Her Yer Ekran 9786258123333


134 106 2MB

Turkish Pages 245 [246] Year 2022

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Recommend Papers

Her Yer Ekran
 9786258123333

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

J ean Baudrillard

Her Yer Ekran

Jean Baudrillard

Her Yer Ekran "Ekranla Bütünleşmek"

Çeviren: Oğuz Adanır

DOGUBATI

© Editions Galilee, 1997. ©Tüm hakları Doğu Batı Yayınları'na aittir.

Fransızca Özgün Metin Ecran total Fransızcadan Çeviren Oğuz Adanır

Yayına Hazırlayanlar Taşkın Takış Ufuk Coşkun

Kapak Tasarımı Çiğdem Sarıhan

Baskı Tarcan Matbaacılık Kasım 2022

Doğu Batı Yayınları Kültür Malı. BecerikliSok.

No: 20/5 Kızılay/Ankara

Tel: O 312 425 68 64 - 425 68 65 www.dogubati.com ISBN: 978-625-8123-33-3 /Sertifika No: 48847 Doğu Batı Yayınları-378 Sosyoloji-51

Jean Baudrillard (1929-2007) Fransız düşünür ve sosyolog. Reims'ta doğdu. Bir memur ailesinin ilk ço­ cuğuydu. Sorbonne Üniversitesi'nde Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü okudu. Meslek yaşamına bir lisede Almanca öğretmenliği ile adım attı. 1966'da Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı. Bu üniversitede uzun yıllar sosyoloji dersleri verdi, çeşitli sebeplerden do­ layı profesörlük unvanını çok geç bir tarihte, 1990 yılında elde edebildi.

Liberation gazetelerinde yazdığı güncel yazılarla geniş bir tartışma alanı açtı. Baudrillard, eserlerinde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tüketim olgu­ sunu, kitle iletişiminin ve teknolojik ilerlemenin yol açtığı toplumsal de­ ğişimleri çözümledi. Çağımızda teknolojinin yarattığı anlam ve gösterge fazlalığının, kopyalardan ibaret bir "simülasyon" evrenine, gerçekliğin yok olduğu bir "hipergerçeklik" dünyasına tekabül ettiğini sanattan mimariye, sinemadan reklamcılığa ilişkin verdiği sayısız örnekle gösterdi. Baudrillard özellikle medya üzerine yaptığı çalışmalarla bütün dünyada ün kazandı. Simülasyon kuramıyla günümüz toplumuna ve "postmodern" dünyaya radikal eleştiriler yöneltti. Ona göre, gerçek dünya ile imgeleri arasında herhangi bir ayırım yapabilme kabiliyetine sahip değiliz. Bugün reklamlar 'şey'lerden çok imgeleri pazarlamaktadır. "Chanel", "Calvin Klein" veya "GAP" gibi markaların temsil ettiği nitelik veya değerden çok etiketleri

veya göstergeleri satın alınmaktadır. Baudrillard'ın ünlü tespitlerinden biri de, Körfez Savaşı'nın "gerçekten yaşanmadığı" ile ilgiliydi. CNN izleyicileri savaşı bir "medya olayı" olarak rahat ve geniş koltuklarında cips yiyerek iz­ ledi. Baudrillard, füze bombardımanı ile imge bombardımanı arasında bir ayırımın yapılamadığı dünyada, artık eleştiri gücünü tamamen yitirdiğimizi öne sürdü. Jean Baudrillard'ın Doğu Batı Yayınları'ndan çıkan diğer eserleri: Simü­ lakrlar ve Simülasyon (2003); Sessiz Yığınlann Gölgesinde (2003); Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği (2005); Foucault'yu Unutmak (2013); Can Çekişen Küresel Güç (2017); Neden Her Şey Hala Yok Olup Git­ medi? (2019); Karnaval ve Yamyam (2019); Nesneler Sistemi (2020); Sim­ gesel Değiş Tokuş ve Ölüm (2021); Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri (2021); Çaresiz Stratejiler (2021); Üretimin Aynası (2022).

İÇİNDEKİLER

Önsöz

..................................................................................................

9

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi?

13

Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik

23

... . ............. .....................................

...........................................................

Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Martin Heidegger

30

Sanal Bir Borsa Çöküşüne Övgü

36

........................... ...................................................

.......................................................

Bulaşıcı Özellikler İçeren Bir Ekonomi Balonu Söndürülen Batı

. . ...........................................

................. ...................................................

Buzları Eriyen Doğu Bloku ve Tarihin Sonu Saraybosna'ya Acımayın

.....................................

....................................................................

Estetik Cerrahi İşleminden Geçirilen Ötekilik Sanal Teknolojinin Acizliği Batı'nın Sırplaştırılması

.................................

...............................................................

.....................................................................

Batı, "Ölünün Koltuğuna Oturduğunda" Neler Oluyor Büyük Temizlik

........ .............

.................................................................................

Ağlayın Yurttaşlar!

.............................................................................

Köleler ve Seçkinler

.........................................................................

42 49

55 62 69 76 81 86 91 96

101

Atmosferik Olay/Hava Durumu Tahminine Dönüşen Haber/Bilgi

107

Zihinsel Şiddet ya da Kin

113

.......................................... . ...........................

................................................... .............

Uyuşturucu Madde ya da Anormal Bilinç Durumunun Yol Açtığı Şiddet

...............................

118

Çocukluğun Karanlıkta Kalan Yüzü

................................................



Iki Kez Yok Edilmek

...................... ......................................... . .......

Gözden Y itip Gerçekten Ortadan Kaybolanlar

...............................

Cinsel Yolla Aktarılabilen Bir Hastalık Olarak Cinsellik Gücünü Kendinden Alan Bir Grev Örneği

.....................................

Ateş Topraklarından (Tierra del Fuego) New York'a Dünya Ülkelerinin Borcu ve Paralel Evren İktidarın Gölgesi

................

.......................

......................................

.............................................................................

Yolsuzluğun Aynası

..........................................................................

Disneyworld Company

....................................................................

Küresel ve Evrensel Üzerine

............................................................

Deep Blue ya da Bilgisayar Neyin Özlemini Çeker Otomobil Yarışçısı ve İkizi

.........................

..............................................................

Süngerleşmiş Beyinler Hakkında Enine Boyuna Düşünmek

..........

Her Yer Ekran "Ekranla Bütünleşmek"

.. . .........................................

Sanat Dünyasının Kurduğu Komplo Televizyonla İlgili Fanteziler

...............................................

...........................................................

Chirac, Elbette Beş Para Etmez Biridir Klon ya da Bir Tür Nasıl Kopyalanır?

........ . ..................................

.............. . . ..............................

Politikada Üfürükçülük ya da Ahmaklar İttifakı

..............................

124 139 136 142 148 154 160 166 172 179 184 189 195 201 207 213 220 226 232 239 !

·

ÖN SÖZ

1987-1997 yılları arasında Libiration gazetesinde köşe yazısı olarak yayımlanan bu makaleler güncelliklerinden hemen hiç­ bir şey yitirmeden okuyucuyu derinden etkilemeyi sürdürü­ yorlar. Ö zellikle modern toplumları hedefleyen sert eleştiriler ya­ zarın hem kendi ülkesi hem de pek çok başka ülkede hararetli tartışmalara yol açtı. Baudrillard düşüncesini derinlemesine tanıyan en önemli isimlerden biri olan Mike Gane onun en büyük özelliğinin düşüncelerini dışavururken yararlandığı belirsizlik kavramı ol­ duğunu söyler. Okuyucuyu şaşırtan, kafasını karıştıran anlaşıl­ ması güç cümleler Baudrillard stilinin temel özelliğidir. Ancak bu kez okuyucunun şanslı olduğu söylenebilir. Çün­ kü kısa metinlerden oluşan ve gazete okuyucusuna seslenen bu makaleler diğer metinlerine göre doğaları gereği oldukça açık seçiktir. Her ne kadar zaman zaman araya anlaşılması güç tümceler sıkıştırsa da genelde okuyucunun bu makaleleri gö­ rece kolay bir şekilde kavrayacağını düşünüyorum. Ö zellikle

1 O Her Yer Ekran

de Baudrillard terminolojisine hakim olanlar daha avantajlı bir f konuma sahip olacaklardır. Geriye bu çok değişik ve çarpıcı makalelerden oluşan met­ nin keyfini çıkarmak kalıyor! ·

Oğuz Adanır

History reproducing itselfbecomes Farce. Farce reproducing itselfbecomes History. Kendini tekrarlayan Tarih Farsa dönüşür. Kendini tekrarlayan Fars Tarihe dönüşür.

AIDS BULAŞICI BİR HASTALIK MIDIR YOKSA BİR KORUNMA YÖNTEMİ Mİ?

AIDS, elektronik virüs, terörizm . . . Bir vücut, bir sistem, bir ağ tüm olumsuz unsurlarından kurtularak basit unsurlardan oluşan bir olasılıklar düzenlemesine benzediğinde ortaya bir de bulaşma özelliği çıkar. Bu anlama sahip bir bulaşma özelliği frakta! ve dijital özelliklerle çok yakından ilişkilidir. Bilgisa­ yarlar, elektronik makineler soyut yani sanal, bedensel özellik­ lerden yoksun makinelere dönüştükleri için (bunlar geleneksel mekanik makinelere oranla çok daha dayanıksızdır) virüsler de içlerinde fınk atıyor. Vücut ise bir vücut olma özelliğini yitirip elektronik ve sanal bir makineye dönüştüğü için virüslerden kaçamıyor. Klasik tıp vücudu biçimsel değil simgesel anlamda (birformül örneği) etkileyen güncel hastalıkları artık tedavi edemez. Kan­ serli vücut demek bozulan genetik formülünün kurbanı olan vücut demektir. HIV virüsü kapmış vücut demek bağışıklık sistemine ait ağlar, vücudu denetleyen ve antikor üreten ağlar­ dan yoksun, hasta bir vücut demektir.

14 Her Yer Ekran

Bunlar kodlanmış ve bir modelle uyumlu hale getirilmişı vücuda özgü yeni tıbbi hastalık türleridir. Bunlar kod ve mo-: delle ilgili hastalıklardır. Tıpkı bilgisayarların elektronik virüsler için en uygun nes­ nelere dönüşmesi gibi elektronik ve sibernetik bir makine şek­ linde tasarlanan insan virüsler ve bulaşıcı hastalıklara en uygun canlıya dönüşmüştür. Burada da etkili bir önlem ya da tedaviden söz edilemez. Vücut içinde hastalığın bir yerden başka bir yere taşınması an­ lamına gelen metastazlar "sanal düzeyde" tüm ağı ele geçirir­ ken, simgesel özelliklerini yitiren makineye özgü terminolo­ jiler virüslere simgesel özelliklerini yitirmiş vücutlardan daha çok direnemezler. Geleneksel mekanik arızanın giderilmesi için eski usul onarım sistemine başvurmak gerekiyordu. Oysa aniden ortaya çıkan arızalar, (her türlü bilinçli korsanlık ey­ leminin dışında kalan) ansızın karşılaştığımız anormalliklerle antikorların ani "ihanetlerine" çare bulunamıyor. Bulaşıcılık demek kapalı devreler, entegre devreler, karma­ karışık bir ortam ve zincirleme tepkiye özgü bir patoloji de­ mektir. Bu çok geniş ve mecaz bir anlamda bir ensest ilişki pa­ tolojisi olarak da adlandırılabilir. Sizi yaşatan şey aynı zamanda ölümünüze neden olacak olan şeydir. Değiş tokuş, karşılıklılık ve ötekiliğe izin verilmemesi şu görülemeyen, şeytani, ele ge­ çirilmesi olanaksız diğer ötekilik anlayışının, basit unsurlardan oluşan ve sonsuz sayıda yinelenme özelliğine sahip şu mutlak Ö tekine benzeyen virüsün salgılanmasına yol açıyor. Biz ensest ilişkiler kurup, sürdüren bir toplumda yaşıyoruz. AIDS'in öncelikle eşcinsel ya da uyuşturucu bağımlısı çevrele­ ri etkilemesinin nedeni bunların kapalı devre yaşayan bu tür­ den ensest ilişkiler kuran gruplara benzemeleridir. Kan hastalığı akrabalar arası evlilikler yapan kuşakları, ço­ ğunlukla aile içi evlilik yapan soyları etkilemişti. Servi ağaçla­ rını uzun bir süre boyunca vuran tuhaf virüsün kış ve yaz ayları arasında görülen düşük ısı farklarından, mevsimleri birbirin·

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 15

den ayırt etme zorluğundan kaynaklandığı söylendi, başka bir deyişle darbenin kökeninde ayırt edici özelliklerin yitirilmesi vardı. Zorla kurulmaya çalışılan her türlü benzerlikte, kökü kazınan farklılıklarda, şeylerin kendi imgelerine benzeme ça­ balarında, varlıklar ve oluşturdukları kodların birbirine karış­ tırılmasında bu kusursuz bir şekilde işleyen makineyi bozan şeytani bir ötekiliğin eseri olan ensest ilişki ürünü bulaşıcı bir hastalık tehdidi vardır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse bu Kötülük ilkesinin (basit bir ifadeyle ahlak ya da suçluluk duygusuyla bir ilişkisi olmayan Kötülük ilkesi tersine çevrilme ve talihsizlik ilkeleriyle eş anlamlıdır) yeniden güçlenmesi an­ lamına gelmektedir. Tamamıyla bilimsel özelliklere sahip ol­ maya çalışan yani simgesel özellikleri dışlayan sistemlerde ne türden olursa olsun, kötülük, tersine çevrilebilirlik adlı temel kuralın eşdeğerlisidir. Dur durak tanımayan bilimsel üretim ürkütücü bir sonuca yol açmaktadır, zira bilimsel özelliklere sahip olmayan sistem­ ler bunalım ve eleştiriye yol açarken, bunalımın belli unsur­ larından kurtulmayı beceremeyen mutlak bilimsellik anlayışı felakete yol açmaktadır. Sahip olduğu olumsuz ve tehlikeli unsurların izini sürüp onlardan kurtulan, arınan her toplum­ sal yapı, sistem, oluşum tamamıyla tersine dönme ve için için kaynayıp yok olma felaketiyle karşı karşıya kalabilir; tıpkı tüm filizleri, basilleri, parazitleri, tüm biyolojik düşmanlarının izi­ ni süren ve onlardan kurtulan her biyolojik oluşumun kanse­ re yakalanma riski taşıması, ürettiği ve ortalıkta işsiz güçsüz dolaşan antikorları tarafından yutulma riski taşıması yani, ta­ mamıyla bilimsel özellikler taşıyan kendi hücreleri tarafından yutulup yok edilmesi gibi. AIDS ve kanserin modern patoloji ve bulaşıcı tüm ölümcül hastalıkların ilk örneklerini oluşturmaları bizi şaşırtmamalı­ dır. Beden yapay protezlerin yanısıra genetik fantezilerin eline terk edildiğinde bağışıklık sistemleri altüst edilmekte, biyolo­ jik mantık yok edilmektedir. Sahip olduğu özgün işlevleri dışa

1 6 Her Yer Ekran

yönelik bir şekilde çoğaltmaya mahkum edilmiş bufraktal vüı cut aynı zamanda sahip olduğu hücreleri için için ve engellenmesi olanaksız bir biçimde çoğaltmaya da mahkum edilmiştir.' Bu bir anlamda protezler, ağlar, bağlantı kurmalar gibi dışsal metastazlara simetrik bir şekilde hastalıklı hücreleri oradan oraya taşıma aşamasına gelmiş içsel ve biyolojik metastazlar üreten bir vücuttur. Aşırı düzeyde korunan bir mekanda beden tüm savunma mekanizmalarından yoksun kalmaktadır. Ameliyathaneler öy­ lesine korunmaktadırlar ki, burada hiçbir mikrop, bakteri ya­ şayamamaktadır. Gizemli, anormal özellikler taşıyan, virütik hastalıklar karşımıza tam da bu yüzde yüz temiz olduğu söy­ lenen mekanda çıkmaktadır. Zira virüsler fırsat buldukların­ da derhal direnmeye ve çoğalmaya başlamaktadırlar. Aslında mikroplar varken virüslerden söz edilmiyordu. Eski enfeksi­ yon hastalıklarından arınmış, "ideal" tıbbi tedavinin yapıldığı bir dünyada dezenfeksiyon ürünü elle tutulamayan, kendisiyle başa çıkılamayan bir patoloji giderek yaygınlaşıyor. Bir de üçüncü tip patolojiden söz etmek gerekiyor. Bizim toplumlarımızda hoşgörülü ve uzlaşmacı bir anlayışın ürünü olan yeni bir şiddet türünün yanısıra bir de yapay, tıbbi ya da enformatik kalkanlarla üst düzey bir koruma altında tutulan vücutlara özgü yeni hastalıklar var. Ö yleyse bunlar en "kötü huylu" ve beklenmedik virüsler, zincirleme tepkilere karşı da­ yanıksız hastalıklardır. Bu tip hastalıklarının kökeninde kaza ya da karmaşa değil "anormallik'' vardır. Tıpkı aynı nedenlerin benzer ters sonuçlara yol açtığı toplumsal yapının genelinde olduğu gibi öngörülemeyen benzer işlev bozuklukları, anor­ mallikler ve terörizm türleri hücrelerdeki genetik bozukluk­ la eş tutulabilir, zira burada da aşırı koruma, kodlama, kesin sınırlar içine hapsetme işlemiyle karşılaşılmaktadır. Biyolojik sistem gibi toplumsal sistem de sahip olduğu protezler tek­ nolojik açıdan karmaşıklaştıkça kendine özgü simgesel savun­ ma mekanizmalarını yitirmektedir. Bu yüzden tıp bilimi son

