fırladı, yalınayak, kirli, başında sivri uçlu şapkası ve koltuğunun altında siyah, içi oyulmuş kabak olan der­ vişin önüne çıkarak: 58

"Bana dua et, mübarek insan ! Dua et ki, mahkeme benim lehi­ me sonuçlansın ! " Derviş parayı aldı ve duaya başladı. Derviş duanın sonuna yaklaştığı her defasında kel, kabağın içine bir kez daha para atarak duayı yeniletiyordu. Sakallı endişeyle ayağa kalktı, gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirdi. Kısa bir arayıştan sonra, daha bir kirli ve hırpani, dola­ yısıyla daha da mübarek ikinci bir derviş fark etti . Bu derviş daha fahiş bir para istedi; sakallı pazarlığa başladı, ama derviş şapka­ sını kaldırıp oradan bir avuç besili bit çıkarınca, onun mübarek olduğuna artık inanmış olan sakallının talebini kabul etti. Küçük kardeşine zafer kazanmış gibi bir göz attıktan sonra, paraları der­ vişin eline saydı. Derviş diz çökerek yüksek sesle duaya başladı; bas sesiyle ilk dervişin ince sesini bastırıyordu. Bunun üzerine rahatsız olan kel, kendi dervişine ek olarak yine para verdi, sa­ kallı da kendi dervişine ve her iki derviş de birbirlerini alt etmeye çalışarak öylesine bağırıp çağırıyorlardı ki, galiba Allah da sağır olmaktan endişe ederek mekanının pencerelerini kapatmalarını emretmiş olmalıydı. Keçi ise acı acı ve uzun uzun meleyerek ka­ vaktan kazığı yalamaya devam ediyordu. Kel keçiye bir demet yonca attı, ama sakallı bağırmaya başladı : "Kirli, kokuşmuş yoncanı keçimin önünden çek ! " Ve ardından yoncayı alıp uzaklara fırlattıktan sonra keçinin önüne bir çanak kepek koydu. "Hayır ! " dedi kel kardeş öfkeyle. "Benim keçim senin kepe­ ğini yemez . " Yoncanın ardından çanak havada uçuştu, düştü v e kırıldı, ke­ pek yolun tozlarına karıştı, kardeşler ise şiddetli bir kavgaya tutu­ şarak yerlerde yuvarlanıyor, birbirlerine darbeler indirip lanetler okuyorlardı . " İki aptal dövüşüp, iki dolandırıcı d u a ededursun keçi de aç­ lıktan öldü," dedi Nasreddin Hoca başını sallayarak. " Hey, siz, erdemli ve birbirini seven insanlar, buraya bakın ! Allah, sizin çe­ kişmenizi bir hükme bağlayıp keçiyi yanına aldı ! " 59

Kendine gelen kardeşler birbirlerini bırakıp son nefesini ver­ miş olan keçiye bakarak kan içindeki yüzleriyle uzun süre hare­ ketsiz kaldılar. Ve sonunda kel : " Derisini yüzmek gerek, " dedi. "Ben yüzerim derisini ! " dedi sakallı hemencecik. "Neden sen?" diye sordu diğeri; kel öfkeden kıpkırmızı kesildi. "Keçi benim olduğuna göre, derisi de benim ! " "Hayır, benim ! " Nasreddin Hoca daha bir söz dahi edemeden, kardeşler tekrar yerlerde yuvarlanmaya başladılar, bu hırıldayan yumaktan hiçbir şey anlamak mümkün değildi. Bir anda siyah saçlar koparmış kirli bir yumruk görünür görünmez Nasreddin Hoca, büyük kardeşin sakalının önemli bir bölümünden mahrum kaldığını fark etti. Nasreddin Hoca umutsuzca elini sallayarak yola düştü . Kar­ şısına kemerinde kerpetenle bir demirci çıktı; bu, Nasreddin Hoca ' nın dün gölette konuştuğu demircinin ta kendisiydi . " Selamünaleyküm, demirci ! " diye haykırdı Hoca . "İşte yine karşılaştık, gerçi yeminimi henüz yerine getiremedim, ama. Ne yapıyorsun, demirci, yoksa Emir ' in mahkemesine mi geldin?" "Bu mahkemenin bir yararı olacak mı, bakalım?" dedi demirci kasvetle. "Ben demirci esnafının şikayetini iletmek için geldim. Bize üç ay bakmamız için on beş muhafız verdiler, ama aradan bir yıl geçti, biz onları hata doyurmaya devam ediyoruz ve büyük kayıplara uğruyoruz . " " B e n d e boyacılar esnafını temsilen geldim," diye söze girdi ellerinde boya lekesi, sabahtan akşama soluduğu zehirli buhar­ dan yüzü yemyeşil kesilmiş adam. "Ben de aynı şikayetle geldim. Bize de doyurmamız için yirmi beş muhafız verdiler, işlerimiz kötü gidiyor, gelirlerimiz çok azaldı. Belki Emir bir iyilik yapıp bizi bu katlanılmaz boyunduruktan kurtarır. " "Ne diye zavallı muhafızlara karşı savaş açtınız ! " dedi Nasred­ din Hoca, "Doğruyu söylemek gerekirse, Buharalılar arasında en kötüleri ve en açgözlüleri onlar değil. Siz E mirinizi, onun vezir60

lerini ve üst düzey memurlarını, iki bin mollayı ve altı bin derviş i h i ç sesinizi çıkarmadan besliyorsunuz, neden zavallı muhafızlar aç kalacakmış? Yoksa, 'bir çakalın yiyecek bulduğu yere, onlar­ cası daha üşüşür ' atasözünü bilmiyor musunuz? Ben sizin hoşnut­ suzluğunuzun nedenini anlamıyorum ey demirci, ey boyacı ! " " Sus" dedi demirci çevresine bakınarak. Boyacı Nasreddin Hoca ' ya sitemle baktı : "Sen tehlikeli insansın yolcu ve senin sözlerin pek de hayırlı değil. Ama Emir, bilge ve iyilikseverdir. . . " Boyacı sözünü tamamlayamadı, çünkü borular ötmeye, davul­ lar çalmaya başladı ve renk cümbüşünden ibaret tüm çadır coştu, harekete geçti ve sarayın bakır kaplı dış kapıları ağır ağır açıldı. "Emir! Emir ! " sesleri duyuldu ve halk, hükümdarını görebilmek için dört bir yandan saraya hücum etti. Nasreddin Hoca ilk sıralarda en uygun yeri kapmıştı. Dış kapılardan ilk çıkanlar tellallar oldu: "Emir ' e yol verin ! Nur yüzlü Emir ' e yol verin ! Müminlerin hükümdarına yol verin ! " Onların ardından değneklerini sağa sola, yanlarına fazlaca yaklaşan meraklıların kafalarına ve sırtlarına savuran muhafız­ lar çıktı ; kalabalığın orta yerinde gen iş bir yol açıldı ve o sırada müzisyenler ellerinde davulları, flütleri, tefleri ve karnaylarıyla* çıktılar; onları Emir ' in kadife kınları içinde ve değerli taşlarla do­ natılmış eğri kılıçlarını kuşanmış, kıyafetleri ipekler ve altınlarla süslü maiyeti izledi; daha sonra da başlarında uzun sorguçlarıyla iki fili çıkardılar; en sonunda üzerindeki ağır simli kumaştan sa­ yeban altında bizzat büyük Emir ' in kendisinin uzanmış olduğu ihtişamlı bir şekilde süslenmiş tahtırevan çıkarıldı . Kalabalık meydana bir rüzgar vurup geçmiş gibi gürültüye, uğultuya başladı ve halk, kendi tebaası olan müminlere, efendi­ sine dalkavukça ve mutlaka aşağıdan yukarı bakmayı buyuran emir fermanının emrettiği üzere yerlere kadar eğildi . Tahtırevanın *

Özbekistan, Tacikistan ve İran ' da yaygın olan ve bakırdan yapılan, boyu zaman zaman i ki metreyi aşan üflemeli bir müzik aleti . 61

önünde uşaklar koşturarak yola halılar seriyorlardı; tahtırevanın sağında omuzlarında atkuyruğundan yelpazeyle sarayın sinek ko­ vucusu yürüyordu, solunda ise elinde altından Türk nargilesi ile Emir ' in nargilecisi vakarlı ve havalı tavırlarla yürüyordu. Yürü­ yüş kolunu bakır miğferleri, kalkanları, mızraklarıyla, oklarıyla ve kılıçlarıyla dalkılıç olarak tamamlayanlar muhafızlardı; en sonda ise iki küçük top taşınıyordu. Tüm bu manzara parlak öğle güneşiyle aydınlanıyordu; güneş değerli taşları yakıyor, altın ve gümüş mücevherlerde yanıyor, sıcak ışığı bakır kalkan ve miğ­ ferlere vuruyor, çıplak kılıçların beyaz çeliğinde parıldıyordu . . . Ama yerlere kadar eğilmiş kalabalığın n e değerli taşları, n e altını, hatta ne bakırı, kısacası, onların sevinebilecekleri, güneşin altında yanıp parıldayabilecek hiçbir şeyi yoktu ; varsa yoksa eski püskü giyitler, yoksulluk, açlıktı ve şaşalı emir alayı kirli, kasvetli, ezik ve hırpani kılıklı halkın arasından geçerken, manzara eski püskü içinden çıkan yegane ve incecik altın bir iğneyi andırıyordu. Emir ' in kendisine sadık halka ihsanını dillendireceği halılarla kaplanmış sahne dört bir yandan muhafızlarla çevrilmişti, aşağıda sahnenin tam önünde, Emir ' in iradesini yerine getirmeye hazırla­ nan cellatlar canla başla çalışıyorlardı : Çubukların esnekliğini ve sopaların sağlamlığını kontrol ediyorlar, leğenlerde çok kuyruklu tabaklanmış deriden kamçılarını ıslatıyorlar, darağaçlarını kuru­ yorlar, baltalarını bileyliyorlar ve sivri mızraklarını yere vurarak sağlamlaştırıyorlardı. Emri veren, gaddarlığıyla ünü Buhara sınır­ larının dışına taşmış olan S aray muhafız amiri Arslanbek ' ti; yüzü kıpkırmızı, vücudu hantal, saçları siyahtı; sakalı tüm göğsünü kap­ lıyor ve kamına kadar iniyordu, sesi deve böğürtüsünü andırıyordu. Cömertçe sağa sola yumruklar tekmeler savuruyordu, ama bir­ denbire eğiliverdi ve tir tir titreyerek yaltaklanmaya başladı. Tahtırevan ağır ağır sallanarak sahneye çıktı ve Emir sayebanı geriye iterek yüzünü halka gösterdi . - 1 o Görünüşe bakılırsa, soylu Emir pek de yakışıklı değildi, saraylı şairlerin şiirlerinde hep gümüşi dolunaya benzettikleri yüzü geçkin62

di ve suyunu çekmiş kavunu andırıyordu. Emir, altın kaplama tahta oturmak için vezirlerin desteğiyle tahtırevandan kalkınca, Nasred­ din Hoca, saraylı şairlerin ortak kanaatlerinin aksine, onun enda­ mının hiç de muntazam bir selviye benzemediğinden emin oldu : Emir ' in gövdesi şişman ve hantaldı, kolları kısa ve bacakları o denli eğriydi ki, cübbe dahi bu biçimsizliği kapatmaya yetmiyordu. Vezirler, Emir ' in sağ tarafında, mollalar ve üst düzey bürok­ ratlar da sol tarafındaki yerlerini almışlar, katipler de ellerinde kitaplar ve mürekkep hokkalarıyla bir alt basamaktaydılar. Saray şairleri yarım halka şeklinde tahtın arkasına oturmuşlardı ve sadık gözleri Emir ' in ensesine bakıyordu. S arayın sinek kovucusu yel­ paze sallıyordu. Nargileci efendisinin ağzına altın çubuğu uzattı. Sahnenin etrafındaki halk nefesini tuttu . Nasreddin Hoca eyerinde hafifçe yükselip boynunu uzatarak kulak kabarttı. Emir mahmur bir şekilde kafasını salladı. Muhafızlar, sabırla sırasını bekleyen kel ve sakallıyı salarken iki yana açılıp yol ver­ diler. Kardeşler sahneye gelir gelmez diz çöktüler, yerlere kadar uzanan dudakları halıya değdi. "Ayağa kalkın ! " diye emretti başvezir Bahtiyar. Kardeşler, daha cübbelerindeki tozu silkeleyemeden ayağa kalktılar. Korkudan dilleri dolaşıyordu, konuştukları anlaşılmaz ve düzensizdi. Ama, oldukça deneyimli olan Bahtiyar leh deme­ den leblebiyi anlıyordu. "Keçiniz nerede?" diyerek sözünü kesti kardeşlerin. Kel yanıt verdi: "Keçi öldü, ey yüce vezir ! Allah keçimizi yanına aldı. Peki, bu durumda keçinin derisi kime düşer?" Bahtiyar Emir ' e döndü : " Kararın nedir, ey bilgeler bilgesi hükümdar?" Emir uzun uzun esnedi ve vurdumduymaz bir ifadeyle gözlerini kapadı. B ahtiyar beyaz kavuğun ağırlaştırdığı başını saygıyla eğdi: " Kararını yüzünden okudum, ey efendim ! . . Beni dinleyin, " dedi kardeşlere dönerek. Kardeşler d e Emir ' e bilgeliği, adaleti ve merhametinden ötürü teşekkür etmek için önünde diz çöktüler. 63

Bahtiyar kararı açıklıyordu : Katipler vezirin kararını kalın kitap­ lara yazmak için divitlerini hışırdattılar. "Müminlerin hükümdarı ve yeryüzünün güneşi yüce Emirimiz, -Allah ' ın iyilikleri onun üzerine olsun-, buyurdular ki, eğer Allah keçiyi yanına almışsa, keçinin postu hakkaniyet gereği, Allah ' ı n yeryüzündeki temsilci­ sine, yani yüce Emirimize ait olmalıdır, bu yüzdendir ki, keçinin postu yüzülmeli, kurutulmalı ve gereğince işlenip saraya getiril­ meli ve hazineye teslim edilmelidir. " Şaşkına dönen kardeşler birbirlerine baktılar, kalabalıkta bir fısıltı yayıldı. Bahtiyar açık seçik ve yüksek sesl e : "Ayrıca, sorumlulardan iki yüz tanga mahkeme vergisi v e yüz elli tanga saray vergisi, katiplerin emeğinin karşılığı olarak elli tanga ve cami güzelleştirme vergisi alınmalıdır, tüm bu vergiler onlardan derhal para veya kıyafet ya da benzeri mal varlığı olarak tahsil edilmelidir. " Bahtiyar

daha

konuşmasını

bitirmemişti

ki,

muhafızlar

Arslanbek ' in işaretiyle kardeşlerin üzerine yürüyüp bir kenara çektiler, kemerlerini çözdüler, ceplerini ters çevirdiler, cübbelerini ve çizmelerini çıkardılar ve yalınayak, yarı çıplak ve edep yerleri­ ni zar zor kapatan kıyafetleriyle yaka paça dışarı attılar. Tüm bunlar yarım saat içinde oldubitti . Kararın açıklanmasın­ dan hemen sonra, saraylı şairler korosu harekete geçti ve çeşit çe­ şit seslerden gelen övgülere başladılar. "Ey bilge Emir, ey bilgeler bilgesi, ey bilgeleri bilgeliğiyle bil­ ge kılan, ey bilgeler piri Emir ! . . " Ş airler tahtın yönüne başlarını uzatarak uzun süre haykırdılar; her biri Emir ' in, kendi sesini di ğerlerinin seslerinden ayırt etmesi için çaba gösteriyordu . Sahnenin çevresinde topl anmış sıradan in­ sanlar ise üzüntüyle kardeşlere bakıyorlardı. "İşte böyle," dedi Nasreddin Hoca sofuca bir ifadeyle, birbir­ lerine sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlayan zavallı kardeşlere hitaben. "Meydanda altı hafta boşuna beklemediğiniz belli. Ve nihayet adil ve merhametli kararı gördünüz, çünkü herkes bilir ki, bizim Emirimizden daha bilge ve merhametli kimse yoktur, eğer bundan 64

birilerinin kuşkusu varsa, -kalabalıkta yanı başında duranlara bir göz attı- muhafızları çağırdın mı, onlar günahkarı alıp cellatların eline verir ve onlar için bu günahkarın yanılgılarının tüm felaketi­ ni açıklamak kadar kolay bir şey yoktur. Sağ salim evinize gidin, ey kardeşler; eğer bir gün de bir tavuk yüzünden kavga edecek olursanız, yine Emir ' in mahkemesine gelin, ama gelmeden önce evinizi, üzüm bağlarınızı ve tarlalarınızı satmayı unutmayın, yok­ sa tüm bu vergileri başka türlü ödeyemezsiniz . " "Keşke keçimizle birlikte ölseydik ! " diye haykırdı kardeşler, yağmur gibi gözyaşları dökerken. " S iz orada, gökyüzünde aptalların az mı olduğunu sanıyorsu­ nuz?" diye yanıtladı Nasreddin Hoca. " Güvenilir insanlar bana, bugün cennetin de cehennemin de tıka basa aptallarla dolu oldu­ ğunu ve oraya aptalların artık alınmadıklarını söylediler. Ölüm­ süzlük kehanetinde bulunuyorum size, kardeşler, buradan gidin bir an önce, çünkü muhafızlar bizim tarafımıza bakmaya başladı­ lar, yoksa ben sizin gibi ölümsüzlük beklentisinde değilim . " Kardeşler, hüngür hüngür ağlayarak, yüzlerini tırmalayarak ve kafalarını tozlu yollara gömerek uzaklaştılar. Emir ' in mahkemesi önüne çıkan bu kez de demirciydi. Demir­ ci boğuk ve can sıkıcı bir sesle şikayetini anlattı . Başvezir Emir ' e döndü : "Kararın ne olacak, ey hükümdarım?" Emir, ağzı yarı açık horlayarak uyuyordu. Ama bu Bahtiyar ' ı hiç d e rahatsız etmiyordu . "Ey efendimiz ! Kararı huzurunda okuyorum ! " Ve büyük bir ciddiyet ve vakarla okumaya başladı: "Esirgeyen ve bağışlayan Allah ' ın adıyla: Müminlerin hüküm­ darı ve hiç bıkmadan usanmadan tebaasını düşünen efendimiz, soylu Buhara halkına birer Emirlik görevlileri olan sadık muhafız­ larını doyurmaları için göndermekle büyük bir merhamet ve iyilik yapmış, bize komşu diğer devletlerin hükümdarlarının halklarına nasip olmayan bir şerefe layık görüldükleri için şahsına minnet­ tarlıklarını bildirmek, her gün, her saat teşekkür etmek gibi saygı65

ya değer bir olanak bağışlamıştır. Ancak, diğerlerinden farklı ola­ rak demirciler müminliğin gereğini yerine getirememişlerdir. Tam tersine, Demirci Yusuf, günahkarları bekleyen öte dünya acılarını ve kıl köprüyü unutup, ağzını nankörce açmış, hükümdarımız ve sahibimiz olan, nuruyla güneşi gölgede bırakan kutsal Emirimi­ zin huzuruna bu küstahça i fadeleri kullanmak için çıkmaya cüret etmiştir. Bu konuyu mütalaa eden kutsal Emirimiz, aksi durumda önünde cennet kapılarının açılmasını beyhude yere bekleyeceğin­ den kendisini tövbe etmeye sevketmek için Demirci Yusuf ' a iki yüz kırbaç hediye etmeye hükmetmiştir. Kutsal Emirimiz tüm de­ mircilere bir hoşgörü ve merhamet göstererek, demircilerin Emi­ rimizin bilgeliği ve merhametini her gün ve her saat övmek gibi mutluluk verici bir olanaktan mahrum etmemek amacıyla kendi­ lerine doyurup bakmaları için yirmi muhafız daha göndermeyi bu­ yurmaktadır. E mirimizin kararı budur. Allah ona, tüm müminlerin hayrına uzun ömür versin . " Tüm saray yalakaları korosu yeniden hareketlendi v e Emir ' i öven türlü türlü sesler duyulur oldu. B u arada muhafızlar Demirci Yusuf ' u kaptığı gibi cellatların iğrenç, kana susamış sırıtışlarıyla kırbaçları salladıkları arenaya getirdiler. Demirci yüzükoyun çinko alana yattı; kırbaç sesleri ıslık çal­ maya, inip kalkmaya başladı, demircinin sırtını kanlar bürüdü . Cellatlar demirciyi acımasızca dövüyorlardı, sırtındaki tüm deriyi soydular ve etlerini kemiklerine kadar ayırdılar, ama demir­ ciden herhangi bir feryat, hiç olmazsa bir inleme sesi dahi duyul­ madı. Demirci ayağa kalktığında herkes onun dudaklarında siyah bir köpük gördü : Demirci dövülürken bağırmamak için ağzını toprağa kapamıştı. "Bu demirci, kolayca unutulacaklardan değil , " dedi Nasreddin Hoca. "O artık Emir ' in merhametini ömür boyu unutmayacaktır. Ne bekliyorsun, boyacı, hadi git, sıra sende. " B oyacı sağa sola bakmaksızın tükürüp kalabalıktan ayrıldı. Başvezir birkaç işini daha çabucak bitirdi, üstelik Emir ' in ha­ zinesi için muazzam yararlar çıkardı, zaten diğer saray memurları arasında onu tanınır kılan da bu becerisiydi. 66

Arenada cellatlar harıl harıl çalışıyorlardı. Oradan feryatlar ve çığlıklar geliyordu. Başvezir hep yeni yeni günahkarlar gönde­ riyor, yaşlılar, kadınlar ve cüretkar, kuşkucu bir şekilde Emir ' in sarayının önünde toprağı gözyaşlarıyla ıslatan on yaşlarında bir çocuk ile birlikte uzun bir kuyruk oluşturuyorlardı. Çocuk titriyor ve gözyaşlarını yüzüne silerek ağlıyordu. Nasreddin Hoca çocuğa acıyarak ve yüreğinde öfkeyle bakıyordu. "Gerçekten de bu çocuk tehlikeli bir katil," diye hüküm yürü­ tüyordu Nasreddin Hoca yüksek sesle. "Ve yaşları genç olduğun­ dan düşüncelerinin kuşku uyandıracak yönünü gizlemekle daha da tehlikeli olan benzeri düşmanlardan tahtını koruyan Emir ' in öngörü becerisini yeterince övmemek gerekir. İşte bugün, bunun­ la kıyasladığımızda daha kötü ve daha korkunç bir katil gördüm yine. O katil -ki siz ne sanıyordunuz ya?- bizzat sarayın duvarı­ nın dibinde çok fazla cinayet işledi ! Böyle bir edepsizliğin karşılı­ ğında, kazığa oturtmak dışında, her ceza oldukça hafif kalır. Ama korktuğum bir şey var yalnızca: Nasıl ki şiş, bir pilicin yanına uğramazsa, kazık da bu katilin yanına uğramaz, çünkü o katil topu topu dört yaşında. Ama tabii ki, daha şimdi dediğim gibi, bir ak­ lanma gerekçesi olamaz . " Hoca bunları dile getirirken tonlamalarını vaiz veren bir mol­ laya benzetmeye çalışıyordu; hem sesi hem de sözleri iyi niyet doluydu, ama kulağı olan herkes her şeyi anlıyor ve kötücül alaycı ifadelerini sakallarının arasına gizliyorlardı. - 1 1 Nasreddin Hoca kalabalığın azaldığını fark etti . Çokları ace­ leyle dağılmış, hatta kaçmışlardı. "Yoksa muhafızlar bana da ge­ lecekler mi?" diye düşündü endişeyle. Kendisine doğru yaklaşan tefeciyi görür görmez her şeyi an­ ladı. Tefecinin arkasında da muhafızların korumasında kille kir­ lenmiş cübbesiyle oldukça çökmüş ak sakallı bir ihtiyar ve örtüye sarınmış bir kadın, daha doğrusu, Nasreddin Hoca ' nın deneyimli gözlerinin, adımlamalarından fark ettiği kadarıyla, oldukça genç bir kız yürüyorlardı. 67

"Zakir, Cura, Muhammed, S adık neredeler?" diye sordu tefe­ ci gıcırdamayı andıran sesiyle ve tek gözüyle insanları süzerken; çünkü ağ tabakasıyla kaplı ikinci gözü sönük ve hareketsizdi . "Daha yeni buradaydılar, ben uzaktan gördüm. Yakında borçları­ nın vadesi dolacak, boşuna kaçıp gizleniyorlar. Ama gerektiğinde ben onları zaten bulurum." Tefeci topallayarak kamburunu taşımayı sürdürdü . "Şuna bak sen. Bu örümcek, Çömlekçi Niyaz ' ı ve kızını Emir ' in mahkemesine getirmiş . " " Çömlekçiye b i r gün dahi olsun vade tanımadı ! " "Lanet olsun bu tefeciye . İki hafta sonra borcumun vadesi do­ luyor ! " "Benimki d e bir hafta sonra doluyor. " "Baksanıza, sanki kötülük ya da kolera bulaştırıyormuş gibi herkes onun önü sıra saklanıyor ! " "Bu tefeci bir cüzzamlıdan daha kötü ! " Hoca 'yı acı bir piş­ manlık yiyip bitiriyordu . Yeminini tekrarladı : "Onu yine aynı gö­ lette boğacağım ! " Arslanbek tefeciyi sırada tutmadan saldı. Tefecinin ardından Emir ' in makamına çömlekçi ve kızı yaklaştı, dizleri üzerine çö­ küp halının saçağını öptüler. "Allah ' ın selamı üzerine olsun, muhterem Cafer ! " dedi başve­ zir güler yüzle. "Hangi rüzgar attı seni buraya? Ayaklarına kapa­ nıp derdini yüce Emir ' e anlat . " " E y yüce efendimiz, sahibimiz ! " diye başladı Cafer, uyukla­ masının arasından kafasını salladıktan sonra yeniden horlamaya ve burnuyla ıslık çalmaya başlayan Emir ' e hitaben. "Senden adalet di­ lemeye geldim. Mesleği çömlekçilik olan Niyaz adlı bu insan bana yüz tanga ve ayrıca o paranın faizi olarak da üç yüz tanga borçlu. Bu sabah borcun vadesi doldu, ama çömlekçi bana hiçbir şey ödemedi. Hakkımızda kararı sen ver, ey bilge, evrenin güneşi Emirimiz ! " Katipler tefecinin şikayetini deftere yazdılar ve ardından baş­ vezir çömlekçiye döndü : 68

"Çömlekçi, ben başvezir. Bu borcu kabul ediyor musun? Belki de ödemenin vadesi konusunda itirazın vardır?" "Hayır, " dedi çömlekçi zayıf bir sesle ve ak saçlı başı eğildi. "Hayır bilgeler bilgesi ve adiller adili vezir, ne borca ne de vadesine hiçbir itirazım yok. Ben yalnızca bir aylık erteleme rica ediyorum ve Emirimizin yüce gönüllülüğü ve merhametine sığınıyorum." "Ey efendimiz, bizzat huzurunda okuduğum kararı açıklama­ ma izin ver, " dedi Bahtiyar. "Esirgeyen ve bağışlayan Allah ' ın adıyla : Yasaya göre, kim ki borcunu vadesi dolunca ödemezse, ailesi ile birlikte borçlu olduğu kişiye köle olarak verilir ve köle­ likte geçen süre de dahil, borçlarını geçen sürenin faiziyle birlikte ödeyinceye kadar köle olarak kalır. " Çömlekçinin başı daha da eğildi ve birden titremeye başladı, kalabalıktan pek çok insan öfkelerini güçlükle bastırarak sırtını döndü . Kızın omuzları titredi, örtüsünün altında ağlıyordu . Nasreddin Hoca içinden artık yüzüncü kez yineledi : "Yoksulların bu acımasız işkencecisi boğulacak ! " "Ama hükümdarımız Emir ' in yüce gönüllülüğü sınırsızdır, " diye sürdürdü Bahtiyar, sesini yükselterek. Halk b i r an sustu. İhti­ yar çömlekçi başını kaldırdı, yüzü umutla parladı. "Borcun vadesi geçmiş olmasına rağmen Emir kendisine bir saat daha süre tanımaktadır. E ğer bu sürenin bitiminde Çömlekçi Niyaz güvenimizi boşa çıkarır ve borcunu faiziyle birlikte öde­ mezse, az önce söylediğimiz gibi, yasalara göre hareket etmemiz gerekecek. Git, çömlekçi, Emir ' in merhameti üzerine olsun . " Bahtiyar ' ın sesi kesildi v e t a m o sırada tahtın arkasına yığılmış dalkavuklar korosu ulumaya başladı : "Ey adil, adaletiyle bizzat adaleti gölgede bırakan, ey mer­ hametli ve bilge, yüce gönüllü Emir, ey yeryüzünün güzelliği ve gökyüzünün şerefi, soylular soylusu Emirimiz ! " Bu kez dalkavuklar kendilerini aşmış ve seslerini o kadar çok yükseltmişlerdi ki, Emir ' i dahi uyandırmışlardı ve bunun üzerine Emir hoşnutsuzca suratını asarak onlara susmalarını emretti . Dal69

kavuklar sus pus oldular ve meydandaki herkes sustu ve birden bu sessizliğin ortasında kulakları yırtan bir eşek anırtısı duyuldu. Anıran, Nasreddin Hoca ' nın eşeğiydi. Ya hep aynı yerde dur­ maktan sıkılmış ya da bir yerlerde uzun kulaklı bir kardeşini gör­ müş ve onunla selamlaşmak istemişti, ama eşek kuyruğunu kal­ dırıp, suratını uzatarak, dişleri sararmış ağzını açarak kulakları sağır edercesine, kendini tutamayarak anırıyor ve bir anlığına ara veriyorsa da, bunu hemen ardından ağzını daha geniş açıp derin bir nefes aldıktan sonra yeniden anırmak ve daha yüksek ses çı­ karmak için yapıyordu. Emir kulaklarını kapatmıştı. Muhafızlar kalabalığın içine dal­ dılar. Ama Nasreddin Hoca artık uzaklaşmıştı. Direnen eşeğini zorla çekiyor ve herkesin duyacağı şekilde onu paylıyordu: "Neye sevindin öyle, lanet olası eşek ! Emir ' in merhametli ve bilge oluşunu daha alçak sesle övemez misin? Yoksa, çabaların kar­ şılığında sarayın baş dalkavuğu görevini alacağını mı umuyorsun?" Kalabalık onun sözlerini kahkahayla yanıtladı, açılıp kendisine yol verdi ve Nasreddin Hoca'yı yakalayıp, küstahça huzuru bozdu­ ğundan kırbaç altına yatırıp eşeği de Emir ' in hazinesine vermeyi bir türlü başaramamış olan muhafızların önünde yeniden toplandı. - 1 2 "Gördüğünüz gibi, mahkeme bitti ve üzerinizdeki egemenliği­ min sınırı yok artık, " dedi Tefeci Cafer, Ç ömlekçi N iyaz ve kızı Gülcan ' a , mahkeme kararının açıklanmasından sonra meydanı terk ederken. "Güzel kız, seni tesadüfen gördükten sonra huzurum ve uy­ kularım kaçar oldu. Yüzünü bana göstersene. Bugün, tam bir saat sonra sen benim evime gelmiş olacaksın. Ve eğer bana meylin olursa, babana rahat bir iş verir, onu doyururum; ama inat eder­ sen, iki gözüm kör olsun ki, onu çiğ baklalarla besler, taş taşıtırım, kölelere karşı gaddarlıkları herkesçe bilinen Hivalılara· satarım. İnat etme de bana yüzünü göster, ey güzel Gülcan ! " *

Özbekistan ' ı n Harezm i l i nde bir kent a d ı . 70

Cafer şehvetli, kanca gibi parmaklarıyla kızın yüz örtüsünü kal­ dırdı. Gülcan onun elini öfkeli bir hareketle itti. Gülcan ' ın yüzü çok kısa bir an için açık kaldı, ama bu, eşeğiyle yanlarından geçen Nas­ reddin Hoca' nın kızı görebilmesi için yeterli oldu. Ve kızın güzelli­ ği o kadar şaşırtıcı ve olağanüstüydü ki, Nasreddin Hoca neredeyse kendinden geçti : Gözlerinin önünde dünya kararmış, kalbi durmuş­ tu; yüzü sarardı, eyerin üzerinde yalpaladı ve sarsılmış bir durumda gözlerini avuçlarıyla kapattı. Aşk kendisini yıldırım gibi bir anda çarpmıştı . Kendine gelmesi uzun zaman aldı. "Bu topal, kambur, çarpık maymun, yeryüzünde eşi benzeri olmayan bu güzelliğe kastetme cüretini gösteriyor bir de ! " diye haykırdı Hoca. "Neden dün onu sudan çıkardım ki? Yaptığım iyi­ lik bana bir kötülük olarak geri döndü ! Ama göreceğiz bakalım, kirli tefeci ! Sen henüz çömlekçi ve kızının sahibi değilsin ve ön­ lerinde koskoca bir saatleri var, Nasreddin Hoca bu bir saat içinde bir başkasının bir yıl boyunca yapamayacağı şeyler yapabilir ! " B u arada tefeci ahşap güneş saatini cebinden çıkardı ve süreyi belirledi: "Beni burada, bu ağacın altında bekle, çömlekçi. Bir saat son­ ra döneceğim, saklanmaya kalkışma, çünkü seni denizin dibinde de olsan bulur ve kaçak köle muamelesi yaparım. Sen ise şahane Gülcan, sözlerimi düşün: Babanın yazgısı artık senin minnet duy­ gularına bağlı . " Ve tefeci iğrenç suratındaki zafer kazanmış alaycı b i r ifadeyle yeni cariyesine ziynet eşyaları almak üzere mücevher mağazası­ nın yolunu tuttu . Acıdan iki büklüm olmuş çömlekçi ve kızı yol kıyısındaki bir ağacın gölgesinde kaldılar. N asreddin Hoca yanlarına yaklaştı : "Çömlekçi, size verilen cezadan haberim var. Başın belada, ama, belki de ben sana yardım edebilirim. " " Hayır, iyi yürekli insan, " diye yanıtladı çömlekçi umutsuzluk dolu bir sesle. " Kıyafetindeki yamalardan senin zengin olmadığın anlaşılıyor. Benim tamı tamına dört yüz tanga bulmam gerek ! Be71

nim o kadar zengin tanıdıklarım yok, tüm dostlarım yoksul, haraç­ larla ve vergilerle soyulmuş durumda . " "Buhara ' d a benim d e zengin dostlarım yok, ama yine d e para­ yı bulmaya çalışacağım," diye sözünü kesti Nasreddin Hoca. "Bir saat içinde dört yüz tanga bulmak ! " İhtiyar, saçları ağar­ mış başını acı bir gülüşle salladı. "Galiba benimle alay ediyorsun, ey yolcu ! Böyle durumlarda böyle bir başarı olsa olsa yalnızca Nasreddin Hoca ' ya nasip olabilir. " "Ey yolcu, kurtar bizi, kurtar ! " diye haykırdı Gülcan babasını kucaklayarak. Nasreddin Hoca Gülcan ' a bir göz attı ve kızın kol­ larının boğumlarının reşit yaş olgunluğunda olduğunu fark etti ; kız ona uzun uzun baktı, Hoca kızın peçesinin altında yakarış ve umut dolu gözlerindeki nemli parıltıyı yakaladı. Kanı kaynadı, damarla­ rında bir ateş gibi dolaştı, aşkı daha da katlandı. Hoca çömlekçiye : "Burada otur ihtiyar ve beni bekle, eğer tefeci gelene kadar dört yüz tanga bulamazsam dünyanın en adi insanı olayım ! " Ve eşeğine atlayıp pazar yeri kalabalığında kayboldu. - 1 3 Meydan, pazarın fıkır fıkır kaynadığı, herkesin nasibini kaçıra­ cağından korkarak koşuşturduğu, bağırdığı ve acele ettiği sabaha göre son derece sakin ve daha da geniş görünüyordu. Öğle yaklaş­ mıştı ve halk yakıcı sıcaktan korunmak, gelirlerini ve giderlerini sakince saymak için çayhanelere dağıldı. Güneş meydanı sıcak bir ışıkla dolduruyordu ve gölgeler kısa ve sanki sert toprağın içine saplanmış gibi keskindi. Gölgelerde dilenciler toplanmışlardı ve onların etrafında serçeler neşeyle şarkı söylüyor, çöp kırıntıları topluyorlardı. "Allah için yardım et, ey iyi yürekli insan ! " diye hımhımlıyorlardı dilenciler sakatlıklarını ve yaralarını göstererek Nasreddin Hoca 'ya. Hoca sinirli sinirli yanıtladı : "Çekin ellerinizi . Ben de sizden zengin değilim ve bana dört yüz tanga verecek birilerini arıyorum. " 72

Dilenciler bu sözleri alay kabul ederek Nasreddin Hoca ' yı kü­ füre boyadılar. Düşüncelere dalmış Hoca yanıt vermedi. Hoca çayhaneler içinde pahalı halıların ve ipek yastıkların ol­ madığı en büyük ve kalabalık olanı seçti, bir kazığa bağlamak yeri­ ne merdiven basamaklarından çıkardığı eşeğiyle birlikte içeri girdi. Nasreddin Hoca ' yı şaşkın bir suskunlukla karşı ladılar, ama o buna hiç alınmadı, heybesinden dün vedalaşırken kendisine bir ih­ tiyarın hediye ettiği Kur ' an ' ı çıkardı ve açıp eşeğin önüne koydu . Hoca tüm bunları hiç acele etmeden ve sakince, yüzünde gülü­ cük olmaksızın ve sanki böyle gerekiyormuş gibi yapıyordu. Çayhanedekiler birbirlerine bakmaya başladılar. Eşek ahşap döşemeyi dövüyor, döşeme yankılanıyordu. "Bu kadar çabuk mu?" diye sordu Nasreddin Hoca ve sayfayı çevirdi . "Başarın göz kamaştırıyor. " O sırada göbekli, iyi yürekli çayhaneci yerinden kalktı ve Nas­ reddin Hoca ' ya yaklaştı : "Baksana, iyi insan, senin eşeğin yeri burası mı? Ve neden onun önüne kutsal kitabı koydun?" "Bu eşeğe dini öğretiyorum," dedi Nasreddin Hoca istifini boz­ madan. "Biz artık Kur ' an ' ı bitiriyoruz ve yakında şeriata geçeceğiz. " Ç ayhanede bir uğultu v e fısıltı başladı, çokları daha i y i göre­ bilmek için ayağa kalktı . Ç ayhanecinin gözleri yuvarlarından fırladı, ağzı açık kaldı. Yaşamında hiçbir zaman böylesine bir mucizeye tanık olmamıştı. Bu sırada eşek yeniden döşemeyi tekmelemeye başladı. "Güzel, " diye hayvanı övdü Nasreddin Hoca, sayfayı çevirir­ ken. "Çok güzel ! Biraz daha çabalarsan, Mir Arap Medresesi ' nde başmüftü makamına yükselebilirsin. Ama işte sayfaları kendi ken­ dine çevirmeyi beceremiyor ve ona yardım etmem gerekiyor. .. Al­ lah ona keskin zeka ve muhteşem bir bellek vermiş, ama parmak vermeyi unutmuş," diye ekledi çayhaneciye dönerek. Ç ayhanedekiler çaydanlıklarını bırakarak daha da yaklaştılar; daha bir dakika geçmeden kalabalık Hoca ' nın etrafını sardı. 73

"Bu, sıradan bir eşek değil ! " dedi Hoca. "Emir ' i n eşeği bu. Bir defasında Emir beni çağırıp: ' Sevgili eşeğime dini en az benim bildiğim kadar öğretebilir misin ? ' diye sordu . Bana eşeği göster­ diler ve ben de eşeğin becerilerini kontrol ettikten sonra dedim ki: Ey soylular soylusu Emir ! Bu eşek zeka bakımından ne bakanla­ rından ne de senden aşağı kalmıyor; ben ona dini öğretmeyi üstle­ niyorum ve o da en az senin kadar ve hatta senden daha fazlasını öğrenecek, ama bunun için yirmi yıl gerek. Emir bana hazineden altın parayla beş bin tanga verilmesini buyurdu ve dedi ki : ' Bu eşeği al ve okumayı öğret, ama Allah üzerine yemin ederim ki, eşek yirmi yıl sonra dini öğrenemezse ve Kur ' an ' ı ezbere okuya­ mazsa, kelleni koparırım ! ' " "Yani, şu halde, sen daha şimdiden kellenle vedalaşabilirsin ! " diye haykırdı çayhaneci. "Eşeklerin dini öğrendikleri ve Kur ' an ' ı ezbere okudukları nerede görülmüştür ! " "Buhara ' da bu tür eşeklerin sayısı şimdi de az değil" diye ya­ nıtladı Nasreddin Hoca. "Dahası var, altın olarak beş bin tanga ve bir eşeğe sahip olmak insana her zaman nasip olmaz. Benim kellem için üzülme, çünkü yirmi yıl içinde üçümüzden biri; ya ben ya Emir ya da eşek ölür. İşte o zaman gel de anla : Üçümüzden hangisi dini daha iyi biliyor ! " Çayhane coşkulu kahkahalardan neredeyse yıkılıyordu, bizzat çayhaneci ise krize girmiş gibi keçenin üzerine yığılıp öyle bir güldü ki, yüzü gözyaşlarıyla ıpıslaktı. Zaten bu çayhaneci çok ne­ şeli ve komik bir insandı ! "Duydunuz işte ! " diye bağırdı hırıldayarak ve güçlükle nefes alarak. "Kimin dini daha iyi bildiğini varsın onlar karar versin­ ler ! " Ve bir kuşku aklına gelmeseydi gülmekten kırılacaktı . "Durun ! Durun ! " Herkesi dikkatle dinlemeye çağırdı ellerini sallayarak. "Sen kimsin, nerelisin, eşeğine dini öğreten insan? Nasreddin Hoca dedikleri sen değil misin yoksa?" "Bunda şaşılacak ne var ki? Tahminin doğru, çayhanec i ! Ben Nasreddin Hocayım. Merhaba, S oylu Buharalılar .. ! " 74

Herkes donakalmıştı ve bu durum uzun sürdü; birden bayram sevinci dolu bir ses sessizliği bozdu: "Nas reddin Hoca ! " "Nasreddin Hoca ! " dedi bir ikincisi, onları üçüncü, dördüncü ses izledi ve bu bütün çayhaneye, diğer çayhanelere, tüm pazar yerine yayıldı ve her yerde "Nasreddin Hoca ! Nasreddin Hoca ! " sözleri uğulduyor, yineleniyor ve sesten sese aktarılıyordu. Her taraftan insanlar: Özbekler, Tacikler, İranlılar, Türkmen­ ler, Araplar, Türkler, Gürcüler, E rmeniler, Tatarlar çayhaneye do­ luştular ve koşup gelenler ünlü kurnaz ve neşe kaynakları olan sevgili Nasreddin Hocalarını çığlıklar atarak selamladılar. Kalabalık gitgide artıyordu. Eşeğin önünde bir torba yulaf, bir bağ yonca ve bir kova temiz soğuk su belirdi. " Selamlıyoruz seni, Nasreddin Hoca, " çığlıkları duyuluyor­ du. "Nerelerdeydin ne zamandır? Bize bir şeyler anlat Nasreddin Hoca ! " Hoca sahnenin en ucuna kadar gelip eğilerek insanları selamladı : " S elam olsun size, Buharalılar! On yıldır sizden ayrıydım ve şimdi kalbim bu buluşmayla mutlanıyor. Siz benim bir şeyler söy­ lememi istiyorsunuz, ama en iyisi bir şarkı söyleyeyim ! " Kocaman kil bir çömleği aldı, suyunu döktü ve ona bir tefe vurur gibi vurarak şarkı söylemeye başladı:

" Çal çömlek, söyle çömlek, İlahım adam gibi öv çömlek! Tüm dünyaya an lat, Emir 'in merhametin i ! Çömlek inliyor, Hoca da öfkeli sesiyle türküsünü söylüyor! " Kısılmış sesiyle şarkı söylüyor, her taraftan halk ona sesleniyordu ! Dinleyin onun öyküsünü.

