Etimoloji Işığında Kelimelerin Dünyasında Gezintiler [2 ed.]
 9789750533792

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BÜLENT AKSOY Kelimelerin Dünyasında Gezintiler

iletişim Yayınları 3209



Edebiyat Eleştirisi 75

ISBN-13: 978-975-05-3379-2

© 2022 iletişim Yayıncılık A.Ş. I 1. BASIM 1. Baskı 2022, İstanbul 2. Baskı 2022, İstanbul

EDlTôR Kerem Ünüvar KAPAK Suat Aysu UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTi Celal Galip BASKI Ayhan Matbaası. SERTiFiKA NO.

44871

Mahmutbey Mahallesi, 2622. Sokak, No: 6/31 Bağcılar 34218 İstanbul Tel: 212.445 32 38



Faks: 212.445 05 63

CiLT Güven Mücellit. SERTiFiKA NO.

45003

Mahmutbey Mahallesi, Devekaldırımı Caddesi, Gelincik Sokak, Güven İş Merkezi, No: 6, Bağcılar, İstanbul, Tel: 212.445 00 04

tletişim Yayınlan. SERTiFiKA NO. 40387

Cumhuriyet Caddesi, No. 36, Daire 3, Seyhan Apartmanı,

Harbiye Mahallesi, Elmadağ, Şişli 34367 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62



Faks: 212.516 12 58

e-mail: [email protected]



web: www.iletisim.com.tr

BÜLENT AKSOY

Etimoloji Işığında

Kelimelerin Dünyasında Gezintiler

�,,,,

-

.

,

iletişim

BÜLENT AKSOY İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'nü bitirdi. Doktora çalışmasını aynı fakültenin Sanat Tarihi Bölümü'nde tamamladı. 1 992-2019 arasında Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü'nde İngilizce eti­ moloji, çeviri, Türkçe dersleri verdi. Yazı hayatına 1960'lann sonlarında başladı; 1990'lann sonlarına kadar Yeni Dergi, Türk Dili, Halkın Dostlan, Birikim, Yazko Çeviri, Çağdaş Eleştiri, Kuram gibi dergilerde sanat-edebiyat kuramı konulu çevi­ riler yayımladı. Çeşitli ansiklopedilerde yazar ve yayın koordinatörü olarak çalışu. 1980'lerde Osmanlı-Türk musıkisi tarihi araşunnacılığına yöneldi; bu alanda incele­ meler, makaleler yayımladı. Yun içinde, yun dışında birçok uluslararası müzikoloji kongresinde bildiriler sundu. 1995'ten bu yana Açık Radyo'da haftalık musıki prog­ ramlan yayımlıyor. Arşiv değeri taşıyan eski kayıtlan temizleterek disklere aktaran Kalan Müzik adına yirmiden fazla albümü yayına hazırladı. Şu kitapların yazandır: Sermüeezin Rifat Bey'in Ferahnak Mevlevr Ayini ( 1992) , Avrupalı Gezginlerin Gôzı1yle Osmanlılarda Musıki ( 1 994) , Geçmişin Musıhi Mirasına Bakışlar (2008), Introduction to the Etymology of the English Languagefor Turkish­ speaking Leamers (2020). Çevirilerinden başlıcaları şunlar: Perry Anderson'dan Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler ( 1 982) , Bela Bartök'tan Küçük Asya'dan Türk Halk Musıkisi ( 199 1 ) , Eugenia Popescu-Judetz'ten Türk Musıhi Kültürünün Anlamlan ( 1 996).

Bu Kitap Üstüne

Türkçe, tarihi boyunca yabancı dillerden pek çok kelime almış, ama başka dillere pek çok kelime de vermiş olan bir dil. Başka dillere verdikleri bu kitabın konusu değil. Bizi burada ilgilendi­ ren başka dillerden aldıklarımız. Başka dillerden kelime almak ayıp değil elbette. Sadece ken­ di imkanlarıyla gelişen bir dil olmadığını, olamayacağını bili­ yoruz. Ama dilimize başka dillerden geçen kelimeleri nasıl kul­ landığımızı biliyor muyuz? Bunu da bilmemiz gerekir. Bu soru­ nun cevabı açık: özümseyemeden, ezbere kullanıyoruz. Kelime aldığımız yabancı dillerin başında Arapça ile Fars­ ça gelir elbette. Bu dillerden Türkçeye geçen kelimeler sistem­ li olarak, belirli bir düzenlilik içinde geçmiştir. Şunu demek is­ tiyorum: alınan kelimelerin pek çoğu ortak köklere bağlı, ara­ larında anlam bağı bulunan öbekler halindeydi. Örneğin, şirk, müşrik, şirket, müşterek, iştirak, şerik, şüreka, teşrik; ya da ce­

miyet, cem, cami, cuma, cemaat, camia, icma, mecmua, içtima gibi kelimeler ortak köklerden çıkmıştır. Birinci öbektekiler "ortağı olmak" anlamına gelen Arapça şrk; ikinciler de " top­ lanmak" anlamına gelen, yine Arapça olan cem' köküne daya­ nır. Eski devrin okumuşları Arapçayı, Farsçayı iyi bilmeseler de, bu iki dilden gelen sözler adeta birer salkım halinde kendi v

dillerinde bulunduğu , bir salkımın taneleri gibi duran kelime­ ler o zamanın yaşayan dilinde de yaygın bir biçimde kullanıl­ dığı için terimlerin pek çoğu arasındaki bağı görebilecek du­ rumdaydılar. Oysa Batı dillerinden Türkçeye geçen kelimeler sistemli, dü­ zenli alımlar değildir. Bunların hepsi tek tek, ayrı alanlarda, Av­ rupa' da olduğu gibi bizde de ayrı zamanlarda ama gelişigüzel bir biçimde dilimize girmiştir. Bunlar arasında aynı köke bağ­ lanan kelimeler yok değil; ama bunlar da düzenli alımlarla gir­ memiş Türkçeye , dolayısıyla aralarındaki ortak zemin perde­ lenmiş gibidir. Ayrıca, bunların da kimisi İtalyancadan, kimisi Fransızcadan, kimisi İngilizceden, kimisi de öteki Avrupa dil­ lerinden geçmiş . Bu dillerden gelen kelimelerin çekirdek an­ lamları, kökeni aynı olsa bile sözlük anlamları değişmiş olabi­ lir, imlaları da çoğun değişmiştir. Bu yüzden ortak bir köke da­ yananlar arasındaki bağlantıyı kurabilmek, eskiden Arapçadan, Farsçadan aldıklarımızı özümsemekten çok daha zor. Batıdan aldığımız bütün kelimeler bizim için tamamıyla soyut, ardı ar­ kası görünmez , donuk söz birimleri halindedir. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı aydınlarının Batı kavramlarını karşılayabil­ mek için Arapça köklerden türettikleri terimlerin çoğu bugün bize tuhaf, hatta gülünç gelebilir. Ama onların tuttukları yolun bir dayanağı yok değildi. Bizlerse Batı dillerinden aldığımız kelimeler arasındaki kök, köken, anlam ilintisini, yani aralarındaki akrabalık bağını ku­ ramadan, onları bize geldiği gibi ezberleyerek öğrenmek, sonra da kullanmak zorunda kalıyoruz bugün. Yabancı dil bilmeyen­ lerin hali bu da, yabancı dil öğrenenlerin, dahası, Batı Avrupa dillerinden birini, birkaçını bilenlerinki farklı mı? Farklı değil. Onlar da binlerce kelimeyi tek tek öğreniyorlar. Böyle öğren­ meyenler vardır elbette, ama sayıca çok azdırlar. Burada toplanan denemelerdeki amaçlarımdan biri kelime­ ler arasındaki kopuk bağları kurmak, dokuları içinde var olan ama gözlerden uzak kalan anlam bağcıklarını birbirine değdir­ mek, böylece anlamları özümsemeye özendirmektir. Bu heve­ si duyanlar köken bilgisinin ne denli yararlı olduğunu görecekvi

lerdir. Kelimelerin dünyasına girmek bir şey daha öğretir bize. Kelimeler ulusal sınırları dinlemiyor, gümrük vergisi ödeme­ den, elini kolunu sallayarak bir dilden başka bir dilin konuşul­ duğu bir ülkeye girebiliyor. Bu öylesine yoğun bir söz dağarcığı trafiği ki, görünüşte birbiriyle hiç temas etmemiş ya da pek az teması olan diller birbirlerinden kelime alabiliyorlar. Birçok ke­ limenin belgelerle geriye götürülebilen tarihine baktığımız za­ man gördüğümüz manzara şu: kelimeler birer gezgin gibi ülke ülke dolaşıyor, kimileri de dünya turuna çıkıyor. Bu kelimele­ rin hikayelerini okuyunca hiçbir tarih kitabının yazmadığı bir başka tarih olduğunu görüyoruz. Okuması çok heyecan veren, göz kamaştırıcı bir tarih bu. Burada bu şaşırtıcı trafiğe de dik­ kat çekmek istedim. Ama yanlış anlaşılmasın , bu kitap kelimelerin sadece kay­ naklarını, kökenlerini veren bir etimoloji kitabı ya da sözlük­ çesi değil. Etimolojiden yola çıkıyor, ama kökenleri bildirmek­ le yetinmiyor. Kelimeler çok eski bir kaynaktan çıktıktan son­ ra Avrupa dillerine nasıl geçiyor, o dillerde nasıl işleniyor, bazı dillerde nasıl anlam kaymalarına uğrayıp yeni anlamlar türeti­ yor, eski anlamlarından sıyrılıp bugünkü anlamlarını nasıl edi­ niyor . . . bu kitap bunları önemsiyor. Yine buna bağlı bir konu . Her bölüm bir, birkaç ya da bir­ çok terimin hikayesini konu ediniyor. Batı terimlerinin Türk­ çede kullanılışı beni özellikle ilgilendiriyor. Anılan Batı terim­ leri Türkçeye nasıl, ne zaman geçmiş, Türkçede nasıl kullanı­ ma girmiş, anlamını genellikle özümseyebilmiş miyiz . . . Bu ki­ tap bunları da önemsiyor. Bütün bu konular üstüne, kelime, te­ rim tarihçeleri ışığında yazılmış, kelimelerin macerası hakkın­ daki gözlemlerimi, izlenimlerimi, duygularımı dile getiren de­ nemeler, dil söyleşileri bunlar. Hiçbir bölümü bir etimoloj i sözlüğü gibi okunmasın iste­ dim. "Sözlük" e benzer gibi görünen bölümlerde de ele aldığım terimler üstüne bir şeyler söyleyerek "sözlük"ün üstüne çık­ tım. Kitabın sonuna eklediğim Çarpıcı Etimolojiler bölümünü de biraz şaşırtmak, biraz gülümsetebilmek, biraz da eğlendire­ bilmek için hazırladım. vii

Bu kitabın bir hedef kitlesi var. Bu yazıların ellerine ulaşma­ sı özlemini duyduğum okurlar, ilk elde, Batı Avrupa dillerin­ den birini öğrenmekte olan, dil öğrenirken de söz dağarcıkları­ nı kelime ezberlemeye girişmeden genişletmek isteyen gençler. Onların öğrenmekte, kullanmakta oldukları yabancı terimlerin anlamlarını yarım yamalak öğrenmemek için bir kavram özle­ ri bilgisine ihtiyaçları olduğunu bilmeleri gerekiyor. Yoksa, ke­ limelerin sözlük anlamlarının sınırları içinde dönüp durmak­ tan başka bir şey elde edilmez. lyi düşünebilmek dilin kavram­ larıyla sağlanır. Bir yabancı dilin anlam dünyasına girebilmek­ se yeni ufuklar açar. Bu açılma kendi dilimize de yeni bir göz­ le bakabilmemizi sağlar. Hedef okur kitlem sadece yabancı dil öğrenenlerle sınırlı de­ ğil elbet. Çünkü burada üzerinde durulan kelimelerin hep­ si Türkçede kullanılan kelimeler. Tek kelime yabancı dil bil­ meyenler de bu kelimeleri kullanıyorlar. Dil dediğimiz bildi­ rişim aracı bir kamu varlığı olduğuna göre, dil üzerine düşün­ mek herkesi ilgilendirir. Dil bilginleri dilden önce var olan bir düşünce olamayacağı gerçeğini vurgulamışlardır. Öyleyse, dil üzerine düşünmek herkese bir şey kazandırır. Modern dünyada dil apayrı bir önem kazandı. Hayatın anah­ tarı haline geldi. Her şey dil üzerinden belirleniyor. Söylem (discourse) gerçekliğin yerini aldı diyebiliriz. Nitekim, yirminci yüzyılın bütün modem felsefelerinde dil çözümlemesi merkeze yerleşti. Bir bildirişim aracı olarak görmeye alıştığımız, nesne­ leri, kavramları adlandırmakla görevli saydığımız dil görevinin üstüne çıkıp bir "yükselen" değer oldu . Belirtmem gereken bir şey daha var. Bu kitaptaki denemeleri, okuyanlara faydası olabilir umuduyla yazmadım sadece. Keli­ meler dünyasında gezinmekten çok zevk aldım. Yazarken duy­ duğum zevki okuyanlar da duyabilir diye düşündüm. Kelime­ lerin tarihçelerini bugünden başlayıp geriye, en eski kaynakla­ rına kadar götürmek, sözün gösterdiği anlam evrimini izlemek insan zihninin derin tabakalarına inmek gibi bir şey. Bu denemelerin büyük çoğunluğunu , 1 985- 1 98 7 arasında Devlet Bakanı, 1 987- 1 989 arasında da Kültür ve Turizm Baviii

kanı olan değerli aydın, yazar-araştırmacı Sayın Tınaz Titiz'in teklifiyle, onun yönettiği Kavram Mutfağı adlı çevrimiçi dergi­ de 202 1 'de, küçük bir bölümünü de bu yıl yine aynı dergide ya­ yımladım. Bunları bu kitapta bir araya getirirken, bir daha göz­ den geçirdim, bir iki şey ekledim, bir iki şey çıkardım . Sayın Titiz'in teklifi olmasaydı, bu denemeleri yazmayı belki de dü­ şünmeyecektim. Bu fırsatla kendisine burada bir kez daha te­ şekkür ederim. Şişli, lstanbul,

2022

ix

KISALTMALAR

Alın. anat. Ar. Bulg. doğ. Erm. Fa. Fr. İng. İsp. It. Kelt. krş. L. Mac. OED. Port. Rom. Rus. Sansk. TDK

Almanca Anatomi Arapça Bulgarca doğumu Ermenice Farsça Fransızca İngilizce İspanyolca ltalyanca Keltçe karşılaştırınız Latince Macarca Online Etymology Dictionary Portekizce Romence Rusça Sanskrit Türk Dil Kurumu xi

TTK. Türk. Yun. yak.

xii

Türk Tarih Kurumu Türkçe Yunanca yaklaşık olarak

İÇİNDEKİLER

Bu Kitap Üstüne . .. .. .. ... . ...

..

..

.....

. .

. ........... ... ...

............... ....................... . . .

. . ..................v

................. Xi

KISALTMALAR.

"Theoria"dan "Nazariye"ye....... ........................ Yalama Olan "Söylem" Terimi...

..................... ... .. .

Efendi....................................... ...............................................

.

"Magazin"in Yolculukları.................... Patlıcanın Yazdığı Tarih...........

................ 23 .

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ···

Terim Ne Demek? .....

...... 26 .

.... 34

Entelektüel ...

........ . ...... 39

Felsefeden Safsataya, Sufiden Sofuya

............................. ......... 49

Tekhne, Ars, Sanat.. . . .. . .. .. . . .

.... ..

............................

..

Civilisation, Medeniyet, Uygarlık . .. . . ... ..

.

..

...... ............

. .. . . . . .

... .. ..... ....

.....

İbadet Yerleri

. . . .. .. .

. .

... 57 . . . ..... .. 64

...... .. ........... . ..

............................................ .............. . 73 .................................. ..... ... 81

Barbarlar ............

.................... ................. 86

.

Turunçgiller. .

................................. 94

Port, Yani Liman, Yani Kapı...... ..................... ............................. Tuz

.... ....16

...... ............. 20

"Modern"in Geçmişi, Bugünü ... ........................

Kültür Nedir?

... 1

............................ .............................. 10

................... . . ...........

........ ............................................. . .

............100

.

.............................................

Şurup, Şarap, Şerbet, Meşrubat............... ....................................... Bozbulanık İki Kelime: Ansiklopedi, Sempozyum .. ...

.

.

..107 112 ....... 114

Despot, Tiran, Diktatör..

.

· ·-·-···-···-·············-·-

Aristokrat ...................................................... .......... . Ev .......... ... ........ . .. ..

··· · ··-·

"Kapital"in Ürettikleri ................... ... ........ Enerji

.

. . . ····· . . .

. .

.

.

1 53 161

.......................................................... .................................. ......... .............. .. ....16 8 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . .

.

. . . .. . . . . .. . . . . . . .. . . . . . ..

.

............... 1 86

.

. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .

..... . . . . ... .... . . . .

..........

. ........

.

.

.

Opus, Opera, Operasyon

. . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

Ayak.....

. .

194

199

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..

.................................

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . .. .. . . . . .. . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .... . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . .

...

189

.... 203

. .................................................... .......... 207

. . . . . . .. . . . . . . . . ... . . . . . . . . .

Kozmostan Gelenler

.

........................... .............................................197

Tercüman, Dragoman, Dil Oğlanı, Dilmaç

Urba

176 1 84

......................... .....

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Koro, Bale, Horon

.

. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .

Yersiz Yurtsuz Bir Millet: Çingeneler Diaspora.

. . . . . . . 148

. . ..... . ..... .

···--·-·-··········-·-····

Melankoli ......................... ............................... ................................. Ütopya

143

.

. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . ... ... . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . . .. . ... .... . . . . . . . . . . . . ..

Franklar, Frenkler Frengi

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . .. . . . . .. . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . .. . .

. . . ........... ..........

13 8

··-· ····-· ····-· ··············-·

Matematik Terimleri "Fil"ler..

133

······-·-··············-··············

.

Nomos'tan Namusa... . İlk Konservatuvarlar

120

.. ......... 128

. . . . . . . . .. . . . . .........

.

.

. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . ..

..

...

.

210

. . . . . . . ... . . . . . . . . .

.

213

. .................... ............

... .. .......... . . . ... ................. ...................... ...........................................21 8

Esoteric, Batıni, İçrek

.

.

.

222

...........

22 5

. . . . . .... . . . . .. . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . .

Akdeniz Dilinden Dört Kelime: Tersane, Damacana, Fırtına, Forsa

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..

.. . . ..

. .

................ ...

Akıntılar, Akımlar.....

.

" Post" Önekinin Önlenemez Tırmanışı Loji'ler

. . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . .. . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .

Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan "Tarih" in Çifte Anlamı

-

.... .. 236

..

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . .. .. . . . . . . . . . . . .

Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan -1... Rakam Bildiren Önekler

. ......... 231

. . . .... ..........

.................... . ......

......... .........

Yunanca "Doxa"dan Latince "Doctor"a

..

..

242

............ 2 53

. . ... .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . .. .. . .

. .. . . . . . . .. . . . . .... .... ... . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . .. .. . .

. ......

...................... ....... 24 8

il .....

.

....... 229

... .

. . . . . . . . . . . . .. .. . .

. . . . 260

.. . . ... . .

....

...

.. . 270 . ..

Roman

...........................274

Çarpıcı Etimolojiler.. . .

..... ..................... 279

DANIŞILAN KAYNAKLAR. ...

. ....... 29 5

"Theoria"dan " Nazariye"ye

Zamanla anlam değişikliklerine uğrayan terimlerin geçmişine bakmak çok faydalı. Temel nitelikteki terimlerin ilk kaynağına kadar inmek pek çok şey öğretir. Bir yandan, o terimleri bam­ başka bir ışık altında görürüz, bir yandan da kelimelerin yüz­ yıllar içre nasıl işlendiğini, kavramların üreme türeme yolları­ nı öğreniriz. Teori teriminin bilimde, felsefede , sanatta vazgeçilmez bir yeri var. Teoriler olmadan bilimde ilerleme olmaz. Teoriler ol­ madan hayatı anlayamayız. Yunanca theoria'nın kelime anlamı "bakma, seyretme, seyre­ dilen, bakılan şeyler; bir şenlikte hazır bulunma" . Aynı kelime­ nin dilbilgisel türevlerine da bakalım. Theorein "bakmak, zihin­ de görmek, göz önünde bulundurmak" ; theoros "bakan, seyre­ den, seyirci" ; thea da "bakma , seyretme ; görünüm, manzara, gösteri, tiyatrodaki gösteri, şenliğin seyredildiği yer, tiyatroda seyircilerin oturduğu bölüm" demek. Yine Yunancadan çıkan tiyatro da bu üçüncü türevden geliyor, Kelimenin ham anlamı bakma, görme, seyretme edimini dile getiriyor. Ama bakma edimi hem gözlerle, hem de zihinle bak­ mayı içine alıyor. Dolayısıyla, Eski Yunanlara göre bir şeyi bil­ mek demek o şeyi görmek, zihinle görmek demekti. Gerçekli­ ğin bilgisi görmekle elde ediliyor. 1

Yunanca theora'nın Latincedeki tam karşılığı contemplatio. Bu kelime Latinceden öteki bütün Batı dillerine geçmiştir. Con­ templation bir şeye derin düşüncelere dalarak bakmak demek. Bu terimin eski Türkçede, Arapçadan gelen bir dengi de vardır: istiğrak ya da istigrak. "Suya batma, batırma , suda boğulma" anlamına gelen "gark" isminden türüyor. Bir şeyin içine gö­ mülme, derinliğine dalma, dalıp gitme anlamına geliyor istiğ­ rak. Tasavvufta da kullanılıyor, kişinin ilgisini Allah'tan başka her şeyden keserek vecde gelmesi hali, kendinden geçip dün­ yayı unutması diye tanımlanabilir. " Contemplation" teriminde de aynı mistik anlam var. Nitekim, theoria terimini Batı dilleri­ ne "contemplation" diye çevirenler de olmuş. Latince speculatus'tan çıkan speculation da Yunanca terime çok yakın. Kelimenin fiili olan specere, "bakmak görmek" de­ mek. "Speculation" da felsefeye mal olmuş kavramlardan. Ama contemplation terimindeki mistik, manevi anlamdan yoksun. Theoria terimine bu kavramsal anlamını kazandıran filozof Sisamlı Pythagoras (lö yak. 5 70 yak. 495 BC) . Çok ünlü bir matematikçi, geometrici olduğunu bildiğimiz Pythagoras'ın mistik düşünceyle ne ilintisi olabilir diye sorulabilir. Bertrand Russell bunu çok güzel açıklıyor. Kendisi de bir matematikçi olan Russell, Pythagoras'ın Yunan dünyasının mistik gelene­ ğine bağlı olduğunu ama onun mistisizminin özel, entelektüel bir özellik taşıdığını belirttikten sonra şöyle diyor: -

Şimdi " teori' kelimesinden bahsedeceğim. Teori Orphik din­ den (Orpheus tarikatından) çıkan bir kelimedir. F.M. Corn­ ford bu terimi 'coşkunca bir duygudaşlıkla düşüncelere dalma (contemplation) ' durumu olarak yorumluyor. (. . . ) Pythago­ ras'a göre, o 'coşkunca duygudaşlıkla düşüncelere dalma' ente­ lektüelce bir edimdir, bu da matematik bilgisiyle doğar. Teo­ ri' böylece, Pythagorasçılıkla yavaş yavaş modern anlamını ka­ zanır. Ama Pythagoras'tan esinlenen herkesin gözünde teori, vecde getiren, vahiy benzeri bir keşif olma özelliğini muhafaza etmiştir. Okullarda istemeye istemeye birazcık matematik öğ­ renenler bunu garip bulabilirler. Ama matematiğin verdiği, bir 2

şeyi ansızın kavramış olmanın uyandırdığı o sarhoş edici haz­ zı zaman zaman duyanlann, matematiği sevenlerin gözünde Pythagorasçı görüş doğru olmasa bile tamamıyla doğal bir du­ rumdur. Nasıl deneyci filozof incelediği malzemenin esiriymiş gibi görünebilirse, katıksız matematikçi de, tıpkı musıkişinas gibi, kurduğu, bir düzene soktuğu güzelliğin özgür yaratıcısı­ dır 1 (çeviri benim).

Daha sonra, Pythagoras'tan etkilenen Aristoteles Nikomak­ hos'a Ethik ( 1 0, 7-8) adlı metninde theoria ile onun sıfatı the­ oretike terimlerini kullanıyor. Burada "iyi" , "ahlak " , " erdem" , "mutluluk" kavramları üzerinde duran Aristoteles, insan için en iyi şeyin, mükemmelin, başka bir şeye ihtiyaç göstermeyen, eksiksiz, kendine yeter mutluluğun ancak derin düşüncelere dalmakla, theoria ile elde edilebileceğini ileri sürüyor. Terimimiz, "bakma, görme"nin zihinde görme, düşüncelere dalma damarı üzerinde yürütülerek on altıncı yüzyılda Latin­ ce üzerinden Avrupa dillerine geçiyor, "girişilecek bir işi zihin­ de şekillendirmek, bir sıra olgunun birbiriyle bağlantılarını çö­ zümlemek" anlamında. Deyiş yerindeyse, Yunanca kavram so­ ğutuluyor. Terim, bildiğimiz anlamını (anlamlarını) Avrupa dillerinde kazanıyor. Theorie, theorique ilkin Fransızcada pra­ tique'in karşıtı olarak kullanılıyor. On altıncı yüzyıl sonlarında kayda giriyor, on yedinci yüzyılın ortalarına kadar olgunlaşıp bilinen anlamına eriyor. Nazar, bakma, görme demek Arapçada, yani Yunanca keli­ menin çıktığı kökün bire bir karşılığı. Yunanca kelimenin ken­ disi değil ama kavramı, anlamı Arapçaya geçmiş, daha doğru­ su Arapçada kolayca bulmuş dengini: nazaria. Bu kelime theo­ ria'nın bire bir karşılığı. Demek ki, "nazar" kelimesi Arapçada yeniden işlenebilecek bir anlam kanalına açıkmış. Kelimenin bu yönü "nazar"lı Türkçe deyimlerinde de hissedilmiyor mu? Uzayan bir bakış "nazar" , sadece bir an için bakıp geçmek de­ ğil, "dikkat" gerektiriyor. Bertrand Russell, History of Westem Philosophy, Unwin University Press, beşin­ ci baskı, Kent, 1 969, s. 52-53.

3

Bu terimin Batı dillerindeki yeni anlamına bakınca, ne keli­ menin eski Yunancadaki kökünü , ne de kavramın Yunan dü­ şüncesindeki anlamını görebiliyoruz. Fakat Arapçada berrak bir biçimde görebiliyoruz. Theoria kavramı Pythagoras ile Aris­ toteles üzerinden Arapçaya geçmiş olsa gerek. Arapça çok zen­ gin bir dil olduğu için Yunanca kavramları karşılarken zorlan­ mıyor. Söz gelimi, Yunanca philosophia terimindeki sophos'un (bilgelik, bilgi) tam karşılığını Arapçada hemen bulabilmişler: hikmet. Bu kelimeden de hakim (filozof, bilge) terimini elde et­ mişler. Yunancada "gezinenler, dolaşanlar" anlamına gelen pe­ ripatetik terimini de bire bir anlamıyla Arapçaya çevirmişler: meşşaiye. Nazariyat ile nazariye on dokuzuncu yüzyılda (herhalde ikinci yarısında) kullanılmaya başlamış Türkçede. Sevan Ni­ şanyan Nişanyan Sözlük'te "nazariyat" teriminin ilk kez Ah­ med Vefik Paşa'nın Lehçe-i Osmanf ( 1 876) adlı sözlüğünde yer aldığını belirtmiş. Girdiği ilk sözlük bu , ama kullanıma girişi biraz daha önce olmalı. Bir on dokuzuncu yüzyıl terimi oldu­ ğu kesin. llgimizi çekmesi gereken bir nokta var burada. Keli­ me Arapçadan alındığı halde, bu kavramın Türkçedeki eksik­ liğinin hissedilmesinde Fransızca terimin etkisi var. Fransızca theorie'nin dürtmesiyle Arapça "nazariyat"a ihtiyaç duyuluyor. Tanzimattan sonra yabancı dil öğrenip Avrupa kültürüyle te­ masa geçen Osmanlı okumuşları Türkçe bilim, felsefe , sanat dilindeki eksikleri hissettiler, yeni kavramlara ihtiyaç duydu­ lar. Ama Batı dillerindeki terimleri olduğu gibi almaktansa aynı kavramları karşılayacak kelimeler ya da anlamlar türettiler. İh­ tiyaç duydukları terimleri ya Arapçada aradılar, ya da Ziya Gö­ kalp gibi, Arapça köklerden Batı kavramlarını karşılayabilecek yeni terimler türetme yoluna gittiler. On dokuzuncu yüzyılda kullanılmaya başlayan Arapça kökenli yüzlerce terim var Türk­ çede. On dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın baş­ larında yayımlanan kitaplarda, makalelerde yazarlar kullandık­ ları kimi yeni terimlerin hangi Batı teriminin karşılığı olduğu­ nu parantez içinde vermeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu türden Arapça kökenli terimlerin pek çoğunun hangi Fransızca 4

teriminin karşılığı olduğunu Mustafa Nihat Özön ile Ferit De­ vellioğlu'nun eski Türkçe sözlüklerinde bulabiliyoruz. Örne­ ğin, Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat inde "na­ zariyye" terimini doğrudan doğruya Fransızcadaki theorie'nin karşılığı olarak vermiş. "Nazar" Türkçede de bereketli bir kök, pek çok kelime tü­ retiyor. Aşağıdaki terimlerin kökü Arapça olmakla birlikte , o kökten türetilen kelimelerin hepsi Arapçadan alınmamış, çoğu Türkçede türetilmiştir. Nazar (Arapça nadzar) : bakış. Nazariye (Arapçada nazaria) : teori. Nazari: teorik, "ameli" karşıtı. Nazariyat (Arapçada nazariye'nin çoğulu ) : Türkçede teori bilgisi. Nazariyatçı: teori ortaya atan. Nazaran: bakıma, göre, oranla, kıyasla. Nazır: 1 . bakan, gören, nazar eden, nazar kılan. 2. Yönü bir yere dönük olan, "denize nazır ev" gibi. 3. Bir işin yönetimiy­ le görevlendirilmiş kimse. 4. Tanzimat döneminde "bakan" ; "bahriye nazırı" gibi. Yeni Türkçedeki "bakan" kelimesi hem "bir işe bakan" deyişindeki anlamına, hem de Arapça köken­ li anlamına oturuyor. Nezaret: 1 . Bakma, bakış , e trafı görme, seyir. 2. Güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınma. 3. Gözetim, denetim, muraka­ be; 4. Tanzimat döneminde bakanlık ( "maarif nezareti" gibi) . Nezarethane: göz altına alınanların alıkonduğu yer. "Neza­ ret" diye kısaltılır. Nezaret altına almak: gözaltına almak. Nazire ( "nazir" den) : 1 . Bir söze karşılık olarak söylenen söz. 2. Başka bir manzume örnek alınarak aynı ölçü , aynı uyakla ya­ zılan şiir. 3. Kadın adı. Manzara: görünüm, bakılan, seyredilen şeyler. lntizar ("bakmak, görmek, beklemek" ten) : 1 . bekleme, bek­ leyiş; 2. beddua. Muntazır/ muntazar ( " gözlemek" ten) : beklemek, ummak, gözlemek. '