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 17

zamanlarda ortaya çıkan şu patolojik hastalıklardan kurtulma konusunda çok zorlanacaktır. Zira bizzat tıp bilimi bedeni aşırı şekilde koruyan, onu korumayı saplantı haline getirmiş ve ko­ runma amaçlı sistemin bir parçasıdır. Görünüşe göre terörizm sorununa nasıl politik bir çözüm getirilemiyorsa günümüzde AIDS ya da kanser sorununa da anlaşıldığı kadarıyla biyolojik bir çözüm getirilememektedir. Her ikisinin de nedeni aynıdır, başka bir deyişle sistemin özünde anormal semptomlar, belli bir şiddet tipi ve yeni hastalıklar vardır. Bunlar şiddete baş­ vurarak ya da tepkisel bulaşma yöntemiyle toplumsal yapının politik anlamda, vücudun ise özetle biyolojik bir şekilde kesin sınırlar içine hapsedilmesini engellemektedir. Oysa bu yeni bulaşma biçimini anlamakta zorlanıyoruz, ör­ neğin AIDS. Bu hastalık cinselliğe yeni bir yasaklama getirme konusunda kanıt olarak kullanılıyor, ancak bu bir ahlaki yasak değil, zira gelişigüzel cinsel ilişki kurma düzeninin işleyiş bi­ çimini kapsıyor. Bu yasak modernleşmenin tüm buyruklarına bir son veriyor. Oysa cinsellik de para ya da haber gibi özgür bir dolanım sistemine sahip olmalıdır. Her şey akışkan bir ya­ pıya sahip olmak ve giderek hızlanmak zorundadır. Bulaşma riski bahanesiyle cinsellikten vazgeçmek dolarda kansere ya­ kalanmış birinin sağlık durumunda görülene benzer ani iniş çıkışlara yol açtığı bahanesiyle uluslararası ticari ilişkilerden vazgeçmek kadar saçma bir şeydir. AIDS'le birlikte cinsellik bir anda yasaklanmıştır. Acaba bu sistemin yol açtığı bir çelişki midir? Belki de bu belirsizlik tam tersine tıpkı cinsel özgürlü­ ğün sahip olduğu o bilmecemsi kusursuzluk kadar bilmecemsi bir kusursuzlukla ilişkilidir. Sahip oldukları özgün ilkelere karşın hayatta kalabilmek amacıyla kendilerine özgü kazalar ve frenleme sistemleri oluş­ turan sistemlerin kendilerini kendiliklerinden nasıl denetle­ diklerini biliyoruz. Hiçbir toplum yalnızca sahip olduğu de­ ğerler sistemine karşı çıkarak var olamaz, başka bir deyişle bu toplumun önce bir değerler sistemine sahip olması sonra da

18 Her Yer Ekran

doğal olarak bunu yadsıması ve bu duruşunu değiştirmemesi gerekir. Oysa bizim gibi toplumlar biri cinsel özgürlük diğdi iletişim ve haber olmak üzere en az iki ilkeye boyun eğiyot. Oysa her şey sanki insanlık AIDS tehdidi aracılığıyla ken­ diliğinden denilebilecek bir şekilde cinsel özgürlük ilkesinin panzehrini üretiyormuş ve genetik bir kod bozukluğu, öyleyse bir haber/bilgi patolojisi olarak adlandırılabilecek kanser saye­ sinde her şeye hakim olan sibernetik denetim ilkesine karşı di­ reniyormuş gibi görünmektedir. Peki, ya bütün bunlar zorun­ lu sperm, cinsel ilişki, göstergeler, söz akımları ya da iletişim kurma zorunluluğunu, programlanmış haber/bilgiyi, cinsellik alanındaki karmaşayı yadsımak anlamına geliyorsa ne olacak? Yoksa burada yeni bir ölümcül patoloji pahasına da olsa so­ nuçta başımıza çok daha kötü şeylerin gelmesini engelleyecek akımlar, devreler ve ağlara karşı yaşamsal bir direnişten mi söz ediliyor? Sahip olduğumuz sistemin bedelini AIDS ve kansere yakalanarak mı ödüyoruz, başka bir deyişle sistemin salgıladığı sıradan bulaşıcılık özelliğinden ona duayla büyüyle yazgısal bir biçim kazandırarak mı kurtulmaya çalışıyoruz? Hiç kimse bu dua, büyü ritüelinin gücünü yadsımasa da ya­ nıtlanması gereken sorular var: Kanser neye, hangi daha kötü olasılığa karşı (genetik kodun mutlak hakimiyetine mi) dire­ niyor? AIDS neye, hangi daha kötü olasılığa karşı (cinsel bir salgın hastalığa, herkesi kapsayan bir cinsel karmaşaya mı) di­ reniyor? Uyuşturucu konusunda da aynı sorunla karşılaşıyoruz. Duygusallığı bir kenara bırakarak uyuşturucu bizi nelerden koruyor, çok daha kötü bir hastalıktan (akılcı alıklık, normlara uygun toplumsallaşma, evrensel programlama) kurtulmamızı sağlayabilir mi sorusunu sormamız gerekir? Terörizm konu­ sunda da bu ikincil nitelikte, tepkisel, dışa vurulduğunda ra­ hatlatan şiddet bizi bir uzlaşma salgını, kan kanseri, politik çürüme ve giderek görünmez hale gelen Devletten korumuyor mu? Artık her şeyin muğlak bir görünüme sahip olduğu, ve ter­ sine çevrilebildiği bir yerde yaşıyoruz. Bütün olan bitene baka-

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 1 9

rak insanı delirmekten kurtaran en etkili çözümün nevroz ol­ duğu söylenebilir. Bu anlamda AIDS, tanrısal bir cezadan çok yalnızca rastgele cinsel ilişki kurma, sayıları giderek çoğalan ve hızlanan ağlar arasında kimliğini tamamen yitiren insanlığın bulduğu savunmaya dayalı bir rahatlama biçimi olabilir mi? AIDS, terörizm, borsanın çökmesi, elektronik virüsler po­ lisin yanısıra tıp dünyası, bilim ve uzmanlarla birlikte tüm ko­ lektif düşgücünü harekete geçiriyorsa bunun nedeni bunların irrasyonel bir dünyaya ait olgulardan başka bir şeye benzeme­ leridir. Bunlar sahip olduğumuz sistemin mantıksal yapısının tamamını temsil eden, her şeyi açıklayan çok etkileyici olgular­ dır. Sahip oldukları gücü iletişim araçlarının saçtıkları kendisi de viral olan ışınlar ve insanların düş güçlerini etkileme kapa­ sitesine borçludurlar. Bunlar, hepsi aynı bulaşıcılık sözleşmesine boyun eğen ve bulaşma düzeyleriyle ortaya çıkış sıklıkları arasında uzak yakın bir ilişki kurulamayan, birbirleriyle bağlantılı, her yerde kar­ şılaşılabilecek türden olaylardır. Ö rneğin, tekil bir terörist ey­ lem tüm politika alanlarının terörist varsayım doğrultusunda gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. İ statistik anlamda düşük bir düzeye sahip olsa bile ortaya çıkan tek bir AIDS hastalığı vücut ve hastalıklar yelpazesinin bulaşıcı hastalıklar ve bağışıklık sistemi yetersizliği doğrultusunda gözden geçi­ rilmesini zorunlu kılıyor. Ö rneğin, Pentagon'a ait belleklerde değişikliğe yol açan ya da bilgisayar ağlarını Noel dilekleriyle doldurup taşıran en küçük virüs bile enformatik sistemlere du­ yulan güveni yerle bir ederek tüm verilerin filtreden geçirme, ölçülüp biçilmiş dezenformasyon, risk ve belirsizlik terimleriy­ le gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır, ki nesnel bir şe­ kilde bakıldığında bunun mizahi bir yanı olduğu söylenebilir. Aşırı uçlarda yer alan olaylar ve genelde felaket dediğimiz olgu böyle bir ayrıcalığa sahiptir, çünkü bütün bu bulaşıcı sü­ reçlere yol açan şeyin adı doğal olarak (sözcüğün ahlaki de­ ğil, şeylerin gidişatında görülen anormalleşme anlamındaki)

20 Her Yer Ekran

felakettir. Felaketin boyun eğdiği gizli bir düzen varsa o qa bütün bu çağdaş süreçleri birbirinden ayırma olanaksızlığıdit. Ö te yandan bütün bu tuhaf olaylarla tüm sistemin sergilediği sıradanlık arasında bir benzerlik vardır. Aşırı uçlarda yer alan tüm olaylar hem kendi aralarında hem de sistemin tamamıyla uyumludur. Öyleyse ürettiği anormal büyüme süreçlerine bakarak sis­ temin akılcı olduğunu düşünmenin bir yararı yoktur. Aşırı uçlarda yer alan olaylara son verilebileceği gibi büyük bir ya­ nılsama içindeyiz. Oysa içinde yaşadığımız sistemler giderek karmaşıklaştıkça aşırı uçlarda yer alan olaylardan daha da aşırı uçlarda yer alacak olaylarla karşılaşacağımız söylenebilir. Böyle olmasında bir sakınca yok, zira bunlar en üst düzey, en son or­ taya çıkan homeopatik tedavi yöntemidir. Artık İyiliğin, Kötü­ lüğe karşı güttüğü bir strateji yoktur. Şeffaf, homeostatik ya da homeofluide (benzer baştan çıkartıcı) sistemlerde akla gelebi­ lecek en kötü strateji olan Kötülüğün, Kötülüğe karşı güttüğü stratejiden başkasına yer yoktur. Olası tek strateji kendisinden kaçmanın olanaksız olduğu strateji olup, burada bir seçenekten söz edilemez, zira biz istesek de istemesek de o gözlerimizin önünde kendi bildiği yolu izliyor. Ö yleyse AIDS, borsadaki çöküşler, bilgisayar virüsleri vb. homeopatik yöntemle bulaşabi­ lir. Borsadaki çöküş, terörizm, infovirüsler, borç vb. felaketin su yüzüne çıkan tarafı olup, bunun onda dokuzu sanal evren içine gömülmüş durumdadır. Her şeyi yerle bir edecek bir felaket varsa o da aynı anda her yerde karşımıza çıkan bir haber, her şeyi kapsayan bir şeffaflık sistemi şeklinde olacaktır. Neyse ki bilgisayar virüsü bunun so­ nuçlarına katlanmamıza izin vermiyor. Onun sayesinde haber ve iletişim evrenini yok edemeyeceğiz, zira böyle bir şey yap­ mak ölümle eşdeğer bir şey olacak. Bu ölümcül şeffaflaşmanın anormal boyutlara ulaşması onun aynı zamanda tehlike sınırı­ na ulaştığını gösteren bir işarettir. Bu biraz akmakta olan bir sıvıda görülen hızlanmaya benziyor, başka bir deyişle bu hızın

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 2 1

yol açtığı kargaşa ve anormallikler sıvının akışını durdurabilir ya da çevreye taşıp yayılmasına yol açabilir. Kaos, yok olup gi­ decek her şey için bir sınır çizgisi oluşturuyor, zira kaos olma­ saydı her şey mutlak bir boşluk içinde yok olup giderdi. Anor­ mal boyutlara varan bir düzen ve şeffaflığa karşı örneğin, gizli bir düzensizliğe boyun eğen anormal boyutlara sahip olaylar kaos yöntemiyle korunmayı mı ifade ediyor? Bu gerçek nite­ likteki felaket onlar sayesinde sanal düzeyde kalıyor. Oysa bu felaketin gerçekleşmesi durumunda her şey yok olup gidebilir. Belli bir düşünce sürecine özgü sonun başlangıcını ifade eden bu yok oluş süreci şu anda onlara rağmen başlamış durumda. Cinsel özgürlük konusunda da aynı şey söylenebilir, başka bir deyişle bu belli bir zevk alma sürecine özgü sonun başlangıcı olarak nitelendirilebilir. Herkesin rastgele cinsel ilişki kuracağı bir dünyada cinsellik ulaşacağı aseksüel azgınlık aşamasında yok olup gidebilir. Borsanın çöküşü ve ticari değiş tokuşlar için de aynı şey söylenebilir. Anormal bir olay olarak spekülasyon da kargaşa gibi gerçek değiş tokuş süreçlerinin tamamen öz­ gürleşmesini durduruyor. Değerin saliseler içinde aşırı hızla-el değiştirdiği gibi bir izlenim yaratmaya çalışıp ekonomik mo­ deli elektrik akımıyla öldürerek aynı zamanda her türlü değiş tokuşun özgür bir şekilde iletişim kurması anlamına gelecek olan felaketi de elektrik akımıyla yok ediyor. Değiş tokuşların tamamen özgür bırakılması değeri yok edecek olan gerçek bir felaket olarak nitelendirilebilir. Yerçekiminden tamamen kurtulmak gibi bir tehlike, ger­ çekle bağlarını kopartmış varlık, evrensel bir karmaşa, bizi bir boşluğun içine çekecek süreçlere özgü bir çizgisellik gibi ani girdaplar olarak adlandırdığımız felaketler aslında bizi fela­ ketten koruyan şeylerdir. Bu tür anormallikler, anormal olaylar yeniden her şeyin tamamen dağılıp gitmesini engelleyen yer­ çekimi ve yoğunlaşma alanları yaratırlar. Bu durumda içinde yaşadığımız toplumların, nüfusun fazlalık oluşturan bölümün­ den okyanusta intihar -belli bir sayıda insanın intihar etmesi

22 Her Yer Ekran

belli bir sayıda kalması gereken topluluğun devamını sağlıyor-: yöntemiyle kurtulan ilkel toplumlar örneği, kendilerine özgü! lanetli pay biçimini salgıladıkları söylenebilir. Ö rneğin, felaket insanlığın ürettiği belli bir ölçüyü aşmayan bir strateji olabilir. Ürettiğimiz yerel somut virüsler, anormal olaylar sanal felakete yol açacak enerjinin yok olup gitmesini engelliyor. Sanal felaket ekonomi, politika, sanat ve tarih alan­ larında sahip olduğumuz tüm süreçleri harekete geçiren şeydir. Bir kavram olarak düşünüldüğünde biZzat enerjinin kendisi felaketi andıran bir biçime sahip değil midir? ·

1 Haziran 1987

HEPİMİZ CİNSİYET DEGİŞTİRDİK

Günümüzde bir tür yapay bir yazgıya boyun eğdirilen belli bir cinsiyete sahip vücudun uğradığı dönüşümü izlemek ilginç bir şey. Bu yapay yazgının ismiyse transseksüelliktir (cinsiyet de­ ğiştirme). Burada doğal düzenin yolundan sapması anlamında bir yapay yazgıdan değil, cinsiyetler arası farklılığa özgü sim­ gesel düzende görülen bir dönüşümden söz ediyoruz. Bura­ da yalnızca anatomik cinsel dönüşüm anlamında bir cinsiyet değiştirmeden değil travestiden, cinsel organ göstergelerinin yerini değiştirme oyunu olarak adlandırılabilecek ve daha önce oynanan cinsel farklılık oyununun karşıtı olan cinselfarksızlık­ tan söz ediyoruz. Cinsiyet değiştirme hem cinsel kutuplar arası bir farksızlaş­ ma oyunu hem de zevk almaya karşı duyarsız olma biçimidir. Bu hem cinsel ilişki hem de zevk almayı içeren bir duyarsızlık biçimidir. Cinsellik zevk alma üstüne oturtulurken (cinsel öz­ gürlüğün ana teması budur) , cinsiyet değiştirme ister anatomik cinsel organ değişikliği isterse travestilerin karakteristik özel­ likleri olarak nitelendirilebilecek giysi, morfolojik yapı, davra­ nışlar oyunu şeklinde olsun yapaylık üstüne oturtulmaktadır.