Yaşlı bir çömlekçi yaşardı, adı Niyaz. Kil yoğurur, çömlek yapardı. Ve elbette o yoksul, çömlek de küçüktü, 75

Yı llarca para biriktiremedi. Öte yandan Kambur Cafer boş durmuyor, Kocaman çömleklere el koyuyordu. Öte yandan Emir 'in hazinesi tıka basa dolu. Saray muhafızları da boş durmuyor, Kocaman çöm lekleri dolduruyor; İşte felaket de bir hırsız gibi çıktı geldi, İhtiyar Niyaz ' ı n kapısına. Kaptılar m ı meydana, çıkardı lar Emir 'in mahkemesine, Arkadan da, celladı olarak g iden, sürükleyerek kamburunu ! Daha ne kadar katlanırız yalana ? Hey çöm lek, söyle çömlek: Killi dilin doğrucudur senin. Söyle bize: Suçu nedir ihtiyarın ? Çöm lek söyler, çömlek çalar. Çömlek doğruyu savunur: "İhtiyar suçlu çünkü, Ağa düşmüştür kendisi. Ve örümceğin ağı da Köle etmiştir onu. " Gözyaşı içinde ihtiyar, çıktı mahkeme huzuruna, Kapandı ayaklarına Emir 'in ve dedi ki: "Dünya ôlem bilir ki, iyidir, dürüsttür Emir. Varsın onun merhameti yüreğime dokunsun ben im. " Emir der ki: "Ağlama Niyaz, erteledim borcunu bir saat. . ! Boşuna bilmez dünya ôlem : Ne kadar iyi ve bağışlayıcıdır Emir! " Daha ne kadar katlanırız yalana ? Hey çöm lek, söyle çömlek: Çöm lek söyler, çömlek çalar. Çömlek doğruyu savunur: Kim beklerse Emir 'den hayır, o aklını yitirmiştir; Emir 'in merhametinin bedeli hep ayn ı hep aynıdır! 76

Kimdir ki Emir ? Pislik dolu bir çuval. Ve kafa yerine o bir çömlek taşı maktadır. Çöm lek konuş, çömlek söyle ! Nereye kadar Emir 'e katla n ı lacak ? Bu usanmış halk ne zaman h uzur ve mutluluğa erecek ? Çömlek söyler, çömlek çalar. Çöm lek doğruyu savunur: " Çokça sağlam Emir 'in hükmü. Ama o da bir gün biter. Acı lar biter bir gün. Yı llar geçer. Ve zamanı gelince Emir parça parça bölünür. Tıpkı bu kilden çömlek gibi. " Nasreddin Hoca çömleği yükseklere kaldırıp öyle bir fırlattı ki, çömlek yere vurur vurmaz parçalandı ve yüzlerce küçük parça­ ya bölündü. İyice gerilen Nasreddin Hoca kalabalığı susturduktan sonra bağırmaya başladı: "Gelin Çömlekçi Niyaz ' ı tefeciden ve Emir ' in merhametin­ den kurtaralım. Bilirsiniz ki, Nasreddin Hoca ' ya vereceğiniz borç boşa gitmez ! Kim bana kısa süre için dört yüz tanga verecek? Yalınayaklı sucu öne fırladı : "Hoca, bizde para ne gezer? Biz o kadar çok vergi ödüyoruz ki. Benim bir kemerim var, neredeyse yepyeni, bu belki işine yarar. " Saka sahnedeki Hoca ' nın ayakları önüne kemeri attı; kalaba­ lık uğuldamaya ve hareketlenmeye başladı. Nasreddin Hoca ' nın ayakları ucuna sarıklar, ayakkabılar, kemerler, yazmalar ve hatta cübbeler yağmaya başladı. Herkes Hoca ' ya yardımı bir şeref ka­ bul ediyordu. Ş işko çayhaneci iki güzel çaydanlık, bakır bir tepsi getirdi ve gururla etrafına baktı : En cömert davranan o olmuştu. Yığın yığın eşyalar arttıkça artıyordu . Nasreddin Hoca kendini yırtarcasına bağırıyordu: "Yeter, yeter bu kadar, ey cömert Buharalılar! Duyuyor musu­ nuz? Eyerci, eyerini geri al, yeter dedim ya ! Beni eskici yapmaya mı karar verdiniz? Satışa başlıyorum: İşte sakanın kemeri, onu alan asla susuzluk çekmez . Gelin, ucuza veriyorum ! İşte şu yamalı ayakkabılar, bunlar artık çoktan iki defa Mekke 'yi tavaf etmişler77

dir, bunları giyen Hac vecibesini yerine getirmiş gibi olur ! Daha bıçaklarımız, kavuklarımız, cübbelerimiz, ayakkabılarımız var ! Alın, ucuza veriyorum ve pazarlık da etmiyorum, çünkü şimdi be­ nim için zaman daha değerli ! " Ama yüce Bahtiyar müminleri hiç aklından çıkaramadığı için Buhara ' da öyle bir düzen kurmuştu ki, şehir sakinlerinin cebinde bir kuruş dahi uzun süre kalamadan hemen Emir ' in hazinesine gidiyordu, böylece halk ceplerindeki ağırlıklardan kurtarılmış oluyordu. Nasreddin Hoca ' nın, mallarını övmek için verdiği çaba boşunaydı. Alıcı yoktu . - 1 4 Bu sırada Tefeci Cafer yakınlarından geçiyordu, elindeki çan­ ta, mücevhercilerden Gülcan için aldığı altın ve gümüş ziynet eş­ yalarıyla ağırlaşmıştı. Bir saatlik süre dolmak üzere olmasına ve tefeci bu yüzden şehvet sabırsızlığına kapıldığı için acele etmesine rağmen, tenzi­ latlı satış yapan Nasreddin Hoca ' nın sesini duyar duymaz açgöz­ lülük ondaki diğer tüm duygulara ağır bastı. Tefeci yaklaştığında onu tanıyanlar kaşla göz arasında orayı terk ettiler, çünkü burada toplanan her üç kişiden biri ona borçluydu. Tefeci Nasreddin Hoca ' yı tanıdı: "Burada mal satan kişi, dün beni sudan çıkaran kişi değil mi? Sen bu kadar malı nereden buldun?" "Ey muhterem Cafer, dün sen bana yarım tanga verdin ya, " diye yanıtladı Hoca. "Ben de bu paraları hemen mala yatırdım ve ticarette şans yüzüme güldü . " " S e n bir günde bu kadar mal m ı kazandın? dedi tefeci şaşkın­ lıkla. "Demek paralarım işine yaradı . Bunların tümü için ne kadar istiyorsun?" "Altı yüz tanga. " " S en aklını kaybetmişsin ! B i r d e velinimetini kazıklamaya kalkmaktan utanmıyorsun ! Bu kazancını bana borçlu değil misin? Sana benden iki yüz tanga . " 78

" S ana olan saygımdan, beş yüz tanga, muhterem Cafer, beş yüz. " diye yanıtladı Hoca. "Nankör ! Bir daha soruyoru m : Bu zenginliğini bana borçlu değil misin yoksa? "Ey tefeci, yoksa sen de hayatını bana borçlu değil misin?" diye yanıt verdi sabrı taşan Nasreddin Hoca. "Doğrusu, yaşamını kurtarmam karşılığında bana yarım tanga verdin ve zaten senin hayatın da bundan fazlasını etmezdi, gücenmiş değilim ! Ama, eğer satın almak istiyorsan, gerçek fiyatını ver ! ", "Üç yüz ! " Nasreddin Hoca susuyordu. Tefeci malları deneyimli gözlerle değerlendirebilmek için uzun uzun karıştırdı ve tüm bu cübbeler, ayakkabılar ve sarıklar için en az yedi yüz tanga verilebileceği kanısına varır varmaz bir rakam daha attı o rtaya : "Üç yüz elli." "Dört yüz . " " Ü ç yüz yetmiş beş . " "Dört yüz . " Nasreddin H o c a p e s etmiyordu. Tefeci biraz uzaklaşıyor v e her geri dönüşünde bir tanga artırıyordu, ama sonunda kabul etti. El sıkıştılar. Tefeci dikkatle paraları saymaya başladı. "Vallahi de billahi, bu mal için sana iki kat fazla ödedim. Ama işte benim karakterim böyle, ben hep iyi niyetimden zarara uğruyorum. " "Para sahte , " diye sözünü kesti Nasreddin Hoca metal paralar­ dan birini iade ederken. Hem burada dört yüz değil, üç yüz seksen tanga var, senin gözlerinde sorun var, muhterem Cafer. " Tefeci yirmi tangayı eklemek ve sahte metal parayı değiştirmek zorunda kaldı. Daha sonra çeyrek tangaya bir hamal tuttu ve malları ona yükleyip kendisini takip etmesini söyledi. Zavallı hamal yükün altında iki büklüm oldu ve bu ağırlığın altında neredeyse düşüyordu. "Yolumuz aynı tarafa," dedi Nasreddin Hoca. Gülcan ' ı bir an önce görmek için sabırsızlanıyordu ve hızla yürümeye başladı. Tefeci topallayan bacağıyla ona yetişemedi ve geride kaldı. 79

"Acelen ne?" diye sordu tefeci cübbesinin yeniyle yüzündeki teri silerken . " S enin gideceğin yere," diye yanıtladı Nasreddin Hoca ve göz­ lerinde şeytanca kıvılcımlar çaktı. "Muhterem Cafer, biz seninle aynı yere ve aynı iş için gidiyoruz . " "Ama sen benim işlerimi bilmezsin ki," dedi tefeci, "bilseydin, bana imrenirdin." Nasreddin Hoca bu sözlerin gizli anlamını biliyordu ve neşeli bir gülücükle yanıt verdi : "Ey tefeci, sen benim işimi bilseydin, bana on kat daha fazla imrenirdin . " Tefecinin suratı asıldı : Nasreddin Hoca ' nın yanıtındaki küs­ tahlığı sezmişti . " S e n diline sahip çıkamıyorsun. S enin gibiler, benim gibi­ lerle titreyerek konuşma l ı . Buhara ' da benim imreneceğim çok az insan vardır. Zenginim ve arzularım önünde hiçbir engel yok. Ben B uhara ' nın en güzel kızını arzuladım ve bugün o be­ nim olacak . " B u sırada, başındaki yassı sepetle b i r vişne satıcısı onlara doğ­ ru yaklaşıyordu. Nasreddin Hoca kaşla göz arasında sepetten uzun saplı bir vişne aldı ve tefeciye gösterdi : "Beni dinle, muhterem Cafer. Zamanın birinde çakalın birisi, ağaçta bir vişne görmüş ve kendi kendine demiş k i : ' Ne pahasına olursa olsun, bu vişneyi yiyeceğim. ' Ve ağaca tırmanmış, oraya iki saatte çıkmış ve budaklar yüzünden sıyrıklar almış. Ve tam ağzını genişçe açıp vişneyi yiyecekken bir şahin gelip vişneyi kapmış gitmiş . S onra çakal yine tam iki saatte ağaçtan inebilmiş, daha çok sıyrıklar almış ve acı gözyaşları içinde: ' Ben bu vişne ağacına neden çıktım, herkes bilir ki, ağaçlarda vişneler çakallar için yetişmez, ' demiş . " "Aptalsın sen, " dedi tefeci üst perdeden . " S enin masalında ben bir anlam göremiyorum." "Derin anlamlar hemen kavranamaz," diye yanıtladı Nasred­ din Hoca. 80

Hoca vişneyi kulağına asmış ve sapını da sarığının içine so­ kuşturmuştu. Yolu döndüler. Kavşakta taşların üzerinde çömlekçi ve kızı oturuyordu . Çömlekçi ayağa kalktı ; umudunu koruyan gözleri söndü . Bu yabancının para bulamadığını sanmıştı . Gülcan sızlanarak yüzü­ nü döndü. "Biz mahvolduk, baba ! " dedi, sesinde öyle bir acı vardı ki, bir taş bile gözyaşı dökebilirdi, ama tefecinin yüreği her taştan daha katıydı. "Ç ömlekçi, vade doldu . Artık benim kölemsin, kızın da kölem ve cariyemdir, " derken yüzünde kötücül bir zafer edası ve şehvet­ ten başka bir ifade yoktu. Nasreddin Hoca ' yı tahkir etmek ve aşağılamak istiyordu, hük­ meder bir tavırla ve sahibiymiş gibi kızın yüzünü açtı : "Şu güzelliğe baksana. Bugün onunla yatacağım. Ş imdi söyle bakalım: Kim kime imrenmeli?" "Kız gerçekten de güzel ! " dedi Nasreddin Hoca. " Peki çöm­ lekçinin senedi sende mi?"

I

"Elbette. Para işleri senetsiz yürür mü? Bütün insanlar dolandırıcı ve hırsızdır. İ şte senet, burada hem borcun rakamı hem va­ desi yazılı. Altında da çömlekçinin parmak mührü var. " Tefeci senedi Nasreddin Hoca ' ya uzattı. " S enet doğru , " dedi Nasreddin Hoca. "Bu senette yazılı paranı alacaksın. Muhteremler, bir dakika ! Bize şahitlik yapın ! " dedi o sırada yoldan geçenlere dönerek. Senedi ortadan ikiye katlayıp yırttı ve bu işlemi dört kez daha tekrarlayıp kağıt parçalarını rüzgara savurdu. Daha sonra kemeri­ ni çözdü ve az önce ondan aldığı paraları ona iade etti. Çömlekçi ve kızı beklemedikleri bu durum karşısında ve mut­ luluktan, tefeci ise öfkeden donup kaldılar. Tanıklar nefret ettikleri tefecinin yaşadığı bu rezaletten memnun, birbirlerine göz kırptılar. Nasreddin Hoca kulağındaki vişneyi aldı, ağzına attı ve tefeci­ ye göz kırparak dudaklarını keyifle şapırdattı . Tefecinin sakat vücudunu bir titreme kapladı, kolları kasıldı, yegane gözü öfkeden fıldır fıldır dönüyor, kamburu titriyordu . 81

Çömlekçi ve kızı Nasreddin Hoca ' ya : " E y yolcu, adım söyle de, kime dua edeceğimizi bilelim ! " dediler. "Evet ! " diye yineledi tefeci, ağzından salyalar akarak. "Adım söyle de, kime lanet okuyacağımı bileyim ! " Nasreddin Hoca ' mn yüzü aydınlandı ve gür, tok bir sesle: "Bağdat ' ta da, İstanbul ' da da Buhara ' da da beni hep aynı adla anarlar: Nasreddin Hoca ! " Tefeci irkildi, bembeyaz kesildi. "Nasreddin Hoca ! " Ve hamalını sırtından iterek o anda oradan hemen uzaklaştı . Geriye kalanlarsa sevinç çığlıkları atıyorlardı: "Nasreddin Hoca ! Nasreddin Hoca ! " Gülcan ' ın peçesinin al­ tındaki gözleri parıldıyordu ; çömlekçi henüz kendine gelememişti ve kurtuluşuna inanamıyordu, şaşkınlıkla kollarım iki yana açarak bir şeyler mırıldanıyordu. - 1 5 Emir ' in mahkemesi devam ediyordu. Cellatlar birkaç kez değişmişti . Kırbaçlanmak için bekleyenlerin sayısı git gide artı­ yordu . İki mahkum kazığın üzerinde kıvranıyor, birisi de başı ke­ silmiş olarak kandan simsiyah olmuş yerde yatıyordu. Ama aşırı gayretleri sonucu sesleri kısılmış saraylı dalkavukların korosuyla bastırılan inlemeler ve çığlıklar uyuklayan Emir ' in duyma me­ safesine ulaşmıyordu. Dalkavuklar övgülerinde, haklı olarak her olasılığa karşı herkese yaranmak gerekl iliğini düşünerek, başvezi­ ri ve diğer bakanları, Arslanbek' i, sinek kovucuyu ve nargileciyi de övüyorlardı : Birilerinden çıkar elde etmek, diğerlerine de zarar vermemek için. Arslanbek epeydir uzaklardan gelen bir uğultuya kulak kabar­ tıyordu endişeyle. En usta ve en deneyimli i ki aj anım yanına çağırdı . "Halkın neden endişelendiğini gidip öğrenin ve hemencecik geri geli n . " 82

Aj anlar, biri yırtık pırtık dilenci elbisesiyle, diğeri ise gezgin bir derviş kılığında gittiler. Ama, aj anlardan önce, ayakları tökezleyerek ve cübbesinin eteğine dolanarak yüzü sapsarı kesilmiş tefeci geldi koşarak: "Ne oldu, Muhterem Cafer?" diye sordu Arslanbek yüz ifadesi değişmiş olarak. "Felaket ! " yanıtını verdi tefeci. Dudakları titriyordu . "Ey çok muhterem Arslanbek. Başımda büyük bir bela var. Nasreddin Hoca Buhara ' da . Onu daha yeni gördüm ve konuştum. " Arslanbek ' in gözleri yuvalarından fırladı v e dondu . Ağırlığıy­ la merdiven basamaklarını sallaya sallaya tahta koştu ve uyukla­ yan Emir ' in kulağına eğildi. Emir tahtından öylesine yükseğe fırladı ki, sanki kalçasına bir mızrak batırılmıştı. "Yalan konuşuyorsun ! " diye bağırdı, ama yüzüne korku ve ö fke oturmuştu . " Olamaz ! B a ğdat halifesi daha geçenlerde bana onun başı­ nı vurduğunu yazmıştı ! Türk sultanı kazığa oturttuğunu yazd ı ! İran şahı o n u astığını bizzat kendisi yazdı . H iva Hanı daha ge­ çen yıl onun derisini yüzdüğünü herkesin önünde ilan etti ! O lanet olası Nasreddin Hoca dört hükümdarın elinden sağ salim kurtulamaz ya ! " Vezirler ve yüksek bürokratlar Nasreddin Hoca ' nın adını du­ yar duymaz sapsarı kesildiler. S inek kovucu irkildi ve yelpazesini düşürdü, nargileci dumana boğuldu ve öksürmeye başladı; şairle­ rin dalkavuk dilleri korkudan dişlerine yapıştı. "O burada ! " diye yineledi Arslanbek. "Yalan konuşuyorsun ! " diye bağırdı Emir, Arslanbek ' e ve okkalı bir hükümdar tokadı attı . "Yalan konuşuyorsun ! O ger­ çekten de buradaysa, Buhara ' ya nasıl sızdı peki, senin muhafız­ ların ne işe yarıyo r ! Demek ki dün gece pazar yerinde kargaşa çı­ karan oydu ! Halkı bana karşı ayaklandırmak istedi, sen de yatıp uyudun ve hiçbir şey duymadın ! " Ve Emir, Arslanbek ' e ikinci 83

tokadı aşk etti . Arslanbek yerlere kadar eğildi ve eğilirken de Emir ' in elini öptü . "Ey hükümdarım, o burada, Buhara ' da. Yoksa duymuyor musun?" Uzaklardan gelen bir uğultu, tıpkı yaklaşan bir deprem gibi, güç­ leniyor, artıyordu ve işte genel kargaşaya kendisini kaptıran mahke­ me salonunun çevresindeki kalabalık, başlangıçta belirsiz ve boğuk, ardından da daha yüksek sesle ve daha güçlü bir şekilde uğuldamaya başladı. Emir sahnenin ve altın kaplı tahtının sertçe sarsıldığım hisset­ ti. Bu anda güçlü bir homurtuya dönüşen sesler artık daha belirginle­ şiyor, tekrarlanıyor ve dört bir yanda defalarca yineleniyordu: "Nasreddin Hoca ! Nasreddin Hoca ! " Muhafızlar ellerinde dumanı tüten fitilleriyle toplarının başla­ rına koştular. Emir ' in yüzü endişeden kırışmıştı . "Kesin ! " diye bağırdı Emir. " Saraya girin ! " Simli cübbesinin eteklerini toplayarak saraya koştu, onun ar­ dından omuzlarında boş tahtırevanla ayakları tökezleyerek uşaklar koştu . Ve vezirler, cellatlar, müzisyenler, muhafızlar, sinek kovucu ve nargileci panik halinde birbirine çarparak, birbirini kovalayarak, ayakkabılarını düşürüp arayarak adeta uçuyorlardı. Yalnızca filler hep olduğu gibi vakur ve acele etmeden yürüyorlardı, çünkü Emir ricalinden olsalar da halktan korkmak için hiçbir nedenleri yoktu. Sarayın bakırla kaplı ağır kapıları Emir ve ricalini içeri saldık­ tan sonra kapandı. Halkın doldurduğu pazar meydanı ise sürekli Nasreddin Hoca adını yineleyerek inliyor, uğulduyor, çalkalanıyordu .

84

il.

BÖLÜM

İşte ilginç bir olay; bunun bir bölümü benim yanımda oldu, bir bölümü de güvendiğ im insanların bana anlattık/arıdır. " Na s i h a tler K i t a b ı " , Usa m a i b n M u n k ı z

- 1 6 Buharalı çömlekçiler kalubeladan beri, büyük kil tümseğin çevresindeki doğu kapılarına yerleşmişlerdir, zaten buradan daha iyi bir yer de seçemezlerdi: Kil burada yanı başlarındaydı, suyu ise onlara bol, derin, şehir duvarları boyunca akan dere sağlıyordu. Çömlekçilerin dedeleri, ataları, atalarının da ataları killi tümseği yarısına kadar kazmışlardı : Kilden kendilerine evler, çömlekler yapıyor ve akrabalarının acı acı çığlıklarıyla uğurlanan ölüler de kile yatırılıyorlardı ve sonradan, uzun yıllar sonra, galiba herhangi bir çömlekçinin bir çömlek ya da testi yapıp güneşte kurutup ateş­ le de terbiye ettikten sonra, çömleğin kuvvet ve temizliği açısın­ dan eşi benzeri olmayan sesine şaşırır ve bunun, torunlarının re­ fahını düşünen ve malını kolayca satmasını isteyen uzak atasının, küllerinin bir parçacığıyla da olsa kilin ruhunu yücelttiğinden ve onun tertemiz gümüş benzeri ses çıkarmasını sağladığından kuşku duymadıkları olurdu . Çömlekçi Niyaz ' ın evi de işte burada, derenin hemen üs­ tünde, devasa ve yaşlı karaağaçların gölgesindeydi; yapraklar rüzgardan savruluyor, sular şırıldıyor ve evin küçücük bahçe­ sinde sabahtan akşama dek güzeller güzeli Gülcan ' ın şarkıları duyuluyordu . Nasreddin Hoca Niyaz ' ı n evine yerleşmeyi reddetti: 85

" Senin evinde beni kıstırabilirler Niyaz. Yakınlarda bir yerler­ de geceleyeceğim, burada güvenli bir yer buldum. Gündüzleri de buraya gelip işlerine yardım edeceğim . " Hoca böyle d e yaptı : H e r sabah güneş doğmadan önce Niyaz ' a geliyor v e ihtiyarla birlikte çömlek tezgahının ardına oturuyordu . Yeryüzünde Nasreddin Hoca ' nın bilmediği zanaat yoktu; çömlek­ çiliği çok iyi biliyordu, çömlekleri tiz sesli, pürüzsüz oluyordu ve hatta en sıcak havada dahi suyu buz kıvamında tutma özelliğine sahipti. Son yıllarda gözleri kendisine giderek daha fazla ihanet eden ihtiyar, eskiden günde topu topu beş altı çömlek yapabiliyor­ du, şimdi ise çit duvar boyunca kurulmuş güneşlikte uzun sıralar oluşuyordu : Otuz, kırk, çoklukla da elli çömlek ve testi oluyordu. Pazarların düzenlendiği günlerde ihtiyar cüzdanı dolu olarak eve geliyor ve akşamın karanlığında evinden tüm sokağa etli pilav ko­ kusu yayılıyordu . Komşular ihtiyarın bu durumuna seviniyorlardı ve: " Nihayet Niyaz ' ın şansı yaver gitti de yoksulluktan kurtuldu, Allah daim etsin ! " diyorlardı. "Bir yardımcı almış, diyorlar. Ve üstelik bu yardımcının çöm­ lekçilikte olağanüstü becerikli olduğu da söyleniyor. Bir defasın­ da o yardımcıyı görmek için bile bile Niyaz ' a uğradım. Ama ben daha dış kapıyı kapatır kapatmaz bu usta kayboldu ve bir daha görünmedi . " " İhtiyar yardımcısını gizliyor. Galiba bizim öylesine becerikli bir ustayı bir şekilde ayartacağımızdan korkuyor. Garip birisi ! Biz çömlekçiler, sonunda mutluluğu yakalamış olan bir ihtiyarın ka­ zancına göz dikecek kadar vicdansız mıyız?" Komşular işin böyle olduğu kanısındaydılar ve ihtiyar Niyaz ' ın yardımcısının Nasreddin Hoca ' nın ta kendisi olduğu kimsenin ak­ lına gelmiyordu doğal olarak. Herkes Nasreddin Hoca ' nın çoktan­ dır Buhara ' da olmadığından kesinlikle emindi; aj anları yanıltmak ve onların arama çabalarını boşa çıkarmak için Hoca bu söylentiyi kendisi yaymıştı. Ve bu amacına ulaşmıştı da: On gün sonra ek karakollar tüm kapılardan çekildi, gece bekçileri meşale ışıkları ve silah sesleriyle Buharalıları daha fazla rahatsız etmez oldular. 86

Bir defasında ihtiyar Niyaz, Nasreddin Hoca ' ya ezile büzüle baktıktan sonra sonunda: "Nasreddin Hoca, beni kölelikten kurtardın, kızımın da namu­ sunu. Yanımda çalışıyorsun ve benim yaptığım işin on katını yapı­ yorsun. Sen benimle çalışmaya başladıktan bu yana ben çömlek­ ten kazandığım para temiz üç yüz elli tanga. Bu parayı al, çünkü sen bunu hak ettin." dedi Nasreddin Hoca tezgahını durdurdu ve gözlerini şaşkınlıkla ihtiyara dikti. "Muhterem Niyaz, sen hasta olmalısın ! Anlaşılmaz şeyler söy­ lüyorsun. Burada sen işverensin, bense çalışanım, eğer sen bana kazancının onda birini, yani otuz beş tanga verirsen, son derece mutlu olacağı m . " H o c a Niyaz ' ın yıpranmış kesesini aldı, otuz b e ş tanga sayıp cebine koydu ve geriye kalanını ihtiyara iade etti. Ama ihtiyarın inadı tuttu ve cüzdanı geri almak istemedi: "Böyle olmaz, Nasreddin Hoca ! Bu para senin ! Hepsini almak istemiyorsan, en azından yarısını bari al. " Nasreddin Hoca kızdı : "Keseni cebine koy, muhterem Niyaz ve lütfen yeryüzü düze­ nini bozma. Bütün işverenler gelirlerinin yarısını işçileriyle pay­ laşmaya başlarlarsa dünya ne hale gelir? O zaman yeryüzünde ne işveren, ne işçi, ne zengin, ne yoksul ve ne muhafız ne de emir ka­ lır. Bir düşün : Allah bu düzenin bozulmasına razı olur mu? Keseni al ve bir yerlere sakla, yoksa bu çılgın hareketinle Allah ' ı n gazabı­ nı insanlar üzerine çekebilir ve böylelikle yeryüzündeki tüm insan soyunu yok edebilirsin ! " B u sözlerden sonra Nasreddin Hoca yassı çömlek kalıbını ye­ niden çevirmeye başladı. "Harika bir çömlek olacak, " dedi ıslak kile avuçlarıyla şaplak atarken . "Bizim Emir ' in kafası gibi ses veriyor ! Bu çömleği sa­ raya götürmeli : Emir ' in kafasını koparmaları durumunda varsın onun yerini alsın. " "Dikkatli o l , Hoca, b u sözler yüzünden asıl senin kafanı ko­ parırlar. " 87

"Eyyy ! Sen Hoca ' nın kafasını koparmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun?"

"Ben Hoca Nasreddin, kendi kendim in efendisiyim, Yalanı m olmaz ben im: Ben asla ölmem, Varsı n Buhartı Emiri yaysı n bütün ôleme, Fitne ve hırsız desin ve baltayı hazı rlasın, Ama ben Nasreddin, kendi kendimin efendisiyim, Yalan ı m olmaz benim: Ben asla ölmem, Yaşarım, şarkı söylerim, seyrederim güneşi, Ve haykırırım tüm ôleme: ' Varsın gebersin Emir! ' Sultan da çoktandır baltası n ı hazı rlıyor, İran şahı ipini, Hiva Han ı ateşini. Ama ben Hoca Nasreddin, kendimin efendisiyim, Yalan ı m olmaz benim: Ben asla ölmem, Yoksul, yalınayak ve aç, ama neşeli bir serseriyim, Yaşarım, şarkı söylerim, seyrederim güneşi, Sevgili evladı halkı mın ve yazgının koruduğu, Alay ederim sultanla, emirle, hanla. Ben Hoca Nasreddin, kendimin efendisiyim, Yalan ı m olmaz ben im: Ben asla ölmem. " Niyaz ' ın

arkasındaki

üzüm

bağında

yeşillikler

arasına

Gülca n ' ın gülümseyen yüzü belirdi. Nasreddin Hoca şarkıya ara verip Gülcan ile neşeli ve gizemli bakışlar alıp vermeye başladı. "Nereye bakıyorsun? Orada ne gördün?" diye sordu Niyaz. "Bir cennet kuşu görüyorum ki dünyada eşi benzeri yok ! " İhtiyar inleyerek döndü, ama Gülcan çoktan yeşillikler arasına gizlenmişti ve onun gümüşsü gülüşü duyuluyordu uzaktan . İhtiyar artık iyi görmeyen gözlerini parıldayan güneşten avucuyla koru­ yarak uzun süre kıstı, ama bir sırıktan diğerine atlayan serçeden başka bir şey göremedi. " Kendine gel, Nasreddin Hoc a ! Sen cennet kuşunu nerede gör­ dün? Bu, alelade bir serçe ! " Nasreddin Hoca gülüyordu, ama Niyaz onun neşesinin nedeni­ ni anlamamıştı ve sadece başını sallamakla yetindi . 88

Akşam yemeğinin ardından ihtiyar Nasreddin Hoca ' yı yolcu ettikten sonra çatıya çıkıp tatlı tatlı esen ılık rüzgarın koynunda uyumaya çekildi . Az sonra horlamaya, burnuyla ıslık çalmaya başladı ve ardından alçak çit duvarın ardında hafif bir öksürük duyuldu : Nasreddin Hoca geri dönmüştü. "Uyuyor, " dedi Gülcan fısıltıyla. Hoca ç itten tek hamlede atladı. Göletin yanındaki kavakların dibine oturdular. Kavaklar, uzun yeşil cübbelerini giymiş hafiften kestiriyorlardı. Berrak gökyüzü­ nün ta yükseklerinde ay süzülüyordu, ayın ışığında her şey mavi­ ye kesmişti; dere kah kıvılcımlar ve parıltılar saçarak, kah gölgede gözden kaybolarak duyulur duyulmaz şırıldıyordu. Dolunayın aydınlattığı ve zaten kendisi de dolunaya benzeyen, saçları beline kadar uzamış narin ve kıvrak Gülcan Nasreddin Hoca ' n m karşısındaydı. Hoca ona alçak sesle : " S eni seviyorum, ruhumun kraliçesi, sen benim ilk ve tek aş­ kımsın. Ben senin kölenim, sen ne istersen yapmaya hazırım ! Ya­ şamım hep seninle buluşmayı beklemekle geçti; işte seni gördüm ve bir daha asla unutmam ve sensiz yaşayamam ! " dedi " S e n , bunu ilk kez söylüyor olamazsı n , " dedi Gülcan kıs­ kançlıkla. "Ben mi?" diye haykırdı Hoca. S esinde öfke vardı. "Bunu na­ sıl düşünebilirsin?" Sesi o denli içtendi ki, Gülcan inandı, yumuşadı ve yanma top­ rak peykeye oturdu. Hoca dudaklarını onun dudaklarına götürdü ve kızın nefesi kesilinceye kadar öptü. "Baksana," dedi Gülcan, "kızlara öpücük için bir hediye veri­ lir, sen beni neredeyse bir haftadan fazladır öpüyorsun, hiç olmaz­ sa bir toplu iğne hediye etseydin ! " "Param yoktu, hepsi bu kadar, " diye yanıtladı Hoca. "Ama bu­ gün babandan maaşımı aldım ve yarın Gülcan, güzel bir hediye alacağım. Ne istersin? Boncuk mu, yazma mı ya da ametist taşlı bir bilezik mi istersin?" "Benim için fark etmez," diye fısıldadı Gülcan. "Benim için fark etmez, canım Nasreddin, yeter ki hediye senden olsun . " 89

Derenin mavi suyu şırıldıyor, aydınlık gökyüzünde yıldızların tertemiz ve apaçık ışığı titreşiyordu; kıza daha da sokulmuş olan Nasreddin Hoca elini onun göğüslerine uzattı ve avuçları dolu­ verdi . Donakalmıştı, ama gözleri bir anda kıvılcım saçtı; yanağı o kkalı bir tokatla ateş aldı . Dirseğini kullanarak geri adım atıp kendisini korumaya aldı. Gülcan ayağa kalktı; öfkeden nefesi sık­ laşmıştı. "Bir tokat sesi duydum galiba," dedi Nasreddin Hoca . " S özle­ re başvurmak varken, dövüşmek neden?" "Sözler ! " diye sözünü kesti Gülcan. "Utanmayı bir yana bıra­ kıp yüzümü açıyorum, ama sen, uzun kollarını gereksiz yerlere uzatıyorsun . " "Ellerimi nereye uzatıp nereye uzatmayacağımıza kim karar veriyor?" diye itiraz etti Nasreddin Hoca . Son derece şaşkın ve kaygılıydı. "Bilge ibn Tufeyl i ' nin kitaplarını okusaydın . . . " "Allah ' a şükür, " diye sözünü kesti kız meydan okurcasına, "Allah ' a şükür, ben o tür sefih kitapları okumadım ve dürüst her kıza yakışanı yaparak namusumu koruyorum ! " Gülcan dönüp gitti; merdiven kızın hafif adımları altında gıcır­ damaya başladı ve ardından balkonu çevreleyen duvarların delik­ lerinde ışık yandı "Gücendirdim," diye geçirdi içinden Nasreddin Hoca. "Bir gaf mı yaptım? Ama olsun : Ş imdi artık onun karakterini biliyorum . E ğer bana tokat attıysa, demek ki, başkalarına da tokat atacak ve sadık bir eş olacaktır. Evleninceye kadar ondan on kez onar tokat yemeye razıyım, yeter ki, evlendikten sonra başkalarına karşı da tokatta cömert olsun ! " Ayaklarının ucuna basarak balkona gitti ve duyulur duyulmaz bir sesle : "Gülcan ! " Kız ses vermedi . "Gülcan ! " Hoş kokulu bir karanlık susuyordu. Nasreddin Hoca ' ya bir hü­ zündür çöktü. İ htiyarı uyandırmamak için sesini kontrol ederek: 90

"Kalbimi çaldı kaşların, Ben i suçluyorsun, ama kalbimi çalıyorsun kaşları n la. Çaldın kalbimi ve bir de bedelini istiyorsun. Ey şahane! Ey mucize ! Nerede görülmüştür ? Hırsızlara bedel ödendiğ i ? Bari bir iki öpücük hediye et bana. Hayı r, bana bu yetmez! Öpücükler vardır, acı su gibidir. Ne kadar içersen o kadar susarsın. Kapıları n ı yüzüme kapattın . Varsın kan ı m yere aks ı n ! Şimdi k i m ben i teselli edecek ? Belki de sen öğretirsin ? İşte bundandır ok gibi gözlerine düşkün lüğüm! Kıvırcık/arına düşkünüm, m isk gibi kokan ! " Hoca şarkısını söylüyordu, Gülcan ortaya çıkmasa da, yanıt vermese de, kendisini dikkatlice dinlediğini biliyordu ve bu sözler karşısında hiçbir kadının dayanamayacağını da biliyordu. Ve ya­ nılmadı : Pencere hafiften aralandı. "Gel ! " dedi Gülcan yukarıdan. "Ama, sessiz ol, babam uyan­ masın . " Merdivenleri çıktı, Gülcan ' ın yanına oturdu ve eritilmiş ko­ yun yağından kandildeki fitil şafak sökene kadar çıtırdayıp yandı; konuşuyorlar ve konuşmaya doyamıyorlardı; kısacası, her şey ge­ rektiği gibi ve bilgeler bilgesi Ebu Muhammed Ali ibn Hazm ' ın

"Güvercin Gerdanlığı" kitabındaki "Aşkın Doğası Üzerine" baş­ lığında söylendiği gibi olmuştu . "Allah aşkı yüceltsin ! Başlangıçta şaka olabilir, ama sonunda iş ciddiye dönüşür. Aşkın özelliği, yüceliğinden olacak, son dere­ ce incedir; anlatılamaz, aşkın gerçek sırrı emeksiz kavranamaz . Aşkın çoğunlukla güzel dış görünüşten doğmasının nedenine ge­ lince, güzel ruhun güzel olan her şeye ilgi duyması ve mükemmel olana eğilim beslemesi son derece anlaşılır bir şeydir. Ve ruh bu güzellerden birisini görünce, onu incelemeye alır ve bu dış görü­ nüşte kendisiyle o rtak bir yön bulursa, onunla birleşir ve böylece de gerçek aşk doğar. . . Gerçekten de, dış görünüş ruhun uzaklarını yakın kılar. " 91

- 1 7 Çatıda ihtiyar uykusunda dönüp duruyor, öksürüyor ve kısık uykulu sesle Gülcan ' ı çağırıp su istiyordu . Gülcan Nasreddin Hoca ' yı kapıya doğru itti ; Hoca merdivenin basamaklarını uçarak indi, çit duvardan atladı ve en yakınındaki derede elini yüzünü yıkayıp cübbesinin eteğiyle sildikten sonra, dış kapıya başka ta­ raftan vurdu. " Günaydın, Nasreddin Hoca ! " dedi ihtiyar çatıdan. " S on za­ manlarda ne kadar da erken kalkıyorsun . Uyumaya nasıl zaman buluyorsun? Şimdi çay içip, besmele çekerek işe başlayacağız . " Öğleyin Nasreddin Hoca ihtiyarı terk ederek Gülcan ' a hediye almak için pazar yerine gitti . Her zaman olduğu gibi, bir önlem olarak renkli Badahşan kavuğunu giydi ve sahte bir sakal taktı ; bu kıyafetiyle tanınmaz haldeydi ve aj anlardan korkmaksızın pazar yerini, çayhaneleri rahatlıkla gezebilirdi. Hoca, sevdiğinin dudaklarını andıran mercan bir gerdanlık aldı . Mücevherci mülayim birisiydi ve bir saat süren gürültü patırtı ve tartışma sonrası gerdanlık otuz tangaya Nasreddin Hoca ' nın oldu. Nasreddin Hoca geri dönerken pazar camisi yanında büyük bir kalabalık gördü . İnsanlar bir araya üşüşmüş, birbirlerinin omuzla­ rına tırmanıyorlardı. Nasreddin Hoca kalabalığa yaklaşınca kes­ kin, tiz bir ses duydu : "Kendi gözlerinizle görün, müminler: Felç olmuş ve on yıldır hareketsiz yatıyor ! Organları soğuk ve cansız. Bakınız, gözlerini dahi açamıyor. Ş ehrimize uzaktan gelmiştir; son çaresini kullana­ bilmesi için iyi kalpli akrabaları ve dostları onu getirmiş. Bir hafta sonra, kutsallar kutsalı ve eşi benzeri olmayan Şeyh Bogaeddin anısına yapılan kutlama gününde o, mezarının kaidesine konu­ lacaktır. Körler, topallar ve kötürümler böylelikle iyileştiler: Ey müminler, kutsal şeyh bu zavallıya acısın da ona bir şifa göndersin diye dua edelim ! " Topluluk duaya başladı; duadan sonra tiz ses yeniden duyuldu : "Ey müminler, kendi gözlerinizle görün: Felç olmuş ve on yıl­ dır hareketsiz yatıyor! .. " 92

Nasreddin Hoca kalabalığa sokuldu, ayaklarının ucuna ba­ sarak yükseldi ve uzun boylu, iri yapılı, küçücük haşin gözlü ve seyrek sakallı bir molla gördü. Bağırıyor, parmaklarıyla, ayakları altında bir sedyede yatan felçliyi gösteriyordu : "Bakınız hey Müslümanlar, bakınız, ne kadar da zavallı ve mutsuz, ama bir hafta sonra Kutsal Bogaeddin ona derman bahşe­ decek ve bu insan yaşama dönecek ! " Felçli, yüzündeki acı ve acınacak bir ifadeyle gözleri kapalı yatıyordu. Nasreddin Hoca beklemediği bu görüntü karşısında bir çığlık attı : Bu yassı burunlu çilli suratı, hiç kuşkusuz, bin kişi ara­ sında dahi ayırt edebilird i ! Görünüşe bakılırsa, uşak çoktan felç olmuştu, çünkü uzun uzun yattığı ve tembellik yaptığı için suratı belirgin bir şekilde şişmişti. Nasreddin Hoca bu caminin önünden geçtiği her defasında bu mollayı ve şimdi şişmanlamış olan ve günden güne yağla­ nan çilli suratındaki acınası i fadeyle yatan felçl iyi defalarca görmüştü . Kutsal şeyhi anma günü gelmişti. Rivayete göre, açık bir Ma­ yıs günü ölmüştü ve gökyüzünde bir gram dahi bulut yokken, onun öldüğü sırada güneş solmuş, yeryüzü sallanmış ve günahkarların yaşadığı sayısızca ev yıkıl mış, günahkarlar da evlerin yıkıntıla­ rı altında can vermişti . Şeyhin türbesini mutlaka ziyaret etme ve adlarının günahkara çıkmaması ve sözü edilen günahkarların ka­ derini paylaşmamaları için çağrı yapan mollalar camilerde bunları anlatıyorlardı. Allah ' a yakaranlar dua için daha enerj ik davranıyorlardı ve güneş doğunca türbenin etrafındaki kocaman alan tıklım tıklım doluyordu . Ama insanlar hiila akın akın yollardaydı ; herkes, çok eski geleneklerinin gereği olarak yalınayaktı; insanlar arasında uzaktan gelenler de vardı, bunlar oldukça sofu ya da tam tersine büyük günahları olan ve bugün bağışlanmayı umanlardı. Kocalar, kısır eşlerini, anneler hasta çocuklarını getiriyor, ihtiyarlar koltuk değnekleriyle güç bela yürüyor, cüzzamlılar biraz uzakta duruyor ve oradan içlerinde bir umutla türbenin beyaz kubbesini seyredi­ yorlardı. 93

İbadet uzun süre başlayamadı : Emir bekleniyordu . İnsanlar ya­ kıcı güneşin altında, bu kalabalık ve sıkışıklıkta birbirine sıkı sıkı­ ya yapışmıştı ve kimse oturmaya cesaret edemiyordu. İnsanların gözleri aç, müthiş bir ateşle yanıyordu; yeryüzü mutluluğundan umudunu kesmiş olanlar bugün bir mucize bekliyor, her büyük laf karşısında irkiliyorlardı. Bekleyiş artık çekilmez olmuştu ve iki derviş bayılarak yere düştü ; gri bir köpük çıkararak ağızların­ dan, feryat figan ederek toprağı kemirmeye başladılar. Kalabalık hareketlenmeye, meraklanmaya başladı, dört bir yandan ağlama sesleri geliyor, kadınlar bağırıyorlardı ve tam bu sırada binlerce seslik bir homurtu duyuldu: "Emir! Emir ! " Saray muhafızları, değneklerini sağa sola gayretle sallayarak, kalabalık içinde yol açıyorlar ve halılarla kaplı bu geniş yolda Emir yalınayak kutsal fani karşısında başını öne eğmiş, sofuca kendi iç dünyasına çekilmiş ve kulakları yeryüzü seslerine kapalı dua ederek geçiyordu . Avanesi ise sessizce onun izinden yürüyor, uşaklar da bir koşturmaca içinde halıları katlayıp ileri taşıyorlardı . Kalabalıkta çokları duygu dolu gözyaşı döküyorlardı. Emir türbenin duvarına sıkı sıkıya yaslanan toprak tepeye çık­ tı. Kendisine namaz seccadesi verildi ve her iki tarafında duran vezirlerle birlikte namaz için diz çöktü. Beyaz kıyafetleri içindeki mollalar yarımay şeklinde bir halka oluşturup ellerini kavurucu sıcağın bulanıklaştırdığı gökyüzüne kaldırıp ilahi okumaya dur­ dular. Ve ibadet başladı. Dua hiç bitmek bilmemecesine zaman zaman yerini vaazlara bırakarak devam etti. Nasreddin Hoca çaktırmadan kalabalıktan ayrıldı, kalabalığın yakınında bulunan ve bugün kendilerine der­ man vaat edilen körler, topallar ve felçlilerin sıralarını bekledik­ leri ahıra gitti. Ahırın kapısı ardına kadar açıktı. Meraklı gözler içeri bakıp birbirlerine uyarılarda bulunuyorlardı. Ahırı gözleyen mollalar el­ lerinde bağış toplamak için kocaman bakır tepsiler tutuyorlardı. Baş molla şunları anlatıyordu : 94

" . . . ve o gün bugündür kutsal B uhara ' nın ve onun güneşi andı­ ran emirleri üzerine ebediyen ve değişmezcesine kutsallar kutsalı Şeyh Bogaeddin ' in hayır duaları inmektedir. Ve her yıl bu günde Kutsal Bogaeddin Allah 'ın biz mazlum hizmetlilerine mucizeler yaratmak için güç veriyor. Bütün bu körler, topallar, cin çarpmış olanlar ve felçliler derman bekliyorlar ve biz Kutsal Bogaeddin ' in inayetiyle onları acılarından kurtarmayı umuyoruz." Sanki ona yanıt verir gibi, ahırdakiler ağlamaya, ulumaya, in­ lemeye ve dişlerini gıcırdatmaya başladılar; molla sesini yüksel­ terek konuşmasını sürdürdü: "Ey müminler, caminin onarımı için bağışta bulunun, sizin amellerinizi Allah boşa çıkarmayacaktır ! " Nasreddin Hoca ahıra göz attı. Tam girişte şişman suratlı çilli uşak bir sedyede yatıyordu; onun ardında loşlukta koltuk değnek­ leriyle, sedyede, sargılı çok sayıda insan daha vardı. Ve birden türbeden vaazını daha yeni bitirmiş olan başmüftünün sesi geldi. "Körü ! Körü bana getirin ! " Mollalar Nasreddin Hoca 'yı iterek ahırın boğucu karanlığına daldılar ve acınası yoksul gömleği içindeki körü oradan çıkardılar. Kör, boşluğu elleriyle yoklayarak ve taşlara çarparak yürüyordu. Kör başmüftüye yaklaştı, önünde yerlere kadar eğildi ve türbe­ nin kaidesine dudaklarını sürdü; başmüftü elini onun başına koy­ du ve kör anında derman buldu. "Ben görüyorum ! Görüyoru m ! " diye bağırdı yiiksek ve titrek sesiyle. "Ey kutsallar kutsalı Bogaeddin, görüyorum ! Bu inanıl­ maz bir derman, hey yüce mucize ! " Dua edenler körü çevreleyip uğuldamaya başladılar; pek çoğu ona gelip sormaya başladı: " Söylesene, hangi kolunu kaldırdın. Sağ kolunu mu, sol kolunu mu?" Kör hatasız yanıt veriyordu ve herkes gerçekten de onun gözlerinin açıldığına inandı. O sırada kalabalığın içine ellerinde bakır tepsilerle bir sürü molla daldı ve: "Ey müminler, bir mucizeyi kendi gözlerinizle gördünüz, ca­ milerin yapımına bağışta bulunun ! " çağrısına başladılar.. ! 95

İlk olarak E mir tepsiye bir avuç altın para attı, ardından tüm vezirler ve bürokratlar da altın paralar attılar, daha sonra halk cö­ mertçe gümüş ve bakır paralar atmaya başladı; tepsiler doldu ve mollalar tepsileri üç kez değiştirmek zorunda kaldılar. Bağışların sayısı azalmaya başlayınca, ahırdan topalı çıkardı­ lar ve topal türbenin kaidesine dokununca anında derman buldu ve koltuk değneğini atıp ayaklarını kaldırarak oynamaya başladı . Ve mollalar yeniden kalabalığa yaklaşıp : "Ey müminler, bağışta bulunun ! " diye seslenmeye başladılar. Ak sakallı bir molla, ahırın duvarlarına bakarak kendi içine kapanmış ve düşüncelere dalmış Nasreddin Hoca ' ya yaklaştı. "Sen mümin misin? Büyük mucizeyi gördün. Bağış yap ki se­ vabını Allah görecektir. " dedi. Nasreddin Hoca çevredeki herkesin duyması için yüksek sesle: "Sen buna mucize diyorsun ve benden para istiyorsun. Birin­ cisi, param yok, ikincisi, benim de kutsal bir insan olduğumu ve daha iyi mucizeler yaratabileceğimi bil iyor musun?" " S en kafirsin ! " diye bağırdı molla öfkeyle . "Onu dinlemeyin, Müslümanlar, bu, şeytanın onun ağzından konuşmasıdır ! " Nasreddin Hoca kalabalığa döndü: "Molla benim de mucizeler yaratacağıma inanmıyor! Madem öyle, şimdi ben bunu kanıtlayacağım ! Bu ahırda körler, topallar, güçsüzler ve felçliler toplanmış, ben onlara kendilerine hiç dokun­ madan derman vereceğim. Yalnızca iki söz söyleyeceğim ve hepsi derman bulacak ve öyle bir koşacaklar ki, en iyi Arap atı dahi onları yakalayamayacak." Ahırın duvarları inceydi, duvarların pek çok yerinde derin çat­ laklar vardı. Nasreddin Hoca duvarda her taraftan çatlamış bir yer seçip omuzuyla sertçe itti . Kilde hafif, uğursuz bir çatlak oluştu. Hoca bir daha yüklendi ve duvardan kocaman bir parça gürültüyle ahırın içine düştü; parıldayan siyah delikten tozlar yükseldi ! "Deprem ! Kaçın ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca yabanıl bir sesle ve kilin bir sonraki parçasını devirdi . 96

Ahıra bir an için bir sessizlik çöktü, sonrasında bir koşuştur­ madır başladı : Ç ıkışa ilk fırlayan çilli felçli uşaktı, fakat sedyesi olduğundan başkalarının, çığlıklar ve inlemelerle onun arkasına yığı lan topallar, körler ve güçsüzlerin yolunu kesmişti, Nasreddin Hoca üçüncü kil parçasını ahırın içine devirdiğinde bunlar çilliyi ve kuvvetli bir baskıyla kapıyı sövesiyle birlikte dışarı ittiler ve kendi sakatlıklarını unutup sağa sola dağılmaya başladılar. Kalabalık bağırıyor, ıslık çalıyor, gülüyor ve yuh çekiyordu. Nasreddin Hoca ' nın uğultuyu bastıran gür sesi duyuldu : "Ey Müslümanlar, gördüğünüz gibi, bunlara tek bir sözle der­ man bulmak mümkün demekte haklıymışı m ! " Vaazlara artık daha fazla kulak asmayan meraklılar dört bir yandan koşup geldiler ve durumu öğrenince gülmekten kendileri­ ni yerlere attılar, sonra bu mucize derman hikayesini diğerlerine anlattılar; meydanda toplanmış olanlar tüm bunları anında öğren­ miş oldu, başmüftü, ellerini kaldırıp insanları sessiz olmaya çağı­ rınca kalabalık kendisine küfür, bağırtı ve ıslıklarla karşılık verdi. Tıpkı daha önce meydanda olduğu gibi kalabal ıkta : "Nasred­ din Hoca ! Döndü o! Bizim Nasreddin Hocamız içimizde ! " sesleri artıyor, meydanı inletiyor ve yayıl ıyordu. Küfür yağmuruna tutulan ve artık alay edilen mollalar tepsile­ rini savurup attılar ve korku içinde kaçarak kalabalığı terk ettiler. Bu sırada Nasreddin Hoca uzaklaşmıştı. Renkli sarığını ve tak­ ma sakalını cübbesinin önüne sakladı, çünkü turbenin etrafında zaten yeterince işi olan aj anlarla karşılamaktan korkmasına hiçbir neden yoktu . Ama Hoca topal Tefeci Cafer ' in evlerin köşelerine ve yoldaki ağaçların arkasına gizlenerek kendisini adım adım takip ettiğini fark edememişti sadece . Nasreddin H o c a bomboş ara sokakta çite yaklaştı v e elleriyle çit duvara tırmanarak hafifçe öksürdü . Hafif adımlar duyuldu ve bir kadın sesi yanıt verdi : " S en misin, sevgili m ! " 97

Bir ağacın arkasına gizlenmiş olan tefeci güzeller güzeli Gülcan ' ın sesini kolaylıkla tanıdı. Sonra bir fısıltı, ölçülü bir gü­ lüş ve öpücük sesleri duydu. "Onu benden kendine mal etmek için aldın," diye düşündü kin dolu bir kıskançlığın kuşattığı tefeci. Nasreddin Hoca Gülcan ' dan ayrıldıktan sonra o kadar hızlı yü­ rüdü ki, tefeci ardından yetişemedi ve karmaşık dar geçitlerde onu kaybetti. "Demek ki onu yakalama karşılığında ödül alamayaca­ ğım" diye düşünüyordu Cafer üzüntüyle. "Ama, buna karşın ! .. Se­ nin için hazırladığım dehşetli intikama hazır ol, Nasreddin Hoca ! " - 1 8 Emir ' in hazinesi büyük zarara uğramıştı . Kutsal Bogaeddin ' i n türbesinde geçmiş yıllardaki gelirlerin onda birini dahi toplayama­ mışlardı. Bunun dışında, edepsizce bir başıbozukluğun tohumları halka yeniden ekilmişti. Aj anlar türbede yaşanan olaylarla ilgili söylentilerin devletin en ücra köşelerine kadar uzandığı ve yankı bulduğu bilgisini getirmişlerdi : Üç köyde köylüler camilerin inşa­ atlarını durdurmuşlar, dördüncü köydekiler ise mollayı rezil rüsva ederek köyden kovmuşlardı. Emir başvezir B ahtiyar ' a Devlet Konseyi Divanını toplama­ sını buyurdu . Divan, sarayın bahçesinde toplandı. Burası, dün­ yanın en muhteşem bahçelerinden birisiydi . Burada dalları dört bir yana savrulmuş gür ağaçlar harikulade meyveler veriyordu : Kafur kayısıları, Horasan kayıs ıları ve pembe badem kayısılar, erik, incir ve turunç ağaçları ve hepsini sayamayacağımız diğer pek çok meyve vardı. Güller, menekşeler, şebboylar ve Manisa laleli l avanta, havayı cennet kokularıyla sararak kocaman ma­ kilik şeklinde yetişiyorlardı ; papatyalar gülümsüyor, nergisler onlara aşkla bakıyorlar; çeşmeler şırıldıyor, altın renkli balık­ lar mermer havuzlarda sürüler halinde geziniyorlar ve her yere dünyanın dört bir yanından getirilmiş göçmen kuşların ötüp cı­ vıldadıkları, ıslık çaldıkları gümüş kafesler asılmıştı . Ama bilge­ ler ve şairler bu büyüleyici güzelliğe kendilerini kaptırmaksızın hiçbir şey görmeden ve duymadan vurdumduymaz bir tavırla geçiyorlardı, çünkü onların kafaları makamlarının yükselmesi, 98

düşmanlar tarafından gelecek darbeye karşı kendilerini koruma kaygılarıyla doluydu ve artık kurumuş, katı yüreklerinde başka hiçbir şeye yer yoktu ve eğer yeryüzünde bütün çiçekler birden­ bire solsa ve bütün kuşlar cıvıldamayı kesselerdi, makam hırsı ve açgözlü düşüncelerle meşgul kafaları tüm bunları fark edecek durumda değillerd i . Parıltısını yitirmiş gözlerle, kanı çekilmiş, kurumuş dudaklarla kum patikada terlikleriyle şıpıdık şıpıdık yürüyor, gösterişli ve koyu renk fesleğen yapraklarıyla kaplı kameriyeye çıkıp firuze süslü bastonlarını duvara yaslayarak ipek yastıklarda yerlerini alıyorlardı. Kocaman beyaz sarıkla­ rın ağırlaştırdığı başlarını eğmiş halde sessizce hükümdarlarını bekliyorlardı . Hükümdar ağır adımlarla, hiç kimseye bakmadan ve yüzünde somurtkan bir dalgınlık ifadesiyle içeri girdiğinde, herkes ayağa kalktı; saygıyla selamlamak için yerlere kadar bel­ lerini doğrultmaksızın o denli e ğildiler ve hükümdar kısa bir el hareketi yapana kadar öylece durdular. Ardından, saray geleneği gereği dizleri üzerine doğruldular ve yana salınmış ellerinin par­ maklarıyla halıya dokunarak tüm vücutlarıyla topukları üzerine oturdular; onlardan her biri bugün Emir ' in öfkesini kime kusa­ cağı ve kendileri için bundan nasıl bir çıkar sağlayabileceklerini tahmin etmeye çalışıyordu . Emir ' in arkasında her zamanki şekliyle şairler yarım daire oluşturdular ve hafifçe öksürerek gırtlaklarını temizlediler. On­ lar içinde şairlerin piri unvanını taşıyan en usta şair, Emir ' in önünde olağanüstü bir esinlenme yaşıyormuş gibi yapmak için şiir okumaya hazırlanıyor ve b u sabah yazdığı şiirleri içinden yineliyordu . S arayın sinek kovucusu ve Emir ' in nargilecisi kendilerine ay­ rılmış olan yerlerine geçtiler. "Buhara ' nın hükümdarı kim?" diye başladı Emir herkesi irkil­ ten alçak bir sesle. " S ize soruyoruz: Buhara ' nın hükümdarı kim? B iz mi yoksa şu lanet olası kafir Nasreddin Hoca mı?" Emir ' in bir ara nefesi kesilir gibi oldu ve sonra öfkesini kont­ rol altına alıp tehditkar bir tavırla bitirdi : "Emir sizi dinliyor! Konuşun . " 99