5

Münazara ("nazar"ın "iyice düşünmek" yönünden türemiş) : 1 . bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak yürü­ tülen tartışma. 2. Divan edebiyatında zıt varlıklar ile kavramlar arasındaki karşıtlığı işleyen yazı türü. Nazarlık: nazar değmesini önlemek için takılan boncuk, muska; nazar boncuğu , göz boncuğu . Deyimler. Bunlar Türkçede türetilmiştir. Nazar değmesi: göz değmesi; nazara gelmek: göze gelmek; nazar-ı dikkate almak: göz önüne almak; sarf-ı nazar (etmek): vazgeçmek; noktai na­ zar: görüş açısı. Başka deyimler de var, ama bunlar artık dil­ den düşmüş. Yeni Türkçede " teori" için " kuram" kelimesi bulunmuş. "Kurmak" fiilinden türetildiği belli, ama neden "kurmak" ? İyi bir açıklamasını hiçbir yerde bulamadım. " Kurma" nın çeşit­ li anlamları var: düşünmek, aklına koymak, oluşturmak, bir şeyin parçalarını bir araya getirmek anlamlarında kullanılır. "Yapmak, kurmak" anlamına gelen "inşa etmek" ten esinlen­ miş olabilir; " ev, bina, köprü, saray inşa etmek - kurmak" gibi. "Kuram"a her yazarın ısınabildiği söylenemez. Birçok kimse­ nin dil duyarlığını yansıtabileceğime inanarak bu konudaki ki­ şisel tutumumu belirteceğim. "Nazariye"yi artık kullanamıyo­ rum, kullanamıyoruz, epeyce eskimiş. Frenkçe " teori"yi de içi­ me sindiremem; hem, Arapça kökenli diye eski Türkçe bir ke­ limeyi atıp yerine başka bir yabancı kelimeyi koymak öteden beri tutarsız görünmüştür bana. Bunları kullanmaktansa, "ku­ ram" diyorum, ama istemeye istemeye. Ne var ki, eskimediği bir alan var. . . "Nazariye" değil ama, "nazariyat" kelimesi geleneksel musıkimizin makamları, usul­ leri üzerindeki çalışmalarda, kitaplarda, makalelerde bol bol kullanılmıştır, hala kullanılıyor. Konservatuvarlarda "nazari­ yat" dersi yıllarca okutulmuştur; günümüzde yine aynı adla okutuluyor. Çok yerleşik bir terim bu alanda. Musıki diline on dokuzuncu yüzyılda da değil, yirminci yüzyıl başlarında girdi­ ği halde kısa zamanda yaygınlaşmış. Kelimenin geçmişini bil­ miyorsak, bu terimin yüzyıllardır kullanılmakta olduğunu sa­ nabiliriz. Oysa eski görünümüne karşın yeni bir kelime. Musı6

ki dilinde yüzyıllardır kullanılan terim "musıki nazariyatı" de­ ğil, "edvar-ı musıki" , "ilm-i edvar" yahut kısaca "edvar" . "llm-i musıki", "fenn-i musıkisi" terimleri kelime anlamıyla daha ge­ niş bir alanı kapsar gibi görünürse de, orada da aslolan musı­ ki nazariyatıdır. On dokuzuncu yüzyılın tanınmış bestekarla­ rından Haşim Bey "Haşim Bey Mecmuası" diye anılan edvar ki­ tabını "nazariye" teriminin belki de kullanıma girdiği bir sıra­ da yazdığı halde ( 1852, 1864 yıllarında iki kez bastırmıştır) na­ zariyat yerine "ilm-i edvar" , "fenn-i musıki" terimlerini kullan­ mıştır. Yunancaya dönelim. Theoria'ya yakın bir anlamı olan teorem de aynı Yunanca kökten çıkıyor. Yunanca theorema bire bir an­ lamıyla görüş, görünüş, görülen şey demek. Aynı yazımla La­ tinceye, oradan da yine on altıncı yüzyılda theoreme yazımıyla Fransızcaya geçiyor. Matematikte, fizikte, mantıkta kabul edi­ len anlamıyla teorem, "doğruluğu ispat gerektirmeyecek ka­ dar açık olmayan, ama akıl yürüterek, doğruluğu kabul edilmiş olan önermelere dayanarak ispatlanabilen doğrular"a deniyor. Teorem terimini ortaokulu bitirmiş herkes duymuştur. Duyu­ lan ilk teorem de burada adını andığımız Pythagoras'ın teore­ midir. Dünyanın bu en ünlü teoreminin "eşek teoremi" diye de anıldığını duymuşuzdur. "Teorem"in eski Türkçedeki karşılığı "dava"ydı. "Pisagor davası" denirmiş eskiden; bugün ya "Pisa­ gor bağıntısı" ya da "Pisagor teoremi" deniyor. Türkçede baş­ ka bir karşılığı da türetilmiş. Teo Grünberg ile Adnan Onart'ın hazırladıkları Mantık Terimleri Sözlüğü nde (TDK Yayınları , 1976) "kanıtsav" karşılığı teklif edilmiş. Yazarlar mantıktaki anlamım göz önünde tutmuş olsalar gerek. "Teori" ile " teorem"in yam başında yer alabilecek bir terim de Yunanca hipotez. Şu iki öğeden kurulu: hypo, altta, aşağıda, yeterli değil + thesis, bir şeyi ortaya koyma, yerine koyma. İkisi bir araya gelince, " tez altı" anlamım veriyor, yani tezden aşağı­ da, tez olmak için henüz yeterli değil anlamında. Eski Türkçe­ de "faraziye" denirdi buna, bugün "varsayım" diyoruz. Hipotez bir şeyin geçici olarak doğru sayılması demek. "Ge­ çici olarak" , çünkü bunun doğru sayılabilmesi için sınanma'

7

sı gerekir. Bilimin yöntemine göre, hipotez, belli bir görüş uy­ gulama alanına daha girilmeden ortaya atılır. Hipotez çoğu kez ihtiyatla ortaya sürülür. Teori ise çok daha geniş kapsamlıdır, bir şeyi açıklamak üzere daha önce temellendirilmiş verilere , birtakım kanıtlara, bulgulara, gözlemlere, belirtilere dayanarak kurulur; hipoteze oranla doğruya , hakikate daha yakın olma ihtimalini akla getirir. Öte yandan, teori, fayda sağlama ama­ cı gütmeden, olguları açıklamak, yorumlamak, belirlemek için, denenmeden, salt düşünce ile kurulan temellere oturtulur; bu yönüyle pratik, amel karşıtıdır. Her teori sorgulanmaya her za­ man açıktır elbette , ama bilimin söyleminde akıl yürütmenin temeli teorilerdir. Bunların yanında bir de kanun (yasa) terimi var. Kanun, ol­ gular arasındaki, doğada var olan düzenli bağıntıyı ortaya ko­ yan, aynı şartlar altında hiçbir zaman değişmediği görülen ol­ guları belirten, bir şeyin zorunlu olduğunu dile getiren genel bir önermedir; doğa kanunu, yerçekimi kanunu gibi. "Tiyatro" teriminin de aynı kökten çıktığına yukarda değin­ miştim ; o da "bakmak, görmek, seyretmek" fiilinden. Theat­ ron, seyir yeri, yani tiyatro; theoros seyirci demek. Tiyatro te­ rimi Türkçeye on dokuzuncu yüzyılda İtalyanca teatro üzerin­ den geçmiş, Türkçe söylenişi de buradan. Batı kaynaklı birçok terime Türkçe karşılık türeten yazar Ce­ lal Nuri lleri ( 1 882- 1 936) tiyatro için görüm; Nurullah Ataç da görmük kelimelerini türetmişler. Her iki yazar da terimin Yunancadaki çekirdek anlamını göz önüne almış. Eski Türkçede kullanılan temaşa kelimesi "bakıp seyretme, nazar, gözlem; bir gösteriyi seyretme, zevkle seyretme" demekti. Terimin Yunan­ ca aslına cuk diye oturuyor temaşa. Şemseddin Sami bunu gör­ müş ki, temaşa-gah kelimesini şöyle tanımlamış: "Seyir ve te­ ferrüc yeri, eğlence mahalli. 'Tiyatro'ya da denebilir, zira tiyat­ ro lafz-ı Yunanisinin mana-yı lügavisi dahi budur" . "Temaşa" nın tasavvufta da yeri var. Bu dünyadaki bütün güzellikleri Allah'ın tecellisi olarak hayranlıkla seyretmek di­ ye tanımlanabilir. Nazariye yerine de kullanılabilirmiş demek­ ten kendimi alamıyorum. On yedinci yüzyıl divan şairlerinden 8

·

Naill-i Kadim'in çok beğenilen şu beytinde eşine az rastlanır bir güzellikte kullanılmış " temaşa" : "Mestane nukuş-ı suver-i ale­ me baktık / Her birini bir özge temaşa ile geçtik." "Nukuş"un nakışlar, resimler; "suver"in de suretler demek olduğunu bilir­ sek beytin tadına varmak kolaylaşır. Bu dünyanın her suretine, her görünümüne, her birinin kendine özgü nakışlarına, güzel­ liklerine kendimizden geçercesine, hayranlıkla , sarhoş olarak baktık / Her birini apayrı bir temaşa ile, apayrı bir gözle seyre­ de seyrede geçtik diyor şair . . . Beytin nesir diline çevrilmesi bile buradaki "temaşa"ya güzelliğini kaybettirmiyor. Temaşa kelimesi unutulmadı, ama eskidi, bu da bir gerçek. Onun yerine uzun zamandır "seyir, seyirlik" kelimelerini kul­ lanıyoruz. Tiyatro tarihçisi Metin And temaşa sanatları olan meddah, karagöz, kukla, orta oyunu hakkında "seyirlik oyun" sözünü kullanır. Demek ki, seyir, seyirlik sözünden terimin Yunancasını da karşılayan bir Türkçe terim çıkabilirmiş.

9

Yalama Olan "Söylem" Terimi

"Söylem" terimi salgın gibi yayıldı. E n a z on yıldır süren, gün geçtikçe daha çok yayılan bir salgın. Gün geçmiyor ki, yazı­ lı, sözlü basında birileri söylem kelimesini kullanmamış olsun. Ekranların gündelik politika yorumcularından futbol yorum­ cularına kadar herkesin ağzında. Orada kalsa gene iyi, ama do­ çent, profesör gibi kültür seviyesi yüksek olması gereken kim­ seler bile bu kelimeyi aynı şekilde kullanabiliyorlar; onların da bu kelimeyi yersiz bir biçimde kullandıklarını görünce şöyle bir duraklıyorum. Kelimeyi dilinden düşürmeyenlere sorsak, bu terimin anlamını açıklayamayacakları besbellidir. Kurduk­ ları cümlelere bakılırsa, "söylem" , söylenen şey, söz, demeç, beyanat, iddia, kurulan cümleler vb. anlamına geliyor. Şunlara benzer cümleler bunlar: " Politikacıların son günlerde basında yer alan söylemleri" , " (futbolda) kulüp başkanlarının söylem­ leri" , "böyle söylemler tepki uyandırıyor" , "herkesin söylemle­ rinde dikkatli olması lazım" . Bu türden cümlelerin hiçbirinde kelimenin kuramsal içeriği görünmüyor. Ne yazık ki, bu garip "söylem" yüzünden, çok güzel bir Türkçe kelime olan "demeç" yıprandı, çok az kullanılır oldu . Bizim dünyamızda bazı kelimelerin bir büyüsü vardır. Kimi­ leri o kelimeleri cümle içinde kullanmakla etrafa söz dinlete10

bileceklerine, karşılarındakileri etkileyeceklerine, kültürlü ki­ şi sayılacaklarına inanırlar. Bu türden tılsımlı ( ? ) kelimeler ge­ nellikle Frenkçedir, ama eski Türkçe de olabiliyor, burada gör­ düğümüz gibi yeni Türkçe de. Böyle kimselerin hiç olmazsa bir bölüğü bu gibi kelimeler nereden gelirse gelsin, kelimedeki tıl­ sımı derhal sezebilen kimseler olsa gerek ! Kimileri de, madem­ ki herkes kullanıyor, şık bir kelimedir, kulak okşuyor, ben de geri kalmayayım bari diyor olabilirler. Ama bir bölüğü de, hiç şüphesiz, "yahu, nedir bu söylem, söylem, söylem . . . bir araş­ tırayım" diyemeyen, böyle şeylere ayıracak vakit bulamayan kimseler olmalı. " Söylem" , Batı dillerindeki discourse ( İngilizce) , discours (Fransızca) , Diskurs (Almanca) terimine karşılık olmak üze­ re türetilen bir Türkçe kelime. Bu terimler Batı dillerinde ye­ ni kelimeler değildi. Daha önce "konuşma" , "nutuk" anlamına gelirdi. Örneğin, Descartes'ın ünlü metni Discours de la metho­ de "Yöntem / Metod Üzerine Konuşma" adıyla Türkçeye çevril­ mişti, daha eski bir çevirisinde de "konuşma" yerine "nutuk" kullanılmıştı. Yirminci yüzyıl başlarında modern dilbiliminin gelişmesiyle birlikte yapısalcı (structuralism) dilbiliminde bu terim yepyeni bir anlam kazandı. Bu yeni anlamıyla discour­ se, cümlelerin birbirlerine bağlanışları, birbirlerini besleyişle­ ri, birbirlerine destek oluşuyla ortaya çıkan özel bir söz örgü­ sünü; metinlerde ya da söz kümelerinde cümle sınırlarını aşan iç bağlantılarla örgütlenen, "zahiri" anlamının üstündeki anla­ mı nitelendiriyordu. Söylemin anlamı bir çözümleme, bir irdeleme, ya da bir aşi­ nalık gerektirir. Bir metinde geçen tek tek kelimelerin, özel te­ rimlerin, cümlelerin anlamlarını bilmek o metnin söylemini çözmeye yetmez. Bir futbol maçının eleştirisinde bir düzenlilik vardır; futbola tamamıyla yabancı bir kimse o eleştirinin söy­ lemini kavrayamaz. Bir moda haberinin verilişinde de tek tek cümleleri aşan bir düzenlilik, bir amaçlılık vardır. Öğrencilere bilgi vermek amacıyla yazılmış bir ders kitabının metninde de tek tek cümlelerin üstüne çıkan özel bir dil, dolayısıyla bir an­ lam, anlatım tutarlılığı vardır. 11

Bir dilbilim sözlüğünde şöyle tanımlanmış "söylem" : "Yapı­ sal yaklaşıma göre, tümce ötesi, tümceden büyük dil birimi; di­ lin toplumsal boyutu vurgulandığında ise, dilsel büyüklüğüne bakılmaksızın (tek sözcük, tümce, paragraf vb. ) işlevsel, ileti­ şim değerli birim olarak tanımlanabilecek sözce (utterance) . " 1 B u ilk anlamın birazcık genişlemesiyle terim " akıl yürüt­ me, muhakeme" anlamını kazandı. Bu açıdan, bütün bilimler bir akıl yürütmeye dayanır; öyleyse bilim de bir söylem üretir. Bu söylem bilim metinlerinde, bilime özgü bir akıl yürütmeyle kendini gösterir. Örneğin, bir hukuk metni bir söylem üzerine kurulur. O hukuk metni ne denli açık bir dille yazılmış olursa olsun, hukukun söylemine yabancı bir kimse o metnin ta için­ deki söylemi, yani akıl yürütme biçimini kavrayamaz. Aynı şe­ kilde, iktisat, tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi bilim dal­ larının, sanatın bir dalı olan edebiyatın da (bütün bu dalların her birinde eser veren yazarların da) bir söylemi vardır. Öğre­ tilerin, ideolojilerin, dinlerin, akımların; liberalizmin, Marksiz­ min, faşizmin, milliyetçiliğin, ırkçılığın, feminizmin, gerçekçi­ liğin, modernizmin, postmodernizmin kendi içinde hükmünü yürüten söylemleri vardır. Söze dökülen her şey bir söyleme dayanır. Popüler kültür alanındaki alışverişlerde de bir söylem vardır. Eğlence amaç­ lı televizyon programları, basit gazete haberleri, sıradan ma­ gazinler, piyasa filmleri, dedikodular, kısacası akla gelebilecek her dil ürünü bir akıl yürütmeyle kendini gösterir. İnsan dav­ ranışlarının, duyguların, düşüncelerin de bir dili olduğu için, davranış biçimleri, toplumsal roller de bir söylemle kuşatılmış­ tır; böylece terimin anlamı biraz daha genişler. Anne, baba, öğ­ retmen, politikacı, gazeteci, sanatçı gibi toplumsal roller; yurt­ severlik, yardımseverlik, aşk, cinsellik gibi duygular da kendi­ ne özgü söylemlerle biçimlenir. Söylem teriminin bir anlam boyutu daha var. Söylem dil­ le gerçekleştiği için, her bildirim (message) sözün özel bir kul­ lanımıyla kendi içinde tutarlı olan bir anlamı dile getirir. Ama Dilbilim Sözlüğü, hazırlayanlar Kamile lmer, Ahmet Kocaman, A . Sumru Öz­ soy, ikinci baskı, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 20 1 3 . s. 232. 12

bu anlamın gerçeklikle bağı, gerçekliğe sadakatle bağlı olma­ sı hayli su götürür. Söylemin kuruluşu , örgüsü dil düzleminde bir gerçeklik algısı doğurur; ama bu gerçeklik nesnel, dış ger­ çekliğin ifadesi değildir, nesnel gerçeklik o algıya indirgene­ mez. Bu noktayı daha iyi anlayabilmek için insan dilindeki de­ ğişime bakmak gerekir. Yirminci yüzyıl başlarında (bunu biraz daha geriye, on do­ kuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar geriye götürebiliriz) di­ le bakışımız değişti. Dil, yani geleneksel dil, adlandırdığı kav­ ramlarla nesneleri gösteren bir anlaşma aracıydı. Eski dünyada bir inanç ortaklığı vardı çünkü . Örneğin, "iyi" , "doğru " , "er­ dem" , "aşk" kelimeleri ağızdan çıktığı zaman herkes aynı şe­ yi anlıyordu . Yirminci yüzyıl bu ortak zemini çökertti, güvenil­ mez bir şey olup çıktı insan dili. Dil eskiden gösterdiği kavra­ mı, nesneyi artık göstermez olmuştu . Sonunda şu hakikat anla­ şıldı: dil kendi üstünde dönüp duran, kendini gösteren, kendi­ ne gönderen (atıfta bulunan) bir sistemdi. Hani basından sık sık işittiğimiz , kafiyesi uğruna (seci' düşkünlüğümüzle demeli ! ) durmadan kullanılan ama asıl anlamı fark edilmeden bir ikile­ me haline getirilen "söylem-eylem" ikilisi de "söylem"in bu ha­ lini yansıtır gibidir. Fakat ne olursa olsun, terimin kavram çer­ çevesine oturuyor. Söylemin başka bir terimle karıştırılmaması gerekir. "Dis­ course analysis" , yani söylem çözümlemesi diye bir yöntem vardır. Bu yöntemde üslup (style) incelemesinden çok, içeriğin nasıl bir dil düzenlemesiyle verildiği üzerinde durulur, "alt me­ tin" araştırılır. Bu açıdan, söylemin "üslup"la da, dilin söz sa­ natlarıyla beslenen etkileyici, inandırıcı bir biçimde kullanıl­ ması anlamına gelen rhetoric (belagat) ile de karıştırılmama­ sı gerekir. "Söylem" , ilkin dilbiliminde kullanıldı demiştim. Discour­ se terimine Türkçede bulunan ilk karşılık dilbilimci Prof. Öz­ can Başkan'ın türettiği, 1967'de yayımlanan Lengüistik Meto­ du adlı kitabında kullandığı "dilce"dir. "Dilin içindeki dil" an­ lamını verir. Bana kalırsa, terimin anlamını açık seçik bir bi­ çimde yansıtır; ayrıca, /-ce/ takısıyla birleşince bilimsel terim13

lerden beklenen soyutluk seviyesine de ulaşır. Ne var ki, "dil­ ce" tutmadı, yeterince tanıtılmadı herhalde. Dil acayip bir dü­ zenek; neyin tutacağı, neyin tutmayacağı kestirilemiyor. Garip­ tir, Tahsin Yücel'in dolaşıma soktuğu , ne anlama geldiği dilbili­ mine yabancı kişilerce o günlerde anlaşılması pek mümkün ol­ mayan "söylem" tuttu. Tahsin Yücel'in türettiği bir kelime değildi söylem. Eski adıyla Türk Dili Araştırma Kurumunun, sonraki adıyla Türk Dil Kurumunun 1 935'te yayımladığı Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu nda söylem kelimesinin eski Türkçede düzgün, iyi konuşma yeteneği anlamına gelen " natıka, kuvve-i natı­ ka" karşılığında türetildiğini görüyoruz. Yine aynı yıl yayımla­ nan Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu'nda da "natıka, kuv­ ve-i natıka" kelimeleri "söylem, sözmenlik" diye tanımlanmış. Tahsin Yücel buradan fikir alarak "söylem" e yeni bir terim olan "discourse"un anlamını yüklemiş. "Söylem" bu yeni anlamıyla ilkin 1 970'lerde yazı dilinde, çe­ virilerde teknik bir terim olarak kullanıldı, sonra konuşma di­ line geçti, yayıldıkça yayıldı, en sonunda da malum akıbete uğ­ radı, yozlaştı. Kelimenin yapısının da bir talihsizliği yok değil bunda: "söylemek" mastanna eklenen sonekin kendisi yanıltı­ cı olmuş. "Giyim" , "yapım" , "sayım" , " tüketim" , "durum" gi­ bi kelimelerde hiçbir sıkıntıya yol açmayan /değişken x ünlü­ sü + mi sesleriyle kurulan sonek "söylem" e kaçınılmaz olarak, aynı biçimde yerleştirilememiş. Kök, söyle-, mastan da söy­ lemek; / -mi sesi mastarda zaten var; bu yüzden de "söylem" , "söylemek" ten kopamamış; anlaşılan, neye yaradığı hemen bel­ li olmayan "söylenen söz" anlamını verebilmiş ancak. "Söylev" , "söylenti" , "söylence" kelimeleri de aynı mastardan türetilmiş­ ti, ama bunlar "-m"siz türetimler olduğu için herhangi bir yan­ lış anlamaya uğramamış. Basında kullanımı bir salgın gibi yayılan, yayıldıkça da anla­ mı çarpıtılan pek çok kelime var; "duayen" ( "duayenlerimiz" gibi) , "yaşantı" , "keyif' , "süreç", "first leydi" ( "Türkiye'nin first leydileri" , "Fransa'nın first leydisi" gibi) , "bayan" , "oldukça" , "adına" , "uzun maraton" ("lig uzun bir maraton" gibi) , "akl-ı '

14

selim" ("aklı selim adam" gibi) gibi. "Söylem"in durumu bun­ larınkinden daha üzücü. Discourse, Batı dillerinde sadece ku­ ramsal metinlerde kullanılan teknik bir terimdir. Türkçede ise, söylem milyonların ağzında. Bir " dil olayı" ile karşı karşıya­ yız ! Terimin anlamını bilerek kullanıyor olsaydık, Batı dillerin­ de sadece teorik metinlerde kullanılan bir kelime bizde halka mal oldu diye sevinebilirdik. Ama durum öyle değil. Durum bu olmadığına göre, değerli bir terimi katletmiş olduk. Ben "söy­ lem" terimini kullanmaktan artık kaçınıyorum, anlaşılmayabi­ lirim diye. Bir iki yıl önce bir kere kullanmak zorunda kalmış, orada da bu kelimenin yanına parantez içinde (discourse) di­ ye eklemiştim . . . Birikim Güncel, 14 Ocak 2021

15

Efendi

Türkçeye yabancı dillerden geçen kelimelerin bir bölümü ya­ bancılıklarını hemen duyurur. Ama kökenini bilmiyorsak, ya­ bancı kelime olduğu aklımıza bile gelmeyecek olanlar da pek çoktur. Sözgelimi, bakkal, peynir, erişte, pencere gibi yaban­ cı kelimeler böyledir. Yunancadan/Rumcadan Türkçeye geçen kelimelerin büyük çoğunluğu yabancı olduklarını hissettir­ mez. Irgat, anahtar, defter, temel Yunancadır. Bugünün Yunan­ ları dillerine yüzyıllar önce geçen Türkçe kelimelerin yabancı­ lıklarını ne ölçüde hisseder, bilemiyorum. Ama inanıyorum ki, bu dilde de pek çok Türkçe kelime yabancılığını hissettirmez. Bu iki dilin çok eski bir hukuku var. Yabancı kelime olduğunu önceden bilmiyorsak, öyle oldu­ ğu aklımıza bile gelmeyecek Yunanca kökenli kelimelerden bi­ ri de efendi. Kelimenin yapısı şu : autos, "kendi, kendi kendine" + hentes, "yapan eden, eyleyen, fail" . Bu iki birimin kaynaşma­ sıyla ortaya çıkan authentes "kendisi hakkında kendi karar ve­ rebilen , başına buyruk, sözü geçen, yetkili, varlıklı kişi" an­ lamlarına geliyor. Batı dillerine Latince üzerinden geçmiş, İn­ gilizceye ise Fransızcadan. İngilizcede on dördüncü yüzyılda­ ki anlamı (o zamanki yazımı autentik) eski Yunancadaki an­ lamına uygun: "yetkili, yetkili kılınmış kişi . " Ama kelimenin 16

bu anlamı sonra kullanımdan düşmüş . Bugün bildiğimiz an­ lamı ancak on sekizinci yüzyılda ortaya çıkıyor. "Bir şeyin as­ lı, aslına uygun, özgün; uydurma, kurmaca olmayan, gerçek­ ten var olan" demek bugün. İngilizce authentic, Fransızca aut­ hentique, Almanca authentisch kelimesini Türkçeye "sahih, sa­ hici, has, halis" diye çevirebiliriz. Türkçesinin ne olabileceği­ ni hiç düşünmeden kelimeyi olduğu gibi kullananlar da eksik değil. Nitekim bu kelime elini kolunu sallayarak Türkçe söz­ lüklere girmiştir. Sevan Nişanyan Nişanyan Sözlük'te authentes'in Eski Yunan­ cada "sorumlu mevkide olan, yetkili kişi" den çıktığını, "reşit, mümeyyiz kişi, vekil olmayan, asil" ; Orta Yunanca avthendis'in ise, "saygıdeğer kişi, saygı unvanı, üstat" anlamlarında kulla­ nıldığını belirtiyor. Bu açıklamaya göre, kelime Türkçeye Orta Yunancadan geçmiş; ama Türkçedeki bütün kullanımlarına ba­ kılırsa, eski Yunancadaki anlamına da uzak değil. Öte yandan, bu anlam damarları kavramın Batı dillerinde daha çok Eski Yu­ nancadaki anlamından beslendiği fikrini uyandırıyor. Yunanca kelime Türkçede birçok ses değişikliğine uğramış, bu yüzden tanınmaz bir kılığa bürünmüş. Üniversitede dilbili­ mi hocam olan Prof. Özcan Başkan kelimenin geçirdiği ses de­ ğişimlerinin şöyle bir seyir göstermiş olabileceğini yazmıştı:

Autohentes-authentes-avthentes-afthentes-aphentes-afentes­ afente-efente-efenti. 1 Sonunda olmuş "efendi ! " "Auto"daki /o/ erimiş; /au-/ ünlü­ leri önce /av-/, sonra /af-/ olmuş. Bu seslerin yanı başındaki /th/ ünsüzü /ph/ ünsüzüne dönüşmüş; /ph/ başka dillerde ancak /f/ ünsüzü ile seslendirilebilir. Sondaki /ti sesi de kelimenin telaf­ fuzunu zorlaştırdığı için idi ünsüzüyle yumuşatılmış. Rumca kelimenin serüveni burada bitmiyor. On yedinci yüz­ yılın başında effendi yazımıyla Türkçeden İngilizceye geçiyor. Bu dilde "sir" , "gentleman" kelimeleri gibi, saygı duyulan ki­ şilere hitap ederken kullanılmış. Webster sözlüğü şu tanımları vermiş: 1 . (eskiden) Türkçede devletin ileri gelenlerine duyuÖzcan Başkan, "Dil Çalışmalannda 'Etimoloji' ya da Köken-Bilgisi'', Türk Dili, 3 1 9. sayı, Nisan 1978.

17

lan saygıyı belirten hitap. 2. (Doğu Akdeniz'de) saygın, köklü bir aileden gelen kişi. Çoğulu effendis. "Efendi", yüzyıllar boyunca Türkçede o kadar çok yerde kul­ lanılmış ki, hepsini değil ama başlıcalarını hatırlayalım. lslam dininin peygamberi , Kutsal Kitap'ın Türkçe çevirisinde gö­ rüldüğü gibi hıristiyanlığın peygamberi, din adamları, tarikat şeyhleri hakkında kullanılır. Padişahlara ( "padişahımız efendi­ miz") , şehzadelere "efendi" denirdi (Şehzade Murad Efendi gi­ bi) . Padişahların kızkardeşleriyle kızlarının unvanları da "sul­ tan efendi"ydi (Fatma Sultan Efendi gibi) . Okumuş kimselere de eskiden "efendi" denirdi. Rum, Ermeni, Yahudi Osmanlılar "efendi" diye anılır (Yorgo, Agop, Moiz Efendi gibi) . "Efendi" sonraları toplum hiyerarşisinde yeri "bey"den son­ ra gelen kişiler için kullanılır oldu; "kahveci Ahmet Efendi" gi­ bi. Ama "bey" ile "hanım"a eklenip "beyefendi", "hanımefen­ di" kelimeleriyle yeniden üste çıktı. Eskiden kadınlar kocala­ rından bahsederken de bu kelimeyi kullanırlardı; "bizim efen­ di" sözünde olduğu gibi, "evin hakimi" ya da "hamisi, koru­ yucusu" anlamında. Saygı sınırlarını aşan bir kullanımı daha var, ama yine aynı damardan besleniyor: "efendi" aynı zaman­ da "köle"nin efendisidir. "Efendi"nin kullanıldığı her bağlamı belirtmek bu sayfalara sığmaz. Ama saygı duyulan kişilere bu kelimeyle hitap edilmesinin sözün kullanımını aynı anlam da­ marı doğrultusunda yeni bağlamlarda işlenip çeşitlendirdiğini belirtmeden geçmeyelim. "Efendi adam" sözünde olduğu gibi, kelimeyi sıfat olarak kullandığımızda söz konusu kişinin "ter­ biyeli, görgülü, nazik" olduğunu söylemiş oluruz. Bir kimseyle konuşurken, söze "efendim . . . " diye başlanması o kişinin terbi­ yeli, saygılı, görgülü biri olduğunu gösterir. Birisi bizi adımız­ la çağırdığında da "efendim" demek de terbiye gereğidir. lşte bütün bunlardan dolayı "efendi"nin yabancı olduğunu hiçbir şekilde hissetmeyiz. Ama "otantik" denince yabancılığı o an­ da hissedilir. . . Efendi sadece İngilizceye değil, Arapçaya d a Türkçeden geç­ miştir. Kelimenin kökenini bilmeyenler Yunancadan gelmiş olabileceğini tahmin edemezler demiştim . Nitekim , birçok 18

kimseye, "Efendi kelimesi hangi dildendir? " diye sorduğumda hepsi de "herhalde Arapçadır" demiştir. Kelimenin çok köklü bir anlamı olduğunu düşünerek bu cevabı vermişlerdi. Arapça­ da kullanılan her kelimenin Arapça kökenli olamayacağı açık­ tır. Konuyu iyice incelememiş yabancılar da aynı yanılgıya dü­ şebiliyorlar. 2 Rumca kelimenin başındaki "autos" biriminden bir argo söz de türemiş Türkçede: aftos, avtos Üçüncü tekil kişiyi işa­ ret eden "o, mahut" anlamına geliyor bu kelime. Hulki Aktunç büyük emekle hazırladığı Büyük Argo Sözlüğü nde şu anlamla­ rını veriyor: 1 . Nikahsız karı, gizli sevgili, metres, kapatma. 2. Nikahsız koca. 3 . Herhangi bir kadın ya da kız. Bir argo söz de aftos piyos (autos, "bu, o" + piyos, "kim, hangi? " ) . İşe yaramaz, değersiz, yararsız demek. "Bu da nesi, sen de kimsin? anlamın­ da kullanılır. '

2

Genel Ağ'da Costas Leventopoulos adlı yazarın yönettiği www.arabic-greek­ etymology.blogspot.com adlı sitedeki "Sir, Lord" maddesinde "afenti"nin Yu­ nancadan Arapçaya geçtiği yazılmış; yani bu kelime Arapçadan Türkçeye geç­ miş gibi gösterilmiş. Kelimenin Türkçesi de yanlış olarak "efenti" diye yazıl­ mış; erişim tarihi 6 Mayıs 202 1 . Yine Genel Ağ'da bulduğum, Andras Rajki ad­ lı yazarın hazırladığı "Arabic Dictionary with Etymologies" (2005) adlı sözlük­ te de bu kelimenin Arapçadan Türkçeye geçtiği yazılmış (erişim tarihi aynı) .