24 Her Yer Ekran

İ ster cerrahi ister semiyürjik (kültürel) operasyon, ister gösterı ge ister organ olsun, her iki durumda da söz konusu olan şey protezlerdir. Günümüzde vücuda proteze benzemekten başka'. bir seçenek bırakılmadığından, örnek aldığı cinselliğin cinsiyet değiştirme duygusuna benzemesi ve yaşamın her alanında cin­ siyet değiştirme duygusunun cazip hale gelmesinde bir anor­ mallik yoktur. Bu anlamda hepimiz cinsiyet değiştirmiş sayılırız. Hepimi­ zin biyolojik bir mutasyona uğrama olasılığı neyse cinsiyet de­ ğişikliğine uğrama olasılığı da odur. Bu cinsiyet değiştirme bi­ çiminin biyolojiyle bir ilgisi yoktur. Hepimiz simgesel anlamda birer transseksüeliz. Örneğin, Cicciolina. Cinsel ilişkiyi, cinsel ilişkideki por­ nografik masumiyeti ondan daha kusursuz bir şekilde temsil eden biri var mıdır? Aerobik ve insanın kanını donduran bir estetiğin ürünü, cazibeden yoksun ve duygusallıktan hiç nasi­ bini almamış, kaslı android Madonna'yı onunla karşılaştırıyor­ lar. Oysa tam da bütün bu saydıklarımız sayesinde sentetik bir puta dönüştürülen Madonna'nın insanları gene de tuhaf bir şekilde etkilediği görülmektedir. İyice düşünüp taşınacak olur­ sak Cicciolina'nın da cinsiyet değiştirmiş biri olduğu söylene­ mez mi? Platin renkli uzun saçları, yusyuvarlak göğüsleri olan bu kadın şişme bir bebeğin ideal ölçülerine sahip değil midir? Onun sahip olduğu cinsel çekicilik dokunulup kirletilmemesi için poşetlenmiş çizgi roman ya da bilim kurgu kitaplarının­ kine benzemiyor mu? Ö zellikle de (bunlar asla sapıkça ya da ahlaksızca değildir) abartılı bir cinsellik yüklenmiş konuşmalar yapan, kesinlikle her konudaki yasakları çiğneyen Cicciolina pembe telefonlar dünyasının ideal kadınıdır. Ancak o bununla yetinmeyerek günümüzde hiçbir kadının üstlenmeyeceği, ten­ selliğini yitirerek ete indirgeniş bir erotik ideolojinin temsilcisi gibidir. Bu sürecin dışına yalnızca cinsiyet değiştirip kadın ol­ muş biri ya da bir travesti gibi istisnalar çıkabilmektedir,,çünkü yalnızca bu insanlar et düzeyine indirgenmiş ya da abartılı cin-

Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 25

sel göstergeler sergilemektedirler. Medyumların ağzından ya­ yılana benzeyen tensel bir ektoplazmayla sarılıp sarmalanmış Cicciolina bu noktada yapay nitrogliserini andıran Madonna ya da kadınlaşmış erkek ve Frankenstein'ın cazibesine sahip Michael J ackson'la aynı sepete konulabilir. Bunların hepsi de­ ğişime uğramış insanlar, travestiler, genetik anlamda barok bir görünüme sahip varlıklar olup erotik dış görünümleri belirsiz cinsiyetlerini gizlemeye yaramaktadır. ABD'de kullanılan ifa­ deyle bunların hepsi gender-benders'tır (travestiler). Cinsel özgürlük masalı gerçek dünyada hala var olmayı sürdürüyor ancak düşsel evrende egemen olan biçim değişik tipte kadınlaşmış erkekler ve hermafroditlerle birlikte cinsi­ yet değiştirmiş insanlar masalıdır. Seks partileri, cinsel arzu ve cinsel farklılıktan sonra karşımıza artık ışıl ışıl parlayan erotik simülakrlar ve anlı şanlı kitsch transseksüel çıkmaktadır. Bunu postmodern pornografi olarak da adlandırmak mümkün. Bu çerçevede cinsellik, muğlak bir abartılı cinsellik şeklinde al­ gılanıp, cinsiyetler arasında bir fark yokmuş gibi yapılan oyun içinde kaybolup gitmektedir. Cinsellik ve politikanın aynı yı­ kıcı projede yer aldığı günlerden bu yana pek çok şey değişti. Günümüzde Cicciolina İ talyan parlamentosuna milletvekili olarak seçilebiliyorsa bunun nedeni cinsiyet değiştiren kişi ve politika-ötesinin aynı ironik duyarsızlık evreninde biraraya gelmesidir. Bundan yalnızca birkaç yıl öncesine kadar böyle bir gösteriye tanık olabilmek olanaksızdı. Bugünse tanık oldu­ ğumuz hoş uzlaşma kültürü yalnızca cinsel değil aynı zamanda politik kültürün de tamamen travestileştiğini göstermektedir. Cinsel ilişki göstergelerini aşırı uçlara taşıyarak cinsel be­ denden kurtulmayı, cinsel kutuplaşmaya gizlice bir son vererek arzudan kurtulmayı hedefleyen ve bunu abartılı bir oyun şek­ linde sergileyen bu strateji; cinsiyet farklılığını, tam tersine, ya­ sağa başvurarak daha belirgin bir hale getirmeye çalışan o eski baskıcı yöntemden daha etkilidir. Buna karşın bu stratejinin kimin işine yaradığı belli değildir, zira herkes bu stratejiden

26 Her Yer Ekran

şöyle ya da böyle etkilenmektedir. Daha geniş bir anlamda kul­ lanmak gerekirse bu travesti düzeni kurumlarımızı temelinden: sarsmıştır. Bu düzenle her yerde örneğin, politika, mimari, ku-! ram, ideoloji hatta bilim alanında bile karşılaşılmaktadır. Umarsızca peşine düştüğümüz kimlik ve farklılık arayışın­ da bile karşımıza bu düzen çıkıyor. Artık arşivlere giderek, bir belleğe, bir geçmişe başvurarak ya da bir proje kapsamında veya gelecekte kendimize uygun bir kimlik arayacak zamana sahip değiliz. Bizim hemen şu anda burada, istediğimiz da­ kika başvurabileceğimiz anlık bir belleğe, bir tür reklam fıl­ mindeki kişilik gibi doğruluğu hemen o anda saptanabilecek türden bir kimliğe ihtiyacımız var. Günümüzde insan vücu­ dundan organik bir denge durumunu ifade eden sağlıktan çok kısa bir süreliğine bile olsa ışık saçan, temiz görünen ve reklam görüntülerindeki vücuda benzeyen bir biçime sahip olması ideal koşullara sahip olmak yerine bir performans sergilemesi­ beklenmektedir. Moda ve görünüm terminolojisine uygun bir şekilde ifade etmek gerekirse aranan şey güzellik ya da baştan çıkarıcılık değil look'tur/görünüştür. Herkes bir görünüş peşindedir. Artık bir insana benzemek yeterli olmadığından (insanlar artık birbirlerine bakmıyor, baştan çıkartmaya çalışmıyor) kim olduğumuza, yüzümüze bakılıp bakılmayacağına aldırmadan bir görünüşe sahip olmaya çalışmakla yetiniyoruz. Artık hayattayım, aranızdayım denil­ miyor ben görünür bir varlık olmak, bir imgeye -look, look­ benzemek istiyorum deniyor. Üstelik narsisizmle bir ilişkisi olmayan bu imge yüzeysel bir dışadönüklükten başka bir an­ lama sahip değil. Bunu herkesin kendi görünümünün empre­ zaryosuna dönüştüğü bir tür reklam imgesine özgü masumiyet olarak nitelendirmek mümkün. Görünüş bir tür sahip olunabilecek asgari imge olup, o da tıpkı bir video imgesi gibi tanımlanabilir. McLuhan'ın deyi­ şiyle bu dokunulabilir türden bir imgedir. Bu modanın tersine bakışları kendisine doğru yönlendiremeyen, hayranlık duyul-

Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 27

mayan, herhangi bir özel anlama sahip olmayan sıradan bir özel efekte benzeyen bir görünüştür. Artık modayla bir ilişkisi kalmayan görünüş, modaya özgü geçerliğini yitirmiş bir bi­ çimdir. Bir farklılaştırma mantığına boyun eğmeyen, bir fark­ lılık oyununa benzemeyen görünüş birfarklılık oyunu oynarmış gibi yapmaktadır. Görünüş demek herkese benzemek, farklı olmamak demektir. Bu durumda insanın kendisi olması kısa süreli, geçici bir oyuna benzemekte, herkesin sıradanlaştığı bir dünyada büyüsünü yitirmiş yapmacık tavırlar sergilemesine neden olmaktadır. Geriye doğru gidildiğinde cinsiyet değiştiren kişi ve tra­ vestinin kazandığı bu zafer önceki kuşakların cinsel özgürlük anlayışı konusunda alışılmadık bir bakış açısı sunuyor. Vücuda azami bir erotik değer yükleyerek kadınlık ve zevk almanın (erkeklik o tarihe kadar iktidar/güç alanını elinde tutmuştur) ayrıcalıklı bir yere oturtulmasıyla bir ilişkisi olmadığını söy­ leyen önceki cinsel özgürlük anlayışı karşıt cinslerin birbirine karıştırılma sürecinde belki de ara bir evreden başka bir şey olamamıştır. Cinsel devrim belki de cinsiyet değiştirme yolun­ da ortaya çıkmış belirleyici bir aşamadır. Bu aslında tüm dev­ rimlerin kendisinden kaçamadıkları tuhaf bir sonuçtur. Cinsel devrim arzuyla ilgili her şeyi olasılaştırmış hatta: Ben bir erkek miyim yoksa bir kadın mı gibi temel bir soru bile sordurmuş­ tur. (Psikanalizin de bu cinsel kimlikle ilgili belirsizlik ilkesine bir katkısı olmuştur.) Tüm diğerlerine modellik yapan politik ve toplumsal devrim, sahip olduğu özgürlük ve kişisel irade­ den yararlanma alışkanlığı kazandırdığı insanın, karşı konul­ ması olanaksız bir mantık çerçevesinde kendi kendine özgün iradesinden nasıl yararlanabileceği ve bu konuda ne yapması gerektiği sorusunu sormasına yol açmıştır. Oysa insanlar daha önce böyle bir sorunla hiç karşılaşmamışlardır. Bu her türlü devrimin karşılaşabileceği cinsten çelişkili bir sonuçtur. Başka bir deyişle devrimle birlikte bir belirsizlik, endişe ve kargaşa

28 Her Yer Ekran

dönemi başlamaktadır. Oysa seçenek, çoğulculuk ve demokrasi gibi başka zevk alma biçimleri de vardır. Yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse cinselliğe özgü de­ mokratik bir ilke yoktur. İ nsan haklarının bir parçası olarak görülmeyen cinsellik bir özgürleşme ilkesine de sahip değil­ dir. Seks partileri aşamasından sonra özgürleştirilen cinselliğin ulaştığı bir sonuç varsa o da herkesi kendi "cinsiyetini" (gender), genel anlamdaki cinsini ve cinselliğini aramaya itmesi ve in­ sanların da bu sorulara yanıt bulma konusunda giderek zor­ lanmalarıdır. Bunun nedeni göstergelerin dolanım hızı ve zevk alma çeşitlerindeki artıştır. Biz de işte bu şekilde hiç farkına bile varmadan cinsiyet değiştirdik. Tıpkı farkına bile varma­ dan politika-ötesi, başka bir deyişle politik açıdan birbirinden farklı olmayan, birbirine benzeyen, politik anlamda aynı anda her iki cinse ait görünen ve her iki cinsin biyolojik yapısına sahip (hermafrodit) canlılara dönüştüğümüz gibi. En çelişkili ideolojilere boyun eğip, hatmedip yadsıdıktan sonra bu ideo­ lojileri çağrıştıran bir yüz ifadesi takındık ve zihinsel olarak belki de kendimize rağmen politika dünyasının travestilerine dönüştük. Bütün bunlarla aynı anda yükselişe geçen başka şeyler var. Politik (daha doğrusu politika-ötesi) bir biçim olarak terörizm, patolojik biçimler olarak AIDS ve kanser, daha genelinde cin­ sel ve estetik bir biçim olarak cinsiyetini değiştirmiş birey ve travesti var. Yalnızca bu biçimler bile insanı zihinsel olarak bü­ yülüyor. Cinsel devrim, politik tartışmalar, kalp ve damar has­ talıkları ya da iş kazaları hatta klasik silahlarla gerçekleştirilen savaşlar bile genelde artık insanların ilgisini (bu bir bakıma iyi bir şey kimseyi ilgilendirmeyeceği için birçok savaşın çık­ masını engelleyebilir) çekmiyor. Gerçek fantezileri başka yerde yani, hepsi de bir işleyiş ilkesinin bozulması ve bunun sonuç­ larının birbirine karıştırılmasıyla ortaya çıkan o sözünü etti­ ğimiz üç biçimin içinde aramak gerekiyor. Bunların her biri -terörizm, travesti, AIDS- politik, cinsel ya da genetik işieyiş

Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 29

sürecinin hızla olumsuz bir yönde seyretmesiyle uyumlu bir biçime sahip olmanın yanısıra politik ve cinsel kodların aynı anda yetersizleşmesi, çökmesiyle de uyumludur. Bunların hepsi bulaşıcı, büyüleyici, birbirlerinden ayırmak­ ta zorlandığımız biçimler olup, bulaşıcı nitelikteki imgeler sa­ yesinde hızla çoğalabilmektedirler zira, tüm modern iletişim araçları, haber ve iletişim süreçleri kendilerine özgü yaşamsal bir güce sahip olmanın yanısıra tehlikeli bir şekilde yayılan bir bulaşma gücüne sahiptirler. İ çinde yaşadığımız kültür sinyaller ve imgelerle ışık saçan vücutlar ve zihinlere sahiptir. Bu kültür olabilecek en güzel sonuçları üretebiliyorsa keza akla gelebi­ lecek en ölümcül virüsleri üretmesine de şaşırmamak gerekir. İ nsan vücutlarına nükleer bir güç aşılama işi Hiroşima'yla baş­ lamış olabilir ancak günümüzde iletişim araçlarının, imgelerin, sinyallerin, programların, ağların yaydığı ışınlarla kalıcı bir gö­ rünüme büründüğü söylenebilir.

14 Ekim 1 987

DÜŞÜNCELERİ, MEZARINDAN ÇIKARTILIP GÖZDEN GEÇİRİLEN MARTIN HEIDEGGER

Heidegger hakkında sürdürülen, felsefi bir nitelikten yoksun anlamsız tartışmalar yalnızca güncel düşünce düzeyindeki ye­ tersizliğin bir belirtisi olabilir. Yeni bir çıkış yolu arayıp bul­ mayı başaramayan güncel düşünce yüzyıl sonuna yaklaştığımız şu günlerde saplantılı bir şekilde kökenlerine geri döner, baş­ vurduğu kaynakların lekelenip lekelenmediklerini sorgularken, aynı zamanda yüzyıl başında tam olarak neler olup bittiğini anlayamamanın acısıyla kıvranmaktadır. Daha genel bir ifa­ deyle Heidegger örneği yüzyılın bilançosunu çıkardığı bir sıra­ da yeniden canlanarak bu toplumu ele geçiren faşizm, nazizm, imha etme gibi kolektif yeniden canlanma hareketinin belir­ tisidir. Bu konularda yapılan tartışmalar da bir yandan yüzyıl başında yaşanan ve tam olarak neler olup bittiğini anlayama­ dıkları olayları yeniden ele alıp anlaşılır hale getirmeye, ölü­ lerin suçsuzluğunu kanıtlamaya, suçluları temize çıkartmaya çalışırken; diğer yandan şiddetin, kötülüğe özgü tarihi hakikat konusunda yaşanan kolektif halüsinasyonun kökenlerine geri dönme gibi sapıkça bir büyülenmeye karşı koyamamaktadırlar.

Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Heidegger 3 1

Gerçeklerden uzaklaşarak. sihirbazlığa başvuracak bir duruma düşmemizin nedeni herhalde şu sıralar düşgücümüzün olduk­ ça zayıflaması, içinde bulunduğumuz durum ve ürettiğimiz düşünceleri hiç önemsemiyor olmamızdır. Heidegger'e gelince bugünlerde entelektüel açıdan suçlu olduğu (?) keşfedildi, oysa geçen kırk yıl boyunca bu konu hiç sorun edilmemişti. Zaten Marx ve Freud konusunda da bize aynı numarayı çektiler. Marksist düşünce her sorunun altından başarıyla kalkamamaya başlayınca Marx'ın yaşamını mercek altına aldılar ve onun hizmetçisiyle yatıp kalkan bir burjuva olduğunu keşfettiler. Psikanalitik düşünce gücünü yitirip tartı­ şılmaya başlandığında Freud'un yaşamı ve psikolojisini araştı­ rıp doğal olarak onun cinsiyet ayırımcılığı yapan, ataerkil zih­ niyete sahip bir adam olduğunu anladılar. Şimdi de Heideg­ ger'i bir Nazi olmakla suçluyorlar. Onun bir Nazi olduğunu kanıtlamanın ya da temize çıkarmanın bir önemi yok. Başka bir deyişle her iki tarafın da sahip olduğu özgün referanslarla artık gururlanmadığı, elinde kalan enerjiyle onları aşıp geç­ meye çalışmadığı ve bu enerjiyi tarihi davalar, dertler, kanıt­ lar, karşılaştırmalar yapmak amacıyla harcayıp aynı sığlık ve küstahlıktaki bir düşüncenin tuzağına düştüğü görülmektedir. Ö rnek aldığı ustalarla ilgili bu belirsizliği açıklama zorluğu çe­ ken (hatta usta olarak gördüğü filozofları çiğneyip geçen) fel­ sefe kendini savunmaya çalışmaktadır. Bir başka tarih oluştur­ mayı başaramayan bir toplumun kendini savunmaya çalışırken aslında varlığını ve işlediği suçları kanıtlamak adına, kendini, bir önceki tarihsel aşamayı ağzında gevelemeye mahkum ettiği görülmektedir. Bu kanıtın neyin nesi olduğunu sormakta yarar var. Biz bugün politik, tarihsel anlamda ortadan kaybolduğu­ muz için (bizim asıl sorunumuz budur) 1940- 1945 yılları ara­ sında öldüğümüzü kanıtlamaya çalışıyoruz. Oysa Auschwitz ya da Hiroşima'yı yaşayanlar çok çarpıcı tarihsel olaylara ta­ nıklık ettiler. Tıpkı 1915 yılında katledildiklerini kanıtlamak amacıyla kendilerini paralayan Ermeniler gibi. Bu kanıtlara

32 Her Yer Ekran

ulaşabilmek olanaksız, yararsız ama bir anlamda da hayati bir öneme sahipler. Zaten günümüzde felsefe ortadan kaybolduğu1 (onun sorunu ortadan kaybolduktan sonra bile yaşamayı nasıl) sürdürebileceğidir) için Heidegger'le kesinlikle uzlaştığını ya da Auschwitz'in kendilerine konuşma yeteneklerini kaybettir­ diğini kanıtlamak zorundalar. Bütün bunlar tarihsel anlamda öldükten sonra ortaya çıkan bir hakikate başvurma, öldükten sonra temize çıkma çabası gibi umarsızca bir girişimden başka bir şey değildir. Bütün bunlar tam da doğruluğu herhangi bir şekilde tespit edilebilecek bir hakikatten; bir kuram ve bir uy­ gulama arasında herhangi bir ilişki kurmayı başarabilecek bir felsefeden; olan biten konusunda herhangi bir tarihsel kanıt oluşturabilecek bir tarihten yoksun olduğumuz bir sırada olup bitiyor. Geçmişe özgü trajik olaylar da dahil olmak üzere sahip ol­ duğumuz gerçekliğin iletişim araçları tarafından üretildiğini unutmamak gerekiyor. Başka bir deyişle bu gerçeklerin doğ­ ruluğunu kanıtlamak ve tarihsel bir bağlama oturtmak konu­ sunda çok geç kaldık. Zira yaşadığımız döneme, yüzyıl sonuna ait tipik bir özellik varsa o da olan biteni anlamamızı sağlayan araçları yitirmiş olmamızdır. Oysa tarihi tarihe benzediği sıra­ da anlamak gerekiyordu. Heidegger'i zamanında ihbar etmek ya da savunmak gerekiyordu. Bir sonuca varamayacak bir dava dosyası oluşturmanın bir anlamı olamaz. Artık çok geç, zira biz başka bir dünyada yaşıyoruz. Televizyonda izlediğimiz Ho­ focauste hatta Shoa dizileri bunun somut kanıtıdır. Bu olaylar anlaşılabilecekleri zaman dilimi içinde anlaşılmadılar. Bundan böyle anlaşılabilmeleri mümkün değil. Anlaşılamayacaklar çünkü sorumluluk, nesnel nedenler, tarihin nesnel anlamı (ya da anlamsızlığı) gibi kavramlar ya ortadan kayboldular ya da kaybolmak üzereler. Çünkü ahlak bilincinin, kolektif bilincin sonuçları tamamen medyatikleşmiştir. Enerjisini neredeyse ta­ mamen tüketen bu bilincin yeniden canlandırılması için har­ canan iyileştirme çabalarının boyutlarına bakmak yeterlidir.

Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Heidegger 33

Nazizm, esir kampları, Hiroşima gibi olayları anlayıp anla­ yamayacağımızı asla öğrenemeyeceğiz, zira aynı zihinsel evren içinde yaşamıyoruz. Kurban ve celladın yerlerinin değiştirilme olasılığı, sorumluluğun dağıtılarak saptırılması ve yok edilmesi gibi şeyler sahip olduğumuz o kusursuz ara yüzün erdemlerin­ den birkaçıdır. Unutma kapasitemizi yitirdik, artık imgelerden başka unutmamız gereken bir şey yok. Bu imgeleri unutma suçu herkes tarafından işlendiğinden unutkanlık konusunda genel bir af ilan edilecek. Bu olayların otopsisi yapılamaz, zira artık hiç kimse olguların gerçekliğine inanmadığından model­ lere bakarak konuşuyoruz. Bugün olaylar gözlerimizin önünde olup bitseler bile artık ne bir şeyleri kanıtlayabilirler ne de bizi ikna edebilirler. Çözümleme yapmak amacıyla Nazizm, gaz odaları vb. konusu o kadar çok didiklenip incelendi ki, sonun­ da bunları anlamakta zorlanmaya ve mantıken şu akıl almaz soruyu sormaya başladık: "Bütün bunlar acaba gerçekten ya­ şandı mı?" Bu aptalca ya da manevi açıdan tahammül edilmesi zor bir soru olabilir ama asıl önemli olan şey mantıksal açıdan böyle bir sorunun sorulabilmesidir. Böyle bir sorunun sorulabilmesini olası kılan şey olaylar, düşünceler ve tarihin iletişim araçlarıyla yeniden üretilmesidir. Bunların nedenlerini kavrayabilmek amacıyla ayrıntılara inmek onları yok etmek demektir. Olayları durmadan araştırmak, bir bellek oluşturmaya çalışmak şeylerin birbirlerine karıştırılma­ sına neden olabilir. Bu yaklaşım bellek oluşturmaya, olayları nesnelleştirmeye çalışan tarihe karşı duyarsızlaşmaya itebilir. Bir gün acaba Heidegger diye biri var oldu mu sorusunu sor­ durabilir? Gaz odalarını inkar eden Faurisson olayı iğrenç bir paradoksa benzeyebilir (R. Fiı.urisson'un gaz odalarının tarihsel anlamda var olmadığını söylemesi iğrenç bir şeydir) ancak bu olay aynı zamanda bütün bir kültürel hareketin tercümesi gi­ bidir. Kökenlerinin iğrençliği nedeniyle sanrılar yaşayan, bun­ lar tarafından büyülenen, bunları unutmaları olanaksız olan

34 Her Yer Ekran

insanlar yüzyıl sonunda içine düştükleri bu açmazdan kurtulı mak amacıyla tek çözüm olan inkara başvurmaktadırlar. , Eğer kanıt bir işe yaramıyorsa bunun nedeni soruşturma- i yı ilerletmeye yönelik tarihsel bir söylev yok demektir ki, bu durumda bir cezadan söz etmek de olanaksızdır. Auschwitz, toptan yok etme affedilemez türden suçlardır. Bunlara karşı­ lık olarak verilebilecek türden bir ceza bulunmadığından ce­ zanın gerçek dışılığı olguları da gerçek dışı bir hale getiriyor. Oysa biz şu anda bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Toplumsal düzeyde olan biten karmaşaya bakıldığında tartışma konusu tüm davalar, tüm polemikler aracılığıyla tarihsel bir süreçten efsanevi/masallaştırıcı bir sürece geçilerek sözü edilen tüm bu olayların efsaneleştirildiği ve iletişim araçlarına uyarlandığı söylenebilir. Bu efsaneye dönüştürme işlemi bizi bir anlam­ da şu benzerlerini öldürme gibi sanrısal nitelikte bir suçtan kurtararak manevi anlamda temize çıkaracaktır. Oysa bunun, yani bir suçun efsaneye dönüştürülmesi için bile olayın tarihsel gerçekliğine bir son verilmesi gerekir. Aksi takdirde bütün bu şeyler, faşizm, kamplar, toplu imha olayını tarihsel anlamda çö­ züp, açıklayamadığımız için kendimizi çocuğun yaşadığı o ilk travmaya benzer bir şekilde onları sonsuza dek yinelemeyi sür­ dürebiliriz. Tehlikeli olan şey geçmişe duyulan faşistçe özlem değildir. Tehlikeli ve gülünç olan şey şu geçmişin patolojik bir şekilde yeniden güncelleştirilmesidir. Gaz odaları gerçekliğini yadsıyanlar kadar onları savunanlar da aynı şeyi yapmaktadır. Heidegger'i yerenler ve savunanlar için de aynı şey söylene­ bilir. Bütün bu insanlar aynı anda ve hep birlikte bu oyunun suç ortağı olarak nitelendirilebilirler. Düşgücünden yoksun görünen çağımızda yaşanan bu toplumsal halüsinasyon, günü­ müzde anlamını ve önemini yitirmiş şiddet ve gerçekliği bir tür yeniden yaşama dürtüsünü ve aynı zamanda bütün bu olay­ ların dışında kalmaktan kaynaklanan yoğun suçluluk duygu­ sunu geçmişe yönlendirmektedir. Bütün bunlar bizden gerçek anlamda giderek uzaklaşan bu olaylar konusunda hissedilen

Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Heidegger 35

duygusal bir rahatlamanın karşılığına benzetilebilir. Heideg­ ger olayı, B arbie davası vb. yitirilen bu bize ait gerçeklikle ilgili gülünç çırpınmalara benziyor. Faurisson'un sözleri yitirilen bu gerçekliğin geçmişi kapsayan alaycı bir karşılığıdır. "Böyle bir şey olmadı" demek en yalın karşılığıyla biz bir bellek oluştura­ bilecek çapta bir toplum değiliz ve yaşadığımızı anlayabilmek için halüsinasyon yöntemlerine başvurmaktan başka bir seçe­ neğe sahip değiliz demektir. Dipnot: Bütün bunlara bakarak bu yüzyıl sonunu pas geçe­ mez miyiz? Ben (insani amaçlı ve başkan seçilmeyle ilgili imza kampanyalarından farklı) henüz yaşanmamış 1 990'lı yılların tarihten silinmesi ve 1989 yılından doğrudan 2000 yılına ge­ çilmesiyle ilgili bir imza kampanyası açılmasını öneriyorum.

27 Ocak 1988

SANAL BİR BORSA ÇÖKÜŞÜNE ÖVGÜ

Son aylarda tanık olunan borsa adlı trajikomik oyunda ilginç olan şey bunun bir felakete benzeyip benzemediği konusunda­ ki belirsizliktir. Başımıza "gerçek'' bir felaket geldi mi, gelecek mi? Soruya verilecek yanıt, bu olay sanal bir felakete benze­ diğinden gerçek bir felaket yaşanmayacaktır, çünkü şu sıralar etkili olan burç sanal felakettir şeklinde olabilir. Bu durum, gerçek ekonomiyi kurmaca ekonomiye dönüştürme türünden parlak bir girişimle ilişkilidir. Zira kurmaca ekonominin ger­ çek ekonominin yerini almaya zorlanması üretken ekonomile­ rin başlarına gerçek bir felaket gelmesini engelliyor. Bu iyi bir şey midir yoksa kötü bir şey mi? Bu, gökyüzünde yörüngeler üzerine oturtulmuş bir savaşla yeryüzünde sürdürülmekte olan kara savaşlarını birbirine indirgemeye çalışan çarpık yaklaşım­ la eşdeğer bir girişimdir. Yeryüzünün birçok bölgesinde kara savaşları sürdürülürken bu durum nükleer bir savaşa yol aç­ mıyor. Çünkü bunlar birbirlerinden farklı şeylerdir, aksi tak­ dirde atom bombaları uzun süre önce patlamaya başlardı. Biz de örneğin, uluslararası borsa ve finans piyasasının çökmesi (gerçekte böyle bir şey olmadı ve olmayacak), nükleer savaş,

Sanal Bir Borsa Çöküşüne Övgü 37

üçüncü dünyanın sırtındaki borç bombası hatta demografik bomba gibi patlamayan sanal bomba ve felaketlere boyun eğer bir duruma geldik. Doğal olarak hiç durmadan önümüzdeki elli yıl içinde Kaliforniya eyaletinin gerçekleşecek depremlerle kesinlikle denize gömüleceğini ileri sürenler gibi bütün bunla­ rın günün birinde kaçınılmaz bir şekilde patlayacağı söylene­ bilir. Gözümüzün önünde olup biten olgulara bakarak hiçbir şeyin patlamayacağı, yıkıma yol açmayacağı sanal bir felaket durumuna boyun eğdiğimizi ve bu sanallığın sonsuza dek sü­ receğini söyleyebiliriz. Bizim yaşadığımız dünyada işte böyle şeyler oluyor. Karşılaştığımız tek gerçeklik, dünyanın etrafında çılgın bir hızla dönen sermayelerin belirlediği piyasalar çöktü­ ğünde olay (1929 yılında yaşanan, kurmaca ekonomi ile gerçek ekonominin henüz birbirlerinden tamamen kopmadıkları ve birinin yol açtığı felaketin ötekini de aynı şekilde etkilediği bu­ nalımın tersine) gerçek ekonomileri maddi anlamda pek fazla etkilemiyor. Bunun nedeni sürekli dalgalanma halinde olan gerçek ekonomilerin 1 929 yılında emerek sonlandıramadıkları bunalımı günümüzde kolaylıkla sonlandırabilmeleri ya da sa­ nal sermaye evreninin tamamen özerkleşmiş, yörüngeselleşmiş olması nedeniyle her yere yayılabilmesi ve hiçbir iz bırakma­ dan kendi kendini yok edebilmesidir. Gene de en azından bir felaket izi bıraktığı söylenebilir, başka bir deyişle çöken şey ekonomiden çok ekonomi kuramıdır, zira kuram nesnesinin yok olup gitmesi karşısında ne yapacağını bilemez bir hale gel­ mektedir. Artık her şey bir iletişim sorunu haline gelmiştir. Yö­ rüngesel sermaye evreninde kusursuz bir iletişim düzeni (ah­ laksız bilgisayarlar ve insan görünümlü bilgisayarlara benzeyen golden boys) vardır. Zaten hiç sona ermeyen bir felaket düzeni içinde yaşamamızın nedeni budur, zira bu evrendeki iletişim sistemi kusursuzdur. Buna karşın (sanal ve gerçek) iki evren arasındaki iletişim kopmuştur. Bu hem çok iyi hem de çok kötü bir şey olabilir. Zira sanal ekonomi bu kopukluk ve sahip olduğu göndereni yitirmesi sayesinde o şaşırtıcı sonuçlara yol

3 8 Her Yer Ekran

açmanın yanısıra, gerçek ekonomiyi, öteki evrende ortaya çıka­ bilecek felaketlerden de koruyabilmektedir. Gerçek ekonomi1 nin yeniden (her iktisatçının düşlediği) kurmaca ekonominin" ! göndereni ve ölçütü olmasında yarar var diyebilir miyiz? Oysa bu çok düşük, akla bile getirilemeyecek bir olasılık. Nesnelerini yitiren geleneksel savaş kuramcılarının da ne yapacaklarını şaşırmış bir durumda oldukları söylenebilir. Zira anlaşılması zor bir şekilde patlayan şey bomba değil, patlayarak ikiye bölünen savaş-nesnedir. Bu bir yörüngeye yerleştirilmiş tamamen sanal bir savaştır. Bunun yanısıra aşağıdaki toprak üstünde çok sayıda gerçek savaş vardır. Bu ikisi aynı boyutlara sahip olmadıkları gibi aynı kurallara da boyun eğmemekte­ dirler. Hem sanal ekonomi hem de gerçek ekonomi de aynı boyutlara sahip olmadıklarından doğal olarak farklı kurallara boyun eğmektedirler. Bizim, kalıcı bir görünüm sunan bu bö­ lünmeye ve bu çarpıklığa boyun eğen bir dünyada yaşamaya alışmamız gerek. 1 929 yılında yaşanan şey hiç kuşkusuz gerçek bir bunalımdı. Bundan kısa bir süre sonra da Hiroşima'ya atom bombası atıldı. Dolayısıyla bu iki evren birbirlerine patlayıcı özellikler bulaştırdılar. Tarihin belli bir anında borsa gerçekten çöktü ve atom bombası patlatıldı. Ancak bunlara bakarak daha sonra yaşananlar konusunda yanlış sonuçlar çıkartmamak ge­ rekir. Kapitalizm (Marx'ın arzuladığı gibi) birbirini izleyen borsa çöküşleri ya da bunalımlar yaşamadı ya da savaşların biri bitip diğeri başlamadı. Böyle bir olay bir kez yaşandı ve bitti. Bundan sonra bambaşka şeyler yaşandı, başka bir deyişle orta­ ya hipergerçek büyük bir finans kapitalizmi çıktı ve yok etme konusunda hipergerçek olağanüstü araçların üretilmesini sağ­ ladı. Bunlar hangi rotayı izlediklerini kesinlikle bilmediğimiz birer yörüngeye yerleştirilerek tepemizde uçmaya başladılar ve bu sayede gerçekliğin dışına çıkarak savaşı ve parayı hiperger­ çek şeylere dönüştürdüler. Bunlar bizim ulaşamayacağımız bir uzayda dolaştıklarından yaşadığımız dünyada bir değişikliğe yol açmadılar. Sonuç olarak ekonomiler üretmeyi sürdürüyor

Sanal Bir Borsa Çöküşüne Övgü 39

oysa kurmaca ekonomiye özgü dalgalanmaların neden olacağı en önemsiz mantıksal sonuç bile bu ekonomileri yerle bir ede­ bilirdi (gündelik ticaret hacmi 100 milyarken sermaye piyasa­ larındaki hareketin miktarı 900 milyar dolayındadır). Mevcut nükleer gücün binde biri dünyamızı havaya uçurmaya yeterken o yaşamayı sürdürüyor. Borçlarından tamamen kurtulmaları konusunda duyulacak en ufak bir arzu üçüncü dünya ve onun dışında kalanın haritadan silinmesine yol açabilecekken bunlar yörüngeye yerleşerek kendilerini satın alabilecek bir bankadan diğerine, bir ülkeden diğerine koşmaktadırlar. Atomik çöpler ve başka şeyler gibi onlar da sonunda bir yörüngeye oturtula­ rak unutulup gidecekler. Borç miktarı neredeyse geri ödenemeyecek bir hale geldi­ ğinde sanal bir evrene gönderilerek, orada dondurulup yörün­ geye oturtulan bir felakete benziyor. Dolayısıyla bu borç dün­ yaya ait bir uyduya dönüşüyor, tıpkı savaşın dünyanın bir uy­ dusu haline gelmesi, tıpkı milyarlarca dolardan oluşan dalga­ lanma halindeki sermayenin dünyanın çevresinde destelerden oluşan uydular şeklinde uçması gibi. Umarız bu böyle sürüp gider. Dünyanın çevresinde döndükleri sırada uzayda patlasa lar bile (örneğin, 1987 yılında yaşanan borsa çöküşü sırasında yitirilen "milyarlar" gibi) yeryüzünde değişen bir şey olmuyor, zaten bundan iyi bir sonuç da elde edilemez. Zira kurmaca ekonomi ve gerçek ekonomiyi birbirleriyle uzlaştırmak gibi "akılcı" bir beklenti tamamıyla akıl dışıdır. Çünkü o milyar­ larca dolar sanal düzeyde bir gerçekliğe sahip olduğundan gerçek ekonomiye aktarılamaz. İyi ki öyle çünkü yanlışlıkla üretken ekonomilere aktarılması durumunda gerçek anlamda bir felakete yol açabilir. Gene aynı şekilde özellikle birbirin­ den kopmuş savaş türlerini biraraya getirmeye çalışmayalım. Bırakalım sanal uzay savaşı uzayda gerçekleşsin, çünkü atom bombası bizi ancak bu şekilde koruyabilir, yani ne kadar çok soyutlaşır, ne kadar dış merkezli özelliklere sahip bir canavara benzerse bizim için o kadar iyidir. Bu korkunç tümörlerle, yani