Tepesinde atkuyruğundan bir yelpaze sallanıyordu; korkunun kuşattığı erkan susuyordu, vezirler çaktırmadan birbirlerine dirsek atıyorlardı. "Bütün devleti telaşlandırdı ! " diye yeniden başladı Emir. "Başkentimizin huzurunu üçüncü kez kaçırmayı başardı ! Rahatı­ mızı ve uykumuzu kaçırdı, hazinemizi yasal gelirlerinden yoksun bıraktı ! Açıkça halkı infiale ve başkaldırmaya teşvik ediyor ! Bu cani karşısında nasıl davranacağımızı size soruyoru z . " Vezirler, üst düzey bürokratlar ve bilgeler t e k s e s o l u p yanıt verdiler: "Tartışmasız en ağır cezayı hak ediyor, ey yeryüzünün merkezi ve barışın sığınağı . " "Peki, neden o ha.Ja yaşıyor?" diye sordu Emir. "Adını, yer­ lerde sürünüp titreyerek ve hayırla anmanız gereken -gerçi tem­ belliğiniz, edepsizliğiniz ve ihmalkarlığınızdan yapmıyorsunuz ama- bizim, yani Emirinizin, ya da, yineliyorum, siz haremleri­ nizde pervasızca tıkınıp sefahat sürerken ve bize karşı yükümlü­ lüklerinizi yalnızca maaş günü anımsarken pazara bizim kendimiz mi gidip onu yakalamamız gerekiyor? Bize ne yanıt vereceksin, Bahtiyar?" Diğerleri Bahtiyar adını duyar duymaz rahat bir nefes aldı­ lar. Bahtiyar ile aralarında eskiye dayanan bir düşmanlık olan Arslanbek ' in dudaklarında pis alaycı bir gülümseme yayıldı. Bahtiyar ellerini karnına götürerek Emir ' in önünde yerlere kadar eğildi. "Allah yüce Emir ' i felaketler ve belalardan korusun ! " diye baş­ ladı Bahtiyar. "Zavallı kulunuzun, sadakati ve hizmetleri Emir ' in yüceliğinin ışığı yanında olsa olsa bir toz kalır yalnızca. Ben baş­ vezirlik görevine tayin edilinceye kadar, devlet hazinesi hep boş­ tu . Ama ben çok sayıda vergi kararı çıkardım, tayin ve makamlara ödeme getirdim, Buhara ' da herkesi vergiye tabi tuttum ki, bugün hiç kimse vergi ödemeden hapşırmaya dahi cesaret edemez. Bu­ nun dışında, tüm küçük memurların, askerlerin ve muhafızların maaşlarını, onların gıda sorununu Buharalılara yükleyerek, yarı yarıya azalttım ve böylece, ey hükümdarım, emirliğin hazinesi1 00

ne hiç de küçümsenemeyecek miktarda tasarruf sağladım. Ama ben hizmetlerimin hepsini henüz anlatmış deği lim: Çabalarımla kutsallar kutsalı Şeyh Bogaeddin ' in türbesinde yeniden mucizeler yaratılmasını başardım ve bu da türbeye binlerce ziyaretçi gelme­ sini sağladı, önünde dünyanın geriye kalan tüm hükümdarlarının bir cesetten başka bir şey olmadığı efendimizin hazinesi bağışlarla dolup taşmış ve kazançlar kat kat artmıştır. . . " "Nerede onlar, o gelirler?" diye sözünü kesti Emir. "O gelirleri Nasreddin Hoca elimizden aldı. Biz sana, senin hizmetlerini sor­ muyoruz ve biz bunu pek çok kez duyduk. En iyisi sen, Nasreddin Hoc a ' nın nasıl yakalanacağını söyle." "Ey hükümdarım ! " dedi Bahtiyar. "Başvezirin yükümlülükle­ ri arasında suçluları yakalamak yoktur. Devletimizde bu görevler saray muhafızları ve askerlerinin amiri saygıdeğer Arslanbek ' e verilmiştir. " Bu sözlerin ardından bir zafer edası ve öç al ırcasına baktıktan sonra Emir ' in önünde bir kez daha yerlere kadar eğildi. "Konuş ! " diye buyurdu Emir. Arslanbek ayağa kalktı, Bahtiyar ' a kindar bir bakış attı . Derin bir nefes aldı, siyah sakalı göbeğinin üzerinde savruluyordu. "Allah güneş gibi aydınlık efendimizi felaketler ve belal ardan, hastalıklar ve üzüntülerden korusu n ! Benim Emir ' e olan hizmet­ lerimi herkes bilir. Hiva Hanı ordusuyla Buhara ' ya girdiğinde, yeryüzünün merkezi ve Allah ' ı n yeryüzündeki gölgesi Emirimiz Buhara askerlerini komuta görevini bana vermeyi uygun görmüş­ tü . Ben görevimi öylesine yerine getirdim ki, biz kan dökülmeden, zafer kazanarak düşmanı püskürttük ve her şey bizim yararımıza sonlandı. Özellikle de ta Hiva sınırından bizim ülkemizin içlerine kadar geçmeleri sırasında bütün kentler ve köyler benim emrimle günlerce yıkıntıya dönüştürülmüş, ekim alanları ve bahçeler yok edilmiş, yollar ve köprüler yıkılmıştır. Ve Hivalılar topraklarımıza girip bahçesiz ve yaşam belirtisi olmayan bir çöl görünce, kendi kendilerine: ' Buhara ' ya gitmeyelim, çünkü orada hiçbir ganimet yok' dediler. Gülünç duruma düşmüş ve hakarete uğramış olarak geri dönüp gittiler! Ve bizim efendimiz bir ülkenin kendi askerleri 101

tarafından harabeye çevrilmesinin son derece bilgece ve yararlı bir iş olduğunu kabul buyurdular ve bundan sonra da yabancı ka­ bilelerin topraklarımıza girmeye cüret edememeleri için hiçbir şe­ yin yeniden yapılmaması, şehirlerin ve köylerin, tarlalar ve yolla­ rın yıkıntı halde kalmasını buyurdular. Ve böylece Hivalılara galip gelmiş oldum . Bunun dışında, Buhara ' ya binlerce aj an saldım . . . " " Sus palavracı ! " diye bağırdı Emir. " Neden senin aj anların Nasreddin Hoca ' yı hala yakalayamadı?" Arslanbek şaşkınlık içinde uzun süre sustu ve sonunda itiraf etti : "Ey hükümdarım, her yolu denedim, ama benim aklım bu zın­ dık ve kafir karşısında çaresiz kaldı. Bence, hükümdarım, bilgele­ rin fikrine başvurmak gerekir. " "Ecdadım üzerine yemin ederim ki, şehrin duvarlarına asılma­ yı hak ediyorsunuz, " diye gürledi Emir öfke içinde ve tam bu sıra­ da elinin altına gelen nargileciye ani bir tokat aşk etti ve "söyle," diye buyurdu diğerleri arasında bir kemer gibi iki kez beline dola­ yabilecek uzunlukta olan sakalı ile ün salmış olan en yaşlı bilgeye . Bilge ayağa kalktı ve dua okuduktan sonra meşhur sakalını okşamaya başladı . Ama bunu hemen değil de ağır ağır, sol elinin parmakları arasından geçirip sağ elini takarak yapıyordu. "Allah hükümdarımızın parlak günlerini halkın faydası ve mutluluğu için ebediyen artırsın ! " diye başladı bilge. "Adı geçen zındık ve huzur bozan Nasreddin Hoca bir insan olduğuna göre, onun vücudu diğer tüm insanlar gibidir, sonucuna varmak gere­ kir, yani iki yüz kırk kemikten ve akciğerini, karaciğerini, kalbi­ ni, dalağını ve safra kesesini idare eden üç yüz altmış damardan oluşmaktadır. Tüm damarların esasını, bilgelerin bize öğrettikle­ ri üzere, diğer tüm damarların dağılım noktası olan kalp damarı oluşturur ve bu da, güya akciğer damarının insan yaşamının esası olduğu gibi yalan bir iddiada bulunan ve dürüst bir insan saya­ mayacağımız Ebu İshak' ın dine aykırı öğretisi karşısında tartışma götürmez ve kutsal bir gerçektir. Düşüncelerinin meyveleriyle bu­ güne kadar beslendiğimiz bilgeler bilgesi İbni Sina ' nın, sofular sofusu Muhammed el Rasul ve Yunan hekim Hipokrat ' ın kitap102

larına göre ve ayrıca Cordoba' dan İbni Rüşd ' e, aynı zamanda El Kendi, E l Farabi ve Abubatser İbn Tufeyli ' nin öğretilerine göre şunu söyleyebilirim ve iddia edebilirim ki, Allah A dem ' i doğanın dört oluşumu olan su, toprak, ateş ve havadan yaratmıştır ve bunu öyle yapmıştır ki, bizim de gerçekte gördüğümüz gibi sarı safrada ateşin doğası vardır, çünkü safra sıcak ve kurudur, siyah safrada toprağın doğası vardır, çünkü o soğuk ve kurudur, tükürükte su­ yun doğası vardır, çünkü soğuk ve nemlidir, kanda havanın doğası vardır, çünkü o sıcak ve nemlidir. Eğer insan kendisini oluşturan bu sıvılardan mahrum bırakılırsa, söz konusu kişi kaçınılmaz ola­ rak ölecektir, bundan yola çıkarak, ey nurlu insan, bu kafir ve hu­ zur bozan Nasreddin Hoca ' nın kanının çekilebileceğini ve bunun daha çok kafasının gövdesinden ayrılması yoluyla yapılmasının tercih edilmesini öngörüyorum, çünkü akan kanla birlikte can be­ denden ayrılıyor ve bir daha geri dönmüyor. Benim tavsiyem bu­ dur, ey nur yüzlü efendimiz ve barışın koruyucusu ! " E mir tüm bunları dikkatle dinledi ve hiçbir yanıt vermeden zar zor fark edilir bir kaş hareketiyle, sakal uzunluğunda birinci bil­ geden geri kalsa da, aşırı ağırlığı yıllar içinde boynunu yana ve aşağıya eğmiş ve bu eğrilik yüzünden de onu dar bir delikten hep aşağıdan yukarıya bakan bir insana dönüştu rmüş olan sarığının ölçüleri ve ihtişamıyla birinciye açık bir fark atan ikinci bilgeyi işaret etti. "Ey nuruyla güneşe benzeyen yüce efendimiz ! Ben Nasreddin Hoc a ' dan bu yöntemle kurtulma düşüncesine katılamam, çünkü bilinir ki, insanın yaşamı için yalnızca kan değil, hava da gerekli­ dir ve eğer onun boğazı iple boğulur ve böylelikle onun akciğeri­ ne havanın girmesi önlenirse, kaçınılmaz olarak ölür ve bir daha dirilemez . . . " "Bu durumda ! " dedi Emir alçak sesle. "Ey yüce bilgeler, kuş­ kusuz sizin öğütleriniz bizim için değerli ! Yoksa biz, gerçekten de, bu değerli öğütleri vermeseydiniz Nasreddin Hoca ' dan nasıl kurtulurduk ! " Kendisini kuşatan öfke ve hiddete egemen olacak gücü yoktu; yanakları titriyor, burun delikleri inip kalkıyor, gözlerinde şim103

şekler çakıyordu. Ama Emir ' i n arkasına yarım halka şeklinde dizilmiş duran saray dalkavukları; -filozoflar ve şairler- efendi­ lerinin hiddetli yüz i fadelerini göremiyorlardı, onun bilgelere yö­ nelik sözlerindeki öfke ve alayı yakalayamamışlardı ve bu sözleri gerçek kabul ederek bilgelerin Emir ' in önünde gerçekten de iyi bir sınav verdikleri, artık ona daha yakın olacakları ve onun ihsa­ nına gark olacakları, bu nedenle de gelecekte kendileri için yarar­ lanabilmek amacıyla bilgelerin avantaj lı konumunu iyi kullanmak gerektiğine karar verdiler. "Ey bilgeler, ey bizim soylular soylusu efendimizin tacını süs­ leyen inciler, bilgelikleriyle bizzat bilgeliği aşan ve en bilgeleri dahi bilgelikleriyle aşmış bilgeler ! " Onlar, Emir ' in geri dönüp ö fkeden kudurmuş olarak ve ilik­ lere işleyen bakışıyla kendilerine baktığını, etrafta ise ürkütücü bir sessizlik olduğunu fark etmeksizin yaratıcılık ve becerileriyle birbirlerine üstün gelmeye çabalayarak methiyeler düzüyorlardı. "Ey bilgi meşalesi ve akıl küpü ! " diye devam ediyorlardı ken­ dilerinden geçmiş bir şekilde gözlerini kapatarak ve tatlı dalka­ vukluktan titreyerek. Ama, bir ara şairlerin piri Emir ' in bakışları­ nı fark etti ve adeta dalkavuk dilini yuttu, korkuya kapılmış olarak karar değiştirdi, onun arkasından geriye kalanlar da sustular ve aşırı derece övgü düzme arzusundan kaynaklanan hatalarını anla­ yıp korkudan titremeye başladılar. "Ey tembeller, ey düzenbazlar ! " diye haykırdı Emir öfkeyle. "Bir insanın kellesi kesildiğinde ya da iple boğulduğunda o insa­ nın bir daha dirilemeyeceğini, sanki biz sizinle bilmiyoru z ! Ama bunun için önce o insanı yakalamak gereklidir, siz tembel, avare, düzenbaz ve aptallar ise onun nasıl yakalanacağı konusunda bir tek söz dahi etmediniz. Burada bulunan tüm vezirlerin, yüksek bürokratların, bilgelerin ve şairlerin maaşlarını Nasreddin Hoca yakalanıncaya kadar keseceğiz. Ve onu yakalayana üç bin tanga ödül verilmesinin ilan edilmesini buyuruyoruz ! Ve sizi uyarıyo­ ruz : S izin tembelliğiniz, aptallığınız ve özensizliğinizden emin olduğumuzdan, Bağdat ' tan kendimize, şimdiye kadar Bağdat Halifesi dostuma hizmet veren Hüseyin Husliya adında yeni bir 1 04

bilgeyi görevli olarak çağırdık. Şu anda yolda ve yakında burada olacak, işte o zaman başınız belaya girecek, sizi miskinler, yiyici­ ler, dipsiz ceplerini dolduranlar ! " diye sürdürdü konuşmasını öf­ kesi giderek artarak. "Kovun şunları ! " diye bağırdı muhafızl ara. "Hepsini kovun buradan ! Atın dışarı ! " Muhafızlar donup kalmış olan saraylıların üzerine fırlayıp hiçbir nezaket göstermeks izin önüne geleni yakalıyor, kapıya çıkarıp merdivenin yanından aşağıya atıyor, aşağıda ise onları diğer muhafızlar yakalayıp, enselerine vurarak, şaplaklar atarak, itip kakarak götürüyorlardı; saraylılar birbirleriyle yarışarak ko­ şuyorlardı ; ak saçlı bilge, sakalı ayaklarına dolaşınca düştü, ona çarpan ikinci bilge de düştü ve kafası pembe renkl i dikenli bir fundalığa çarptı ve şaşkınlık içinde eğilmiş boynuyla adeta dar bir delikten, aşağıdan yukarı bakar gibi uzun süre düştüğü yerde yatakaldı. - 1 9 Akşama kadar Emir suratı asık ve hiddetle dolaştı durdu. Ara­ dan bir gece geçti, sabah ise korku içindeki saraylılar onun yüzün­ de ha.Ja var olan karanlık ifadeyi yeniden fark ettiler. Onu eğlendirip neşelendirmek için verilen tüm çabalar boşu­ naydı, dansözler ellerinde teflerle güzel kokulu nargile dumanı altında çırpınıp duruyor, dolgun kalçalarını kıvırıyor, dişleri inci gibi parıldıyor, sözüm ona kazara esmer göğüslerini açıyorlardı. Emir, ağır bakışlarını kaldırmıyordu, yüzünde saraylıların yürek­ lerini titreten bir kasılma vardı. Ş akacıların, akrobatların ve ka­ mıştan kavallarının melodileri yılan uyutan Hint fakirlerinin tüm maharetleri boşunaydı. S arayl ılar kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar : "Ey lanet olası Nasreddin Hoca, ey veled-i zina ! Onun yüzün­ den ne çok tatsızlık yaşıyoruz ! " Herkes gözlerini Arslanbek ' e çe­ virdi . Arslanbek karakolda aralarında Nasreddin Hoca tarafından felçten mucizevi şekilde tedavi edilen çilli aj anın da bulunduğu en becerikli aj anları topladı. 1 05

"Bilin ki, cani Nasreddin Hoca yakalanıncaya kadar maaşla­ rınızdan mahrum kalacaksınız ! E ğer onu bulamazsanız, yalnızca maaşlarınızdan değil, kellenizden de mahrum kalacaksınız, bunu size kesinlikle vaat ediyorum. Ve tam tersine, gayret edip Nasred­ din Hoca ' yı yakalayan üç bin tanga alacaktır, üstelik makamı da yükselecektir: Yakalayan, aj anların amiri olacak." dedi Arslanbek. Aj anlar derviş, dilenci, saka, pazarcı kıyafetleri giyerek ale­ lacele işe koyuldular, kurnazlığıyla diğerlerinden daha becerikli olan çilli aj an ise bir halı, bakla, tespih, eski kitaplar aldı ve pazar yerine bir falcı rolüne girerek kadınları iyice sorgulamak niyetiyle mücevher dükkanları ile misk dükkanları arasındaki kavşağa gitti . Bir saat şonra da pazar meydanına tüm Müslümanları dikkatli olmaya çağıran çığlıklar atan yüzlerce tellal çıktı. Emir ' i n ferma­ nını okudular. Nasreddin Hoca Emir ' in düşmanı, dini lekeleyen bir insan olarak ilan edildi ve Buharalıların onunla her türlü tema­ sı yasaklandı, yataklık yapanlar ise derhal ölümle cezalandırıla­ caktı. Onu emirlik muhafızına teslim edecek olana ise üç bin tanga ve benzeri bahşişler vaat edildi. Çayhaneciler, bakırcılar, demirciler, dokumacılar, sakalar, kervan sürücüleri aralarında fısıldaşıyorlardı: "Emir daha çok bekler ! " "Bizim Nasreddin Hoca tuzağa düşecek biri deği l . " "Buharalılar paraya tenezzül edip Nasreddin Hocasını e l e verecek insanlar değildir ! " Ama bugün pazar yerinde olağan bir tur atan ve borçlularını ta­ ciz eden Tefeci Cafer farklı düşünüyordu : "Üç bin tanga ! " Kahro­ luyordu tefeci. "Dün bu paralar neredeyse cebimdeydi ! Nasreddin Hoca bu kızın yanına yine gidecek, ama onu tek başıma yakala­ yamam, eğer bunu birilerine söylersem, o zaman da para ödülünü elimden alırlar ! Hayır, ben başka bir şey yapacağım. " Tefeci sarayın yolunu tuttu. Uzun süre vurdu kapıyı. Kapı kendisine uzun süre açılmadı. Muhafızlar duymamışlardı : Nasreddin Hoca ' yı yakalama planları üzerinde kafa yorup hararetle konuşuyorlardı. 1 06

"Ey cesur savaşçılar, orada ne yapıyorsunuz, uyudunuz mu?" diyerek onlara seslendi tefeci umutsuzca bir ses tonuyla ve kapı­ nın çelik halkasını tıngırdattıktan çok uzun bir süre sonra nihayet adım sesleri, sürgülerin şangırtısı duyuldu ve dış kapı açıldı. Arslanbek tefeciyi dinledikten sonra başını salladı. " Muhterem Cafer, bugün Emir ' e gitmeni tavsiye etmem. Öf­ keli ve morali bozuk. " " İşte benim de onun keyfini yerine getirmek için harika bir ila­ cım var, " diye karşılık verdi tefeci. "Tahtın kalesi ve düşmanların korkusu, ey muhterem Arslanbek benim işim ertelemeye gelmez . Git Emir ' e , onun üzüntüsünü gidermeye geldiğimi söyle . " Emir tefeciyi asık suratla karşıladı : "Konuş, Cafer. Ama haberin bizi mutlu etmezse, hemen bura­ cıkta iki yüz sopa yersin." "Ey nuruyla gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm hükümdar­ ları gölgede bırakan ve bırakacak olan ey yüce efendimiz ! " dedi tefeci, "şu miskin kulunuzun malumudur ki, şehrimizde bir kız yaşıyor ve bu kız, hakikatin huzurunda rahatlıkla söyleyebilirim ki, tüm güzellerden daha güzel . " Emir canlandı, kafasını kaldırdı . "Ey hükümdarım ! " dedi cesarete gelen tefeci. "Onun güzel­ liğini layıkıyla övecek söz bulamıyorum. Uzun boylu, narin ve endamı yerinde bir dilber; alnı parlıyor ve yüzi.i pembe, gözle­ ri ceylan gözlerini andırıyor, kaşları yay gib i ! Yanakları Manisa lalesi, ağzı, Süleyman ' ın mührü , dudakları mercan, dişleri inci, göğsünde iki vişne asılı bir mermer ve omuzları . . . " Emir onun methiye yağmurunu kesti : " Eğer kız gerçekten de senin dediğin gibiyse, bizim haremi­ mizde yerini almaya layıktır. Kim bu kız?" "Kız soylu olmayan basit bir sülaleden, ey hükümdarım . · Bu, önemsiz adıyla hükümdarımın duyma zevkini rahatsız edemeye­ ceğim bir çömlekçinin kızı . Ben onun evini gösterebilirim, ama Emirimizin sadık kulu bunun karşılığında ödüllendirilecek mi?" 107

Emir, Bahtiyar ' a bir baş hareketi yaptı : Tefecinin ayakları önü­ ne bir kese düştü. Tefeci, açgözlü lükten yüzündeki ifade değişerek keseyi kaptı . "Eğer kız, senin övdüğün kadar varsa, bu kadar daha alacak­ sın," dedi Emir. "Yaşasın efendimizin cömertliği ! " diye haykırdı tefeci. "Ama hükümdarımız acele etsin, çünkü bu dağ keçisinin peşinde dönen­ ler olduğunu biliyorum ! " E m i r ' i n kaşları çatıldı, burun kökünde derin bir kırışıklık oluştu : "Kim?" "Nasreddin Hoca ! " diye yanıtladı tefeci . "Yine Nasreddin Hoca ! Ve burada da Nasreddin Hoca ! Bu Nasreddin Hoca ' dır ki her yere yetişiyor, siz ise -tahtı sallayarak sertçe vezirlere döndü- hep geç kalıyorsunuz, hiçbir şey yapmı­ yorsunuz ve makamınızın yüceliğine gölge düşürüyorsunuz. Ey Arslanbek! Bu kız derhal buraya, saraya getirilsin, ama eğer onu getiremezsen, dönüşte karşında celladı bulursun ! " Aradan beş dakika geçmemişti ki, silahları şangırdayarak ve kalkanları güneşte parıldayarak simli cübbesine gücünü ve kudre­ tini simgeleyen altın bir nişan iliştirmiş olan Arslanbek ' in komuta­ sında büyük bir zabıta müfrezesi sarayın kapılarından dışarıya çıktı. Yanı başlarında ise topallayıp aksayarak tefeci yürüyordu; bir an muhafızlardan geri kalsa, zıplayarak onlara yetişiyordu. Halk, hangi kötülükler yapacağını tahmin etmeye çalışarak kenara çeki­ lip kin dolu gözlerle onu takip ediyordu . - 2 o Nasreddin Hoca elindeki dokuzuncu çömleği daha yeni bitir­ miş ve onu güneşe koymuştu, tekneden onuncu çömlek için büyük bir parça kil daha aldı. B i rden dış kapı çaldı gürültüyle ve buyurgan . Bir baş so­ ğan ya da bir biber almak için N iyaz ' a s ı k sık gelen komşular

1 08

kapıyı böyle vurmazlard ı . Nasreddin Hoca ve Niyaz endişeyle birbirlerine baktılar, dış kapı ağır darbelerle yeniden inlemeye başladı. Nasreddin Hoca bu kez demir ve bakır seslerini ta­ nımıştı . "Muhafızlar, " diye fısıldadı Nasreddin Hoca N iyaz ' a , Niyaz da "Kaç" diye fısıldadı. Nasreddin Hoca çit duvardan atladı, Niyaz da, Hoca ' nın uzaklaşmasına zaman tanımak ama­ cıyla dış kap ının önünde uzun süre oyalan d ı . S onunda, kapı­ nın mandalını kaldırdı. Tam o sırada üzüm bağından dört bir yana s ı ğ ı rcık kuşları fırladılar. Ama ihtiyar Niyaz ' ın kanatları yoktu ve dolayısıyla uçamazdı . Rengi attı, titremeye başladı, Arslanbek ' i n önünde eğil d i . " Çömlekçi, evin büyük b i r şerefe layık görüldü. Müminlerin hükümdarı ve Allah ' ın yeryüzündeki temsilcisi efendimiz, Allah ona uzun ve bahtiyar bir ömür versin, bizzat yüce Emir senin bir hiç olan adını lütfedip anımsadı ! Senin evinde muhteşem bir gü­ lün yetiştiği söylentileri ona kadar ulaştı ve o da sarayını gülle süslemeyi arzuladı . Kızın nerede ?" dedi Arslanbek. Çömlekçinin ak saçlı başı tir tir titremeye başladı, gözlerinin nuru söndü. Muhafızların evden avluya taşıdığı kızının kısa ve adeta ölüm öncesi inleyişini belli belirsiz duydu. İhtiyarın dizleri­ nin bağı çözüldü, yüzüstü yere düştü ve bir daha ne bir şey gördü ne de duydu . "Böyle büyük bir mutluluk karşısında duygularını yitirdi," diye açıkladı durumu Arslanbek muhafızlarına. "Dokunmayın, Emir ' e sınırsız minnettarlığını dile getirmek için ayılınca varsın kendisi saraya gelsin. Gidelim . " Bu sırada Nasreddin Hoca b i r tur atıp yine aynı sokağın kar­ şı tarafına çıkmıştı. Fundalıkların arkasına saklandı . Buradan Niyaz ' ın evinin kapısını, kapıdaki iki muhafızı ve iyice incele­ dikten sonra tanıdığı bir üçüncü kişiyi, Tefeci Cafer ' i gördü . "Ah, topal köpek ! Demek ki, buraya muhafızları beni yakalamaları için sen getirdin ! " diye düşündü. Gerçeği henüz anlayamamıştı. "Ara­ yın bakalım. Elleriniz boş döneceksiniz sonunda. " Hayır. Elleri b o ş dönmemişlerdi ! Sevgilisini kapıdan çıkarır­ larken Nasreddin Hoca dehşetten soğuk terler dökmeye başladı . 109

Kız kısılmış sesiyle bağırıp ellerinden kurtulmaya çalışıyor, mu­ hafızlar kalkanlarından oluşan ikili halkayla onu kuşatıp sıkıca tutuyorlardı. Bir haziran öğlesiydi, hava sıcaktı ama Nasreddin Hoca ' yı bir üşüme tutmuştu . Muhafızlar ona doğru yaklaşıyorlardı; yol, arkasına saklandığı fundalıkların önünden geçiyordu. Hoca sağ­ duyusunu yitirmişti. Kınından e ğri bıçağını çıkardı ve yere yattı. Arslanbek altın kaplama nişanını parıldatarak önden gidiyordu ve bu bıçak ilk onun sakallarının altındaki yağlı boğazına saplana­ bilirdi ! Ama birden birinin ağır eli Nasreddin Hoca ' nın omuzuna çöktü ve onu kuvvetlice yere bastırdı . Hoca titredi, silkinip bıçak olan elini boşa çıkardı, fakat Demirci Yusuf ' un tanıdık isli yüzünü görür görmez elini indirdi. "Yat ! " diye fısıldadı demirci. "Yat ve kımıldama. Sen çılgın­ sın: Onlar yirmi kişi ve hepsi silahlı, sense teksin ve silahın yok, öleceksin ve kızı da kurtaramayacaksın, yat dedim sana ! " Yusuf Nasreddin Hoc a ' yı, Gülcan ' a eşlik eden muhafızlar kavşağı dönünceye kadar yerde tuttu. "Neden tuttun, beni, neden ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca. " Şimdi benim ölmem daha iyi değil miydi sanki? ! " "Aslan karşısında kol ve kılıca karşı yumruk kullanmak akıl­ lıların işi değildir, " diye yanıtladı demirci sertçe. "Ben bu mu­ hafızları pazar yerinden başlayarak takip ettim ve sonunda senin mantıksızca bir hareketini önledim. Sen o kız için ölmemelisin, çok daha zor olsa da sana yakışan onun için mücadele etmek ve kurtarmaktır. Acı düşüncelere kapılıp kaybedecek zamanın yok, eyleme geç. Onların kılıçları, kalkanları, mızrakları var, ama Al­ lah sana, sayesinde kimsenin seninle kıyaslanamayacağı zeka ve kurnazlık gibi güçlü bir silah vermiş . " Böyle demişti demirci; sözleri erkekçe v e yaşamı boyunca döv­ düğü demir gibi sertti . Bu sözlerden irkilen Nasreddin Hoca ' nın yüreği bir çelik gibi sağlamlaştı . "Sağ ol, demirci ! " dedi Hoca. "Ben hiç bundan daha ağır bir acı yaşamamıştım, ama umutsuzluğa kapılmak bana yakışmaz. 110

Gidiyorum ben demirci ama sana söz veriyorum ki, silahımı ce­ surca kullanacağım ! " Fundalıklardan ayrılıp yola çıktı. Tam bu sırada çömlekçiler­ den birisine borcunun süresinin dolduğunu anımsatmak için bura­ da kalan tefeci en yakın evden yola çıktı . Hoca ile burun buruna geldiler. Tefeci sapsarı kesilip hemen geri döndü ve evin kapısını kapatıp sürgüledi. "Cafer, başın belada, yılan dölü ! " dedi Nasreddin Hoca. "Ben her şeyi gördüm, duydum ve biliyorum ! " Bir ara sessizlik oldu, ardından tefecinin sesi yanıt verdi : "Vişne çakala düşmedi. Ama, şahine de mal olmadı. Vişneyi aslan kaptı . " "Göreceğiz ! " dedi Nasreddin Hoca. " Sen, Cafer, şu sözlerimi unutma : S eni sudan çıkaran benim ama yemin ederim ki yine aynı gölette benim ellerimle boğulacaksın, bataklık ve su yosunları se­ nin iğrenç vücudunu saracak ! " Yanıt beklemeden oradan uzaklaştı. Tefecinin gözetleyip daha sonra ihtiyarı gammazlamasından çekinerek Niyaz ' ın

evinin

önünden geçti; sokağı döndükten sonra kimsenin kendisini gözet­ lemediğinden emin olarak yabani otlarla kaplı alanı koşarak geç­ tikten sonra çit duvardan aşıp Niyaz ' ın evine döndü. İhtiyar yüzükoyun yerde yatıyordu. Yanı başında Arslanbek ' i n bıraktığı b i r yığın gümüş para donukça parıldıyordu . İhtiyar, Nas­ reddin Hoca ' yı görünce gözyaşlarıyla kaplı ve toza bulanmış yü­ zünü kaldırdı, dudakları kıpırdıyordu, bir şeyler söylemek istiyor, ama söyleyemiyordu, gözleri kızının düşürdüğü yazmaya ilişince saçları ağarmış başını sert toprağa vurmaya ve sakalını yolmaya başladı. Nasreddin Hoca kendisiyle epeyce uğraşmak zorunda kaldı ve en sonunda peykeye oturttu . "Dinle, ihtiyar ! " dedi Hoca. "Acında yalnız değilsin. Benim onu sevdiğimi ve onun da beni sevdiğini biliyor musun? Ve biliyor musun ki, biz evlenmek için sözleşmiştik ve ben çok para kazanıp sana yüklü bir başlık parası ödemenin fırsatını kolluyordum?" ı ıı

"Başlık parası benim neyime?" yanıtını verdi ihtiyar feryat ederek. " S anki ben güvercinimin isteğine karşı çıkmaya cesaret edebilir miydim? Ama bunları konuşmak için artık geç, her şey mahvoldu, o artık haremde ve bu akşam Emir ona sahip olacak ! . . Çok acı ve utanç verici ! " diye bağırdı ihtiyar. "Ben saraya gidip onun ayaklarına kapanıp yalvaracağım, feryat edip ağlayacağım ve eğer onun da kalbi taştan değilse . . . " Sallanıp kararsız adımlarla dış kapıya yürüdü: "Dur ! " dedi Nasreddin Hoc a . "Sen emirlerin, başka insanlar­ dan farklı olduklarını unuttun: Onların kalpleri yoktur ve onlara yalvarmak da yararsızdır. Onlardan bir şeyi ancak zorla alacaksın ve ben Nasreddin Hoca olarak, duyuyor musun ihtiyar, Gülcan ' ı onun elinden alacağım ! " " O kudretli; binlerce askeri, binlerce muhafızı ve binlerce aj a­ nı var ! Sen ona ne yapabilirsin ki?" "Ne yapacağımı henüz bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Emir bugün onun yanına gitmeyecek ! Ve Emir onun yanına yarın da gidemeyecek, yarından sonra da gidemeyecek. Ve Emir onun yanına asla gidemeyecek ve ona sahip olamayacak, bu Buhara ' dan Bağdat ' a dek benim adımın Nasreddin Hoca olduğu kadar gerçek ! Gözyaşlarını sil, ihtiyar, kulağımın dibinde feryat etme ve düşün­ meme engel olma ! " Nasreddin Hoca çok fazla düşünmedi : "İ htiyar, rahmetli eşinin kıyafetleri nerede?" "Onun kıyafetleri orada, sandıkta . " Nasreddin Hoca anahtarı aldı, eve girdi v e b i r süre sonra ka­ dın kıyafetleri giymiş olarak çıktı . Yüzünü siyah at kılından sıkıca örülmüş bir peçe gizliyordu. "Beni bekle ve kendi kendine hiçbir şey yapmaya kalkma . " Ahırdan eşeğini çıkardı, eyerini vurdu v e Niyaz ' ın evini uzun bir süre için terk etti . 112

- 2 1 Arslanbek Gülcan ' ı sarayın bahçesinde Emir ' i n huzuruna çıkarmadan önce, haremdeki yaşlı kalfalara Gülcan ' ı , Emir ' in gözlerinin, mükemmelliğinin seyrini tadabilmesi için hazırla­ malarını buyurdu . İhtiyar kadınlar derhal hep alışık oldukları işi yapmaya koyuldular: Gülcan ' ı n yaşlı gözlerini ılık suyla yıkad ı ­ lar, hafif i p e k kıyafet giydirdiler, kaşlarına sürme ç e k i p , yanakla­ rına allık sürdüler, saçlarına gülyağı döktüler, tırnaklarını kırmı­ zıya boyadılar. Ardından, sefahat alemleriyle tüm Buhara ' da ün kazan mış, bunun sonucunda bilgi leri ve deneyimleri sayesinde saray h izmetine çağrılmış, saray hekimi tarafından hadım edilip devletteki en yüksek görevlerden birisine getiril miş olan yüce bakir harem ağasını çağırdılar. Onun yükümlülüğü, her zaman çekici bir görünümde olmaları ve Emir ' de şehvet uyandırmala­ rı için yüz altmış cariyeyi hiç rehavete kapılmaksızın takip et­ mekti. Bu görev yıldan yıla daha da güçleşiyordu, çünkü Emir giderek doygunluğa ulaşmıştı ve gücü de azalıyordu. Ve harem ağası, her sabah hükümdarından bahşiş almak yerine onlarca kamçı yemek zorunda kalıyordu, ama bununla birlikte harem ağası için bu çok da fazla sıkıntı verici bir ceza değildi, çünkü alımlı cariyeleri Emir ' l e buluşmaya hazırladığı her defasında çektiği işkence kıyas götürmez derecede dehşetliydi ve sefihlere cehennemde çıplak huriler arasında demir zincirlerle direklere bağlanmış olarak cezalandırılac akları vaat edilen cezayı andırı­ yordu tam anlamıyla . Harem ağası Gülcan ' ı görür görmez güzelliği karşısında şaş­ kınlıktan donakaldı. "Kız gerçekten de alımlı ! " diye çığlık attı ince sesiyle. "Götü­ rün Emir ' e, gözlerimin önünden alın şunu ! " Kafasını duvarlara vurup, dişlerini gürültüyle gıcırdatıp "Oyy, o kadar zoruma gidiyor, o kadar acı çekiyorum ki ! " diye haykırı­ yordu . "Bu iyiye işaret, " diyordu yaşlı kadınlar. "Şu halde hükümda­ rımız memnun kalacak." 1 13

Zavallı, sesi çıkmayan Gülcan ' ı saray avlusuna götürdüler. Emir kalktı, kıza yaklaştı ve peçesini kaldırdı. Tüm vezirler, yüksek bürokratlar ve bilgeler cübbelerinin yen­ leriyle gözlerini kapattılar. Emir kızın fevkalade şahane yüzünden gözlerini ayıramı­ yordu. "Tefeci bize yalan konuşmamış," dedi yüksek sesle. "Ona vaat ettiğimizin üç katı bahşiş verin . " Gülcan ' ı götürdüler. Emir gözle görülür şekilde keyife gelmişti. "Emir coştu, neşelendi. Yüreğindeki bülbül, yüzündeki güller önünde boyun eğdi ! " diye fısıldıyordu saraylılar. "Yarın sabah daha da neşeli olacak ! Allah ' a şükür, başımızdaki felaket kasırga­ sız, şimşek çakmadan geçti . " S araylı şairler cesarete gelip öne çıkarak sırayla Emir ' i övme­ ye başladılar: Yüzünü ayın on dördüne, endamını selviye, yöneti­ mini de dolunaya benzetiyorlardı. Şairlerin piri nihayet, daha dün­ den dilinin ucunda olan, ama şu an esinlenip yaratmış gibi şiirler okumaya başladı. Emir kendisine bir kese bozuk para attı. Ve şairlerin piri halının üstüne eğilerek paraları topluyor, bu arada dudaklarıyla Emir ' in ayakkabılarını öpmekten de geri kalmıyordu. Emir, lütfedip güldü ve: " B izim de aklımıza şimdi bir şiir geldi. " dedi.

"Akşam bahçeye çıktığı mızda, Ay bulutlara saklandı h içliğinden utanıp; Ve kuşlar sustu, rüzgôr kesildi; Biz ise durduk yüce, şanlı ve boyun eğmez edam ızla; Ve kudretliydik bir güneş gibi. . . " Ve kuşlar sustu, rüzgôr kesildi, Ve biz ayaktaydık: yüce, şan l ı , güneş gibi yenilmez ve kudretli . . . 114

Şairler "Ey yüce Emir ! Rudaki ' yi gölgede bıraktın ! " diyerek Emir ' in dizlerine kapandılar; bazıları ise sanki kendilerinden geç­ miş gibi, yüzükoyun halıya yattılar. Dansözler salona girdiler, onların ardından da soytarılar, hok­ kabazlar, fakirler girdiler, Emir hepsine cömertçe bahşiş dağıttı. "Yazık ki, bir tek güneşe sözüm geçmez, yoksa ona da hemen­ cecik batmasını buyururdum . " Saraylılar dalkavukça kahkahayla karşılık verdiler. - 2 2 Pazar yeri cıvıl cıvıldı, alışverişin en hareketli saatleriydi, in­ sanlar mal alıp satuyor, değiş tokuş yapıyorlardı, güneş ise insan­ ları kapalı pazarın yoğun kokulu gölgesine kovalayarak git gide yüksel iyordu . Öğle saatlerinin parlak ışıkları kamıştan damların yuvarlak pencerelerine diklemesine vuruyor, toz duman içindeki direkler gibi duruyor, onun ışığında bir simli kumaş göz kamaş­ tırıyor, bir ipek ışık saçıyor ve yumuşak, içten içe bir alev gibi yanan kadife parlıyordu; her taraftan sarık, cübbe ve boyalı sakal fışkırıyordu; kalaylı bakırlar göz alıyordu, tellalların önündeki deri paspaslara sere serpe koyulmuş soylu altın onunla aşık atı­ yor ve tertemiz parıltısıyla ona galip geliyordu. Nasreddin Hoca eşeğini, bir ay önce kürsüsüne çıkıp Çömlek­ çi Niyaz ' ı Emir ' in merhametinden kurtarmaları için Buharalılara çağrı yaptığı çayhanenin önünde durdurdu . O günden bu J.ana çok az bir zaman geçmişti, ama Nasreddin Hoca kendisine güvenebi­ leceği açık sözlü ve dürüst bir insan olan göbekli Ç ayhaneci Ali ile çok sağlam bir dostluk kurmayı başarmıştı. Hoca bir fırsatını bulup ona seslendi: "Ali ! " Çayhaneci etrafına bakındı, yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı: Onu çağıran ses, erkek sesiydi, ama karşısında bir kadın görüyordu. "Ali, benim, " dedi Nasreddin Hoca peçesini kaldırmadan. " Beni tanıdın mı? Allah aşkına gözlerini devirme öyle. Yoksa aj anları unuttun mu?" 115

Ali etrafına bir göz attıktan sonra, onu odunların ve yedek çay­ danlıkların bulunduğu karanlık arka odaya götürdü . Burası nemli, soğuktu . Pazar yerinin gürültüsü çok az duyuluyordu. "Ali, şu eşeğimi al, " dedi Nasreddin Hoca . "Onu doyur ve hep hazır tut. Bana her an gerekli olabilir. Ve hiç kimseye benim hak­ kımda tek bir söz dahi etme . " "Ama s e n neden kadın kıyafeti giydin Hoca?" diye sordu çayhaneci kapıyı sıkıca kapatırken . "Yolun nereye?" "Saraya gidiyorum." "Sen aklını yitirmişsin ! " diye haykırdı çayhaneci . "Sen kafanı doğrudan bir kaplanın ağzına uzatmak istiyorsun ! " "Böyle gerek, Ali. Yakında nedenini öğrenirsin. Gel, n e olur ne olmaz, vedalaşalım. Görevim tehlikel i . " Sıkıca kucaklaştılar, iyi yürekli çayhanecinin gözlerindeki yaşlar tombul kızıl yanaklarına doğru akmaya başladı. Nasreddin Hoca 'yı uğurladı ve göbeğini sallayan ağır nefesini bastırarak ko­ nuklarının yanına çıktı . Endişe çayhanecinin içini kemiriyordu, üzüntülü ve dalgındı, müşteriler hararet giderme arzularını çaydanlıkların kapaklarına iki üç kez vurarak duyurmak zorunda kalıyorlardı. Çayhaneci kal­ biyle, ele avuca sığmayan arkadaşıyla birlikte orada, saraydaydı. "Eşi benzeri olmayan amber, misk, gülyağı getirdim ! " diyordu Nasreddin Hoca sesini ustaca bir kadın sesine benzeterek. "Beni hareme bırakın, kahraman askerler, mal satıp gelirlerimi sizinle paylaşırım . " "Git buradan, kadın, git pazarlarda sat, " diye kaba yanıt verdi muhafızlar. Girişimi başarısızlığa uğrayan Nasreddin Hoca düşüncelere daldı ve yüzü asıldı. Zamanı ucu ucunaydı, güneşe bakılırsa, öğle vakti geçmişti . . . Nasreddin Hoca sarayın duvarının çevresinde do­ lanıyordu . Çin harcıyla sıkıca yapıştırı lmış taş duvarlar arasında 116

hiçbir delik, hiçbir boşluk bulamamıştı . Arkların girişi ise dökme demirle sıkıca döşenmiş parmaklıklarla kaplıydı . " Saraya girmeliyim," dedi Nasreddin Hoca kendi kendine. "Bu benim değişmez kararımdır ve bunu yapacağım ! Eğer Emir ' in ni­ şanlımı elimden alması bir alın yazısıysa, benim için saraya girip onu geri almak da neden alın yazısı olmasın? Hatta ben yüreğimin derinliğinde böyle bir alın yazısının olduğunu hissediyorum ! " Hoca pazara gitti. Bir insan kararında ısrarlıysa ve cesareti sı­ nırsızsa, alın yazısı ona yardım elini uzatacaktır. Binlerce buluş­ ma, konuşma ve karşılaşma iç inde kuşkusuz öyle bir buluşma ve karşılaşma olacak ve bunlar hep birlikte elverişli bir fırsat yarata­ cak, bir insan onu akıllıca değerlendirirse, amacına varan yola çı­ kan tüm engelleri yıkarak bu sayede kendi yazgısını da belirlemiş olacaktır. Pazarın bir yerlerinde Nasreddin Hoca ' yı böyle bir fırsat bekliyordu . Nasreddin Hoca da buna kesinlikle inanıyordu ve onu aramaya çıkmıştı . Gürültülü ve binlerce insanın olduğu kalabalıkta Nasreddin Hoca ' nın dikkatinden ne bir söz ne bir yüz, hiç ama hiçbir şey kaçmıyordu . Aklı, işitme ve görme duyusu bir insanın doğanın kendisine koyduğu sınırları kolayca aşabileceği ve doğal olarak, düşmanları o sırada bu anlamda insana özgü her zamanki sınırları içinde kaldığından, zafere ulaşabileceği keskinlikteydi. Mücevher ve misk dükkanlarının kavşağında Nasreddin Hoca gürültü ve uğultular arasından yapmacıktan haykıran bir ses duydu : "Kocanın seni artık sevmediğini ve yatağını ayırdığını söylü­ yorsun. Acını dindirmek mümkün. Ama, bunun için Nasreddin Hoca ' ya danışmam gerek. Onun, şehrimizde olduğunu biliyorsun elbette; onun nerede gizlendiğini öğren, bana söyle ve işte o za­ man onunla biz kocanı sana geri döndürebiliriz." Nasreddin Hoca daha yakına gelince, falcılık yapan çilli aj anı tanıdı. Karşısında, elinde gümüş bozuk para tutan bir kadın vardı. Falcı paspasın üzerine baklaları fırlatıp eski bir kitabın sayfalarını çeviriyordu . 117

"Eğer Nasreddin Hoca ' yı aramazsan," diyordu, "acına mer­ hem olamayız ve kocan seni ebediyen terk eder ! " Nasreddin Hoca falcıya ders vermeye karar verdi . Paspasın önüne çöktü : "Ey başkalarının yazgısını bilen bilge kahin, falıma baksana . " Falcı baklaları fırlattı. "Ey kadın ! " diye haykırdı birdenbire, adeta dehşete düşmüştü. "Başın belada senin ! Ölüm kapkara ellerini sana çoktan uzatmış . " Çevrelerine meraklı birkaç kişi toplandı . " S ana yardımcı olur, bu darbeyi savuşturabilirdim, ama bunu tek başıma yapacak gücüm yok, " diye sürdürdü falcı. "Nasreddin Hoca ' ya danışmam gerek. Eğer onun nerede gizlendiğini öğrene­ bilsen ve bana söyleyebilseydin, hayatın kurtulurdu . " "Tamam. Nasreddin Hoca ' yı sana getireceğim . " "Demek getireceksin ! " Falcı sevinçten yerinden fırladı. "Ama ne zaman?" " Şimdi dahi getirebilirim. O çok yakınımda . " " Nerede?" "İ ki adım ötemde." Falcının açgözleri alev alevdi . " Göremiyorum." "Ama sen falcısın. Nasıl tahmin edemezsin? İ şte o ! " Kadın peçesini çabucak attı ve falcı karşısında Nasreddin Hoca ' yı görünce şaşkınlıktan irkildi. "İ şte o ! " diye yineledi Nasreddin Hoca. "Neyi danışacaktın ona? Yalan konuşuyorsun, sen falcı değil, E mir ' in aj anısın ! Ey Müslümanlar, inanmayın ona, sizi kandırıyor ! O burada Nasred­ din Hoca ' nın izini sürmek için oturuyor ! " Falcı etrafına baktı, gözleri fıldır fıldır dönüyordu, ama yakı­ nında hiçbir muhafız göremedi. G özlerinde yaş, dişlerini gıcırda­ tarak Nasreddin Hoca ' nın uzaklaşmasına izin verdi. Çevrelerinde­ ki kalabalık tehditkar bir tonda mırıldanıyordu. 118