19

" Magazin"in Yolculu kla rı

Bu kelime birçok Avrupa dilinde kullanılıyor. Elbette her dilin kendine özgü yazımıyla: magazine (lngilizce) , magasin (Fran­ sızca) , magazzino (ltalyanca) , magasen (lspanyolca) , Magazin (Almanca) . Türkçede de bol bol kullanıyoruz tabii. Ama aynı kökten türeyen, şu kelimeler de var Türkçede: magazin, mağa­

za, mahzen, hazine, hazne. Magazine kelimesi İngilizceye on yedinci yüzyılda Fransızca­ dan geçmiş. Ama bugün herkesçe bilinen anlamıyla değil. Dili­ mize ise herkesin bildiği anlamıyla, yirminci yüzyıl başlarında girmiş, Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakılırsa, yine Fransızca­ dan. Aynı kelimenin yukarda sıralanan öteki türevlerini yüzyıl­ lardır kullanıyoruz, ama aralarındaki bağı kuramadan . . . Kelimenin aslı Arapça makhzan, onun çoğulu makhazin. Ay­ nı kelimenin tekili, çoğulu , fiili birçok anlam doğuruyor. Mak­ hzan isminin fiili khazana, depolamak anlamına geliyor Arap­ çada. Bu Arapça kelimenin Farsçada "hazine" anlamına gelen kanz kelimesinden geldiği, aslının da Aramca ganj olduğu söy­ leniyor. Arapçada makhzan depo, ambar, tahıl ambarı demek. Am­ barlar bazen zemin seviyesinin altında inşa edilir. Türkçedeki mahzen böylece ortaya çıkar. Makhzan denen yerlerde zamanla 20

başka mallar da toplanır, depolanır; ama bu mallar daha sonra satışa da çıkarılınca o yere mağaza denir artık. Magasin Fran­ sızcada aynı zamanda mağaza demek ! On beşinci yüzyılda Fransızcada , on altıncı yüzyılın son çeyreğinde de İngilizcede bu kelime, yani magazine / magasin hala Arapçadaki anlamıyla , yani depo, ambar anlamıyla kul­ lanılıyordu . Fakat bu anlamı bugün bu iki dilde artık kaybol­ muş durumda . Magazine kısa bir zaman sonra ordunun ko­ nakladığı, ordugah denen yerlere yahu t savaş gemilerinde ba­ rut gibi patlayıcı maddelerin depolandığı bölümlere denme­ ye başladı. On yedinci yüzyılda Avrupa'da gazete, dergi gibi süreli ya­ yınlar çıkmaya başlayınca magazin kelimesi mecazi bir kay­ dırmayla bu türden yayınlar için kullanılmaya başladı . Dik­ kat edilirse, kelimenin çekirdek anlamı dep o , depolamak, bir yerde toplamak, saklamak; bir şeyin bir yerde toplanma­ sı, depolanması anlamı o çekirdekten çıkan bütün kelimelere yol gösteriyor. Burada da dergiler, gazeteler "haberlerin top­ landığı yer" olduğu için bunlara magazine deniyordu . Keli­ me bu yeni anlamıyla İngilizcede ilk kez l 73 l 'de, The Gent­ leman's Magazine dergisinin adında kullanıldı. Bu dergi daha çok, kitaplarda yayımlanmış hikayelerin yanı sıra eğlendiri­ ci hikayeler de yayımlıyordu . Bu yayınlar bir süre sonra eğ­ lendirici haberlerle, resimlerle bezenmeye başlayınca magazi­ ne kelimesinin bizim bildiğimiz anlamı ortaya çıktı. Türkçe­ ye işte bu anlamıyla girdi. Sevan Nişanyan kelimenin ilk kez 1936'da, lstanbul Magazin adlı derginin adında kullanıldığı­ nı görüp yazmış. Demek ki, tıpkı İngilizcede olduğu gibi, bir derginin adında ! Buradan başa dönersek, mahhzan kelimesinin fiili olan hha­ zana Türkçedeki hazineyi doğuruyor. Para, altın yahut her tür­ den değerli şeylerin saklandığı yere hazine diyoruz. Bu kelime­ yi Farsçanın " tutan, koruyan" anlamına gelen /-dar/ soneki ile birleştirip "hazinedar" kelimesini elde etmişiz; Osmanlı sara­ yında maliyeden, hazineden sorumlu devlet görevlisi bu un­ vanla anılmış. Öte yandan, "hazine"nin birazcık kılık değiştir21

miş bir biçimi de var Türkçede: hazne. Hazne de bazı şeylerin toplandığı yer değil midir? Su haznesi, evrak haznesi, mürek­ kep haznesi, şömine haznesi gibi. Ateşli silahlarda da fişekle­ rin yerleştirildiği birer " fişek haznesi" vardır. Aynı kelime İn­ gilizcede de var: "magazine of a gun" , yani tüfeğin fişek haz­ nesi !

22

Patlıcanın Yazdı ğ ı Tarih

Patlıcan kelimesinin hikayesi bizi bir dünya turuna çıkarır. Ke­ limenin İngilizcesi, Fransızcası, Almancası aynı: aubergine. Bu kelime ile bizim patlıcan aynı kelime ! Birbirlerine hiç benzemi­ yorlar, ama gerçek bu. Sebzenin anayurdu Güneydoğu Asya . Geçmişi İsa'dan ön­ ceki yüzyıllara dayanıyor. Sebzeyi adlandıran kelimenin as­ lı Sanskrit. Kutsal Hindu metinlerinin yazıldığı dilden. Keli­ menin en eski biçimi vlıtinganah. Sanskritte "bağırsak gazları­ na yol açmayan sebze" anlamına geliyor. Dilden dile geçen ke­ limelerde /v/ ünsüzünün /b/ ünsüzüne dönüşmesi çok kolay. Vatinganah ya da vatincana Farsçaya biidingan, Arapçaya da al­ badincan ya da al-badinjan sesleriyle geçiyor (Arapçada bu di­ lin "-al" belirlilik tammlığını [definite article, İngilizce " the" gi­ bi] alıyor) . Anadolu halkının kullandığı badılcan buradan ge­ liyor. /G/, ljl ünsüzleri ile /d arasında bir geçişkenlik olduğu­ nu biliyoruz. Kelime, Meninski sözlüğüne ( 1 680) de badliclın, badilcan, bozulmuş şekli de patlican yazımlarıyla girmiş. Mü­ tercim Asım Efendi on dokuzuncu yüzyıl başlarında Farsçadan Türkçeye çevirdiği Burhan-ı Katı adlı sözlükte kelimenin Fars­ ça aslı olan bitdingitn'ı açıklarken "Amme [ ama] patlıcan der­ ler" demeyi ihmal etmemiş. Muallim Naci aynı yüzyıl sonların23

da yayımlanan Lügat-i Nckf'de ( 1 896) kelimeyi Farsçadaki im­ lasıyla "badingan" yazmış, ama "patlıcan" diye açıklamayı ye­ terli görmüş. Şemseddin Sami ise 1 899'da çıkan Kamüs-ı Tür­ kf'sinde "badincan" ı şöyle tanımlamış: "Tahrifle patlıcan de­ diğimiz maruf sebze. " Eski Türkçede kullandığımız İran-Arap abecesinde de bu kelime "badincan" diye yazılıyor. Anadolu kırlarından şehirlere göç eden esnafın sokaklarda, semt pazar­ larında bu sebzeyi satarken "badılcan, badılcan" diye bağırdığı­ nı duymuşuzdur. Şehirliler bu telaffuzu yadırgarlar tabii, hat­ ta kaba bulurlar. Ama sözlüklerde gördüğümüz gibi, kelime bu biçimiyle Arapça, Farsça aslının ta kendisi ! Patlıcan, herhalde sebzenin İstanbul Türkçesinde yumuşatılmış ama gerçekte bo­ zulmuş hali ! Eski Yunan'da, Eski Roma'da bilinmeyen bu sebzeyi Arap­ lar alıp yetiştiriyorlar, sekizinci yüzyıldan başlayarak bütün bir Akdeniz havzasına satıyor, tanıtıyor. Mağripli Araplar bu­ günkü patlıcanı on beşinci yüzyılda İber yarımadasına ulaştırı­ yor. Kelime orada İspanyolcaya alberengena, Katalanlıların di­ line alberginia ya da alberginera yazımlarıyla (yine Arapçanın o /al-/ tanımlığıyla) , Portekizceye ise beringela yazımlarıyla geçi­ yor. Portekizliler tüccar millet, sebzeyi Güney Afrika'ya kadar götürüyorlar, bu arada Portekizcenin süzgecinden geçen keli­ me Güney Afrika'da brinjal'e dönüşüyor. Güney Afrika İngiliz­ cesinde de bu kelime kullanılıyor. Katalanlıların dilinde alberginia ya da alberginera denen seb­ zenin İberya'dan sonraki durağı Fransa. Katalan al-, Fransız­ cada yerini kolayca au- birimine bırakıyor, kelime böylece au ­ bergine olup çıkıyor. İngilizce bu kelimeyi on sekizinci yüzyıl­ da Fransızcadan aynı yazım şekliyle alıyor. Almanca ile Fele­ menkçe de Fransızcadan almış, yazımı yine aynı. Britanya İngilizcesinde on sekizinci yüzyıla kadar yetiştiri­ len, patlıcana benzetilen sebzeye egg-plant deniyordu . "Yumur­ ta bitkisi" anlamına gelen kelime bugün Amerikan İngilizce­ sinde kullanılıyor. Egg-plant Britanya İngilizcesinde çoktan es­ kimiş bir kelime. Britanyalıların tanıdığı söz konusu sebze ge­ rek biçimi, gerekse büyüklüğü ile kaz yumurtasına benzetil24

diği için orada bu ad verilmişti. Bu sebzenin rengi de patlıcan moru değil, beyaza çalan açık bir renkteydi. Egg-plant o sebze­ nin görünüşünü tasvir eden bir kelimeydi. Yani egg-plant bu­ günkü patlıcandan farklı bir sebzeydi. Britanya İngilizcesinde egg-plant on sekizinci yüzyılda unutuldu , yerini aubergine al­ dı. Fakat egg-plant Britanya'dan Amerika kıtasına göç eden es­ ki Britanyalıların dilinde yaşamaya devam etti, İngilizce ko­ nuşan Kuzey Amerikalılar bugün patlıcan için aubergine yeri­ ne hala egg-plant kelimesini kullanıyorlar. Avustralya ile Yeni Zelanda'da kullanılan kelime de egg-plant. Çünkü onlar da es­ ki Britanyalı. Ne var ki, egg-plant kelimesinin aubergine'inki gi­ bi anlatılmaya değer, böyle tatlı bir hikayesi yok ! Aubergine, ya­ ni patlıcan, yani viitinganah kelimesinin yazdığı tarihi hangi ta­ rih kitabı yazmıştır ki ! . .

25

" Modern"in Geçmişi, Bug ü n ü

"Modern" kelimesi Latince. Kelimenin kökeni olan modus "ölçü" demek. Önce bu kökten türeyen, Türkçeye girmiş keli­ melere bir göz atalım. Model: küçük ölçü, örneklik, kalıp, standart. Moda: ölçüyü tutturan, zamana uygun, Fransızca "la mode"­ dan; tersi demode, zamanı geçmiş. Moderato: musıki terimi. Ölçülü , ılımlı, orta hızda. Musıki icrasında "allegretto"dan ağırca, "andante"den kıvrakça. Moderator: ölçüyü koruyan. Türkçedeki anlamıyla, bir tar­ tışmada dengeyi korumakla görevli, ölçünün kaçmamasını sağ­ layan yönetici. Module / Modül: modus biriminin küçültme takısı almış biçi­ mi, yani küçük ölçü . Uzay aracının parçalarından biri, ama ge­ rektiğinde kendi başına işleyebilen bir bölümü. Mode / mod: musıki terimi. Yine Latince modus'ten türeyen bir Fransızca kelime. Uygun ölçü, yol, tarz, üslup. Eski Yunan ve Ortaçağ kilise musıkilerinde bir sekizli ses dizisinin ezgi­ lendirmeye elverişli bölümlendirmelerinden her biri. Bizdeki "makam"ın dengi olan bir terim. Böyle bir musıki türüne "mo­ dal musıki" deniyor. Modulation / modülasyon: ölçüyü değiştirme. Bestecinin be26

lirli bir ses dizisinden başka bir diziye, örneğin do minörden re minöre geçmesi; Türkçede "geçki" ya da "makam geçkisi" . Modem: 1 93 7 de türetilen, sesin yayılmasıyla ilgili teknik bir terim. "Modulator"un ("kurallara göre ölçen, düzenleyen") kı­ saltılmış hali. Komodin / (Fr) commode, commodine: ilk anlamı "uygun, elverişli ölçülerde" . On yedinci yüzyılda, özellikle Fransa' da şık giyimli kadınların başlarına geçirdikleri bir çeşit başlık. Bir yüzyıl sonra, çekmeceleri olan bir çeşit dolap, şifoniyer. * * *

Modem: tarihçesi bir hayli uzun. Modus biriminin zarfı olan moda, "ölçüye göre" demek. Kelimenin bu biçimi zamanla "şimdi" anlamına gelmiş. Ortaçağ'da, kelimenin sıfatı olan mo­ demus türetilmiş. Bu sıfat ilkin "şu içinde bulunduğumuz an" anlamında kullanılmış, fakat aradan uzunca bir zaman geçtik­ ten sonra, on altıncı yüzyıl sona ermeden anlamı genişletilip "şu içinde bulunduğumuz çağ" anlamında kullanılmaya baş­ lamış. Modemus sıfatı ilkin beşinci yüzyılda, tektanrılı Hıristiyanlık çağını çoktanrılı Roma çağından ayırmak için kullanılmış. Eski Roma çağı sona erdiği zaman Hıristiyanlık çoktanrıcılığa göre "modern"di. Ama on sekizinci yüzyıla gelindiğinde, Ortaçağ'a göre modern olan Aydınlanma çağıydı artık. Demek ki, esne­ tilebilip yeni bir dünyayı tanımlayabilen bir kavram modem. Bu uyarlamalarda, tlkçağ'a göre Ortaçağ moderndir; ama Orta­ çağ'a göre de Yeniçağ (Aydınlanma Çağı) . Fakat hangi çağı ni­ telerken kullanılmış olursa olsun, "modern"in çekirdek anla­ mı değişmiyor: zamanın ölçüsü. Zamanın ölçüsü derken şu an­ lam da gizli bu kavramda: geçip giden, bizden uzaklaşmış olan zamanın değil, yakın geçmişi de yok saymayan bir şimdiki za­ manın ölçüsü . . . Modern kavramının esnetilebilen bir anlamı olduğunu söy­ ledim. Yalnızca tarihin belli başlı çağlarındaki büyük değişim­ leri nitelendirmiyor; belirli bir çağın içinde kalan ama bir görü­ şün, bir tutumun eskidiği, belirli bir konuda yeni adımlar atıl27

Or­ ta Yunanca kyriakon / kyriake (oikia) > kirika (ön-Cermence) > cirice, circe (Eski İngilizce) , chirche (Orta İngilizce) > church (Modem İngilizce) . Yunanca ekklesia'nın Latin dillerindeki isim görevli türevleri İngilizcede kullanılmıyor. Ama aynı kelimenin Latinceden ge­ len sıfatı olan ecclesiastic kullanılıyor. Ecclesiastic history (kili­ se tarihi) , ecclesiastic law (kilise kanunu) gibi. Ecclesiasticism ise kilise öğretisine aşın bağlılık demek. 83

Öte yandan, bu Cermence biçim Slav dillerine de sıçramış. Douglas Harper eski kilise Slavcasında criky, Rusçada cerkov biçimlerini veriyor; Harper, Hind-Avrupa dili olmayan Fince ile Estonyaca biçimleri bile olduğunu görmüş, sırasıyla Fince kirkko, Estonyaca kirrik. Sözlükleri karıştırınca Slav dillerin­ deki şu türevlerini de görüyorsunuz: Sırp, Hırvat, Boşnak dille­ rinde crkva, Slovencede cerke, Bulgarcada tsurkvata. Sonuç ola­ rak, bir yığın dilde aynı kelimeyi bulabildiğimize göre , bu Cer­ mence biçim büyük bir istikrar göstermiş demektir. Hangi dil­ de, hangi yazımıyla kullanılırsa kullanılsın, "Tanrı'nın evi" an­ lamını koruyor. Cermen, Slav dillerini konuşan halklar bu ke­ limeyi, bu anlamı tercih ederken, Latin, Kelt dillerini konuşan­ lar Türkçede "kilise" imlasıyla yazdığımız, "ibadet yeri"ni işa­ ret eden kelimeyi kullanıyor. Bu ev kavramı üzerinde biraz daha duralım. Yeni Ahit'te an­ latıldığına göre , ilk Hıristiyanlar kilise binası inşa etmiyorlar, evlerde toplanıyorlardı. Yeni Ahit'in çeşitli metinlerinde , ina­ nanların evlerde toplandıkları görülüyor. Metnin İngilizce çe­ virisinde de "church" (kilise) denen yer hem "house" (ev) , hem de cemaat ile eşanlamlı. Örneğin şu metinde anlam çok açık: "Pavlus'tan Korintlilere Birinci Mektup" , 1 6 : 19) . Şöyle denmiş: "The churches of Asia salute you . Aquila and Priscil­ la salute you much in the Lord, with the church that is in the­ ir house. " / "Asya ilindeki kiliseler (churches) size selam eder. Akvila, Priska, evlerinde (house) buluşan toplulukla (church) birlikte Rab de size çok selam ederler. " (altını ben çizdim) lki "church" anlamca birbirini aydınlatıyor. "Ev" , lslam inancında da önemle vurgulanmıştır. Beytullah "Allah'ın evi" demek. İslamların ilk ibadet yeri olan Kabe için kullanılmıştır. Bakara suresinde de ( 1 25) şöyle denmiş: " ( . . . ) biz Beytullah'ı insanlar için sevap kazanmaya yönelik bir top­ lantı yeri ve güvenli bir sığınak yaptık. " (altını ben çizdim) . Beytullah Kabe'dir burada. Onun dışında, lslam inancında bü­ tün camiler, mescitler "Allah'ın evi"dir. İslam geleneğinde kili­ seler, sinagoglar da "Allah'ın evi" sayılır. Latin, Kelt dillerini konuşanlar Türkçede " kilise" imlasıy84

la yazdığımız , "ibadet yeri"ni işaret eden kelimeyi kullanır­ ken, Cermen, Slav dilleri "Tanrı'nın evi" anlamını öne çıkarı­ yor. Arapça da aynı doğrultuda. Kullanılan kelimeler ayrı, ama hepsinin anlamı bir . . .

85

Barbarla r

Barbar kelimesi medenileşmemiş , yontu lmamış , geri, ilkel, vahşi, insanlık değerlerinden yoksun, gaddar, zalim gibi bir sı­ ra olumsuz anlamı içine alır. Bu anlamıyla pek çok dilde kulla­ nılır; uluslararası bir kelimedir. Eski Yunanların Yunan olmayan bütün toplumlara barba­ ros, yani "yaban, yabancı, el, öteki, başkası" dediklerini lise ta­ rih kitaplarında okumuşuzdur. Bu kelime Yunancada daha ön­ ce "Yunanca konuşamayan" anlamında kullanıyordu . En eski anlamının ise "anlaşılır bir biçimde konuşamayan, anlaşılmaz bir dilde konuşan" olduğu sanılıyor. Bu kelimenin Yunan ol­ mayan halkların konuştukları dillerin Yunan kulağını tırmala­ yan, onlara anlamsız gelen "bar . . . bar . . . " seslerine benzetilme­ sinden çıktığı söylenir. Buna göre , barbaros bir yansı-kelime (onomatopoeia) . Kendinden olmayana iyi gözle bakmayan, aşa­ ğılayıcı bir kelime elbette. "Kekeleyen" anlamında bir sıfat olan Sanskrit barbaras da Yunanca kelimenin bu anlamını çağrıştı­ rır. Herkesçe bilinen olumsuz anlamı Avrupa' da on altıncı yüz­ yılın ikinci yansında oluşmuş. Yunanca kelime Latinceye barbarus yazımıyla geçmiş, aynı aşağılayıcı anlamıyla. Romalılar da Yunanlar dışında kalan bü­ tün kavimler (Cermen, Pers, Kelt, Galli, Finikeli, Kartacalı, vb) 86

hakkında bu kelimeyi kullanmışlar. Burada biraz duralım. Eski Yunanlar insan diline başlı başına bir konu olarak eğilmemiş­ ler, dili felsefenin genel sorunları kapsamında ele almışlardır. Başka toplumların dillerine de ilgi duymadıkları için, köken bilgisi alanında yanlış sonuçlara varmışlar, Yunancada kulla­ nılan pek çok kelimenin başka dillerden gelmiş olabileceği ih­ timalini akıllarına getirmemişlerdir. Bu ilgisizlik Eski Roma'da da sürmüştür. Barbarus bunun bir örneği. Romalılar Yunanca­ dan aldıkları bu kelimeyi birleşik bir kelime sanıp barba (sa­ kal) ve rus (taşra) diye ikiye ayırmışlar, tek parçalı Yunanca ke­ limeye " taşralı sakalı" anlamını vermişlerdi. 1 Taşralılarda gö­ rülen kaba, biçimsiz sakaldı bundan anladıkları. Köken bilgisi uzmanlarının "halk etimolojisi" dedikleri bir yakıştırmaydı bu. Barbarossa, kelimenin bir başka yazımı. Latince kelimede­ ki rus, İtalyancada her nasılsa rossa (kızıl, kırmızı) olmuş. Bar­ barossa "kızıl sakal" anlamına geliyor. Kelimenin bu hali bizi "Barbaros Hayrettin Paşa"ya getirir. Bıitannica ansiklopedisin­ de Hayrettin Paşa adının önündeki Barbarossa lakabının kızıl sakal anlamına geldiği belirtiliyor. Bu ünlü Osmanlı denizcisi­ nin asıl adının Hızır Reis olduğunu , Yavuz Sultan Selim'in ona Hayrettin (inancın, dinin hayırlısı) lakabını taktığını biliyoruz. Barbarossa'nın kızıl sakal anlamına geldiği, genellikle kabul gö­ ren bir açıklama. Bir açıklaması daha var. Tarihçi Halil İnalcık, "Midillili Ba­ ba Oruç Batı'da Barbarossa'ya çevrilmiştir, " diyor.2 Ona göre, bu lakap, Baba Oruç'un bozulmuş biçimi (başka bir kitabında, Devlet-i 'Aliyye'de de "Babaorucca" diye anar) . Oruç Reis, Hı­ zır Reis'in ağabeyi, Osmanlı donanmasının bir önceki kaptan-ı deryası. Prof. Şerafettin Turan da, TDV ansiklopedisinde, "Ba­ tılılar havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı ağabeyi Oruç'a verdikleri Barbarossa adını daha sonra Hızır için de kul­ landıklarından Barbaros diye tanınmıştır" , diyor. 1

Bkz. Özcan Başkan, Lengüistik Metodu, Marmara Üniversitesi Vakfı Yayınlan, lstanbul, 1 998, 23. not, s. 2 1 .

2

Halil inalcık, Doğu Batı, Makaleler 1, dördüncü baskı, Dogu Batı Yayınlan, ls­ tanbul, 2099, s. 246.

87

Burada üzerinde duracağımız bu iki açıklamadan hangisinin doğru olduğu önemli değil. Yaygın olan birinci açıklamaya ina­ nırsak, Yunanca "barbar"ın bugün bütün dünya dillerinde bili­ nen olumsuz anlamını; Latincedeki "kızıl sakal" anlamını doğ­ ru bulursak, bizim için hiç de anlamlı olmayan "kızıl sakallı" lakabını kabul etmiş oluruz. İkinci açıklamayı kabul etmemiz halinde ise, Baba Oruç'un Avrupalı ağzında bozulmuş biçimini Türkçeye sokmuş, benimsemiş oluruz. Üstelik, Hayrettin Pa­ şa'nın değil, ağabeyinin adı olur bu. Yıllar önce felsefeci Oruç Aruoba şunları yazmıştı: Kanımca 'Barbaros' sözcüğünün yalnız Avrupalıların (Batılıla­ rın, Frenklerin, Hıristiyanların) kullandığı bir san olduğu bi­ linmeli ve ünlü denizcimiz ya 'Hayrettin Paşa', ya da 'Kaptan­ ı Derya Hayrettin Paşa' diye anılmalı; Barbaros Meydanı, Hay­ rettin Meydanı, Barbaros Bulvarı gibi yer isimlerindeki 'Barba­ ros' sözcüğü yerine de 'Hayrettin' sözcüğü konmalıdır: Böyle bir gelişme olursa, belki Trablus yerine Tripoli' , Kudüs yeri­ ne '.Jerusalem' , Arnavutluk yerine 'Albania' deyip yazan kimi­ leri, düştükleri yanlışlığı anlarlar da , bundan sonra doğrusu­ nu kullanırlar. 3

Bu teklife elbette yürekten katılıyorum. Kanuni Sultan Süley­ man'a "Muhteşem Süleyman" denmesini nasıl kabul edemez­ sek, bu da öyle. Ben bir şey ekleyeceğim Oruç Aruoba'nın yaz­ dığına. Yeni doğan erkek çocuklarına da Barbaros adı verilme­ meli. Boğaziçi Üniversitesinde etimoloji dersi verirken, Barba­ ros kelimesinin açıklamasını bitirince, öğrencilerime, "Barba­ ros'un ne olduğunu , ne olmadığını öğrendiniz, şimdi bana söz verin, yarın evlendiğiniz zaman bir erkek çocuğunuz olursa, Barbaros adını vermeyeceksiniz ona, söz mü? . . " diye sorardım; onlar da, "Söz hocam ! " diye cevap verirlerdi. . . Kelimenin "yaban" anlamının uzantılarına devam edelim. Kuzey Afrika'da Mısır'ın Batı sınırından Atlas okyanusuna ka­ dar uzanan, göçebe Arapların yaşadığı kıtanın kuzeyindeki böl3

88

Oruç Aruoba, "Yer Adlan - Alkışlanası Bir Uygulama", Yeni Gündem, 36. sayı, 1 3-26 Aralık 1985.

gelere Latinler "yaban illeri" anlamında Barbaria, Kuzey Afri­ ka'nın bu çok eski halklanna da topluca "yabancılar" anlamın­ da Barbari derlerdi (elbette yine aşağılayıcı bir anlamda) . Arap­ ça Berberi, Latince kelimenin Arapçalaştırılmış hali olsa gerek; Berberistan da onların oturduklan yerler. Arapçadan aldığımız Acem kelimesinin "barbar"la hiçbir kök bağı yok, ama aynı anlamda olması çarpıcıdır. Acem, "Arap olmayan , anadili Arapça olmayan , konuştuğu dil anlaşılma­ yan" demek Arapçada . Bu kelime Arap olmayan bütün ulus­ lan kapsar. Ama biz İranlılara bazen Acem, dillerine de Acem­ ce deriz. "İran, İranlı, Fars, Farsça" varken dememeliyiz oysa.4 Araplar için yalnız İranlılar değil, Türkler de "Acem"dir. Fars­ çaya Acemce dediğimiz zaman da hangi dili kastettiğimiz iyi­ ce anlaşılmaz. Acemi (nisbet eki /il ile) de elbette aynı anlam­ da. 5 Ama küçük bir anlam kaymasıyla bizim bildiğimiz, "ace­ mi" ortaya çıkıvermiş, yani toy, tecrübesiz anlamına gelen keli­ me. Kelimenin derinliğine inilirse, o da "Arapların bildiğini bil­ meyen, Arapların yapabildiklerini yapamayan" anlamını verir. Nitekim, Osmanlı döneminde Yeniçeri Ocağına yazılan genç­ ler doğrudan doğruya bu ocağa alınmaz , yetişmeleri için Acemi Ocağına verilirlerdi; bu genç askerlere topluca Acemi Oğlanlar denirdi. Acemi kelimesi bugün bile Türk ordusunda aynı an­ lamda kullanılır. Askerlik eğitimi öncesinde, askerlik hayatına ayak uydurmalarını sağlamak amacıyla bir ay özel eğitim gören askerlere "acemi birliği" denir. Günümüzde çok yaygın bir biçimde kullanılan bir keli­ me var: öteki, ötekileştirmek. İngilizcedeki "other(s) " , "othe­ ring'' , "otherise" kelimelerini bu şekilde çevirdik.6 Öbür Ba4

Acem pirinci, acem pilavı, acem halısı, acem bahçesi, acem borusu (bir çiçek) gibi özel terimlerde kastedilen hep İran. Ama bunları da değiştirelim gibi abes bir şey söylemek istemiyorum burada. Aynı şekilde, Osmanlı-Türk musıkisi­ nin makamlarından acem, acemaşiran makamlarının adlan da burada üzer in­ de durdugumuz sorunun çerçevesine girmez.

5

Diyanet Vakfı lslam Ansiklopedisi 'nin "Acem" maddesinde "Acemi" kelimesi­ nin lslam peygamberinin veda hutbesinde bu anlamda kullanıldıgı belirtiliyor.