40 Her Yer Ekran

yörüngeye oturtulan atom bombaları, mali spekülasyon, dünya ülkelerine ait borçlar, aşırı nüfusla (bu sonuncu konusunda he­ nüz yörüngeye oturtma türünden bir çözüm üretilemedi, belki orada da fazlalıkların dış merkezli dolanımıyla, savaş hazırlık­ larıyla) birlikte yaşamaya alışmamız gerek. Mevcut hallerine bakıldığında bütün bunları büyüleyici kılan şey sahip oldukları akıl dışı ölçüler, hipergerçeklikleri ve bir anlamda dünyayı iki­ zinin elinden kurtarıp korumalarıdır. Marx'la birlikte ekonomi politiğin sona ereceğini düşle­ miştik. Sınıfsal ayırımlar sona erecek ve şeffaf bir toplumsal yapıya sahip olacaktık, çünkü mantıksal olarak kapitalizmin bunalıma girmesi gerekiyordu. Daha sonra ekonomi politiğe ait postulatların ve keza Marksist eleştirinin de yadsınacağı­ m düşledik. İ lk baştan sona kadar hep ekonomi ve politikaya üstünlük tanımayı yadsıyan radikal bir alternatif düşledik. Si­ mülakrına ve daha üst düzey bir mantığa boyun eğen ekonomi politikse ikinci dereceden basit bir olay olarak sona erdirildi. Gözlerimizin önünde kendiliğinden spekülasyona dayalı ekonomi-ötesi bir şeye dönüşen ekonomi politik bir zaman­ lar sahip olduğu ancak bugün ne ekonomi ne de politikayla bir ilişkisi kalmamış (değer yasası, piyasa kuralları, üretim, ar­ tı-değer) kapitalizmin mantığıyla) alay etmektedir. Ekonomi politik her an değişkenlik gösteren ve belli bir mantığa sahip olmayan kurallar üstüne oturtulmuş bir oyuna, bir felakete benziyor. Demek ki, ekonomi politik beklentilerin tam aksi­ ne kendine özgü bir şekilde yani ne yapıp edip kendini bir ekonomi politik parodisine benzeterek sona erecekmiş. Artık artı-değer üstünde değil değerden-fazlası üstünde spekülas­ yon yapılıyor. Buna, ne üretim ne de gerçek üretim koşullarına gönderme yapmayan değerin kendinden geçmiş biçimi de de­ nebilir. Saf ve içi boşalmış değer herhalde böyle bir şeydir. Bu gerçekleştirdiği devrim (yörüngesel dolanım), belirlenmiş ku­ rallardan başkasına boyun eğmeyen bir değerin süzülüp •arıtıl­ mış biçimine benziyor. Akıl sır ermeyecek, bir anlamda ironik

Sanal Bir Borsa Çöküşüne Övgü 41

bir şekilde dengesini yitiren ekonomi politik sonuç olarak her türlü alternatifi de devre dışı bırakmıştır. Ekonomi politiğin estetik ve ölçüsü kaçmış evresine geçişi ifade eden (bu aslın­ da bizim politik ütopyalarımızdan çok daha özgün ve beklen­ medik bir son verme yöntemidir) ve potlacın, pokerin, kendi kendine, kendi mantığına meydan okumanın tüm simgesel gücünü ele geçiren böyle bir meydan okumaya karşı nasıl kafa tutulabilir ki? Atılan bu tehlikeli parende karşısında kuramsal düşünce, üstünlüğünü yitirmeme adına, daha tehlikeli bir ikili parende atmayı başarabilir mi?

2 Mart 1988

BULAŞICI ÖZELLİKLER İÇEREN BİR EKONOMİ

AIDS, (borsa simsarları ve hisse senetlerinin ardından zincir­ leme bir şekilde) borsanın çökmesi, elektronik virüsler, özetle "süperiletken" olayların sayısı her geçen gün artıyor. Ne zaman ortaya çıkacakları belli olmayan bir tür kıtalararası karışıklık­ lara benzeyen bu olaylar artık Devletler, bireyler, kurumları değil cinsellik, para, haber ve iletişim gibi yapıları tamamıyla etkiliyor. Bu üç olgudan birini diğerlerinin yerine kullanamazsınız ancak birbirlerinden çok farklı oldukları da söylenemez. AIDS bir tür borsadaki cinsel değerlerin çökmesi şeklinde algılana­ bilir, günümüzde bir tür AIDS'e yakalanmış gibi görünen bil­ gisayarların Wall Street borsasının çöküşünde "bulaşıcı" bir rol oynadıklarını biliyoruz. Bu virüsü kapan bilgisayarların korkunç bir hızla enformatik değer kaybına uğradıkları söy­ lenemez mi? Virüsler yalnızca her sistemin içine yayılmakla yetinmeyip bir sistemden diğerine de geçiyorlar. Bu üçünü felaket olarak adlandırabileceğimiz genel bir başlık altında toplayabiliriz. Hiç kuşkusuz uzun bir süreden

Bulaşıcı Özellikler İçeren Bir Ekonomi 43

bu yana şu bulaşma süreci yani, her sistemin iç işleyişiyle ilgi­ li bozukluğun göstergeleri fark edilebiliyordu. Ö rneğin, belli bir topluluğa özgü AIDS hastalığı, 1929 yılında yaşanan ünlü benzerini andıran güncel borsa çöküşü ve değerlerin çıldırma sına yol açabilecek risklerin mevcudiyeti, elektronik korsan­ lıklar (ve zincirleme giden bozulmalar) artık yirmi yıllık bir geçmişe sahipler. Bütün bu belli topluluklara özgü birliktelik­ ler, neredeyse aynı anda enfeksiyona yol açmalar, korkunç bir hızla yol alan anormalliklere neden olma gücü daha önce hiç karşılaşmadığımız özgün ve çok ilgi çekici bir durumun oluş­ masına yol açmıştır. Ne var ki, bu durumun yol açtığı sonuçları toplumun tüm kesimleri aynı şekilde algılamamıştır. Ö rneğin, AIDS gerçek bir felaket şeklinde değerlendirilirken, borsanın çöküşü daha çok bir felaket oyununa benzetilmiştir; elektronik virüs bir yandan etkileyici olumsuz sanal sonuçlara yol açarken bir yandan da insanları güldüren ironik bir şey, bir tür felaket parodisi şeklinde algılanmıştır. Bu aynı zamanda gülmeyi bu­ laşıcı hale getiren bir süreçtir (gülmek, en hafif düzeyde bile olsa felaketin, gerçeğin yol açtığı bulaşıcı bir biçimdir; gülmek homeopatik bir felakettir) . Bilgisayarları aniden kasıp kavuran, savunma ve bağışıklık sistemlerini yok eden bu salgın hastalık sadece düşünce olarak bile insanları (profesyoneller hariç) ne­ şelendirmeye yetebilir. Bu bir nebulayı andıran dış merkezli belirsizliğin değişik görünümlerine zorunlu olarak aynı mekanizmaları çağrıştıran birbirinden farklı iki şey daha eklemek istiyorum. Birincisi günümüzde her yerde sahte, asıl, kopya, klonlama, simülasyon -bunlar estetik değerlerin dengesini bozan gerçek bir salgın hastalığa benziyorlar, dolayısıyla estetik değerlerin bağışıklık sistemlerinin çökmesine neden oluyorlar- gibi bir sorunsalla karşı karşıya olan sanat ve yanısıra çılgınlık boyutuna varan, spekülatif bir fiyat artışının görüldüğü bir sanat pazarı. Zaten bunu artık bir sanat pazarından çok, paranın ışınlarına maruz kalan bir vücudun her yerine yayılmış metastazlarla karşılaştı-

44 Her Yer Ekran

rılabilecek türden bir değeri unsurlarına ayrıştırıp hızla çoğalt­ ma biçimine benzetebiliriz Söz edeceğin ikinci sonuç politik bir içeriğe sahip olan te­ rörizmdir. Birtakım ışınlara maruz kalan (hangi ışınlara?) top­ lumlarımızda başka hiçbir şey terörizmin yol açtığı zincirleme tepkilere yol açmamaktadır. Maruz kaldığımız şey mutluluk, güvenlik, haber ve iletişimin donma noktasına gelmiş ışınları değil midir? Maruz kaldığımız şey simgesel çekirdekler, temel kurallar, toplumsal sözleşmelerin parçalanması değil midir? Who knows? (Kim bilebilir ki?) AIDS, borsa simsarları, Hac­ kerların yol açtığı parçalanma değil midir? Terörizm de en az bütün bu saydığımız olaylar kadar dakik, kısa ömürlü, gizemli, önüne geçilemez türden bir bulaşma özelliğine sahiptir. Rehin alma eylemi de bulaşıcı bir özelliğe sahiptir. Ö rneğin, bir yazı­ lım şirketi programa bir soft bomb (yazılım bombası) yerleştirip bir yok olma olasılığıyla karşı karşıya bıraktığında program ve tüm ileri aşamalardaki işlemleri rehin almış olmuyor mu? Bor­ sa simsarları Borsada başvurdukları spekülasyon yöntemiyle öldürdükleri ya da yaşattıkları şirketleri rehin almak ve rehin tutmaktan başka ne yapıyorlar. Ö yleyse betimlenen tüm bu so­ nuçların terörizmle (rehineler de hisse senetleri ya da tablolar gibi belirlenmiş bir fiyata sahiptir) aynı örneğe başvurdukları söylenebilir. Bunlar da teröristler gibi meydan okumakta, nasıl davranacakları önceden kestirilememekte, benzer denge bo­ zulmaları ve zincirleme tepkilere neden olmaktadırlar. Terö­ rizmi, AIDS, elektronik virüs ya da borsada işlem gören hisse senetlerinden yola çıkarak yeniden yorumlayabiliriz. Başka bir deyişle bunların hiçbiri diğerine oranla öncelikli bir yere sahip olmadığı gibi, belli bir neden sonuç sürecine de boyun eğmi­ yor; öyleyse bunlar aynı özelliklere sahip çağdaş ve birbirleriyle suç ortaklığı yapan olaylardır. Borsanın çöküşü çılgınca bir hal alan hisse senetleri satı­ şıyla uzayıp gitmektedir. İnsanlar yalnızca hisse senetleri�i de­ ğil şirketleri de satın almaktadırlar. Böylelikle olası ekonomik

Bulaşıcı Özellikler İçeren Bir Ekonomi 45

yeniden yapılanma sürecinde çekilen tamamıyla spekülatif ni­ telikteki tüm söylevlere karşın sanal da olsa bir hareketlenme olmuştur. Bu dayatılan dolanım düzeninden yola çıkılarak ya­ pılmaya çalışılan şey tıpkı Borsada olduğu gibi simsarlara para kazandırmaktır. Bunun nesnel bir kazanca benzemesine bile gerek yoktur, başka bir deyişle spekülasyondan elde edilen ka­ zanç sözcüğün gerçek anlamında bir artı-değer olmayıp kapi­ talist sayılamayacak bir para kazanma biçimidir. Spekülasyona dayalı kazanç da poker ya da rulet gibi kendine özgü anlık davranışlara boyun eğen, zincirleme tepkilere yol açan bahse tutuşma heyecanı, kıyaslamaya dayalı (Steigerung), meydan okumanın ön plana çıktığı bir mantığa sahiptir. Dolayısıyla bu mantığa ekonomik bir mantıkla karşı çıkmanın bir yararı yoktur (zaten bu olayları çekici hale getiren şey ekonominin sınırlarını aşıp geçen bu rastlantısal ve insanın aklını başından alan bir biçime sahip olmalarıdır) . Böylesine etkileyici bir oyun ölümcül hale gelebilmekte­ dir. Başka bir deyişle bu oyun büyük şirketleri sonunda kendi hisse senetlerini satın alacak hale getirmektedir ki, ekonomik açıdan bunun anormal bir davranış olduğu söylenebilir. Zira kendilerini hisse senetlerine dönüştürmektedirler. Oysa bu da aynı çılgınlığın bir parçasıdır. Şirketler hisse senetlerine dö­ nüştüklerinde gerçek bir üretim birimi şeklinde alınıp satıl­ mamakta, gerçek sermayeye özgü bir dolanım düzeni içinde yer almamaktadırlar. Bunlar tek üretim olasılığı anlamına ge­ len alınıp satılarak sanal bir ekonomik hareket yaratma ko­ nusunda yeterli olan belli miktarda hisse senedinden ibarettir. Böyle bir olay büyük bir olasılıkla başka borsaların çökmesine yol açabilir, çünkü bu borsalarda da hisse senetleri aynı hız­ da alınıp satılmaktadırlar. Çalışma süreci ve emek gücünün de bu spekülatif rotayı izlediğini düşünebiliriz. Bu düzende işçi emek gücünü klasik kapitalist süreçte olduğu gibi belli bir üc­ ret karşılığında satmak yerine bizzat sahip olduğu işin kendi­ sini yani iş yerindeki konumunu satıp iş Borsasında görülen

46 Her Yer Ekran

dalgalanmaları izleyerek kendine başka işler, konumlar satın alabilecektir. Böylelikle iş terimi sonunda gerçek anlamına ka­ vuşacaktır. Zira söz konusu olan şey artık belli bir işi yapmak­ tan çok bu işin el değiştirmesini sağlamaktır, böylelikle gerçek emek hareketinin yerini sanal emek hareketi alabilecektir. Sanki neredeyse bir bilim kurgu olayından söz eder gibiyiz. Haber ve iletişim ilkesinin bizzat kendisi artık gönderen olma özelliğini yitirerek yalnızca bir dolanım düzenine ait bir de­ ğere benzemiştir. Bu bir görüntüden diğerine ve bir ekrandan diğerine aktarılan mesajın, anlamın oluşturduğu hiçbir karşı­ lığı olmayan bir artı-değerdir. Bunun artık (bu sürecin öngö­ rülmesini sağlayan) ticari mala özgü artı-değer ve değişim de­ ğeriyle bir ilişkisi yoktur, zira ticari mal ilke olarak her zaman bir kullanım değerine sahip olduğundan ekonomi dünyasının bir parçasıdır. Oysa burada sözcüğün gerçek anlamında bir değiş tokuş yerine yalnızca bir dolanım düzeni ve ağlar arası bir zincirleme tepkiden söz edilmektedir. Bu evrendeki değer bambaşka bir tanıma sahip olup diğerinden koparak tamamen iletim hızı ve gerçekleştirilen değiş tokuş sayısıyla ilgili bir şeye dönüşmüştür. İ letişim ve haber alanında da -gerçek işlemlere dayalı bir olgu yoktur, geçerli olan şey işlemsel sanallıktır- ge­ nel anlamda durum böyledir. Değerle ilgili bu "ekonomi-ötesi" örneğin benzerine ilkel kültürlerde rastladığımızı söyleyebiliriz. Ö rneğin kula adlı uy­ gulamada verilen armağanlar ne kadar çok el değiştirirse o ka­ dar çok değer kazanırlar. Hatta verilen ilk armağan onu veren kişiye hiçbir değişikliğe uğramadan ancak yüz kat değer ka­ zanmış bir şekilde geri dönebilir. (Günümüz sanat pazarında da benzer bir durumla karşılaşmıyor muyuz?) . Nesnenin bir kişiden diğerine geçmesi bile değere dönüşen dolanma özel­ liğine sahip bir tür simgesel enerji oluşmasına yol açar. Oysa bu gerçek bir değer olmadığından yararlı değerlere (gimwali) özgü dolanım düzenine aktarılamaz ya da "üretilemez"' olsa olsa dur durak tanımayan bir dolanım düzeni içinde yer alır