"Emir ' in aj anı ! Pis köpek ! " sesleri duyuluyordu. Falcı titreyen elleriyle paspasını katladı ve koşar adım sarayın yolunu tuttu . - 2 3 Karakolun odası kirli, tozluydu, kokuyordu ve dumanlıydı. Muhafızlar pireler için bir yuva görevi yapan eski hasırın üzerin­ de oturuyorlar ve kaşına kaşına Nasreddin Hoc a ' yı yakalama düşü kuruyorlardı. "Üç bin tanga ! " diyorlardı. "Bir düşün : Üç bin tanga ve baş aj an makamı ! " "Böyle bir talih birilerine nasip olacak elbet ! " "Ah, bana nasip olsa keşke ! " diye i ç geçirdi yalnızca kabuğu­ nu kırmadan çiğ yumurtayı bütünüyle yutmakta maharetli olup, sonucunda büyük acılar çekse de, küçücük hediyeler karşılığında yüceler yücesi Emir ' i zaman zaman eğlendirdiği için bugüne dek işinden atılmayan şişko, tembel muhafız . Ç illi aj an bir fırtına gibi karakola girdi : "O burada ! Nasreddin Hoca pazar yerinde ! Kadın kıyafetine bürünmüş ! " Muhafızlar silahlarını kaptıkları gibi kapıya fırladılar. Çilli aj an arkalarından bağırarak koşuyordu : "Ödül benim olacak ! Duydunuz mu? Onu ilk ben görüm ! Ödül benim ! " Muhafızları gören halk dört bir tarafa kaçışmaya başladı. Bir izdihamdır başladı. Pazarı bir kargaşa sardı. Muhafızlar hızını alamadan kalabalığa daldılar; onlar arasında en gayretli olanı ve önde gideni, bir kadını yakalayıp peçesini çekerek herkesin içinde yüzünü açtı. Kadın tiz bir çığlık attı, yine aynı şiddetle tiz bir kadın çığlığı uzaktan karşılık verdi, muhafızların elinden kurtulmaya çalışarak çığlık atıyordu, onu üçüncü, dördüncü, beşinci kadın izledi . . . İki 119

dakika sonra kadın çığlığı, feryadı, haykırışları ve inleyişleri tüm pazar yerini kapladı. Kalabalık şaşkınlıktan donakaldı. Buhara ' da böylesine bir al­ çaklık asla yaşanmamıştı . Pek çoklarının rengi attı, kimileri mo­ rardı : O an hiçbir yürek sakin atmıyordu . Muhafızlar zulümlerine devam ediyor, kadınları yakalıyor, itiyor, fırlatıyor, dövüyor, kıya­ fetlerini çekiyorlardı. " İ mdat ! İmdat ! " diye bağırıyordu kadınlar. Kalabal ığın üzerinden Demirci Yusuf ' u n sesi yükseldi hid­ detl e : "Müslümanlar! N e bakıyorsunuz ! Muhafızların sizi haraca bağlamaları yetmiyormuş gibi bir de güpegündüz karılarımızı re­ zil ediyorlar. " " İmdat ! İmdat ! " diye bağırıyorlardı kadınlar. Kalabalık uğuldadı, hareketlendi. Bir saka karısının sesını duydu ve ona doğru koştu, muhafızlar onu ittiler, iki dokumacı ve üç hekim yetişip muhafızları ittiler. Bir kavgadır başladı . Ve kavga hızla yayıldı . Muhafızlar kılıçlarını sallamaya baş­ ladılar, muhafızlara dört bir yandan çömlekler, tepsiler, testiler, çaydanlıklar, nallar, odunlar yağmaya başladı; muhafızlar kaçıp kurtulamıyorlardı. Kavga tüm pazar yerine yayıldı. Emir bu sırada sarayında tatlı tatlı uyuyordu. B irden yerinden fırladı, pencereye koştu, pencereyi açtı ve dehşet içinde yeniden kapattı . Bahtiyar sapsarı kesilmiş koşuyordu, dudakları titriyordu. "Bu ne böyle?" diye homurdandı Emir. "Neler oluyor meydanda? Toplar nerede? Arslanbek nerede?" Arslanbek koşup geldi ve yüzükoyun yere kapandı: "Varsın hükümdarım kafamın vurulmasını buyursun ! " "Bu ne böyle? ! Meydanda neler oluyor? ! " Arslanbek kafasını kaldırmadan yanıt verdi : "Ey efendimiz, güneşe benzeyen ve . . . gölgede bırakan." ı20

"Kapat çeneni ! " Emir öfkeyle ayaklarını yere vurdu . "Sonra översin ! Meydanda neler oluyor?" "Nasreddin Hoca ! . . Kadın kıyafeti giymiş . Tüm bunlar onun, Nasreddin Hoca' nın yüzünden çıktı ! Emret hükümdarım, kafamı kopar ! " Ama Emir bunu düşünecek durumda değildi ! - 2 4 Bugün Nasreddin Hoca zamanının her dakikasını özenle kul­ lanıyordu . Bu yüzden, zaman kaybetmeksizin koşarken muhafız­ lardan birinin çenesine vurup devirdi, ikincisinin dişlerini kırıp üçüncüsünün de burnunu pideye çevirdikten sonra dostu Ali ' nin çayhanesine sağ salim ulaştı. Burada, arka odada kadın kıyafetini çıkardı, kafasını renkli Badaşhan sarığı ile süsledi, takma sakal taktı ve bu kıyafetiyle çayhanenin kavgayı rahatlıkla izleyebilece­ ği en yüksek yerine çıkıp oturdu. Halkın dört taraftan kıstırdığı muhafızlar ö fkeyle karşı koyu­ yorlardı . Arbede bizzat çayhanenin yanı başına, tam da Nasred­ din Hoca ' nın ayakları dibine kadar gelmişti; Hoca sabredemeyip çaydanlığındaki sıcak suyu bir muhafızın üzerine döktü, üstelik öylesine isabetli döktü ki, tüm sıcak su tam da tembel ve şişman çiğ yumurta yutucusunun ensesine isabet ett i . Muhafız uluma­ ya başladı ve ellerini, ayaklarını sallayarak sırtüstü yere yığıldı . Nasreddin Hoca ona bakmadı dahi, çünkü yeniden düşüncelere dalmıştı . Hoca, ihtiyar, titrek bir ses duydu : "Yol verin ! Yol verin bana ! Allah aşkına, ne oluyor burada?" Ç ayhanenin yakınında, kavga edenlerin tam da o rta yerinde bir deve üstünde gaga burunlu, ak sakallı bir ihtiyar göründü; görünüşü ve kıyafetine bakılırsa Araptı . Sarığının ucunun kıvrık olması bir bilim adamı olduğuna işaret ediyordu. Ölesiye kork­ muş bir halde devenin hörgücüne sarılmıştı, etrafında ise dövüş tüm hızıyla sürüyordu, ihtiyar kurtulmak için çılgıncasına çırpınsa da birileri ihtiyarı devenin üzerinde ayağından tutarak çekiyor ve ı2ı

bm:ıkmıyordu. Her taraftan bağırtılar, hırıltılar ve azgın uğultular duyuluyordu . İhtiyar tehlikesiz bir yer arayışıyla kendisini güç bela çayha­ neye attı. Etrafına bakınarak deveyi Nasreddin Hoca ' nın eşeğinin yanına ayağından bağladı ve kürsüye çıktı . "Allah aşkına, sizin burada, Buhara ' da neler oluyor?" "Rezalet, " diye yanıtladı Nasreddin Hoca kısaca. "Yoksa sizin Buhara ' da daima böyle rezaletler mi olur? Peki ben bu kavganın arasından saraya nasıl varırım?" İhtiyar ' saraya ' sözünü söyler söylemez Nasreddin Hoca bu ihtiyar ile buluşmanın tam da o yegane buluşma ve sayesinde dü­ şündüklerini, yani Emir ' in haremine girip Gülcan ' ı kurtarma fır­ satının ta kendisi olduğunu o anda anladı. Ama bilindiği gibi, acele işe şeytan karışır ve bunun da dışında bilgeler bilgesi Ş irazlı Ş eyh Saadi ' niiı şiiri belleklerdedir: "Ancak sabreden muradına erişir, sabırsız ise ziyan olur. " Nasreddin Hoca halısını sabırsızlıkla katlayıp bekleme sandığına koydu. "Ey her şeye kadir Allah, ey müminlerin sığınağı, " diye iç ge­ çirdi ve oflayıp puflamaya başladı ihtiyar. " Ş imdi ben nasıl saraya ulaşırım?" "Burada yarına kadar bekle," dedi Nasreddin Hoca. "Bekleyemem," diye haykırdı ihtiyar. "Sarayda beni bekliyorlar! " Nasreddin Hoca bir kahkaha attı : "Ey muhterem ve ak saçlı ihtiyar, rütbeni ve işini bilmem, ama sarayda yarına kadar sensiz yapamayacaklarını mı düşünüyorsun yoksa? Bizim Buhara ' da saygıdeğer bir sürü insan saraya hafta­ larca giremiyor; neden senin için bir istisna yapılacağını düşünü­ yorsun?" Nasreddin Hoca ' nın sözlerine bir parça alınmış olan ihtiyar kibirli bir ifadeyle: " B ilesin ki , ben tanınmış bir bilge, müneccim ve hekimim ve ta Bağdat ' tan buraya devlet yönetiminde hizmet vermek, yardımcı olmak için Emir ' in daveti üzerine geldim. " 122

"Oooo ! " dedi Nasreddin Hoca, onu saygıyla selamlayarak: " Selam sana, bilge ihtiyar. Bağdat 'ta bulunma şansına nail oldum ve ben oranın bilgelerini tanırım. Adınızı söyleseniz." "Eğer Bağdat ' ta bulunduysan, benim adımı ve halife için üstün yararlılıklarımı duymuş olmalısın. Onun sevgili oğlunu ölümden kurtardım ve bu, devletin her tarafına ilan edildi. Adım Hüseyin Husliya . " Hüseyin Husliya ! " diye haykırdı Nasreddin Hoca. "Sen ger­ çekten de Hüseyin Husliya ' nın b izzat kendisi misin?" Ününün Bağdat ' ın dışına taştığından son derece memnun olan ihtiyar gülümsemesini gizleyemiyordu. "Neye şaşıyorsun ki?" diye devam etti ihtiyar. "Evet, ben ger­ çekten de o ünlü, ne bilgelikte, ne yıldızlara göre hesap yapma becerisinde ne de hastalıkları tedavi etme konusunda eşi benzeri olmayan yüce bilge, ünlü Hüseyin Husliyayım. Ama ben kibir ve kendini beğenmişlik duygusundan tümüyle uzağım. S enin gibi sı­ radan birisiyle nasıl konuştuğumu görüyorsun . " İhtiyar, kendisinin bilgeliğini daha sonra ballandıra ballan­ dıra anlatsın, her köşe başında ünlü bilge Hüseyin Husliya ile tanıştığını söyl esin, böylece h e m bizzat b ilgeye hem de kendi­ sine daha fazla hürmet ve saygı gösterilsin diye -çünkü yüksek şahsiyetlerin dikkatini çekmiş olanlar tam da böyle davranır­ dı- muhatabının şöhret düşkünlüğünü kamçılayacağını hesaba katarak hoşgörüsünü göstermek ve onu kendi yüce b i l geliği hakkında ayrıntılı olarak aydınlatmak için yastığı kendisine çekip dirseklerini dayadı . " B öylel ikle sıradan insanlar arasında şöhretimin artmas ına ve güçlenmesine katkıda bulunacaktır, " diye düşünüyordu Hüseyin Husliya. " B u da b i r şeydir; sıradan insanlar arasındaki konuşmalar aj anlar ve gözcüler üzerinden bizzat Emir ' in kulağına gidecektir ve b u konuşmalar da bil­ geliğimi belgeleyecektir, çünkü başkaları tarafından onay gör­ mek en makbul olanıdır; sonuç olarak ben de tüm bunlardan bir yarar sağlamış oluru m . " Muhatabını kendisinin olağanüstü bilgisi konusunda tam ola­ rak ikna etmek için bilge takımyıldızlarını, onların konuşlanma123

sını ikide bir eski zamanların yüce bilgelerine atıfta bulunarak anlatmaya başladı. Nasreddin Hoca her sözcüğü aklında tutmaya çalışarak dikkat­ le dinliyordu : " Hayır, " dedi Nasreddin Hoca nihayet. "Ben yine de inana­ mıyorum ! Sahi sen gerçekten de Hüseyin Husliya ' nın ta kendisi misin?" "Elbette ! " diye haykırdı ihtiyar. "Bunda şaşılacak ne var?" Nasreddin Hoca ürkerek geri geri çekildi. Ardından sesinde endişeyle ve acımayla haykırdı: "Ey talihsiz ! Başın vurulacak ! " İhtiyar irkildi, fincanını düşür­ dü. Bu, ancak sayılı insanın Nasreddin Hoca ile aşık atabileceği satranç oyunu gibiydi. Tüm kibir ve tepeden bakış ihtiyarı anında terk etmişti. "Nasıl? N e ? Niçin?" diye s ordu korkuyla . Nasreddin Hoca kavganın henüz tamamen sakinleşmediği meydanı işaret edi­ yord u : "Tüm b u kargaşanın senin yüzünden olduğunu bilmiyor mu­ sun? ! S enin Bağdat 'tan ayrılırken herkesin içinde haremine sızma­ ya ve hatunlarının namusunu lekelemeye yemin ettiğin, Emir ' in kulağına gitti ve böylece başına belayı aldın, Hüseyin Husliya ! " Bilgenin çenesi sarktı, gözleri fal taşı gibi dışarı fırladı ve kor­ kudan kekelemesi sıklaştı . . . "Ben mi?" diye homurdandı. "Ben hareme ha?" "Sen bunun üzerine Allah ' ın tahtı önünde yemin etmişsin. Tel­ lallar bugün ilan ettiler. Ve Emirimiz, kente girer girmez yakalanıp kellenin derhal vurulmasını emretti . " Bilge bitkin b i r halde inlemeye başladı. Hangi düşmanının kendisine böyle bir darbe vurmayı akıl ettiğini bir türlü kestire­ miyordu . Geriye kalan konularda kuşkusu yoktu, çünkü bizzat kendisi saray mücadelelerinde düşmanlarını benzer yöntemlerle defalarca kırıp geçirmiş ve sonra onların idam sehpalarında sar­ kan kellelerini memnuniyetle seyretmişti. 1 24

"İşte bugün," diye konuşmayı sürdürdü Nasreddin Hoca, "aj anlar senin geldiğini Emir ' e ilettiler, o da senin yakalanmanı buyurdu. Muhafızlar da pazar yerine hücum ettiler, her yerde seni aramaya, dükkanları yıkmaya başladılar ve alışveriş durdu, huzur bozuldu. Muhafızlar hatayla sana benzeyen birisini yakaladılar ve alelacele kellesini vurdular, meğer sofuluğu ve hayırseverliğiyle ünlü bir mollaymış, onun camisinin cemaati galeyana geldi ve işte bak, sayende Buhara ' da şimdi neler oluyor ! " "Oy, ben ne kadar bahtsızım ! " diye inledi bilge dehşet ve ça­ resizlik içinde. Acı acı haykırmaya, inlemeye başladı ve bunun sonucunda Nasreddin Hoca planlarında tam bir başarı elde ettiği sonucuna vardı . Bu arada kavga, silahlarını kaybettikten sonra dayak yemiş ve örselenmiş muhafızların birbiri ardına gizlendiği giriş kapılarına doğru uzamıştı. Pazar inliyor, çalkalanıyordu, ama öncekine göre biraz daha sakinlemişti. "Bağdat ' a ! "

diye

haykırıyordu

bilge

feryat

figan

halde .

"Bağdat ' a geri dönüyorum ! " "Ama seni şehrin çıkış kapısında yakalarlar! " diye itiraz etti Nasreddin Hoca. "Vay başıma gelenler! Bu ne büyük bir felaket ! Allah benim suçlu olmadığımı görüyor; ben asla hiç kimseye böylesine haddi­ ni aşan ve böylesine günaha sokacak bir i ftira atmadım ! Bu bana düşmanlarımın Emir ' i n önünde attıkları iftiralardır! Bana yardım et, iyi yürekli Müslüman ! " Zaten Nasreddin Hoca ' nın beklediği de buydu, çünkü kuşku uyandırmamak için bilgeye yardımı ilk kendisi önermek istemi­ yordu. "Yardım mı?" dedi Hoca. "Efendimin sadık ve dürüst bir kulu olarak derhal muhafızlara teslim etmekten öte sana ne yardımım dokunur ki?" Bilge kekeleyerek ve titreyerek yalvaran gözlerini Nasreddin Hoca ' ya dikti. 125

"Ama sana suçsuz yere iftira attıklarını söylüyorsun," dedi Nasreddin Hoca onu teselli etmek için. " S ana inanıyorum, çünkü yaşın o denli ilerlemiş ki, bundan sonra haremde de yapacağın bir şey yok . " "Doğru," diye s e s verdi ihtiyar. " Peki, benim için b i r kurtuluş yolu var mı?" "Var, " diye yanıtladı Nasreddin Hoca ve ihtiyarı çayhanenin karanlık arka odasına götürdü ve ona içinde kadın kıyafeti olan bir bohça uzattı. "Bunu bugün tesadüfen karım için almıştım, is­ tersen, senin cübben ve kavuğunla değişebilirim. Bu kadın kıyafe­ tiyle sen de aj anlar ve muhafızlardan kurtulmuş olursun . " İhtiyar gizlenemez bir sevinç v e minnettarlıkla kadın kıyafeti­ ni kaptığı gibi kendine doğru çekti . Nasreddin Hoca bilgenin be­ yaz cübbesini giydi, ucu geriye kıvrılmış kavuğu başına geçirdi, yıldız işaretleriyle kaplı geniş kemeri beline taktı. İhtiyar, devesini eşeği ile değiştirmeyi önerdi, ama Nasreddin Hoca sadık dostuyla ayrılmak istemedi . Nasreddin Hoca ihtiyarın deveye atlamasına yardım etti : "Allah seni korusun, ey bilge ! Ancak, unutma ki, herkesle bir kadın gibi ince sesle konuşacaksın." İhtiyar devesini dehledi . Nasreddin Hoca ' nın gözleri parlıyor­ du. Sarayın kapısı açıktı artık ! . . - 2 5 Meydandaki kavganın sakinleştiğinden emin olduktan sonra, nur yüzlü Emir, saray erbaplarının bulunduğu büyük salona çıktı. Saray­ Wardan birilerinin, korkunun, Emir ' in hükümdar kalbinde yeri oldu­ ğunu düşünmemeleri için yüzüne kederli, ama sakin bir ifade yükledi. Emir çıkar çıkmaz saraylılar, onun gözlerine ve yüzüne baka­ rak gerçek duygularını bildiklerini tahmin etmesin düşüncesiyle titrememek için kendilerini zor zaptettiler. Emir susuyor, saray erkanı da susuyordu; bu, hükümdarın tehditkar suskunluğuydu. 126

Sonunda Emir suskunluğunu bozdu : "Bize ne söyleyip, ne tavsiye edersiniz? Biz bunu size ilk kez sormuyoruz ! " Hiç kimse başını kaldırıp yanıt vermedi. Emir ' i n yüzünde bir anda bir şimşek çaktı. Kim bilir, sarıkla süslü ve ak sakallarla çev­ relenmiş kaç kafa bugün celladın kütüğüne yatırılacak ve adeta insanlara musallat olan ve ölüm öncesinde kasılarak ısırılmış kaç tane dalkavuk dil, refahın, çabaların, didinmelerin ve umutların tümüyle boş olduğunu anımsatarak morarmış ağızlardan çıkıp hepten ve ebediyen susacaktı ! Ama tüm kafalar omuzlar üzerinde ve tüm diller ani bir dal­ kavukluğa hazır duruma getirilmiş durumdaydı, çünkü, sarayın güvenlik amiri içeri girip: "Evrenin merkezine şan olsun ! Sarayın kapısına, kendisini Bağdatlı bilgin Hüseyin Husliya olarak tanıtan, ama bizim tanı­ madığımız bir insan geldi. Önemli bir iş için geldiğini ve derhal hükümdarın nurlu gözlerine görünmesi gerektiğini bildirdi . " "Hüseyin Husliya ! " diye haykırdı Emir v e birden canlanıverdi. "Bırakın gelsin ! Buraya çağırın ! " Bilge yürümeyi bir yana bırakıp, tozlu ayakkabılarını dahi çı­ karmadan koşarak geldi ve tahtın önünde yerlere kadar kapandı . " Şanlı ve yüce Emir ' e, yeryüzünün güneşi ve ayma, onun hid­ deti ve nimetine selam olsun. Emir ' i korkunç bir tehlike konusun­ da uyarmak için gece gündüz koşturuyorum. Varsın Emir bana, bugün bir kadını ziyaret edip etmediğini söylesin. Emir bu acizler acizi kuluna yanıt versin. Yalvarırım hükümdarım ! . . " "Kadın mı?" diye sordu Emir şaşkınlıkla. "Bugün mü? . . Ha­ yır. . . Niyetlendik, ama ziyaret etmedik. " Bilge ayağa kalktı. Yüzü solgundu. B u yanıtı dehşetli b i r endi­ şeyle beklemişti . Derin, uzun bir nefesle kendine geldi ve yanak­ larındaki allık yavaş yavaş yerine dönmeye başladı. "Her şeye kadir Allah ' a şükürler olsun" diye haykırdı Hoca. "Allah bilgelik ve merhamet meşalesinin sönmesine razı olmadı ! Yüce Emir bilsin ki, dün gece gezegenler ve yıldızlar onun için 127

son derece elverişli konumdaydılar. Ve ben, miskin ve Emir ' in iz­ lerinin tozunu yalamaktan öteye bir becerisi olmayan birisi olarak gezegenlerin konumunu inceledim ve hesapladım . Ve öğrendim ki, bu gezegenler elverişli ve huzur verici bir bileşeni yakalama­ dıkça, Emir ' i n kadınlara el sürmemesi gerektiğini, yoksa yok oluşun kaçınılmaz olduğunu öğrendim. Allah ' a şükrolsun ki, tam zamanında yetişmişim ! " "Bekle, Hüseyin Husliya," diye durdurdu onu Emir. "Sen anla­ şılmaz şeyler söylüyorsun . . . " "Allah ' a şükür ki tam zamanında yetiştim ! " diye haykırmayı sürdürdü bilge (tabii ki, bu Nasreddin Hoca ' ydı) . "Ve ben artık hayatımın sonuna kadar, Emir ' in kadınlara dokunmasına engel olduğum ve yeryüzünün yetim bırakılmasına fırsat vermediğim için gurur duyacağı m . " H o c a o denli mutlu v e hararetli konuşuyordu k i , E m i r ona inanmazlık edemedi. "Miskin bir karınca olarak, değersiz adımı lütfedip anımsayan Emir ' in azametinin ışığıyla aydınlandım ve Buhara ' ya Emir ' in maiyetinde çalışma emri aldığım için geldim ve o an benzersiz mutluluğun büyüleyici deryasına daldım. Ve ben, Emir ' in yazgısı üzerinde etkisi olan gezegen ve yıldızların hareketlerini izleyerek yola çıkmışken dahi hizmet vermek üzere Emir ' in talih çizgisine bakmak için geçen birkaç gün harcamanın dışında bu emri yerine getirmek amacıyla, doğal olarak, derhal yola çıktım. Ve işte dün gece, gökyüzüne bakarken yıldızların Emir için korkunç ve iç ka­ rartıcı bir dizilişte olduğunu gördüm; özellikle de yılan dili anla­ mına gelen El Kalb yıldızı kalp anlamına gelen Aş Şua! yıldızının karşısında duruyordu; daha sonra, kadın ö rtüsü anlamına gelen üç tane E l Gafr yıldızı ve taç anlamına gelen iki tane El İklil yıldı­ zı ile boynuz anlamına gelen iki tane El Şaratan yıldızı gördüm. Ve günlerden Mars gezegeninin günü olan salı günüydü, bugün ise, perşembenin aksine, büyük insanların ölümüne işaret eder ve emirler için elverişsizdir. Miskin bir müneccim olarak ben tüm bu belirtileri bir araya getirince anladım ki, ölümün zehirli iğnesi­ nin bir kadının örtüsüne dokunması durumunda taç taşıyan kalbi 128

tehdit ediyor ve taç taşıyanı uyarmak amacıyla, iki deveyi gece gündüz ölümüne kovalayıp Buhara 'ya ulaşmak için acele ettim. " "Ey, her şeye kadir Allah ! " sözü çıktı şaşkın Emir ' in ağzından. "Yoksa böyle bir tehlikeyle gerçekten de karşı karşıya mıyız? Sa­ kın yanılmış olmayasın, Hüseyin Husliya?" "Ben mi yanılıyorum?" dedi bilge hayretle. "Emir ' e de malum olduğu üzere, Bağdat 'tan Buhara ' ya hem yıldızların dilini bilme hem de hastalı kları tedavi etme becerisi konusunda bilgelikte üze­ rime yoktur! Yanılmış olamam. Varsın efendimiz ve yeryüzünün merkezi olan yüce Emir yıldızları doğru okuyup okumadığımı, yıldız haritasındaki konumunu adil yorumlayıp yorumlamadığımı kendi bilgelerine sorsun . " Emir ' in önünde b i r saygı işareti olarak boynunu eğen b i r bilge ileri fırladı : "Bilgelikte eşsiz kardeşim Hüseyin Husliya yıldızları doğru adlandırmıştır ve bu da onun kimsenin kuşkulanmaya cesaret dahi edemeyeceği bilgisinin bir kanıtıdır. " "Ama", diye sürdürdü ko­ nuşmasını bilge, -Nasreddin Hoca onun sesinde bir sinsilik his­ sediyordu- "neden bilgeler bilgesi Hüseyin Husliya yüce Emir ' in önünde, olması gerektiği halde ayın ve burçların on altıncı ko­ numunu açıklamadı, çünkü bu işaretler olmadan Mars gezegeni günü olan salının tam da üstelik taç taşıyan büyük insanların ölüm günü olduğunu iddia etmek asılsızdır, çünkü Mars gezegeni bir takımyıldızında eve, bir diğerinde yükselişe, ü çüncüde düşüşe ve dördüncüde de ziyana işaret eder ve buna uygun olarak Mars ge­ zegeni çok saygıdeğer bilgeler bilgesi Hüseyin Husliya ' nın dediği gibi yalnızca bir değil, dört ayrı işaret taşımaktadır. " Bilge sustu ve dudaklarına yılansı bir gülümseme oturdu; sa­ raylılar bunu onaylarcasına fısıldamaya başladılar. Yeni gelen bilgenin aşağılanmasına mutlu olmuşlardı. Gelirleri ve yüksek mevkilerini korumak için dışarıdan birisini saraya sokmak istemi­ yorlardı ve her yeni insanı tehlikeli bir rakip olarak görüyorlardı . Ama, Nasreddin Hoca bir şeye girişmişse, asla vazgeçmezdi. Ayrıca, bilgenin, saraylıların ve bizzat Emir ' in ciğerini okuyordu. Hiç rahatsız olmaksızın hoşgörüyle yanıt verdi : ı29

"Benim saygıdeğer bilge kardeşim, bilimin başka bir alanın­ da belki benden fersah fersah üstündür, ama yıldızlara gelince, Mars gezegeninin Koç ve Akrep burçlarında eve sahipken, Oğlak burcunda yükselişe, Yengeç burcunda düşüşe ve Terazi burcunda ziyana, bununla birlikte, olsa olsa öteden beri taç sahipleri için yıkıcı etki taşıyan salı gününe özgü olan bir gezegen olduğunu iddia eden bilgeler bilgesi İbni Badj ' ın öğretisini hiç ama hiç bil­ mediğini kendi sözleriyle ortaya koymaktadır. " Nasreddin Hoca yanıt verirken bu tür tartışmalarda daima çe­ nesi sağlam olanların üstün geldiğini ve bunda kendisiyle aşık at­ manın zor olduğunu çok iyi bildiğinden cehaletle suçlanmaktan hiç çekinmiyordu . Hoca bilgenin itirazlarının beklentisi içindeydi ve ona layıkıy­ la yanıt vermeye hazır durumdaydı. Ama, bilge bu meydan oku­ yuşa karşılık vermedi. Nasreddin Hoc a ' nın bir düzenbaz ve cahil olduğu konusunda çok şiddetli kuşkusu vardı, ama kuşku, emin olmak değildir, yanılmak da olasıdır; buna karşın bilge kendi zır cahilliğini çok iyi biliyordu ve tartışmaya cesaret edemedi . Böyle­ ce, onun yeni gelmiş birisini utandırma girişimi ters tepmiş oldu. S araylılar, bilgeye homurdanmaya başladılar ve o da bu rakiple açık bir kapışmaya girmenin son derece tehlikeli olduğunu bakış­ larıyla ifade ediyordu. Tüm bunlar, doğal olarak, Nasreddin Hoc a ' nın gözünden kaç­ madı. "Durun bakalım", diye geçirdi içinden, " kim olduğumu gö­ receksiniz . " Emir derin düşüncelere daldı. Hiç kimse, korkusun­ dan ona engel olamıyordu. "Eğer tüm yıldızları doğru tanımladıysan, Hüseyin Husliya," dedi Emir, "o halde, senin yorumların gerçekten de yerinde. Ama, bir türlü anlayamadığımız bir şey var: Neden bizim talih çizgimi­ ze boynuzu ifade eden iki Al Ş aratan yıldızı düştü? Gerçekten de, Hüseyin Husliya, tam zamanında geldin ! Ancak, bu sabah haremi­ mize bir kız getirdiler ve biz de bunun için toplandık. .. " Nasreddin Hoca yapmacık bir dehşetle kollarını salladı. "O düşünceleri aklından kov, ey soylular soylusu Emir, kov ! " diye haykırdı, Emir ' e doğrudan değil de, ancak dolaylı olarak 1 30

' se n ' diye hitap edileceğini unutmuştu adeta. Bununla birlikte, Emir ' e sadakatten ve onun yaşamından endişe etmekten kaynak­ lanan adeta çok şiddetli bir kaygıdan dolayı böyle bir kural ihla­ linin büyük bir suç olarak algılanması şöyle dursun, tam tersine, çığlık atanın duygularındaki samimiyetini kanıtlayarak Emir ' in gözünde daha da yücelteceğini hesaplamıştı. Sonuçta kendisinin, yani Hüseyin Husliya ' nın gözyaşlarının ırmak olup akmaması ve karalar bağlamaması için, kıza el sürme­ mesi konusunda öyle bir ricada bulunuyordu ki, Emir dahi duy­ gulandı. " S akin ol, Hüseyin Husliya, sakin ol. Biz, halkımızı yetim bı­ rakacak ve onu yasa boğacak kadar düşman değiliz. Biz, değerli yaşamımıza özen göstereceğimizden tam da senin zamanı gelince bilgilendireceğin gibi, yıldızlar konumlarını değiştirmedikçe bu kıza yanaşmayacağımızı ve genel olarak hareme hiç uğramayaca­ ğımıza söz veriyoruz. Yaklaş bana . " Bu sözlerle birlikte, nargilecisine bir işaret yaptı, sonra altın çubuğu yeni bilgeye uzattı. Bu büyük bir şeref ve teveccühtü. Bilge dizlerini kırıp gözlerini indirdi ve Emir ' in bu teveccühünü kabul etti, üstelik tüm vücudu ürperdi. (Kötücül bir kıskançlıkla kendi kendini yiyip bitiren saraylıların düşündüğü gibi ' heyecan­ dan ' . ) "Bilge Hüseyin Husliya ' ya hoş geldin diyor ve aramıza davet ediyoruz, " dedi Emir "ve devletimizin baş bilgesi tayin ediyoruz, çünkü onun alimliği, aklı ve üstelik bize büyük sadakati her türlü takdire la yıktır. " Emir ' in tüm hareketleri ve sözlerini sonraki yüzyıllarda silinip gitmemesi için (ki Emir bu konuda son derece hassastı) övgü dolu ifadelerle kayıt altına almakla yükümlü saray katibi kamış divitini oynatmaya başladı . " S ize de, tam tersine, " diye sürdürdü Emir sözlerini saray­ lılara hitaben, "hoşnutsuzluğumu belirteyim, çünkü Nasreddin Hoca ' nın neden olduğu tüm tatsızlıklardan sonra Emiriniz ölüm tehdidiyle karşı karşıya kaldı, ama siz kılınızı dahi kıpırdatma­ dınız ! Şu gevezelere, şunların suratlarına bak, Hüseyin Husliya, 131

tam da eşek suratını andırıyorlar! Sahiden de hiçbir hükümdara bu denli aptal ve özensiz vezir nasip olmamıştır ! " " S oylular soylusu Emir tümüyle hakl ı , " dedi Nasreddin Hoca sesi soluğu kesilmiş sarayl ıları bakışlarıyla süzerek ve adeta ilk darbeyi vurmak için nişan almış gibiydi. "Gördüğüm kadarıyla, bu insanların yüzlerinde bilgelik nişanı yok. " " İşte ! " diye sevindi Emir, "tam d a öyle, bilgelik nişanı yok ! " "Dahasını söyleyeyim, " diye sürdürdü Nasreddin Hoca, "bu­ rada erdem ve dürüstlük nişanı taşıyan yüzler de göremiyorum . " "Hırsızlar ! " dedi Emir kendisinden emin b i r ifadeyle ! "Hepsi hırsız ! Birbirlerinden farkları yok! İnanır mısın, Hüseyin Husli­ ya, bunlar bizi gece gündüz soyuyorlar! Ve biz saraydaki en basit şeyleri şahsen kontrol etmek zorunda kalıyoruz ve her defasında saraya ait malları sayarken hep bir şeyler eksik çıkıyor. Daha bu sabah bahçede yeni ipek kemerimizi unuttuk, yarım saat sonra ise o kemer yerinde yoktu ! .. Bunların içinden birileri bunu yapmış . . . anlıyor musun Hüseyin Husliya ! . . " Bu sözler üzerine eğri boyunlu bilge nedense garip bir şekil­ de uysalca ve mahcup bir ifadeyle gözlerini yere indirdi. Baş­ ka bir zamanda bu fark edilemeyebilirdi, ama bugün Nasreddin Hoca ' nın duyguları alarmdaydı : Her şeyi fark ediyor ve her şeyi tahmin ediyordu. Hoca kendisinden emin bir şekilde bilgeye yaklaştı, elini onun koltuğunun altına uzattı ve zengin işlemeli ipek kemeri koltuğu­ nun altından çıkardı. "Yüce Emir ' in üzüldüğü kemer bu muydu?" Şaşkınlık ve deh­ şet saraylıları kuşatmıştı. Yeni bilge gerçekten de tehlikeli bir ra­ kipti ve ona karşı çıkan ilk kişi yenilgiye uğramış ve yok olmuştu . O anda çok sayıda bilgenin, şairin, yüksek bürokratın ve vezirlerin yüreği ağzına geldi. "Vallahi de billahi de, bu, o kemerin ta kendisi ! " diye haykırdı Emir. " Hüseyin Husliya, sen gerçekten de eşsiz bir bilgesin ! İşte şimdi , " dedi saraylılara hitaben Emir sevinçle, üstelik yüzünde iç­ ten, canlı bir mutluluk ifadesi vardı. "Nihayet yakalandınız ! Şimdi 1 32

artık bizden bir ipl ik dahi çalamayacaksınız; sizin hırsızhğınıza katlandığımız yeter! Kemerimizi edepsizce çalan bu iğrenç hır­ sızın başında, yüzünde ve vücudundaki tüm kıllar yolunsun ve tabanlarına yüzlerce sopa vurulsun, çırılçıplak yüzü kuyruğuna dönük olarak eşeğe oturtulup her yerde onun hırsız olduğu ilan edilerek şehirde gezdirilsin ! " Arslanbek ' in bir işaretiyle cellatlar bilgenin üzerine yürüdüler ve onu kapı dışarı çıkardılar; orada tam eşikte bir koşturmaca­ dır başladı; iki dakika sonra cellatlar bu arsız bilgeyi çıplak ve saçlarından yoksun olarak yeniden sürükleyerek salona getirdiler. Burada bugüne kadar onun sakalı ve kocaman sarığının, yüzüne oturmuş akıl yoksunluğunu ve kusurlarının damgasını gizlediği, bu denli hinoğluhin yüz ifadeli bir insanın şöhretli bir düzenbaz ve hırsızdan başkası olamayacağı herkesin malumu olmuştu . Emir ' in yüzü kırıştı : "Götürün ! " Cellatlar bilgeyi götürdüler ve az sonra pencerenin ardından ayak tabanlarına sağlamca inen darbelere eşlik eden çığlıkları du­ yulur oldu. Ardından onu çıplak, yüzü kuyruğuna dönük olarak eşeğe oturttular ve boruların dehşet verici böğürtüleri, davulların gürül­ tüsü altında pazar meydanına götürdüler. Emir yeni bilgeyle uzun süre sohbet etti. S araylılar kımıl­ damadan duruyordu ve bu da onlar için bir işkenceydi ; sıcaklık artmıştı, cübbeler altındaki terli sırtlar katlanılmaz şekilde ka­ şınıyordu. Yeni bilgeden herkesten daha çok çekinen başvezir Bahtiyar, rakibini devirmek için saraylıları kendi tarafına çekme düşüncesiyle meşguldü; saraylılar ise pek çok belirtiye bakılırsa, mücadelenin sonucunu daha baştan tahmin ederek bu karar anında Bahtiyar ' dan nasıl olup da daha karlı kurtulacaklarının, onu satıp böylelikle de yeni bilgenin güvenini ve teveccühünü kazanmanın hesaplarını yapıyorlardı. Emir ise halifenin sağlığına, Bağdat ' ta olup bitenlere, yolda yaşadıklarına ilişkin sorular soruyordu . Nasreddin Hoca her türlü 1 33

işin içinden çıkmak zorundaydı . Buradan selametle kurtuldu ve Emir sohbetten bitkin düşmüş olarak kendisine istirahat locasının hazırlanmasını buyurdu, ama birden açık pencerelerin ardından bazı sesler, çığlıklar duyuldu. Salona hızlı adımlarla saray güvenlik amiri girdi. Yüzünden mutluluk akıyordu . Güvenlik amiri dedi ki : "Yüce hükümdarın malumu olsun ki, kafir ve huzur bozan Nasreddin Hoca yakalanıp saraya getirilmiştir ! " Bunun hemen ardından ceviz oymalı kapılar açıldı. Muhafızlar zafer edasıyla silahlarım şangırdatarak kadın kıyafeti içinde gaga burunlu ak sakallı bir ihtiyarı getirdiler ve onu tahtın önündeki halıya çökerttiler. Nasreddin Hoca ' yı soğuk terler bastı, sarayın duvarları onun gözleri önünde adeta sallandı, saraylıların yüzlerini yeşil bir sis kapladı . . . - 2 6 Bağdatlı bilge, yani gerçek Hüseyin Husliya üzerindeki kapa­ lı giysileri arasından gördüğü ve her birinin korkunç bir cezadan kurtuluşu vaat ettiği dört bir yana dağılan tarlalara ve yollara çı­ kan şehir kapılarında yakayı ele vermişti. O saatte şehir kapılarım koruyan muhafızlar haykırdılar: "Nereye gidiyorsun, kadın?" Bilge kısılmış bir toy horoz sesiyle yanıt verdi : "Acelem var; evde kocam beni bekliyor. Yol verin, yiğit askerler." Muhafızlar birbirlerine baktılar. Ses onlarda kuşku uyandırmıştı. Onlardan birisi devenin gemini tuttu . "Nerede oturuyorsun?" "Şurada, yakınlarda bir yerde , " dedi bilge sesini daha da incel­ terek. Ama, bu sırada nefesini boğazında fazlasıyla tutunca kor­ kunç bir hırıltı ve nefes darlığıyla öksürmeye başladı. Bunun üzerine muhafızlar çarşafını çekip aldılar. Neşeleri sınır tanımıyordu. 1 34

" İşte o ! İşte o ! " diye bağırdılar. "Hadi, bağla ! Yakala ! " Sonrasında ihtiyarı saraya getirdiler, yol boyunca kendisini bekleyen cezadan, onun başına alınacak olan üç bin tanga ödül­ den söz ettiler. Muhafızların her sözü kızgın bir köz gibi yüreğine oturuyordu. Tahtın önüne uzanmış feryat ediyor, affedilmesi için yalvarıyordu. " Kaldırın şunu ! " diye buyurdu Emir. Muhafızlar ihtiyarı kal­ dırdılar. Arslanbek saraylı lar kalabalığının arasından öne fırladı : "Eğer Emir bu sadık kulunun sözlerine kulak verirse söylemek isterim ki, bu kişi Nasreddin Hoca değil, tamamen başka birisi. Nasreddin Hoca daha kırkında yok, bu ise geçkin bir ihtiyar. " Muhafızları bir endişe aldı : P ara ödülü avuçlarından kayıp git­ mişti. Geriye kalan herkes şaşkınlık içinde susuyordu . "Neden kadın kıyafetine büründün?" diye sordu Emir tehditkar bir tonla. "Ben yüce ve her şeye kadir Emir ' in sarayına gidiyordum," diye yanıtladı ihtiyar titreyerek. "Ama karşıma tanımadığım bir adam çıktı ve bana daha Buhara ' ya varmadan Emir ' i n bir ferman çıkarıp başımın vurulmasını buyurduğunu söyledi, ben de korku­ ya kapılıp kadın kıyafeti giyerek kaçmaya karar verdim. " Emir ' in yüzüne i ç e işleyen v e alaycı b i r gülücük yayıldı : " Karşına bir insan çıktı . . . tanımadığın bir irısan. Ve sen ona hemen inandın mı? .. İlginç bir hikaye ! Biz senin başını neden vur­ mak istemişiz?" " Güya ben yüce Emir ' in haremine sızacağıma herkesin içinde yemin ettiğim için . . . Ama Allah şahidimdir, ben böyle bir şeyi asla düşünmedim ! Zaten ihtiyarım, gücüm yok ve hatta kendi hare­ mimden vazgeçeli çok oldu . . . " "Bizim haremimize girmek mi?" diye sordu Emir dudaklarını sıkarak. Emir ' in yüz ifadesine bakılırsa, bu ihtiyar onun için gi­ derek daha fazla kuşku uyandırıcı oluyordu. "Sen kimsin ve ne­ relisin?" 135

"Ben Bağdat ' tan bilge, müneccim ve hekimim . Buhara ' ya da yüce Emir ' in emri ve arzusu üzerine geldim ! . . " "Demek adın Hüseyin Husliya ! Sen gözümüzün içine baka baka yalan konuşuyorsun, menfur ihtiyar ! " diye öyle bir gürledi ki, şairlerin piri korkudan dizleri üzerine yığıldı. "Yalan konuşu­ yorsun ! İşte Hüseyin Husliya ! " Nasreddin Hoca Emir ' e saygı işareti yaparak cesaretle ileri fırladı ve ihtiyarın karşısına gel ip açıkça ve cesaretle doğrudan yüzüne baktı . İhtiyar şaşırdı ve geri geri çekildi. Ama aynı anda kendisine gelip bağırdı : " İşte ! İşte pazarda karşıma çıkıp Emir ' in başımı vurmak iste­ diğini söyleyen adamın ta kendisi ! " "Bu ne diyor, Hüseyin Husliya ! " diye haykırdı Emir tam bir şaşkınlık içinde. "Ne Hüseyin Husliyası ! " diye köpürdü ihtiyar. "Hüseyin Hus­ liya benim, o ise yalancının teki ! Benim adımı kullanmış ! " Nasreddin Hoca Emir ' in önünde yerlere kadar eğildi: "Yüce efendimiz cesur sözlerimden dolayı beni bağışlasın, ama bu ihtiyarın utanmazlığı sınır tanımıyor! Benim, kendi adını kullandığımı söylüyor. Sakın şu cübbeyi de kendisinden aldığımı söylemesin? "Elbette ! " diye bağırdı ihtiyar. "Bu benim cübbem ! " "Bu kavuk da senin olmasın sakın?" diye sordu Nasreddin Hoca alaycı bir ses tonuyla. "Öyle ya! Bu benim kavuğum ! Sen cübbeyi de kavuğu da alıp bana kadın kıyafeti verdin ! " "Demek öyle ! " dedi Nasreddin Hoca sesinde daha da alaycı bir tonla. "Tesadüfen bu kemer de senin olmasın?" "Benim kemerim ! "dedi ihtiyar öfkeyle. Nasreddin Hoca yü­ zünü tahta döndü : "Soylu efendimiz, Emirimiz karşısındakinin kim olduğuna ken­ di görerek ve duyarak emin olmuştur. Bu yalancı ve aşağılık ihtiyar, 136

kendisinin adını kullandığımı, bu cübbenin kendi cübbesi, bu ka­ vuğun kendi kavuğu ve bu kemerin de kendi kemeri olduğunu söy­ lüyor; yarın da bu yalancı ve aşağılık ihtiyar sarayın kendi sarayı, devletin tümünün kendi devleti, Buhara ' nın gerçek Emir ' i, bizim yüce Emirimiz ve şu anda karşımızda tahtında oturmakta olan nur yüzlü efendimiz değil de, gerçek Emir ' in kendisi olduğunu söyle­ yecektir ! Ondan her şey beklenir ! Zaten Buhara ' ya da Emir ' in ha­ remine kendi haremine girermiş gibi girmek niyetiyle gelmiştir! .. " "Haklısın, Hüseyin Husliya," dedi Emir. "Bu ihtiyarın, şüphe­ li ve tehlikeli olduğuna ve karanlı!< düşünceler taşıdığına kanaat getirdik. Ve derhal onun kafasını vücudundan ayırmak gerektiği görüşündeyiz . " İhtiyar inleyerek dizleri üzerine çöktü, elleriyle yüzünü kapattı. Nasreddin Hoca, entrikalarıyla pek çok insanın yaşamını mah­ vetmiş bir saray bilgesi olsa dahi, kendisine isnat edilen suçlarla hiçbir ilgisi olmayan bir insanın kendisi yüzünden idam kütüğüne gitmesine izin veremezdi. Emir ' in önünde eğildi: "Yüce Emir, lütfen benim sözlerime kulak verin. Onun kafa­ sını vurmak için asla geç kalmayız. Ama, önce onun gerçek adını ve kendisini Buhara ' ya getiren gerçek niyetini öğrenmek gerekir ki, onun işbirlikçileri olup olmadığını ve yıldızların elverişsiz ko­ numundan yararlanmaya karar vermiş iğrenç bir büyücü mü, yüce Emir ' in izini sürüp izlerinden tozlar toplayıp yarasa beyniyle ka­ rıştırarak kötü niyetle yüce Emir ' e zarar vermek amacıyla onun nargilesine katmak için gelip gelmediğini araştırmak gerekir. Yüce Emir onu, canını şimdilik bağışlayıp bana teslim etsin, çünkü sıra­ dan hapishane görevlilerini kötücül büyüleriyle kandırabil ir, ama kendisi benim bilgeliğim karşısında çaresiz kalacaktır, çünkü bü­ yücülerin tüm kurnazlıklarını ve onların büyülerini etkisiz kılma yöntemlerini biliyorum. Bu ihtiyarın kapısını kilitler, kapıyı bü­ yüsünün gücüyle kilitsiz açamasın diye yalnızca kendimin bildiği dualar okurum ve daha sonra kendisine ağır işkenceler yaparak her şeyi anlatmaya zorlarım . " 137

"Ne diyelim ki, " diye yanıtladı Emir. " S öylediklerin gayet mantıklı, Hüseyin Husliya. Al kendisini ve istediğini yap, ama dikkat et de kilitten kurtulaması n . " "Bu konuda Yüce Emir ' i n önünde kellemi koyarım." Yarım saat sonra Nasreddin Hoca, Emir ' in baş bilgesi ve mü­ neccimi olarak saray duvarının kulelerinden birinde kendisi için hazırlanmış olan dairenin yolunu tuttu; ardından da muhafızların eşlik ettiği suçlu ve aynı zamanda gerçek Hüseyin Husliya başını öne eğerek yürüyordu. Kulede, Nasreddin Hoca ' nın dairesinin üstünde, pencereleri çelik parmaklıklı yuvarlak bir hücre vardı. Nasreddin Hoca koca­ man bir anahtarla yeşile bürünmüş kilidi çevirip çelik kaplı kapıyı açtı. Muhafızlar ihtiyarı içeri itip yanına ince bir bağ da saman attılar. Nasreddin Hoca kapıyı kapattı ve sonra bakırdan kilidin üzerinde bir süre homurdandı, ama o kadar anlaşılmaz ve çabuk homurdanıyordu ki, muhafızlar sık sık yinelenen Allah adının dı­ şında hiçbir şey anlayamadılar. . . Nasreddin Hoca dairesinden son derece memnun kaldı. Emir kendisine on iki yorgan, sekiz yastık, çok sayıda çeşit çeşit mutfak eşyası, bir sepet taze beyaz pide, bir testi içinde bal ve masasında yer alan diğer pek çok lezzetli yiyecek göndermişti. Nasreddin Hoca oldukça yorulmuş ve acıkmıştı, ama yemeğin başına otur­ madan önce altı yorgan ve dört yastık alarak üstünde kalan esirine götürdü. İhtiyar bir köşede samanın üzerine oturmuş ve gözleri öfkeli bir kedinin gözleri gibi ateş atıyordu. "Gördüğün gibi, Hüseyin Husliya," dedi Nasreddin Hoca tatlı bir ifadeyle, "bu kulede mekanlarımız hiç de fena sayılmaz, ben altta, sen de yaşına ve bilgeliğine uygun olarak üsttesin. Burası ne kadar da tozlu ! Ben şimdi süpürürüm. " Nasreddin Hoca aşağıya indi, bir testi s u v e süpürge getirdi, taş döşemeyi temizce yıkadı, yorganları serdi, yastıkları da üzerine koydu, bir kez daha alt kata indi, pide, bal, helva, fıstık getirdi ve esirinin gözleri önünde her şeyi yarı yarıya böldü. 1 38

"Açlıktan ölmezsin, Hüseyin Husliya, " dedi. "Biz seninle ek­ meğimizi çıkarırız . İşte sana nargile, şuraya da tütünü koydum." Nasreddin Hoca bu küçük hücreyi neredeyse alt kattaki daire­ den daha iyi bir görünüm kazandırmak için düzenledikten sonra kapıyı kilitledi ve çıktı . İhtiyar tek başına kaldı. Tam bir şaşkınlık içindeydi. Yaşanan­ ları kafasında canlandırıyor, ölçüp biçiyor, ama olan bitenlerden hiçbir şey anlayamıyordu. Yorganlar yumuşak, yastıklar rahattı ve ne pideler, ne bal, ne tütün zehirli değillerdi . . . Gün içinde yaşadığı olağanüstü gerginliklerden bitkin düşmüş olan ihtiyar, kaderinin bundan sonrasını Allah ' a emanet ederek yattı. Bu sırada tüm bu talihsizliklerin suçlusu Nasreddin Hoca alt kattaki hücresinde pencerenin önüne oturmuş alacakaranlığın ye­ rini ağır ağır karanlığa bırakışını izliyor ve şaşırtıcı fırtınalı yaşa­ mını ve şimdi burada, yanı başında olan, ama şimdilik hiçbir şey­ den haberi olmayan sevgilisini düşünüyordu. Pencereye taze serin bir esinti vuruyor, müezzinlerin çınlayan hüzünlü sesleri gümüşi bir halka gibi gökyüzünde iç içe geçerek birlikte yankılanıyorlar­ dı; karanlık gökyüzünde yıldızlar beliriyor, parıldıyor, yanıyorlar ve tertemiz, soğuk ve ırak bir ateş topu gibi titreşiyorlardı ve orada kalbi ifade eden Aş Şuale, bir kızın örtüsünü sembolize eden üç El Gafr yıldızı, boynuzun sembolü olan iki Aş Ş aratan yıldızı vardı, lacivert semada olmayan yalnızca ölüm iğnesinin sembolü meşum Al Kalb yıldızıydı. . .