6

İngilizcede "other" (öteki) kelimesi sıfat, zarf, isim olarak kullanılır, fiil eki al­ madığı için fiil olarak kullanılamazdı. Ama değişen dünya bu kelimenin gra­ merini bozdu, fiil olarak da kullanılmasına yol açtı. Merriam-Webster'e göre,

89

tı dillerinde de var aynı kavram.7 İmdi, "barbaros" Eski Yu­ nanların; "Acem" de Arapların "öteki"si oluyor. Sözün kısası, "ötekiler"in tarihi çok eski. " Öteki" den söz açılmışken, Türkçede öteden beri kullanı­ lan bir söze değinmeden geçemeyeceğim: "müslümandan gay­ risi, müslüman olmayanlar" anlamına gelen "gayrimüslim" ni­ telemesi. Bu söz Türkçede öyle horlayıcı, keskin bir ayırımcı­ lıkla kullanılmaz, ama sözün kuruluşu bu izlenimi uyandırır. Bir de, müslüman olmayan cemaatlerin her birini asıl kimlik­ leriyle anmayıp hepsini tek kelime içinde toplamak, araların­ daki inanç, kültür farklılıklarını görmek istemediğimiz, dola­ yısıyla vatandaşlarımızı tanımaya önem vermediğimiz anlamı­ na gelebilir. Batı dillerinde barbarism diye bir dilbilimi terimi vardır. Doğrudan doğruya dilin kullanımına ilişkin bir terim olduğu için biraz etraflıca duralım üzerinde. "Dilin yerleşik kuralla­ rına aykırı kullanım, özellikle yabancı dillerin etkisiyle kura­ la uygun kelimelerin yanlış bir biçimde kullanılması anlamına gelen bir terim. Yine yabancıların konuştuğu dilin anlaşılmaz oluşundan kaynaklanıyor. Örnekler verelim. Medyatik, kombinasyon kelimeleri Türkçede; paparazzi, me­ dias kelimeleri de İngilizcede birer barbarism. Medyatik bizim icadımız (media sıfat takısı almaz) , böyle bir kelime yoktur hiç­ bir dilde. Kombinasyon güya Fransızca. Ama bu dilde böyle bir kelime yok, doğrusu combinaison (kombinezon diye okunur) . İngilizcesi olan combination ise yaklaşık olarak şöyle telaffuz edilir: kombineyşın. Öte yandan, İtalyan asıllı paparazzi bu dilde bir çoğul keli­ medir, tekili paparazzo. Bazı İngiliz gazetecilerin çoğul kelimel 985'ten bu yana fiil olarak da kullanılabiliyor. Bu kelimeyi "ötekileştirmek" biçiminde kullanmakla fiil olmayan bir kelimeyi biz de fiile çevirmiş olduk. 7

90

1970'lerde Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hava alanlarındaki pasaport kontro­ lü noktalarında iki ayn levha vardı: "EU Members" (AB üyesi ülkeler) ve "Ot­ hers" (ötekiler) . Yolcular iki ayn gişe önünde sıraya girerlerdi. "Others" levha­ sı bir hayli sevimsiz bulunduğu için olsa gerek, yıllar sonra kaldınldı, yerine daha yumuşak olan " Ali Other Passports" (öteki bütün ülkelerin pasaportları) yazıldı. Ama gişeler birleştirilmedi.

ye bir çoğul takısı daha eklediklerini görmüşümdür. Zaten ço­ ğul olan media kelimesine /-si çoğul takısı ekleyenler de vardır İngilizce konuşulan dünyada, bunlar da barbarism sayılır. Aynı dili konuşan iki toplumdan biri öbürünün dilinde mey­ dana gelen bazı değişimleri barbarism diye nitelendirebilir. İn­ giliz müstemlekecilerin Kuzey Amerika'ya yerleşmelerinden sonra konuştukları dil Britanya adalarında konuşulan İngiliz­ ceden gözle görünür bir biçimde farklılaşmaya başlamıştı. Bri­ tanyalı İngilizler gitgide değişip "Amerikanca"laşan dillerinde ortaya çıkan yeni icatlara daha on sekizinci yüzyılın başlarında barbarism diyorlardı. Aslında, pek çok dilde görülebilen, kural bozan bir değiştir­ me işlemidir barbarism. Ne var ki, başlangıçta kabul edileme­ yecek olan kurala aykırı bir kelimedeki yanlışlık, aradan uzun bir zaman geçince unutulabiliyor, böylece yanlış kullanım di­ le temelli yerleşebiliyor. Şöyle diyebiliriz: başlangıçta de facto olarak dile giren bir kelime, bir gün geliyor, meşruiyetini ilan ediyor, yani de jure mevkiine yükselebiliyor! Sosyete kelimesi­ ni Fransızcadan almışız, bir aykırılık yok bunda, ama aynı ke­ lime üzerinden, sosyetik diye, Fransızcada olmayan bir anlam icat etmişiz. "Sosyetik" de bir barbarism elbet, ama unutulmuş, sonunda Türkçe sözlüklere de girmiş. Bu kelimenin bugünkü durumu "medyatik"le aynı değil. Arapçadan, Farsçadan aldığımız sayısız kelimeyi bu iki dil­ deki kullanımlarına aykırı biçimde, anlam ve biçim değişikli­ ğine uğratmışızdır. Bu yabancı kelimeler yüzyıllar geçtikçe dil­ de yaygınlaşmış. Bu türden yanlış kullanımlara Türkçede galat, yani dil yanlışı, hatalı, kusurlu kullanım deriz. Basit dil yanlı­ şından ayrı bir özelliği var terimin. Bunu barbarism teriminin dengi sayabiliriz. Yeni Türkçede bir karşılığı yok. 1 980 önce­ sinde TDK "barbarism" karşılığında "yadsınlık" kelimesini tü­ retmişti; ama kullanan yazar çıkmadı. "Yadsımak" tan (iki an­ lamından biri "yad, yabancı saymak" ) yola çıkılarak türetildi­ ği için, burada da "yabancı"lık öğesi var. Kurala aykırı oldu­ ğu halde yaygınlaşan galat sözlere "galat-ı meşhur" denir. Ev­ rak kelimesi "varak"ın çoğuludur, birçok kimsenin hiç sakın91

madan kullandığı " evraklar" bir galat-ı meşhurdur. Dilin ku­ rallarına uygun, düzgün bir biçimde konuşulup yazılmasından yana olanlar bu gibi, kural bozucu kullanımlara hararetle karşı çıkarlar. Ama galat-ı meşhur sözler bir dilde iyice artınca onla­ rı savunanlar olur. Bilinen, yeri geldiğinde tekrarlanan bir söz vardır: "galat-ı meşhur lafz-ı lügat-i fasihden yeğdir." Yani yan­ lış olsa da yaygınlaşan sözler kurala uygun olmamakla birlik­ te, sözlüklerde, kağıt üstünde kalan kurallı sözlerden üstün tu­ tulmalıdır demek. Barbaros'un dişil hali olan Barbara pek çok dilde (İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca Lehçe, Macarca, Slovence gibi) yaygınlaşmış bir kadın adıdır. "Yabancı kadın" demek. Neden böylesine yaygınlaştığı, yabancıl (exotic) bir çağrışımı olduğu­ na bağlanıyor. Yabancıl şeyler sevilir bazen. Son yıllarda biz­ de çok yaygınlaşan, "başka, yabancı, gayri" anlamına gelen Öz­ ge'ye koşut bir durum. Özgecan, Özgehan, Özgenur gibi birle­ şik isimlerde de kullanılıyor. Latince ile İtalyancada "sakal" anlamına gelen, ama asıl kay­ nağı bilinmeyen barba Fransızcaya , İngilizceye , Almancaya geçmiş : sırasıyla barbe, beard, bart. Türkçedeki berber'in de kaynağı İtalyanca barbiere, sakalı tıraşlayan, saç kesen. İtalyan­ cadan bütün Batı dillerine yayılmış. Berber on altıncı yüzyı­ lın ikinci yarısında girmiş Türkçeye. Farsçadan gelen ser-tiriiş, Arapçadan halliik, İtalyancadan perükar kelimeleri de kullanıl­ mış berber için, ama üçü de dilden düşmüş. Barbunya hem fasulyegillerden taneli bir bitki, hem de bir balık türüdür. İkisinin de rengi aynı, pembemsi , ikisinin de kaynağı İtalyanca. Renklerinin aynı olması aynı kelimeyle ad­ landırılmalarına yol açmış sanki. Barbunya balığına barbun dendiği de olur; bunun da kaynağı İtalyanca barbone herhalde. Balığın ağzından tel tel uzanan çıkıntılar bu balığın sakalı, bıyı­ ğı gibi görülmüş belki de. Modern Yunancadaki barba Latinceden ya da İtalyancadan alınmış olsa gerek. Çünkü yine sakalla ilintili. İstanbul'da ihti­ yar Rum meyhanecilere barba denir (di) , müşteriler onlara hi­ tap ederken de aynı kelimeyi kullanırlardı. "Sakallı amca" , ya92

hut Türkçedeki "amca" gibi sıcak, samimi bir kelimedir. Sait Faik'in hikayelerinde çokça gördüğümüz gibi, lstanbulluların gözünde sevimli bir adamdır barba. İstanbullu Rumlar meyha­ necilik mesleğinde nam salmışlardı - "eski lstanbul'da" diye­ biliriz artık. Bugün bir iki Rum meyhanesi var lstanbul'da. Bir nostalji rüzgarı estirmek için olsa gerek, adları Barba . . .

93

Turunçgiller

Birçok meyvenin, sebzenin ana yurdu Çin'dir. Bu bitkiler Batı dünyasında (tabii, bizde de) bilinen adlarını Çincede değil, baş­ ka dillerde kazanıyor. Çin'den yola çıkarılan meyveyi sebzeyi ya Batıya götürüp tanıtanlar, ya Doğudan Batıya götüren güzergah üzerinde bir dağıtım merkezi olan ülke, ya da bitkiyi Çin dışında bir ülkede ilk kez yetiştirenler mührünü basıyor verilen adlara. Portakalın da ana yurdu Çin. On altıncı yüzyılda Portekiz­ li tüccarlarca Avrupa'ya getirilmiş. Portakal yetiştiren ilk Avru­ pa ülkesi Portekiz. Türkiye'ye de bu ülkeden geliyordu . Meyve Portekiz'den geldiği için Türkçede portoka!i adı verilmiş; Por­ tekiz narenciyesi ya da turuncu yani. Meyvenin Fransızca, İngilizce, Almancadaki adı ise orange. "Narenciye" nin değişime uğramış hali. Oksitanda 1 auranja, İtalyancada aranda, Venedik ltalyancasında da naranza yazım­ ları var. Portekizcedeki adı da laranj. Hepsi Doğu dillerine gö­ türüyor bizi: Arapça niiranc, Farsça niirang. !kisinin de kayna­ ğı Sanskrit niiraiıga, portakal ağacı. Kelimenin daha eski kayna­ ğı bilinmiyor. Türkçede bir Arapça sonek getirmişiz kelimeye: -iye. 'Turunçgiller"le aynı anlamda kullanıyoruz. Turunç keli­ mesi de Farsçadan geliyor; bu meyve sınıfını belirtmek için ona Oksitan (Occitan) Fransa, ltalya, lspanya'da konuşulan bir Latin dili.

94

da Türkçe -gil takısını eklemişiz. Portakalın benzeri olan mandalinanın da ana yurdu ya Çin ya da Güneydoğu Asya ülkeleri. Kelime Çince değil, Sanskrit. Kaynağı, bu dilde danışman, müsteşar, müşavir, rehber anla­ mına gelen mantri I mantrin. Hind dinlerindeki mantra terimi de bununla ilintili. Meyve anlamı Türkçeye Portekizce man­ darina kelimesinden geçmiş. Geçmişte Çinli ileri gelen devlet yöneticilerine "mandarin" deniyordu . Mandarinlerin ünifor­ ması safran sarısı rengindeki kaftandı. Kaftanların renginden esinlenilerek, turunçgillerin bu cinsine Avrupa'da on doku­ zuncu yüzyılda "mandarin portakalı" adı verilmiş. Başka an­ lamları da var mandarin kelimesinin. Birincisini gördük: Çin­ li bürokrat, seçkin, yüksek seviyedeki devlet yöneticisi. Bu an­ lamın da iki yönü var: birincisi, okumuşlar, entelektüeller, bil­ ginler anlamında. Simone de Beauvoir'ın Mandarinler adlı ro­ manı lkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra bir çıkış yolu ara­ yan bir Fransız entelektüel çevresini anlatır. Mandarin bir de "bürokrasi"nin olumsuz anlamını yüklenir. "Mandarin Çin­ cesi" ölçünlü (standard) Çincedir. Çincenin birçok lehçesi ya da ağzı var; bu ağızlarda konuşanlar birbirlerini anlayamaz­ lar. Mandarin Çincesi başşehir Pekin ile çevresinde, belli baş­ lı merkezlerde konuşulan, yazı dilinde kullanılan resmi Çince­ dir. Mandarin kelimesindeki iri ünsüzü Türkçede yerini il/ ün­ süzüne bırakmış. Farsça "servi" nin halk ağzında "selvi" olma­ sına benzer bir durum. Greyfurt, her ikisi de Asya kökenli olan tatlı portakal ile yine bir turunç cinsi olan pomelo'nun melezi olan bir meyve. llkin on sekizinci yüzyılda jamaica'da, doğal ortamda, bu iki meyve­ nin tozlarıyla döllenmiş. İngilizcesi grapefruit, yani üzüm (gra­ pe) ile meyve (jruit) kelimelerinin birleşimi. Ağacın meyveleri salkımlar halinde yetiştiği için üzüme benzetilmiş. Türkiye'de Cumhuriyet'ten sonra tanınmaya başlamış bir meyve.2 Başlan­ gıçta, bir süre greypfrut diye yazılmış. 2

Gündüz Vassaf greyfurt tohumunu Türkiye'ye ilk kez getirip eken kişinin ya­ zar Halikamas Balıkçısı olduğunu ileri sürüyor, bkz. "Greyfurtun Tarihi" , Ra­ dikal , 6 Haziran 2004. Bu meyveyi Balıkçı da yetiştirmiş olabilir, ama meyve-

95

Güney illerimizde yetişen turunçgiller ailesinden bir ağaç ile meyvesinin adı "altıntop" tur. Güzel bir ad ! Sözlüklerimiz greyf­ rut ile eşanlamlı olarak tanımlıyor. Başka şehirlerde de bilen­ ler, kullananlar var, ama yaygın değil. Greyfrutun halk arasın­ daki bir adı da "kız memesi"dir. Şemseddin Sami Kamüs-ı Fran­ sevf'de meyvenin Fransızcası olan pamplemousse karşılığında şöyle yazmış: "Meyvesi nazik ve ıtır-n:ik portakal ağacı ki mey­ vesine kız memesi tabir olunur. " Demek ki, on dokuzuncu yüz­ yılda Türkiye'de bilinmeyen bir meyve değildi. Adı da bir hayli ilgi çekici. Refik Halid Karay bu meyvenin adını her yerde utan­ madan söyleyemeyeceğimizi belirtmiş bir köşe yazısında.3 Doğ­ ru elbet, manava gidince "Ben kız memesi istiyorum" diyemez­ siniz. Bir doktor da hastalarına soğuk kış günlerinde C vitami­ ni alsınlar diye, "Bol bol kız memesi yiyiniz" diyemez. Maksadı ifade etmemesi bir yana, müstehcen bir söz etkisi bırakır. Ama bu, zamanımızın bir anlayışı. Geçmişte hiç de böyle değildi. Bu ad, halk ağzında da müstehcen miydi? Hiç sanmıyorum. Bunun gibi daha nice kelime, söz, deyim vardır halk ağzında. Zamanı­ mızda bile sade halkın günlük hayatta bunları hiç çekinmeden, rahatça kullandığını gözlemlerimle görmüşümdür. Geçmişten de bir örnek geliyor aklıma. On sekizinci yüzyı­ lın parlak bestekarlarından Tab'ı Mustafa Efendi'nin rehavi ma­ kamındaki ağır semaisinin güftesi şöyledir: "Portakal ü turunç iki memesi / Lehi şeftalünun şekerlemesi / Sineme geçti süzen-i gamze / Hep freng-i pesenddir işlemesi. " Zarafetten yoksun, ka­ ba bir güfte bu; ama bestesi güzeldir. Güftesi kaba olduğu için değil de müstehcen bulunduğu için yirminci yüzyılda hiçbir za­ man ne salon konserlerinde, ne de radyolarda okunabilmiştir.4 nin Türkçe adı Şemseddin Sami'nin Fransızca sözlüğünde bile geçtiğine gö­ re, ilk kez onun yetiştirdiği herhalde söylenemez. Ama şu olabilir: güney ille­ rimizde yetişmekte olan meyve ile bundan haberdar olmayan Balıkçı'nın yetiş­ tirdiği meyve greyfurtun iki ayn cinsi olabilir. 3

Refik Halid Karay, '"Greyfurt'un Türkçe ismi her mecliste utanmadan söylene­ cek ve manavdan ismiyle istenecek şey değildi" , Yeni lstanbul, 10 Ocak 1958.

4

Bu eserin notası güftesiyle birlikte l 930'larda İstanbul Konservatuvarınca ya­ yımlanmıştır. Bir tek icrası vardır, o da İstanbul Konservatuvarının l 930'larda yayımladığı 180 parça eserin tamamının seslendirildiği Dilrü'l-Elhan Külliya-

96

Oysa on sekizinci yüzyılda bu güftenin müstehcen bulunduğu­ na inanmak güç. Limon: ana yurdu ya Güney Asya ülkeleri ya da Çin. Doku­ zuncu-onuncu yüzyıllarda Araplarca Doğu Akdeniz bölgesine getirilmiş. Limon kelimesi çok küçük yazım değişikleriyle Av­ rupa kıtasındaki bütün dillerde kullanılıyor; kaynağı Arapça laymün / llmün; onun da kaynağı Farsça llmün. Etimolog Doug­ les Harper'e göre, bu iki kelime Sanskrit nimbü (misket limo­ nu) ile kökteş (cognate) . Limon Arapça-Farsça ama, " limonata" İtalyanca. Limondan yapılan limonçello denen limon likörü de İtalyan işi. Bergamot turunçgillerden biri. Bu meyvenin kökenini açık­ layabilmek için bugüne değin Avrupa'da birçok varsayım orta­ ya atılmıştır. "Mazisi karanlık" tı çünkü. Konu üzerindeki araş­ tırmalar sonunda gerçek ortaya çıktı sayılır: bergamot Türkçe kökenli. Bu adı taşıyan iki meyve var. Birincisi, "bey armudu" ; "Mustafa bey armudu"nun ya da "Musta'a bey armudu"nun kı­ saltılmışı. Adından da anlaşıldığı gibi bu meyve bir armut cin­ si. On sekizinci yüzyıl başlarından önce Anadolu' da birçok yer­ de yetiştirilen, sulu , tatlı bir meyve olduğu biliniyor. "Bey ar­ mudu" Evliya Çelebi seyahatnamesinde de Trabzon meyvele­ ri arasında sayılıyor. Bey armudu on altıncı-on sekizinci yüz­ yıllar arasında Avrupa'da da bilinen, İtalyanca, Fransızca me­ tinlerde adı geçen bir meyveydi. 1 6 1 6 yılında yazılı İngilizce­ ye de geçmiş. 5 İkincisi ise bildiğimiz bergamot. Bu da armu t biçiminde olan, ltalya'nın Calabria bölgesine özgü olduğu söylenen ek­ şi bir Akdeniz portakalı cinsi ya da turunçgillerden biri. Öy­ le görünüyor ki, bu turunç cinsi meyve armut biçiminde oldu­ ğu için, meyvenin Türkçe adı, yani "bey armudu" İtalyancada bergamotta'ya dönüşmüş, oradan da Fransızcaya, İspanyolcaya, öteki Avrupa dillerine geçmiş. Başka bir açıklamaya göre, hertı adlı altı disklik albümdür (Türk Musıkisi Vakfı yayını, 20 10). Burada da bir tek eserin külliyat dışında bırakılması düşünülemezdi. 5

Bkz. A. Mehmed Çalışkan, lngilizce, Fransızca, Almanca, ltalyanca, lspanyol­ ca ve Portekizcede Arapça, Farsça ve Türkçe Asıllı Kelimeler, Yenda, lstanbul, 1 996, s. 74-75.

97

gamot, bir limon ya da turunç cinsi söz konusu armuda, yani "bey armudu" na aşılanarak yetiştirilmiştir. Bu ikinci açıklama, sonucu , yani kelimenin kökenini değiştirmiyor.6 "Bey armudu"nun uğradığı ses değişimleri herhalde şöyle ol­ muştur: begarmudu I beğarmudu (eski Türkçede "bey" � (ba, keO diye yazılır; ikinci ünsüz Latin abecesindeki lg I ya da iği ünsüzlerini karşılar) > bergarmudu > bergamutu > bergamotu > bergamotta (İtalyanca) . Kelimeye bir iri sesi katılmış oluyor; bu ses, bergamot adının Bergama ile ilintili bir ad sanılmasından kaynaklanıyor. İtalyanca kelime Fransızcaya bergamote yazı­ mıyla geçiyor (bu dilde belgamot yazımı da kullanılmış) ; Türk­ çe, bu kelimeyi Fransızca söylenişiyle "yabancı" bir kelime ola­ rak ithal ediyor ! Beyarmudu bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Mağosa ilçesine bağlı bir beldenin de adıdır. Bu köyün eski adı Pergamos, yani Pergama ya da Bergama. Bir kayda göre 1 958, başka bir kayda göre 1 962 yılında bu beldeye Beyarmudu adı verilmiş. Bu değişiklik de aynı yanlışlıktan kaynaklanıyor. Be­ yarmudu beldesi ile Karaman ili , lstanbul'un Sarıyer, Antal­ ya'nın Kepez ilçeleri arasında " kardeş şehir" protokolleri im­ zalanmış. Fidancıların web sayfalarında sıraladıkları armut cinsleri ara­ sında "Mustafa Bey armudu" da yer alıyor bugün. Demek ki, bu armut hala yetiştiriliyor. Ama bu armudun eski metinlerde ge­ çen armut olup olmadığını bilemiyorum. Ne olursa olsun, ta­ rihi adının yaşatılıyor olması da sevindirici. Bey armudu konusunda bir sorun daha var. Osmanlı-Türk musıkisinin büyük bestekarlarından, Itri mahlaslı Buhurcuoğ­ lu I Buhurizade Mustafa Efendi (ölümü 1 7 1 2) , rivayete göre, çi­ çekçiliğe, meyveciliğe meraklıymış. "Musta'a bey armudu" diye anılan bir armut yetiştirmiş. Bu rivayet Itri hakkındaki nerdey­ se bütün metinlerde yıllardır anılır durur. Ama armudun bura­ da verilen tarihçesi bu rivayeti desteklemiyor. Çünkü bu armut 6

98

Beyarrrıudu ile bergamotun tarihçesi hakkında şu ayrıntılı araştırmadan yarar­ landım: Osman Coşkun, "Bey Arrrıudu'ndan Bergamot'a Bir Yolculuk" , Ulus­ lararası Sosyal Araştımıalar Dergisi, 9. cilt, 43. sayı, Nisan 20 1 6 .

ltri'nin doğmasından çok uzun zaman önce Anadolu'da yetişti­ riliyordu. Ama ille de rivayete bir nebze gerçeklik kazandırmak istersek, şöyle diyebiliriz belki: Itri o zamana değin Anadolu'da yetiştirilmekte olan, bir tesadüfle kendi adını taşıyan armudu lstanbul'da, kendi bahçesinde yetiştirmiş olabilir (mi?) . . .

99

Port, Yani Li man, Yan i Ka pı

Kelimeler dünyasındaki gezintilerimizin bir önceki durağın­ da portakal meyvesi gibi portakal kelimesinin de Portekiz'den geldiğini görmüştük. Peki Portekiz ne anlama geliyor? Ülke­ nin kendi dilindeki adı Portuguese. lber yarımadasında bir yer adı olan Portus Cale'den geliyor bu ad. Oradaki bir şehrin eski Romalılar çağındaki adı bu. Latince portus liman demek; ikinci kelime de Gal ile, Gallilik ile açıklanıyor. Ülkenin lngilizceyle Fransızcadaki adı olan Portugal kelimesinin sonundaki bileşen bunu görünür kılar. Portus Cale "Gaia Limanı" demek. Duoro ırmağının güneyindeki bu beldenin bugünkü adı Vila Nova de Gaia. Gaia'nın kaynağı, daha eski biçimi Cale. Başka bir açık­ lamaya göre, Cale, Keltçede liman anlamına gelen bir kelime­ nin türevi. Portekiz'in ikinci büyük şehri olan Porto (Oporto) da aynı ırmağın ağzındadır; o da bir liman. Bu şehir çok sevilen Porto şarabıyla adını bütün dünyaya duyurmuştur. Porto bir liman olduğu , liman da bir şehrin giriş kapısı sa­ yıldığı için Latince port kelimesi kapı anlamını da kazanmış­ tır. İthal ya da ihraç edilen malların taşındığı , getirildiği yer­ ler demek. Fiil olarak kullanılan kelimelere eklendiğinde de, "limana getirmek, limandan limana taşımak" anlamı ortaya çı­ kar. Port kelimesi başlangıçta geminin limana yanaştırılan tara1 00

fı için kullanılıyordu. Port, Galataport proj esi dolayısıyla Tür­ kiye'de herkesçe bilinen bir yabancı kelime oldu . Neden Gala­ ta Limanı denmiyor, nedeni bilinmez değil, tersine, nedeni bes­ belli ! Bu semtte açılan yeni bir otel daha proje tamamlanmadan Galataport Hotel adını almış bile. Ardından aynı adı alacak olan lokantalar, pastaneler, kahvehaneler gelecektir. Porto Rico (Puerto Rico) dış işlerinde ABD'ye bağlı, iç işle­ rinde özerk bir adanın adı. İspanyollar buraya Zengin Kapı­ sı adını vermişler. Oysa bugün bu adanın halkı hiç de "zen­ gin" değil ! Port kökünden çıkıp da Türkçeye geçmiş öteki kelimelere bir göz atalım şimdi. Transport kelimesi TDK'nin Güncel Sözlüh'üne girmiş. Gir­ memiş olsaydı bile, taşıma, nakliyat işlerinde kullanılan taşıtla­ rın üstüne, nakliyat şirketlerinin levhalarına yerleşmiş bir ke­ lime. Trans "bir yerden başka bir yere, bir yakadan öbür yaka­ ya" anlamına gelen bir önek, bir edat. Transport da "limandan limana" ya da "bir yerden başka bir yere taşıma, nakil; taşıma­ cılık, nakliyat" demek. Portal mimarlık dilinde binanın ana kapısıdır. Çok önemli, görkemli binaların cephelerinde yer alan, yapının mimari üs­ lubunu yansıtan bu anıtsal giriş kapılarına " taç kapı" da denir. Bu türden yapıların en çok dikkati çeken gösterişli bölümüdür. Portal, Genel Ağ'ın yaygınlaşmasıyla bilişim dünyasında da sıkça kullanılan bir terim oldu . Bu yeni anlamıyla İngilizce üze­ rinden Türkçeye geçen portal bir tek konuda değil, pek çok alanda bilgi akışı sağlayan yüksek hacimli web sitelerine deni­ yor. Tabii, yine "kapı" olma özelliğini koruyor. Portico henüz sözlüklerimize girmemiş olan, ama mimar­ lık metinlerde kullanılan bir teknik terim. Bu da binaya giri­ şi sağlayan bir kapı. Kemeraltı biçiminde, sütunlu ya da revak­ lı bir giriştir. Portör (Fransızca porteu r dan) : taşıyıcı; Türkçede tıp dilinde, bakteri, virüs, mikrop taşıyıcı anlamında kullanılıyor. Oportünist " fırsatçılık, fırsat düşkünü, fırsatı ganimet bilen" demek. Mehmet Bahaettin'in Yeni Türkçe Lügat'inde ( 1 924) '

1 01

"oportünizma" yazımıyla yer aldığına göre, pek de yeni bir ke­ lime sayılamaz Türkçede. Bu genel anlamıyla hala kullanılıyor dilimizde. 1 960'larda Marksizm-sosyalizm konulu tartışmalarda sık sık kullanılan bir terimdi. Sosyalist öğretideki siyasi içeriğini yete­ rince karşılayamadığı düşünüldüğü için bu yabancı kelime ol­ duğu gibi kullanıldı. Sosyalist yayınlarda oportünizm işçi sını­ fının temel çıkarlarını ve tarihi hedeflerini kurulu düzen için­ de birtakım kazanımlar, kısa yoldan başarılar elde etmek uğru­ na gözden çıkarmak, sosyalist hareket gelişirken burjuva top­ lumuna ödün vermek anlamına gelen politikalar hakkında kul­ lanılır. Terimin bu anlamı ilkin İtalyancada ortaya çıkmış, ora­ dan Fransızcaya geçmiş, oradan da Türkçeye. Oportünizm, op­ portunity / opportunite, yani fırsat kelimesinden çıkıyor. Bu ke­ limedeki port biriminin önünde bir önek var, ob-, yön bildiren bir önek. Bu Latince kelime ilkin rüzgarın yönü hakkında kul­ lanılmış, limana doğru esen rüzgar anlamında. Rüzgarın liman yönünde esmesi hayra yorulmuş. Buradan mecazi bir açılımla "en uygun zamanda gelen" anlamı türemiş. Portmanto kelimesinin kaynağı Fransızca portemanteau. Pal­ to , şapka gibi şeyleri asmak için yapılmış, raflı, bazıları aynalı askılık. Bu birleşik kelimenin ikinci birimi manteau bildiğimiz manto, 1 "kaftan" anlamında burada. Portemanteau kaftanı taşı­ yan anlamına geliyor. Fransızcadaki ilk anlamı kralın, prensin kaftanını taşıyan saray memuru , ya da kaftanın taşındığı torba. İngilizcede, açıldığında iki eşit bölmeye ayrılan seyahat bavulu , seyahat çantası anlamına uyarlanmış. Portmanteau word (portmanto kelime) Alice Harikalar Diya­ nnda yazan İngiliz Lewis Caroll'un Aynanın İçinden (Through the Looking Glass , 187 1 ) adlı eserinde türettiği bir terim. Bir dilbilimi terimidir bugün. İki ya da daha çok sayıda kelimenin kaynaştırılmasıyla türetilen yeni kelimelerdir. Örneğin, brunch (breakfast, kahvaltı + lunch, öğle yemeği) , swatch (Swiss, İsviç­ re + watch, kol saati) , motel (motor + hotel) . Tanınmış mağaza1

1 02

Manteau (manto) Fransızcada hem kadın, hem erkek giysisidir; ama Türkçede sadece sadece kadın giysisi için kullanılıyor.

lar zincirinin adı olan Migros da böyle bir kelime. Şu iki biri­ min kaynaştırılmasıyla elde edilmiş: demi, "yanın" + gros, "top­ tancılık" , yani yan toptancılık demek. "Demigros"un başında­ ki önek "de" kaldırılınca "Migros" çıkıyor ortaya. Sütlaç (sütlü aş) , güllaç (güllü aş) , kahvaltı (kahve altı) kaynaştırmaları da aynı türden kelimeler. llk iki kelime eskiden işi sesiyle tamam­ lanıyordu , içi sesi sonradan ortaya çıkmış. Tabii bunlar bilerek kaynaştırılmış kelimeler değil, konuşma dilinde kendiliğinden biçimlenen kaynaşmalardır. Bu dilbilimi teriminin Türkçede öngörülen belirli bir karşılığı yok. " Kaynaşık kelime" denebi­ lir. 2 Bu türden kelimelere neden bu ad verilmiş diye sorulabilir. İngilizcede bavul anlamına geldiği için, iki ya da üç kelimenin içeriği giyecekler gibi katlanıp tek kelimeye sığdırıldığı için. Rapor kelimesinin kaynağı Fransızca rapport. Başındaki re­ öneki geriye (doğru ) , port da taşıma , getirme olduğuna göre, bir yerden geri getirme , bir yerden haber, bilgi getirme, gön­ derme anlamına geliyor. Bir kimsenin görevli olduğu yerdeki incelemelerine dayanarak yazıp gönderdiği metin, ya da her­ hangi bir konudaki araştırma, inceleme sonucunu bildiren ya­ zı. Türkçede anlamı değiştirilen Fransızca kelimeleri derleyip inceleyen Sermet Sami Uysal, rapor bir incelemenin sonucu­ nu belirttiği için dilimizde anlam genişlemesine uğrayıp tıpta "doktor raporu " , "sağlık raporu " , "tıbbi rapor" , "rapor almak" , "raporlu" gibi sözler türemesine yol açtığına dikkati çekiyor, tıp dilindeki rapora Fransızcada certificat medical dendiğini de sözlerine ekliyor.3 Röportaj (reportage) kelimesinin öğeleri bir öncekilerle aynı. Fransızcada özel gazete haberi, habercilik demek. Gazete ha­ beri anlamı İngilizcede de kullanılır. İngilizcede ikinci bir an­ lamı var. Bir olayın araştırmaya soruşturmaya dayanan ilgi çe­ kici hikayesinin ya da bir yerin, bir kişinin dikkate değer özel2

Yakın bir geçmişte yayımlanan Dilbilim Sözlügü'nde (haz. Kamile İmer, Ahmet Kocaman, Sumru Özsoy, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 20 1 1 ) "portmanteau morpheme" terimi "alaşım biçimbirim" ile karşılandığı halde, "portmanteau word" terimine yer verilmemiş; buna da pekala "alaşım kelime" denebilirdi.

3

Bkz. Sermet Sami Uysal, Türkçede Yaratılan "Fransızca " Sözcükler - Türkçede Anlamlan Değiştirilen Fransızca Sözcükler, YKY, 20 14, s. 203 .