Bulaşıcı Özellikler İçeren Bir Ekonomi 47

ve zaman içinde sayısal olarak sürekli bir artış gösterir (ya da dolanım hareketi durursa muhtemelen çöker). Kula bir anlam­ da kutsal düzey, (simgesel) değiş tokuşun prestijli düzeyidir. Takas, eşdeğerlikler üstüne oturan diğer düzey hiçbir simgesel değere sahip değildir. Bu işlevsel bir düzeydir. Bizzat potlaç da spekülatif meydan okumaya açık bir yapıya sahiptir, bu yalnız­ ca ve yalnızca meydan okuma aracılığıyla üretilen bir değerdir. Bu düzensiz sonuçların temelde ekonomik değer ve eşde­ ğerlik, emek ve üretim ilkesini yadsıyan kula ve potlacın yan­ sımalarına benzedikleri söylenemez mi? (Radikal eleştirininki de dahil olmak üzere) bu aşırılıkları mantıken mahkum ede­ meyiz. Zaten insanlar bunları (Borsa, sanat pazarı, borsa sim­ sarları) bir gösteri izler gibi izliyorlar. Hepimiz gösteri düzeyi­ ne ulaşan kapitalin bu görünümüne, bu estetik saçmalamasına bakarak eğleniyoruz. Aynı zamanda biraz daha güç, daha acı verici, daha belirsiz bir şekilde olsa da kusursuz bir mekaniz­ manın üstüne yapışıp onu bozan bu sisteme özgü AIDS, çö­ ken borsa, enformatik virüsler gibi gösteriye benzer patolojiyi izlemekten de keyif alıyoruz. Aslında ikisinde de mantık aynı, birinde virüsler, enfeksiyon gücü bizim tüm sistemlerimizin mantıklı, daha doğrusu hipermantıklı uyumluluğunun bir parçasını oluştururken önlerine çıkan her şeyden (elektronik virüsler ait oldukları ağların bile öngörmedikleri keşifler yapa­ bilmektedirler) yararlanmakta hatta yeni olanaklar yaratmak­ tadırlar. Elektronik virüsler, tüm dünyada açık seçik bir hale gelen haberin sahip olduğu öldürücü gücün göstergesidirler. AIDS, çok kalabalık gruplar düzeyinde karşılaşılan cinsel öz­ gürlüğün içerdiği ölümcül gücün açık seçik karşılığıdır. Çö­ ken borsalar ve borsacılar üretim ve piyasanın özgürleşmesinin temelini oluşturan değerlerin ışık hızıyla dolanımını yansıtan, birbirlerine karşı birbirlerini öldürebilecek kadar şeffaflaşmış ekonomiler anlamına geliyor. " Ö zgürleşen'' süreçler tıpkı nük­ leer surfusion (belli özelliklere sahip bir suyun donma derece­ sinin çok altında bile sıvı özelliklerini korumayı sürdürmesi)

48 Her Yer Ekran

örneğinde görüldüğü gibi birbirleriyle böyle bir ilişki içine girmektedirler. Yaşadığımız dönemin en büyüleyici özellikle­ rinden biri olaysal süreçleri sahip oldukları gerçek tözden ko­ partan bu sur.fosion'dur. Ekonominin muzaffer bir şekilde yeniden gündeme gelme­ si hatta iletişim araçlarının da gündemini belirlemesi (iletişim araçları evreninin de bulaşıcı bir özellik taşıdığını, imge ve me­ saj dolanımının hiç kesintisiz sürüp gittiği bir söylenti evrenine benzediği söylenebilir) en önemli çelişkilerden biridir. Aslında hala bir "ekonomiden" söz edebilmek mümkün müdür? Hatta bir ekonomi politikten (kapitalizmin mantığından) söz edebil­ mek mümkün müdür? Bunlardan kesinlikle söz edilemez. En azından güncel gündemi işgal eden ekonominin kesinlikle kla­ sik ya da Marksist çözümlemedeki anlamına sahip olmadığı söylenebilir. Zira günümüzde onu harekete geçiren şey maddi üretimin altyapısı ya da üstyapı değil yapısal özelliklerini yiti­ ren değer, gerçek piyasalar ve ekonomilerin dengelerini yitir­ meleri; ideolojiler, sosyal bilimler, tarih ve ekonomi politikten kurtularak gerçek ekonomileri (doğal olarak gerçek değil sanal anlamda saf dışı etmesidir, zaten günümüzde gücü elinde tu­ tan şey gerçeklik değil sanallıktır) saf dışı eden tamamen spe­ külatif sanal bir ekonomiye boyun eğmesidir, sahip olduğu bu özellik sayesinde tüm diğer bulaşıcı süreçlerle biraraya gelebil­ mektedir. Günümüz ekonomisi kendi mantığını yok eden ve giderek daha da kötüleştiren özel efektler, (meteorolojik olan­ ları andıran) öngörülemeyen olaylar üreterek yeniden bir tür tipik güncel olaylar tiyatrosuna benzemiştir.

9 Kasım 1 988

BALONU SÖNDÜRÜLEN BATI

Humeyni, Salınan Rüşdi olayıyla birlikte rehine tarihinde yeni bir dönem başlattı. Olayın en can sıkıcı yanı bilindiği üzere çok sayıda insanı rehin almak ve bunları muhafaza etme güç­ lüğüdür. Humeyni, rehinenin, bizzat Batılı güçler tarafından göz altına alınarak, gözetim altında tutulmasına yönelik bir güç gösterisi gerçekleştirmiştir. Rüşdi sayesinde gerçekleştir­ diği bu güç gösterisiyle Batı'nın topyekı1n kendi kendini rehin almasını sağlamıştır. Rehin alma olayının kusursuz bir gösteri haline getirilmesi küresel yani, yalnızca sözü ele geçirerek güç ilişkilerini tersine çevirebilen simgesel bir strateji oluşturulma­ sını sağlamıştır. Humeyni'nin başvurduğu Ortaçağ barbarlığıyla ilgili boş sözler üretmek ve onun ölmesiyle birlikte bütün olan biten­ lerin mucizevi bir şekilde son bulacağını ummak yerine böyle bir davranışın kökenindeki simgesel gücü, simgesel ve şeytani sonuçları sorgulamak daha doğru bir şey olacaktır. Bütün dünyanın karşısına dikildiği, ülkeyi yıpratan bir sa­ vaştan çıktıktan ve tamamen olumsuz politik, askeri ve eko­ nomik ilişkiler kurduktan sonra Humeyni küçücük görünen

50 Her Yer Ekran

ancak olabilecek en güçlü silaha benzeyen manevi bir silah yani Kötülük ilkesine sahip oldu. Gelişme, akılcılık, politik ah­ lak, demokrasi vb. ile ilgili Batı'ya özgü değerleri kökten yad­ sıdı. Bu güzel şeyler konusundaki evrensel konsensüsü yad­ sımak ona Kötülüğün sahip olabileceği tüm enerjiyi, cehen­ nemlik bir insanın sahip olabileceği tüm şeytani gücü; lanetli paya da parlak bir başarı kazandırdı. Bugün yalnızca onun sesi çıkıyorsa bunun nedeni tüm dünyaya karşı tek başına Kötülük ilkesinin Maniheist konumunu sahiplenmesi, kötülüğü tek ba­ şına tanımlayıp ondan kurtulmaya çalışması, terörist eylemlere başvurarak kötülüğü tek başına temsil etmeyi kabul etmesidir. Onu bu yola neyin ittiğini anlayabilmemiz mümkün olma­ dığı gibi İ slamiyet içi çekişmeleri yorumlamaya kalkışmanın da bir anlamı yok. Buna karşın ona Batı karşısında neyin üs­ tünlük kazandırdığını açıklayabiliriz. Bugün hiçbir Batılı ülke kötülüğü temsil etmeyi üstlenemez, zira bu ülkeden gelecek en hafif radikal eleştiri ya da sergilenecek olumsuz tavır müzakere ve uzlaşmayla ilgili tüm değerler konusunda gerçekleştirilecek sanal bir konsensüsle engellenecektir. Bizim ülkelerimizdeki politik iktidarlar Ö tekini, Düşmanı, meydan okuma, tehdit, kötülüğü adlandırmaktan başka bir işe yaramayan gölge ikti­ darlara benziyorlar. İ ktidarın iktidara benzeyebilmesi için bu simgesel güce sahip olması gerekir. Oysa günümüz iktidarları bu güce sahip olmadıkları gibi iktidarı kötülüğün temsilcisi olarak adlandıracak ya da adlandırmak isteyecek bir muhalefet de yok. Şeytani, ironik, polemik, muhalif enerji üretemeyecek kadar zayıflayıp bağnazlık derecesinde yumuşak ya da yumu­ şacık bağnaz toplumlara dönüştük. Bir zamanlar sahip olduğumuz lanetli payı dışlayıp yaşantı­ mıza yalnızca pozitif değerlerin egemen olmasına izin vererek, en küçük bir salgın tehlikesine karşı bile acınası bir şekilde sa­ vunmasız kaldık. Oysa Humeyni tarafında böyle bir bağışıklık gücü yitimi söz konusu değil. Zaten biz insan hakları denilen şey adına Humeyni'yi sonuç olarak "Mutlak Kötülüğün'' (Mit-

Balonu Söndürülen Batı 51

terand) tek temsilcisi olarak nitelendiriyoruz. Başka bir deyişle akılcı (Günümüzde "deliye" bir deli muamelesi yapılıyor mu?) bir söyleve özgü kuralların tümüyle çelişen bize yönelik akıl­ dışı beddualarını onaylıyoruz. Kötülük kavramından o kadar çekiniyoruz ki, engelli insanlara "engelli insan" muamelesi yap­ mıyor; Ö teki, mutsuzluk, yola getiremediklerimiz hakkında sürekli daha uygun ve edepli terimler üretiyoruz. Kötülüğün dilini abartısız bir şekilde başarıyla kullanabi­ len birinin, bütün dünya aydınlarının topladıkları imzalara karşın, Batılı kültürlerde çok yoğun bir yetersizlik duygusu­ na yol açmasına şaşırmamak gerek. Hukuk düzeni, akılcılık, insani vicdan beddua karşısında yıkılıp gitti. Bedduanın bü­ yülediği akıl yandaşları tüm dünya ülkelerinin iletişim araç­ larıyla birlikte onun suç ortağı oldu. Onu küçük düşürmek ve şeytana benzetmek amacıyla başvurduğu tüm araçlar onu da aynı dili kullanmaya zorlayarak özünde bulaşıcı olan Kötülük ilkesinin kurduğu tuzağa düşmesine neden oldu. Bu mücade­ leyi kim kazandı derseniz yanıtı tabii ki Humeyni olacaktır. Onu kesinlikle yerle bir edecek olanaklara sahibiz ancak sim­ gesel anlamda o kazandı. Zira simgesel güç her zaman için silahlar ve paradan daha etkilidir, modern idealizm anlayışının bize bu gerçekten söz etmesi gerekirdi. Bu bir anlamda öteki dünyanın bizimkinden intikam alması olarak adlandırılabilir. Üçüncü Dünya bugüne kadar Batı'ya karşı sözcüğün gerçek anlamında hiç meydan okuyamamıştır. Kırk, elli yıl boyunca Batı açısından Kötülük İ lkesinin temsilcisi olarak kabul edilen SSCB bu olayda hiç itiraz etmeden İyilik tarafında yer aldığını göstermiştir. Hatta bugün bu güç nefis bir ironi örneği suna­ rak Batı ile Tahranlı Şeytan arasında arabuluculuk yapmayı önermiştir. Biz pek farkında olmasak da Afganistan'da beş yıl boyunca Batılı değerleri savunduktan sonra böyle bir görevi yerine getirecek deneyime sahip olduğu söylenebilir. Yorumcu­ ların birkaçı korku ve nefretle bile olsa, Rüşdi'yi mahkum eden Humeyni'nin aforoz etmesinin de kattığı güçle, kitabın sahip

52 Her Yer Ekran

olmadığı olağanüstü bir değere sahip olduğunu kabul etmiş­ lerdir. Bu olay gerçekten de politikanın bizim coğrafyamızda ne kadar ihmal edildiğini gösteren bir kanıt niteliğindedir. Humeyni'nin Rüşdi hakkında verdiği ölüm hükmünün yol açtığı dünya çapındaki büyüleme, baştan çıkarma ve tiksin­ dirme gücü kesinlikle bir uçağın gövdesinde açılan gedik ya da çatlağın (bu bir kaza eseri olsa bile her zaman terörist bir eyleme benzeyecektir) yol açtığı ani bir basınç düşmesine ben­ zetilebilir. Uçağın içi ve dışı arasındaki basınç farkıyla doğru orantılı bir şekilde gövdenin içindeki her şey şiddetle dış boş­ luk tarafından emilecektir. Bunun için iki dünyayı birbirinden ayıran ince zarda küçücük bir gedik ya da bir delik açılması ye­ terlidir. Yapay bir niteliğe sahip olan ve yapay bir şekilde koru­ nan (bizim) evrenimizde bu türden bir gedik açmaya benzeyen terörizm ya da rehin alma eylemi bunun kusursuz bir örneği­ dir. Bütün İ slam ülkelerini, doğal olarak Ortaçağ'dakini değil güncel İ slam dünyasını ahlaki ya da dini değil stratejik açıdan kutlamak gerekir. Zira bu dünya (Doğu Bloku ülkeleri de da­ hil olmak üzere) mevcut Batı sisteminin çevresinde bir boşluk oluşturmaya çalışmakta ve zaman zaman gerçekleştirdiği tek bir eylem ya da ağzından çıkan tek bir sözle bu sistemde bir gedik açmakta ve o boşluğun içine saplanıp kalan tüm değer­ lerimiz yok olup gitmektedir. İ slamiyet Batı dünyasına karşı devrimci bir baskı uygulamaya çalışmıyor. Bizim dünyamızı dönüştürmeye ya da fethetmeye çalışmıyor yalnızca Kötülük ilkesi adına bu bulaşıcı özellikteki saldırganlığıyla bizim dün­ yamızın dengesini bozmaya çalışıyor. Biz bu saldırıya karşılık veremeyeceğimiz gibi iki dünya arasındaki basınç farkı nede­ niyle oluşan sanal felaketten hareketle soluduğumuz ortama (değerlere) ait hava koruma altında olan (bizim) evrenimizde hiç sona ermeyecek bir basınç düşüklüğüne maruz kalabilir. Bu arada bizim Batılı dünyamızda açılan çeşitli çatlak ve ya­ rıkların büyük bir oksijen kaybına neden olduğu söylenebilir. Oksijen maskesi takmayı sürdürmekte yarar var. ·

Balonu Söndürülen Batı 53

Sahip olduğumuz sistemin tamamı Humeyni'ye hizmet ediyor. Bunun için küçük parmağını kaldırması yeterli oluyor. Parmağını kaldırması aklımızı başımızdan almaya yetiyor ve Kötülük ilkesinin emrine girmeye hazır hale geliyoruz. Ö yley­ se başvurduğu strateji hakkında söylenebilecek her şeyin tam aksine şaşırtıcı derecede moderndir. Bizimkinden daha da mo­ derndir, çünkü modern bir bağlama zeka eseri ilkel unsurlar; başka bir deyişle birfetva, bir ölüm fermanı, bir beddua, aklına geleni pompalamaktan ibarettir. Batı dünyası dimdik ayakta durabilseydi bunların sözü bile edilmezdi. Oysa tam tersine bu bağlama saplanıp kalan sistemimizin tamamı bu virüsün sesini kaydedip onun yayılmasında bir süperiletken görevi ya­ pıyor. Bizim açımızdan olan biteni anlamak mümkün mü? Bu konuda Ö teki Dünyanın intikam aldığını söyleyebiliriz. Baş­ ka bir deyişle dünyanın bizim dışımızda kalan ülkelerine karşı koymaları olanaksız tohumlar, hastalıklar, salgınlar ve ideoloji­ ler götürdük. Görünüşe göre şeylerin ironik bir şekilde tersine dönmeleri sonucunda bugün biz iğrenç bir ilkel küçük mikro­ ba karşı kendimizi savunamıyoruz. Rehinenin bizzat kendisi mikrobu kaptı. Alain Bosquet son kitabında (Le Mitier d'otage) Batı dünyasının bu kısmının o boşluğun içine nasıl düştüğünü gösteriyor. Bu toplumlar içine düştükleri o boşluktan kurtulamazlar, zaten kurtulmak da is­ temiyorlar, çünkü aşağılandıklarını, ait oldukları toplumun, ül­ kenin, yurttaşların tepkisiz kalmalarının, sıradanlaşmış ikiyüz­ lülüğünün, insanı küçük düşüren bir şeye benzeyen ve hiçbir işe yaramayan müzakerenin onların toplu halde aşağılanma­ sına neden olduğunu düşünüyorlar. Zira müzakerenin ötesine geçildiğinde, rehine, aralarındaki en sıradan kişilerden biri bile olsa, her eylem tüm topluluğu ikiyüzlü davranmaya zorluyor. Zaten topluluğun kendi üyelerine karşı duyarsız kalması sonuç olarak her bireyin topluluğa karşı duyarsızlaşmasına yol açıyor. Batı'da işler böyle (kötü) yürüyor. Rehine stratejisi bu politik sefaleti acımasız bir şekilde ortaya koyuyor. Tek bir bireyin

54 Her Yer Ekran

dengesi bozulduğunda tüm sistemin dengesi bozuluyor. Ref hine de zaten bu yüzden eylem sırasında kendisini kahramatl ilan eder etmez ardından yan çizen yakınlarını bağışlayamıyor. Humeyni'nin zihninde işgal ettiğimiz bir yer olmadığı gibi Müslümanlar tarafından da sevilmiyoruz. Bizim de onların tut­ ku ve inançlarını benimsemeye niyetimiz yok. Yapabildiğimiz tek şey bütün olan biteni din fanatizmi olarak nitelendirmek­ ten ileri geçemeyen bu modası geçmiş ve dogmatik düşünceyi görmezden gelmeye çalışmak. Böyle yaparak en azından bu simgesel meydan okumada hedeflenen şey konusunda stratejik bir zeka pırıltısı sergilemeye çalışıyoruz. Bu açıdan çok sayıda insanın yazdığı din yanlısı duygusal metin hiçbir işe yaramadı­ ğı gibi olsa olsa bir tür okuma, üfleme olarak nitelendirilebilir. Tam da Fransız Devrimi'nin zihinlerde yol açtığı Terörün izlerini, büyük çoğunluğun onayladığı varsayılan bir anma tö­ reniyle bir anma töreniyle silmeye çalıştığımız bir sırada İ s­ lamiyet'in meydan okumasındaki bu simgesel şiddete karşılık verme konusunda yeterli donanıma sahip olmamaktan korku­ yorum. Kendi geçmişimizdeki şiddetin izlerini silmeyi seçer­ sek bu yeni şiddet anlayışına nasıl karşı koyarız?