1 39

111.

BÖLÜM

Yaşasın ölmeyen can lı ! " B i n B i r Gece "

- 2 7 Nasreddin, Hoca Emir ' in güvenini ve teveccühünü kazanmış, tüm konularda en yakın danışmanı olmuştu. Kendisi kararlar alıyor, Emir imzalıyor, başvezir Bahtiyar ' a da sadece bakır oyma mührü vurmak kalıyordu. "Yüce Allahım, devletimizde neler oluyor böy­ le ! " diye içten içe haykırıyordu Emir ' in vergilerin iptali, yollar ve köprülerin ücretsiz kullanılması, pazar yeri vergilerinde indirime gidilmesine ilişkin fermanlarını okurken. "Bu gidişle hazine tamta­ kır kalmaz mı? Bu içi çürüyesice yeni bilge, on yıldan fazla çalışıp çabalayarak oturttuğum düzeni bir hafta içinde yerle bir etti. " B i r ara kuşkularını Emir ' e arz etme cesareti gösterdi. Hüküm­ dar da: " S en ne bilir, anlarsın ki, zavallı? Biz hazinemizi tamtakır bı­ rakan bu fermanlardan dolayı en az senin kadar üzülüyoruz, ama yıldızlar böyle buyuruyorsa, bizim elimizden ne gelir! Sakin ol, Bahtiyar, kısa bir süre için; yıldızlar elverişli konuma gelene ka­ dar. Şuna açıkla, Hüseyin Husliya. " Nasreddin Hoca başveziri b i r köşeye çekti, bir yastığa oturttu ve demirciler, bakırcılar ve silah ustaları için ek vergileri neden derhal kaldırmak gerektiğini uzun uzun açıkladı. "Başak burcunun yıldızları Al Avva ve Yay burcunun yıldızları Al-Bal, Kova burcunun yıldızları Sad-Bul ' a karşılar. " dedi Nas­ reddin Hoca. "Anlıyor musun, muhterem ve nur yüzlü vezir, onlar birbirlerine zıtlar ve uyumdan uzaklar. " 141

"Onlar birbirlerine zıt ise ne olmuş ki?" diye itiraz etti vezir. "Onlar eskiden de zıt durumdaydılar, ancak, vergileri düzenli ola­ rak toplamamıza hiç de engel oluşturmadılar. " "Ama, sen Boğa burcundaki Ak-Dabaran yıldızını unuttun ! " diye haykırdı Nasreddin Hoca. "Ey vezir, gökyüzüne bakınca, kendin de anlayacaksın ! " "Gökyüzüne n e bakacakmışım ! " dedi inatçı vezir. " Benim gö­ revim hazineyi koruyup doldurmaktır; görüyorum ki, senin saraya geldiğin günden bu yana hazinenin gelirleri azaldı ve vergi girişi yavaşladı. Şimdi tam da şehrin meslek erbaplarından vergi topla­ ma zamanı geldi; söyler misin, neden bu vergileri toplayamaya­ cakmışız?" "Neden ne demek?" diye kükredi Nasreddin Hoca. "Sana bir sa­ attir bunu açıklıyorum ! On iki burçtan her birine ayın iki halinin üçte birinin düştüğünü nasıl oluyor da şimdiye kadar anlamıyorsun ! .. " "Ama ben vergi toplamak zorundayım ! " diye sözünü kesti ve­ zir. " S en verginin ne olduğunu biliyor musun ! " "Bekle bir, " diye durdurdu onu Nasreddin Hoca. "Ben sana he­ nüz As-Surey burcu ve sekiz adet An-Naimi yıldızları konusunda açıklama yapmadım . . . " Burada Hoca o kadar karmaşık ve ayrıntılı açıklamalara kal­ kışınca başvezirin kafası zonklamaya, gözleri kararmaya başladı . Ayağa kalkıp yalpalayarak çıktı . Nasreddin Hoca da Emir ' in ya­ nına döndü : "Ey hükümdarım ! Yaşlılık onun kafasını gümüşle kaplamış olsa da, kafasının içindekileri altına dönüştürmeksizin yalnız­ ca dış görünüş itibarıyla zengin kılmış. Benim bilgeliğimi içine sindiremedi. Hiçbir şey anlamadı, hükümdarım. B izzat Lokman Hekim ' i dahi gölgede bırakan yüce Emir ' i n sahip olduğu aklın hiç olmazsa binde birine sahip olsaydı keşke ! " Emir hoşgörüyle ve kendinden memnun gülümsedi. Tüm bu­ günler boyunca Nasreddin Hoca ona eşi benzeri olmayan bir bil­ geliğe sahip olduğu düşüncesini aşıladı ve bu yolda epey mesafe katetti. Ve şimdi, kendisi Emir ' e bir şeyler kanıtlamaya çalışırken, Emir de derin düşünceler içindeymiş pozlarında onu dinliyor ve 142

aklının gerçek düzeyinin ortaya çıkmasından çekinerek Hoca ' ya itiraz etmiyordu. E rtesi gün Bahtiyar saraylılar arasında şunları konuşuyordu : "Hüseyin Husliya ' nın ta kendisi olan yeni bilge hepimizi batıraca k ! Biz, vergi toplama dönemlerinde Emir ' in hazinesi­ ne gürül gürül akan ırmaktan aldıklarımızla zenginleşebiliyo­ ruz sadece. İ şte payımızı alma zamanı geldi, ama bu Hüseyin Husliya engel oluyor. O, yıldızların konumlarını bahane ediyor; ama Allah ' ın emrinde olan yıldızların, soylu ve yüce insanların aleyhine konumlanıp, böylelikle, kazançlarını bize vermek yeri­ ne -eminim ki- utanmadan zıkkımlanan aşağılık zanaatkarların lehine konumlandıklarını kim ne zaman duymuştur? Yıldızların böyle konumlandıklarını kim ve ne zaman duymuştur? Hiçbir kitapta böyle bir şey yazmıyor, çünkü, böyle bir kitap ortaya çıkmış olsaydı dahi, derhal yakılırdı, onu uydurmuş olan insan lanetlidir ve büyük bir kafir, dinsiz ve zalim birisi olarak lanet­ lenir, cezalandırılırdı ! " S araylılar Bahtiyar ' ın m ı yoksa yeni bilgenin mi yanında yer almanın kendi çıkarlarına uygun olacağına karar verememiş ol­ duklarından susuyorlardı. "Daha şimdiden vergi geliri günden güne azalıyor, " diye de­ vam etti Bahtiyar. "Ve hazinenin boşalacağı, Emir ' e yakın olan bizlerin de iflas edeceğimiz, sırma kumaştan cübbeler yerine ba­ sit, kaba kumaştan cübbeler giyeceğimiz, yirmi eş yerine yalnızca iki eş ile yetineceğimiz ve yine gümüş kaplar yerine kilden kaplar verecekleri, pilavlarımıza taze koyun eti yerine yalnızca köpek­ ler ve zanaatkarların ağzına layık sert sığır eti yiyeceğimiz günler çok yakındır ! İ şte yeni bilge Hüseyin Husliya ' nın bize söyledik­ leri bunlardır; bunu görmeyen kördür ve onun başı da beladadır ! " Bahtiyar bunları saraylıların yeni bilgeye karşı ö fkelenmeleri için söylüyordu . Ama, çabaları boşunaydı. Hüseyin Husliya başarı basamaklarında gitgide yükseliyordu. Hoca özellikle de ' Övgü Gününde ' farkını ortaya koydu . Çok eski bir geleneğe göre, tüm vezirler, erkan, şairler her ay Emir ' in huzurunda onu övme yarışı düzenliyorlardı . Birinci gelen ödül alıyordu. 1 43

Herkes övgülerini sıraladı, ama Emir memnun kalmadı. "Geçen defa da siz bize aynı şeyleri söylediniz, " dedi Emir. "Ve görüyoruz ki, siz övgü düzmede yeterince gayretl i değilsiniz. Aklınızı zorlama arzusunda değilsiniz, ama bugün biz sizin aklını­ zı çalıştırmasını biliriz. Biz size sorular soracağız ve siz de yanıt­ larınızda övgüyle gerçeği bütünleştirerek vermek zorundasınız . " Emir ilk sorusunu sordu : "Eğer biz, sizin iddialarınıza bakılırsa, kudretli ve yenilmez­ sek, neden komşumuz Müslüman ülkelerin hükümdarları bize zengin hediyeler ve bileği bükülemez hükümdarlığımıza kayıtsız koşulsuz itaatlerini ilan etmesi gereken elçilerini göndermediler? Bu konudaki yanıtınızı bekliyoruz." S araylılar tam bir şaşkınlık içindeydi. Anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyorlar, doğrudan yanıt vermekten mümkün olduğunca kaçınıyorlardı. Kendinden emin sakinliğini koruyan tek kişi Nas­ reddin Hoca ' ydı. Sıra kendisine gelince, Hoca: "Benim önemsiz sözlerim, umarım yüce Emir ' in dikkatine layık olurlar. E fendimizin sorusunun yanıtı çok basit. Komşu ülkeleri yöneten hükümdarlar efendimizin kudreti karşısında sü­ rekli bir korku ve endişe içindeler ve şöyle düşünüyorlar: ' E ğer yüce, şanlı ve kudretl i Buhara E miri ' ne zengin hediyeler gönde­ rirsek, Emir, topraklarımızın çok zengin olduğunu düşünür ve bundan esinlenerek askerleriyle girip topraklarımızı elimizden alır. E ğer, tam tersine, kendisine ucuz hediyeler gönderirsek, bunu bir hakaret kabul ederek ordusunu yine üzerimize sürer. En iyisi, yüce, şanlı ve kudretli Buhara Emiri ' ne mevcudiyetimizi anımsatmamaktır. ' Diğer hükümdarlar işte böyle düşünüyorlar ve onların Buhara ' ya ellerinde pahal ı hediyeler göndermeme­ lerinin nedenini, efendimizin sınırsız kudreti karşısında bitmek bilmeyen korkuda aramak gerekir. " Hoca ' nın yanıtına tam anlamıyla hayran kalan Emir, "İşte ! " diye kükredi. "Emir ' in sorularına işte böyle yanıt ver­ mek gerekir ! Duydunuz ! Ders alın, gevezeler, odunlar ! Gerçekten de, Hüseyin Husliya bilgelikte hepinizden on kat üstün ! Kendisine minnettarız." ı 44

Hemen o anda sarayın aşçısı Nasreddin Hoca ' ya koştu ve ağzını helva ve akide şekeri ile tıka basa doldurdu. Nasreddin Hoca ' nın yanakları şişti, nefesi kesildi ve koyu tatlı bir salya ger­ danına akmaya başladı. Emir buna benzer birkaç tuzak soru daha sordu . Nasreddin Hoca ' nın yanıtları her defasında en iyisiydi. "Bir saraylının en önde gelen yükümlülüğü nedir?" diye sordu Emir. Nasreddin Hoca yanıtladı : "Ey yüce, nur yüzlü hükümdarım ! Bir saraylının en önde ge­ len yükümlülüğü, gerekli esnekliğe kavuşmak için her gün bel kemiğini dayanıklı kılacak idman yapmaktan ibarettir; çünkü bu olmadan saraylı sadakatini ve minnettarlığını gerektiği gibi ifade edemeyecektir. Bir saraylının bel kemiği, gereği gibi eğilme be­ cerisinden yoksun sıradan bir ölümlünün uyuşuk bel kemiğinden farklı olarak kolayca eğilip her yöne kıvrılabilme becerisine sahip olmak zorundadır. " " İşte bu ! " diye haykırdı yanıta hayran kalan Emir. "İşte bu, bel kemiğinin günlük olarak çalıştırılmas ı ! B ilge Hüseyin Husliya ' ya minnettarlığımızı bir kez daha ifade edelim ! " Nasreddin Hoca ' nın ağzı helva ve akide şekerleri ile ikinci kez tıka basa dolduruldu. Bugün

saraylıların

çoğu

Bahtiyar ' ı terk edip

Nasreddin

Hoca 'nın yanında yer aldılar. Akşam Bahtiyar Arslanbek ' i çağırdı. Yeni bilge ikisi için de aynı derecede tehdit oluşturuyordu ve onu devirmek için geçici olarak eski düşmanlıklarını unuttular. "Pilavına bir şeyler katmak hiç de fena olmaz, " dedi bu işlerde usta olan Arslanbek. " S onra da Emir kafamızı koparsın ! " diye itiraz etti Bahtiyar. "Hayır, muhterem Arslanbek, başka türlü davranmak gerekir. Biz Hüseyin Husliya ' nın bilgeliğini her fırsatta övüp göklere çı­ kararak, saraylıların gözünde Hüseyin Husliya ' nın bilgeliğinin, Emir ' in bilgeliğinin önüne geçtiği kuşkusu yaratmayı sağlamalı­ yız. Bıkmadan usanmadan Hüseyin Husliya ' yı övüp göklere çıka145

racağız ve sonuçta Emir ' i n onu kıskanacağı gün önünde sonunda gelecektir. Ve o gün de, Hüseyin Husliya ' nın yükselişinin son, dü­ şüşünün ilk günü olacaktır ! " Ama, yazgı Nasreddin Hoca ' yı özenle koruyor ve hataları dahi onun lehine çalışıyordu. Bahtiyar ve Arslanbek her gün abartarak yeni bilgeyi överek, ortak bir çabayla neredeyse amaçlarına ulaşmışken ve Emir onu içten içe kıskanmaya başladığında Nasreddin Hoca bir pot kırdı. Emir ' le, çiçeklerin hoş renklerini koklayarak ve kuşların şar­ kılarının zevkini çıkararak bahçede geziyorlardı . Emir suskundu. Nasreddin Hoca bu suskunlukta gizli bir tatsızlık seziyordu, ama nedenini anlayamıyordu. " S enin tutsağın, şu ihtiyar ne durumda?" diye sordu Emir. "Onun gerçek adını ve Buhara ' ya gelmekteki gerçek niyetini öğ­ renebildin mi?" Nasreddin o sırada Gülcan ' ı düşünüyordu ve dalgınlıkla : "Varsın yüce E m i r bu sefil kulunu bağışlasın. İhtiyardan bir kelime dahi alamadım. Bir balık gibi susuyor. " dedi. " İşkence yapmayı denedin mi?" "Ey yüce hükümdarım, hem de ne çok! Önceki gün tüm ke­ miklerini kırdım, dün de tüm gün çelik kerpetenle dişlerini yerin­ den oynattım." "Dişlerini yerinden oynatmak, iyi bir işkence," dedi Emir. "Tuhaftır, hala susuyor. Usta ve deneyimli bir celladı yardımına göndersek?" "Hayır, yüce hükümdar hiç tasa etmesin ! Yarın yeni bir işken­ ce uygulayacağım; ihtiyarın dilini ve damaklarım kızgın çuvaldız­ la deleceğim. " "Dur bakalım, dur, " diye gürledi Emir v e yüzü bir anda alev­ lendi. "Sen kızgın çuvaldız ile dilini delersen, nasıl konuşacak, peki? Bunu düşünemedin, Hüseyin Husliya ve öngöremedim, ama biz, yüce Emir olarak, düşündük, öngördük ve senin hatanın önü­ nü aldık, buradan da anlaşılıyor ki, sen eşsiz bir bilge olsan da, bizim bilgeliğimiz seninkini fersah fersah aşar ve şu anda sen de buna kanaat getirmiş olmalısın . " 146

Yüzü mutluluktan parlayan E mir saraylıların derhal toplanma­ sını buyurdu, saraylılar toplandığında ise Emir, bugün Hüseyin Husliya ' nın yapmaya hazır olduğu bir hatayı önleyerek bilgelikte onu geçtiğini açıkladı. S aray katibi Emir ' in her sözünü, daha sonraki yüzyıllara taşı­ mak için büyük bir gayretle kaydetti. O günden sonra kıskançlık Emir ' i terk etti. Böylece, Nasreddin Hoca tesadüfi bir hata sayesinde düşman­ larının sinsi niyetlerinin önünü almış oldu. Ama, onun gitgide daha da artan, katlanılamaz yalnızlık ve hü­ zün anları oluyordu. Dolunay Buhara ' nın tepesinde yükseklerde duruyordu; sayısızca minarenin çini başlıkları zayıf bir ışıkla pa­ rıldıyor, taştan masif tabanlar mavi bir dumana gark oluyordu. Ça­ tılar üzerinde serin ve gündüz sıcaktan kavrulmuş ve gece henüz soğuyamamış toprağın ve duvarların olduğu aşağıdan da bunaltıcı bir rüzgar esiyordu. Ortalık ıssızdı : Saray, camiler, kulübeler; kut­ sal şehrin tatlı uykusunu içe işleyen feryatlarıyla rahatsız eden bir baykuştu yalnızca . İçten içe biliyordu ki, Gülcan uyumuyor, belki her ikisi de aynı minareye bakıyorlar, ama duvarlar, parmaklıklar, muhafızlar, harem ağası ve ihtiyar kadınların kendilerini ayırma­ sındandır ki, birbirini göremiyorlardı. Nasreddin Hoca sarayın kapılarını açabilmişti, ama harem önceden de olduğu gibi onun için sıkı sıkıya kapalıydı; Nasreddin Hoca ' ya haremi yalnızca bir tesadüf açabilirdi. Bu fırsatı bıkmadan usanmadan kolluyordu, ama boşunaydı. Hala Gülcan ' a kendisine dair bir habercik dahi uçuramamıştı . Pencerenin kıyısında oturuyor, rüzgarı öpüyor ve : "Ne kaybe­ dersin ki ! Git bir anlığına onun penceresine uç, dudaklarına do­ kun. Gülcan ' a öpücüklerimi götür ve kulağına onu unutmadığımı ve kurtaracağımı fısılda ! " Rüzgar Hoca ' dan uzaklaştı . Hoca da hüznüyle baş başa kaldı yeniden. Gün doğdu ve günün doğmasıyla bilindik koşuşturmacalar ve kaygılar başladı. Yine büyük salona gitmek, orada Emir ' in gelişini beklemek, saraylıların övgü dolu sözlerini dinlemek, Bahtiyar ' ın kurnazca kazdığı kuyuları tahmin etmek, zehir dolu bakışlarını yakalamak gerekiyordu. Sonra da Emir ' i n eteğine ka147

panmak, ona övgüler düzmek, devamında da uzun süre onunla oturmak, içindeki nefreti gizleyerek onun şişkin, buruşuk yüzüne bakmak, aptalca konuşmalarını dikkatle dinlemek, ona yıldızların konumlanmalarını açıklamak gerekiyordu. Tüm bunlar Nasreddin Hoca ' yı o denli usandırıyor ve tiksindiriyordu ki, Emir için yeni bulgular aramaktan vazgeçti ve Emir ' in başının ağrımasının ne­ denini, tarlalarda suların yetersizliğini, buğday fiyatlarının artışını da hep aynı yıldızlara atıfta bulunarak aynı sözlerle açıklıyordu . "Merkür gezegeni Akrep burcunun soluna konumlanırken, Sad­ ad-Zabih yıldızları Kova burcuna karşı dururlar. Hükümdarımızı bu­ gün uyku tutmaması da bundandır," diyordu monoton bir ses tonuyla. " Sad-ad-Zabih yıldızları Merkür gezegenine karşı, ama bu ara­ da . . . Bunu aklımda tutmam gerek . . . Yinelesene, Hüseyin Husliya. " Yüce Emir ' de bellek sıfırdı. E rtesi gün konuşma yeniden baş­ lamıştı : "Ey yüce Emir, hayvanların dağlarda telef olması, Merkür ge­ zegeni Akrep burcuna karşı koyarken Sad-ad-Zabih yıldızlarının Kova burcu ile bütünleşmesiyle açıklanabilir. " "Yani, Sad-ad-Zabih yıldızlarını akılda tutmak gerek," diyordu Emir. ' Her şeye kadir Allah, bu adam ne kadar da aptal, ' diye içinden geçirdi Nasreddin Hoca, canı sıkılmıştı . ' Bu Bağdat halifesinden de aptal ! Usandırdı beni ! Buradan kurtuluşum yakın mı acaba? ' B u sırada Emir yeniden konuşmaya başladı : "Hüseyin Husliya, devletimizde şimdi tam bir barış ve huzur hüküm sürüyor. Ve hatta bu namus düşmanı Nasreddin Hoca ' dan hiç haber yok. Nereye gitmiş olabilir ve neden sesi çıkmıyor? Açıklasana bana. " " E y kudretli efendimiz, yeryüzünün merkezi ! Sad-ad Zabih yıldızları , " diye başladı Nasreddin Hoca monoton ve yavan bir sesle ve defalarca söylediklerini yineledi. "Ayrıca, yüce Emir, bu namussuz Nasreddin Hoca Bağdat ' a uğramış ve benim bilgeli­ ğimden haberdar olmuş. Benim B uhara ' ya geldiğimi duyunca da korku ve dehşete kapılarak gözden kaybolmuş, çünkü benim onu rahatlıkla yakalayabileceğimi kendisi biliyor. " 1 48

"Yakalamak mı? Bu harika bir şey olur. Ama onu nasıl yakala­ mayı düşünüyorsun?" "Bunun için ben Sad-ad-Zabih yıldızlarının Jüpiter gezegeni ile uyum içinde olduğunu görüyorum. " "Jüpiter gezegeniyle," diye yineledi E mir. "Bunu aklımda tut­ malıyım . Biliyor musun, Hüseyin Husliya, bu gece aklımıza ne kadar bilgece bir fikir geldi? Bahtiyar ' ı görevinden alıp, seni onun yerine başvezir olarak atamak . " Bu durumda Emir ' in ayaklarına kapanıp o n a övgüler düzmek, teşekkür etmek, sonra da şu anda vezir değişikliğine gitmenin mümkün olmadığını, çünkü, S ad-ad-Zabih yıldızlarının buna el vermediğini açıklamak gerekirdi. "Çabucak kaç bu saraydan," diye geçirdi içinden Nasreddin Hoca. Nasreddin Hoca bir fırsat beklentisiyle sarayda mutsuz sıkıcı günler geçiriyordu . Canı pazar alanını, kalabalıklar arasına karış­ mayı, çayhaneyi, dumanı tüten aşhaneyi çekiyordu; acı biberli ve koyun etli bir tas soğan çorbasını, pazarda yapılan ucuz pilavdaki damarlar ve kıkırdakları Emir ' in sarayındaki tüm lezzetlere tercih ederdi. S ırma cübbesinin yerine yırtık pırtık bir çaputu giymeye razıydı, yeter ki, güzel sözler ve övgüler yerine yürekten söylenen sıradan, yalın sözler ve bol kahkahalar duyabilsindi. Ama, yazgı Nasreddin Hoca ' yı sınamaya devam ediyordu ve elverişli bir fırsat yaratmadı. Bu arada E mir de bizzat kendi hüküm­ dar elleriyle yeni cariyenin yüz örtüsünü kaldırabilmesine yıldızla­ rın ne zaman izin vereceğini giderek daha sıkça sormaya başladı. - 2 8 Bir defasında Emir çok zamansız bir anda Bağdatlı bilgeyi kendisine çağırdı. Sabahın çok erken saatleriydi, tüm saray uyku­ daydı, saray çeşmelerinin şırıltıları, kumruların uğultuları, kanat çırpışları duyuluyordu. "Bana neden ihtiyaç duydu ki?" diyordu Nasreddin Hoca şaşkınlıkla Emir ' in yatak odasına çıkan yeşim merdiven basamakları tırmanırken . Karşısına b i r gölge gibi yatak odasından gelen Bahtiyar çıktı . Ayaküstü selamlaştılar. Nasreddin Hoca bu işte bir bit yeniği his­ setmişti ve oldukça dikkatliydi. 1 49

Nasreddin Hoca yatak odasında harem ağasını gördü. Yüce bakir Emir ' in yatağının önünde yerlere eğilerek uzanmış, oflayıp pufluyordu, yanı başındaki halının üzerinde ise altın kaplama pal­ miye bastonun parçaları vardı. Ağır kadife perdeler Emir 'in yatağını taze sabah rüzgarından, güneş ışıklarından ve kuş cıvıltılarından mahrum bırakıyordu . Yatak, som altından yapılmış olmasına karşın, duman ve koku yaymada kilden yapılmış sıradan emsalinden geri kalmayan kan­ dilin sönük aleviyle aydınlanıyordu. Bir köşede hoş, tatlı bir koku yayan zayıf olsa da koyun iç yağının isli kokusunu bastırmaya yeten nargile yakma aletleri vardı. Yatak odasının havası o denli ağırdı ki, Nasreddin Hoca ' nın burnunun direği sızladı ve boğazı gıcıklandı . Emir ipek yorganın altından kıllı bacaklarını çıkarmış oturu­ yordu; Nasreddin Hoca hükümdarın topuklarının, sanki zaman zaman H int nargile yakma aletlerinin üzerinde tutmuş gibi koyu sarı renk aldığını fark etti . "Hüseyin Husliya, büyük bir düş kırıklığına uğradık, bunun suçlusu da, karşında gördüğün harem ağasıdır. " dedi Emir. "Ey yüce hükümdar ! " diye bir çığlık attı Nasreddin Hoca. Şaş­ kınlıktan donakalmıştı. "Buna nasıl cesaret etti ki?" " Hayır, hayır ! " Emir yüzünü buruşturdu ve elini sallayarak. "Eğer biz kendisini harem ağası olarak tayin etmeden önce, ken­ dimize özgü bilgeliğimizle her şeyi öngörmüş, her ayrıntıyı dü­ şünmüşsek, o buna nasıl cesaret edebilir ki? İş tamamen başka . Bugün öğrendik ki, bu alçak, yani harem ağası devlet içinde en yüksek makamlardan birine tayin etmek gibi kendisine sunduğu­ muz bu yüce lütfu unutup yükümlülüklerini ihmal etmeye başla­ mış. Son zamanlarda cariyelerimizi ziyaret etmiyor olmamızdan yararlanarak, esrar içip sefahat sürmek için haremi üç gün boyun­ ca terk etme cüretini göstermiş. Haremin huzuru kaçmış ve düzen bozulmuş, gözetimden kurtulmuş olan cariyeler de kendi araların­ da kavgaya başlamışlar, birbirlerinin saçlarını yolup yüzlerini ya­ ralamışlar, böylelikle de biz, yani yüce Emir hiç kuşkusuz ziyana uğradık, çünkü yüzü yaralı ya da seyrek saçlı bir kadın bizim gö­ zümüzde mükemmel kadın sayılamaz. Bunun dışında, bizi hüzün ı so

ve yasa boğan bir olay daha oldu : Yeni cariyemiz hastalandı ve üç gündür yemeden içmeden kesildi . " Hoca irkildi. Emir onu bir e l hareketiyle durdurdu : "Bekle. Biz konuşmamızı bitirmedik henüz. Hastalığı o denli ciddi ki, yaşama veda edebilir. E ğer onu bir defacık olsun ziya­ ret edebilseydik, hastalığı ve hatta ölümü bizi bu denli üzmezdi, ama, senin de bildiğin gibi Hüseyin Husliya, şimdi büyük ama çok büyük acılara gark oluyoruz . Bu nedenledir ki biz, " diye sürdür­ dü konuşmasını Emir, sesini yükselterek, "bir daha üzüntüler ve moral bozuklukları yaşamamak için, bu alçak ve sefih adamı ma­ kamından alıp tüm ihsanlarımızdan mahrum bırakma ve kendisine iki yüz kırbaç vurma kararı aldık. Sana da, Hüseyin Husliya, tam tersine, büyük bir ihsan bahşederek, boşalan makama atama, yani seni haremin ağası tayin etme kararı aldık ! " Nasreddin Hoca ' nın ayakları yerden kesildi, nefesi durdu, so­ ğuk terler dökmeye başladı. Emir kaşlarını kaldırarak tehditkar bir edayla sordu : "Yoksa bize itiraz etme niyetinde misin, Hüseyin Husliya? Yoksa sen boş ve anlık zevkleri bizim hükümdarlığımıza hizmette bulunmak gibi büyük bir mutluluğa tercih mi ediyorsun? Niyetin buysa, yanıt ver ! " Nasreddin Hoca artık kendine gelmişti . Emir ' i n önünde eğildi : "Yüce hükümdarımızı Allah korusun. Emir ' in benim gibi bir miskine olan teveccühünde sınır yok. Yüce efendimiz, yakınla­ rının en gizli ve mahrem arzularını tahmin etmede sihirli bir be­ ceriye sahip ve bu da kendisine, onlara kendi nimetlerini sürekli sunma olanağı vermektedir. Ben değersiz kulunuz, bastonla dö­ vülmek gibi adil bir cezayı hak etmiş olarak şu anda halının üze­ rinde yatan şu tembel ve aptalın yerine geçmeyi defalarca düşle­ mişimdir; defalarca düşlemiş olmama karşın bu arzumu Emir ' e söylemeye cesaret edemedim. İşte yüce hükümdar kendisi. . . " "Peki, sana engel olan nedir?" diye dostça v e neşeyle sor­ du Emir, Hoca ' nın sözünü keserek. " Ş imdi hekimi çağırırız ve o da bıçaklarını alır, kapalı bir yere gidersiniz, biz de bu sırada ısı

Bahtiyar ' a senin harem ağası olarak atanman için bir emir yazma­ sını buyururuz." "Hey ! " diye bağırdı Emir avuçlarını çırparak. "Hükümdarımız benim değersiz sözlerime kulak versin," dedi aceleyle Nasreddin Hoca korkuyla kapıya bakarak. "Ben şimdi hekimle kapalı bir yere büyük bir mutlulukla giderdim, ama beni kaygılandıran tek şey, hükümdarımızın saadetidir. Bu işlemden sonra uzun süre yatakta yatmam gerekecek, ama hükümdarımızın yeni cariyesi bu süre içinde ölebilir ve Emirimizin yüreğini ka­ ralar bağlar, bunu düşünmek dahi benim için katlanılabilecek ve sabredilebilecek bir durum değil. Bu yüzdendir ki, ben öncelikle hastalığı cariyeden defetmek, sonra da harem ağası görevini üst­ lenme hazırlıklarına başlamak için hekime giderim." "Hımın ! " dedi Emir ve büyük bir kuşkuyla Nasreddin Hoca ' ya baktı. "Ey hükümdarı m ! Cariyeniz üç gündür yemeden içmeden ke­ silmiş ya . " "Hımın ! . . " diye yineledi Emir v e önünde yatan harem ağasına dönerek: "Ey sen, sefil örümcek yavrusu, soruma yanıt ver: Ca­ riyemizin hastalığı ciddi mi ve gerçekten de onun hastalığından endişe duymamız gerekiyor mu?" Nasreddin Hoca sırtından soğuk terler döküldüğünü hissedi­ yordu . Yanıtı korkunç bir endişeyle bekliyordu. Harem ağası: "Ey yüce efendimiz, zayıfladı, bir yeni ay gibi soldu, yüzü mum gibi sarardı soldu, parmakları ise soğuk. .. İhtiyar kadınlar bunun çok hayra alamet olmadığını söylüyorlar. . . " dedi. Emir düşüncelere daldı. Nasreddin Hoca, gölge bir köşeye çe­ kildi ve yatak odasında sisin oluşturduğu ve beti benzi atmış yü­ zünü gizleyen loşluğa minnettardı . "Evet! " dedi Emir. "Eğer öyleyse, gerçekten d e ölüp bizi acıya boğacak. En önemlisi de, biz henüz onu bir kez olsun ziyaret etmedik. Ama Hüseyin Husliya, onu tedavi edebileceğinden emin misin?" "Yüce hükümdarım kesinlikle bilir ki, Buhara ' dan Bağdat ' a kadar benden daha hünerli bir hekim yoktur. " 1 52

"Git Hüseyin Husliya, ona ilaç hazırla." "Yüce efendimiz, ben önce onun hastalığına teşhis koymalı­ yım. Bunun için de onu muayene etmem gerek. " "Muayene mi?" dedi Emir alaycı bir tonla. "Hüseyin Husliya, harem ağası olduğunda istediğin kadar muayene edersin . " " E y hükümdarım ! " dedi Hoca, yere kadar eğilerek. " B e n . . . " "Miskin kul ! " diye çıkıştı Emir. "Biliyor musun ki, ölümlü­ lerden hiçbiri, korkunç bir cezaya çarptırılma korkusuyla cari­ yelerimizin yüzünü görme hakkına sahip değildir! Bunu biliyor muydun?" "Biliyorum, ey hükümdarım ! " diye yanıt verdi Nasreddin Hoca. "Ama, ben onun yüzünden söz etmiyorum. Ben asla onun yüzüne bakmaya cüret edemem. Benim, onun eline bakmam ye­ terli olacaktır, çünkü, benim gibi maharetli bir hekim tırnakların renginden her hastalığı teşhis edebilir. " "Eline mi?" diye yineledi Emir. "Neden başta söylemedin de, Hüseyin Husliya, bizi boş yere ö fkelendirdin? Eline bakmak. Bu elbette olur. Seninle birlikte hareme gideriz; sanıyorum, kadın .e li­ nin görülmesi bize halel getirmez . " "Elin görülmesi yüce hükümdarımıza halel getirmez," diye ya­ nıtladı Nasreddin Hoca, Gülcan ile baş başa zaten görüşemeyece­ ğini hesaplayarak, eğer bir tanık yanında görmek kaçınılmazsa, bu tanık varsın Emir olsundu, çünkü sonuçta Emir ' in içinde herhangi bir kuşku kalmayacaktı. - 2 9 Boş bir bekleyiş içinde geçen günlerden sonra, haremin kapısı Nasreddin Hoca ' ya nihayet açılmıştı. Muhafızlar bir kenara çekilerek onlara yol veriyorlardı . Nas­ reddin Hoca Emir ' i n arkasından taş merdiveni çıktı, dış kapıya doğru bir adım attı ve muhteşem bahçeyi, bahçedeki tomar tomar gülleri, şebboyları, sümbülleri, çeşmeleri, üzerine hafif bir buhar çökmüş olan siyah ve beyaz mermerle kaplı havuzu gördü. Çi­ çeklerin, otların, yaprakların üzerinde sabah kırağısı titreşiyordu . ı 53

Nasreddin Hoca ' nın yüzünde solgunluk ve allık sürekli yer de­ ğiştiriyordu. Harem ağası ceviz ağacından oyma kapıları açtı. Koyu karanlıktan yoğun bir amber, misk ve gül yağı kokusu geliyordu. Burası, Emir ' in şahane cariyelerinin acınası yaşam alanıydı . Nasreddin Hoca, zamanı geldiğinde yolları şaşırıp kendisinin ve Gülcan ' ın yok edilmesine meydan vermemek için büyük bir gayretle tüm köşeleri, geçişleri ve kavşakları belleğine kazıyordu . "Önce sağa, şimdi de sola. Burası merdiven. Burada yaşlı bir ka­ dın nöbet tutuyor. Ş imdi tekrar sola . . . " diye içinden tekrarlıyordu. Geçitler Çin işi renkli camlar arasından sızan mavi, yeşil ve pem­ be renklerle zar zor aydınlanıyordu. Harem ağası basık bir kapının önünde durdu. " Kendisi burada hükümdarım." Nasreddin Hoca Emir ' in ardından mahrem eşiği geçti. Burası, döşemesi ve duvarları halılarla kaplı küçücük bir odaydı. Odanın duvarlarındaki çıkıntılarda içi bilezikler, küpeler, gerdanlıklarla dolu sedef mücevher kutuları, duvarda kocaman gümüş çerçeveli bir ayna vardı. Zavallı Gülcan böyle bir zenginliği rüyasında dahi görememiş­ tir! Nasreddin Hoca onun inci kaplı küçücük ayakkabılarını görünce aşırı heyecanlandı. Gülcan ayakkabılarının topuklarına basıvermiş­ ti ! .. Hoca heyecanını ele vermemek için ne kadar da çabalıyordu ! Harem ağası eliyle köşedeki ipek perdeyi işaret etti. Gülcan orada yatıyordu. "Uyuyor, " dedi harem ağası fısıltıyla. Nasreddin Hoca ' yı hafif bir titreme tuttu. Sevdiği kız yanı ba­ şındaydı. " S ıkı dur, cesaretini topla ! " dedi kendi kendine. Ama perdeye yaklaşır yaklaşmaz, uyuyan Gülcan ' ın nefes alı­ şını duydu, yatağın baş ucundaki ipeğin hafifçe oynadığını gördü ve sanki bir şeyler demir pençeleriyle boğazına yapıştı, gözlerine yaşlar üşüştü, nefesi kesildi. "Neden yavaşladın, Hüseyin Husliya?" diye sordu E mir. "Ey hükümdarım, onun nefesini dinliyorum. Bu perdenin aralığından senin cariyenin kalp atışlarını duymaya çalışıyorum. Adı neydi? " "Adı Gülcan, " diye yanıtladı Emir. 1 54

"Gülcan," diye seslendi Nasreddin Hoca. Gülcan ' ı n baş ucun­ da ritmik bir şekilde sallanan perde, birden durdu. Gülcan uyanır uyanmaz donakaldı; duyduğu bu sevgili ve kendisine yakın sesin rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edememişti . "Gülcan ! " diye yineledi Nasreddin Hoca.

Kız bir çığlık

attı . Nasreddin Hoca acele acele "Ben Hüseyin Husliya. Ben Bağdat'tan Emir ' e hizmet için gelmiş olan yeni bilge, müneccim ve hekimim. Anlıyor musun Gülcan, ben yeni bilge, müneccim ve hekim Hüseyin Husliyayım." Nasreddin Hoca Emir ' e dönerek ekledi: "Kız, benim sesimi duyunca, korktu nedense. Bu harem ağası, hükümdarımızın yokluğunda ona kötü davranmış galib a . " Emir, harem ağasına dönerek kaşlarını çattı. Harem ağası kor­ kudan titremeye başladı ve kendisini savunacak hiçbir söz etme­ den yerlere kadar eğildi. "Gülcan, tehlikedesin. Ama ben seni kurtaracağım, bana inan­ mak zorundasın, çünkü benim becerilerim her şeyin üstesinden gelecektir. " Hoca yanıt beklentisiyle sustu. Yoksa Gülcan anlamamış, tah­ min edememiş miydi? Nihayet ses verdi: " S eni duyuyorum, Bağdatlı bilge Hüseyin Husliya, seni biliyor ve sana inanıyorum ve bunları şu anda perdenin ara­ lığından ayaklarını gördüğüm hükümdarımızın yanında söylü­ yoru m . " Emir ' in huzurunda ciddi b i r bilim adamı görüntüsünü koruma­ yı aklından çıkarmadan Nasreddin Hoca ciddi bir ifadeyl e : "Elini uzat bana, çünkü b e n tırnaklarının renginden hastalığını teşhis edebiliri m . " İpek perde sallandı, aralandı. Nasreddin H o c a Gülcan ' ın ince­ cik elini dikkatlice tuttu. Duygularını sadece Gülcan ' ı n elini ha­ fifçe sıkarak ifade edebildi. Gülcan da onun elini hafifçe sıkarak yanıt verdi. Gülcan ' ın avucunu yukarı çevirdi, dikkatlice ve uzun uzun inceledi. "Nasıl da zayıflamış ! " diye geçirdi içinden yüreğin­ de bir acıyla. Emir, Hoca' nın omuzları üzerinden hafifçe eğildi, Hoca Emir ' in nefesini ensesinde hissediyordu. Emir ' e Gülcan ' ın ı 55

serçe parmağının tırnağını gösterdi ve kaygıyla kafasını salladı. Oysa, serçe parmağının tırnağının diğer tırnaklardan hiçbir farkı olmamasına karşın, Emir bu tırnakta değişik bir şey fark etti, du­ daklarını sıktı ve Nasreddin Hoca ' ya her tarafa çekilebilecek ve çok anlıyormuş edalı bir bakışla yanıt verdi . "Neren ağrıyor?" diye sordu Nasreddin Hoca. "Kalbim," dedi Gülcan bir çırpıda. " Üzüntü ve kederden kalbim ağrıyor. " "Üzüntünün nedeni nedir?" "Beni sevdiğimden ayırdılar. " Nasreddin Hoca Emir ' in kulağına fısıldadı : "Hükümdardan ayrı kaldığı için hastalanmış. " Emir 'in yüzü mutluluktan parlıyordu. Nefesi daha da sıklaştı . " S evdiğimden ayırdılar, " diyordu Gülcan. "Ve işte şimdi hissediyorum ki, sevdiğim yanımda, ama ben onu ne kucaklayabiliyor ne de öpebiliyorum. Oyyy, onun beni kucaklayacağı ve göğsüne bastıracağı günler yakın mıdır acaba ! . . " "Her şeye kadir Allahım ! " diye haykırdı Nasreddin Hoca şaşır­ mış gibi yaparak. "Bu kadar kısa sürede hükümdarımız kızımızı nasıl da etkilemiş ! " Emir tamamen coşmuştu. Hatta yerinde duramıyor, sağa sola dolanıyor, avuçlarını açıp çaktırmadan aptal aptal kıkırdıyordu. "Gülcan , " dedi Nasreddin Hoca. " S akin ol. S evdiğin kişi seni duyuyor ! " "Evet ! Evet ! " kendini tutamıyordu Emir. "Duyuyor, Gülcan. Sevdiğin insan seni duyuyor ! " Perdenin arkasından su şırıltısını andırır hafif bir gülüş duyul­ du. Nasreddin Hoca konuşmasını sürdürdü: "Tehlike devam ediyor, Gülcan, ama korkma ! Ünlü bir bilge, müneccim ve hekim Hüseyin Husliya olarak, seni kurtaracağım ! " " Kurtaracak ! " diye yineledi coşku içindeki Emir. "Kesinlikle kurtaracak ! " "Emir ' in söylediklerini duyuyor musun?" dedi Nasreddin Hoca. "Bana inanmalısın, seni tehlikeden kurtaracağım. Mutluluk ı s6

günlerin yakındır. Hükümdarımız şimdilik seni ziyaret edemez, çünkü yıldızların ona kadınlara yaklaşmasını yasakladığı konu­ sunda uyardım. Ama yıldızlar a rtık konumlarını değiştiriyorlar, anlıyor musun Gülcan? Yakında yıldızlar elverişli bir bileşime gi­ recekler ve sen de sevdiğine sarılabileceksin. Sana ilaç gönderece­ ğim gün, mutluluğunun arifesi olacaktır. Anlıyor musun, Gülcan? İlacı alır almaz hazır olmalısın." "Sağ ol, Hüseyin Husliya, sağ ol ! " dedi kız mutluluktan kah gülüp kah ağlayarak. "Sağ ol, eşsiz ve bilge hekim. Sevgilim yanı başımda, aynı anda ve karşılıklı kalp atışlarımızı hissediyorum ! " Emir ile Nasreddin Hoca çıktılar. Dış kapıda harem ağası on­ ları yakaladı. "Ey hükümdarım ! " diye haykırdı harem ağası, dizlerine kapa­ narak. Gerçekten de, dünya böylesine mahir bir hekimi bugüne kadar görmemiştir. Gülcan üç gündür hareketsiz yatıyordu, şimdi ise birdenbire yatağını terk etti, gülüyor, oynuyor ve hatta yanına yaklaştığımda beni bir şaplak atmaya dahi layık gördü . " "B iliyorum," diye düşündü Na sreddin Hoca, "benim Gülca­ nım hep eline çabuk olmuştur zaten . " Sabah kahvaltısında Emir tüm saraylıları hediyelere boğdu . Nasreddin Hoca ' ya iki kese hediye etti, büyük olanı gümüş, küçük olanı da altın paralarla doluydu. "Ben yanına gelince ne kadar da azdı öyle," dedi Emir gülerek. "İtiraf et, Hüseyin Husliya, benzer ihtirasları çok sık yaşadığın oldu mu? Sesi nasıl da titredi, nasıl da güldü ve ağladı ! Harem ağası olduğunda, bunlara yine tanık olacaksın, Hüseyin Husliya ! " Saraylılar birbirlerinin kulaklarına eğilmiş fısıltıyla konuşu­ yorlardı. Bahtiyar ' ın yüzüne zehir gibi bir gülümseme yayıldı. Nasreddin Hoca, kendisini harem ağası olarak görevlendirmesini Emir ' e kimin önerdiğini işte şimdi anlamıştı. "Kız artık iyileşti, " diye sürdürdü konuşmasını Emir, "ve şim­ di senin göreve gelmen için ağırdan almaya gerek kalmadı artık. Şimdi biz seninle, Hüseyin Husliya, birer çay içelim, sonra da sen hekimle kapalı bir odaya gidebilirsin." " Hey, sen ! " diye seslendi hekime. "Bıçaklarını al gel . Bahtiyar, fermanı ver bana . " 157

S ıcak çay Nasreddin Hoca ' nın genzine kaçtı ve Hoca öksürdü . Bahtiyar öç almanın zevkinden dört köşe, elinde hazır ferman ile öne fırladı. Emir ' e bir divit verdiler, o da imzalayıp Bahtiyar ' a iade etti, o d a aceleyle oyma bakır mührünü vurdu . Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti . "Anlaşılan, böylesine büyük bir mutluluktan dolayı dilini yut­ tun, ey muhterem bilge Hüseyin Husliya ! " dedi Bahtiyar zafer kazanmış gibi gülümseyerek. "Ama saray geleneği, senin Emir ' e minnet duygularını dillendirmeni gerektiriyor. " Nasreddin Hoca Emir ' in önünde dizleri üzerine çöktü. "Nihayet düşlerim gerçekleşti ! " dedi Hoca. "Emir ' in cariye­ sinin tedavisini tamamlamak için ilaç hazırlamaktan kaynaklanan gecikme yüzünden ne kadar da üzülüyorum. Çünkü bu tedavi ol­ maksızın hastalık yeniden nüksedecektir. " "İlaç hazırlamak o kadar zaman alıyor mu?" diye sordu Bahti­ yar endişeyle. " İlacı yarım saatte bile hazırlamak mümkün." "Öyle ya, " diye Bahtiyarı onayladı Emir. "Yarım saat yeter de artar bile." "Ey hükümdarım, her şey Saad-ad-Zabih yıldızına bağlı , " diye yanıtladı Nasreddin Hoca, en son ve en güçlü kozunu ileri sürerek. "Yıldızların uyumuna bağlı olarak bana iki ile beş gün arası bir zaman gerekl i . " "Beş gün ! " diye kükredi B ahtiyar. "Ey muhterem Hüseyin Husliya, ben bir ilacın hazırlanması için beş gün gerektiğini hiç duymadım ! " Nasreddin Hoca Emir ' e döndü: "Nur yüzlü efendimiz için yeni cariyenin tedavisini bundan sonra bana değil de başvezir B ahtiyar ' a buyurmak daha hayırlı olmaz mı? Varsın, onu Bahtiyar tedavi etmeyi denesin, ama bu durumda, ben cariyenizin sağlığından sorumlu değilim. " " B u d a n e demek, Hüseyin Husliya ! " dedi Emir korkuyla. " Bahtiyar hastalıklardan hiç anlamaz, üstelik pek akıllı da değil­ dir, sana başvezir görevini üstlenmeni önerdiğimde bunu zaten söylemişti m . " 1 58

Başvezirin tüm vücudunu bir titreme kapladı ve nefret dolu bakışlarını Nasreddin Hoca ' ya dikti . "Git ilacı hazırlamaya başla , " diye noktayı koydu Emir. "Ama, beş gün çok fazla Hüseyin Husliya. Belki de daha erken yaparsın, ha; çünkü seni harem ağası olarak görmek için sabırsızlanıyoruz. " "Yüce efendimiz, ben de sizin kadar sabırsızlanıyorum ! " dedi Nasreddin Hoca heyecanla. "Daha erken yapmaya çalışacağım. " Hoca geri geri giderek defalarca eğilip Emir ' i selamladıktan sonra oradan uzaklaştı. Bahtiyar, düşmanı ve rakibinin önceki ağırlığından hiçbir şey kaybetmeden buradan uzaklaşmasını, açık­ ça üzüntüsünün okunduğu bakışlarıyla takip etti. "Ey yılan, ey sinsi sırtlan ! " diye düşündü Nasreddin Hoca öfkeden dişlerini gıcırdatarak. "Ama geç kaldın Bahtiyar, şimdi bana hiçbir şey yapamayacaksın, çünkü ben senin neyi öğren­ mek istediğini biliyorum: Emir ' in haremine giden tüm girişleri, çıkışları ve geçitleri bilmek istiyordun ! Ey benim kıymetli Gülca­ nım, sen tam da zamanında hastalanmayı becerdin ve Nasreddin Hoc a ' yı da saray hekiminin bıçaklarından kurtardın. S onuçta ken­ dini ortaya attın demek daha doğrusu olacaktır. " Hoca kulesine çıktı. Ayaklarının altına kadar uzanan gölgede muhafızlar oturmuş zar atıyorlardı; sonunda kaybeden çizmelerini çıkarıp bahse koydu . Hava çok sıcaktı; kalın duvarlar ardındaki kulede nemli bir serinlik egemendi. Nasreddin Hoca, taş merdi­ venleri çıkarak, kapısının önünden geçip, doğrudan B ağdatlı bil­ genin tutsak olduğu üst odaya çıktı. Tutsaklığı sürece ihtiyarın saçı sakalı birbirine karışmış, vah­ şi bir görüntüye bürünmüştü. Dikleşmiş kaşları altındaki gözleri vahşileşmişti. Nasreddin Hoca ' yı lanet okuyarak karşıladı : "Ey veled-i zina, beni bu kafeste daha ne kadar tutacaksın; başına taş düşsün de topuklarından çıksın ! Ey, adımı kullanan, cübbemi, kavuğumu, kemerimi alan aşağılık düzenbaz, yalancı, mezar kurtları yesin seni canlı canlı, mideni, ciğerini oysunlar! ..