1 03

liklerinin gazeteci üslubuyla anlatımına dayanan bir yazı türü­ dür. Bir film ya da fotoğraf dizisi de olabilir. Yaşar Kemal'in Bu Diyar Baştan Başa adlı kitabında toplanan, daha önce Cumhuri­ yet gazetesinde yayımlanan metinleri röportaj türündedir. Mü­ lakat değildir bunlar. Oysa Türkçede "röportaj" mülakat, soru­ cevap düzenindeki gazete, dergi söyleşisi (İngilizcedeki inter­ view, Fransızcadaki entretien) anlamında, üstelik sık sık kulla­ nılmakta. Dahası, kelimenin bu anlamı asıl anlamından da bas­ kındır; Türkçede türemiş bir anlam bu. " Röportaj "ın Türkçe­ de iki anlamda birden kullanılması, TDK Güncel Sö z lük'te mü­ lakat anlamına da geldiğinin kabul edilmesi meramı zora so­ kan bir durum. Mülakat Arapça kökenli olduğu için bu keli­ meyi kullanmak istemeyenlerin Türkçeye soktukları bir anlam olduğunu sanıyorum. Arapça kaynaklı ama köklü bir kelime­ nin atılıp yerine Frenkçesinin konduğu tek örnek değil bu, da­ ha niceleri var. Porte kelimesinin kaynağı Fransızca portee. Türkçede iki an­ lamda kullanılır. Birincisi, bir işin "mali portesi" tamlamasında geçer. Yani o işin taşıma, kaldırma gücü , kapsamı. Eski politi­ kacılardan bazıları bu sözü mecliste "mali portresi" diye telaf­ fuz ederlerdi. Oysa "portre" bambaşka bir kelime; " taşımak"la hiçbir ilintisi yok. Terimin ikinci anlamı musıkide notaların yazıldığı beş yatay çizgidir. Notaları taşıyan çizgilerdir bunlar. Musıki terimlerine Türkçe karşılıklar türeten müzikolog Gül­ tekin Oransay porte için "dizek" karşılığını kullanırdı. Ben­ ce güzel bir karşılıktır. Bazı musıkişinaslar bütün musıki te­ rimlerinin uluslararası terimler olduğunu sanırlar. Oysa por­ te Fransızcadır; İngilizcesi staff, Almancası Liniensystem, İtal­ yancası rigo. Portatif, dilimizdeki bir başka Fransızca kelime . Anlamı açık: katlanarak kolayca taşınabilir duruma getirilebilen eşya. Portföy ( < Fr. porte feuille) : parter, " taşımak" + feuille, "yap­ rak, tabaka, sayfa, kağıt" birimlerinden meydana geliyor. Keli­ me anlamıyla "evrak taşıyan" . Birinci anlamı evrak taşımaya ya­ rayan, bölmeleri olan, ince çanta. Daha sonra evrakın kendisi öne çıkınca bakanlıkların resmI evrakı anlamında kullanılma1 04

ya başlamış. Çok daha sonra ortaya çıkan, yirminci yüzyıldaki anlamını biliyoruz: bir mali kuruluşun ya da bir özel girişimci­ nin yatırımlarının tamamı ya da elinde tuttuğu menkul değer­ ler (değerli kağıtlar) toplamı. Türkçede para cüzdanı anlamın­ da da kullanılıyor; cüzdan da bir " taşıyıcı" . Spor kelimesi İngilizceden geliyor. Eski İngilizcedeki des­ porter ile sport aynı anlama gelen kelimelerdi. Bu iki kelime da­ ha sonra ayrışmış. Birincisi, ikincinin eski biçimi. "Taşıma, alıp götürme" anlamı burada da var. Desporter kelimesinin başında­ ki önek (dis-) "uzağa, başka bir yere" anlamında. Desporter (da­ ha sonra disport) , sport kelimelerinin bire bir anlamı şu : "zih­ ni ciddi şeylerden uzaklaştırıp başka şeylere götüren işler. " Fi­ il olarak kullanıldığında "oyalanmak, hoşça vakit geçirmek, eğ­ lenmek" ; isim olarak da "hoşça vakit geçirmek için yapılan şey" demek. Açık havada birtakım beden alıştırmalarıyla vakit geçi­ rip eğlenmek ya da oyunlara katılmak anlamı on beşinci yüz­ yıl sonlarında; "beden hareketleri gerektiren oyun" anlamı ise on altıncı yüzyıl başlarında ortaya çıkmış. Fransızcanın etkisiy­ le kelimenin sonunda it/ sesi Türkçede telaffuz edilmiyor. " Çi­ çeksiz bitkilerde üreme organı" ya da " tek hücreli hayvanların üreme hücresi" anlamındaki "spor"un bununla hiçbir bağlan­ tısı yoktur. Son kelimemiz Babıali (Bab-ı Ali) , yani "yüce kapı" ya da "büyük kapı" . İngilizce The Sublime Porte (ya da The Ottoman Porte, kısaca The Porte) , Fransızca La Porte Sublime, Almanca Hohe Pforte Bab-ı Ali'nin bire bir, düz çevirisidir. Bu ülkelerin belgelerinde uzun zaman Osmanlı hükumeti anlamında kulla­ nılmıştır. Babıali, Osmanlı devlet yönetimini temsil eder. Sad­ razamın özel ikametgahı önceleri resmi daire olarak kullanılır­ dı. Bu konuta "kapı" denirdi. Nezaretler (yani bakanlıklar) ku­ rulmadan önce Osmanlı Devleti'nde yönetim merkezi Divan-ı Hümayun'du . Bu döneme gelinceye kadar sadrazamların devlet işlerini görmeleri için belli bir yeri bulunmadığından, Topka­ pı Sarayı'na yakınlığı dolayısıyla bugünkü Babıali çevresindeki konaklar resmi daire ve ikametgah olarak kullanılmıştı. On do­ kuzuncu yüzyıldan başlayarak Babıali bahçesi ile binaları, yan1 05

gınlar yüzünden bir iki geçici yer değişikliği dışında Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar sadaret dairesi olarak kullanılmış, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra ise burası İs­ tanbul Valiliğine verilmiştir. Valilik binasının arka bahçesinin Gülhane'ye açılan, Alay Köşkü'nün karşısındaki kapısı (yani Babıali) bugün de kulla­ nılmaktadır. Cumhuriyet döneminde Babıali, Cağaloğlu sem­ tiyle özdeşleşti, bir semt adı gibi kullanılmaya başladı. Gazete­ lerin, yayınevlerinin merkezleri bu semtte olduğundan, Babıali deyimi aynı zamanda basın dünyası anlamına gelmeye başladı; "Babıali basını" sözünde görüldüğü gibi. Valilik binasının ya­ nından geçen, Sirkeci ile Cağaloğlu arasındaki Ankara Caddesi "Babıali Yokuşu" olarak anılır. 1 980'den sonra basın kuruluşla­ rı yönetim merkezlerini sur dışına taşıdıkları için Babıali deyi­ mi tarihi bir içerik kazandı. Kapı kavramı gerek Doğu'da, gerekse Batı'da uzunca bir sü­ re devletin yönetim işleviyle ilintili olarak hem düz anlamıy­ la, hem de simgesel bir anlamda kullanılmıştır. Topkapı Sara­ yı'nın iki kapısı Biib-ı hümayun, Biibüs-saade adlarını taşır. "Pa­ şa Kapısı" veziriazamın ikametgahı, Biib-ı Meşihat da şeyhülis­ lamın resmi dairesiydi. "Devlet kapısı" deyimi Türkçede bugün de kullanılır. Babıali deyiminin bir eşdeğeri on sekizinci yüzyıl başlarında Japonya' da kullanılmaya başlamıştır. Japon impara­ torlarının eski unvanı olan Mikado bu anlamdaydı. Bu kelime­ deki mi, "şerefli" , kado da "kapı" demektir; dolayısıyla mikado , "şerefli kapı, saray kapısı, hükümdarın yaşadığı sarayın kapısı" anlamına geliyordu.

1 06

Tuz

Avrupa dillerinde " tuz" anlamına gelen kelime bu kıtada konu­ şulan hemen hemen bütün dillerde aynıdır, elbette küçük ya­ zım değişiklikleriyle. İngilizce salt, İtalyanca sale, Almanca Salz kelimelerinin yanı sıra öteki dillerde de benzeri biçimlerde ya­ zılan kelimenin kaynağı Latince sal. Bu da Hind-Avrupa kök dilinde yine tuz anlamına gelen sal kelimesine dayanır. Sadece Latin, Cermen dillerinde değil, Rus, Leh, Sırp-Hırvat, Kelt, Gal dillerinde de aynı kelime kullanılır. Türkçe tuz, Kaşgarlı Mah­ mud'un sözlüğünde geçtiğine göre, en az on yüzyıldır kullanı­ yoruz demektir. Kök dildeki sal- Yunancada hal- oluyor. Buradan türeyen teknik bir terim var: haloj en, madenlerle birleşince tuz verebi­ len elementlerden her biri. Türkçeye giren başka bir terim yok bu Yunanca bileşenden. Latince kökten türeyen en meşhur kelime salata. Çok es­ ki bir kelime aynı zamanda. Küçük yazım değişikleriyle bütün Akdeniz dillerinde kullanılır. Eski Romalılar çiğ yeşillikleri ya da sebzeleri -özellikle marul, tere gibi yapraklıları- turşu su­ yu gibi tuzlu bir sıvıyla terbiye ederler, buna herba salata, ya­ ni tuzlanmış sebze derlerdi. Salata bir kısaltma. Çiğ sebzeye ya da yeşilliğe lezzet veren terbiye edici karışımın en önemli mal1 07

zemesi tuz. Eski Roma'da çok sevilen bir soğuk yemekti. Salata Türkçeye Eski İtalyancadan geçmiştir. Modem İtalyancada sa­ lataya insalata deniyor. Latince / İtalyanca salata'ya -lık takısı ekleyip "salatalık" di­ ye yeni bir kelime icat etmişiz. Asıl adı "hıyar" olan bir sebzeye "hıyar" dememek için bu kelimeyi kullanmışız. Argodaki anla­ mı malum. Bir sebzenin, meyvenin aşağılanması herhalde çok anlamsız . Ama işte, aşağılamışız bu sebzeyi. Şemseddin Sami sözlüğünde "hıyar" maddesi karşılığında "zarafetle salatalık da denir" diye yazdığına göre, bu aşağılama hiç de yeni bir şey de­ ğil. Ben bu sebzeye hiçbir zaman aşağılayıcı bir anlam yükleye­ mediğim, çarşıda pazarda hıyara hıyar dediğim için, şu salata­ lık konusunu biraz kurcalayacağım burada. Bir şeyin adını bu şekilde değiştirmek onu aşağılamak de­ mektir. Yine de diyebilirsiniz ki, salatalık derken bu lezzetli, sa­ latada onsuz edilemeyen sebzeden özür dilemek istemişiz. Bel­ ki. Özür dilemenin ötesinde, bu sebzeyi yücelten de var. Sade­ ce bir gurme olmayan, yeme içme konularını işleyişindeki üs­ lubunu edebiyat seviyesine yükselten Refik Halid Karay salata­ lığı bakın nasıl yüceltiyor: 'Terlemesini en güzel bilen ve ken­ disine iyi yakıştıran bu sebze biçimindeki acayip meyva ! Sala­ talıklar ne tuhaftır ki ancak kabukla çıplakken terlerler. Soyu­ nan hiçbir ten, onun kadar nefis, nazik bir rayiha veremez. " 1 N e kadar değişik bir gözle bakıyor! Bir edebiyat şaheseri olan, üç cümlelik bir "hıyar kasidesi" bu ! Bu satırların yazılmasından sonra yıllar geçti, bu lezzetli seb­ ze başka bir adla da anılır oldu . Özellikle lstanbul'un meşhur Çengelköy hıyarı l 970'lerin başlarında semt pazarlarında "ba­ adem, baadem . . . " diye satılmaya başlamıştı. "Salatalık"ı da sol­ lamıştı "badem " . Bu da ikinci bir iade-i itibardı herhalde ! İs­ tanbul Üniversitesinde dilbilimi hocam Prof. Özcan Başkan bir dersimizde, bu sebzenin adının bir gün belki de unutulup ar­ tık "badem" diye anılabileceğini söylemişti. Aradan en az elli yıl geçti, "badem" de gerileme yok. Hem de sadece Çengelköy hıyarı için değil, her cins hıyar için kullanılıyor. Ama ben şuna Refik Halid Karay, "Çarşıda, Pazarda Teselli" , Tan, 26 Mayıs 1940.

1 08

da tanık oldum: bu sebzenin adını badem olarak bilen, "hıyar"ı bir sebze adı olarak duymamış olan -yalnız argodaki anlamına aşina- gençlere rastladım ! Prof. Başkan'ın öngörüsü gerçekleş­ miştir diyebiliriz herhalde ! Salamura yüzyıllar önce Türkçeye girmiş olan, Latince kö­ kenli bir İtalyanca kelime. Uzun süre bozulmadan saklamak amacıyla içine balık, peynir, asma yaprağı gibi yiyeceklerin ko­ nulduğu tuzlu suya salamura denir. Saklanan besin ile, besin­ leri bu şekilde uzun süre saklama yöntemi için de kullanılır. Arapça da içinde olmak üzere bütün Akdeniz dillerine girmiş; bir lingua franca terimi. Bir Akdeniz dili olmayan İngilizcede bile, bu dilin Eski İngilizce evresinde, 1 040 dolaylarında, soel­ meyrie yazımıyla kullanılmış.2 Türkçede en çok salamura ba­ lık, peynir, zeytin, asma yaprağı tuzlamalarında kullanılır. Sa­ lamuracı, salamuralık türevleri de var. "Salça"nın kaynağı İtalyanca salsa. Yunancası saltsa olduğu­ na göre, İtalyancadan bu dile geçmiş. Bu kelime Rumcada "sal­ ça" diye okunduğu için, Türkçe yazımı ve söylenişi Anado­ lu'da konuşulan Rumcadan etkilenmiş. Tuz burada da belirle­ yici öğe tabii. İtalyanca salçanın Fransızcası sauce. Biz bu kelimeyi de al­ mışız, ama iki kelimeyi de yanlış anlamışız. Türkçede salça bir süredir sadece domates, kırmızı biber salçaları hakkında kulla­ nılıyor. Sauce ise yeni sayılabilecek bir kullanım; kabaca söy­ lüyorum, 1 970'ten bu yana. Yirminci yüzyılın büyük bir bölü­ münde salça kelimesi sonradan "sos" denen karışımı da içine alırdı. Domates, biber salçaları dışındaki, bazı yemeklerin üs­ tüne dökülen bütün karışımlara "sos" deniyor artık. Oysa İtal­ yanca salsa ile Fransızca sauce arasında hiçbir fark yok. Eski bir metinden, eski dediğim 1 9 70 öncesinin bir metnin­ den bir örnek vereceğim. Refik Halid Karay şimdilerde "salata sosu" denen karışıma salça diyor, yıl 1 954: " ( . . . ) salçasını ma­ kinede köpürterek yaptığım bir salata vardır ki. . . "3 Balığı, eti 2

Bkz. Henry, Rern�e Kahane'ler - Andreas Tietze, The Lingua Franca in the Le­ vanı, ABC Kitabevi, lstanbul, 1988, s. 381.

3

Karay, "Bir Yaz Zevki Salata", Zafer, 4 Temmuz 1954.

1 09

terbiye etmeye yarayan sıvı yağ, baharat, sanmsak, sirke, limon suyu kanşımının da adı yine salçaydı. Bugün "bechamel sosu" ya da bechamel denen kanşıma eski yemek kitaplannda "be­ yaz salça" dendiğini görüyoruz. Doğru bir kullanımdı bunlar. Yanlış anlaşılmasın, betime giden, "sos" burada, bechamel de­ ğil, "beşamel salçası" dense üzülmeyeceğim. Sonra görünmez güçler devreye girdi ! Türkçede ikisi de aynı anlama gelen ke­ limeler ibadullah. Ama burada biraz daha garip bir durum var. Çünkü Fransızca sauce da, İtalyanca salsa da " tuzlu besin" an­ lamına gelen Latince salsa' dan türüyor. Sonuçta Türkçe bir şey kazanmış olmuyor. Salça bugün yabancılığını hiç hissetmedi­ ğimiz, Anadolu'nun en ücra köylerine kadar girmiş, çok köklü bir kelime. Oysa Türkçeye bir şey de kazandırmayan "sos" , ya­ bancılığını derhal hissettirir. Bu durum bir şeyi bir kez daha gösteriyor. Sadece mutfak te­ rimleri hakkında değil, genel olarak söylüyorum: Türkçeye ya­ bancı kelime ithal edenler bu işe girişmeden önce aynı şeyin dilimizde bir karşılığı olup olmadığını hiç araştırmıyorlar. Bu yüzden, aynı anlama gelen, aralannda en ufak bir farklılık bu­ lunmayan İtalyanca , Fransızca , Ingilizce kelimeler zamanın akışı içinde üst üste yığılmış. Bir konunun terminoloj isine el atanlann işlerinin ehli olmalannı, hele yemek kitaplan yazıyor­ larsa, bu alanın yerleşik terimlerini bilmelerini bekliyor insan. Salam'ın kaynağı İtalyanca salame. Tuzlanmış et demek. Sa­ lam ilkin ltalya'da imal edilmiş. Pek çok dilde aynı kelime kul­ lanılır. İtalyanca kelimelerden sonra Fransızcalara geçelim. Sosis Fransızcadan. Bu dildeki yazımı saucisse; okunuşuna göre al­ mışız. Sauce'dan çıktığı besbelli, " tuzlu yiyecek" demek o da. Fırınlarda, pastacılarda "baton sale" adıyla satılan, tuzlu ha­ murdan yapılan ince uzun tuzlu çubuklar vardır. Kaynağı gü­ ya Fransızca baton sale (birinci kelime İtalyancadan dilimi­ ze geçen baston ya da değneğin Fransızcası) . Oysa Fransızca­ da böyle bir kelime yok. Fransızca kelimelerle Türkçede uydu­ rulmuş. 4 4

110

Bkz. Uysal, s. 73. Konusunda çok faydalı bir eser bu .

Avusturya'nın bir şehri olan Salzburg " tuz kalesi" anlamı­ na geliyor. Mozart'ın doğum yeri olan bu şehrin (aynı zaman­ da eyaletin) içinden geçen Salzach ırmağı da " tuz ırmağı" anla­ mında. On dokuzuncu yüzyıla kadar bu ırmak tuz taşımacılı­ ğında önemli bir rol oynuyor, eyaletin ekonomisine büyük kat­ kı sağlıyordu. Son olarak, Türkçede kullanılmayan ama çok ilgi çekici bir geçmişi olan salary, salaire kelimelerine değineceğim. İngiliz­ ce ile Fransızcada maaş, ayhk anlamına gelen bu kelimeler baş­ ka dillerde de kullanılır. Roma lmparatorluğu'nun erken dö­ neminde gün başına bir avuç tuz verilirdi askerlere. Sonraları, her ay ne kadar tuz veriliyorsa, askerlere düzenli olarak o mik­ tarda tuz satın almaya yetecek para ödenmeye başladı. Ödenen tutara salarium deniyordu, yani tuz parası, tuz ödeneği. Bu du­ rum eski çağlarda tuzun bugün olduğundan çok daha önemli bir ticari meta olduğunu gösteriyor. 'Tuz parası" bizdeki " ta­ yın bedeli"ni hatırlatıyor.

111

Şurup, Şarap, Şerbet, M eşrubat

Şurup kelimesi Arapça kökenli. İngilizce syrup, Fransızca si­ rop, Almanca Sirup yine aynı kökten, ama Latince siropus üze­ rinden bu dillere geçmiş. Avrupa dillerindeki kelimelerin hepsi tatlı, şekerli sıvı, özellikle şekerkamışı suyu ; aynı zamanda tıp­ ta da yararlanılan şekerli sıvı ilaç, öksürük şurubu gibi. İngiliz­ cedeki syrupy sıfatı çok tatlı, çok şekerli anlamında. Arap dilinde sharab her çeşit içecek, meşrubat; shariba fii­ li de içmek demek. Alkollü içki anlamındaki şarap Farsçadan; bu dilde kullanılan bade de şarap demek. İran edebiyatının et­ kisi altında gelişen divan şiirinde şarap kelimesinin çok yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz. Kur'an'da alkollü içki anlamın­ daki şarap karşılığında çeşitli kelimeler kullanılmış. Şunlar bu kelimeler: hamr, sahba (kırmızı şarap) , handeris (yıllanmış şa­ rap) , habuk (akşam şarabı) , rahfk (sert kırmızı şarap) . Bu çe­ şitlilik Arap yarımadasında zengin bir şarap kültürü olduğu­ nu gösteriyor. Türkçe şerbet ile İngilizce sherbet de Arapça sharbat (içki) , shariba (içmek) kelimelerinden. Fakat İngilizceye Türkçeden geçmiş. Bizdekiyle aynı anlamda. Fransızca sorbet (aynı imlay­ la Fransızcadan İngilizceye geçmiş) ile İtalyanca sorbetto Türk­ çe şerbet'ten. Fransız mutfağında sorbet dondurmaya benze112

yen, meyve suyu , meyve ezmesi, yumurta akı, su, şeker karışı­ mı, soğuk bir tatlıdır; ayrıca, özel yemekli davetlerde yemek so­ nunda bir tatlı olarak değil, ana yemek öncesinde ya da yemek aralarında damağı temizlemek için ikram edilir. Türkçede "şerbet"i çok işlemişiz. "Şerbet gibi" (çok tatlı) , "şerbet gibi hava" (yumuşak, hoş) , "şerbetçi otu " , "şerbetle(n) mek" , "şerbetli" , "şerbetsiz" , "şehadet şerbeti" gibi mecazları­ mız var. Bazı maddelerin suda eritilmiş haline de "şerbet" deni­ yor; "kireç şerbeti" , "gübre şerbeti" gibi. Bu Arapça köken daha başka kelimeler de doğurmuş. Şunlar: Meşrubat / maşrübat. Kelimenin çoğul hali bu. Arapçada al­ kollü olmayan içkiler için kullanılıyor. Tekil hali meşrüb. Maşraba / maşrapa: çeşme gibi su içilebilecek yer yahut su veren kişi. Madeni su kabı anlamı sadece Türkçeye özgü . Meşrep / maşrap : 1 . içme edimi; 2. çeşme benzeri su içilebi­ lecek yer; 3. (mecazı olarak) aynı duyguları, fikirleri, eğilimleri paylaşan kişiler; 4. mezhep, eğilim, düşünce akımı.

113

Bozbula n ı k İ ki Kelime: Ansi klopedi , Sempozyum

Nurullah Ataç ülke aydınlarının Eski Yunanca-Latince öğren­ melerini isterdi. Bu görüşünden ömrü boyunca vazgeçmedi. Bu ülke Doğu uygarlığından Batı uygarlığına geçmişti. Batı uygar­ lığının temeli Batı dilleriydi; Batı dilleri de Yunanca ile Latin­ ceye dayanıyordu . Aydınlanınız arasında Batı dillerini su gibi bilenler vardı var olmasına, ama Batının kavramlarını bir Batı­ lı gibi anlayamıyorlardı. Fransızcayı, İngilizceyi, Almancayı bu dillerin söz dağarcığının kaynaklarını, kökenini bilmeden öğ­ rendikleri için Batının kavramlarını özümseyemiyorlar, ister is­ temez yanın yamalak öğrenmiş oluyorlardı. Ataç'ın aydınları­ mızın asıl anlamını bilmediklerinden yakındığı terimlerden bi­ ri de "ansiklopedi"ydi. Bu kelimenin ne demek olduğunu bil­ melerini isterdi aydınların. Ansiklopedi terimini daha ilkokulda öğretirler. Ama öğreti­ len, yalnızca sözlük anlamıdır. Öğretenler de bilmez aslında ne demek olduğunu , çünkü onlara da öğretmemişlerdir. Ansiklo­ pedi gibi daha birçok terim zihnimizde herhangi bir çağrışım uyandırması mümkün olmayan, tamamıyla soyut, bozbulanık kavramlardır. Ansiklopedi terimi şu iki Yunanca kelimeden çıkmış: enkyk­ lios paideia. Birinci kelimede şu iki bileşen var: an (en) , "için1 14

de" , bir edat + siklo / cyclo, "çevrim, döngü >çevre " . Bağlantı noktası: bir halka gibi çevirme, çevreleme durumu bir çevre­ yi akla getirir. İkincisine gelince, ped / paed, "çocuk" + ia, "yer" , yer bildi­ ren bir sonek, dolayısıyla çocuk yetiştirilen yer demek. İki keli­ meyi birleştirince, "çocuk yetiştirme, çocukları bir çevreye sok­ ma, onları bir çevre içinde yetiştirme, böylece bir eğitim-öğre­ timden geçirme, genel kültür edindirme" anlamlarını veriyor. Bugünkü anlamıyla "pedagoji"ye çok yakın (çocuk kelimesi bu terimde de var zaten) . Bağlantı noktası olan "çocuk" , gençleri, yetişme çağında olanları akla getirir. 1 Ne var ki, paed Yunanca­ da "oğlan, erkek çocuk" demek. Kızların da iyi yetiştirilmesi di­ ye bir hedef yoktu Eski Yunan' da. Çember gibi döngüsel, daire gibi döne döne aynı hareketi tekrarlayan, sürekli, düzenli, muntazam anlamlarındaki cyclo (İngilizce, Fransızca cycle kelimesinin kaynağı) başına konan edatla belirli bir çevreyi işaret ediyor. " Çevre" derken kastedi­ len şey, bilim, sanat, bilgili kişiler çevresi. Bu iki kelime elbette bir terim değeri taşımıyordu o zaman. Eski Yunan'da bugün an­ siklopedi diye adlandırdığımız kitaplar yoktu zaten. Yunanca el yazmalarının suretini çıkaran Latin yazıcılar bu iki kelimeyi tek kelime sanıp birleştirmişler, ama anlamlarını değiştirmemişler. Enkyklios, "her şeyi kapsayan, bir halka gibi çevreleyen, genel" anlamında; Yeni Latincede encyclopaedia ya­ zımıyla birleştirilen (ulusal dillere de bu şekilde geçen) iki ke­ lime de "çocukların, gençlerin öğrenmeleri gereken bütün bil­ giler, genel eğitim-öğretim" anlamında yorumlanmış. İngiliz­ cedeki ilk anlamı da bu: "eğitim-öğretim, talim-terbiye genel programı. " Kelime bu anlamıyla İngilizcede ilk kez 1 53 l 'de kullanılmış; Fransızcada da 1 53 2'de. Encyclopaedia terimi Yeni Latincede daha sonra, on yedinci yüzyılda, her alanda bilgi veren, konuların abece sıralamasına göre işlendiği başvuru kitaplarına uyarlanıyor. Kelime, Latin­ cede türetiliyor, ama Fransızcada, İngilizcede yaygınlaşıyor. 1

Aynı birim, Türkçeye geçen ortopedi, pedofili terimlerinde de var. Birinci terim "doğru + çocuk" , ikincisi de, "çocuk + sevme" bileşenlerinden kurulu.

115

Bu yeni terimin en tanınmış, ilk modern örneği Encyclopedie

ou Dictionnaire raisonne des Sciences, des Arts, et des Metiers ( 1 75 1 - 1 765) [ "Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaat Kollarının Açıklamalı Sözlüğü ) adını taşıyan Fransız ansiklo­ pedisidir. Denis Diderot ile jean le Rond d'Alembert'in yayım yönetmenliğinde, yüz elliyi aşkın yazarın kaleme aldıkları me­ tinlerle yayımlanan yirmi sekiz ciltlik bu büyük eser hayata bi­ lim ışığında bakışın, laik dünya görüşünün, Aydınlanma dü­ şüncesinin çok önemli bir ürünüdür. Bu büyük esere emek ve­ renler düşünce tarihinde "Ansiklopedistler" adıyla anılır. tık kez l 768'de yayımlanan Encylopaedia Britannica ikinci ansik­ lopedidir. Bu iki eser "ansiklopedi" adını taşıyan ilk başvuru kaynakla­ rıdır. Bu adı taşımayan ama aynı amacı güden, yani çeşitli ko­ nularda bilgi veren kaynak kitapların tarihi Avrupa'da da, Av­ rupa dışı dünyada da çok daha eskidir. Ansiklopedi terimi Osmanlı Türkçesine muhitü'l maarif [maarif muhiti) diye çevrilmiş. Şemseddin Sami Kamus-ı Fran­ sevl de Fransızca encyclopedie terimini tanımlarken kullan­ mış. Burada dikkati çeken, terimin Latincede benimsenen an­ lamı olan "genel eğitim" değil de, Yunancadaki ilk anlamı­ nın göz önünde tutulmasıdır. Ansiklopedi kelimesi Türkçe­ ye l 920'lerde girmiş olabilir. Mehmet Bahaettin Yeni Türk­ çe Lügat'inde ( 1 924) "ansiklopedi"yi şöyle tanımlamış: "Bü­ tün malumatın hey'et-i umumiyyesi. Bilcümle ulum ve sanayi­ den bahseden eser, muhitü'l-ma'arif. " l 930'lu yıllardan başla­ yarak Türkiye'de sayısız ansiklopedi yayımlandı; hepsi de "an­ siklopedi" adıyla. Ansiklopediler yirminci yüzyılda ulusal amaçlara da hizmet etti. Her ülke, her kültür çevresi kendi geçmişini hatırlamak, hatırlatmak, yeni kuşaklara öğretmek için ansiklopediler çı­ kardı. Günümüzde ansiklopedi basılmıyor artık. Ama ansiklo­ pedicilik tükenmiş, çağını doldurmuş bir uğraş değil. Bugüne dek çıkmış olan bütün ansiklopedileri aşan devasa bir uluslara­ rası ansiklopedi yayımlanmakta Genel Ağ'da: Wikipedia. Daha önceki ansiklopedilere girmemiş olan konuların yanı sıra her "

116

önemli yeni gelişme bu ansiklopediye bir madde başı olarak gi­ riyor. Bu sanal ansiklopedinin yerel nüshaları da var. Her ül­ ke kendince önemli bulduğu bilgiyi ekleyebiliyor, böylece gün geçtikçe daha çok büyüyor. Wikipedia 200 l 'de yayın hayatına başlamış. Kelimenin ilk biçimi WikiWikiWeb. Amerikalı bilgisayar programcısı Ward Cunnigham (doğ. 1 949) türetmiş. WikiWiki, Hawaii yerel di­ linde " hızlı" demek. Kelimenin tekrarlanması anlatıma güç katmak, yani "gerçekten de çok hızlı" anlamını verebilmek için olsa gerek. Kastedilen şey şu : "ansiklopedik malumata erişmek için çok kısa, en kestirme yol ." Çeşitli terimlerin kökeni üstüne çok hoş bir kitap yazmış olan Mark Forsyth (The Etymologicon, kon Books, Londra, 20 1 1 ) Wikipedia teriminden ne anlam çı­ kabileceğini hatırlatıyor: "Wikipedia'nın 365 milyon okuru arasında pek azı bu kelimenin 'hızlı çocuk' (fastchild) anlamına geldiğinin farkında . . . " (s. 2 1 7 ) . Sym pos i on

Sempozyum, "ansiklopedi" den de donuk, soğuk, kuru bir keli­ me. Daha ilk anda bir resmiyet havası estirir. Birtakım asık yüz­ lü insanlar kürsü gibi bir yere çıkar, herkesin anlayamayacağı birtakım lakırdılar ederler. . . Konular "akademik" denen kuru konulardır. . . Budur kelimenin uyandırdığı çağrışım. Eski Yunanların symposion dedikleri toplantı böyle bir şey değildi. Yunancada symposion "birlikte içmek, işret, işret mec­ lisi" demek. Şu iki birimden kurulu: syn / sym, "birlikte" + pi­ nein, "içmek" . Birer şölendi bu toplantılar. Şölenler genellikle akşam yemeğinden sonra verilirdi (Yunanlar yemek sırasında içki içmezlerdi) . Musıki, dans, oyun, benzeri eğlenceler, elbet­ te sohbet, şölenlerin bir parçasıydı. Eski Yunanlar fikir tartış­ malarına yiyip içerek, bir eğlenti havasında katılmaktan hoşla­ nırlardı. Sunulan eğlencelerin niteliği toplantının vesilesine gö­ re değişebilirdi. Kimi zaman, kadın, erkek ücretli çalgıcılar da­ vet edilirdi. Evin köleleri de konukları eğlendirir, onlara şarap, meze ikram ederdi. 117

Şölenlerin vesilesi değişirdi. Çoğu kez, özel günler seçilirdi. Örneğin, bir şiir yarışmasında ya da Olimpiyad2 oyunlarında kazanılan birinciliği kutlamak için bir şölen verilebilirdi. Top­ lantılar seçkin kişilerin evlerinde seçkin konukların katılımıy­ la düzenlenirdi. Toplantılara gençler de davet edilirdi kimi za­ man. Meclise ilk kez davet edilen bir delikanlı "entelektüel" bir çevreye ya da seçkinler çevresine kabul edilmiş olurdu . Eski Yunan'da eğitim-öğretim okul hayatıyla sınırlı bir etkinlik de­ ğildi. Entelektüel bir çevreye kabul edilmek herkesin elde ede­ meyeceği bir ayrıcalıktı. Yunan dünyasında uygulanan eğiti­ min özgün bir yönüydü bu . Mecliste yiyip içilirken her konu­ da sohbet edilebilir, her sorun üzerinde tartışma açılabilirdi. En seçkin sohbetler felsefi sorunlar üzerinde tartışılan sohbetlerdi. Eski Yunan dünyasının çok önemli bir toplumsal kurumuy­ du symposion. Yazılı kültür ile sözlü kültür bu dünyada iç içe geçmişti. Sözlü bildirişimin kalbi bu şölenlerde atardı. Meclis­ lerin başkişisi, tek satır yazı yazmadığı halde, dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü filozofu olan Sokrates'ti. Platon ile Xenophon'un (Ksenofon diye okuyunuz) kaleme aldıkları Symposion adlı diyaloglar ile bazı şiirler bu özel top­ lantıların niteliklerini, atmosferini yansıtır. Şölenlerden sahne­ ler Eski Yunan çağından kalan bazı resimlere de yansımıştır. Bu iki diyalogu da Türkçeye Şölen diye çevirmişiz. 3 Çevir­ menler kelimenin Yunancadaki anlamını göz önünde tutmuş­ lar; son derece yerinde bir karar. On sekizinci yüzyılın başla­ rında Batı dillerinde Yunancadaki anlamıyla kullanılan sem­ pozyum (Yunanca -ion soneki Latince kelimelerde -ium olur) , aynı yüzyılın sonlarından bu yana bilim, sanat çevrelerinin, 2

Olimpiyad kelimesini "olimpiyat" diye yazmak istemedim. Sert ünsüzlerle bi­ ten Arapça kökenli kelimelerin (Ahmed, Mehmed, Murad gibi) son sesleri­ ni Türkçede t'ye çevirip yumuşatarak Ahmet, Mehmet, Murat diye söyler, öy­ le yazarız. Ama bu durum başka dillerin isimleri için söz konusu olmamalı. Madrid'i nasıl Madrit diye yazamıyorsak, aynı durum Olimpiyad için de geçer­ li olmalı. Bu kelime bütün dillerde aslına uygun olarak yazılıyor. Olimpiyad oyunlarını düzenlemeye yıllardır talip olan bir ülkenin bu uluslararası terimi "düzeltmek"ten vazgeçmesi gerektiği kanısındayım.