14 Mart 1989

BUZLARI ERİYEN DOÔU BLOKU VE TARİHİN SONU

Yüzyıl sonundan söz edilmeye devam ediliyor. Herkes, totali­ ter ideoloji tarafından bir süreliğine oksijensiz bırakılan Tari­ hin, Doğu Bloku ülkelerine yönelik ablukanın kaldırılmasıyla birlikte, kaldığı yerden yola devam edeceği düşüncesiyle rahat bir nefes aldı. Tarih, sonunda yeniden halkların öngörüleme­ yen hareketleri ve özgürlük tutkularına açık bir alan haline gel­ di. Genellikle yüzyıl sonlarına eşlik eden kasvetli mitolojinin tersine bu yüzyıl sonu, nihai gelişmelerin çarpıcı bir şekilde tekrarlanacağı, yeni bir umut duygusu ve üstesinden gelinmesi gereken tüm güç işlerin yeniden gündeme getirildiği yeni bir başlangıcı andırıyor. Tarihin sonuyla ilgili tüm kötü alametler kaybolun! Gözlerimizin önünde böylesine olaylar olup biter­ ken Tarihin sona erdiği gerçeğini ve bu konuda benliğimizi sarıp sarmalayan güçlü duyguyu nasıl yadsıyacağız? Yakından bakıldığında olay gizemli bir görünüme bürün­ düğünden onu "tanımlanamayan "tarihsel" bir cisme" benzete­ biliriz. Doğu Bloku ülkelerinde buzların erimesi, dondurulmuş özgürlük duygusunun yeniden canlanması hiç kuşkusuz olağa-

5 6 Her Yer Ekran

nüstü bir değişikliği ifade ediyor. Oysa buzları çözülen özgür­ lük duygusu neye benzeyebilir ki? Bu sonucu muğlak, tehlikeli (buzları eritilen şey bilindiği kadarıyla yeniden dondurulamaz:) bir operasyondur. SSCB ve diğer Doğu Bloku ülkeleri derin birer dondurucuya dönüşürken aynı zamanda özgürlük konu­ sunda deneysel bir çevre ve inceleme alanı oluşturdular. Çünkü özgürlük denilen şey tecrit edilmiş ve çok büyük bir baskı al­ tında bırakılmıştı. Batı ise özgürlük ve insan hakları konusun­ da bir soğuk hava deposu ya da daha iyisi bir özgürlük ve insan hakları çöplüğü olmayı sürdürmüştür. Derin dondurma işlemi Doğu Bloku ülkelerini simgeleyen ayırımlayıcı ve olumsuz göstergeyse bu durumda Batı Bloku'na özgü ifrat derecesine ulaşan her biçime girebilme özelliği daha da içinden çıkılması zor bir şeydir. Çünkü sınırları giderek genişletilen özgürlük, giderek özgürleştirilen töreler ve görüşler sonunda ortada tar­ tışılacak bir özgürlük sorunu bırakmadı. Böylelikle özgürlük sorunu sanal anlamda çözülmüş oldu. Son anma törenlerinin hepsinde tanık olduğumuz gibi Batıda özgürlük, özgürlük Düşüncesi çoktan ölüp gitmiştir. Doğu'da özgürlük katledildi ancak hiçbir cinayet kusursuz değildir. Deneysel anlamda tüm göstergeleri ortadan kaldırılan özgürlüğün neye benzediğini görmek ilginç olabilir. Postmodern bir yeniden yaşama dön­ dürme, rehabilitasyon sürecinin neye benzeyeceğini hep bir­ likte göreceğiz. Buzları çözülen bir özgürlük belki de sanıldığı kadar iyi bir şey değildir. Ö zgürlüğün tek derdinin otomobil sahibi olmak ve elektrik üretmek, psikotropik ve pornografik bir şeye benzemek yani, anında Batılı para birimlerine çevrile­ bilme özelliğine sahip olmak yani, dondurularak sona erdiri­ len bir Tarih anlayışından ifrata kaçan bir her biçimi alabilme özelliği ve dolanım düzenine sahip Tarihsel bir son anlayışına geçmek olduğunu bilseydiniz ne yapardınız? Doğu Bloku ülkelerinde olan bitenlerle ilgili olarak insanın en çok dikkatini çeken şey bu ülkelerin uslu uslu nekahet döne­ minden geçen bir demokrasi düzenini kabul edip, ona yepyeni

Buzları Eriyen Doğu Bloku ve Tarihin Sonu 57

bir güç (ve yeni pazarlar) katmalarını izlemek değil, konsant­ rasyon kamplarında buzların erimesiyle ortaya çıkan Tarihin sonu ve tam tersine iletişimin her yere yayılması ve sarılmasıyla son bulan Tarihin sonunun iç içe geçtiğini görmektir. Her iki durumda da Tarih sona ermiştir. Dondurulan insan haklarında görülen çözülme "Havası alınmış /toplumsal çelişkilerini bü­ yük ölçüde çözmüş Batı'nın" sosyalist karşılığı, başka bir deyiş­ le elli yıl boyunca Doğu Bloku ülkelerinde tecrit edilen enerji­ lerin Batılı ülkelerde oluşan boşlukta eriyip gitmesi olarak ad­ landırılabilir. Olayların neden olduğu coşku insanı yanıltabilir, başka bir deyişle Doğu Bloku ülkelerinde görülen coşkunun nedeni bir ideolojiden kurtulmaksa, teknik kolaycılığı çoktan her türlü özgürlük biçimiyle değiş tokuş etmiş özgürlükçü ül­ kelerde görülen coşku olsa olsa birincinin bir taklidi olabilir. Bu durumda özgürlüğün gerçekten ne kadar önemsendiğini ve belki de ona asla ikinci bir kez sahip olunmadığını anlayacağız. Tarih kendini asla tekrarlamaz. Buna karşın şöyle bir şeyden söz edebiliriz. Batı'nın bu olayda öngöremediği şey (Kötülük imparatorluğu çökerken İyilikte hiçbir değişiklik olmayacağı söylenebilir mi?) Doğu Bloku'nda eriyen buzların uzun vadede atmosferin üst katmanlarını etkileyen aşırı karbondioksit gazı örneği politik bir sera etkisine yol açarak komünist bankizleri eritip gezegenimizde yaşayan toplumlar arası insani ilişkilerde aşırı ısınmaya bağlı olarak Batı sahillerini kaplamasıdır. İ klim değişikliğine bağlı bir felaket olarak nitelendirdiğimiz buz ve buzul erimesinden korkarken, ilginç bir şekilde politika ala­ nında demokratik bir anlayış sergileyerek bu buzlar ve buzullar tarafından yutulmayı umuyoruz. SSCB sahip olduğu altın stokunu uzun bir zaman önce dünya pazarına sürseydi o zaman bu pazarı altüst edebilirdi. Doğu Bloku ülkeleri de uzun bir süre derin dondurucuda tut­ tukları muazzam özgürlük stokunu devreye soktukları takdir­ de Batılı değerlerin oluşturduğu o çok hassas metabolizmanın dengesini bozabilirler. Zira bu değerler özgürlüğün artık bir

58

Her Yer Ekran

eylem biçimi değil karşılıklı etkileşim ürünü sanal ve karşılı19-ı rızaya dayalı bir biçim, bir drama değil liberalizme özgü ey­ rensel bir psikodrama şeklinde algılanmasını istiyor. Sözcüğiln gerçek anlamında bir değiş tokuş nesnesi olarak, aşkınlaşmış bir şiddet ve etkileme biçimi olarak ya da düşünce şeklinde aniden zerk edilecek özgürlük bizim iklim değişikliğine uğra­ mış değerlerimizin yeniden oluşturulma sürecinde her açıdan bir felakete yol açabilir. Oysa onlardan özgürlük ve özgürlük imgesine karşılık somut özgürlük göstergeleri sunarak bu fe­ laketi gerçekleştirmelerini istiyoruz. Bu şeytani anlaşma doğ­ rultusunda birileri ruhlarını yitirirken diğerleri sahip oldukları konforu yitirecekler. Böylesi belki her iki taraf için de daha iyidir. Maskeli top­ lumların (komünist toplumlar) maskesi düştü. Ortaya çıkan yüz neye benziyor? Maskemiz çok uzun bir zaman önce düş­ tüğünden bizde ne maske kaldı ne de yüz. Dolayısıyla belle­ ğimizi de yitirdik. Suyun yüzeyinde iz bırakmayan belleğimizi başka bir deyişle (Benveniste bana kızmaz umarım) moleküler izler kaybolduğunda bile geriye kaldığını düşündüğümüz bir şeyleri arıyoruz. Ö zgürlük konusunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Ö zgürlük göstergeleri üretme konusunda çok zorlanabiliriz, zira şu aşa­ mada onun varla yok arası, elle dokunulması, varlığının ka­ nıtlanması çok zor bir yüksek çözünürlüklü (programlanmış, işlemsel) çevreye ait olup hayaletinin hala su yüzeyinden ibaret bir bellekte yüzdüğünü varsayabiliriz. Batı'da özgürlüğün kaynağı öylesine kurudu ki (bunun ka­ nıtı Devrim konusunda gerçekleştirilen anma törenidir) so­ nunda tüm umudumuzu Doğu Bloku'nda açılan ve keşfedilen sızıntılara bağladık. Bu stoklanmış özgürlüğün kapıları bir kez açıldığında (özgürlük düşüncesi artık doğal bir kaynak bulmak kadar nadir bulunan bir şeye dönüşmüştür) neyle karşılaşa­ cağımızı biliyor muyuz? Bu her ekonomik sistemde hissedi­ len değiş tokuşlara özgü yoğun yapay enerjinin peşisıra farklı

Buzları Eriyen Doğu Bloku ve Tarihin Sonu 59

enerjiler ve değerlerde görülen hızlı bir çöküşten başka bir şeye benzetilebilir mi? Glasnost ne demektir? Glasnost, sistemin liberalleşmeye başladığı günden bu yana S SCB'deki olumlu ve olumsuz tüm modernleşme yani yalnızca insan hakları değil cinayetler, fela­ ketler, kazaların hep birlikte güle oynaya artış gösterdiği hızlı bir şekilde üretilmiş ikinci el (biz modernleşmenin özgün ver­ siyonuysak Doğu Bloku onun postmodern yeni versiyonudur) göstergelerin geriye dönük bir şekilde şeffaflaştırılması de­ mektir. Hatta yeniden keşfedilen pornografi ve uzaylıların ge­ riye dönük bir şekilde şeffaflaştırılmasıdır. Bugüne kadar san­ sürlenen bu şeyler ve geriye kalan ne varsa hepsi toplu halde modernleşmenin yeniden ortaya çıkışını kutlamaktadırlar. Her şeyin eriyip çözüldüğü bir evrende deneysel olan işte budur. Başka bir deyişle biz yalnızca cinayetler, bir amaçtan yoksun ya da doğal felaketler, baskı altında tutulan her şeyin insan hak­ larının (doğal olarak din özgürlüğü ve moda olduğu söylenen her şey bunun bir parçası olduğundan bütün bunlar demokra­ tik sorunlar konusunda edinilmiş güzel bir deneyim demek­ tir) bir parçası olduğu düşüncesine odaklanmış durumdayız. Zira orada bizi biz yapan her şeyin yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Sözüm ona insanlığa özgü tüm evrensel simgeler bir tür halüsinasyonu andırırken, baskı altında tutulan ve Batı kültüründe akla gelebilecek en kötü, en sıradan ve geçerliğini yitirmiş her şeyin özgürleştirildiğine tanık oluyoruz. Dolayı­ sıyla bundan böyle onlarla bizim aramızda pek bir fark kal­ madığını söyleyebiliriz. Tıpkı daha önce dünyadaki tüm vahşi kültürlere kafa tuttuğu günlerde olduğu gibi (o zaman da bu işin içinden alnının teriyle sıyrıldığını söyleyebilmek zor) bu kültürün hakikatle yüzleşme zamanı geldi. Kaderin cilvesi öyle tahmin edilemeyecek boyutlara ulaştı ki, belki de günün bi­ rinde Doğu Bloku ülkelerinin çoktan unutacağı Stalinizmin tarihsel anısının unutulmasını engelleme işini bizim üstlenme­ miz gerekecek. Tarihsel devinimin sürüp gitmesini engelleyen

60 Her Yer Ekran

bu zorbanın anısının unutulmasını bizim engellememiz gere­ kecek. Çünkü şeylerin askıya alınıp dondurulduğu bu döne rIJ de evrensel mirasın bir parçasıdır. Bir başka açıdan bakıldığında da bunların çok çarpıcı olayJ lar oldukları söylenebilir. Tarihin sonu düşüncesine namuslu bir şekilde karşı çıkanların da bu Tarihsel dönüm noktasında olan bitenleri sorgulamaları gerekir. Yalnızca sona odaklanma­ dan (zira son düşüncesi de çizgisel tarih düşünün bir parçasıy­ dı) olan bitenleri izleyip Tarihin nasıl tersine dönüp sistemli bir şekilde belleklerden silindiğini sorgulamalıdırlar. Şu anda 20. yüzyılı belleklerden silmeye çalışıyoruz. Soğuk Savaş hatta belki de II. Dünya Savaşı ve 20. yüzyılda gerçekleştirilen tüm ideolojik ve politik devrimlerin bıraktığı izlerin hepsini teker teker silmeye çalışıyoruz. İ ki Almanya ve daha pek çok şeyin biraraya gelmesi kaçınılmaz hale geldiyse bu ileriye doğru Ta­ rihsel bir hamle yapmak değil, olsa olsa yüzyılın son on yılı boyunca süreceğe benzeyen 20. yüzyıl tarihinin tersine çevri­ lerek yazılması anlamına gelebilir. Bu hızla gidersek kısa bir süre sonra bu işi Kutsal Roma Germen İ mparatorluğu'na ka­ dar götürebiliriz. Bu yüzyıl sonu aydınlanması ve Tarihin sonu adlı bu tartışmalı başlığın gerçek açıklaması belki de bu şekilde yapılacak. Şu sıralar yasını tutmaya can atar gibi göründüğü­ müz yüzyılın tüm önemli olaylarını elden geçirip onarmaya, bu yüzyılı aklamaya, sanki tüm olan bitenler -devrimler, dünyanın ikiye bölünmesi, soykırım, Devletlerin sınır ötesi saldırıları, nükleer endişe özetle Tarihin modern evresi- içinden çıkılma­ sı olanaksız karmaşık işlermiş ve sanki herkes yüzyıl tarihini oluştururken nasıl canla başla çabaladıysa bozmak için de aynı şekilde davranıyor gibi görünüyor. Eski sınırlar, eski farklılık­ lar, eski özgünlükler, dinler hatta töreler konusunda bile eski pişmanlıkların bir daha yaşanmaması sağlanmaya, unutturul­ maya, ıslah edilmeye, yeniden canlandırılmaya çalışılıyor, . . . görünüşe göre sanki yüzyıl boyunca çabalayarak elde edilmiş tüm özgürlük göstergeleri giderek önemlerini yitirdi ve belki

Buzları Eriyen Doğu Bloku ve Tarihin Sonu 61

de zaman içinde birer birer yok olup gidecekler. Başka bir de­ yişle ideolojik olarak nitelendirilemeyecek ancak Tarihin ye­ niden gözden geçirilmesi olarak adlandırılabilecek muazzam bir yeniden gözden geçirme süreci içinde yaşıyor ve sanki yüzyıl sona ermeden bu işi bitirmek istiyoruz. Belki de gizliden giz­ liye başlayacak yeni binyılda her şeye sıfırdan başlamayı umu­ yoruz. Her şeyi o eski başlangıç noktasına bir getirebilseydik! Ama hangi başlangıç noktası, 20. yüzyıl öncesine mi? Dev. rim öncesine mi? Bu dönüştürme, onarma işini hangi nokta­ ya kadar sürdürebiliriz? Bu işi (Doğu Bloku'nda yaşananların gösterdiği gibi) çok hızlı bir şekilde yapabiliriz. Çünkü burada sözü edilen şey Tarihin yapılandırılması değil çok geniş çaplı bir Tarihsel yapı bozum çalışmasıdır. Bu çalışma süreci viral ve salgın bir hastalığa benzemiştir. Belki de bu yüzden daha önce önerdiğim gibi 2000 yılını göremezsek bunun nedeni Tarihin gidişatını eğip bükme/yolundan saptırma çabaları olacaktır. Tarihsel gidişat zamana oranla tam aksi tarafa yönlendirilerek ondan öylesine uzaklaşacak ki, bir daha asla zamansal bir ufuk belirleyip onun ötesine geçemeyecektir.

15Aralık 1 989 Körfez Savaşı diye bir şey olmayacak

4 Ocak 1991 Körfez Savaşı diye bir şey oldu mu?

6 Şubat 1991 Körfez Savaşı diye bir şey olmadı

29 Mart 1991 Libı!ration gazetesinde çıkan bu üç makale derlenerek Galilee yayınevi tarafından Körfez Savaşı Diye Bir Şey Olmadı başlı­ ğıyla 1991 yılında yayımlanmıştır.