"

Nasreddin Hoca buna alışmışu ve gücenmiyordu : "Muhterem Hüseyin Husliya, bugün senin için yeni bir işken­ ce yöntemi düşündüm : İp ve sopa yardımıyla kafanı ezeceğim. 1 59

Aşağıda muhafızlar var, sen de onların duyacağı şekilde bağıra­ caksın . " İhtiyar parmaklıklı pencereye yaklaştı v e yapmacık b i r sesle bağırmaya başladı : "Ey, her şeye kadir Allah ! Acılarım katlanılır gibi değil ! Kafa­ mı ip ve değnekle ezme. Ölüm bundan daha iyi ! " "Bekle, muhterem Hüseyin Husliya," diye durdurdu onu Nas­ reddin Hoca. "Sen tembel ve isteksiz bağırıyorsun, unutma ki, muhafızlar bu konularda olağanüstü deneyimliler. Eğer çığlıkları­ nı yapmacık olduğunu sezerler de Arslanbek ' e iletirlerse, o zaman gerçek bir celladın eline düşersin. E n iyisi, gerekli gayreti şimdi göster. Ş imdi sana nasıl bağıracağını göstereceğim . " Nasreddin Hoca pencereye yaklaştı, göğsünü temiz havayla doldurdu ve bir anda öyle bir çığlık attı ki, ihtiyar kulaklarını ka­ patıp bir köşeye büzüldü . "Ey günahkarların evladı, " diye haykırdı ihtiyar. "Çığlıklarımı şehrin öte ucundan duyuracak gırtlağı ben nerede bulayım ! " "Bu seni cellatların elinden kurtaracak tek yöntemdir" diye iti­ raz etti Nas reddin Hoca. İhtiyar bunun için var gücüyle çabalıyordu . O kadar acıklı ba­ ğırıp çığlık atıyordu ki, kulenin d ibindeki muhafızlar oyuna geçici olarak ara verip ihtiyarın çığlıklarını kendilerinden geçerek dinli­ yorlardı. Tüm bunlardan sonra ihtiyar uzun süre öksüremedi, nefes dahi alamıyordu. "Oooh ! " dedi ihtiyar. "Benim ihtiyar gırtlağıma bu kadar yük­ lenilir mi ! Ç ığlıklarımdan memnun musun, iğrenç çulsuz? Azrail canını alsın senin ! " "Oldukça memnunum, " dedi Nasreddin Hoca . "Ve işte şimdi, bilgeler bilgesi Hüseyin Husliya, gayretlerin için ödüllendirile­ ceksin . " Emir ' in bağışladığı keseyi çıkardı, paraları tepsiye koydu ve iki eşit parçaya böldü. İhtiyar küfretmeye ve lanet okumaya devam ediyordu. 1 60

"Bana neden küfrediyorsun?" dedi Nasreddin Hoca sakince. "Yoksa ben Hüseyin Husl iya adına bir şekilde halel mi getirdim? Ya da onun bilim adamlığına gölge mi düşürdüm? İşte para, gö­ rüyor musun? Emir bu paraları ünlü müneccim ve hekim Hüseyin Husliya ' ya haremdeki bir kızı tedavi ettiği için verdi." "Sen bir kızı tedavi mi ettin?" İhtiyar şaşkınlıktan dilini yut­ muştu. "Sen hastalıktan ne anlarsın, sen cahilin, düzenbazın, çul­ suzun tekisin ! " "Ben hastalıkları bilmem, ama kızlardan anlarım," dedi Nas­ reddin Hoca. "Bu yüzden, Emir ' i n bahşişini ikiye bölmek adil­ ce olacaktır: sana, bildiklerinin, bana da anladıklarımın karşılığı olarak. Bunun da dışında sana söylemeliyim ki, Hüseyin Husliya, ben kızı öyle rastgele değil, önce yıldızların konumunu inceleyip sonra tedavi ettim. Dün gece, Akrep burcu Oğlak burcu yönün­ deyken Sad-ad-S uud yıldızlarının Sad-ad-Ahbiya yıldızlarıyla uyum içinde olduğunu gördüm." "Ne?" diye bağırdı ihtiyar ve şaşkınlık içinde odada turlama­ ya başladı. "Ey, eşek koşturmaktan başka hüneri olmayan cahil. Sen S ad-ad-Suud yıldızının Sad-al-Ahbiya yıldızlarıyla denk dü­ şemeyeceğini, çünkü, her ikisinin de tek bir yıldız kümesinde yer aldıklarını bilmiyorsun ! Sen yılın bu mevsiminde Akrep burcunu nasıl görebildin. Ben kendim tüm gece gökyüzüne baktım, orada Al-Jahba aşağıdayken Sad-Bula ve As-Si-Mak uyum içindeydi, duyuyorsun ya cahil ! Şimdi orada Akrebin izi bile yok ! .. Anla­ madığın işi yapmaya kalkışınca her şeyi karıştırmışsın, ey eşek çobanı . Sen, şimdi Al-Buteyn yıldızlarına karşı duran Al-Haka yıldızlarını Akrep sandın ! .. " Öfkelenen ve Nasreddin Hoc a ' yı cahillikle suçlayan ihtiyar yıldızların gerçek konumları üzerine uzun uzun konuştu. Nas­ reddin Hoca, Emir ' le bilgelerin yanında konuşurken bir daha yanılmamak için her sözü aklında tutmaya çalışarak dikkatle dinliyordu . "Ey cahil torunu cahil, cahil oğlu cahil ! " diye devam etti ihti­ yar. "Ayın şimdiki Aş- Şuala adı verilen ve Yay burcuna denk dü­ şen on dokuzuncu konumunu ve bilgeler bil gesi Şihabaddin Mah­ mud İbn Karaci ' nin kitabında da açık seçik yazdığı üzere, insan 161

yazgısının başka hiçbir yıldızla değil yalnızca bu burcun yıldızla­ rıyla belirlendiğini dahi bilmiyorsun . . . " " Şihabaddin Mahmud ibn Karaci , " diye beynine yazdı Nas­ reddin Hoca. "Yarından tezi yok, şu sakallı bilgenin bu kitabı bilmediğini Emir ' in önünde ortaya çıkarır, böylece de bilgilerim karşısında yüreğine paçayı kurtarma korkusu salarım . . . " - 3 o Tefeci Cafer ' in evinde altın dolu ve mühürlü on iki tane çöm­ lek vardı, onun isteği ise mutlaka yirmi olmasıydı . Ama yazgı san­ ki kasten, deneyimsiz ve kolay inanan saf insanları kendisinden korumak amacıyla olağanüstü hilekar damgası vurmuştu Cafer ' e ; ağına yeni kurbanlar düşürebilmek için ç o k fazla gayret göster­ mesi gerekiyordu; çömlekleri onun istediğinden daha yavaş do­ luyorlardı. "Ah, bu sakatlıktan bir kurtulabilseydim, işte o zaman insanlar benden kaçmaz, bana imrenirler, daha çok güven duyarlar ve konuşmalarımda herhangi bir hile sezmezlerdi. Ve işte o zaman insanları ikna etmem daha kolay olur ve gelirlerim kıyas götürmez derecede artardı . " Emir ' in yeni bilgesi Hüseyin Husliya ' nın, hastalıkları iyileştir­ mede olağanüstü bir ustalık gösterdiği söylentisi yayılınca Tefeci Cafer, bir sepet pahalı hediyeyi kaptığı gibi sarayda Arslanbek ' in huzuruna çıktı . Arslanbek sepete bakar bakmaz Cafer ' e yardımcı olmaya ha­ zırdı artık: "Tam da zamanında geldin, muhterem Cafer. Bugün hükümda­ rımızın keyfi yerinde, seni kabul edeceğini umuyorum." Emir tefeciyi dinledi, fildişinden beyaz alanlı altın satranç tah­ tası olan hediyeyi kabul etti ve bilgenin çağrılmasını buyurdu. Nasreddin Hoca, huzurunda diz çökünce, "Hüseyin Husliya, işte bu insan Tefeci Cafer, bize hizmetleri olan sadık kulumuz. Onun kamburunu, topallamasını, şaşılığını ve diğer sakatlıklarını iyileştirmeni emrediyoruz," dedi. Ve Emir hiçbir itiraz duymak istemediğinin işareti olarak sırtı­ nı döndü. Nasreddin Hoca ' ya yalnızca Emir ' i eğilerek selamlayıp 1 62

çıkmak kaldı. Ardından bir kaplumbağa gibi, kamburunu sürüye­ rek tefeci peyda oldu. "Bir an önce gidelim, ey bilgeler bilgesi Hüseyin Husliya ! " dedi tefeci. Sahte takma sakallı Nasreddin Hoca ' yı tanıyamamış­ tı. "Bir an önce gidelim, güneş daha batmadı ve böylece ben de geceye kadar iyileşmiş olurum . . . Sen de duydun ya, Emir beni bir an önce iyileştirmeni buyurdu ! " Nasreddin Hoca içinden tefeciye de, Emir ' e de, bilgeliğini abartmada fazla ileri gittiği için kendisine de lanet okudu. Peki bu işin içinden şimdi nasıl çıkacaktı? Tefeci, adımlarını hızlan­ dırması için Nasreddin Hoc a ' nın kolunu çekiştiriyordu. Sokaklar bomboştu, Nasreddin Hoca ' nın ayakları sımsıcak tozlara gömü­ lüyordu. Hem yürüyor hem de düşünüyordu: ' Şimdi ben bu işin içinden nasıl çıkarım?' Birdenbire durdu: ' Galiba yeminimi tut­ ma zamanı geldi ! ' Bir anda kafasında her şeyi ölçtü biçti . ' Evet, zamanı geldi ! Tefeci, seni yoksulların acımasız işkencecisi seni, bugün boğulmuş olacaksın ! ' Tefecinin, kara gözlerindeki parıltıyı fark etmemesi için sırtını döndü . Rüzgarın toz bulutlarını kaldırıp savurduğu bir ara sokak yo­ luna döndüler. Tefeci, Nasreddin Hoca ' ya evinin dış kapısını açtı . Avlunun en uzak köşesinde, haremi ayıran basık bir bölmenin arkasındaki Nasreddin Hoca yaprakların arasında bir hareketlilik fark etti, kulağına sessiz fısıltılar ve gülüşmeler geldi. Bunlar, bir konuk gelmesine sevinen karıları ve cariyeleriydi : Tutsaklıkları süresince başka eğlenceleri de yoktu zaten. Tefeci durdu, tehditkar bir şekilde baktı ve hepsi sesini kesti . . . ' Bugün sizi özgürleştirece­ ğim, harika cariyeler ! ' diye geçirdi içinden Nasreddin Hoca. Tefecinin onu getirdiği oda penceresizdi, kapı sırrını yalnızca sahibinin bildiği üç kilit ve bir sürgüyle kapatılmıştı. Tefeci sür­ güler düşüp kapı açılana kadar maymuncuklarla uzun süre uğraştı. Çömlekler de zaten burada saklanıyor, tefeci bodrum girişini ka­ patan tahtaların üzerinde yatıyordu. " S oyun ! " diye buyurdu Nasreddin Hoca. Tefeci kıyafetini çıkardı . Ç ıplak hali anlatılamayacak kadar çirkin görünüyordu . Nasreddin Hoca kapıyı kapattı ve büyü sözleri okumaya başladı. 163

Bu sırada avluda Cafer ' in çok sayıda akrabası toplanmıştı. İç­ lerinden çoğu ona borçlulardı ve bugün mutlu günü olacağından borçlarını bağışlayacağını umuyorlardı. Ama umutları boşunay­ dı : Tefeci kapalı kapı aralığından borçlularının seslerini duyuyor ve içinden pis pis sırıtıyordu. ' Bugün onlara borçlarını affettiği­ mi söyleyeceğim, ama, ' diye geçirdi içinden, ' senetlerini onlara iade etmem, varsın bende kalsınlar. Yoksa rahatlayıp kaygısız bir yaşam sürmeye başlarlar, ben hiçbir şey söylemeyeceğim, susa­ cağım, ama çaktırmadan faizlerini de hesaplayacağım . Ve her bir tanga on tanga getirecek duruma gelince ve borç miktarı borçlula­ rıma ait olan evlerinin, bahçelerinin ve üzüm bağlarının değerini aşınca da ben kadıyı çağırırım, vaatlerimi reddederim, senetleri gösteririm, onların tüm taşınmazlarını satarım, onlar da yoksulla­ şır ve bir çömleği daha altınla doldururum ! ' Zaptedilmez bir hırsın yiyip bitirdiği Cafer bu tür düşler kuruyordu . "Kalk ve giyin," dedi Nasreddin Hoca. " Ş imdi biz Ş eyh Ahmet göletine gideceğiz ve sen onun kutsal sularına dalacaksın. Bu se­ nin iyileşmene iyi gelecek." " Ş eyh Ahmet göleti ! " diye haykırdı tefeci korkuyla . "Bir defa­ sında ben onun sularında boğuluyordum. Şunu unutma ki, bilgeler bilgesi Hüseyin Husliya, ben yüzmesini bilmiyorum . " "Gölete giderken yolda aralıksız d u a okuyacaksın," dedi Nas­ reddin Hoca. "Ve sen dünyevi şeyleri aklından çıkaracaksın. Ay­ rıca, yanına bir altın kesesi alıp karşına çıkan herkese birer altın dağıtacaksın . " Tefeci oflayıp puflasa d a h e r şeyi harfiyen yerine getirdi . Yolda çeşitli insanlar çıktı karşısına: zanaatkarlar, yoksullar; her defasın­ da yüzü alıp verse de herkese birer altın dağıttı. Arkasından çok sayıda akrabası yürüyordu. Nasreddin Hoca, tefeciyi kasıtlı olarak boğmakla suçlanmanın önüne geçmek için bilerek akrabalarını da çağırdı. Güneş çatıların arkasından devriliyordu, ağaçlar göleti göl­ geleriyle kapatıyor, sivrisinekler vızıldıyorlardı. Cafer ikinci kez soyunup suya yaklaştı. " Burası çok derin," dedi şikayetçi bir tonla. "Hüseyin Husliya, benim yüzme bilmediğimi unutmadın ya?" 164

Akrabaları sessiz sedasız olanı biteni izliyorlardı. Tefeci, avu­ cuyla edep yerlerini örtmüş, korkudan büzülerek, sığ bir yer bul­ mak amacıyla göletin etrafında dolanıyordu. Uzamış çalılara tutu­ narak çömelmiş, korkarak ayağıyla suyun derinliğini ölçüyordu. " Soğuk, " diye şikayet etti; gözleri yuvarlarından fırlamıştı . "Çok ağırdan alıyorsun," dedi Nasreddin Hoca, haksız bir acı­ mayı yüreğine salmamak için tefeciye bakmamaya çalışarak. Ama Cafer ' in batırdığı yoksulları, hasta bir çocuğun kurumuş dudak­ larını, ihtiyar Niyaz ' ın gözyaşlarını unutmamıştı ; yüzü öfkeden alev saçıyordu ve birden cesurca ve açıkça tefecinin gözlerinin içine baktı . "Çok ağırdan alıyorsun ! " diye yineledi Hoca. "Hastalıkların­ dan kurtulmak istiyorsan, suya gireceksin." Tefeci suya daldı. Yavaş yavaş dalıyordu ve dizlerine kadar suya girdiğinde, hala yüzüstü kıyıda yatıyordu. Yosunlar kımıl­ dıyorlar, soğuk dokunuşlarla tefecinin vücudunu gıdıklıyorlardı. Tefeci titreyerek kulaç atmaya başladı, biraz ilerleyip etrafına bakındı. Bir kulaç daha atıp yeniden etrafına bakındı. S essizce yakarışını gözlerinden okumak mümkündü. Nasreddin Hoca bu yakarışa hiç kulak asmıyordu. Tefeciye acımak binlerce yoksulu bundan sonra da acı çekmeye mahkum etmek olurdu. Su tefecinin kamburunu kapatmıştı, ama Nasreddin Hoca tefe­ ciyi hiç acımadan daha derin yerlere kovalıyordu. "Daha da ileri, daha da . . . Su kulaklarına da değmeli, yoksa iyi­ leşmenden sorumlu olamam . Biraz cesaret be, muhterem Cafer! Cesur ol. Biraz daha ilerle. Hadi, az kaldı ! " "Elllp ! " sesi duyuldu tefeciden ve kafası suyun içine daldı. "Ellp ! " diye yineledi tefeci bir saniye sonra suyun üstüne çı­ karken. "Boğuluyor ! Boğuluyor ! " diye bağırıyorlardı akrabaları . Bir kargaşa ve itiş kakış başladı, tefeciye ellerini, sopalarını uzatıyor­ lardı; bazıları içten gelerek, diğerleri ise gösteriş olsun diye ona yardım etmek istiyorlardı. 165

Nasreddin Hoca bu insanların içinde kimin ne kadar borçlu olduğunu anlamıştı. Kendisi herkesten daha çok koşturuyor, çaba­ lı yor, bağırıp çağırıyordu. "Hadi ! Uzat elini, diyorum, muhterem Cafer ! Duyuyor musun, ver elini ! Hadi ! " "Uzat, uzat ! " diye bağırıyorlardı akrabaları koro halinde. Tefe­ ci sessizce dalmayı sürdürüyor, su üstüne gitgide daha az çıkıyor­ du. Nereden çıktığı belli olmayan bir saka sırtında boş tulumuyla koşup gelmese Cafer burada, bu kutsal sularda yaşamının sonuna gelmiş olacaktı. "Baaa ! " diye bağırdı saka boğulmakta olan adamı görür gör­ mez. Bu, Tefeci Cafer ya ! " Ve hiç tereddütsüz, kıyafetlerini çıkarmadan suya daldı, elini uzattı ve kesik kesik bağırdı: "Al ! " Tefeci ona yapıştı ve sağ salim sudan çıkarıldı. Tefeci kıyıda yatıp kendine gelmeye çalışırken saka akrabalarına bilgiç bilgiç açıklamalar yapıyordu : " S iz onu kurtarırken yanlış yapmışsınız . Siz ' al ' diyeceğiniz yerde ' ver ' diye bağırmışsınız ! S iz de biliyorsunuz ki, muhterem Cafer bu kutsal gölette bir kez daha boğuluyordu ve yolu buraya düşmüş kır eşekli bir yabancı tarafından kurtarılmıştı. İşte bu ya­ bancı tefeciyi kurtarmak için özellikle bu yöntemi denemişti ve bu da benim aklımda kaldı. Bugün bu yöntem işime yaradı . " Nasreddin Hoca dudaklarını ısırarak dinliyordu söylenenleri . Bu durumda tefeciyi kendisi iki kez kurtarmış oluyordu, ilk de­ fasında kendi elleriyle, ikinci kez ise sakanın. " Hayır, bunun için Buhara ' da kocaman bir yıl daha yaşamam gerekse de, onu boğa­ cağım", diye düşündü Hoca. Bu sırada tefeci kendisine geldi ve çemkire çemkire bağırmaya başladı: "Ey, Hüseyin Husliya, sen beni iyileştirmeye kalkıştın, ama iyileştireceğin yerde az kalsın boğuyordun ! Vallahi de billahi, bu göleti artık yüz adım uzaktan geçeri m ! Ya Hüseyin Husliya, insanları boğulmaktan kurtarmayı bilmiyorsan, senin bilgeliğin nerede kaldı; gariban bir saka senden daha akıllı çıktı ! Cübbemi 1 66

ve kavuğumu verin bana; gidelim Hüseyin Husliya; hava karar­ dı, başladığımız işi bitirmemiz gerek. Saka ! " diye seslendi tefeci yerinden kalkarken. "Unutma ki, borcunun vadesi bir hafta sonra doluyor. Ama seni ödüllendirmek istiyorum ve borcunun yarısını bağışlıyorum . . . yani, demek istiyorum ki, dörtte birini . . . yok yok, onda birini. Bu kadar bağış yeter de artar bile, çünkü ben senin yardımın olmadan da yüzer çıkardım." "Ey muhterem Cafer, " dedi saka ürkek ürkek. "Benim yardı­ mım olmadan sudan çıkamazdın. Borcumun hiç olmazsa dörtte birini bağışla . " "Demek öyle ! Demek sen beni, kendi çıkarların için kurtar­ dın ! " diye haykırdı tefeci. "Demek içindeki ses iyi yürekli bir Müslümanın sesi değil, sadece çıkarcılıkmış ! İşte bu yüzden, saka, sen cezalandırılmalısın. Borcunu hiç bağışlamıyorum ! " Saka başını öne eğerek uzaklaştı . Nasreddin Hoca acıyarak baktı peşinden, sonra da Cafer ' e baktı ö fke ve nefretle. "Hüseyin Husliya, gidelim bir an önce , " diye sıkıştırıyordu onu tefeci. " S en orada ne fısıldaşıyorsun bu açgözlü sakayla?" "Bekle," dedi Nasreddin Hoca. "Sen karşına çıkan herkese bi­ rer altın para bağışlaman gerektiğini unuttun. Neden sakaya hiçbir şey vermedin?" "Oy dertli başım, yıkıldım, mahvoldum ben ! " diye haykırdı tefeci . "Bu açgözlüye bir de para vereceğim ! " Kesesinin ağzını açtı, altın parayı fırlattı . "Varsın bu son olsun. Hava da karardı, dönüşte kimse çıkmaz karşımıza . " Nasreddin H o c a sakayla b oşuna fısıldaşmamıştı . Yol a ko­ yuldular. Önde tefeci, arkasında Nasreddin Hoca, onların arka­ sında da tefec inin akrabaları . E l l i adım yürüdüler yürümediler, daha yeni gölet kıyısında bıraktıkları saka b i r ara sokaktan kar­ şılarına çıktı . Tefeci yönünü döndü, görmeden geçmek istedi. Nasreddin Hoca sertçe bağırarak durdurdu onu: "Cafer, karşına çıkan herkese para vereceğini unutma , " dedi. Akşamın karanlığında şikayetçi bir sızlanış duyuldu: C afer kese­ sini açıyordu. 167

Saka parayı alıp karanlıkta kayboldu. Ama elli adım sonra kar­ şılarına bir daha çıktı. Tefecinin yüzü soldu ve titremeye başladı . "Hüseyin Husliya, " dedi tefeci şikayetçi bir tonla : "Baksana, bu yine aynı kişi . .. " "Karşımıza çıkan herkese," dedi Nasreddin Hoca. Akşamın sessizliğinde yine bir inleme duyuldu. Cafer kesesini bir daha açtı . Bu durum, yol boyunca sürdü. S aka her elli adımda karşılarına çıkıyordu. Cafer derin derin ve kesik kesik soludu, yüzünde ter damlacıkları yuvarlanmaya başladı. Olanı biteni anlayamıyordu artık. B iraz sonra fundalıktan yine birilerinin yola çıkacağını dü­ şünerek, parayı kaptığı gibi çabucacık kaçmaya başladı. Tefeci paralarını kurtarmak için adımlarını gitgide hızlandırdı ve sonunda koşmaya başladı . Ama topal ayağıyla kendinden geç­ miş ol arak ve çitleri atlayarak fırtına gibi koşan sakayı geçecek hali mi vardı; saka, tefecinin karşısına en az on beş kez çıktı ve sonunda, tam eve yaklaştıklarında çatıdan atlayarak avlu kapısı­ nın önünde durdu . Son parayı da aldıktan sonra bitkin bir halde yere yığıldı . Tefeci dış kapıyı çabucak açtı . Ardından Nasreddin Hoca girdi. Tefeci onun ayaklarına boş keseyi fırlatarak öfkeden kudurmuş gibi bağırmaya başladı: "Hüseyin Husliya, tedavim bana çok pahalıya mal oluyor ! Ba­ ğış, sadaka, şu lanetli sakaya da ver derken üç bin tangadan fazla harcadım ! " S akin ol ! " dedi Nasreddin Hoca. "Yarım saat sonra ödüllendi­ rileceksin. Avlunun orta yerine büyük bir ateş yaksınlar. " Uşaklar odunları getirip ateşi yakadursunlar, Nasreddin Hoca bir punduna getirip başarısız tedavinin suçunu tefeciye nasıl yı­ kabileceğini düşünüyordu . Aklına çeşitli yöntemler geliyordu, ama bunları uygun bulmadığı için art arda vazgeçiyordu . Bu arada ateş de tutuşmuştu, ateş i n , rüzgarın hafif hafif savurduğu alazları, üzüm bağında bir yaprak gibi kızıl kızıl parıldayarak yükseliyorlardı. ı 68

"Cafer, soyun ve ateşin etrafında üç tur at, " dedi Nasreddin Hoca. Henüz uygun bir yöntem gelmemişti aklına ve zaman ka­ zanmaya çalışıyordu. Yüz ifadesi kaygılıydı. Cafer ' in akrabaları sessizce onları izliyorlardı. Tefeci, zincire vurulmuş bir maymun gibi neredeyse dizlerine kadar uzanan kol­ larını sallayarak ateşin etrafında tur attı . Bir anda Nasreddin Hoca ' nın yüzü parladı . Rahat bir nefes aldı; yerinden fırladı ve omuzlarını dikti . "Bana bir yorgan verin ! " dedi gür sesle. "Cafer ve diğerleri, hepiniz yanıma gelin ! " Hoca akrabaları bir halka yaptı, tefeciyi de ortalarına alıp yere oturttu . Sonra da herkese hitaben: " Ş imdi C a feri bu battaniye ile kapatıp dua edeceğim. Ve hepiniz, C a fe r de dahil, gözlerinizi kapatı p, benim ardımdan duayı tekrarlayacaksınız . Ve b e n yorganı kaldırdığımda, C a fer artık sapasağlam olacak. Ama, sizi son derece önemli bir koşul konusunda uyarmak zorundayım : E ğe r içi nizden birisi bu ku­ ralı ihlal ederse, C afer yine sakat kal acak. Dikkatle dinleyin ve aklınızda tutun : " Akrabalar dinleyip akıllarında tutmaya hazır bir şekilde susu­ yorlardı . "Benim ardımdan dua sözlerini tekrarlarken, " dedi Nasreddin Hoca üzerine basa basa ve yüksek sesle, "içinizden hiçbiriniz ve hele hele Cafer bir maymunu aklına getirmeyecek ! İçinizden biri onu aklına getirmeye başlarsa, daha da kötüsü, onu o kuyruğu ve kıpkızıl kıçıyla, biçimsiz suratı ve sararmış dişleriyle kafasında canlandırırsa, o zaman elbette hiçbir iyileşme de olamaz, çünkü, böylesine hayırlı bir iş maymun gibi son derece aşağılık bir yara­ tığı düşünmekle bir arada olamaz. Beni anladınız mı?" "Anladık" diye yanıtladı akrabalar. " Hazırlan Cafer, gözlerini kapat ! " dedi Nasreddin Hoca yük­ sek perdeden ve tefeciyi yorganla kapattı . " Şimdi de siz kapatın gözlerinizi," dedi Hoca akrabalara dönerek. "ve benim koşulları­ mı unutmayın: Maymunu a klınıza getirmeyeceksiniz . " 1 69

Hoca ilk dua sözcüklerini heceleri uzata uzata okumaya başladı: "Ey her şeyi bilen ve her şeye hakim Allah, kutsal Elif, Lam, Mim ve Ra işaretlerinin gücüyle şu miskin kulun C afer ' in derdine derman ver. " "Her şeyi bilen ve her şeye hakim Allah , " diye yineledi çeşitli seslerden oluşan koro . Bu arada Nasreddin Hoca akrabalardan birinin yüzünde endişe ve utangaçlık fark etti; ikinci akraba öksürmeye, üçüncü sözcük­ leri karıştırmaya başladı, dördüncü ise kendisine musallat olan bir hayaletten kurtulmaya çalışıyordu. Bir dakika sonra Cafer kendisi rahatsız olmuş olmalı ki, ö rtünün altında döndü : O iğrenç ve ifade edilmeyecek denli ç irkin, uzun kuyruklu ve dişleri sararmış may­ mun onun akıl gözünün önünde hiç gitmemecesine duruyor ve hatta kah dilini, kah yuvarlak kızıl kıçını, yani bir Müslümanın seyretmesinin en ayıp oluğu yerlerini göstererek tahrik ediyordu. Nasreddin Hoca yüksek sesle dua okumaya devam ediyordu ve sanki birilerine kulak kabartmış gibi birden durdu . Onun ardından akrabalar sustu, bazıları geri geri adım atıyordu. Cafer yorganın altında dişlerini gıcırdatıyordu, çünkü maymunu hiç hoş olmayan şeyler yapmaya başlamıştı . "Bu

da

ne?"

dedi

Nasreddin

Hoca

gürleyerek.

"Ey

günahkarlar, ey kafirler ! Benim yasaklarımı çiğnediniz, dua okurken size yasakladığım şeyleri düşünmeye başladınız ! " Yor­ ganı çekti ve tefeciyi fırçalamaya başladı: "Beni niye çağırdın? Ş imdi anlıyorum ki, tedavi olmak istemiyorsun ! Sen bilgeliğime halel getirmek istiyorsun, bunu sana düşmanlarım öğütlediler! Ama, görürsün sen Cafer! Bu konu yarın Emir ' e bildirilecek ! Ona, senin dua okurken kafirce ve kasıtlı olarak hep aklına may­ munu getirdiğini söyleyeceğim ! Görürsün sen Cafer ve siz he­ piniz, göreceksiniz: Bunun bedelini ödeyeceksiniz, kafirliğin cezasının ne olduğunu biliyorsunuz ! " Kafirliğin cezası çok ağır olduğu için tüm akrabalar korkudan donakaldılar, tefeci ise, bahaneler üretmek için bir şeyler geve­ lemeye başladı. Ama, Nasreddin Hoca dinlemiyordu bile: S ırtını döndü ve dış kapıyı çarparak çekti gitti . . . 1 70

Bir süre sonra ay doğdu, yumuşak ve ılık bir ışığa boğdu Buhara ' yı . Tefecinin evinde gece yarılarına kadar gürültü ve kü­ für sesleri geliyordu : Maymunu ilk aklına getirenin kim olduğunu tartışıyorlardı . . . - 3 1 Nasreddin Hoca tefeciyle dalgasını geçtikten sonra sarayın yo­ lunu tuttu. Gündüz koşturmacalarını bitirmiş olan Buhara uykudaydı. Ara sokaklarda serin bir karanlık bastırmıştı, köprülerin altlarında su­ lar şarkı söylüyordu. Toprak nem kokuyordu, Nasreddin Hoca yer yer çamurlara basıyordu; buralarda gayretli bir sulama görevlisi­ nin çalıştığını ve gece rüzgarının toz kaldırıp saraylarda ve çatılar­ da uyuyan yorgun insanların uykularını bölmemesi için yolları bol bol suladığını gösteriyordu. Karanlığa bürünmüş bahçeler güzel kokulu gece tazeliğiyle çitlerin üzerinden nefes alıyorlardı. Uzak yıldızlar Nasreddin Hoca ' ya göz kırpıyor ve başarı vaat ediyorlar­ dı. "Evet," dedi Hoca gülerek. " Omuzları üzerinde boş bir çömlek yerine kafa taşıyanlar için dünya hiç de fena değil . " Yolda pazar meydanına uğradı, arkadaşı Ali ' nin çayhanesin­ deki berrak konuksever ateşi gördü. Ç ayhanenin etrafını dolaşıp kapıyı çaldı. Kapıyı ona bizzat çayhaneci açtı . Kucaklaşıp karan­ lık bir odaya girdiler. Bölmenin arkasından sesler, gülüşmeler, kap kacak sesleri duyuluyordu. Ali kapıyı kilitledi ve kandili yaktı . "Her şey hazır, " diye bildirdi Ali. "Gülcan ' ı çayhanede bekle­ yeceğim. Demirci Yusuf ona güvenilir bir sığınma yeri hazırladı. Eşek gece gündüz eyerli olarak bekliyor, sağlığı yerinde, düzenli olarak karnını doyuruyor ve kilo aldı . " " S a ğ ol, Ali. Bilmem b i r gün benim için yaptıklarının karşılı­ ğım ödemek nasip olacak mı?" "Nasip olacak," dedi çayhaneci. " Sana her şey nasip olur, Hoca, bu konuyu daha fazla konuşmayalı m . " Oturup fısıldaşmaya başladılar. Ç ayhaneci, Gülcan i ç i n hazır­ lanmış olan erkek cübbesini, saçlarım gizlemek için de büyük bir kavuğu gösterdi. 171

Her konuda anlaştılar. Nasreddin Hoca duvarın arkasında tanı­ dık bir ses duyduğunda gitmeye hazırlanıyordu. Bu çilli ispiyon­ cunun sesiydi. Nasreddin Hoca kapıyı aralayıp baktı. Pahalı bir cübbe ve kavuk giymiş ve sahte bir sakal takmış olan çilli ispiyoncu sıradan insanlarla oturmuş mangalda kül bı­ rakmıyordu: "Karşınızda kendisine Nasreddin Hoca süsü veren kişi, hiç de Nasreddin Hoca değil, olsa olsa sahte Nasreddin Hoca ' dır. Gerçek Nasreddin Hoca benim ! Ama ben tüm yanı lgılarımdan, onların yı­ kıcı ve günah olduğunu anladıktan sonra arındım. Ve ben gerçek Nasreddin Hoca olarak, beni örnek almanızı öneriyorum. Nihayet, tek hak yolunun islam olduğunu, bizim yüce, nur yüzlü Emiri­ mizin gerçekten de Allah ' ın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu ve eşsiz bilgeliğinin, dürüstlüğü ve merhametinin, bunun bir kanıtı olduğunu anladım. Ben size bunu gerçek, sahici Nasreddin Hoca olarak söylüyorum ! " "Öyle ya ! " dedi Hoca zor duyulur bir sesle ve çayhaneciyi dir­ seğiyle dürterek. "Benim şehirde olmadığımı sanıp ne hallere düş­ tüler. Kendimi onlara hatırlatmam gerekecek. Ali, sahte sakalımı, simli cübbemi ve kavuğumu şimdilik sana bırakıyorum, sen de bana giyecek bir şeyler ver. " Çayhaneci ona çoktandır döşeme örtüsü olarak kullanılmış olan kirli, yırtık ve pire dolu bir cübbe verdi. " S en bu pireleri bilerek mi besliyorsun?" diye sordu Nasreddin Hoca cübbeyi gererken. "Galiba, pire eti ticareti yapma niyetinde­ sin. Ama pireler ilk önce seni yerler, Ali . " Bu sözlerden sonra dışarı çıktı . Çayhaneci, olacakları sabırsız­ lıkla bekleyerek misafirlerinin yanına döndü. Olacakları çok fazla beklemedi. Ara sokaktan yürüyüşü tüm gününü yolda geçirmiş ve bitkin düşmüş birinin yürüyüşünü andıran Nasreddin Hoca görün­ dü. Ç ayhaneye çıktı, gölge bir yere oturdu ve çay istedi . Kimse ona dikkat etmiyordu : Buhara yollarında türlü türlü insanlar dola­ şamaz mıydı sanki? Çilli ispiyoncu konuşmasını sürdürüyordu : 1 72

" S ayısız yanılgılarım oldu, ama şimdi ben Nasreddin Hoca olarak pişman oldum ve daima dürüst bir mümin olacağıma, isla­ mın şartlarını yerine getireceğime, Emir ' e, onun vezirlerine, bü­ rokratlarına ve muhafızlarına tabi olacağıma yemin ettim. O gün bu gündür huzur ve rahat içindeyim ve servetimi kat kat artırdım; önceden aşağılık bir serseriydim, şimdi ise, iyi yürekli her Müs­ lümanın nasıl yaşaması gerekiyorsa, işte ben de öyle yaşıyorum . Kemerinde kamçı asılı bir sürü çobanı çilli ispiyoncuya say­ gıyla bir fincan çay uzattı : "Ben Buhara ' ya Kokand ' dan geldim, ey eşsiz Nasreddin Hoca. Senin bilgeliğin üzerine çok şeyler duydum, ama hayatta seninle karşılaşacağım ve hatta konuşacağım hiç aklıma gelmezdi. Şimdi ben seninle karşılaştığımı herkese anlatacağım ve senin sözlerini onlara ileteceğim." " İşte, işte ! " Çilli ispiyoncu onaylarcasına kafasını salladı. "Herkese Nasreddin Hoca ' nın yola geldiğini, yanılgılarından arındığını, şimdi artık sofu bir Müslüman ve yüce Emir ' i n sadık bir kölesi olduğunu anlat. Varsın herkes bunu bilsin . " "Ey eşsiz Nasreddin Hoca, sana bir sorum olacak, " diye de­ vam etti sürü çobanı. "Ben sahici bir Müslümanım ve İslamın kurallarını yanlışlıkla dahi olsa ihlal etmek istemiyorum, ama bu arada, diyelim ki, bir ırmakta yüzerken birden müezzinin ezan okuduğunu duyduğumda ne yapmam gerekir. Bakışlarımı hangi yöne çevirmeliyim . " Çilli aj an hoşgörüyle gülümsedi : "Elbette, Mekke yönüne . . . " Karanlık köşeden bir ses duyuldu : "Kıyafetinin olduğu yöne. Eve çıplak dönmemek için en iyisi budur. " Çilli ispiyoncuya saygılarına rağmen herkes gülümsemesi­ ni gizlemek için başını yere eğdi. İspiyoncu dikkatle Nasreddin Hoca ' ya baktı, ama gölgedeki haliyle onu tanıyamadı. "O köşede havlayan kim?" diye sordu kibirli kibirli. "Hey, çul­ suz, Nasreddin Hoca ile zeka yarıştırmaya niyetlendin galiba." 173

"Benim gibi bir miskine mi kaldı bu," diye yanıtladı Nasred­ din Hoca ve köşesinde mütevazı bir şekilde çayını yudumlamaya devam etti . Bir köylü aj ana hitaben : "Söylesene, ey mümin Nasreddin Hoca, bir Müslüman bir ce­ naze törenine katıldığında, Kur ' an' a göre tabutun neresinde dur­ ması gerekir? Önünde mi yoksa arkasında mı? İ spiyoncu önemli bir edayla yanıt vermeye hazırlanırken par­ mağını kaldı rmak üzereydi ki, köşedeki ses ondan önce davrandı: "Önde mi arkada mı olduğunuz hiç fark etmez, yeter ki tabu­ tun içinde olmayı n . " Öteden beri komik birisi olan çayhaneci göbeğini tuttu v e kah­ kaha atarak yere çömeldi; diğerleri de kendilerini tutamadılar. Kö­ şedeki bu adam, her konuda hazır cevaptı ve belki de, gerekirse, Nasreddin Hoca ' yla aşık atabilirdi. Aj anın tepesi atmıştı ve yavaşça başını o tarafa çevirdi : "Hey, sen, adın ne senin ! Bakıyorum da dilin oldukça uzun, sonra o dilinle vedalaşmak zorunda kalmayasın ! . . Zekamla onu mahvetmek benim için hiç de zor değil, " diye ekledi aj an, ken­ disini çevreleyen insanlara hitaben. "Ama biz burada, zekanın yersiz olduğu müminlik ve ruhun kurtuluşu üzerine bir sohbet yapıyoruz. Her şeyin bir yeri var ve bu yüzdendir ki, ben bu çul­ suzun sözlerine yanıt vermeyeceğim. Ey Müslümanlar, sözün özü, Nasreddin Hoca olarak sizi her konuda beni örnek almaya davet ediyorum: Mollalara saygı gösterin, iktidara itaat edin; saadet mekanlarınızdan eksik olmayacaktır. E n önemlisi de, örneğin, bir süre önce Buhara ' da isyan çıkaran ve gerçek Nasreddin Hoca' nın şehre geldiğini duyar duymaz sessiz sedasız ortadan kaybolan şa­ hıs gibi kendisine Nasreddin Hoca süsü veren kuşku uyandıran türlü türlü serserilere kulak asmayın. Bu sahtekarları takip edip yakalayın ve Emir ' in güvenlik güçlerine teslim edi n . " "Doğru ! " diye gürledi Nasreddin H o c a karanlıktan çıkıp ışığın olduğu tarafa doğru gelerek. 1 74

Herkes onu anında tanıdı. Bu beklenmedik durum karşısında donakaldılar. Aj an sap sarı kesildi. Nasreddin Hoca aj ana iyice yaklaştı, Çayhaneci Ali de, aj anı her an yakalamaya hazır halde Hoca ' nın arkasına yaklaştı çaktırmadan. "Demek gerçek Nasreddin Hoca sensin?" Aj an şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu; yanakları titriyor, gözleri fıldır fıldır dönü­ yordu. Ancak yine de kendisinde yanıt verecek gücü bulmuştu: " Evet, gerçek, sahici Nasreddin Hoca benim, geriye kalanlar ise, sen de dahil sahtesiniz ! " "Ey Müslümanlar, n e duruyorsunuz ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca. "Kendisi itiraf etti ! Yakalayın şunu, yoksa Emir ' i n Nasred­ din Hoca ' ya nasıl davranılması gerektiği konusundaki buyruğunu duymadınız mı? Yakalayın şunu, yoksa yataklık yapmanın bedeli­ ni siz kendiniz ödeyeceksiniz ! " Hoca aj anın sahte sakalını çıkardı. Çayhanedeki herkes yassı burunlu ve oynak gözlü nefret dolu çilli yüzü tanıdı. "Kendisi itiraf etti ! " diye haykırdı Nasreddin Hoca, sağ tarafı­ na göz kırparak. "Yakalayın Nasreddin Hoca ' yı ! " Bu kez de sola göz kırptı. Aj anı ilk yakalayan Çayhaneci Ali oldu. Aj an kaçmaya yelten­ diyse de sakalar, köylüler, zanaatçılar tam zamanında yetiştiler. Bir ara kalkıp inen yumruklardan başka bir şey görünmüyordu. En çok çalışan da Nasreddin Hoca ' ydı. "Ben şaka yaptım ! " diye inleyerek bağırdı aj an. "Ey Müslü­ manlar, ben şaka yaptım, Nasreddin Hoca değilim. B ırakın beni ! " "Yalan konuşuyorsun ! " diye bağırdı Nasreddin Hoca bir ha­ murcu gibi yumruklarıyla sürekl i çalışarak. " S en kendin itiraf et­ tin ve biz de duyduk ! Ey Müslümanlar buradaki bizler Emirimize sınırsız sadığız ve onun buyruğunu tam olarak yerine getirmek zorundayız, işte bu yüzden, Nasreddin Hoca ' yı dövün, ey Müs­ lümanlar! Onu, muhafızlara teslim etmek için saraya sürükleyin ! Allah aşkına, Emir aşkına dövün onu ! " 175

Aj anı saraya kadar sürüklediler. Gayretlerinden hiçbir şey kay­ betmeden yolda dövmeye devam ettiler. Nasreddin Hoca onu kıçına bir veda tekmesi atarak ödüllendirdikten sonra çayhaneye döndü. "Uff, " dedi Nasreddin Hoca terini silerek. "Galiba, onu iyice benzettik! Hala da hakkından geliyorlar, duyuyor musun, Ali?" Aj anın bağırtıları, şikayetçi çığlıkları ta uzaklardan duyulu­ yordu. Herkesin canına tak etmişti ve bugün de herkes Emir ' i n buyruğunu bahane ederek o n a bunun bedelini ödetmeye gayret ediyordu. Memnun ve mutlu çayhaneci hınzır hınzır gülerek göbeğini okşuyordu: "Bu ona bir ders olsun. Artık çayhaneme asla gelemez ! " Nasreddin Hoca arka odada kıyafet değiştirdi, sakalını yapış­ tırdı ve yeniden Bağdatlı bilge Hüseyin Husliya oldu. S araya geldiğinde nöbetçi kulübesinden gelen inlemeleri duy­ du. Oraya baktı . Çilli ispiyoncu yüzü gözü şiş, yara bere, çürük içinde keçede yatıyordu, başında da elinde bir fenerle Arslanbek vardı. "Muhterem Arslanbek, ne olmuş?" diye sordu Nasreddin Hoca saf saf. "İşler çok fena, Hüseyin Husliya . Şu Nasreddin Hoca serseri­ si yeniden şehre dönmüş ve benim emrimle kendisini her yerde Nasreddin Hoca olarak tanıtıp, gerçek Nasreddin Hoca ' nın insan­ lar üzerindeki zararlı etkisini kırmak amacıyla müminlik üzerine konuşmalar yapan en becerikli aj anımızı dövmüş . Sonucu da işte kendi gözlerinle görüyorsun ! " "Oooof, of! " dedi aj an kan ve çürüklerle süslü yüzünü kaldı­ rırken. "Bu lanetli serseriye bir daha bulaşmam, çünkü biliyorum ki, yeniden karşıma çıkarsa beni öldürür. Ve bundan sonra aj anlık yapmayacağım, yarın da buralardan uzaklaşıp beni kimselerin ta­ nımadığı bir yere gidip kendi alın terimle çalışıp kazanacağım." "Doğrusu, arkadaşlarım vicdanlarının sesine uyup gayret et­ mişler ! " diye düşündü Nasreddin Hoca aj ana bakıp biraz da olsa 176

ona acıyarak. " Saray iki yüz adım daha uzak olsaydı, bunu sağ bırakmazlardı. Bu ders onu akıllandıracak mı, bakalım?" Nasreddin Hoca sabah şafak sökerken kulesinin penceresin­ den, çilli aj anın saray kapısından elinde bir keseyle çıktığını gör­ dü. Çilli aj an, kah sağ ayağı kah sol ayağı üzerine topallayarak, göğsünü, omuzlarını ve böğrünü tutarak ve arada bir dinlenmek için oturarak, sabahın erken serin ışıklarıyla aydınlanan pazar meydanından geçti ve sıra sıra kapalı dükkanların gölgesinde göz­ den kayboldu. Karanlık gece yerini tertemiz, berrak, açık ve çise­ lerle yıkanmış, güneş ışıklarıyla süslü sabaha bırakmıştı. Kuşlar ötüyor, ıslık çalıyor, cıvıldaşıyor, kelebekler ilk ışıklarla ısınmak için yükseklere çıkıyorlardı, bir arı Nasreddin Hoca ' nın pence­ resinin pervazına kondu ve pencere önündeki testiden kokusunu aldığı balı bulmak için koşuşturmaya başladı . Nasreddin Hoca' nın kadim ve değişmez dostu güneş nihayet doğmuştu; her sabah buluşurlar ve Nasreddin Hoca her sabah san­ ki onu bir yıl boyu görememiş gibi sevinirdi . Güneş iyi kalpli, cömert bir tanrı gibi, herkese eşit oranda iyilik dağıtır ve yeryü­ zünde her şey minnettarlıklarını sevinç çığlıklarıyla dillendirerek ona tüm güzelliklerini açar, o da sabah ışıklarını gür bulutlara, minarelerin çinilerine, ıslak yapraklara, suya, otlara ve çiçekle­ re parıldayarak salardı; hatta doğanın unuttuğu ve göz ardı ettiği alelade, asık suratlı kaldırım taşları, onlar dahi güneşi karşılarken kendilerine çeki düzen verirler, sanki üzerlerine elmas tozu ser­ pilmiş gibi ışıldarlar ve kırık dökük halde dahi parıldarlardı. Nas­ reddin Hoca böyle saatlerde parıldayan dostu karşısında duyarsız kalabilir miydi? Bir ağaç parlak güneş ışıkları altında dans eder ve Nasreddin Hoca da, sanki kendisi de yeşil yapraklara bürünmüş, dans ederdi; en yakın minarede güvercinler kuğurdar, kanatlarını çırparlar, Nasreddin Hoca da kanatlarını çırpmak isterdi; iki ke­ lebek pencerenin önünden uçarak geçiyordu, Hoca da onların bu kolay oyununda üçüncü olmak istiyordu. Gözleri mutluluktan par­ lıyordu, çilli aj anı anımsadı ve bu sabahın onun için yeni, tertemiz ve aydınlık bir yaşamın sabahı olmasını diledi. Ama hemen üzüle­ rek bu insanın içinde o kadar kötülük birikmiş olduğunu, onun bu 1 77

kötülüklerden kurtulamayacağını, biraz iyileşip kendine geldikten sonra yine eski alışkanlıklarına döneceğini aklından geçiriyordu. İl eride de göreceğiniz gibi, Nasreddin Hoca öngörülerinde yanılmadı. İnsanları, haklarında yanılmayacak kadar çok iyi ta­ nıyordu . Çilli aj an hakkında ne kadar da yanılmak istiyordu ve onun ruhsal açıdan iyileşmesinden ne kadar da mutlu olurdu ! Ama çürük bir ağaç yeniden yeşerip kendisini yenileyemezdi, pis koku güzel kokuya dönüşemezdi . Nasreddin Hoca üzüntüyle derin bir iç geçirdi. Onun en büyük düşü, tüm insanların açgözlülük, kıskançlık, düzenbazlık ve kötülük nedir bilmeden kardeş gibi yaşayabile­ cekleri, kötü günlerinde birbirlerine yardım edecekleri, her bir kişinin mutluluğunu ortak mutluluk olarak paylaşacakları bir dün­ ya düşüydü. Ama bu mutlu dünyayı düşlerken, insanların yanlış yaşadıklarını, birbirlerine baskı yaptıklarını ve birbirlerini köle­ leştirdiklerini ve ruhlarını türlü türlü iğrençliklerle lekelediklerini üzülerek görüyordu . İ nsanların önünde sonunda temiz ve dürüst yaşamın yasalarını anlamaları için acaba ne kadar zamana daha gereksinimleri vardı? İnsanların günü geldiğinde bu yasaları anla­ yacakları konusunda hiçbir kuşkusu yoktu . Yeryüzünde iyi insan­ ların kötü insanlardan daha fazla olduğuna kesinlikle inanıyordu; ruhları çürümüş Tefeci Cafer ve çilli aj an olsa olsa çirkin birer istisnaydılar; doğanın insana yalnızca iyi olanı verdiğini, insanda­ ki kötünün ise dışarıdan yanlış ve adaletsiz olarak kurulmuş olan yaşam düzenince insan ruhuna işlenen bir tortu olduğuna kesin­ likle inanıyordu ve yine o insanların ruhunu her türl ü kötülükten arındırmak gibi soylu bir çalışmaya girmekle yaşamı da yeniden yapılandırmaya ve temizlemeye başlayacaklarına da kesinlikle inanıyordu . . . Üstelik, bizzat Nasreddin Hoca ' nın zaten başka türlü düşünmediğini kanıtlayan ve onun yüreğinin mührünün vuruldu­ ğu kendisiyle ilgili sayısızca hikaye vardı ve bu kitap da onlardan birisidir; çokları onun hatırasını kendi çıkarları için, kıskançlıkla­ rından ya da kötü niyetleri nden dolayı karalamaya kalkışmış ol­ salar da, niyetlerinde başarıya ulaşamamışlardır, çünkü gerçekler karşısında galip gelmek, asla yalana has değildir. 1 78

Nasreddin Hoca ' nın hatırası, berraklığını koruyan bir elmas gibi soylu ve aydınlıktır ve her şeye rağmen sonsuza dek böyle de kalacaktır ! Ve o günden bugüne Nasreddin Hoca ' nın Türkiye ' nin Akşehir kasabasındaki mütevazı mezarının önünde duran yolcu­ lar Buharalı neşeli gezgini güzel sözlerle anarlar ve bir şairin şu sözlerini yinelerler: "Dünyayı rüzgar gibi dönüp dolaşsa da, yüreğini yeryüzüne verdi; ölümünden sonra yüreğini açan çiçeklerin hoş kokusunu evrene savuran bir rüzgar gibi. Dünyaya ruhunun mührünü vurmaya ve dünyanın güzelliğini görmeye harcanmış yaşam mükemmel bir yaşamdır ! " Sözün kısası, bu mezarda kimsenin olmadığını, kurnaz Nas­ reddin Hoca' nın mezarı oraya kasıtlı olarak yapıp, kendisinin öl­ düğüne ilişkin söylenti yaydıktan sonra yeryüzü seyahatini sür­ dürdüğünü söyleyenler de vardır. Bu böyle midir değil midir? . . Sonuç vermeyecek tahminlerde bulunmayalım; ancak şunu belir­ telim ki, Nasreddin Hoca ' dan her şeyi beklemek mümkündür ! - 3 2 Sabah saatleri yerini bunaltıcı ve yakıcı bir güne bıraktı . Firar için her şey hazırdı. Nasreddin Hoca tutsağının yanına çıktı : "Ey bilgeler bil gesi Hüseyin Husliya, senin tutsaklık süren doldu. Ben bu gece sarayı terk ediyorum. Odanın kapısını kilit­ lemeyeceğim, ama bir koşulum olacak, burayı iki gün sonra terk edeceksin. Bu süreyi ihlal edersen, beni şans eseri hiila sarayda bulabilirsin ve işte o zaman, senin de anlayacağın gibi, seni kaç­ makla suçlayıp cellada teslim etmek zorunda kalabilirim. Hoşça kal, Bağdatlı bilge Hüseyin Husliya, hakkımda kötü düşünme . Beni di kkatle dinl e : Adım Nasreddin Hoca ! " "Ooo ! " diye haykırdı i htiyar yalpalayarak ve başka d a bir şey söyleyemedi: Bu isim onu öylesine şaşırtmıştı ki . . . Kapı

kapanırken

gıcırdadı .