3

Platon'unkini Azra Erhat ile Sabahattin Eyuboğlu, Xenophon'unkini de Bilge Umar Türkçeye çevirmişlerdir.

118

üniversitelerin düzenledikleri , bilgi, fikir alışverişi sağlama amaçlı bilimsel toplantılar için kullanılıyor. Peki buna ne di­ yeceğiz Türkçede? Batı terimlerine Türkçe karşılık ararken ke­ limelerin çoğu kez ya Yunanca / Latince asıllarının anlamları, yani kökeni, ya da yüzyıllar sonra Avrupa dillerinde kazandık­ ları son anlam göz önünde tutuluyor. İkisinden biri Türkçe­ leştiriliyor. Her ikisini içine alan, ipin iki ucunu birleştiren bir karşılık tutturulamıyor. Ama bu kelimede ipin iki ucunu bir­ leştiren çok başarılı bir karşılık bulmuşlar: bilgi şöleni. Kim bulduysa kutlamak gerek. Bilimsel toplantı bildirilerinin ba­ sıldığı bazı kitapların bu adla yayımlandığını görmek de se­ vindirici.

119

Despot, Tira n , Di ktatör

Kelimeler zamanla anlam değişikliğine uğrar. İnsanların ço­ ğu kelimelerin en son anlamlarını, yani bugünkü anlamlarını bilirler. Bu da doğaldır. Eski, geçmişi yüzlerce yıl öncesine da­ yanan kelimeleri, özellikle terim değeri taşıyanları eski bir me­ tinde gördüğümüz zaman, o metnin yazıldığı çağın söz dağar­ cığına yabancıysak, yazılanları anlayamayız. Bu bakımdan, eski metinleri okuyup anlayabilmek ciddi bir hazırlığa ihtiyaç gös­ terir. Eskinin de eskisi vardır; yüzlerce değil, binlerce yıl önce­ sinden gelen terimlerle de karşılaşabiliriz. İşimiz o zaman da­ ha da zordur. Eski metinleri bir tarafa bırakalım. Kimi kelimelerin eski an­ lamlarının daha sonraki anlamlarından ayırt edilememesi gün­ lük dilde bile anlaşmazlıklara yol açar. Niyazi Berkes bu tür­ den bir anlaşmazlığın çok ilginç , çok da eğlendirici bir örne­ ğini verir. 1 Hikaye Türkiye'nin 20 Temmuz 1 9 74 Kıbrıs çı­ karmasından bir buçuk ay kadar sonra geçer. Bir İngiliz tele­ vizyon muhabiri Kıbrıs'a gelip bir Rum kadına , "Neden kaçı­ yorsunuz, Türkler Rum yönetimi altında yaşadıkları halde siz Türk yönetimi altında köylerinizde oturamaz mıydınız? " di­ ye sorar. Kıbrıslı Rum kadın, " Hayır, asla hayır, " diye cevap Niyazi Berkes, "Yunan Trajedisi'' , Cumhuriyet, 18 Eylül 1974.

1 20

verir. Muhabir niçin peki deyince, kadın gerilerek, " Çünkü Türkler barbardır ! " diye haykırır. "Barbar" kelimesini anla­ mayan muhabir, "Barbarous mı demek istiyorsunuz , " der. Fa­ kat kadın "barbar" demek istiyorum diye cevap verir. İngiliz bu kez , "Barbarian mı demek istiyorsunuz ? " diye sorar. Kul­ landığı kelimeden vazgeçmeyen kadın, lngilizin lngilizcesini beğenmez ! Nedenini herhalde tahmin edebilirsiniz . Rum ka­ dın "barbar"ın Eski Yunancadan kalma "bizden gayri, yaban­ cı" anlamını kullanıyordu hala ! Dahası , onun küçük dünya­ sında "barbarlar / yabancılar" olan sadece Türklerdi. Kıbrıs­ lı bir Rum köylüsü olduğu anlaşılan kadın Yunanca kelime­ nin kendilerine barbarlığı kondurmayan Avrupalıların dilinde kazandığı yeni anlamlara yabancıydı. Nitekim , Rum kadın ln­ gilizin Yunancadaki cahilliğine içerlemiş gibi, bar bar bağırır ! Elbette haklıdır kadın. Az çok okumuş bir kimse olması gere­ ken bir gazetecinin (herhalde bir BBC muhabiri) bu kadar ba­ sit bir şeyi bilmemesi karşısında Sakallı Celal'in veciz sözünü hatırlamanın tam sırasıdır: " Cehaletin bu derecesi ancak tah­ sil ile mümkündür ! " "Barbar" bütün dünyada duyulmuş bir kelime olduğu halde böyle şeyler hala başa gelebiliyor. Burada barbar gibi, üç tanın­ mış, duyulmuş terimin uğradığı anlam değişiklikleri üzerinde duracağım: başlıktaki üç terim. Bunlar bugün aşağı yukarı aynı anlamda. Ama eskiden öyle değilmiş. Despotes efendi , köle sahibi efendi , evin efendisi , hakimi demek. Yine " evin efendisi" anlamına gelen Sanskrit dampa­ ti ile aynı anlamda. Her ikisi de Hind-Avrupa kök dilindeki do­ ma (ev) birimine dayanıyor; Latincede "ev" demek olan domus ile onun türevi domestic buradan geliyor. Despotes kelimesinin "-pot" kısmı bir işi yerine getirebilme gücü , yeteneği ile ilgili ( "potansiyel" kelimesindeki görülebileceği gibi) . Latince domi­ nus Yunanca terimin bire bir dengi, o da "evin efendisi" demek. Bu kökten çıkan, Türkçede bilinen kelimeler şunlar: domin­ yon (lng. dominion, Commonwealth ülkelerinin her biri) , do­ mestik, dominant, dominatrix, dame (soylu kadın) , Madonna ( "hanımefendim" demek, Despina'nın Latincesi, yine Meryem 1 21

hakkında) , matmazel (Fr. mademoiselle) , prima donna, dama (bir oyun) , domino. Şimdi Avrupa dillerinden ayrılıp kısa bir süre için "bizim mahalle"ye girelim . Latince domus ile Anadolu Türkçesinde­ ki dam (Eski Türkçedeki biçimiyle tam, tam) büyük bir benzer­ lik gösterir. Türkçede sonradan "evin çatısı" anlamında kulla­ nılan dam, daha önce "duvar, ev, oda" anlamına geliyordu . Gü­ nümüzde bu anlamı büsbütün kaybolmuş değildir. "Başımı so­ kacak bir dam" sözündeki "dam" bu anlamını açıkça gösterir. TDK'nin Derleme, Tarama sözlüklerinde kelimenin "ev" anla­ mı için birçok örnek cümle verilmiştir. Gerek anlam tutarlığı, gerekse kökendeki sese bağlılık gösteren bütün bu değişkenle­ rin en eski kaynağının Sanskrit olduğu yolunda bir ortak görüş var. Eski Uygur Türkçesinin bir sözlüğünü hazırlayan Ahmet Caferoğlu "duvar" anlamındaki " tam"ın Sanskrit " tama" dan kaynaklandığını yazmıştır.2 Gerard Clauson şöyle tanımlıyor tam kelimesini: "Başlangıçta 'duvar' (balçık ya da kerpiçten ya­ pılan) . Bu içeriğin genişlemesiyle ortaya çıkan anlamları var: toprak duvarlı bina, kerpiç yapı, mezarın üstündeki tümsek, höyük. [dam ya da tam] Osmanlı Türkçesinde çatı. ( . . . ) Osman­ lı Türkçesinde dam, tam: bina, ahır, hapishane (s. 502) . Bu ke­ limeler çeşitli Asya Türk dillerinde "duvar, oda, ev" anlamında kullanılmış. Bu ayracı kapatalım. Yunancada despotes efendi, hakim, hükümdar anlamlarında kullanılmış. Hiçbir olumsuz anlamı yok. Herhangi bir olum­ suz yönü olmadan kullanılan imparator, hükümdar terimlerin­ den farksız bir anlamı var. Aristoteles bu terimin Yunancadaki anlamını "barbar" denilen, yani Yunan-dışı Doğu (Asya) top­ lumlarının, özellikle Perslerin yönetim biçimi hakkında kul­ lanmış. Despotes onun kullanımında " tiran" , zorba anlamın­ da değil. Despotes nasıl evin efendisi ise, o toplumlarda da ül­ kenin efendisi oluyor. Böyle bir benzetmeyle kullanıyor. Asya toplumlarında despot, halkına korku salarak değil, rıza ile yö­ netir. Halk itaatkardır, hükümdarın sultasını kendi iradesiyle 2

1 22

Bkz. Ahmet Caferoglu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, TDK Yayınlan, 20 1 5 , s. 222. Caferoglu bu kökeni verirken kaynaklarını da gösteriyor.

kabul etmiştir. Meşru bir yönetimdir, meşru bir temeli vardır, babadan oğula geçer. Babadan oğula geçen yönetim yetkisi Es­ ki Yunanistan'da da meşruydu . Oysa tiranlık gayrimeşru , key­ fiydi. Kısacası, Aristoteles Asya toplumlarında bir "kerim dev­ let'' zihniyetinin hakim olduğunu anlatmak istemişti. Öte yan­ dan, bu türden yönetimlerin Yunanistan için uygun olmadığı­ nı da söylemişti. Gelgelelim, despotizm Batı Avrupa'da yüzyıllarca yanlış an­ laşılmıştır. Roma Kilisesinin din devletine karşı mücadele eden, mutlak monarşilerin her türlü denetimden uzak hüküm­ darlarını eleştiren Aydınlanma düşünürleri despotizm terimi­ ni hak hukuktan yoksun, keyfi yönetimlere uyarladıkları için despotizm bugün bilinen anlamına gelmeye başladı. Bu düşü­ nürler daha da ileri gidip "doğu despotizmi" diye bir kavram da üretmişlerdi. Yani özlemini duydukları özgürlükçü rejimle­ ri dolaylı yoldan, "doğulular" üzerinden tanımlamışlardı.3 Do­ ğu despotizmi kavramını en çok işleyen düşünür olan Mon­ tesquieu bütün Doğulu devletlerin yönetimlerini monarşiden farklı olan despotik rejimler olarak tanımlamıştır. Despotluk böylece bugünkü , en olumsuz anlamını kazandı; Türkçede de bu anlamıyla tanındı. Geçmişe, Ortaçağ'a dönelim. Batı ve Doğu Roma imparator­ lukları döneminde despot, imparatorların resmi unvanı haline geldi. Resmi belgelerde, basılan sikkelerde, bu gibi resmi bağ­ lamlarda kullanıldı. İmparatorlar dışında, prenslere, soylula­ ra, patriklere, piskoposlara da despot unvanı verildi. Doğu Ro­ ma'da zamanla en yüksek resmi unvan oldu . Eski Yunanca­ da olduğu gibi, Orta Yunancada da hiçbir olumsuz yönü yok. Modern Yunancada piskoposlara "despot" deniyor. Türkiyeli Rumlar bu terimi, Avrupa dillerindeki olumsuz anlamını akıl­ larına getirmeden, bugün bu anlamda kullanıyorlar. Demek ki, "despot"un Avrupa'da başına gelenler Yunancanın semtine uğ­ ramamış. Daha doğrusu, Yunanca doğru bildiği yolda yürümüş. Despot'un Yunancada bir de dişil biçimi var: despoina / despi­ na. "Hanımefendi, kraliçe" demek. Ortodoks dünyasında Baki3

Bkz. Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayın, lstanbul, 1986, s. 1 29.

1 23

re Meryem'in unvanlarından da biridir; ona duyulan saygıyı di­ le getirir. Ortodoks dünyasında (bu arada Türkiye Rumları ara­ sında) kadın adı olarak kullanılır. Yıldırım Bayezid'in nikah­ lı karısının (Sırp Kralı I. Lazar'ın kızı) adı Despina Hatun'du. Şemseddin Sami'nin Kamüs'unda kelimeyi bu anlamıyla, "Rum piskoposu , metropoliti" diye tanımlaması, buna karşılık, Fransızcadan Türkçeye kamusunda despote'u " Kadim Roma imparatorlarına ve muahharan ailelerine verilen nam. (mec. ) Amir-i mutlak" ; despotisme'i d e "Amiriyet-i mutlaka" diye ta­ nımlaması çok dikkate değer. Değerli yazar Türkçe sözlüğün­ de bu ülkeye sesleniyor, "despot" kelimesinin Rum-Ortodoks çevresinde ne anlama geldiğini bilmeyen yurttaşlara bu anla­ mını bildirirken, Fransızca sözlüğünde de bu dildeki anlamı­ nı veriyor. Türkçede despotizmin karşılığı "istibdat" . İstibdat uygula­ yana da "müstebit (müstebid) " denir. On dokuzuncu yüzyılda Arapçadan almışız. Arapçada "men etmek, uzaklaştırmak" an­ lamına gelen "bedd kökünden türemiş. Ferit Devellioğlu şöyle tanımlamış "istibdad" kelimesini: " l . keyfi idare sistemi; 2. ida­ rede tazyık, baskı . " Yazar şu bilgiyi de vermiş: "Arapçada 'başlı başına olma, müstakil bulunma' manasındadır. " Tiran kelimesi d e Yunancadan yayılmış, ama b u dile daha es­ ki bir dilden geçmiş. Avrupa dillerinde Aydınlanma çağından bu yana tiran, kanun kural tanımaz, halkını ezen, zalim, zor­ ba hükümdar anlamında kullanılıyor. Yunancada tyrannos hü­ kümdar, efendi demek. Kelime anlamıyla zararsız. Ama kav­ ram olarak, ülkesini kanunlarına bağlı kalarak yöneten kraldan (monarch) farklı olarak kanunla bağlı olmayan kayıtsız şartsız hükümranlık anlamındadır. İktidarı zor kullanarak ele geçiren, gayrimeşru bir yoldan ülkenin başına gelen kişiler için kullanı­ lıyordu ; iktidarı bu şekilde ele geçiren kişilerin mirasçısı ola­ rak devletin başına geçenler de gayrimeşru sayılıyordu . Eski Yunanistan' da bir kimse, özgür bir şehir-devletinin yönetimini zor kullanarak ele geçirmişse tiran diye nitelendiriliyordu. Oy­ sa monarch iktidara meşru bir yoldan (babadan oğula kuralına uygun olarak) gelen bir yöneticidir. 1 24

Eski Yunan dünyasında tiranlar sadece " tiranlar çağı" diye anılan İÖ yedinci-altıncı yüzyıllarda değil, daha sonraki yüz­ yıllarda da zaman zaman görülmüştür. Tiranlığın (tyrannos) olumsuz anlamı Perikles demokrasisinin ideal bir yönetim bi­ çimi olarak görüldüğü İÖ dördüncü-beşinci yüzyılların anla­ yışına bağlanıyor. Eski Yunan'da başka bir yönetim şekli olan aristokrasilerin geniş bir kitle tabanı yoktu . Bu yüzden, tiranlar aristokrasi karşısında ezilen yoksul halkın desteğini kazanabi­ liyorlardı (çağımızın bazı popülist otoriter rejimlerinde oldu­ ğu gibi) . Bu açıdan, tiranları "kötü adam" la bir tutmak da pek doğru değil. Sophokles'in ünlü tragedyasının Yunanca adı Oedipus Tyran­ nus. Bu oyun Avrupa dillerine " tiran" kelimesi kullanılamadan, Kral Oedipus adıyla çevrilmiştir. Çünkü " tiran" kelimesi Batı dillerinde karşılanamamış; Fransızca ile İngilizcede "kral" an­ lamına gelen roi, rex kelimeleri kullanılmış. tık Türkçe çevirisi de Fransızca, İngilizce çevirilerine dayandığı için bu eser Kral Oedipus adıyla çevrilmiş. Oysa Eski Yunan' da tiranlık krallıktan kötü bir yönetim şekliydi. Türkçede bugün " tiran" , daha çok, geçmişe dönük, eski bir terim olarak kullanılıyor, antika bir kelime gibi. Ama Avrupa dillerinde durum bildiren isim soneki alınca (İngilizcedeki "ty­ ranny" gibi) zorbalık anlamında yaygınlaşmıştır. Üçüncü terimimiz diktatör. Önce fiil kökünü görelim: dicta­ re, dicere söylemek, konuşmak, önemli bir şeyi bildirmek de­ mek. Ham anlamıyla "konuşan, söyleyen, yetkisini kullanarak konuşan, dediğini yaptıran" demek Latince dictator. Terimin Latince kökü daha pek çok kelimede kullanılmıştır. Bu terim de eskiden farklı bir anlamdaydı. Kelimenin ilk an­ lamı Eski Roma'dan . "Despot" gibi onun da başlangıçta kö­ tü bir anlamı yoktu . Roma Cumhuriyeti'nde dictator, senato­ nun tavsiyesi, bir konsülün (en üst seviyedeki iki devlet yetki­ lisinden biri) kararıyla, magistratus denilen yüksek rütbeli dev­ let yöneticileri arasından uygun görülüp geçici olarak atanan, gerek devletin yönetiminde, gerekse yargı işlerinde olağanüstü yetkileri olan bir resmi görevliydi. Diktatörlük kanunlara daya1 25

lı bir devlet kurumuydu . ltalya'nın Latin şehir-devletlerinin ba­ zılarında geçici olmayan resmi bir görevdi. Fakat Eski Roma'da ancak ordu içinde kargaşa, ülkede iç karışıklık gibi bunalım­ larda başvurulan bir olağanüstü hal uygulamasıydı diktatörlük. Diktatörlüğün devleti tehdit eden bir güç haline gelmesini ön­ lemek için, diktatör olarak atanan kişinin yetkilerini sınırlan­ dıran sıkı kurallar konmuştu . Diktatörün görev süresi altı aydı. Ayrıca, yetkisini ancak öngörülen sınırlar içinde kullanabilirdi. Görev süresinin sonunda da çekilmek zorundaydı. Dictator Roma' da Cumhuriyet döneminin kapanmasıyla bir­ likte olumsuz bir anlam kazanmaya başlamıştı. İngilizcede Ro­ ma dönemine özgü bir uygulamanın adı olarak kullanılmış il­ kin. On yedinci yüzyılın başında yetkisi sınırsız, iktidarın mut­ lak hakimi anlamını kazanmış. Fakat diktatörlüğün olumlu bir şey mi, olumsuz bir şey mi olduğu sorusunun cevabının daha uzun bir süre verilemediğini görüyoruz. On dokuzuncu yüzyıl­ da bile sorunun kesin cevabı hala verilememişti. Yüceltilen dik­ tatörler vardı bu dönemde. Ama biraz daha zaman geçince kötü bir şey olduğu fikri öne geçti. Nitekim, bazı ülkelerde, devletin başındaki kişinin yetkisini kötüye kullandığını ileri süren mu­ halefet önderlerinin yönetimi suçlamak için kullandıkları bir yergi sözü oldu . Öte yandan, "iyi diktatör"lerden de bahsedili­ yordu . Tarihte "iyi despot" , "iyi tiran" olarak görülen hüküm­ darlar çıkmışsa da , despot, tiran terimlerinin anlamında bu­ gün hiçbir kararsızlık yok. Aynı şey "diktatörler" için söylene­ miyor. Bugün hiçbir Batı Avrupa ülkesinde, Kuzey Amerika'da kimse diktatörlüğü açıkça savunmaz. Ama yüzyılların diktatör­ leri tek tek ele alındığında kimilerinin iyi bir devlet adamı ola­ rak anıldığını görmezlikten gelemeyiz. On dokuzuncu yüzyılda demokrasi yaygın bir yönetim biçimi değildi, ama demokrasi­ nin geçmişe göre çok geliştiği yirminci yüzyılda bile "iyi" dikta­ törlerden bahsedilebilmiştir. Özellikle bazı Avrupalılarla Ame­ rikalılar demokrasi fikrinin gelişmediği toplumlarda ortaya çı­ kan kimi diktatörleri "bizde olmaz, ama onlar için iyidir" diye düşündüklerinden olacak, beğenir, överler (Aristoteles'in des­ potlar hakkındaki görüşüne benzer bu) . Bir görecelik var kav1 26

rama yaklaşımda; terimin yorumundaki farklılık buradan ge­ liyor. Bu yorumların baskısından sıyrılmak pek kolay değil. Ama şunu söylemeliyiz: diktatörlerin insan olarak mutlaka bi­ rer "kötü adam" oldukları söylenemez; "iyi insan" olmaları da pekala mümkün. Yönetimleri sırasında halk katında çok da se­ vilmiş, saygı görmüş olabilirler. Ama şunu da görmeliyiz: dik­ tatörler yönettikleri toplumların bir kesimini verdikleri keyfi kararlarla bir süre için hoşnut edebilir, ne var ki, muhalifleri­ ni baskıyla susturdukları, kanun kural tanımadıkları için top­ lumun temel sorunlarını ister istemez göz ardı ederler, dertlere köklü çözümler getiremezler. Açıkça dile getirilemeyen temel sorunlar bu yüzden bir köşede biriktikçe birikir. Nitekim, dik­ tatörlerin çoğunun ölümünden sonra, birikmiş sorunlar bir an­ da görünürlük kazanır, toplumun gerçek durumu gün gibi or­ taya çıkar. Dolayısıyla, sürdürülebilir, yaşatılabilir bir rejim de­ ğil diktötörlük . . .

1 27

Aristokrat

Okuduğumuz metinlerde olsun, dinlediğimiz sohbetlerde ol­ sun, şu sözlerin zaman zaman kullanıldığını görmüş, duymu­ şuzdur: "aristokrat aile" , "aristokrat adam" , "Osmanlı aristokra­ tı" , "İstanbul aristokrasisi . . . " Bu yanlış söze niçin ihtiyaç duyu­ lur? lki nedeni olabilir bunun. Birincisi, Avrupa'ya özgü bir ol­ gunun, bir akımın, bir eğilimin bizde de olduğunu , Batıdan ge­ ri kalır bir yanımız bulunmadığını iddia etmek gibi eski bir has­ talığımız olmasıdır. Aslında derin bir konudur bu, ama burada konumuz bu değil. lkinci neden ise, düpedüz bilgisizliktir. Yönetim biçimlerini adlandıran terimlerin tamamı değilse de tamamına yakını Eski Yunan dünyasından geliyor; bir önceki yazımda ele aldığım despotluk, tiranlık dışında , monarşi, oli­ garşi, demokrasi terimleri gibi. Aristokrasi de bunlardan biri. Aristos, "en iyi" + kratos, "yönetim, iktidar" birimlerinden kurulu Yunanca aristokratia " en iyilerin iktidarı" demek. Bu terim Platon ile Aristoteles'te geçer. Devlet diyalogunda Sok­ rates devlet şekillerini anlatırken şöyle der: "Baştakilerden biri ötekilerden üstünse, buna monarşi; baştakiler birbirlerine eşit­ se aristokrasi, yani en iyilerin yönettiği devlet. . . " Sokrates "en iyi" yurttaşların yönetimi derken filozofların yönetimini kaste­ diyordu. Filozoflar aklın yolunda yürüyen, bilgi, hakikat arayı1 28

cısı kişiler olduğu için toplumu en iyi biçimde yönetecek olan­ lar onlardı. Devlet diyalogunun büyük bir bölümü bu ideal dev­ letin güdeceği politikalara, gençlerin nasıl yetiştirileceği konu­ larına ayrılmıştır. Platon'un Devlet Adamı (Politikos) adlı diya­ loguna katılanlar da kullanır bu terimi. Bu terim Aristoteles'te de hemen hemen aynı anlamdadır. Po­ litika adlı metninde "aristokrasi, yani en iyilerin yönetimi deni­ len, herkesin erdemine ve liyakatine göre ödüllendirildiği yö­ netim şekli. . . " diye tanımlar. Aristokrasi gerek akılca, gerekse ahlakça üstün kişilerden kurulu bir azınlığın toplumun tama­ mının yararını gözeterek yönetmesidir. Oysa monarşi tek kişi­ nin, demokrasi ise ayaktakımının yönetimidir. Aristokrasi bo­ zulursa yerini oligarşi, yani yine bir azınlık yönetimi alır; oli­ garşilerde yönetim zenginlerin , demokrasilerde yoksulların elindedir. Oligarşiler demokrasiden de aşağı seviyede yönetim­ lerdir. Bu büyük düşünürün adının anlamı da ilginçtir: aristos, "en iyi, en uygun" , telos ise "amaç, erek, hedef' demek, dolayısıy­ la adı "en iyi amaç" anlamına geliyor. Bu birleşimin ikinci biri­ mi teleology (ereksellik, erekçilik) teriminde de kullanılmıştır. Aristoteles ideal devletini kendi adıyla tanımlamış, istediği dev­ let şekli "ismiyle müsemma ! " Eski Yunan'daki aristokrasi teriminin anlamı Avrupa dille­ rindekine benzemiyor. Yunanca aristokratia on altıncı yüzyıl­ da Latince üzerinden Fransızcaya, oradan da İngilizceye geçi­ yor. O zaman iki anlamda kullanılıyor: ilki Yunancadaki an­ lamı, monarşinin karşıtı. İkincisi "ayrıcalıklı sınıf' . Bir yüzyıl sonra, aristokrasi artık bir yönetim biçimini adlandırmak için değil, sadece ayrıcalıklı sınıf anlamında kullanılmaya başlıyor. On sekizinci yüzyılda, özellikle Fransız ve Amerikan devrim­ lerinin etkisiyle "demokrasi" nin karşıtı anlamını kazanıyor. O halde, Aristoteles'in aristokrasinin bozulmuş biçimi diye ta­ nımladığı oligarşi kavramı üzerinden yürütülünce çıkıyor teri­ min Avrupa'daki anlamı. Yunanca aristokratia'ya dayanarak Fransızcada aristocrate te­ rimi türüyor, oradan İngilizceye geçiyor; aristokrasiden yana, 1 29

yani oligarşi yandaşı anlamında. Aristocrat on dokuzuncu yüz­ yılda bu Fransızca telaffuzuyla Türkçeye de geçiyor. Aristokrasiler, yani soylular sınıfı Avrupa toplumlarına öz­ gü . Feodal düzenlerde ortaya çıkan hakim sınıftır (Avrupa'da feodal monarşilerden merkezi -mutlak- monarşiye geçildik­ ten sonra da varlığını sürdürdü) . Kendi içinde bir hiyerarşi­ si vardır; kont, baron, dük gibi mertebelere ayrılır. Feodalizm bir üretim tarzıdır; bu temel üzerinde toplumsal-siyası: bir ör­ gütlenmedir. Toprakta özel mülkiyete dayanır. Feodal toplum­ ların adem-i merkeziyetçi bir yapısı vardır, merkezdeki devlet otoritesi zayıftır. Oysa Osmanlı düzeni merkeziyetçidir. Osmanlı toplumunda aristokrasi hiçbir zaman var olmadı. Osmanlı düzeninde top­ rakta özel mülkiyet hakkı yoktu. Bütün bir Osmanlı mülkü sul­ tanındı. Toprak üzerinde ancak tasarruf hakkı, kullanma hak­ kı kişilere verilebilirdi. Siyaset tarihçileri, iktisat tarihçileri Os­ manlı düzeninin feodalizmle açıklanamayacağında birleşmiş­ lerdir. Fakat Osmanlı düzeninin ne olduğu sorusuna kesin bir cevap da verilememiştir. Çeşitli kuramlar (Asya tipi üretim tar­ zı, hidrolik toplum gibi) ortaya atılmışsa da, bunlar birer varsa­ yım olarak kalmıştır. Türkiye'de birçok kimsenin feodalizm ile derebeyliği bir tut­ ması yaygın bir hatadır. Bazı yazarlar, öyle sanıyorum ki, sırf Türkçe olduğu için derebeylik terimini tercih etmişler. Orta­ öğretim tarih kitabımızda Ortaçağ Avrupa'sının anlatıldığı bö­ lümde, derebeyliğin feodalizm anlamına geldiği yazılmıştı, iyi hatırlıyorum. TDK Sözlüğü ile Kubbealtı Lugati'nde de dere­ beyliğin feodalizm ile bir tutulduğunu görüyoruz. Oysa bun­ lar çok önemli yönlerden birbirinden ayrı düzenlerdir. Feoda­ lizm Avrupa'ya, derebeylik ise eski despotik Doğu toplumları­ na özgüdür. Feodalizm, kapitalizm öncesinde var olan, yüzyıl­ larca sürmüş olan bir üretim tarzıdır; belirli kuralları, ilkeleri vardır, bir düzen, bir sistemdir. Oysa derebeylik keyfi bir uygu­ lamadır. Derebeyinin Türkçede mecaz yoluyla zorba, zalim an­ lamına geldiği unutulmamalı. Şimdi biraz tarih bilgisine ihtiyacımız olacak. Osmanlı dev1 30

}etinde timar düzeninin bozulmasıyla miri araziler (devlet ara­ zileri) "iltizam" yoluyla (bir kişinin devlete ödenmesi gereken vergileri toplayıp belirli bir yıllık bedel karşılığında bu işi üze­ rine alması" , bir çeşit ihale) işletilmeye başlamıştı. lltizam uy­ gulamasının yaygınlaşması, on sekizinci yüzyılda mültezimle­ rin miri arazileri fiilen ele geçirmesine yol açmıştı. Ayan deni­ len başına buyruk kişiler merkezi devlete kafa tutabilecek de­ recede güçlenip büyük bir yerel nüfuz kazanmışlar, bazıları bi­ rer hanedan kurmuşlardı. Ne var ki, merkezden kopuş ya da özerkleşme ile kendini gösteren bu yeni düzen feodalizme yol açmadı. Bir çeşit derebeyliğe yol açtı sadece . Derebeyi denen kişiler de yeterince güçlenemedikleri için merkezi devletle iş­ birliği eden ayanlar değil, palazlanan ayanlardı yalnızca. Sultan 11. Mahmud'un bu düzeni ortadan kaldırıp merkezi yönetimi eski gücüne kavuşturduğunu biliyoruz. Mehmet Zeki Pakalın'ın derebeyi terimini çarpıtılmış anla­ mını dikkate almadan, iktisat tarihçilerinin açıklamalarına uy­ gun bir biçimde tanımlayıp ansiklopedik sözlüğüne geçirmiş olmasının bir değeri var. " Derebeyi" maddesinin sadece ilk cümlesini anmak yeterli: "XVIIIinci asır başlangıcından itiba­ ren Anadolu'da kendi başlarına buyruk kesilen ve hükumetin memuru iken tedricen vassalı haline gelen nüfuz ve kudret sa­ hipleri hakkında kullanılır bir tabirdir. " 1 Artık sadede gelelim. Türkiye'de hiçbir zaman aristokrat ol­ madı. On dokuzuncu yüzyılda aristokrasi karşılığında "zade­ gan" kelimesi kullanılmış Türkçede. Yersiz bir türetme. Tür­ kiye'de olmayan bir şey için kelime türetilmesi anlamsız. Oy­ sa asfl öyle değil; öteden beri kullanılıyor Türkçede, ama "aris­ tokrat" karşılığında değil; "sağlam, köklü, terbiyeli, edepli kişi" anlamında. Buna bağlı olarak, "asilzade" köklü , temiz, görgü­ lü bir ailenin çocuğu demek. "Asil"in Türkçesi olan "soylu" da "aristokrat"ı akla getirmez. Bir de, "başkasının vekili olarak de­ ğil de kendi adına hareket eden" anlamı var, "asil üye" sözün­ de olduğu gibi. "Necib" de, soyu sopu temiz anlamına geliyor. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 1. cilt, MEB Yayınlan, lstanbul, 1993, s. 425.

1 31

Osmanlıda en namlı, en muktedir sadrazamın bile mülkiyet hakkı yoktu . Sadrazamlık mührü elinden alınınca siyasi gücü de kalmazdı. Öyleyse bu terim Türkçede kullanılmamalı. Teri­ min mecazi anlamını kastederek kullanıyorsak, Türkçede baş­ ka kelimeler var; "asil, asilzade, soylu kişi" gibi sözler var (es­ ki Türkçedeki "necip" de aynı anlamdaydı) . Avrupa'da aristok­ rat sınıflar için en büyük değer, burjuva toplumunda olduğu gi­ bi para değil, şövalyelik, yiğitlik, mertlik, şan şeref gibi değerler­ di. Ama nicedir, bunlar sadece aristokratlara özgü değerler ol­ maktan çıktı. Bugün sadece prenslerin, prenseslerin, kontların, şövalyelerin değil, sadece varlıklı kişilerin de değil, en sade, çok yoksul yurttaşların da "asil" , "soylu" davranışlarla yücelebildik­ lerini görüyoruz. Bu kelimeler artık bir sınıfın değil, her sınıftan tek tek insanların davranışlarım tanımlayabiliyor.