SARAYB OSNA'YA ACIMAYIN

Arte televizyon kanalının Strasbourg stüdyolarında Saraybos­ na'dan 19 Aralık tarihinde canlı yayımlanan Le Couloirpour la parole adlı programda şaşırtıcı olan bir şey varsa o da talihsiz, perişan, hayal kurmayı tamamen unutmuş olmanın getirdiği istisnai konuma sahip insanların tartışılmaz üstünlükleriydi. Bu üstünlük Saraybosnalı insanların ''Avrupalıları" küçümse­ melerini, en azından karşılarındakilerin sergiledikleri ikiyüzlü bir vicdan azabı ve pişmanlıkla tezat müstehzi bir tavır sergi­ lemelerini sağlıyordu. Kendilerine acınmasını istemeyip, bizim sefil durumumuza acıyorlardı. Biri ''Avrupa'ya tüküreyim" di­ yordu. Düşmanlarını bile bu kadar küçümsemeyen bu insanlar haklı olarak dayanışma adı altında keyiflerine bakanları yerin dibine batırma özgürlüğüne sahipti. Bu iyi dostların sırayla gelip kendilerini ziyaret ettiklerine tanık oldular. Son olarak Susan Sontag, Saraybosna'da Godot'yu Beklerken adlı oyunu sergiledi. Ö yleyse Bouvard ve Pecuchetde Somali ya da Afganistan' a gidip program sunabilirler. Ancak yapılabilecek en kötü şey kültürel yaşama katkıda bulunmak değildir. En kötüsü güç ve güçsüzlük konusunda sağduyulu

Saraybosna'ya Acımayın 63

olmaya tenezzül etmemek ve yanılgıya düşmektir. Güçlü olan onlar, güçsüz olansa biziz, zira Saraybosna'ya kadar gidip güç­ süzlüğümüzü yenecek ve gerçekle kopan bağlantımızı yeniden canlandıracak bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Sorun bizim gerçeklik anlayışımızdadır. Sahip olduğumuz tek gerçekliği hayatta tutmaya çalışıyoruz. Ne var ki bu işi akla gelebilecek en kötü sloganı üreterek yapıyoruz: "Bir şeyler ya­ pılması gerekiyor. Hiçbir şey yapmadan duramayız." Oysa hiç­ bir şey yapmadan duramadığınız için bir şeyler yapmaya kal­ kışmak hiçbir zaman bir eylem ya da özgürlük ilkesi işlevine sahip olmamıştır. Bu olsa olsa kendi güçsüzlüğünü aklama ve bir kendine acıma biçimi olarak adlandırılabilir. Saraybosnalıların böyle bir sorunu yok. Bulundukları yer­ de ne yapmaları gerekiyorsa kesinlikle onu yapmak zorunda­ lar, kısaca yapılması gerekeni yapıyorlar. Bu işin nasıl biteceği konusunda hayal kurmuyorlar. Kendi kendilerine acımıyorlar. Gerçeğe uygun davranış sergilemek böyle bir şeydir. Gerçeğin bir parçası olmak böyle bir şeydir. Bu onların başlarına gelme­ mesi gereken ve bizim acımakla yetindiğimiz talihsizliklerinin "nesnel" karşılığı olarak nitelendirilebilecek bir gerçeklik değil, neyse ona benzeyen bir gerçeklik yani bir eylem ve bir yazgının karşılığı olan gerçekliktir. İ şte bu yüzden onlar hayatta kalmayı sürdürüyor biz ise ölüp gidiyoruz. İ şte bu yüzden öncelikle savaşın gerçekliğini kabul etmek ve bu (acıma duygusu uyandıran) gerçekliği bir anlamda bundan zarar gördükleri halde savaş ve ıstırabın ortasında ona gerçekten inanmayanlara kabul ettirmek zorundayız. Susan Sontag yorumlarında bizzat Bosnalıların gerçekten kendilerini kuşatan tehlikenin bilincinde olmadıklarını itiraf ediyor. Bosnalılar içinde bulundukları durumu gerçek dışı, saç­ ma, anlaşılması olanaksız bir şey olarak nitelendiriyorlar. Bu bir cehennem ama bir tür hipergerçek cehennem. Ona daha da hipergerçek bir görünüm kazandıran şey iletişim araçları ve insancıl davranış adlı taciz biçimidir, çünkü iletişim araç-

64 Her Yer Ekran

lan tüm dünyanın Bosnalılara karşı takındıkları tavrı daha da anlaşılmaz kılıyor. Dolayısıyla hayali bir savaş ortamında y�şar gibiler. İyi ki böyle aksi halde bu cehenneme karşı direnem �z­ lerdi. Bunu ben değil onlar söylüyor. Oysa New York'tan gelen Susan Sontag gerçekliğin neye benzediğini onlardan daha iyi biliyor, çünkü onlara uygun bir gerçeklik biçiyor. Bunun nedeni belki de o ve onunla birlik­ te tüm Batılı toplumların bir gerçeklik duygusundan yoksun olmalarıdır. Gerçekliğin neye benzediğine kanın aktığı yerde tanık olabilirsiniz. Onlara yiyecek, içecek ve kültürümüzü yol­ lamak amacıyla açtığımız tüm bu koridorlar gerçekte onların yaşama gücü ve talihsizliklerinden kaynaklanan enerjilerini ithal etmemizi sağlıyor. Bir kez daha verdiklerinin karşılığını alamıyorlar. Onları tamamıyla düş kırıklığına uğratan (bizim boyun eğdiğimiz Avrupa'ya özgü gerçeklik ilkesinin bir parça­ sı olan politik akılcılık ilkesi de dahil olmak üzere) anlamsız­ laşmış gerçeğe karşın hayatta kalabilmek amacıyla başka türlü bir cesaret sergiliyorlar. Susan Sontag onlara "gerçek anlamda" acı çektiklerini göstermeye gitti, doğal olarak buna kültürel bir biçim kazandırarak yani tiyatro oyununa dönüştürerek yaptı. Bunu dayanışma duygusunu da içeren Batılı değerler gösteri­ sine referans olarak hizmet etmesi için yaptı. Ancak burada suçlanan biri varsa o bizzat Susan Sontag değildir. O bundan böyle genelleşmiş bir durumu, kendi se­ filliklerini sefalet içinde yaşayan insanlarınkiyle değiş tokuş ederek birbirlerini bir tür ahlaksızca bir sözleşme çerçevesinde destekleyen zararsız ve aciz aydınları temsil eden bir örnekten başka bir şey değildir. Tıpkı günümüzde sefaletlerini karşılıklı olarak değiş tokuş eden politikacılar ve sivil toplum gibi. Bir taraf ötekine yolsuzluk ve skandal tarlasını sunarken, diğer taraf berikine geçirdiği yapay havale krizleri ve tepkisizliğini sunuyor. Bu sayede bir süre önce Bourdieu ve rahip Pierre'in, karşılıklı olarak, televizyon aracılığıyla gerçekleştirilep bir kat-

Saraybosna'ya Acımayın 65

liamı andıran sefalete özgü duygusal bir dil ve sosyolojik bir terminoloji kullanışlarını izledik. Tüm dünyayı kapsayan duygu adı altında ait olduğumuz toplum topyekun bir "acıma" duygusu üretmeye başladı. Bu durum tarihin yol açtığı panik ve değerlerin alacakaranlığa gömüldüğü bir sırada aydınlar ve politikacıların muazzam bir pişmanlık duygusuna kapılarak dünyadaki sefalet adlı en küçük ortak paydayı kullanarak boşalan değer ve gönderen havuzlarını yeniden doldurmaya itmenin yanısıra avlanmaya uygun alanları yalancı av hayvanlarıyla doldurmaya itti. Daniel Schneidermann: "Günümüzde televizyonda sunulan haber programlarında acıdan başka bir şey görebilmek olanaksız" di­ yor. Kurban verme alışkanlığına sahip bir toplumda bu normal bir davranış. Toplumun bu şekilde davranarak yaşadığı düş kı­ rıklığı ve o katlanılması olanaksız şiddettin kendisine yönel­ tilmemesinden duyduğu pişmanlığı ifade ettiğini sanıyorum. Her yerde oluşturulan Yeni Aydınlar Düzeni, Yeni Dün­ ya Düzeninin açtığı yollardan geçiyor. Dünyanın her yerin­ de başkalarının yaşadığı felaket, sefalet ve acı işlenmeye hazır hammadde ve psikanalizin sözünü ettiği o ilk şiddet örneğine dönüşüyor. İ nsan haklarıyla uyumlu bir birliktelik sergileyen kurban verme kültürü bir cenaze törenine yakışan en uygun ideolojiye benziyor. Bu ideolojiyi doğrudan ve kendi adları­ na sömürmeyenler bu işi vekaleten yapıyorlar. Bu arada ondan elde edilen maddi ya da simgesel artı-değerden otlanan ara­ cıdan bol bir şey yok. Uluslararası borç gibi uğranılan zarar ve yaşanılan mutsuzluk konusunda da pazarlık yapılabiliyor ve spekülasyona dayalı bir borsada satılıp alınabiliyor. Buradaki politik-entelektüel borsa kötü anılar bırakan silahlanma sana­ yinden aşağı kalmıyor. Merhamet, mutsuzluk mantığının doğal uzantısıdır. Ken­ disiyle mücadele amacıyla bile olsa mutsuzluktan söz etmek onu sonsuza dek nesnel bir şekilde yeniden üretmek demektir.

66 Her Yer Ekran

Her ne olursa olsun, neyle mücadele amacıyla olursa olsun çı­ kış noktası mutsuzluk değil kötülük olmalıdır. Saraybosna gerçekten de Kötülüğün şeffaflaştığı bir yere benziyor. Geri kalan her şeyi saran bastırılmış çürüme, Avru­ pa'yı felce uğratan virüs bundan böyle onun göstergesi olarak kabul edilebilir. Gatt müzakerelerinde Avrupa'ya ait mobilya­ lar kurtarılırken Saraybosna'da ateşe atılıyor. Bir anlamda bu iyi bir şeye benziyor. Sahtekar Avrupa, yer yarılıp içine girerek ortadan kaybolan Avrupa, akla gelebilecek en ikiyüzlü krizler sırasında hilekarca davranan Avrupa Saraybosna'ya yerleşti. Bu anlamda Sırplar hayaleti andıran bu Avrupa yani, konuşurken yüksekten atan ama sıra işe koyulmaya gelince ortadan kaybo­ lan tekno-demokrat politikacıların acımasızca çözümlenme­ sini, yapılan sahtekarlığın ortaya çıkmasını sağlayan bir araç görevi yapmışlardır. Zira Avrupa üstüne çekilen söylevlerin sayısındaki artışa uygun bir şekilde (tıpkı insan hakları üstüne çekilen söylevlerdeki artışın insan haklarını iki paralık etmesi gibi) Avrupa'daki çürümenin sürüp gittiği görülmektedir. As­ lında tarihten çıkartılması gereken ders bu değildir. Tarihten çıkartılması gereken bir ders varsa o da etnik temizlik aracı olarak Sırpların oluşmakta olan Avrupa'nın en kusursuz ör­ neği olduklarıdır. Çünkü şu sıralar "gerçek" yani aklanmış bir Avrupa oluşturuluyor. Ahlaki, ekonomik ya da etnik açıdan birleşmiş ve temizlenmiş, aklanmış bir Avrupa. Şu sıralar Sa­ raybosna'da büyük bir başarıyla böyle bir Avrupa oluşturuluyor. Bu açıdan ele alındığında orada olan bitenler varlığı tartışmalı, dindar ve demokrat bir Avrupa'nın yoluna çıkan bir engele de­ ğil, hemen her yerde karşımıza "beyaz" bir görünümde çıkan yobazlık, korumacılık, ırk ayırımcılığı ve denetim gibi özellik­ lere sahip Yeni Dünya Düzeninin şubesi olarak adlandırılabi­ lecek Yeni Avrupa Düzeninin mantıksal ve giderek daha çok kabul gören bir evresine benziyor. Saraybosna'da olan bitenlere göz yumarsak daha ileride biz de benzer şeyler yapma hakkına sahip olabiliriz Öeniliyor.

Saraybosna'ya Acımayın 6 7

Oysa biz bunu çoktan yaptık. Tüm Avrupa ülkeleri etnik te­ mizlik peşinde. Parlamentoların gölgesinde oluşturulan gerçek Avrupa böyle bir yer, bu konuda Sırbistan ona öncülük ya­ pıyor. Tepki verme konusunda herhangi bir kayıtsızlık ya da yetersizlik söz konusu değil, çünkü uygulanmaya başlanan yeni programa göre Bosna Hersek Avrupa'nın yeni sınır çizgisini oluşturuyor. Le Pen'in politika sahnesinde hemen hiç görülmemesinin nedenini biliyor musunuz? Çünkü onun yaydığı düşüncelerin tözü her yerde Fransa'ya özgü o istisnai durum, kutsal birlik, tepki veren Avrupa-ulusçuluğu, korumacılık adı altında tüm politikacıların zihnine sızdı. O yüzden Le Pen'e gerek kalmadı, çünkü o politik anlamda değil ama zihinlere bulaştırma anla­ mında başarılı oldu. Bu işin Saraybosna'yla sınırlı kalacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü orada da aynı oyun oyna­ nıyor. Dayanışmanın hiçbir türü buna bir son veremez, bu iş ancak katliamlara bir son verildiği, "beyaz" Avrupa'nın sınır çizgisi çizildiği gün mucizevi bir şekilde bitecek. Olan bitene bakarak bundan sanki ulus ya da yürütülen politikalara bak­ madan biraraya gelen tüm Avrupa ülkeleri yaptıkları bir "söz­ leşme" daha doğrusu katillerle yaptıkları sözleşme çerçevesin­ de pis işlerini Sırplara yaptırdılar gibi bir sonuç çıkartılabilir. Tıpkı daha önce Batı'nın Saddam'la İran'a karşı yaptığı sözleş­ me gibi. Katil işi azıttığı takdirde muhtemelen o da tasfiye edi­ lecektir. Irak ve Somali'ye karşı gerçekleştirilen harekatlar Yeni Dünya Düzeni açısından görece başarısızlıkla sonuçlanırken, Bosna Hersek'te yürütülen harekat Yeni Avrupa Düzeni açı­ sından başarılmış görünüyor. Bosnalılar bunun bilincindeler. Kendilerini faşizm kalıntı­ ları ya da onun yol açtığı anormal bir gelişmenin değil ulusla­ rarası "demokratik'' düzenin mahkum ettiğini biliyorlar. Bütün dünyadaki ayrı soya mensup ve boyun eğmeyen tüm unsur­ lar gibi yok edilmeye ya da sürgün edilmeye ya da dışlanmaya mahkum edildiklerini biliyorlar. Bu durumu değiştiremeyecek-

68 Her Yer Ekran

lerinin farkındalar. Batılı demokrat ve yardımseverlerin iki­ yüzlü vicdan azabı anlayışına uygun düşmese de engellenme$i olanaksız gelişmenin yolu buradan geçiyor. Modern Avrupa Müslüman ve Arapların kökünü kazımasının hesabını verecek, tıpkı her yerde göçmen köleler adı altında köklerini kazımayı sürdürdüğü insanlar konusunda olduğu gibi. Yaşanan Stras­ bourg'dakine benzer mutlu sonlarda görüldüğü üzere vicdan azabının neden olduğu saldırıya karşı yöneltilen en ciddi itiraz sözüm ona işe yaramaz Avrupa politikaları ve kendi yetersizli­ ği nedeniyle gene sözüm ona paramparça olmuş Batılı vicdan anlayışının uzun vadede gerçek harekatın tamamını kapsaması ve manevi açıdan ona kuşkulu bir görünüm kazandırmasıdır Arte'nin gösterdiği Saraybosnalı insanlar tüm hayal ve umutlarını yitirmişe benziyorlar, ancak kesinlikle yaşamak is­ tiyorlar yoksa şehit olmak değil. Mutsuz oldukları apaçık bir şekilde görülüyor. Oysa gerçek sefalet öteki, yani yalancı pey­ gamberler ve gönüllü şehitler tarafında. Eskiler boşuna: " Ö teki dünyada günah sevap hesabı yapılırken gönüllü şehitlik göz önünde bulundurulmaz" dememişler.

7 Ocak 1 993

ESTETİK CERRAHİ İŞLEMİNDEN GEÇİRİLEN ÖTEKİLİK

Ö teki üretimi modernleşmeyle birlikte başladı. Ö teki artık öldürülmüyor, mahvedilmiyor ya da baştan çıkartılmıyor, üs­ tüne gidilmiyor, kendisine meydan okunmuyor, sevilmiyor ya da kendisinden nefret edilmiyor. Söz konusu olan şey öncelikle öteki üretmek. Ö teki artık bir merak konusu olmaktan çıka­ rak bir üretim nesnesine dönüştü. Ö teki, sahip olduğu tama­ mıyla farklı özellikler ya da ondan başka hiç kimsenin sahip olamayacağı özellikleri nedeniyle belki de tehlike arz eden ya da tahammül edilmesi olanaksız bir varlığa dönüştü? Sahip ol­ duğu bu cazibeye bir son vermek gerekir mi? Belki de bireysel değerlerin ön plana çıkıp simgesel değerlerin yok edilmesine koşut bir şekilde ötekilik ve ikili ilişki denilen şey de zamanla ortadan kaybolacak. Bununla birlikte eksikliği hissedilen öte­ kiliğin acilen üretilmesi gerekiyor; başka bir deyişle: Yaşantı­

mızda olması gereken bir varlık olarak kabul edemediğimiz için ötekini farklı özelliklere sahip bir varlık şeklinde üretmemiz ge­ rekiyor. Bu durum dünya, beden, cinsellik, toplumsal ilişki için

de geçerli. İ çinde yaşamak zorunda olduğumuz dünya, beden,

70 Her Yer Ekran

ait olduğumuz cinsten (ve karşı cins) kurtulabilmek amacıyla farklılığa bir öteki görünümü kazandırarak üretmeye başla