Aşağıya

indiğinde

Nasreddin

Hoc a ' nın adımları duyulmaz oldu. İhtiyar dikkatlice kapıya yakı79

laşıp kontrol etti, kapı açıktı . Ç evresine bir göz attı. Kimsecikler yoktu. O zaman ihtiyar aceleyle kapıyı ö rttü ve içeriden sürgüledi. " Hayır, " dedi ihtiyar. "Nasreddin Hoca ile karşı karşıya gelmek­ tense, burada bir hafta beklerim, daha iyi . " Akşam, yeşile bürünmüş gökyüzünde i l k yıldızlar parlayınca, Nasreddin Hoca elinde kilden testiyle Emir ' in haremini koruyan muhafızların yanına geldi. Onun yaklaştığını fark etmeyen muhafızlar konuşmaya devam ediyorlardı: "İ şte bir yıldız daha düştü , " dedi çiğ yumurta yutucusu şişman ve tembel muhafız. "Eğer, senin dediğin gibi, bu yıldızlar yeryü­ züne düşüyorlarsa, neden insanlar onları bulamıyorlar?" "Galiba onlar denize düşüyorlar, " diye yanıtladı ikinci muhafız. "Ey siz, yiğit askerler, " diye söze girdi Nasreddin Hoca. "Bana harem ağasını çağırın, hasta bir cariye için ona ilaç vermem gerek." Harem ağası geldi, oldukça saygılı bir tavırla, içinde alelade dere suyuyla karıştırılmış tebeşir tozundan başka bir şey olmayan testiyi aldı, ilacın nasıl kullanacağına ilişkin ayrıntılı talimatları dinleyip uzaklaştı . "Ey bilgeler bilgesi, Hüseyin Husliya ! " dedi şişman muhafız hayranlık dolu tavırlarla. "Sen yeryüzünde her şeyi biliyorsun, bilgeliğin sınır tanımı­ yor! Söyler misin, yıldızlar gökyüzünden nereye düşerler ve in­ sanlar yeryüzünde onları neden asla bulamazlar?" Nasreddin Hoca, şaka etmeden duramazdı . "Yoksa siz bilmiyor musunuz?" dedi gayet ciddi b i r şekilde. "Yıldızlar düştüklerinde küçücük gümüş metallere bölünürler, sonra da yoksullar bu gümüş parçaları toplarlar. Hatta ben, bu yol­ la zengin olan insanlar tanıdım . " Muhafızlar birbirlerine baktılar. Yüzlerinde tarifi imkansız bir şaşkınlık belirdi. Nasreddin Hoca bu aptal muhafızlara gülerek uzaklaştı. B u şakanın birazdan çok a m a çok i ş i n e yarayacağını aklına dahi ge­ tirmemişti . 180

Gece yarısına kadar kulesindeki dairesinde oturdu. Hem şe­ hirde hem de sarayda ortalık sakinlemişti; ışıklar sönmüştü. Daha fazla ayak sürümemeliydi : Yaz gecelerinin kanatları çok hızlı uçarlardı. Nasreddin Hoca aşağıya indi, karanlık köşeleri seçip gizlene gizlene Emir ' i n hareminin yolunu tuttu. "Muhafızlar da uyumuşlardır çoktan," diye düşünüyordu . Hareme yaklaştığında muhafızların alçak sesle konuştuklarını duyunca o kadar morali bozuldu ki . "Şuraya hiç olmazsa bir yıldız düşseydi ! " diyordu şişman tem­ bel muhafız, "biz gümüş paraları toplar ve bir anda zenginleşirdik." İkinci muhafız, "ben yine de yıldızların parçalanıp gümüş pa­ ralara dönüşeceklerine inanmıyorum" diyordu. "Ama Bağdatlı bilge böyle söyledi," dedi birincisi. "Onun bü­ yük bir bilim adamı olduğu herkesçe bilinir, yanılacak değil ya." "Lanet olsun hepinize ! " diye isyan etti içten içe Hoca, karanlık bir köşeye gizlenmiş dururken . "Ah, neden ben onlara yıldızlar­ dan söz ettim; şimdi sabaha kadar tartışacaklar ! Yoksa firar iptal mi olacak?" Buhara ' nın tepesinde erişilemez yükseklikte berrak ve sakin binlerce yıldız parıldıyordu: Birden küçük bir yıldız gökyüzünden kopup büyük bir süratle ve çaprazlamasına gökyüzünü yarıp geç­ ti; onun peşinden ikinci yıldız, ardında bir anlık ve göz kamaştıran bir iz bırakarak fırlayıverdi. Yazın ortalarıydı ve yıldız yağmurları dönemi yaklaşıyordu. "Eğer bu yıldızlar parçalanıp gümüş paralara dönüşseydi. . . " diye konuşmaya başladı ikinci muhafız. Nasreddin Hoca ' nın kafasında bir anda bir şimşek çaktı. Gü­ müş para ile tıka basa dolu bir keseyi aceleyle cebinden çıkardı. Yeni bir yıldız kayana kadar çok uzun süre beklemek zorunda kal­ dı. Ve nihayet yıldız kaydı. Nasreddin Hoca madeni parayı muha­ fızlarının önüne fırlattı. Gümüş para taş döşemede çınladı. Muhafızlar önce şaşkınlıktan donakaldılar, sonra ayağa kalkıp göz göze geldiler. "Duydun mu?" dedi birinci muhafız, sesi titriyordu. 181

"Duydum," dedi ikincisi kekeleyerek. Nasreddin Hoca ikinci parayı attı. Para ay ışığında parlıyordu. Tembel muhafız kısa bir çığlık atıp paranın üzerine atladı . . . "Kap . . . kaptın mı?" diye sordu ikincisi . Nutku tutulmuştu. "Kap . . . kaptım," diye yanıtladı titreyen dudaklarıyla şişko, kalkarken parayı da gösterdi. Birden gökyüzünde birkaç yıldız aynı anda kaydı. Nasreddin Hoca avuç avuç savurmaya başladı paraları . Gecenin sessizliğini ince, melodi gibi bir ses bozdu. Muhafızlar çıldırmışlardı, mızrak­ larını fırlatıp yerde sürünmeye başladılar. "Buldum ! " diye bağırdı içlerinden birisi hırıldayan ve boğuk bir sesle. "İşte ! " İkincisi d e sessizce yerlerde sürünüyordu ve birden bir yığın parayı önünde görünce hırıldamaya başladı. Nasreddin Hoca onlara bir avuç para daha savurdu ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın haremin giriş kapısına sızdı. Artık işi kolaylaşmıştı. Yumuşak Pers halıları adımlarını ses­ sizce kabulleniyorlardı. Tüm giriş çıkışları aklında tutmuştu. Ha­ rem görevlilerinin tümü uyuyorlardı . . . Gülcan onu ateşli bir öpücükle karşıladı v e titreyerek sokuldu. "Çabuk ol ! " diye fısıldadı Nasreddin Hoca. Yollarına çıkan kimse olmadı, yalnızca harem görevlilerin­ den birisi uykusunda horluyor, inliyordu. Nasreddin Hoca eği­ lerek başları ucunda durdu. Ama, harem görevlisi henüz ölecek gibi değildi : Dudaklarını şapırdatıp yeniden horlamaya başladı . . . Rengarenk camların arasından zayıf bir a y ışığı sızıyordu . Tam giriş kapısında durup etrafına bakındı Nasreddin Hoca. Muhafızlar, avlunun ortasında dört elli durmuşlar yıldızların kay­ ması beklentisiyle gökyüzünü seyrediyorlardı . Hoca kolunu ge­ nişçe açarak bir avuç para daha fırlattı; paralar biraz uzağa, ağaç­ ların arkasına düştü. Muhafızlar derhal oraya koştular. O denli çıldırmışlardı ki, gözleri hiçbir şeyi görmüyordu ve derin derin soluyarak ve hummalı çığlıklar atarak kestirme yollardan, dikenli 1 82

bitkilerle kuşatılmış çitlerden atlıyorlar ve sonuçta bu çitlerdeki dallarda pantolonları ve cübbelerinden parçalar kopup kalıyordu. Böyle bir gecede, haremden değil bir tane tüm cariyeleri ka­ çırmak mümkündü. "Çabuk ! Çabuk ! " dedi Nasreddin Hoca, kızı elinden tutmuş çekerek. Kuleye vardılar bir koşu ve yukarı çıktılar. Hoca, çoktan hazırlamış olduğu bir halatı yatağının altından çıkardı . "Burası yüksek. . . Korkuyorum . " dedi Gülcan. Hoca, Gülcan ' a sinirl i sinirli bağırdı v e kız boyun eğmek zorunda kaldı. Nasreddin Hoca kızın beline bir ilmik attı, daha önceden teste­ reyle kesilmiş parmaklığı pencereden çıkardı . Gülcan, pencerenin denizliğine oturdu . Burası çok yüksekti, titriyordu. "Uç ! " dedi Hoca emredercesine ve hafifçe sırtından itti. Gülcan gözlerini kapadı, pürüzsüz taşın üzerinden kaydı ve hava­ da asılı kaldı. Gözlerini açtığında kendisini yerde buldu. "Koş ! Koş ! " sesini duydu yukarıdan. Nasreddin Hoca beline kadar pencereden sark­ mış elini sallıyor, halatı çekiyordu . Gülcan aceleyle halatı çözdü ve bomboş meydanı koşarak geçti . Gülcan bu sırada bütün sarayda alarm verildiğini ve sarayı bir telaşın kuşattığını bilmiyordu . Kısa bir süre önce yediği bastonlar sayesinde Emir ' in hizmetinde olağanüstü bir gayret göstermeye başlayan harem ağası gece yarısı yeni cariyenin odasına göz attı­ ğında, kızın yatağının boş olduğunu fark etti . Harem ağası koşarak Emir ' e gitti, onu uyandırdı. Emir, Arslanbek ' i çağırdı. Arslanbek saray muhafızlarını ayağa dikti, meşaleler yakıldı, kalkanlar ve mızrakların sesleri çınlamaya başladı. Bağdatlı bilgeye adam saldılar.

Emir Nasreddin Hoca ' yı

şikayetçi bir tonda haykırarak karşıladı: "Hüseyin Husliya, eğer biz, yüce Emir olarak kendi sarayı­ mızda bu serseri Nasreddin Hoca yüzünden huzur yüzü göremi­ yorsak, devletimizde başıbozukluk nerelere varmış demektir! Bir emirin sarayından bir cariyeyi kaçırdıkları hiç duyulmuş mudur?" "Ey yüce Emir, " diye araya girme cesaretinde bulundu Bahti­ yar. "Belki de bunu yapan Nasreddin Hoca değildir. " 183

"Daha kim yapabilir ki?" diye bağırdı Emir. " Sabahleyin, onun Buhara ' ya döndüğünü bildirdiler, gece de onun yavuklusu olan cariye kayboldu ! Bunu Nasreddin Hoca dışında başka kim yapa­ bilir ki ! Arayıp bulun onu, her yerde nöbetçi sayısını üç kat artırın, o henüz saraydan çıkmamış olmalıdır! Arslanbek, unutma: Kafan omuzlarının üzerinden uçup gidebilir ! " Arama çalışmaları başladı. S arayın tüm kıyısı köşesi didik di­ dik aranıyordu. Her tarafta meşaleler, titrek kızıl ışıklar saçarak yanıyordu. Arama çalışmalarında Nasreddin Hoca herkesten daha çok gayret gösteriyordu. Halıları kaldırıyor, elindeki sopasını mermer havuzlara daldırıyor, çaydanlığa, testilere ve hatta fare yuvalarına dahi göz atıyor, bağırıp çağırıyor ve her tarafa yetişiyordu. Emir ' in yatak odasına döndüğünde: "Yüce efendimiz. Nasreddin Hoca saraydan kaçmayı başar­ mış." diye bildirdi. "Hüseyin Husliya ! " dedi Emir öfkeyle : " S enin düşüncesizliğin bizi şaşırtıyor. Yani o bir yerlere gizlenmiş olamaz mı? Yani, bi­ zim yatak odamıza dahi girebilir. Hey, muhafızlar buraya gelsin ! " diye bağırdı Emir, bu düşünceden dolayı dehşete kapılarak. Ele avuca sığmayan Nasreddin Hoc a ' yı korkutmak için saray duvarının arkasında toplar atılıyordu. Emir bir köşeye yumulmuş bağırıyordu : " Muhafızlar! Muhafızlar ! " Arslanbek onun yatak odasının kapılarına otuz v e her pencere­ nin önüne de onar muhafız koymadan Emir rahatlamadı. Ancak ondan sonra Emir saklandığı köşeden çıktı ve şikayetçi bir tonla: "Ne dersin Hüseyin Husliya, bu serseri bizim yatak odamızın bir yerlerinde saklanmış olabilir mi?" dedi. "Kapılar ve pencereler muhafızlarca korunuyor, " dedi Nas­ reddin Hoca, "Bu odada ikimizden başka hiç kimse yok. Burada Nasreddin Hoca ' nın ne işi olabilir ki?" 1 84

"Ama, cariyemizi kaçırmak ona pahalıya mal olacak ! " diye haykırdı Emir. İçindeki korku yerini öfkeye bırakmıştı, parmakla­ rı, sanki Nasreddin Hoca ' nın boğazına yapışmış gibi hummalı bir şekilde kasılmıştı. "Ey, Hüseyin Husliya, " diye devam etti Emir, "öfke ve infialimizin sınırı yok ! Kızı bir kez olsun ziyaret etmek nasip olmadı; bu aklıma geldikçe, hükümdar yüreğime bir keder çöküyor! Hüseyin Husliya, tüm bunların suçlusu senin yıldızların; bu gibi kötü niyetli hareketleri yüzünden tüm yıldızların kellesini vurabilseydik keşke ! Ama bu kez Nasreddin Hoca cezasız kurtu­ lamayacak! Arslanbek ' e gerekli emri verdik ! Sana da bu serse­ rinin yakalanması için tüm gayretini gösterme görevi veriyoruz ! Unutma ki, senin harem ağası görevine atanman bu başarına bağlı olacak. Hüseyin Husliya, yarın sarayı terk edeceksin ve Nasreddin Hoca ' yı ya kalamadan geri dönmeyeceksin . " Nasreddin

Hoca

kurnaz v e parıldayan

gözlerini

kısarak

Emir ' in önünde yerlere kadar eğildi. - 3 3 Nasreddin Hoca sabaha kadar Emir ' e Nasreddin Hoca ' yı ya­ kalama planlarını anlattı . Bunlar son derece kurnazca planlardı ve Emir memnun kaldı . Sabah, masraflar için bir kese altın aldıktan sonra kuleye son kez çıktı, paraları deri kemerinin içine soktu ve iç geçirerek etrafı­ na baktı : Bir anda mekanını terk etmekten üzüntü duyuyordu, bu­ rada ne kadar çok uykusuz gece geçirmişti ve ne çok düşüncelere dalmıştı; yüreğinin bir parçasını bu soğuk duvarlarda bırakıyordu. Arkasından kapıyı kapattı, dik taş merdivenleri çabucak indi ve kendisini özgürlüğün kucağına bıraktı. Tüm dünya onun için yeniden kucağını açmıştı . Yollar, dağ geçitleri ve dağların pati­ kaları uzun yolculuklara davet ediyor, yeşil ormanlar yumuşacık yapraklarının gölgesinde onu ağırlamayı vaat ediyor, ırmaklar so­ ğuk sularını içmeye davet ediyor, kuşlar mutlu etmek için en iyi şarkılarını onun için hazırlıyorlardı; neşeli gezgin Nasreddin Hoca o altın kafesinde oldukça uzun süre kalmıştı ve alemin onsuz canı sıkılmıştı. 185

Ama tam kapının önünde kalbine dehşetli bir darbe aldı. Bir an durdu ve rengi atmış olarak, yüzü sarararak, duvara ya­ pıştı. Çok sayıda muhafızın koruması altında başları yere eğik ve elleri bağlı arkadaşları açık kapıdan bir sürü halinde giriyorlardı; onlar arasında ihtiyar Çömlekçi Niyaz ' ı, Çayhaneci Ali ' yi, De­ mirci Yusuf ' u ve pek çoklarını görüyordu; bir zamanlar kiminle görüşmüş, konuşmuş, kimden bir bardak su istemiş ve kimden eşeği için bir tutam ot almışsa, hepsi buradaydı ! . . Görüntüsü üzüntü veren bu sürüyü önüne katmış olan Arslanbek'ti. Hoca çok geçmeden kendine geldi, ama tam da kendine geldi­ ğinde kapılar kapandı ve avluda kimsecikler yoktu : Herkesi bod­ ruma götürdüler. Nasreddin Hoca Arslanbek ' i aramaya koyuldu. "Ne oldu, muhterem Arslanbek? Bu insanlar kim? Ne suç iş­ lemişler? "Bu insanlar lanet olası Nasreddin Hoca ' ya yataklık edenler ve onun iş birlikçileri " dedi Arslanbek muzaffer bir edayla . "Aj anla­ rını onların izlerini sürdüler ve bugün onlar Nasreddin Hoca ' yı teslim etmezlerse herkesin gözleri önünde en ağır şekilde cezalan­ dırılacaklar. Ama senin rengin atmış, Hüseyin Husliya ! Moralin çok bozuk ! .. " "Hem de nasıl ! " diye yanıtladı Nasreddin Hoca. "Demek ki, ödül benim ellerimden alınıp sana geçiyor ! " Nasreddin Hoca sarayda kalmak zorunda kaldı . Suçsuz insan­ lar ölüm tehdidi altındayken başka türlü nasıl davranabilirdi ki?" Öğle vakti meydana, mahkeme kürsüsünü üçlü halka ile çev­ releyen askerler dizildi. Verilecek cezalar hakkında tellallar tara­ fından bilgilendirilen halk sessiz bir bekleyiş içindeydi. Kızgın gökyüzü kavurucu sıcak soluyordu. Sarayın kapıları açıldı, her zamanki düzeni içinde önce tellallar, ardından muhafızlar, devamında müzisyenler, filler, onların ardın­ dan saray erkanı ve nihayet, kapıda Emir ' in tahtırevanı göründü. İnsanlar yerlere kadar eğildiler. Tahtırevan tribüne yerleştirildi. Emir tahtta yerini aldı. Yargılanacakları sarayın kapısından çıkardılar. Kalabalık onları bir uğultuyla karşıladı. Yargılanacak186

ların akrabaları ve dostları, onları daha iyi görebilmek için ilk sı­ ralarda yer alıyorlardı . Cellatlar bir telaş içinde baltaları, mızrakları ve ipleri hazırlı­ yorlardı. Bugün işleri zordu : Art arda altmış kişiyi infaz etmeleri gerekecekti . İhtiyar Niyaz bu uğursuz kuyrukta ilk sırada yer alıyordu. Cel­ latlar onu kollarından tutuyorlardı, sağında idam sehpası, solunda da kütük vardı, önünde ise ucu sivriltilmiş yere çakılı olarak bir kazık duruyordu. Başvezir B ahtiyar yüksek sesle ve zafer edasıyla : "Esirgeyen ve bağışlayan Allah ' ın adıyla ! Buhara ' nın hüküm­ darı ve yeryüzünün güneşi, Buhara Emiri, kafir, huzur bozan, ni­ fak tohumları eken ve ahlak dışı işler yapan Nasreddin Hoca ' ya yataklık etme günahı işleyen altmış tebaasının suçlarını adalet te­ razisinde tarttıktan sonra şunlara hükmetmiştir: Nasreddin Hoca adlı serseriyi uzun süre saklayan Çömlekçi Niyaz ' ın kellesi vü­ cudundan ayrılacak. Diğer suçlulara gelince, onlar için ilk ceza Niyaz ' a verilecek cezanın infazını bizzat izlemek olacak ve böy­ lelikle, kendileri için daha kötüsünün beklentisiyle korkudan titre­ yeceklerdir. Onların cezasının infaz yöntemleri herkes için farklı olacaktır. . . Meydan o denli sessizdi ki, B ahtiyar ' ın her sözü arka sıralar­ dan net olarak duyuluyordu. "Herkese malum olsun ki, " diye sürdürdü sesini yükselterek, "bundan sonra Nasreddin Hoca ' ya yataklık eden herkese aynı ceza uygulanacaktır ve hiçbiri dahi celladın elinden kaçamaya­ caktır. Yargılananlardan herhangi biri bu hırsızın ve aylağın ye­ rini gösterirse, yalnızca infazdan kurtulmakla, Emir ' in ödülüne ve hayır duasına nail olmakla kalmayacak, geriye kalan herkesi de infazdan kurtarmış olacaktır. Çömlekçi Niyaz, sen Nasreddin Hoca ' nın yerini söyleyerek hem kendini hem de diğerlerini infaz­ dan kurtarabilirsin." Niyaz başını hiç kaldırmadan uzun süre sustu. Bahtiyar soru­ sunu yineledi. 187

"Hayır, onun yerini gösteremem," diye yanıtladı Niyaz . Cellatlar ihtiyarı idam kütüğüne sürüklediler. Kalabalığın için­ den bir çığlık duyuldu . İhtiyar dizleri üzerine çöktü ve boynunu uzatarak apak saçlı başını kütüğe koydu. Bu anda Nasreddin Hoca saraylıları iterek ileri fırladı ve Emir ' in karşısına çıktı. "Ey hükümdarım" dedi herkesin duyabileceği yüksek sesle. " İdamı durdur, ben şimdi Nasreddin Hoc a ' yı bulacağım. " Emir şaşkınlıkla gözlerini ona dikti . Meydandakiler hareket­ lendiler. Cellat Emir ' in önünde eğilip saygıyla selam durup bal­ tasını yere attı. "Ey efendimiz ! " dedi Nasreddin Hoca yüksek sesle bağırarak. "Nasreddin Hoca ' nın son zamanlarda yaşadığı ve şimdi de yaşa­ makta olduğu ve onu yedirip içiren, ödüllendiren ve onun üzerine titreyen baş saklayıcı sağ kalırken, bu sıradan saklayıcıları infaz etmek adil midir?" "Haklısın, " dedi Emir ciddi bir edayla. "Eğer yataklık eden böyle birisi varsa, ilk onun kellesini vurmak daha adil olacaktır. Ama göster bize bu yataklık edeni, Hüseyin Husliya . " Kalabalıkta çekingen b i r uğultu yayıldı, önde duranlar Emir ' in sözlerini arkadakilere aktarıyorlardı. "Ama, yüce Emir baş saklayıcıyı infaz etmek istemez de, sağ bırakırsa, o zaman sıradan saklayıcıları infaz etmek adil olur mu?" diye sordu Nasreddin Hoca. Emir giderek daha da şaşırarak yanıtladı : "Eğer baş saklayıcıyı infaz etmek istemezsek, tabii ki, sıradan saklayıcıları da infaz etmekten vazgeçeriz . Ama anlamadığımız bir şey var, Hüseyin Husliya. Hangi neden bizi baş saklayıcıyı infaz etmekten alıkoymaya zorlayabilir ki? Nerede o? Göster bize ki, kafasını gövdesinden derhal ayıralım . " Nasreddin Hoca halka döndü: "Emir ' in sözlerini duydunuz . Buhara hükümdarı, şimdi adı­ nı vereceğim baş saklayıcıyı infaz etmekten vazgeçerse, şu anda 188

başları idam kütüğünde olan şu küçük suçlular azat edilecek ve ailelerine bağışlanacaklardır. Doğru mu dedim, ey hükümdarım?" "Doğru dedin, Hüseyin Husl iya, " diye onayladı Emir. "Buna söz veriyoruz. Ama bir an önce bize baş suçluyu göster. " "Duyuyor musunuz?" dedi Nasreddin Hoca halka dönerek. "Emir söz veriyor ! " Derin bir nefes aldı. Yüzlerce gözü üzerinde hissediyordu. "Başlıca saklayıcı. .. " B iraz durakladı, meydanı gözden geçirdi; çokları onun yüzün­ deki acı ve ölüm üzüntüsünü fark etmişti. Sevdiği dünyayla, in­ sanlarla ve güneşle vedalaşıyordu. "Çabuk ol ! " diye haykırdı Emir sabırsızca. "Çabuk, Hüseyin Husliya ! " Nasreddin Hoca açık anlaşılır, çınlayan bir sesle: "En baş saklayıcı sensin, Emir ! " Sert bir hareketle kavuğunu fırlattı, takma sakalını çıkardı. Kalabalık bir çığlık kopardı, donakaldı. Emir ' in gözleri fal taşı gibi fırladı, dudakları sessizce kımıldadı. Saraylılar taş kesildiler. S essizlik fazla sürmedi. "Nasreddin Hoca ! Nasreddin Hoca ! " diye bağırmaya başladı kalabalık. "Nasreddin Hoca ! " diye fısıldamaya başladı saraylılar. " Nasreddin Hoca ! " diye haykırdı Arslanbek. Sonunda bizzat hükümdar da kendine geldi. Dudakları belli belirsiz kımıldadı. "Nasreddin Hoca ! " "Evet, benim ! Hadi bakalım, en baş saklayıcı olarak başının vurulmasını buyur ! Senin sarayında yaşadım, senin yemeğini ye­ dim, senden bahşişler aldım, tüm konularda senin en yakın baş da­ nışmanındım. Saklayıcı sensin, E mir, başının vurulmasını buyur ! " Nasreddin Hoc a ' yı yakaladılar. Karşı koymadı, ama : "Emir,

yargılananları

serbest

bırakacağına

söz

Emir ' in sözlerini duydunuz ! " diye bağırmaya başladı . 189

vermişti.

Halk homurdanmaya, telaşlanmaya başladı. Muhafızların üçlü çemberi, kalabalığın baskısını güçlükle durdurabiliyordu. "Mahkumları serbest bırakın ! " çığlıkları giderek daha da seslice duyuluyordu . "Emir söz verdi ! " " S erbest bırakın ! " Kalabalığın uğultusu artıyor, yayılıyordu. Muhafızların gü­ venlik çemberi, halkın sıkıştırmasıyla geri geri gidiyordu. Bahti­ yar Emir ' in önünde eğildi . "Ey hükümdarım, onları serbest bırakmak gerek, yoksa halk isyan çıkaracak. " Emir bir baş işareti yaptı . "Emir sözünü tutuyor ! " diye bağırdı Bahtiyar. Muhafızlar geri durup yolu açtılar. Mahkumlar hemen kalabalığın içine karıştı . Nasreddin Hoca ' yı saraya götürdüler. Kalabalıkta çokları ağlı­ yor, arkasından bağırıyordu. "Elveda, Nasreddin Hoca ! E lveda sevgili, soylu Nasreddin Hocamız, kalbimizde daima yaşayacaksın . " Hoca kafası dik yürüyordu, yüzünde korkusuzluk egemendi . Saray kapıları önünde geriye dönüp el salladı. Kalabalık ona kuv­ vetli bir gürültüyle yanıt verdi. Emir aceleyle tahtırevanına girdi . S araylılar, sarayın yolunu tuttular. - 3 4 Divan toplandı: Konu Nasreddin Hoca ' nın yargılanmasıydı . Hoca, elleri ve ayakları bağlı ve muhafızların korumasında içeri girdiğinde herkes başını öne eğdi. Birbirlerine bakmaya uta­ nıyorlardı. Bilgelerin yüzleri kırıştı, sakallarını sıvazlıyorlardı; Emir yüzünü dönerek bir iç geçirdi, öksürmeye başladı. Nasreddin Hoca ise herkesin gözlerinin içine bakıyordu hiç çe­ kinmeden; elleri sırtına çevrilip bağlanmış olmasaydı, suçlunun o değil, onun karşısında oturanların olduğu sanılırdı. 190

Mahkemeye diğer saraylılarla birlikte, nihayet hapisten kur­ tulmuş olan Bağdatlı bilge gerçek Hüseyin Husliya da geldi. Nas­ reddin Hoca ona dostça bir göz kırptı, Bağdatlı bilge oturduğu yastıktan fırladı ve öfkeden dişlerini gıcırdattı. Mahkeme çok uzun sürmedi. Nasreddin Hoca ' y ı ölüm cezası­ na çarptırdılar. Geriye idam yöntemini belirlemek kalmıştı. "Ey yüce efendimiz ! " dedi Arslanbek. "Bana göre, bu caniyi ka­ zığa oturtalım ki, yaşamına en acı işkenceler çekerek son versin. " Nasreddin Hoca ' nın kılı dahi kıpırdamıyordu; öylesine duru­ yor ve yüzünü üst pencereden gelen güneş ışığına uzatmış sakince gülümsüyordu. "Hayır ! " dedi Emir kararlı bir ifadeyle. "Türk sultanı bu kafiri daha önce kazığa oturtmuş, ama anlaşılan o bu ceza yöntemini zararsız atlatmayı becermiş, yoksa sultanın elinden canlı kurtu­ lamazdı." B ahtiyar, Nasreddin Hoca ' nı n kellesinin vurulmasını salık ve­ riyordu. " Gerçi bu en kolay ölüm yöntemlerinden birisi, ama en isabetli olanı. " " Hayır ! " dedi Emir. "Bağdat Halifesi onun kellesini vurmuştu, ama o hala yaşıyor. " Bürokratlar sırayla kalkıp Nasreddin Hoca' nın asılmasını, de­ risinin yüzülmesini önerdiler. Emir tüm bu önerileri geri çevirdi, çünkü çaktırmadan Nasreddin Hoca ' nın yüzünde hiçbir korku işa­ reti olmadığını fark etmişti ve bu da Emir ' in gözünde önerilen yöntemlerin işe yaramayacağının açık bir kanıtıydı . Saraylılar mahcup b i r halde sustular. Emir öfkelenmeye başladı. Bu sırada Bağdatlı bilge ayağa kalktı. Emir ' in huzurunda ilk kez konuşuyordu, bu nedenle diğer saraylılardan bilgeliğiyle fark­ lı olabilmek için vereceği öğüdü iyice düşünmüştü. "Ey yeryüzünün yüce hükümdarı ! E ğer bu cani şimdiye ka­ dar olası tüm ceza yönterrılerinden zarar görmeden kurtulmuşsa, karanlıkların ruhu olan ve adını burada Emir ' in huzurunda anma191

nın pek hoş kaçmayacağı o kirli gücün kendisine yardım ettiğinin doğrudan bir kanıtı değil midir?" Bu sözleri söyler söylemez bilge omuzlarını üfledi, onun ar­ dından da Nasreddin Hoca hariç herkes omuzlarını üflediler. "Bu caniyle ilgili her şeyi düşünüp taşındıktan ve ölçüp biçtik­ ten sonra," diye devam etti bilge, "yüce Emirimiz, bu kirli gücün, caninin adil bir cezadan kurtulmasına bir daha yardımcı olacağın­ dan çekinerek önerilen Nasreddin Hoca ' yı öldürme yöntemlerini reddetmiştir. Ama adı geçen Nasreddin Hoca ' nın hiç çarptırılma­ dığı bir idam yöntemi daha vardır ki, bu da suda boğulmasıdır ! " Bağdatlı bilge başını kaldırıp saraylıları süzdü zafer kazanmış bir edayla. Nasreddin Hoca irkildi. Emir Hoca ' nın irkildiğini fark etti . "Öyle ya ! İşin sırrı da bu­ rada zaten ! " Nasreddin Hoca bu sırada şunları aklından geçiriyordu: "Onun kirli güçten söz etmesi çok iyi oldu; bu da umudumun henüz yok olmadığı anlamına gelir ! " "Anlatılanlardan ve kitaplardan bildiğim kadarıyla , " diye de­ vam etti bu arada bilge, "Buhara ' da Şeyh Ahmet Göleti denilen kutsal bir gölet var. Kirli gücün bu gölete yaklaşamayacağı bilinen bir şeydir, bu nedenle de, ey hükümdarımız, caniyi kafasını kutsal sulara sokarak uzun süre orada tutmak vacip olmuştur ve sonra­ sında zaten kendisi ölecektir. " " İşte, bilgenin ödüle layık öğüdü ! " diye haykırdı Emir. Nasreddin Hoca Bağdatlı bilgeye kinayeli bir ifadeyle : " E y Hüseyin Husliya, s e n benim elimdeyken, b e n sana böyle mi davrandım? Gel de bundan sonra i nsanların merhametine bel bağla ! " Oy birliğiyle Nasreddin Hoca ' yı güneş battıktan sonra kutsal Ş eyh Ahmet Göleti ' nde boğma kararı alındı . Yolda Nasreddin Hoca kaçmasın diye, onu saraydan gölete kadar deri çuvalla taşı­ yıp bu çuvalda da boğmaya karar verdiler. ı 92

. . . Gün boyunca göletten balta sesleri geliyordu : Doğramacı­ lar göletin etrafına Emir için taht tribünü kuruyorlardı . Zaten, her birinin başına bir muhafız dikilmişken başka ne yapabilirlerdi ki? İsteksiz, asık suratla çalışıyorlardı; işlerini bitirdikten sonra ken­ dilerine verilen sadaka gibi ücreti almayı reddederek ve gözleri yerde çekip gittiler. Tribünün olduğu kıyı hahlarla kaplandı . Karşı kıyı da· halka ayrılmıştı. Aj anlar, şehrin endişe içinde olduğu haberlerini getirdiler. Bu nedenle Arslanbek göletin etrafına çok sayıda asker dikti, toplar yerleştirdi. Yolda halkın Nasreddin Hoca ' yı ellerinden almaması için Arslanbek, paçavralarla dolu dört tane çuval hazırlanmasını emretti: Bu sahte çuvalları gölete göstere göstere, kalabalık so­ kaklardan, Nasreddin Hoca ' nın olduğu çuvalı da, tam tersine, en tenha sokaklardan göndermek niyetindeydi. Arslanbek ' i n kurnaz­ lığı bununla sınırlı kalmıyordu : Sahte çuvalların başına sekizer muhafız dikmişti, Nasreddin Hoca ' nın bulunduğu çuval ın başında ise üç muhafız vardı . "Ben size gölete kadar ulak gönderirim" dedi muhafızlara Ars­ lanbek. "Dört sahte çuvalı ardı ardına hemen götürmelisiniz, onun ardından da caninin bulunduğu beşinci çuvalı biraz daha geç ve kapılara yığılmış olan sahte çuvalların ardına düştükleri sırada çaktırmadan götüreceksiniz. Beni anladınız mı? Unutmayınız ki, bundan canınız pahasına sorumlusunuz. " Akşam meydanda, alışverişin bittiğine işaret eden davullar ça­ lı yordu. Halk dört bir yandan gölete toplanmıştı . Bir süre sonra Emir erkanıyla birlikte geldi. Tribünde ve çevresinde meşaleler yanıyordu. Meşalelerin alevi rüzgardan hışırdıyor ve eğilip bü­ külüyordu, suda meşalenin kızıl yansısı titriyordu. Karşı kıyı karanlığa bürünmüştü; ateşle parlayan tribünden kalabalık gö­ rünmüyordu, ama dönüp durmalar, hareketler kargaşalı, endişeli uğultularını gece rüzgarının şiddetine kusarak nefes alışları açık seçik duyuluyordu. B ahtiyar Emir ' in Nasreddin Hoca ' nın öldürülmesine ilişkin buyruğunu karanlığa yüksek sesle okudu. Bu sırada rüzgar din193

mişti, öyle bir sessizlik çökmüştü ki etrafa, nur yüzlü Emir ' in sırtı karıncalanıyordu . Rüzgar tekrar başladı ve rüzgarla birlikte bin­ lerce göğsün iç geçirişi duyulur oldu. "Arslanbek ! " dedi Emir; sesi titriyordu. "Neden ağırdan alı­ yorsun?" "Ben artık ulağı gönderdim, ey hükümdarım . " B u sırada karanlıkta çığlıklar, silah şangırtıları duyuldu; bir yer­ lerde arbede çıktı. Emir etrafına bakınarak yerinden fırladı. Bir daki­ ka sonra tribünün önündeki aydınlığa çuvalsız sekiz muhafız girdi. "Katil nerede?" diye kükredi Emir. "Muhafızların elinden al­ mışlar. Kurtulup kaçmış ! Arslanbek, sen şimdi görürsün ! " "Hükümdarım ! " dedi Arslanbek. "Bu miskin kulun her şeyi öngördü; bu çuvalda paçavralar vard ı . " Karşı tarafta yeniden arbede sesleri geldi. Arslanbek Emir ' i sakinleştirmek için acele ediyordu : "Çuvalı varsın kapsınlar, hükümdarım ! Bu çuvalda da çaput­ tan başka bir şey yok . " . . . Muhafızlardan i l k çuvalı alan arkadaşları i l e birlikte Çayha­ neci Ali idi, ikinci çuvalı Yusuf ' un başında bulunduğu demirciler aldılar. Ardından çömlekçiler üçüncü çuvalı aldılar, ama o çuvalda da çaputlar vardı. Dördüncü çuvalı tribüne kadar sağ salim ulaş­ tırabildiler. Muhafızlar meşalelerin ışığında ve tüm kalabalığın gözleri önünde çuvalı suyun üzerinde kaldırıp silkelediler; ondan da çaputlar döküldü. Kalabalık şaşkınlıktan donakaldı. Oldukça deneyimli olan ve şaşkınlığın eylemsizliği getireceğini bilen Arslanbek amacına ulaşmıştı. S ıra beşinci çuvaldaydı. Bu arada, çuvalın emanet edildiği mu­ hafızlar gecikmişlerdi ve çuvalı hala gölete getirmemişlerdi . - 3 5 Muhafızlar Nasreddin Hoca ' yı bodrumdan çıkarırken Hoca onlara : 1 94

"Demek beni sırtınızda taşıyacaksınız, öyle mi? Yazık ki, eşe­ ğim burada yok, yoksa gülmekten kırılırdı," dedi. " Sus ! Az sonra ağlayacaksın zaten ! " diye yanıt verdi muha­ fızlar öfkeyle. Nasreddin Hoca 'yı muhafızlardan kurtulup Emir ' e doğrudan teslim olduğu için affetmiyorlardı. Dar çuvalı açıp Nasreddin Hoca ' yı içine sokmaya başladılar. "Ey şeytanın kulları ! " diye bağırdı iki büklüm olmuş Nasred­ din Hoca. "Daha geniş bir çuval bulamadınız mı?" "Olsun ! " dediler muhafızlar nefes nefese kalmış ve terlerini si­ lerlerken. " Sabret, az kaldı . Tepinme veled-i zina, yoksa dizlerini karnına yapıştırırız ! " Bir gürültüdür koptu, saray uşakları koşup geldiler. Nihayet uzun uğraşlardan sonra muhafızlar Nasreddin Hoca ' yı çuvala so­ kup çuvalı bağladılar. Çuval dar ve karanlıktı, üstüne üstlük ko­ kuyordu da. Nasreddin Hoca ' yı bir karamsarlık kapladı; bir daha kurtulamayacak gibiydi. Umudunu yazgıya ve her şeyin çaresi olabilen bir tesadüfe bağlamıştı . "Ey benim için artık annem olan yazgı, ey bir baba gibi beni bugüne kadar koruyan her şeyin çaresi rastlantı, neredesiniz, ne­ den Nasreddin Hoca ' nın yardımına koşmuyorsunuz? Ey yazgı, ey her şeye çare rastlantı ! " B u arada muhafızlar yolun yarısını geçmişlerdi; her iki yüz adımda bir çuvalı değişerek taşıyorlardı; bu kısacık duraklamalar­ da Nasreddin Hoca yolun ne kadarı geçildi, geriye ne kadar kaldı gibi kahredici hesabı yapmakla meşguldü . Hoca yazgı ve rastlantının işi şikayetlere ve yardım çağrılarına bırakanların yanına asla uğramayacağını iyi biliyordu. Yolun hak­ kını veren, yolda yürüyendir; bacakları götürmez olsa da, eğilip bükülseler de, elleri ve dizleri üzerine sürünmelidir ve işte o za­ man uzaklardaki ateşlerin parlak ışıklarını geceleyin de olsa mut­ laka göreceklerdir ve daha da yaklaşınca, yolda dinlenen tüccar kervanlarını görecek ve bu kervan ona kuşkusuz yoldaş olacak, yolcunun da varacağı yere üstüne atlayıp gideceği boş bir deve bulunacaktır. . . Yolda oturup umutsuzluğa kapılan ise, ne kadar şikayet ederse etsin, ruhsuz taşlarda acıma duygusu uyandıramaz; 195

bir çölde susuzluktan ölürsün de kokalak sırtlanlara yem olursun, kemiklerini de yakıcı kumlar savurur. Yalnızca yaşama sıkı sıkıya sarılmadığı için zamansız ölen ne çok insan var ! Nasreddin Hoca böyle bir ölümü insan için utanç verici buluyordu. "Hayır ! " dedi kendi kendine dişlerini gıcırdatarak ve öfkeyle yineledi: "Hayır! Bugün ölmeyeceğim ! Ölmek istemiyorum ! " Ama hareket etmenin dahi mümkün olmadığı dar bir çuvala sokulmuş ve ikiye katlanmış bir halde ne yapabilirdi ki? Dizleri ve dirsekleri adeta vücuduna yapışmıştı . Hoca ' nın tek serbest organı diliydi . "Ey cesur askerler, " dedi çuvaldan. "Durun bir dakika, bağış­ layan Allah ' ın ruhumu cennetine çağırması için ölmeden önce dua etmek istiyorum . " Muhafızlar çuvalı yere fırlattılar: "Oku . Ama seni çuvaldan çıkarmayız. Duanı çuvalda yap." " B iz şimdi neredeyiz?" diye sordu Nasreddin Hoca. " Sorma­ mın nedeni şu ki, yüzümü en yakındaki camiye çeviresiniz . " " Karşin Kapıs ı ' nın yakınındayız. Nereye dönersen dön, her tarafta cami var. Oku duanı bir an önce. Fazla zamanımız yok. " "Sağ olun, ey mümin askerler, " dedi Nasreddin Hoca hüzünlü bir sesle. Beklentisi neydi? Kendisi de bilmiyordu. "Birkaç dakika kaza­ nayım da, sonrasına bakarız. Belki de bir fırsat doğar. .. " Bir yandan muhafızların konuşmalarına kulak kabartırken di­ ğer yandan da yüksek sesle dua etmeye başladı. "Yeni müneccimin Nasreddin Hoca ' nın bizzat kendisi olduğu­ nu neden baştan fark etmedik?" diye hayıflanıyorlardı muhafızlar. "Eğer bunu fark edip onu yakalasaydık, Emir ' den çok büyük bir bahşiş alacaktık." Bunlar muhafızlar için alışılmış düşüncelerdi, çünkü açgözlü­ lük onların yaşamının özünü oluşturuyordu. Nasreddin Hoca bu durumdan yararlandı. "Çok kısa süreliğine de olsa, onların çuvaldan uzaklaşması için bir şeyler yapacağım . . . Belki ipi koparırım v e belki d e yoldan geçen birisi beni kurtarır. " 196

"Duanı çabuk bitir ! " dedi muhafızlardan birisi, çuvalı tekme­ leyerek. "Duyuyor musun? Zamanımız yok ! " "Bir dakika, yiğit askerler! Allah ' tan son bir isteğim olacak. Ey her şeye kadir, her şeyi bağışlayan Allahım, gömdüğüm on bin tangayı bulanın binini alıp camiye götürmesini ve mollaya verip bir yıl boyunca benim için dua etmesini sağlamasını nasip et. . . " Muhafızlar o n bin tangayı duyunca sus pus oldular. Nasreddin Hoca çuvalın içinde hiçbir şey göremese de, muhafızların yüzle­ rindeki i fadeyi, birbirlerine dirsek atarak bakıştıklarını kesinlikle biliyordu. "Götürün beni," dedi kesik bir sesle. "Ruhumu Allah ' a teslim ediyorum . " Muhafızlar ağırdan alıyorlardı . "Biraz daha dinleneceğiz, " dedi muhafızlardan biri yapmacık bir ifadeyle. "Ey Nasreddin Hoca, bizim kalpsiz, kötü insanlar ol­ duğumuzu düşünme . Bizi sana bu denli katı davranmaya zorlayan görevimizdir; eğer Emir ' in maaşı olmadan ailemizle birlikte yaşa­ yabilecek durumda olsaydık, seni elbette derhal salardık . . . " "Ne diyorsun sen ! " diye fısıldadı ikincisi korkuyla. "Onu sa­ larsak, Emir kellemizi vurur. " " S us ! " diye homurdandı birincisi. "Elimize para geçsin, yeter. " Nasreddin Hoca fısıltıları duymuyordu, ama muhafızların fı­ sıltıyla konuştuklarını ve konunun ne olduğunu biliyordu . " S ize karşı bir kötülük beslemiyorum, ey askerler, " dedi iç geçirerek.