1 32

Ev

"Ekonomi" terimindeki eko da, nom da Yunancadan. İkinci bi­ leşenin aslı olan nomos "kanun, kural, düzen, nizam" demek. Türkçedeki namus kelimesinin kaynağı. Bu kelimeyi bir son­ raki yazıya bırakacağım. Birinci bileşen olan oikos , ev, yaşa­ nan yer, konut, yerleşim demek. En eski kaynağı Hind-Avru­ pa kök dilinde "klan, oymak, boy, budun" anlamına gelen *we­ ik 1 - kökü. Bunun "kanun"la ne ilintisi olabilir? "Aile" den da­ ha büyük, klan denen toplulukların herhalde kendine özgü ka­ nunları, töreleri vardır; buradan filizlenmiş olsa gerek. İngiliz­ ce-Fransızca village (köy) kelimesi buradan çıkmış, Villa da buradan, köy evi demek. Töre, klan, köy, köy evi . . . Birleştirici bir şeyler söylemiyor mu? Çekirdek anlamı daha iyi görüyoruz. "Ekonomi"nin Yunancadaki ilk anlamı "ev idaresi, tutum­ luluk" . Bugün bu anlam kaybolmuş değil. "Ekonomi" aynı za­ manda tutumluluk demek. Türkçesi, Arapça kökenli iktisat. İktisat kelimesinde de aynı anlam var: tasarruf, geliri gideri ida­ reli bir şekilde kullanma, tutum. Tutumlu olana eskiden, çok değil elli yıl önce "muktesit, iktisatlı" denirdi. "Ev idaresi, tu­ tumluluk" anlamı "bir toplumun servetinin, mali kaynakları­ nın idaresi"ne dönüşünce modern anlamı çıkıyor ortaya. Bu anlamın ortaya çıkması on yedinci yüzyıl ortalarını buluyor. 1 33

Yeni bir bilim ekonomi. Bu bilimin babası olan İskoç Adam Smith on sekizinci yüzyılda yaşadı. Milletlerin Zenginliği (We­ alth of Nations) adlı baş eseri l 776'da yayımlandı. "Ekonomi" bütün Latin, bazı Cermen dillerinde kullanıldığı gibi , şu Slav dillerinde de kullanılan çok yaygın bir terim oldu : Rusça, Ukraynaca, Bulgarca, Sırpça-Hırvatça, Boşnakça, Make­ donca. Yunancası oikonomia. Yunanca Batı Avrupa'ya verdiği kelimeyi yeni anlamıyla ithal etmiş oldu ! Avrupa dillerinin ço­ ğunda baştaki /o/ ünlüsü düşer; Almancasında (oikonomie) baş­ taki /o/ ünlüsü de kaybolmaz. Türkçede bu yeni bilim için iki terim var: iktisat, ekonomi. Böyle eşanlamlı çiftler dilin başına dert açar. Hangisini kulla­ nalım diye düşünmek zorunda kalırız. Herhangi bir ince anlam farkı taşımıyorlarsa, ben daha eski olanı tercih ederim. Çünkü kullanım kolaylığı vardır, yan-anlamlar, mecazlar da türetmiş olabilir. Burada bir şey daha var. İktisat bilimi ile uğraşanlara iktisatçı deriz. Ama ekonomi ile uğraşanlara "ekonomist" deni­ yor. Ekonomi terimini tercih ettiğiniz zaman bu -ist takısını da kullanmak zorunda kalırsınız. "İktisatçı"daki "-çı" ekiyle "eko­ nomici" diyemiyorsunuz. Sıfatını (ekonomik) kullanınca da is­ ter istemez -ik takısını alırsınız. "İktisadı" sıfatındaki eki sev­ meyenler vardır; ama tarihi, askeri, dini sıfatlarında, daha bir­ çok sıfatta yüzyıllardır kullandığımız için yabancı gelmiyor ba­ na. Frenkçe ik- daha mı yakın sanki bize ! Ekoloji: düz anlamıyla "evlerin, barınılan, yerleşilen, yaşanı­ lan yerlerin incelenmesi" . Alman hayvan bilimcisi Emst Haec­ kel 1870'te türetmiş. Onun ekoloji ile kastettiği bilgiler hayvan­ ların, bitkilerin "habitat"ı, yani doğal mekanıydı, doğal çevrey­ le ilişkileriydi. Çevre kirliliğine karşı çıkılması bağlamındaki anlamı 1 960'larda kullanıma girdi. Emst Haeckel'den çok da­ ha sonra, 1 935'te, Britanyalı botanikçi Arthur Tansley'in türe­ tip teklif ettiği, hemen hemen aynı anlama gelen bir terim var: ecosystem. Kısaca tanımlanırsa, belirli bir bölgede yaşayan can­ lılar ile bunları saran çevrenin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen, süreklilik gösteren doğal sistemdir. Dikkat edilirse, eko­ loji, ekosistem terimlerindeki eko bileşeni ekonomi, yani ikti1 34

sat kavramından çıkmıyor; kelimenin en eski anlamına, Yu­ nanca oikonomia kelimesindeki "ev, hane, barınak" anlamına yaslanıyor. Kelimeler tarihleri boyunca anlam değişikliklerine uğrar, ortak dildeki anlamları genişler, başlangıçtaki anlamları sonraları bulanıklaşır, hatta nerdeyse görünmez olur. Ama bi­ lim dilinde pek de böyle olmuyor. Terim türeten bilimciler, uz­ manlar çoğu kez köklere iniyor, Yunanca-Latince anlam özleri­ ne yöneliyorlar. Ekoloji, ekosistem terimlerinden yeni "eko"lar türeyebiliyor. İngilizcede , "ev, hane , barınak" özünden ecos­ phere (ekosfer) , ecotour (ekotur) , ecotourism (ekoturizm) , ecof­ riendly (doğal çevre dostu) anlamlarına gelen yeni terimler tü­ retildi. Bunlardan ekoturizm Türkçede de kullanıma girdi. Ekümenik / ökümenik ( [ o ] ecumenical (ism) , [ o ] ecumeni­ cism) . Özellikle Amerikan İngilizcesinde baştaki /o/ sesi düşü­ rülür. Eski Yunancadaki özel anlamı "yaşanan yerler" , Barbar­ ların değil de, Eski Yunanlar ile, medeniyette daha ileri gittik­ lerine inandıkları komşuları olan halkların yerleştikleri yerler. Eski Roma çağında " Romalıların yaşadıkları dünya" oluyor. Hıristiyanlık çağında ekümeniklik, "bütün kiliseleri çatısında toplayan, barındıran" anlamına geliyor. Birinci anlamıyla, Hı­ ristiyanlığın farklı mezhepleri ile cemaatlerini birleştirme ya da iş birliği kurma amacını, Hıristiyan birliğini dile getirir. İkinci anlamı, pek çok kiliseyi temsil eden en yetkili, merkezi kilise. Eski metinlerde "cihanşümul" diye karşılanmış. Bugün de "ev­ rensel" denebilir. Doğu Ortodoks Kilisesi, bugünkü yaygın adıyla "Rum Orto­ doks Kilisesi" , Ortodoksluk eski adıyla Konstantinopolis'te do­ ğan bir mezhep olduğu, bu mezhebin ilk kilisesini kurmuş ol­ manın saygınlığını taşıdığı için, ekümeniktir, Ortodoks dünya­ sının merkezi kilisesidir. Fener Rum Ortodoks Patrikhanesinin resmi adı da İstanbul Ekümenik Patrikhanesidir. Ekümenik un­ vanı son otuz yıldır Türkiye'de dar, kaba siyasete alet edilmek­ te, kilisenin bu tarihi unvanı yok sayılmak istenmektedir. Oysa bu unvanı tanımamak nesnel olarak mümkün değil. Çünkü 325 yılından, yani bin altı yüz doksan altı yıl öncesinden gelen bir unvan bu. Fener Rum Patrikhanesi Cumhuriyet kanunlarının 1 35

güvencesi altında Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde varlığını sürdüren, Vatikan gibi ayrı bir devlet olma amacı bulunmayan, Doğu Ortodokslarını çatısında toplayan kadim bir din kurumu ; ekümeniklik de dünyevi işlerle hiçbir ilintisi olmayan, din dün­ yasına özgü bir terimdir. Türkler daha Anadolu'ya ayak basma­ dan, 325- 787 yıllan arasında toplanan ilk yedi Hıristiyan kon­ sili "ekümenik" unvanını taşıyordu . Hıristiyanlık dünyası adı­ na önemli kararların alındığı bu ilk yedi konsil İznik (iki kez) , Efes, Kalkedon (Kadıköy) , Konstantinopolis (üç kez) şehirle­ rinde toplanmıştı. İstanbul'daki Ortodoks Patrikhanesi Osmanlı döneminde de ekümenik sıfatını kullanmıştı. Tarihi bir gerçek bu. Demek istediğim, bunun böyle olması bu şehirlerin, yani bu ülkenin devraldığı tarihi, kültürel mirasın zenginliğini gösteren değerlerden biridir. Bu gerçeği inkar etmeye, unutturmaya kalk­ mak bu ülkeye ne kazandıracaktır, onu sormak lazım. Son kelimemiz anahtar. Yunancadan gelen birçok kelime gibi bu da yabancılığını hissettirmez . Yunanca yazımı anik­ tiri. Bileşenleri şöyle: ana, "geri, gerisin geri" , oikein de yine "ev" . Anahtar şu demek oluyor: gerisin geri eve; kullananı evi­ ne döndüren. Bana kalırsa Türkçe kokan bir kelime. Ama ay­ nı kokuyu almayanlar da var. Türkçede birkaç anlamı olan "aç­ kı" kelimesinin bir anlamı da anahtar. Çok eski metinlerde ge­ çiyor. Hamit Zübeyr'le İshak Refet'in hazırladıkları Anadilden Derlemeler'de ( 1 932) Safranbolu'da anahtar anlamında kulla­ nıldığı belirtiliyor. Eski Anadolu Türkçesinde var. Yeni Türk­ çede dar bir çevrede kullanıldığını sanıyorum. Örneğin, Yaşar Kemal Ağrı Dağı Efsanesi'nde kullanmış. Demek ki Çukuro­ va'da da kullanılıyor. Halk dilinden bir roman dili çıkaran bir yazara, hele bu eserine yakışmış "açkı" . Bu kelimeyi sevemedi­ ğim halde burada hoşuma gitti doğrusu . Öztürkçe musıki te­ rimleri türeten, bunları yazılarında da kullanan değerli müzi­ kolog Gültekin Oransay "sol anahtarı" yerine "sol açkısı" der­ di. Onun öğrencileri de aynı terimi kullandılar. Oransay'a çok saygım olduğu halde "sol açkısı"nı sevememişimdir. 1 980'lerde, Fındıklı'dan Karaköy'e giderken sağ kolda , St. Benoit Lisesi civarındaki bir dükkanın tabelası şuydu : Açkı1 36

cı işliği. Bu alışılmamış tabela yazar Osman Balcıgil'in de dik­ katini çekmişti; Balcıgil dükkanı işleten kişiyle görüşüp Yeni Gündem dergisinde ilginç bir söyleşi yayımlamıştı. Görmüştük ki, bu kelime o tabelaya boşuna yazılmamış. "Açkıcı" , anah­ tarcı; "işlik" de atölye anlamındaymış. Çok sıkı bir öztürkçe­ ci çıkıyor adam . Farsça "çilingir" kelimesini de kullanmıyor. "Türkçü"ymüş "açkıcı" . Türkçü olduğu için öztürkçeciymiş. 1 960 sonrasının dil kamplaşmasında benzeri olmayan bir tu­ tum. Yazar çizer çevresi dışındaki bir kimsenin farklı bir teme­ le dayanan öztürkçeciliğiydi bu .

1 37

Nomos'tan Namusa

Türkçe kökenli olmadığını hissetsek de, " namus" , dilimizin çok köklü kelimelerinden. Kaynağını bilmesek, sorulsa, Arap­ çadır deriz. Yanlış da olmaz. Yüzyıllar önce ya Arapçadan almı­ şız ya da Aramcadan. Ama her iki dile de Yunancadan geçmiş. Bin yıldır birlikte yaşadığımız " Rum" yurttaşlarımızın dilinde bulunan bir kelime olduğu halde bu dilden almamışız. Orta­ çağ'da çeviriler yoluyla Yunancadan Arapçaya geçtiği sanılıyor. Yunancanın nereden aldığı bilinmiyor. En eski kaynağı Hind-Avrupa dilindeki *nem kökü. "Görevlendirmek, ayırmak, tahsis etmek, atfetmek, hamletmek, atamak, pay vermek, pay­ laştırmak, herhangi bir şey vermek" anlamlarının yanında "al­ mak, kabul etmek, bir adet olarak benimseyip uymak" anlamı da var. Bu kavramlar Yunancada biraz bulanıklaşıp hemen fark edilemez oluyor. Yunancadaki anlamlarına damar damar baka­ lım: 1 . kanun, kural, düzen, nizam, kanun düzeni, hukukun üstünlüğü , teamül, adet, usul, görenek, yol yordam. 2. bölme, ayırma, belirleme, bölük. 3. bölge, semt, havali, mahalle, mın­ tıka. 4. pay, hisse, parça, payını verme, paylaştırma. Anlamını daha iyi kavrayabileceğimiz türevleri yine de Yu­ nancadan çıkıyor. Yunanca nomos (kanun, kural, düzen, ni­ zam, yol yordam) namüs yazımıyla Arapçaya geçiyor; buradaki 1 38

anlamı da "kanun, töre" . Ama din öğretisi de kelimenin anla­ mını etkiliyor: Allah'ın kanunu , Musa'ya gönderilen şeriat, yani Tevrat. Aramca nümüs ya da nfmüs de " töre, kanun, yasa, din" demek. Bu iki dilden birinden geçiyor dilimize. O halde Türkçe -lu ekiyle "namuslu" , kanunlara uyan, meşru yoldan ayrılma­ yan; -suz ekiyle "namussuz" da, kanuna uymayan, gayrimeşru yola sapan anlamına geliyor. Platon'un son kitabının adı Nomoi, yani "kanunlar" adını ta­ şır. Daha önce yazdığı Devlet ile birlikte Platon'un siyaset ku­ ramını bütün ayrıntılarıyla işlediği bir eserdir. Yasalar adıyla Türkçeye çevrildi. Nomos'tan çıkan nomy / nomia / nomie verimli bir söz bileşe­ ni. Batı Avrupa dillerinde en çok, belirli bir alanın (bazen bir bilim dalının) kanunlarını, kurallarını, ilkelerini , o alanlarla uğraşan kişileri nitelendirmekte kullanılıyor. Bazıları Türkçeye geçmiş. Bunlardan biri olan "ekonomi" bir önceki yazının ko­ nularındandı. Batı dillerinden gelen, aşağıda göreceğimiz ke­ limelerin hiçbiri "namus"a benzemiyor. Hiçbirinin ne namus, şeref, ahlak gibi öznel içerikli kavramlarla, ne de din ile ilintisi var. Bu kök bambaşka alanlarda hizmet veriyor Avrupa dilleri­ ne. Dil dünyasında söze anlam vermekte düzenlilik yok. tık kelimemiz otonom (autonomie, autonomy ) . Bileşenle­ ri şöyle: auto, "kendi kendine" + nomos , "kanun" , ikisi birlik­ te "kendi kanunları olan, kendi kendini yöneten, özerk" . Bir üst yönetime bağlı olduğu halde iç işlerinde kendi kendini yönet­ me yetkisi olan kuruluşlara eskiden "muhtar" denirdi, bugün özerk diyoruz. Muhtar kelimesi bu anlamıyla en genç kuşakla­ ra yabancıdır. 1960'a kadar " özerk" yerine "muhtar" kelimesi kullanılırdı; örneğin "üniversite muhtariyeti" denirdi l 950'ler­ de. Böyle eskimiş kelimelerin çoğu 1961 Anayasası'nda kullanıl­ madı, özerk kelimesi de kanun diline girdi. Bugün de kullanı­ lan, köyün, mahallenin seçilmiş yöneticisi anlamı bir hayli eski. Otonom teriminin Batı dillerindeki karşıtı, Türkçede kulla­ nılmayan heteronomy. Başka bir iradeye, güce, yönetime tabi ol­ ma. Yeni Türkçede "yaderklik" karşılığı teklif edilmiştir. Her­ halde çevirilerde kullanılsın diye. 1 39

Astronomi (yıldız + nomos: yıldızların, gök cisimlerinin dü­ zeni) . Eski dilde astroloj i , astronomi demekti. Bu iki terim eşanlamlı olarak kullanılabiliyordu . Aralarındaki ayrım ancak on yedinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkabildi. Metronom (metronome, metronome: metr, "ölçü, ölçüm" + dü­ zen, kural) . Bir musıki eserinin seslendirilmesi gereken tempo­ ya uygun bir biçimde çalınmasını belirlemekte kullanılan alet. Antinomi (antinomy: karşıt + kanun) . TDK Güncel Sözlük'e girdiğine göre, dilimize geçmiş. " Çatışkı" denmiş, başka bir şey denmemiş sözlükte . Bir tanım değil bu. " Çatışkı" maddesine bırakılmış tanımı. Antinomi kendi içinde aynı derecede akla yatkın görünen kanunların, yargıların, önermelerin aralarında gösterdiği çeliş­ ki. Kant bu terime felsefi bir anlam kazandırmış. Onun tanımı­ na göre, mantıklı yargılar arasındaki çelişki; aklın kendi içinde zorunlu olarak düştüğü çelişkiler. Birbirini yalanlayan iki öner­ menin ikisini de doğru sayarsak çatışkıya düşmüş oluruz. Ör­ neğin, aynı kuram içinde ortaya konan iki önerme çelişebilir. Gastronomi (Yun. gastr, "mide , kursak, karın" + nomos: ye­ me içme düzeni, kuralları) . Tat, lezzet verme sanatı, bilimi. Kullanılan malzemenin se­ çilmesi, hazırlanması, pişirilmesi, pişirme yöntemleri, belir­ li bir coğrafi bölgenin yemek kültürü , yeme içmenin tarihçesi bu araştırma alanının başlıca konularıdır. Gastronom yeme iç­ menin bilimsel, kültürel yönleriyle ilgilenir, ama damak zev­ ki de gelişmiş , yiyip içmeye elbette meraklı bir kişidir. Gas­ tronom aynı zamanda gurme de olabilir. Gurme (Fr. gourmet) ile gastronom terimlerinin anlamlan ilk bakışta birbirine ben­ zer. Ama aralarında önemli bir fark var. Gourmet yemeğin, iç­ kinin iyisinden anlayan, damak tadı çok gelişmiş, yediğine iç­ tiğine değer biçebilen bir ehlizevktir; çok iyi bir aşçı olması ge­ rekmez. Bu iki terim için örnekler vereceğim . Yemek kültürü , ye­ me içmenin tarihçesi üstüne kitaplar yazmış olan Artun Ün­ sal bir gastronomdur (herhalde aynı zamanda da gurme) . Türk edebiyatının değerli yazarlarından Refik Halid Karay bir 1 40

gurmeydi; 1 yeme içme konulu yazılarıyla, televizyon program­ larıyla tanıdığımız Vedat Milor da bir gurmedir. Batı dillerin­ de aynı kökten gelen bir kelime daha var: gourmand. Gourmet ile eşanlamlı olarak kullanılabiliyorsa da, baskın anlamı olum­ suzdur: çok yiyen, obur, pisboğaz. Damak tadı gelişmiş kimselere eski Türkçede "şikemperver" (Farsça şikem, "karın" + perver, "besleyen" ) denirdi. Kubbealtı Lugati "şikemperver"i obur diye tanımlamış. Yanlıştır. Bu terim hep gurme anlamında kullanılmıştır Türkçe metinlerde. Şem­ seddin Sami de "şikemperest"in (şikem + tapan) obur demek olduğunu yazmış, "şikemperver" den ayırmış. Nümismatik Yunancada "dolaşımdaki sikke, para, kullanı­ lan şey" anlamına gelen nomisma / nomismat kelimesinden tü­ reyen, on yedinci yüzyılda Fransızca numismatique üzerinden yayılan bir kelime. "Tarihi sikkeler ile ilgili" anlamında bir sı­ fat, eski madeni paraları toplayan koleksiyoncular hakkında kullanılır. Kavramın "gelenek görenek gereği, adet üzre kabul etme , benimseme" damarına bağlı. Türkçe sözlüklere girme­ miş, ama dilimizde kullanılıyor. "Türk Nümismatik Derneği" 1 968'de kurulmuş. Koleksiyoncular "www.gittigidiyor. com" sitesinde eski madeni paraları satışa sunuyorlar. Nemesis: Yunan mitologyasında insanlara hak ettikleri ce­ zaları veren intikam tanrıçası; tanrısal gazabın kişileşmiş varlı­ ğı. Çoğu kez insanlardaki aşırı ölçüsüzlüğü , taşkınlığı, kendine aşırı güveni, kibri cezalandırır. Nemesis'in duyduğu öfke haklı bir öfkedir, cezalandırılan insan buna "müstahak" tır. Hind-Avrupa dilindeki kökün "pay, payını, hak ettiğini ver­ me" damarından çıkıyor Nemesis. Nem yazımıyla , hiçbir ses değişimine uğramadan, doğrudan doğruya alınmış gibi; "-esis" bir sonek. Batı dillerinde küçük n harfi ile, mitologya bağlamı dışında, (i) haklı, yerinde, kaçınılmaz ceza; (ii) böyle bir ceza­ yı yerine getiren kimse; (iii) baş düşman, zorlu rakip, çetin ce­ viz anlamlarında da kullanılır. Refik Halid Karay'ın günlük gazetelerde kalan, yeme içki konulu yazıları der­ lenip bir kitapta toplandı. Mutfak Zevkinin Son Günleri (hazırlayan Tuncay Bir­ kan, inkılap, 20 15) zevkle okunacak bir kitaptır.

1 41

"Numara" ise Yunancadan değil de Latinceden geliyor. La­ tincede "miktar, tutar, meblağ, sayı" anlamına gelen numerus kelimesinden türemiş. Hind-Avrupa kök dilindeki *nem kavra­ mının "pay, ayırma, bölme, bölük" damarından çıkıyor. Türk­ çedeki numara kelimesinin kaynağı İtalyanca numero (Şem­ seddin Sami'de "numro " ) . Türkçede bu kelimenin kısaltılmı­ şı "no'' . Bu kısaltma, /o/ sesinin nereden geldiği sorusunu sor­ durtur. İtalyanca "numero"dan geldiğini bilirsek sım açığa çı­ kar. Fransızcası da numero. Kelimenin lngilizcesinde de /o/ ün­ lüsü yok. Eski yazarlarımız "numero" ya da "nümero" diye kul­ lanırlardı. Ağızdan ağıza dolaşa dolaşa "numara" olmuş. Bu ya­ zımıyla deyimlere de girmiş; "numaracı" , "numara çevirmek" , "numara yapmak" , " (birine) numarasını vermek" gibi deyim­ lere yerleşmiş. Bu yüzden "nümero"ya dönmek mümkün de­ ğil artık. Ama buna uğraşanlar yok değil. 1 930 doğumlu Çe­ lik Gülersoy yazılarında "numero"yu kullanmış hep. Eski ge­ mi kaptanlarından, deniz hukukçusu Gündüz Aybay da eski kullanımda direnilmesini, "no" yerine "nr" kullanılmasını tek­ lif etmişti. 2 Bütün bu örnekler dil konusundaki bir gerçeği bir kez daha gösteriyor. Kelimelerin kaynağında bir ana damar var; ama bu ana damarda toplanan yekpare , bölünmez, tek bir anlam kay­ nağı yok. Birbirinden farklı anlamlar, anlamcıklar bu toplan­ ma noktasında barınabiliyor. Orada bir gizilgüç gibi bekleyen, "kuvveden fiile" çıkmamış olan söz birimleri bulunuyor. Ana damarın birçok kolu, kılcal uzantısı var. Her biri yeni anlamlar doğurmaya gebe. O damarlardan beslenen kelimelerin yeni an­ lamlar türetmesinde düz bir mantık yok. Her dil orada kendin­ ce ne bulduysa bir parçasını koparıp alıyor, istediği yerde kul­ lanıyor. Bir merkezden çıkan kelimelerin dünyaya dağılımı dil­ deki değişimin, gelişimin düzenli olmadığını, keyfi olduğunu gösteriyor.

2

1 42

Bkz. Gündüz Aybay, Sözcükler üzerine Anımsatmalar, Aybay Yayınlan, lstan· bul, s. 26-28.

" Kapital"in Ü retti kleri

Capit Latincede bir kök, "baş" demek. Bu kök Hind-Avrupa kök dilindeki kaput biriminden çıkıyor. Batı dillerinde kullanı­ lan, bu kökten çıkan bütün kelimeleri bir çırpıda saymak kolay değil. Türkçede kullanılanlar da bir hayli. Geç dönem Latincesinde capitale "mal" demek, hatta baş mal. Mal denince Ortaçağ'da akla gelen maddi varlık hayvan­ lardı; sığır, koyun, keçi gibi hayvanlar. İngilizcede "sığır" an­ lamına gelen " cattle" kelimesinin kaynağı da Latince capitale. Bu Latince kelime eski Fransızcada catel kelimesinin türemesi­ ne yol açmış, bu da İngilizcede zamanla cattle olmuş, ses deği­ şimi o yüzden. Fransızca üzerinden İngilizceye geçen kelime­ ler çoğu kez ses değişimine uğrar. İngilizce pecuniary sıfatı yi­ ne aynı anlama geliyor; aynı kelime Fransızca ile Almancada da kullanılıyor. Bugünün dilinde "parayla ilgili, para değeri, mad­ di değeri olan şey" anlamında bir sıfat. Köken burada da Latin­ ceden. Bu dilde pecu / pecus birimi eskiden, "para getiren inek, sığır, hayvan sürüsü" demekti. "Büyük baş" , "küçük baş" tamlamalarındaki baş kelimesine dikkat edelim. Türkçe ile Latince birbirinden çok farklı diller, bu iki dil arasında dolaysız bir alışveriş de yok. Ama "baş" an­ lamının iki dilde de bulunması çarpıcı. 1 43

Hayvancılıkla uğraşanlar ellerindeki hayvanlara bizde de bu­ gün bile "mal" demezler mi? Kemal Tahir'in Büyük Mal ( 1970) romanının adındaki "mal" öküz demek, "büyük" de "büyük baş"la ilintili. Tabii, bütün hayvan severleri, aslında bütün do­ ğa severleri üzecek bir etimoloji bu . Ama ne yapalım, kökeni bu, etimolojide pek çoktur böyle münasebetsiz kökenler. Tür­ kiye' de bugünün kanunlarında hayvanlar hala mal sayılıyor. Hayvan severler bu kanunun değişmesini istiyorlar. Destekli­ yorum. Ama hayvan, doğa , çevre dostlarımızın bilmesi gere­ ken bir şey var. Türkçede de, Latincede de aynı kavramın bu­ lunması, hayvanın mal sayılması, sadece bir rastlantı değil. Ta­ rım-hayvancılık toplumlarının ortak hayat tecrübesinin "eseri" bu . İsrailli tarihçi, yazar Yuval Noah Harari Türkçeye de çev­ rilen Sapiens adlı kitabında insanlık tarihinde tarım-hayvancı­ lık çağının başlamasıyla birlikte bir hayvan katliamının başla­ dığını, tarım devriminin evcil hayvanların çok büyük bir kıs­ mı için " tam bir felaket" , tarıma geçişin devrim diye anılması­ nın da tarihin "büyük bir aldatmacası" olduğunu uzun uzadı­ ya anlatıyor. Türkçede capital anlamına gelen kelime Farsçadan aldığı­ mız "sermaye" dir. Ser, malumdur, "baş" demek; maye ise aynı dilde "mal, para" anlamına geliyor; "baş mal" demek sermaye. Türk Dil Kurumu 1 960'larda, gerek Latince, gerekse Farsça ke­ limelerin aynı anlama gelen birimlerden oluştuğunu göz önün­ de tutmuş olacak ki, Türkçede bu terime karşılık olmak üzere "anamal" kelimesini türetmişti. "Kapitalizm"in yeni Türkçede­ ki karşılığı "anamalcılık" olacaktı. Capital teriminin modern anlamı , yani sermaye anlamı on yedinci yüzyılda başlayan kullanımından çıkıyor. Bir rastlan­ tı olmasa gerek bu, iktisat konusu bu yüzyılda bilim haline gel­ mişti. Bu bilimin temellerini atan İskoç Adam Smith'in ün­ lü eseri Milletlerin Zenginliği l 766'da yayımlanmış. Nitekim , "ekonomi" terimi bir bilim dalının adı olarak ilk kez l 792'de kullanılmış İngilizcede. Latince kökten çıkan, Türkçede bilinen öteki kelimelere ge­ çelim. Bunlardan biri kaptan. Bu kelimenin kaynağı Venedik 1 44

ltalyancasındaki capitıin. Geminin başındaki kişiye "kaptan" de­ nir. Kaptan kelimesi on yedinci yüzyılda girmiş Türkçeye, daha önce "reis" (ya da koca reis) denirdi. 1 Eskiden hem deniz kuv­ vetleri komutanlığını, hem de bahriye nazırlığını birlikte yürü­ ten paşalara "kaptan paşa" unvanı verilirdi. "Kaptan-ı tersane-i amire" ise savaş gemisi kaptanıydı. Aynı kelimenin biraz değiş­ miş bir yazımı olan kapudane Osmanlı donanmasının ferik rüt­ besindeki (tümamiral-koramiral dengi) amiralinin unvanıydı. "Kaptan-ı derya" ise, Osmanlı deniz kuvvetleri komutanıdır. Henry-Reneee Kahane ile Andreas Tietze'nin göz kamaştırıcı zenginlikteki sözlüğü Lingua Franca in the Levant'ta gösterdiği gibi, kaptan, Akdeniz havzasında konuşulan dillerin ortak söz dağarcığına, yani lingua franca dağarcığına geçmiş. Bu sözlük­ ten öğrendiğimize göre, bu kelime Türkçeden başka şu dillere girmiş: İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Yunanca, Maltaca, Kuzeybatı Afrika Arapçası, Dalmaçyaca. Akdenizli ol­ mayan dillerden Almanca ile Rusçaya da geçmiş. "Amiral" kelimesi geçti biraz yukarda. Yeni bir kelime sayı­ lır Türkçede. Bu unvanın aslı Arapça, emfrü'l-bahr" , "denizle­ rin komutanı" demek. Bu kelime Batı dillerine Arapçadan geç­ miştir. Amiral, Türkçede on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısın­ da bilinen bir kelimeydi; nitekim Şemseddin Sami'nin Kamüs-ı Türkfsine ( 1 900) girmiş; ama bu terim Arapçadan değil, Fran­ sızcadan geçmiştir Türkçeye. " Kaptan-ı derya" ile "amiral" bire bir aynı anlamda. General gibi amiral de Türk Silahlı Kuvvetle­ rinde Cumhuriyet döneminde kullanılmaya başlamıştır. "Kapitülasyon(lar) " terimini duymayan yoktur. Yazılı anlaş­ ma, anlaşmayla belirlenen şartlar anlamına gelen bu terim "Bir devletin kendi ülkesinde yabancılara tanıdığı haklarla imtiyaz­ ları hükme bağlayan anlaşma" tanımıyla bütün lise tarih kitap­ larında geçer. Bu anlaşmaların şartları madde başlıklan halin­ de düzenlenerek kaleme alınır. Latince capitulare fiili başlıklar halinde yazıya geçirmek anlamına geliyor. llk kapitülasyon an­ laşması Fransa'yla imzalandığı için bu terim Fransızcadan geç­ miş Türkçeye. 1

Bkz. Pakalın, III. cilt,

s.

24.