"Başkalarını suçlayamayacak kadar zaten kendim

günahkarım. Eğer Allah beni öte dünyada bağışlarsa, onun huzu­ runda sizin için dua edeceğim. Emir ' den maaş almıyor olsaydı­ nız, beni salabileceğinizi söylediniz? Bu sözlerinizi iyice düşü­ nün ! Bunu yaparak Emir ' in buyruğunu ihlal etmiş ve dolayısıyla, ağır bir günah işlemiş olursunuz. Hayır! Benim yüzümden günaha girmenizi istemem; kaldırın çuvalı, beni gölete götürün, varsın Emir ' in ve Allah ' ın buyruğu yerine gelsin ! .. " Muhafızlar, onlara göre hiç de zamanı değilken Nasreddin Hoca ' nın üzerine çöken sofuca ve zamansız nedamete lanet oku­ yarak şaşkınca birbirlerine bakmaya başladılar. 197

Aklından türlü türlü kurnazlıklar geçirerek şimdiye kadar sus­ muş olan üçüncü muhafız söze girdi. "Ölümden önce günahlarından ve hatalarından dolayı nedamet getiren bir insanı görmek o kadar acı verici ki, " dedi arkadaşlarına göz kırparak. "Hayır, ben böyle değilim ! Ben nedamet getireli ve mümince bir yaşama başlayalı çok oldu. Ama hayırlı amellerle desteklenmeyen müminlik, sözde müminliktir, " diye devam etti muhafız zor duyulur bir ifadeyle; bu arada arkadaşları da kahkaha atmamak için avuçlarıyla ağızlarını kapatıyorlardı, çünkü konu­ şanın kendisi iyi bir zar oyuncusu ve çapkının tekiydi. "Örneğin, ben mümince yaşamımı hayırlı ve düzgün amellerle destekliyo­ rum; özellikle de doğduğum köyde büyük bir cami yaptırıyorum ve bu uğurda hem kendim hem de ailem yemek dahi yemiyoruz. " Muhafızlardan birisi gülmekten kendini tutamayıp karanlık bir köşeye kaçtı . "Her kuruşu biriktiriyorum," diye devam etti mümin muhafız, "ama yine de caminin inşaau oldukça yavaş ilerliyor, bu da bana üzüntü veriyor. Geçenlerde ineğimi satum. Son çizmelerimi sarıp ya­ lınayak yürümeye razıyım. Yeter ki başlanan iş bir an önce bitsin." Nasreddin Hoca çuvalda hıçkırmaya başladı. Muhafızlar göz göze geldiler. İ şleri yolundaydı. Anlayışlı arkadaşlarını dirsekle­ riyle iterek sıkıştırıyorlardı. " Ş u caminin bitmesi için bana sekiz-on bin tanga bağış yap­ maya razı bir insan çıksa karşıma ! " diye haykırdı mümin, "onun önünde, duaların hoş kokulu dumanlarıyla sarmalanmış adının her gün anılacağı ve bu adın caminin gövdesinden Allah ' ın tahtına doğru yükseleceğine yemin ederdim. " Birinci muhafız: "Ey benim mümin yoldaşım ! Benim on bin tangam yok, ama belki sen benim son tasarrufum olan beş yüz tangayı almayı kabul edersin. Bu mütevazı bağışımı reddetme, ben de bu hayır işine katkıda bulunmak istiyorum, " dedi "Ben de hayır yapmak istiyorum," dedi ikincisi içinden geçen kahkaha atma duygusundan kekeleyip titreyerek. "Benim de üç yüz tangam var. . . " 198

"Ey mümin, ey dindar insan" diye seslendi Nasreddin Hoca hıçkırarak. "Cübbeni dudaklarıma süremeyeceğime ne kadar üz­ günüm ! Ben onmaz bir günahkarım, ama lütfet de benim bağı­ şımı reddetme. Benim on bin tangam var. Kafirce bir hile yapıp Emir ' l e yakınlaştığımda, ondan altın ve gümüş dolu keselerle bahşişler alıyordum; on bin tanga biriktirince, kaçarken yolda yanıma alırım diye bu parayı saklamaya karar vermiştim. Karşin Kapısı yönünden kaçmaya karar verdiğimden, bu paraları Karşin Mezarlığı ' ndaki eski bir mezar taşının altına gömdüm." "Karşin mezarlığında ! " diye haykırdı muhafızlar. "Demek ki buralarda bir yerde ! " "Evet ! Ş imdi biz mezarlığın kuzey ucundayız, eğer geçersek. . . " "Biz doğu ucundayız. Nereye, nereye sakladın paraları?" "Mezarlığın batı ucunda saklı," dedi Nasreddin Hoca. "Ama ey mümin muhafız, camide adımın on yıl boyunca her gün gerçek­ ten de anılacağına yemin et önc e . " "Yemin ederim ! " dedi muhafız sabırsızlıktan titreyerek. " S ana Allah ve elçisi Muhammed adına yemin ederim ! Hadi, çabuk söy­ le, paralar nereye gömüldü?" Nasreddin Hoca ağırdan alıyordu. "Ya beni önce gölete götü­ rüp, para arama işini yarına ertelerse ne olacak?" diye düşündü Hoca. "Hayır, yapmazlar. Birincisi, açgözlülük ve sabırsızlıktan gözleri dönmüş, ikincisi, birilerinin onlardan daha erken davrana­ cağından korkarlar, üçüncüsü de birbirlerine güvenmezler. Daha fazla oyalanmaları için onlara nereyi göstersem?" Muhafızlar çuvalın üzerine yaslanmış bekliyorlardı. Nasred­ din Hoca onların gitgide hızlanan nefeslerini duyuyordu, sanki uzaklardan bir yerlerden koşarak gelmişlerdi . "Mezarlığın batı kıyısında, üçgen şeklinde duran üç eski me­ zar var, " dedi Nasreddin Hoca. "Bunlardan her birinin altına üç bin üç yüz otuz üçer tanga gömdüm . . . " "Üçgen şeklinde, " diye yineledi muhafızlar, hocasının ardın­ dan Kur ' an ' ın sözlerini tekrarlayan uslu öğrenciler gib i . " Üç bin üç yüz otuz üçer tanga . . . " 199

Muhafızlar ikisinin paraları almaya, üçüncüsünün de nöbet tutmaya kalacağı konusunda söz birliği yaptılar. Eğer insan tavır­ larını önceden kestirme becerilerine sahip olmasaydı, bu durum Nasreddin Hoca ' nın canını sıkabilirdi : Üçüncü muhafızın çuvalın başında uzun süre oturamayacağını kesinlikle biliyordu. Öngörü doğru çıkmıştı : Yalnız kalan muhafız huzursuz huzursuz oflayıp pufluyor, öksürüyor, silahını şangırdatarak yolda ileri geri gidip geliyordu. Nasreddin Hoca verdiği sesleri duyarak onun düşünce­ lerini okuyordu : Üç bin üç yüz otuz üç tanga yüzünden duyduğu endişe içini kemiriyordu. Nasreddin Hoca sabırla bekliyordu. "Orada ne kadar daha oyalanacaklar, " dedi muhafız. "Galiba, paraları başka bir yere saklıyorlar, yarın siz üçünüz birden paraları almaya gelirsiniz," diye yanıtladı Nasreddin Hoca. Bu, çok isabetli bir darbeydi . Muhafız burnundan solumaya, sonra da yapmacık bir şekilde esnemeye başladı. "Ölmeden önce ruhumu okşayacak bir hikaye dinlemeyi ne kadar çok istiyorum," dedi Nasreddin Hoca çuvaldan. "Belki de sen hatırlayıp bana anlatırsın, ey iyi kal pli muhafız. " "Hayır ! " diye yanıtladı muhafız kızgınlıkla. "Ben ruha iyi ge­ lecek hikayel er bilmem . . . Üstelik yoruldum da, gidip şurada otla­ rın üzerine uzanacağım." Ama, muhafız adımlarının yerde yayılacağını ve uzaktan ge­ liyormuş gibi duyulacağını kavrayamamıştı. Önce yavaş yavaş yürüyordu, sonra Nasreddin Hoca ' nın kulağına kadar hızlı adım sesleri gel iyordu; muhafız mezarlığın yolunu tutmuştu . Harekete geçme zamanı gelmişti. Ama Nasreddin Hoca boş yere çırpınıp durdu, ipi koparamamıştı. "Yoldan geçen birisi çık­ sa ! " Hoca dua etmeye başladı. "Ey yazgı, bir yolcu gönder bana ! " Ve yazgı ona bir yolcu gönderdi. Yazgı ve elverişli rastlantı, sonuna kadar mücadele etme karar­ lılığında olana yardıma gelir (bu konudan daha önce söz edilmişti, ama gerçek, tekrardan dolayı paslanmaz) . Nasreddin Hoca yaşam için var gücüyle mücadele etmişti ve yazgı ona yardıma gelmezlik edemezdi . 200

Yolcu yavaş yavaş yürüyordu; Nasreddin Hoca ' nın, adımları­ nın sesinden anladığına bakılırsa, topaldı ve genç değildi, çünkü nefes darlığı çekiyordu . Çuval yolun tam ortasında duruyordu. Yolcu durdu ve uzun uzun baktı, sopasıyla çuvalı iki kez dürttü . "Bu çuval da ne böyle? Bu da nereden çıktı?" dedi yolcu gı­ cırdayan bir sesle. Ne büyük bir mutluluktur ki, Nasreddin Hoca Tefeci Cafer ' in sesini tanıdı. Artık kurtulacağından kuşku duymuyordu . Bir de şu muhafız­ lar biraz daha aramaya devam etselerdi . . . Tefeciyi ürkütmemek için çuvalın içinde sessizce öksürdü . "Hey ! Burada bir insan var ! " diye haykırdı Cafer geri geri ka­ çarak. "Tabii ki, insan var, " diye yanıtladı Hoca sakince ve sesini de­ ğiştirerek. "Bunda şaşılacak ne var?" " Ş aşılacak da ne demek? Neden çuvala girdin ki ?" "Çuvala girmişsem, demek ki öyle gerekiyordu . Sen beni soru­ larınla bunaltma da yoluna git . " Nasreddin H o c a tefecinin merakının s o n haddinde olduğunu ve artık gitmeyeceğini anlamıştı. "Yolda ağzı bağlı bir çuvalın içinde oturan birine rastlamak, gerçekten de şaşılacak bir durum ! " dedi tefeci. "Yoksa seni çuvala zorla mı soktular?" "Zorla ! " dedi Nasreddin Hoca acı acı gülerek. "Beni zorla çu­ vala soksunlar diye altı yüz tanga ödedim ! " "Altı yüz tanga ! O kadar parayı ne diye ödedin ki ?" "Ey yolcu, beni dinledikten sonra huzurumu kaçırmadan çekip gideceğine söz verirsen, sana her şeyi anlatırım. Bu çuval, bizim Buhara ' da yaşayan bir Araba ait; hastalık ve sakatlıkları iyileştir­ mek gibi sihirli bir özelliği var. S ahibi bu çuvalı büyük paralara kiraya veriyor, ama herkese deği l . Ben topallıyordum, kamburum vardı ve tek gözüm de şaşı bakıyordu ve işte evlenmeye karar ve201

rince, nişanlımın babası, kızı beni gördüğünde sakatlıklarımdan dolayı düş kırıklığına uğramaması için bu Araba götürdü, ben de çuvala altı yüz tanga ödeyerek dört saatliğine kiraladım. Bu çuval yalnızca bir mezarlığın yakınlarında tedavi özelliklerini göster­ diği için ben de güneş battıktan sonra Eski Karşin Mezarlığı ' na geldim nişanlımın babasıyla birlikte; o da çuvalın ağzını bağla­ yıp gitti, çünkü başka birinin yanında tedavi sonuç vermeyebilir. Çuvalın sahibi Arap beni uyardı: Ben tek başıma kalır kalmaz, bir gürültü olacak ve bakır kanatlarının şangırtısıyla bana üç cin gelecek. Ve cinler insan sesiyle bana mezarlıktaki on bin tanganın nerede gömülü olduğunu soracaklar ve ben de şu sihirli yakarışla onlara yanıt vereceğim : "Bakır kalkan taşıyan, bakır alına sahiptir. Şahinin yerinde baykuş oturur. Ey cinler, siz kaybetmediğiniz yer­ de arıyorsunuz; eşeğimin kuyruğunun altını öpün . " Her şey tam da böyle oldu: Cinler çıkageldiler ve on bin tanganın nerede gö­ mülü olduğunu sordular; benim yanıtımı duyunca da tarif edilmez bir öfkeye kapıldılar ve beni dövmeye başladılar, bense, Arabın öğütlerini aklıma getirerek bağırmaya devam ettim: "Bakır kalkan taşıyan, bakır alına sahiptir, eşeğimin kuyruğunun altını öpün ! " Daha sonra cinler çuvalı kaptıkları gibi bir yerlere götürdüler. . . Sonrasını ise hiç hatırlamıyorum, iki saat sonra tamamen iyileş­ miş olarak kendimi yine aynı yerde buldum; kamburum yok oldu, bacaklarım ve gözüm dü z eldi, bunu çuvalda benden önce açılmış olan bir deliğe bakarken fark ettim . Şimdi ben de çuvalda oturup süremi dolduruyorum, çünkü ne de olsa parası ödenmiş; o kadar para boşa gidecek değil ya ! Tabii ki, bir hata yaptım : Benimle aynı hastalıklara sahip biriyle anlaşmam gerekirdi; çuvalı yarı yarıya kiralardık, ikişer saat de çuvalda otururduk, böylece tedavimiz üçer yüz tangaya gelirdi. Ama, olmuşa çare bulunmaz : Varsın pa­ ralarım ziyan olsun, önemli olan benim iyileşmemdir. Yolcu, şimdi artık her şeyi biliyorsun, sözünü tut ve uzaklaş. İyileştikten sonra benim biraz dermanım kaçtı, konuşmakta zor­ lanıyorum. Bana sorup duran onuncu kişisin ve ben herkese aynı yanıtı yinelemekten yoruldum. " Tefeci, şaşkınlık ifadeleriyle ara sıra Nasreddin Hoca ' nın sö­ zünü keserek pür dikkat dinliyordu . 202

"Ey çuvalda oturan insan ! " dedi tefeci. "Dinlesene. Bu karşılaş­ mamızdan her ikimiz de karlı çıkabiliriz. Sen, benzer hastalıkları taşıyan bir insanla önceden anlaşıp çuvalı yarı yarıya kiralamadığı­ na üzülüyorsun. Ama anlaşmak için henüz geç kalmış sayılmazsın, ben tam da sana gerekli olan insanın ta kendisiyim : Kamburum, sağ ayağım topal ve tek gözüm görmüyor. Ve ben geriye kalan iki saat boyunca çuvala girmek için üç yüz tangayı seve seve öderim. " "Benimle alay ediyorsun, galiba, " dedi Nasreddin Hoca. "Böy­ lesine harika bir rastlantı olabilir mi? Eğer söylediklerin doğruysa, sana böyle mutluluk verici bir fırsat tanıdığı için Allah ' a dua et! Ben razıyım yolcu, ama seni uyarmak isterim ki, ben parayı peşin ödedim senin de peşin ödemen gerekiyor. Ben veresiyeye inan­ mıyorum. " "Ben peşin öderim," dedi tefeci i p i çözerken . " Z aman kaybet­ meyelim, dakikalar akıp gidiyor ve şimdi o dakikalar benim em­ rimde. Çık çuvaldan. " Nasreddin Hoca cübbesinin yeniyle yüzünü kapattı. Ama tefe­ cinin ona bakacak zamanı dahi yoktu : Aceleyle paraları saydı, bir yandan da boşa geçen zamana yanıyordu. Tefeci inleyip sızlanarak kafasını eğip çuvala girdi. Nasredd i n Hoca ipi çekti, oradan uzaklaştı ve ağacın arkasın­ daki gölgeye saklandı . Tam da zamanında hareket etmişti. Mezar tarafından muha­ fızların küfür sesleri duyulmaya başladı ayan beyan. Önce mezar duvarındaki aralıktan yola uzun gölgeler uzandı, ardından da kal­ kanları ay ışığında parlaya parlaya kendileri göründüler. - 3 6 "Vay serseri, vay ! " diye bağırdı muhafızlar çuvala tekme ata­ rak, üstelik silahları şangırdıyordu ki bu bakır kanat etkisi yaratan bir gürültüye oldukça uygundu. "Tüm mezarlığı alt üst ettik ve hiçbir şey bulamadık. Konuş, veled-i zina, on bin tanga nereye gömülü?" Tefeci gizemli duayı çok iyi anımsıyordu. 203

"Bakır kalkan taşıyan, bakır alma sahiptir, " diye yanıt verdi çuvaldaki. " Şahinin yerinde baykuş oturur. Hey cinler, kaybetme­ diğiniz yerde aramayın, eşeğimin kuyruğunun altını öpün ! " Bu sözleri duyan muhafızlar tarif edilemez bir öfkeye kapıl­ dılar. " B izi pis köpekleri kandırır gibi kandırdın, bir de bize aptal diyorsun ! Bakın bakın, çuvalı toz içinde bırakmış, demek ki, biz mezarlıkta para ararken, kendimizi parçalarken o kurtulmak umu­ duyla yolda çırpınıp durmuş ! Hilenin bedelini çok ağır ödeyecek­ sin, ey sen, alçak tilki tohumu ! " Muhafızlar çuvala ağır darbeler indirdi ler, bununla da yetin­ meyip çelik tabanlı çizmeleriyle çuvalın üstünde sırayla oynayıp durmaya başladılar. Tefeci ise, Nasreddin Hoca ' nın öğütlerine uyarak: "Bakır kalkan taşıyan, bakır alına sahiptir ! . . " diye bağırdı. Böylece de muhafızları çıldırttı. Caninin hakkından gelmelerine izin verilmediğine üzülerek çuvalı kaptılar ve gölete taşıdılar. Nasreddin Hoca gizlendiği yerden yola çıktı, derede yüzünü yıkadı, gece rüzgarına geniş göğsünü açmak için cübbesini çıkar­ dı. Ölümün kara nefesi onu yakmadan geçtiğinden, artık mutluy­ du ve rahatlamıştı ! Bir köşeye çekildi, cübbesini serdi, başının altına bir taş koydu ve yattı: Bunaltıcı, dar çuvalda yorulmuştu ve dinlenmek istiyordu. Kesif doruklarda rüzgar esiyor, gökyüzü ok­ yanusunda altın yıldız kümeleri kayıyor, dereden su sesi geliyor­ du; tüm bunlar Nasreddin Hoca için önceden olduğundan kat kat sempatik ve yakındı . " Evet ! Bana cenneti kesinlikle vaat etseler de ölmeye razı ol mamak için dünyada çok fazla güzellikler var; insan, sürekli ve sonsuzca hep aynı ağaçların altında ve hep aynı hurilerin içinde olma sıkıntısından çıldırır. " Yıldızların altında sıcak toprağa uzanmış asla ölmeyecek ve uyumayacak olan yaşama kulak verirken bir yandan da bunları dü­ şünüyordu: Kendi kalp atışlarını duyuyor, mezarlıkta bir baykuş geceye ayarlı sesiyle ötüyor, birileri çalılıklar arasında sessizce ve dikkatlice ilerliyordu, kirpi olmalıydı; solmakta olan çimen çok hoş kokuyordu ve tüm gece gizemli bir telaş hali, anlaşılmaz hışırtı­ lar, sürünme sesleri ve şırıltılarla doluydu. Geniş ve herkese aynı eşitlikte açık ve uçsuz bucaksız enginliklerine herkesi; karıncayı 204

da, kuşu da insanı da aynı konukseverlikle kabul eden ve onlardan, kendilerine açtığı kucağını ve duyulan güveni kötüye kullanmama­ ları dışında başka bir isteği olmayan dünya yaşıyor ve nefes alıyor­ du. Bir tören masasına oturmuş olan ve ortamın neşeli oluşundan yararlanıp diğer konukların da ceplerini karıştıran bir konuğu ev sahibi rezil edip kovar ya, işte tam da bu hırsızı andıran aşağılık tefeci de bu mutluluk ve sevinç kaynağından işte öyle kovuluyordu. Nasreddin Hoca ona hiçbir acıma duygusu beslemiyordu, hem, yok oluşuyla birlikte binlerce ama binlerce canın yaşamını kolaylaştı­ racak olan birisine kim acıyabilir ki ! Hoca ' nın üzüntüsü, tefecinin yeryüzünün tek ve son zalimi olmamasıydı. ' Ah ! Keşke, zararlı nefesleriyle ağaçlardaki bahar çiçeklerini kurutmamaları, parala­ rının şıngırtıları, sahte vaazları ve kılıçlarının şangırtılarıyla kuş­ ların cıvıltılarını bastırmamaları, insanların dünya güzelliklerinden zevk almalarını ve daima ve her konuda mutlu olmak gibi başlıca davaları yerine getirmelerine engel olmamaları için tüm emirleri, bürokratları, mollaları ve tefecileri bir çuvala doldurup derhal Şeyh Ahmet Göleti ' nde boğmak mümkün olsaydı ! ' Bu sırada muhafızlar da geç kalmaktan korktukları için adım­ larını gitgide hızlandırıyorlardı ve en sonunda koşmaya başladı­ lar. Tefeci çuvalın içinde titreyip sürekli kımıldayarak bu alışıl­ madık yolculuğunun sonunu uysalca bekliyordu; silah şangırtıları ve muhafızların ayakları altında taş sesleri duyuyordu ve kudretli cinlerin gökyüzüne yükselmeyip, bakır kanatlarını bir kürek gibi açarak ve horozların tavuk kovalarlarken yaptıkları gibi kanatla­ rıyla yere işaretler çizmelerine şaşırıyordu. Uzaklardan, ücra dağ sellerinin homurtusunu andıran bir uğultu duyuluyordu ve tefeci önce cinlerin kendisini dağlarda bir yerlere, belki de Han Tanrı Dağı ' ndaki* tekkesine( Ruhlar Tepesine) götürdüklerini düşün­ müştü. Ama, çok geçmeden bazı sesleri tanımaya başlayınca bü­ yük bir gece kalabalığının içine düştüğü kanısına vardı; gürültüye bakılırsa, tıpkı pazar yerinde olduğu gibi, burada da binlerce insan vardı. Ne zamandan beridir Buhara ' da pazar yerleri geceleri açılır olmuştu ki? B irden, yukarıya doğru kaldırıldığını hissetti: Demek ki cinler gökyüzüne çıkmaya karar vermişlerdi. Bu sırada muha*

Günümüzde Kazakistan, Kırgızistan ve Uygur Özerk Bölgesi sınırında yer alan 7 bin metreden fazla yüksekliğe sahip, Tanrı sıradağlarına bağlı bir dağın adıdır. 205

fızların tribüne giden merdiveni çıktıklarını nereden bilebilirdi ki? Muhafızlar tribüne çıkar çıkmaz çuvalı suya yuvarladılar. Çuvalın altındaki tahtalar çatırdıyordu . Tefeci bir çığlık attı ve garip sesler çıkarmaya başladı. "Ey, cinler ! " diye bağırdı . Kendini tutamamıştı . " Çuvalı böyle fırlatırsanız, beni iyileştireceğinize daha fazla sakatlarsınız ! " Yanıt olarak sert bir tekme yedi : "Sen şimdi Ş eyh Ahmet Göleti ' nin dibinde iyileşeceksin, ey veled-i zina . " Bu sözler tefeciyi tamamen şaşkına çevird i : Bu Ş eyh Ahmet Göleti de ne demekti? Çuvalın başında, saray muhafızları ve askerlerin amiri olan kadim dostu muhterem Arslanbek ' in sesi­ ni duyunca -ki bunun üzerine her yemini edebilirdi- tefecinin şaşkınlığı meraka dönüştü. Kafasında düşünceler cirit atıyordu : Arslanbek de nereden çıkmıştı, yolda oyalandıkları için cinlere neden fırça atıyordu ve cinler neden ona yanıt verirken korkudan ve yalakalıktan titriyorlardı; Arslanbek aynı anda bir de baş cin görevini yapamazdı ya ! Ve şimdi nasıl davranmak gerekiyordu? Sussa mı yoksa ses mi verseydi? Tefeci bu konuda hiçbir nasihat almadığı için, ne olur ne olmaz diye susmaya karar verdi. Bu arada kalabalığın uğultusu artıyor, bazı sözler daha sık ve daha yüksek duyuluyordu : S anki çevresindeki her yer; toprak, hava, rüzgar bu sözlerle inliyordu . Bu söz çınlıyor, uğulduyor, gürlüyor ve daha sonra dinerek uzaklara erişiyordu. Tefeci bu ses­ lere kulak kabartırken çıt çıkarmıyordu . İşi çözmüştü. Binlerce sesten oluşan kalabalık: "Nasreddin Hoca ! Nasreddin Hoca ! " diye inliyordu. B irden sesler kesildi ve bir ölüm sessizliğinde sıcak meşalele­ rin cızırdayışlarını, rüzgarın hışırtısını ve su seslerini duyuyordu. Kan tefecinin beynine sıçradı, karanlık bir dehşet, çılgın, buz gibi nefesini yüzüne üfleyerek üzerine üzerine geliyordu. Yeni bir ses duyuldu ve tefeci, bu sesin başvezir Bahtiyar ' a ait olduğuna yemin edebilirdi . "Her şeyi bağışlayan ve her şeye kadir Allah ' ın adıyl a ! Yüce ve güneş yüzlü Buhara Emiri ' nin buyruğuyla, inancımızı küçük 206

düşüren, huzur bozan ve nifak tohumları saçan cani Nasreddin Hoca çuval içinde gölete atılmak suretiyle ölüm cezasına çarptı­ rılmıştır ! " Bir el çuvalı kaptı ve kaldırdı. Tefeci bir ölüm tuzağına düşü­ rüldüğünü burada anladı . "Durun ! Durun ! " diye inledi tefeci. "Bana ne yapmak istiyor­ sunuz ! Durun, ben Nasreddin Hoca değil, Tefeci Caferim ! Bırakın beni ! Ben Tefeci Caferim, Nasreddin Hoca değil ! Beni nereye ge­ tirdiniz, dedim ya, ben Tefeci Caferim ! " Emir ve mahiyetindekiler onun inleyişlerini sessizce dinliyor­ lardı. Emir ' e herkesten daha yakın oturan Bağdatlı bilge Hüseyin Husliya üzgün üzgün kafasını sallayarak: "Bu canideki utanmazlık arşa çıktı artık . Kendisini Bağdatlı bilge Hüseyin Husliya olarak tanıtmıştı, şimdi de kendisini Tefeci Cafer olarak anıp bizi kandırmaya yelteniyor ! " "Ve burada kendisine inanacak aptallar olacağını düşünüyor, " diye ekledi Arslanbek. "Dinleyin, dinleyin, sesini ne kadar da us­ taca değiştiriyor ! " Tribünün yanı başında duran i ki muhafız, çuvalı karanlık sula­ ra fırlatmak için ölçülü hareketlerle sallarken " Bırakın beni ! Ben Nasreddin Hoca değil, Caferim ! " diye yırtınıyordu tefeci . "Ben Nasreddin Hoca değilim. S ize kaç kez söyleyeceğim ! " Tam b u sırada Arslanbek elini salladı ve çuval tüm ağırlığıy­ la havada döndükten sonra aşağıya uçtu; kuvvetli bir su sesi gel­ di, meşalelerin kızıl ışığında su damlaları parıldadı ve su Tefeci Cafer ' in günahkar gövdesini ve günahkar ruhunu yutup derin bir nefes aldı. Karanlıkta kalabalığın tepesinde tek ses gibi çıkan ağır bir so­ luklanma duyuldu. Bir süre korkunç bir sessizlik oldu ve birden ifadesi imkansız bir acıyla dolu, içe işleyen bir feryat herkesi sarstı. Bu, ihtiyar babasının kollarında dövünüp ağlayan dünyalar gü­ zeli Gülcan ' dı . Çayhaneci A l i sırtını dönmüş, kafasını i k i elinin arasına almış­ tı. Demirci Yusuf ince kesik kesik bir titremeye kapılmıştı. 207

- 3 7 Cezanın infazından sonra Emir mahiyetindekilerle birlikte sa­ raya doğru yola çıktı. Caninin, boğulmadan sudan çıkarılmasından korkan Arslan­ bek, göletin ablukaya alınmasını ve kimsenin gölete bırakılmama­ sını emretti. Kalabalık hareketlendi, muhafızların baskısıyla geri geri gitmeye başladı ve öfkeden canlı suskun bir dev gibi yekten simsiyah kesilmiş olarak durdu. Arslanbek kalabalığı dağıtmaya yeltendi, ama insanlar bir taraftan bir tarafa gidiyorlar ya da bir süre bekleyip yine geri dönmek için karanlıkta saklanıyorlardı. Saray bayram yerine dönmüştü. Emir düşmanına karşı zafe­ rini kutluyordu . Altınlar, gümüşler parıldıyor, kazanlar kaynıyor, mangallar tütüyor, tef inliyor, zurnalar ötüyor, gökyüzünü sarsı­ yorlardı; bayram yerinde o kadar ateş yanıyordu ki, Emir ' in sara­ yının tepesini bir yangın yerinin kızıllığı kaplamıştı . Ama, sarayın etrafında karanlığa bürünmüş ve hüzün verici bir sessizliğin kuşattığı şehir suskundu. Emir cömertçe hediyeler dağıtıyordu, çokları da bundan nasi­ bini alıyordu. Ş airlerin sürekli övgü düzmekten sesleri kısılmıştı, altın ve gümüş paralar için sürekli eğilmek zorunda kaldıkların­ dan sırtlarında hafif, ama tatlı ağrılar vardı. "Katibi buraya çağırın ! " diye buyurdu Emir; katip koşarak gel­ di ve kamış divitini gıcırdatmaya başladı. "Yüce Buhara hükümdarı, efendisi ve kanunisi yüce ve nur yüzlü, güneşi dahi gölgeleyen Emiri ' nden, Hiva Hükümdarı, efendisi ve kanunisi yüce ve nur yüzlü, güneşi dahi gölgeleyen Hiva Hanı ' na selam gülleri ve dost zambakları sunulur. Sevgili Hükümdar kardeşim, yüreğinizi sevinç ateşiyle ısıtacak ve karaci­ ğerinizi tatlı tatlı yumuşatacak bir haber ileteceğiz sizlere. Haber şundan ibarettir: Bugün, Sefer· ayının on yedinci günü biz Yüce Buhara Emiri olarak, yeryüzünün kafirane ve çirkin faaliyetleriyle tanıdığı Nasreddin Hoca ' yı -varsın Allah belasını versin- halkın ve bizim huzurumuzda ve gözlerimiz önünde boğmak suretiyle ölümle cezalandırdık; bu sayededir ki, biz yukarıda adı geçen *

Ay takviminin ikinci ayı 208

zalimin, huzur bozucunun, inançla alay edici ve nifak tohumları ekicinin artık yaşamadığına ve kafirce hareketleriyle bir daha hu­ zurunuzu kaçıramayacağına bir hükümdar sözü vermek kaydıyla sizi temin ederiz, ey sevgili kardeşimiz . . . " Emir aynı mektuptan Bağdat Halifesi' ne, Türk Sultanı ' na, İran Şahı ' na, Hokand Hanı ' na, Afganistan Emiri ' ne, komşu olan ve olma­ yan diğer ülkelerin hükümdarlarına da yazdı. Başvezir Bahtiyar mek­ tupları boru şeklinde dürdü, mühürledi ve ulaklara derhal yola çıkma­ larını buyurdu. Ve gece yarısı Buhara ' nın on bir kapısının mandalları gürültüyle gıcırdayarak ve çığlıklar atarak açıldı ve nalları ince taşları gürültülerle dört bir yana savurup kıvılcımlar saçan atları üzerinde­ ki ulaklar dört bir yana dağılarak Hiva ' nın, Tahran ' ın, İstanbul ' un, Bağdat' ın, Kabil ' in ve diğer başkentlerin uzak yollarına düştüler. . . . Ölüm cezasının üzerinden dört saat geçtikten sonra, gece geç saatlerde Arslanbek muhafızlarını göletten çekti . "Kim olursa olsun, hatta şeytan dahi olsa, suda dört saat kal­ dıktan sonra, sağ kalamaz ! " dedi Arslanbek. "Ve onu sudan çıkar­ mayın, varsın onun pis cesediyle kim isterse uğraşsın." En son muhafız karanlıkta kaybolur kaybolmaz, kalabalık göle­ te hücum etti, bağırıp çığırıyorlar, uğulduyorlardı; önceden hazır­ lanmış ve çalılıkların yakınlarına koyulmuş meşaleler yakıldı. Ka­ dınlar Nasreddin Hoca ' ya ağlıyorlar, acılı feryatlarla inliyorlardı. " İyi kalpli bir Müslüman olan bu insanı toprağa vermek ge­ rek, " dedi ihtiyar Niyaz. Gülcan babasının yanı başındaydı ve başını onun omuzlarına dayamıştı; kımıldayamıyordu ve sessizdi. Ç ayhaneci Ali ve Demirci Yusuf ellerinde zıpkınlarla suya daldılar. Suda uzun süre dolaştılar ve nihayet çuvalı buldular ve kıyıya çıkardılar. Meşalelerin ışığında parıl parıl parlayan ve ar­ sız yosunlarla kaplı simsiyah çuval suyun üzerinde görünür gö­ rünmez kadınlar, saraydan gelen eğlence çığlıklarını feryatlarıyla bastırarak daha yüksek sesle ağlamaya başladılar. Çuvalı onlarca el kaptı. Yusuf, meşalelerle yolu aydınlatarak, "Ardımdan getirin," dedi. 209

Çuvalı gür bir ağacın altında çimene koydular. Çuvalın etrafın­ da toplanmış olanlar sessizce bekliyorlardı. Yusuf bıçağını çıkardı, çuvalı uzunlamasına dikkatlice kes­ ti, ölünün yüzüne bakar bakmaz geri geri adım attı, donakaldı, gözleri yuvarlarmdan fırlamıştı, kaskatı kesilmiş diliyle bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Çayhaneci Ali Yusuf ' un yardımına koştu ve o da şaştı kaldı; bir çığlık attı ve sırtüstü yere yığılıp şişko göbeğini gökyüzüne dikti. "Ne oldu?" diye uğuldadı kalabalık. "Bize yol açın, gösterin ! " Gülcan feryat ederek dizleri üzerine çöktü, nefessiz bedenin üzerine eğildi, ama birileri meşaleyi çuvala tutunca Gülcan deh­ şetli bir korku ve şaşkınlıktan irkildi . Bu sırada ellerinde meşalelerle herkes doluştu, kıyı apaydın­ lıktı ve kalabalığın aynı anda haykırışı karanlığı deldi. "Cafer ! " "Tefeci Cafer, bu ! " "Bu Nasreddin Hoca değil ! " Önce bir duraksama oldu, bir endişe yaşandı, ardından insan­ lar birdenbire bağırmaya başladılar, birbirlerinin omuzlarına çıkıp bakıyorlardı, devamında itiş kakış ve izdiham geldi : Herkes ken­ di gözleriyle gördüğüne inanmak istiyordu. Gülcan da aynı onlar gibiydi ve ihtiyar Niyaz akıl sağlığından korkarak kızını aceleyle kıyıdan uzaklaştırdı : Hem ağlıyor hem gülüyor, hem inanıyor hem inanmıyor ve bir kez daha bakabilmek için çırpmıyordu. Neşeli "Cafer! Cafer ! " haykırışları duyuluyor ve bu çığlıkların yanında saraydaki eğlencenin uzaktan gelen uğultular yitip gidi­ yordu. "Bu, Tefeci Cafermiş ! Oymuş ! Onun alacak senetleri dolu çantası da burada ! " Uzun bir zaman aralığından sonra, nihayet biri aklını başına toplayıp herkese dönerek sordu : "Peki, Nasreddin Hoca nerede?" Tüm kalabalık bir uçtan diğer uca: "Öyleyse Nasreddin Hoca nerede? Nereye kayboldu Nasreddin Hocamız?" sesleriyle inli­ yordu. 210

"Burada o, burada ! " sesi duyuldu, tanıdık ve sakindi. Ve her­ kes yüzünü çevirdiğinde şaşkınlıkla canlı ve muhafızların eşlik etmediği Nasreddin Hoca ' yı gördü. Hoca, esneyerek ve tembel tembel gerinerek yürüyordu : M ezarlığın yanında uyuyakalmış, kimse bunu fark etmemiş ve o da gölete geç kalmıştı. "Buradayım ! " diye yineledi. "Bana ihtiyacı olan gelsin ! Ey soylu Buharalılar, neden göletin başında toplandınız ve bu geç sa­ atte burada ne işiniz var?" "Ne demek neden toplandınız?" diye yanıtladı yüzlerce ses. "Ey Hoca, biz seninle vedalaşmak, layıkıyla sana yas tutmak, ağ­ lamak ve toprağa vermek için toplandık. " "Bana mı?" dedi Hoca. "Benim için ağlamak m ı ? . . E y soylu Buharalılar, siz Nasreddin Hoc a ' nın bir gün ölmeye niyetlenece­ ğini düşünüyorsanız, onu tanımıyorsunuz demektir! Ben, mezar­ lığın yanında dinlenmek için uzanmıştım, siz de benim öldüğüme karar vermişsiniz hemen ! " Hoca daha fazla konuşamadı, çünkü şişko Çayhaneci Ali, ardından da Yusuf bağırarak üzerine atladılar; Nasreddin Hoca, onların ateşli kolları arasında neredeyse boğuluyordu . Niyaz da küçücük adımlarla ona doğru koştu, ama ihtiyarı artık sıkıştıran yoktu . Nasreddin Hoca kendisini kocaman bir kalabalığın ortasın­ da buldu bir anda, herkes onu kucaklamak, onunla selamlaşmak istiyordu, o ise önüne gelenle kucaklaşarak, boş yere kalabalığı yarıp ona ulaşmaya çalışan hırçın ve sabırsız sesin geldiği tarafa doğru ilerliyordu . En sonunda karşı karşıya geldiklerinde, Gülcan onun boynuna atladı. Nasreddin Hoca, başından örtüsünü çekerek Gülcan ' ı herkesin önünde öptü, hiç kimse, hatta en katı tutucular dahi, bunda abes bir şey görmüyorlardı. Hoca elini kaldırarak herkesi sakin olmaya ve kendisini dik­ katle dinlemeye davet etti. "Ey soylu Buharalılar, yasımı tutmak için toplandınız ! Yoksa siz benim ölümsüz olduğumu bilmiyor musunuz? Ben Nasreddin Hoca, kendimin efendisiyim, S özlerim yalan değildir, ben asla ölmem . . . Ben Nasreddin Hoca; Kendi . . . keyfimce yaşarım 211

Sözlerim yalan değildir, ben asla ölmem . . . " Hoca, hışırdayan meşalelerin parlak aleviyle aydınlanmıştı ; kalabalık onun sözlerini kapmış ve sesleriyle gece Buharasını in­ letiyordu: "Yoksul, yalınayak ve çıplak, Neşeli bir serseriyim ben, Yaşayacağım, şarkı söyleyeceğim ve güneşi seyredeceğim ! " Saray böyle bir eğlenceyi ve neşeyi rüyasında dahi görmemişti. "Anlatsana ! " diye bağırdı kalabalıktan birisi : "Sen kendi yerine Caferi boğmayı nasıl becerdin?" "Evet ! " dedi Nasreddin Hoca : "Yusuf ! Benim yeminimi anım­ sıyor musun?" "Anımsıyorum ! " dedi Yusuf. "Sözünü tuttun, Hoca ! " "Nerede o?" diye sordu Nasreddin Hoca, "Tefeci nerede? Çan­ tasını aldınız mı?" " Hayır. Biz ona dokunmadık. " "Ay ay ay ! " dedi Nasreddin Hoca sitemkar bir edayla, "Ey soylulukta zengin, akılda biraz yoksul Buharalılar, bu çanta te­ fecinin mirasçılarından birinin eline geçerse, o mirasçının tüm alacakları sizden son kuruşuna kadar alacaklarını bilmez misiniz? Verin bana o çantayı ! " Onlarca insan bağırıp çığırarak toplanıp Nasreddin Hoca ' nın emrini yerine getirmeye koyuldular, ıslak çantayı getirip ona verdiler. Gelişigüzel bir senedi çıkardı . "Eyerci Mehmet ! " diye seslendi . "Eyerci Mehmet kim?" "Ben, " dedi ince, titrek bir ses; kalabalıktan renkli ve lime lime olmuş cübbesi içinde, üç tüyden ibaret sakallı ufak tefek bir ihti­ yar öne çıktı . "Eyerci Mehmet, bu senede bakılırsa, yarın sen beş yüz tanga ödeyeceksin. Ama ben Nasreddin Hoca olarak, seni borç ödemek­ ten kurtarıyorum; bu paraları kendin için harca ve kendine yeni bir cübbe al, çünkü üzerindeki cübbe pamuk tarlasına dönmüş; her tarafından pamuk topakları dökülüyor. " 212

Bu sözlerle birlikte senedi yırttı. Tüm senetleri de yine aynı şekilde yırttı. En son senet yırtıldığında Nasreddin Hoca kollarını kocaman açarak çantayı gölete fırlattı. "Varsın bu çanta hep ve sonsuza dek suyun dibinde kalsın ! " diye haykırdı. "Ve varsın asla hiç kimse bu çantayı taşımasın ! Ey soylu Buharalılar, bir insan için bu çantayı taşımaktan daha büyük bir utanç yoktur, sizden her biri her ne durumda olursanız olun ve hatta içi nizden birileri zenginleşse dahi -ki bizim güneş yüz­ lü Emirimiz ve onun uyanık vezirleri var oldukça bu umut yok gibi- ama yine de bir gün birileri zenginleşecek olursa, kendisini ve kendisinden sonra gelecek olan ve on dört kuşağa kadar uza­ nan soyunu ebediyen rezil etmemek için, böyle bir çantayı asla taşımamalıdır ! Bunun dışında, yeryüzünde şakayı sevmeyen bir Nasreddin Hoca olduğunu ve Tefeci Cafer ' i, sizin de gördüğünüz gibi , nasıl cezalandırdığını unutmaması gerekir! Ey soylu Buha­ ralılar, ben şimdi sizinle vedalaşıyorum, benim yoll ara düşme za­ manım gelmiştir. Gülcan, benimle gelecek misin?" "Nereye istersen gelirim, " dedi Gülcan. Buharalılar Nasreddin Hoc a ' yı kendisine layık bir şekilde uğurladılar. Kervansaraycılar gelin için pamuk gibi bembeyaz bir eşek getirdiler; eşekte bir tek siyah leke dahi yoktu ve eşek, gezgin Hoca ' nın kadim ve sadık dostu olan kır kardeşiyle yan yana gu­ rurla duruyordu Ama kır eşek bu denli hoş komşuluktan hiç rahat­ sız olmuyor, yeşil gür yoncaları gevişliyordu sakin sakin ve hatta suratını beyaz eşeğin suratıyla tokuşturarak, kumaşındaki tartış­ masız üstünlüğe rağmen, beyaz eşeğin Nasreddin Hoca ' ya henüz kendisi kadar hizmet vermemiş ol duğunu ima ediyordu adeta . Demirciler seyyar bir boru getirip her iki eşeği bu boruya bağ­ ladılar, eyerciler Hoca için kadifeyle, Gülcan için de gümüşle süs­ lenmiş değerli iki eyer hediye ettiler. Çayhaneciler iki semaver ve en iyi Çin malı fincanlarını getirdiler; Nasreddin Hoca eşkıyalara karşı kendisini koruyabilsin diye halis kılıçlara özel halis çelikten yapılmış bir kılıç, halıcılar eşekler için çullar, kementçiler, uyur­ ken etrafında halka şeklinde gerildiğinde, yılanın sert kıllara çar­ pınca bu kılları aşamadığından zehirli ısırığından koruyacak olan kıllı kement hediye ettiler. 213

Dokumacılar, bakırcılar, terziler, çizmeciler de kendi hediyele­ rini getirdiler; mollalar, saray bürokratları ve zenginler dışında tüm Buharalılar böylece Nasreddin Hoca ' yı yola hazırlamış oldular. Çömlekçiler bir köşeye çekilmişler üzgün üzgün duruyorlardı : Hediye edecek bir şeyleri yoktu. Kakmacıların hediye ettiği bakır testi varken, kil testiye ne gerek vardı? Ama birdenbire, yaşı yüzü geçmiş olan çömlekçilerin en eski­ sinin sesi duyuldu: "Biz çömlekçilerin Nasreddin Hoc a ' ya hiçbir hediye verme­ diğini kim söyleyebilir ki? Onun nişanlısı, bu harika kız Buharalı şanlı ve meşhur çömlekçiler esnafından değil midir?" İhtiyarın sözleriyle coşan çömlekçiler haykırmaya ve gürülde­ meye başladılar. Sonra Gülcan ' a da katı emirler yağdırdılar: Gül­ can, çömlekçi esnafının şanına ve namusuna halel getirmemek için, Nasreddin Hoca ' ya sadık ve vefalı bir yoldaş olmalıydı. " Şafak vakti yaklaşıyor, " dedi Nasreddin Hoca onlara hitaben. "Çok yakında şehir kapıları açılır. Biz nişanlımla dikkat çekme­ den şehri terk etmek zorundayız, siz bizi yol etmeye gelirseniz, muhafızlar tüm Buharalıların şehri terk ederek başka bir yere yer­ leşeceklerini sanacaklar ve kapıları kapatıp kimseyi salmayacak­ lardır. Bu yüzden, evlerinize dağılın ey soylu Buharalılar; varsın uykularınız sakin olsun, tepenizde felaketin kara kanatları dolaş­ masın ve işleriniz rast gitsin. Nasreddin Hoca size veda ediyor ! Ayrılık ne kadar sürer? Ben kendim de bilmiyorum . . . " Doğuda zar zor fark edilir incecik bir şerit kaybolmaya baş­ lamıştı. Göletin üzerinden hafif bir buhar yükseliyordu. Halk da­ ğılmaya başladı. İnsanlar meşalelerini söndürüyor, vedalaşırken: "Yolun açık olsun, Nasreddin Hoc a ! Buharanı unutma ! " diye bağırıyorlardı. Demirci Yusuf ve Çayhaneci Ali ile veda sahneleri özellikle dokunaklıydı. Ş işko çayhaneci, çeşme gibi akarak dolgun al ya­ naklarını okşayan gözyaşlarını tutamıyordu. Kapılar açılana kadar Nasreddin Hoca Niyaz ' ın evinde kaldı, ama müezzin şehrin üzerinde çınlayan hüzünlü sesini yaydığında Hoca ve Gülcan yola çıktılar. İhtiyar Niyaz onları köşeye kadar 214

yolcu etti, sonrasına Nasreddin Hoca izin vermedi; ihtiyar da ora­ da durup nemli gözleriyle kavşakta kaybolana kadar onları takip etti. Hafif bir sabah rüzgarı esiyordu ve tozlu yollarda savrulup özenle izleri siliyordu . Niyaz koşa koşa evine gitti, aceleyle, uzaktan da olsa şehir du­ varının göründüğü çatıya çıktı ve ihtiyar gözlerini zorlayarak ve henüz kurumamış gözyaşlarını silerek yolun gri şeridinin kıvrıla kıvrıla geçtiği ve dünyanın öbür ucuna uzanan güneş yanığı te­ peye uzun uzun baktı . Uzun süre bekledi, içini bir endişedir ke­ mirmeye başladı : Sakın Nasreddin Hoca ve Gülcan muhafızların ellerine düşmüş olmasınlardı? Ve işte, ihtiyar baka baka gözleri alışınca uzaktan biri kır, diğeri de beyaz iki noktayı fark etti : Nok­ talar uzaklaştıkça küçülüyorlardı, sonunda kır leke tepeye karışıp gözden kayboldu, beyaz nokta kuytulara, çukurlara dalarak kay­ boluyor, ama yeniden ortaya çıkıyordu . Sonunda beyaz nokta da yükselen yalımlarda buharlaşarak gözden kayboldu. Gün doğar doğmaz yakıcı sıcaklar da başlıyordu. İhtiyar ise sıcağın farkında olmaksızın acı düşüncelere dalmış çatıda otururken, ak saçlı başı çatlıyor, boğazı düğümleniyordu. Nasreddin Hoca ' ya da kızına da gücenmiyordu, onlara ömür boyu mutluluk diliyordu, ama içi sızlıyor, acı duyuyordu; artık evi tamamen boş kalmış, tek başı­ na kaldığı ihtiyarlığını gür sesli şarkılarıyla ve neşeli gülüşleriyle süsleyecek kimsesi yoktu. S ıcak bir rüzgar esiyor, tozları savu­ ruyor, üzüm bağındaki yaprakları ve çatıda kuruyan çömlekleri sallıyor, çömlekler de hazin, inceden inceye ve uzun uzun, sanki evi terk edenler için üzülmüş gibi ses veriyorlardı . . . Niyaz arkasında bir ses duyunca kendine geldi, baktığında ça­ tıya onun yanına çıkan üç kardeş i gördü : Hepsi de birbirinden ya­ man, hepsi de çömlekçiydi. İhtiyara yaklaşınca derin bir saygının işareti olarak önünde eğildiler. "Ey muhterem Niyaz ! " dedi en büyük olanı. "Kızın Nasred­ din Hoca ile gidip senden ayrıldı, ama sen acı çekmemeli, onlara gücenmemelisin, yeryüzünün kadim yasası böyledir: Dişi tavşan erkek tavşansız, erkek geyik dişi geyiksiz, inek boğasız, dişi ör­ dek erkek ördeksiz yaşayamaz. Sanki bir kız sadık ve vefakar bir yoldaşı olmadan yaşayabilir m i ve pamuk sürgülerini dahi er­ kek ve dişi cins olarak ayıran Allah yeryüzünde yaşayan herkesi 215

ve her şeyi eşli yaratmamış mıdır? Ey muhterem Niyaz, senin ihtiyarl ık günlerinin hepten kararmaması için, üçümüz de sana şunu demek isteriz: Nasreddin Hoca ile akraba olan, tüm Buha­ ralılarla a kraba olmuş demektir ve sen de bundan sonra bizimle akraba oldun . B i liyorsun ki, geçen sonbaharda babamız ve senin çok saygıdeğer dostun Osman Ali ' yi acı ve keder içinde toprağa verd i k ve bugün, evimizde bir b üyük için ayrılmış olması gere­ ken köşemiz boştur ve biz yokluğu bir bebek sesinin yokluğu gibi evimizi yarı yarıya boş kılan bir aksakal huzurunda olmak gibi her günkü mutluluğumuzdan mahrum kaldık, çünkü, insan ancak kendisini dünyaya getirmiş ve sakalları ağarmış biri ile kendisine yaşam veren ve beşi kte yatan bir bebe yanında olunca rahat ve huzur buluyor. Bu yüzdendir ki, muhterem Niyaz, bizim ricamıza kulak vermeni bizim ocağımıza yerleşip, bir büyük için ayrılmış köşeyi doldurma nı, üçümüze babalık, çocuklarımıza da dedelik yapmanı diliyoruz senden . " Kardeşler o kadar ısrarcı oldular ki, Niyaz onları reddedemedi : Niyaz onların evine yerleşti ve büyük bir saygıyla karşılandı. Böy­ lece dürüst ve temiz yaşamı karşılığında ihtiyarlığında yeryüzünde bir Müslüman için var olan en büyük ödülle ödüllendirilmiş oldu: Niyaz dede, yani on dört torunun olduğu büyük bir ailenin başı ol­ muştu; dut ve üzüm lekelerine bulanmış pembe yanaklardan, yine onlardan geri kalmayan başka pembe yanaklara bakarken hep göz­ leri okşanacaktı artık. O günden bu yana sessizliğin verdiği üzüntü­ den o kadar uzaktı ki, buna alışmadığı için ara ara rahatsız oluyor, dinlenmek ve kendisine o denli yakın ve şimdi de o denli uzak ve nereye gittiği bilinmeyen yakınlarının hasretini duyumsamak için eski evine çekiliyordu . . . Pazar yerinin açık olduğu günlerde pazar meydanına gidiyor, dünyanın dört bir yanından gelen kervancılara kır eşekli bir erkek ve tek bir siyahı dahi olmayan beyaz eşekli bir kadın yolcuya rastlayıp rastlamadıklarını soruyordu. Kervancılar yanık alınlarını kırıştırıp kafalarını olumsuz anlamda sallıyorlardı: Hayır, böyle birileriyle karşılaşmamışlardı . Nasreddin Hoca, hep olduğu gibi, kendisinin hiç beklenmediği bir yerde birdenbire tekrar ortaya çıkmak için izini kaybettirmişti. 1 94 0