1 45

İtalyanca caparra Türkçeye kapora yazımıyla geçmiş; pey ak­ çesi, işin başında ödenen para. İngilizceden gelen kep ( cap) hafif başlık demek. Başlıklı asker paltosu anlamındaki kaput'un kaynağı Fran­ sızca capote. Bu giyeceğin bezi anlamında da kullanılır. Palto , manto gibi giyeceklere takılan başlık anlamına ge­ len kapüşon kelimesinin kaynağı Fransızca capuchon, onun da kaynağı İtalyanca cappuccio. Kapusenler katolik kilisesine bağlı fransisken tarikatının bir koludur. Bu tarikatın keşişlerinin küçük kahverengi başlıkları varmış. Küçük başlık demek olan kapusen, başlık anlamına ge­ len capucci'nin küçültme takısı almış hali zaten. İtalyan kahvesi cappuccino da buradan çıkmış; kahvenin ren­ gi dolayısıyla güya kapusen keşişlerinin başlığına benzetilmiş bu kahve. Capitolium, Eski Roma'da baş tanrı jüpiter'in tapınağı. Capitol, ABD'de kongrenin, yani ülkenin başındakilerin top­ landığı binanın adı. Şef, aynı kökten gelen bir başka kelime. Fransızcada türemiş chef. Bu kelime de Fransızcada ses değişimine uğramış; kelime­ nin başındaki /eh-/ bu dilde işi sesiyle telaffuz edilir. Önder, li­ der, yetkili, yani ülkenin başındaki yönetici anlamına gelen şef daha birçok yerde kullanılır. Fransızcada baş aşçıya, chef denir; kelimenin bu anlamı birçok dile geçmiş, uluslararası bir terim olmuştur. Bizde de aşçıbaşı kelimesi var (baş yine yerli yerin­ de) . Yeme içme konuları üzerinde konuşup yazanlar neden bu mesleği tam anlamıyla tanımlayan bu kelimeyi kullanmaz da Fransızcasını tercih ederler ! "Şef garson" , yani baş garson da buradan türemiş. Orkestra şefi orkestranın başındaki kişi. Bu iki kelime de Fransızcadan. Şef kelimesini birçok yere eklemişiz; istasyon şefi, banka şefi, şube şefi, büro şefi gibi. Her yıl 1 Temmuz'da kutladığımız bir bayram var: kabo­ taj bayramı. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işlet­ me hakkı anlamına gelen bu terimi Fransızcadan almışız. Ama Fransızca cobatage kelimesinin asıl kaynağı İspanyolca. Bu dil1 46

de cabo- karanın denize olan çıkıntısı, burun, karanın başı de­ mek. Öyleyse terim, ülkenin kıyı şeridindeki iskeleler arasında "seyrüsefer" hakkı anlamına geliyor.

1 47

İlk Konservatuva rlar

Konservatuvar musıki sanatının öğretildiği saygın bir kurum­ dur. Konservatuvar mezunu olan musıkişinaslar uğraştıkla­ rı sanata değer verilmediğini hissettikleri bir çevrede bulun­ dukları zaman bir sokak çalgıcısı ya da meyhane şarkıcısı yeri­ ne konmamak için konservatuvar mezunu olduklarını söyleme ihtiyacını duymuşlardır. Musıki çok eski bir sanat, tarihi insan­ lık kadar eski. Dolayısıyla musıki öğretiminin tarihi de çok es­ kidir. Fakat konservatuvar adını taşıyan kuruluşların geçmişi o kadar eski değil. Konservatuvar kelimesinin "konser"le elbette hiçbir ilintisi yok. Musıkiyle de yok. Kelimenin kökü olan fill, conserve, Ba­ tı dillerinde, bir şeyi dış etkilere, dışarıdan gelebilecek zararla­ ra karşı emin bir yerde koruma , muhafaza etme, saklama anla­ mına gelir. Bunun da kaynağı Latince conservare fiili. Bu fiil bir önek ile bir kökten oluşuyor: com- öneki ile "göz kulak olmak bakmak, bakımını sağlamak" anlamına gelen servare fiili. Telaf­ fuzu kolaylaştırmak için ses benzeşimi ihtiyacı duyulunca önek­ ler küçük bir değişime uğrar; com- burada con- olmuş; başka bir kelimede col- olabilir; kökün anlamını pekiştiren bir önektir. Bildiğimiz "konserve" buradan geliyor; bozulmadan muha­ faza edilen besin, ya da bozulmadan saklama tekniği anlamın1 48

daki konserve. Kelimenin İtalyancası conserva, Fransızcası con­ serve. Türkçedeki kaynağı bu iki kelimeden biri. Aynı kökten türeyen conservative (muhafazakar) kelimesini birçok kimse bilir. Son yıllarda siyaset dilinde sık sık kullanılan "neo-con" , yani "yeni muhafazakar" nitelemesi belki daha da tanınmıştır. Gelgelelim, bu kelimeler burada konumuz olan konservatuvar teriminin anlamına ışık tutmaz. "Musıki sanatını koruyan, mu­ hafaza eden kurum" diye açıklanması hiç de anlamlı değil. Tarihe geçmiş olan ilk konservatuvarlar birer musıki okulu değildi. Konservatuvar kelimesi İtalyanca. Rönesans çağında ve öncesinde conservatorio İtalyancada yetimhane anlamında kul­ lanılıyordu . Bu yetimhanelerin çoğu bir hastaneye bağlıydı. Bu kuruluşlara ospeda!e, yani hastane de deniyordu . Conservati, yani "esirgenen, himaye edilen, kurtarılan yetim, öksüz ya da terk edilmiş çocuklar" bu kuruluşların öğrencileriydi. Yetimhanelerde öğretim musıki ağırlıklıydı. Bu okulun ben­ zerleri terimin gelişmiş anlamıyla birer konservatuvar değildi elbette. Ama burada bizi ilgilendiren şey konservatuvar kelime­ si. Bu tür kuruluşlara verilen adın daha sonra musıki okullarına verilmesi yetimhanelerin bu özelliğinden kaynaklanıyor. Söz konusu okullar ya da yetimhanelerin ilki 1 535'te kurulan San­ la Maria di Loreto'ydu . Ünlü besteci Giovanni Battista Pergole­ si ( 1 7 1 0- 1 736) burada okumuştu. Bu türden kuruluşların mer­ kezi olan Napoli'de on altıncı yüzyılda birkaç yetimhane-has­ tane daha vardı. Bu okullar Avrupa'nın ilk laik musıki öğretim kuruluşlarıydı. Bu tür kuruluşlardan yetişen birçok besteci var­ dır. Venedik'te de yetim kızlar için okullar açılmıştı. ltalya'nın çok eski musıki öğretim kuruluşlarından biri de 1 6 1 5'te açılan Conservatorio di Musica'ydı. Paris Konservatuvarı ( Conserva­ toire de Paris) l 795'te kurulmuştu. llk İtalyan musıki okulları­ nın adını taşıyan konservatuvar terimi daha sonra bütün Avru­ pa'da benimsendi. Bazıları "akademi'' , "musıki okulu" diye ad­ landırıldı. Avrupa şehirlerindeki konservatuvarların büyük ço­ ğunluğu on dokuzuncu yüzyılda kuruldu . Hıristiyanlığın doğuşundan sonra kilise, özellikle altıncı yüz­ yıldan başlayarak musıki öğretimine önem vermiştir. Orta1 49

çağ'da kilise korosuna eleman yetiştiren "koro okulları" vardı. Fakat kilise gelişmekte olan musıkinin bütün türleriyle uğraşa­ mazdı. Ortaçağ Avrupa üniversitelerinde okutulan musıki der­ sinin konusu musıkiden çok matematiğe yakındı. Konservatuvarlarda sonradan tiyatro öğretimine yer veril­ mesi sadece tiyatro ile ilintili değil. Musıki-tiyatro birlikteliği­ nin çok uzun bir geçmişi var. Eski Yunan'da tiyatro oyunların­ da yer alan korolar şarkı söylerdi. Ortaçağ Avrupa'sında konu­ ları Kutsal Kitap'tan alınan "kutsal oyunlar" da ezgiler söylenir­ di. Rönesans çağında da tiyatro oyunları şarkılıydı. Örneğin, onaltıncı, on yedinci yüzyıllarda Shakespeare'in oyunları dai­ ma musıki eşliğinde sahnelenirdi. Shakespeare bütün oyunları­ nın metinlerine şarkı eklemiştir. On yedinci yüzyılda ortaya çı­ kan opera, musıkinin ağırlıkta olduğu yeni bir tiyatro türü ge­ liştirilmesine yol açtı. Türkiye'ye bakarsak, Topkapı Sarayındaki Seferli Koğuşuna bağlı sazendeler, hanendeler musıki yeteneği olan gençleri sa­ ray meşkhanesinde yetiştirirlerdi. Tekkelerde de musıki terbi­ yesi verilir, yetenekli gençlere musıki öğretilirdi. Mehterhane de köklü bir musıki kurumuydu . Sultan il. Mahmud 1 826'da Yeniçeri Ocağını kaldırırken, bu kurumun bir parçası olan mehterhaneyi de kaldırdı. Yerine Ba­ tı türünde bir bando kurmaya karar verdi. Bandoyu önce süvari borazanı Vaybelim Ahmed Ağa ile trampetçi Ahmed Usta çalış­ tırıyorlardı. Sultan III. Selim zamanında Nizam-ı Cedid birliği­ ne giren bu iki askerin bu birliğe bağlı boru takımı içinde ban­ do musıkisine ilgi duymuş oldukları tahmin edilebilir. Fakat bando musıkisini öğretebilecek derecede yetişmedikleri için bu işe bir yabancının getirilmesi uygun görülmüş, çalıştırıcılık gö­ revine lstanbul'da bulunan Fransız uyruklu Monsieur Manguel atanmıştı. Manguel'den beklenen verim elde edilemeyince, iki yıl sonra, 1828'de, o dönemde Avrupa'nın kıdemli bandocula­ rından, Sardinya-Piyemonte Krallığında yaşayan Giuseppe Do­ nizetti getirildi. 1 828'de lstanbul'a gelip görevine başlayan Giuseppe Doni­ zetti bandoyu kısa zamanda geliştirdi. Bu çalışmalar birkaç yıl 1 50

sonra, 1 83 l 'de bir okul öğretimi kimliğini kazandı. Başlangıç­ ta sadece bandodan kurulu olan topluluk, zamanla orkestra, opera-operet, tiyatro-ortaoyunu , fasıl heyetleri, müezzinler gi­ bi bölümlerle genişledi. Bu yeni kuruluşa Muzika-i Hümayun (saray musıki heyeti) adı verilmişti. Muzika-i Hümayun Türki­ ye'nin ilk konservatuvarı sayılabilir. Burada yetişen birçok ta­ nınmış musıkişinas vardır. Muzika-i Hümayun bir İtalyanca kelimeyle bir Farsça keli­ meyi yan yana getirdiği için biraz garip bir tamlamaydı. İtal­ yancada musıki demek olan musica üzerinde biraz durmak la­ zım. Donizetti'nin çalıştırdığı bando-orkestra şehrin sokakla­ rında sık sık konser veriyordu . Muzika-i Hümayun bando-or­ kestrası İstanbul'un günlük hayatına girmişti. Fakat "Muzi­ ka-i Hümayun" halk ağzında kısaltılarak "muzika"ya çevril­ di. Dili yine de zorlayan bu kelime ağızdan ağıza yayıla yayıla "mızıka" oldu . Böylece yeni bir kelime doğdu Türkçede. Ulu­ sal marşların yanı sıra halk ezgileri, hafif klasik parçalar çalan açık hava orkestralarına bugün de mızıka deniyor; Deniz Kuv­ vetleri Armoni Mızıkası, Belediye Mızıkası gibi. Mızıka keli­ mesi daha sonra ağız armonikasına uyarlandı. Musica on do­ kuzuncu yüzyılda kaldı, ama mızıka böylece kalıcı bir kelime olup dile yerleşti. Türkçede bu sanat için üç kelime kullanılmış oluyor. En es­ kisi Yunanca kaynaklı musıki. Bu kelime Türkçeye Arapçadan geçmiştir. İkincisi, bu İtalyanca kelime, musica. Üçüncüsü de, yirminci yüzyıl başlarında Frankofonların gayretiyle Türkçeye giren müzik. Hepsinin kaynağının Zeus ile Mnemosyne'nin şi­ ir, musıki, dans, tragedya, komedya gibi sanatların esin perileri olan dokuz kızını topluca nitelendiren Musalar olduğunu pek çok kimse bilir. Müze, mozaik kelimeleri de aynı isimden tü­ remiştir. Museviliğin peygamberi Musa'nın adıyla bu Yunanca kelime kökteş; Musa'nın İbrancadaki karşılığı Mosheh. Kelime­ nin daha eski kaynağı bilinmiyor. Konservatuvara dönelim. l 9 l 4'te İstanbul Şehremanetine (Belediye) bağlı olarak açılan, "güzellikler evi" anlamına gelen Darülbedayi de bir konservatuvardı. Günümüzdeki İstanbul 1 51

Şehir Tiyatrolarının temeli olan bu kuruluşun iki bölümü var­ dı: tiyatro ile musıki. Darülbedayi'nin açılmasından çok kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verince kurumun çalışmaları savaş şartla­ rının getirdiği mali zorluklar yüzünden ilk yıllarda iyi bir verim elde edilemedi. Musıki bölümü nerdeyse hiçbir varlık göstere­ medi. 1 9 1 7 yılının başında sadece musıki öğretimiyle uğraş­ mak üzere Darülelhan (nağmeler evi) kuruldu. Darülelhan adı 1927'de İstanbul Belediye Konservatuvarı'na çevrildi. Konser­ vatuvar terimi böylece resmıleşmiş oldu. 1924'te Maarif Veka­ letine bağlı olarak Ankara'da kurulan Musıki Muallim Mekte­ binin adı 1936'da "Ankara Devlet Konservatuvarı" na çevrildi, bu da konservatuvar teriminin kullanıldığı ikinci resmi kuru­ luş oldu .

1 52

Enerji

Buradaki konumuz olan kelimeler yine verimli bir kökten tü­ rüyor. Kelimelerin çoğu bilim-teknik terimi. Bu terimlerin de birçoğu Türkçeye girmiş, hatta günlük dile yerleşmiş. Üzerinde duracağımız terimlerin bilinen en eski kaynağı Yu­ nanca. Bu dilde ergos "çalışır, işler durumda, faal, etkin" ; ergon "iş, eylem, üzerinde çalışılan iş" demek. Bu kelimeler ile türev­ leri Hind-Avrupa kök dilinde "yapıp etmek" anlamına gelen *werg-worg kökünden türüyor. lngilizce work, Fransızca ouv ­ rer, Almanca werk kelimelerinin bu kökle bağı çok açık. Aynı kökten türetilen kelimelerin en yaygını olan enerji (Yu­ nanca energeia) teriminin bileşenleri şunlar: en- öneki, "için­ de" + ergos + isim türeten -y soneki. Bire bir anlamıyla "çalı­ şır, işler durumda olan, faal, etkin" . Aristoteles'in türettiği bir terim energeia. Onun kullanımına göre, gizilgüç (potential) ol­ maktan çıkıp gerçeklik kazanan, var olan, edimleşmiş anlamı­ na geliyor; eski deyimle, "kuvveden fiile çıkmış" . Bu terim yüz­ yılların akışı içinde anlam kaymasına uğrayıp Fransızcada "güç kuvvet, canlılık ifadesi" anlamında yorumlanmış; on dokuzun­ cu yüzyıl başında bilim diline girmiş; yirminci yüzyıl başların­ da da Fransızca üzerinden Türkçeye geçmiş. Sıfat biçimi olan "enerjik" (energique) de bu dilden. 1 53

Erg: fizikte iş, kuvvet, enerji birimi. 1873'te Britanya Bilim­ de tlerleme Derneğince, Yunanca ergon kelimesinden türetil­ miştir. Sinerji (synergy) : baştaki Yunanca önek "birlikte , ortakla­ şa, aynı" anlamında. Kelimemiz düz anlamıyla da birlikte çalış­ ma, ortak iş, iş birliği demek. Kavramsal anlamıyla ise, iki ya da daha çok sayıda öğenin birlikte meydana getirdiği etkinin aynı öğelerin tek tek yaratacakları etkilerin toplamından daha fazla olması durumu ; ortaya çıkan etkilerin bir toplam değil de, bir bileşke olması. Son yıllarda Türkçede günlük dilde sık sık kul­ lanılır oldu . TDK "artı güç, görevdaşlık" karşılıklarını bulmuş. Alerji (al lergy ) . Terimin başındaki allos "başka , yabancı , farklı, değişik" demek. Avusturyalı çocuk hastalıkları hekimi Clemens E. von Pirquet'in ( 1874- 1 929) 1906'da türettiği bir te­ rim. tık anlamı şu: "yabancı bir maddenin vücuda zerk edilme­ siyle ortaya çıkan fizyolojik durum. " Bünyenin dışarıdan veri­ len herhangi bir maddeye karşı gösterdiği tepki anlamı bura­ dan çıkıyor. "Alet, araç, bir iş görmeye yarayan nesne; herhangi bir saz, çalgı; duyu organı" anlamlarına gelen Yunanca organon Latin­ ceye organum yazımıyla geçiyor. Latince bu kelimeyi saz adla­ rına uyarlıyor. Başlangıçta genel anlamıyla, herhangi bir saz an­ lamında kullanılıyor, bir süre sonra basınçlı havayla çalınan saz anlamına geliyor, daha sonra da kilise Latincesinde sıra sıra bo­ ruları olan saz için kullanılıyor. Eski Yunanca organon Arapçaya, Farsçaya arganun, erganun, oradan da Osmanlı Türkçesine erganun biçiminde geçiyor. Eski bir kelime olmakla birlikte yirminci yüzyılda hala kullanılıyor­ du. Örneğin Yahya Kemal'in şu ünlü mısraları: "Bir kuytu ma­ nastırda dualar gibi gamlı / Yüzlerce ağızdan koro halinde de­ vamlı / Bir erganun ahengi yayılmakta derinden / Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden. " Bu en önemli kilise sazının günümüz Türkçesindeki adı olan org'un kaynağı Fransızca orgue. Organ, yani vücut uzvu anlamı ise doğrudan doğruya Yunancadan geliyor. Anlam damarının "iş, çalışma" olduğu besbelli, yani bir iş gören uzuv. 1 54

İngilizcede "organ" kelimesi (kaynağı, eski Fransızca orga­

ne) hem org, hem de uzuv anlamındadır. Bu iki anlamın aynı kelimede birleşmesi hakkında sorulan muzipçe bir eski bilme­ ce vardır. O da şu: Aynı zamanda bir kilise orgcusu olan besteci johann Sebastian Bach'ın neden yirmi çocuğu olmuştur? Çün­ kü organını durduran yok ! " " Durduran" kelimesinde bir ci­ nas var. Bu kelimenin aslı olan " organ-stop" , orga gelen basınç­ lı havanın sazın borularına girişini frenleyip düzenleyen, böy­ lece sesin rengini değiştiren mekanizmanın adıydı. Eski orglar­ daki durdurucuların işlevi bugün pedallarla sağlanıyor. Görül­ düğü gibi, bu bilmeceyi İngilizce dışında bir dille anlatmak zor. O yüzden İngilizce anlatımını da aktaracağım: "Why did J. S. Bach [who was an organist] have twenty kids? Because his or­ gan had no stops ! " Organoloji teriminin iki anlamı var, ilki, biyolojinin hayvan­ ların, bitkilerin organlarını inceleyen kolu . İkinci anlamı mu­ sıki ile ilintili: sazların tarihçeleri ile çeşitli özelliklerinin ince­ lendiği müzikoloji dalı. Terimin uzuv anlamından, Türkçeye de giren şu kelimeler doğmuştur: organize etmek, organize (sıfat) , organizasyon, or­ ganizma, organik. Organize etmek: organlarla, uzuvlarla donatmak. Sıfat ola­ rak da kullanılıyor Türkçede , "organize sanayi bölgesi" gibi. "Örgütlemek" diyoruz. Basında sık sık kullanılan "organize suç örgütü" diye bir tanım var. Bu, düpedüz, "örgütlenmiş suç ör­ gütü" demek ! Organizasyon: organlarla donatılmış. Organizma: 1 . canlı bir varlığı oluşturan organların bütünü , uzviyet. 2. Herhangi bir canlı varlık. Organik: organlarla ilintili. Terimin "canlı varlık" anlamın­ dan türemiştir. Kimyevi gübre, haşere ilaçlan, ya da daha başka yapay kimyevi maddeler kullanılmadan üretilen besinler anla­ mı yirminci yüzyılda türetilmiştir. Yeni Türkçede Arapça kökenli " teşkilat" karşılığında kulla­ nıma sokulan "örgüt" ; "örgün" ( "örgün öğretim" sözünde ol­ duğu gibi; teşkilatlı öğretim, İngilizcedeki "organised educati1 55

on" anlamında) ; uzuv karşılığında da "örgen" kelimelerindeki kökün "örmek" fiili ile hiçbir anlam bağı yok. Bu kelimelerin hiçbirinin "öz Türkçe" sayılamayacağı, Yunanca-Latince keli­ meyle ses benzerliği kurularak türetildiği açık. Hind-Avrupa kök dilindeki *worg birimine de uyuyor. Ergonomy: erg ile ekonomi terimlerinin harmanlandığı bir kaynaşık kelime. İnsanların makinelerle en verimli şekilde ça­ lışmasının şartlarını inceleyen araştırma dalı. Biyoteknoloji ile eşanlamlı. Argon: baştaki -a öneki "değil" anlamında olumsuzluk bildi­ rir. Kimyada atıl, ölü gazlardan biri. "Ar" simgeli gaz Türkçede de olduğu gibi kullanılır. Özel isimler: Georg (Alnı . ) , George (lng. ) , Georges (Fr. ) , Yor­ ga (Yun. ) , Kevork (Erm . ) , Dzhordzh / Georgiy (Rus . ) , Györ­ gy (Mac . ) . Bu özel isimlerin hepsi aynı bileşenlerden kurulu . Ge-, yeryüzü , toprak demek; Yunan mitologyasında göğü tem­ sil eden Uranus'a karşılık, yeryüzünü temsil eden ana tanrıça, toprak ana Gaia' dan geliyor. Aynı anlam birimini coğrafya / ge­ ography (yeryüzünün tasviri, haritacılık) , jeoloji / geology (yer­ yüzü bilgisi) terimlerinde de görürüz. Bu bilim adları Eski Yu­ nan çağı kapandıktan yüzyıllar sonra işlenip türetilmiş: geo­ metri on dokuzuncu yüzyılda; coğrafya on beşinci yüzyılda; j e­ oloji de on sekizinci yüzyılda. "Georg"un "org"u çalışma demek olduğuna göre, anılan özel adlar " toprak üzerinde çalışan" , yani "çiftçi" anlamına geliyor. Bu adların kaynağı Yunanca Ge6rgios; Yorgo , aynı adın başka bir biçimi. Irgat, Türkçe kokan bir kelime. Ama Türkçe değil, Yunan­ ca ! Bu dilde ergdtis (epyıi'rrı ç) çiftlik ya da inşaat işlerinde çalı­ şan ağır işçi, amele. Anadolu'da konuşulan Rumcadan Türkçe­ ye geçen bir kelime. Bucurgat ya da bocurgat: ağır yükleri çekmek için manive­ la ile döndürülen, döndürüldükçe çekilecek şeyin bağlı bulun­ duğu urganı kendi üzerine saran çıkrık. Bu kelimedeki "-ur­ gat'' bileşeni de aynı kelime. Fakat buc- kısmının anlamı, kö­ keni bilinmiyor. 1 56

Türkçede kullanılan Yunanca kelimeler iki kümeye ayrıla­ bilir. Birinciler Avrupa dilleri üzerinden geçen bilim-teknolo­ ji terimleri. İkincilerse, şimdi gördüğümüz son iki kelime gi­ bi, daha önce gördüğümüz "efendi" , "anahtar" gibi, doğrudan doğruya Yunancadan Türkçeye geçenler. Bu ikinci kümeye gi­ renler bin yıllık bir beraberliğin ürünü. Türkçenin Yunancayla "ülfeti" Avrupa dillerininkinden farklı. Yunanca -erg-, -org- bileşeninin bir değişkeni (variant) olan bir anlam birimine geçelim. Yunanca -urg- aynı Hind-Avrupa kök diline dayanıyor, aynı anlamda. Türkçeye giren üç terim­ de geçer. Dramaturji birincisi. Drama + ourgos birimlerinden kurulu; oyun çalışması demek. Tiyatro oyunu yazma, yönetme, sahne­ ye koyma bilgisi. Eski Yunancada drama "eylem, olay, görüle­ cek şey, oyun" demek, asıl kaynağı belirsiz. Türkçede kullanılan dram kelimesinin kaynağı Fransızca drame; kelimenin sonunda­ ki /el sessizdir, okunmaz. Son yıllarda yerli Anglofonlar bu teri­ min İngilizce karşılığı olan drama kelimesini Türkçeye soktular. TRT yayınlarında "drama" dendiğini görüyoruz. Okullarda "dra­ ma kulüpleri" var. Oysa bu terimin İngilizcesi ile Fransızcası ara­ sında hiçbir fark yok. "Dram" eskidi de, "drama" mı benimsen­ di? Amaç, Türkçede dram ile drama arasında bir fark yaratmaya çalışmak ise, bu farklılık neden şimdiye değin yoktu? Tiyatro sa­ natında yeni bir gelişme oldu da yeni bir oyun türü mü doğdu? Türkçenin başına gelen son garabetlerden biri de bu. Metalurji (lng. metallurgy) : kelime anlamıyla "maden işleri, madenler üzerindeki çalışma" demek. Madenleri eritme, cev­ herlerinden ayırıp saflaştırarak kullanıma bilgisi. Bileşenlerin ilki olan metal, Yunanca metallon'dan geliyor; maden, maden cevheri demek. Fransızca metallique, Türkçe­ de metelik olmuş. Metelik eskiden çeyrek kuruş ya da on para değerindeki madeni paraydı. Türkçede mecazi bir anlamı olan "meteliği yok" , "meteliksiz" deyimleri hiç parası olmadığı ya da çok az parası olduğu anlamında kullanılır. Son bir konu . . . Hind-Avrupa kök dilindeki *werg ile bu kök­ ten çıkan erg, energeia gibi terimler Türkçe erk ile bir ses ben1 57

zerliği gösteriyor. Asya Türkçesinden gelen bu kelimenin en eski kaynağı Orhun Yazıtları'dır (735 ) ; bu metinlerde erk, erkli, erklig yazımlarıyla, kudret, nüfuz, güç kuvvet anlamında kulla­ nılmış. Bu kelime bütün bir Osmanlı dönemi Türkçesinde unu­ tulmuş, ölü bir kelimeyken TDK'nin kurulmasından sonra dil reformu ile küllerinden yeniden doğması sağlanıp yeni Türk­ çeye sokuldu . Bunun gibi ses benzerlikleri o dönemde Batı te­ rimlerine karşılık bulmakta bir "yöntem" oluyordu . Orhun Ya­ zıtları'ndan başka, Anadolu'nun yerel ağızlarında da kullanıldı­ ğı fark edildi. Anadilden Derlemeler fde ( 1 932) "erk" in Urfa'da "nüfuz , hatır" anlamında kullanıldığı keşfedildi. Daha son­ ra TDK'nin Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu'nda ( 1 935) "erk" : 1. Kudret, iktidar; 2. satvet, şevket; aynı kelimenin sıfatı olan "erkli" ile "erkmen" kelimeleri "muktedir, sahib-i iktidar, zikudret, kadir" , "erkinlik" de "istiklal" diye tanımlandı. Ana­ dilden Derlemeler II 'de ( 1 952) de Diyarbakır'da "hatır, naz, söz geçmesi" anlamında kullanıldığı belirtildi. Sözü şuraya getirmek istiyorum . . . Son yıllarda türetilen ye­ ni bir anlamı var erk teriminin. "Erke" enerji anlamında , ener­ j inin Türkçesi olarak ortaya sürülmüş. TDK Güncel Söz lük 'te " erke" yazımıyla, yani Moğolca yazımıyla sunulan terim, fi­ zikteki "enerji" teriminin karşılığı olarak verilmiş. Tek keli­ meyle tanımlanmış, daha doğrusu tanımlanmamış . Tanımlan­ madığına göre, enerji'nin iki anlamını da kapsaması öngörül­ müş. Erke son yıllarda terimin teknoloj ideki anlamına uyarlan­ mış. Şu çeviri-terimlerle: erke dengesi (deniz biyolojisi ile da­ ha başka alanlarda " energy balance " ) , erke dönüşümü (ener­ gy conversion) , erke düzeyi (energy level) . Yepyeni bir icat ol­ duğu söylenen bir aygıta da erke dönergeci adı verilmiş. Erke Araştırmaları ve Mühendislik A.Ş adlı bir şirket de var. Bu ku­ ruluşun açıklamasına göre, erke dönergeci "çevreye zarar ver­ meden istenilen güç ve sürati sağlayabilen, yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi"miş. Ne var ki, 2006'da bu tanımla toplu­ ma duyurulan makineyle öngörülen amaca ulaşıldığı bugüne dek açıklanmadı. 1 58

Buradaki "erke" (erk değil) yepyeni bir icat olduğu söylenen makine gibi yeni bir kelime Türkçede. Ama önce erk'in Türk­ çeye nasıl girdiğine bakalım. "Anaerkil, ataerkil" terimlerinde­ ki "erk"in Batı dillerindeki karşılığı, oligarchy, monarchy, anar­ chy gibi terimlerde kullanılan Yunanca arkhia; "yönetme, hük­ metme" demek. Erk'in akla gelmesinde arkh biçiminin etkisi olduğu görülüyor. Hukuktaki " erkler ayrılığı" ndaki erk'in kaynağı ise başka. Fransızca pouvoir, İngilizce power teriminin karşılığı olarak girmiş Türkçeye; "yetki" anlamına gelir burada. Bu iki kelime (power, pouvoir) İngilizce ile Fransızcada "enerji" anlamında da kullanılır; örneğin "nükleer enerji" derken. Tabii, günlük dil­ deki beden gücü, takat, zindelik anlamında da. "Özerk" , eskimiş "muhtar"ı Türkçeleştirmek için türetilmiş­ se de, Fransızca autonomie terimine bakılarak türetilmiş. Bu­ radaki erk, "otonomi" terimini ele alırken gördüğümüz "no­ mos" , yani kanun, töre, düzen anlamına gelen bileşen. Bu üç kümedeki erklerin Avrupa dillerindeki karşılıkları ayrı ise de, söz konusu terimlerin çekirdeği olan "yönetme, hükmetme / yetki / kanun, düzen" anlamlarının hepsi bizim "erk"li kelime­ lerde toplanıyor. Ama erk'in erke haline getirilmesiyle yeni bir kelime uydurulmuş oluyor. Enerji kelimesine Türkçe karşılık aranmamıştı o zamana kadar. Nice yıllar sonra, Fransızca ener­ gie'nin "erg"inden neden burada da yararlanmayalım denmiş . . . Aynı kökün Türkçede daha önceki uyarlamalarından ayırt et­ mek için olsa gerek, "erke" diye bir kelime uydurulmuş. TDK sözlüğünden başka, Ali Püsküllüoğlu'nun Arkadaş Türkçe Söz­ lük'ünde de "erk" ile "erke" iki ayrı kelime olarak tanımlanmış. Hiçbir dayanağı yok tabii. Tıpkı "dram" ile "drama" gibi du­ ruyor. Oysa aynı TDK'nin Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavu­ zu'nda ( 1 935) erk ile erke aynı kelimenin sadece gramer bakı­ mından iki biçimi olarak tanımlanmıştı. Ses benzerliğiyle türetilen eski örnekleri de hatırlayalım bu­ rada . Erken Cumhuriyet döneminin dil çalışmalarında garip bir durum var. Bir yandan, yabancı kelimelerin ayıklanıp dil­ den atılması için öz Türkçe kelimeler türetiliyor, bunun için 1 59

Türkçenin en eski kaynaklarına kadar iniliyor; bir yandan da Avrupa dillerindekilere benzer kelimeler türetiliyor. Yeni ke­ lime türetilirken sesleri benzeyen söz birimleri özellikle aranı­ yor. Fransızca hegemony'den egemenlik, image'dan imge; gene­ ral 'den ( " umumi" anlamında) genel, genlik, genleşme; com­ mandant'dan komutan; Yunanca akson'dan eksen kelimeleri ses benzerliği gösterdiği için ya Asya Türkçesinden ya da Anado­ lu ağızlarından alınan, anlamları özgün bağlamlarından kaydı­ rılarak türetilmiş kelimelerdir. Şunlarsa, sadece ses benzerliği­ ne dayanan yakıştırmalar: okul-ecole ; belleten-bulletin; sim­ ge-sembol; isteri-hysterie; diyelek-dialect; ordonat (ordu + donatım)-ordnance; kanyak-cognac vb. Bunlardan biri olan or­ gan-örgen ikilisini yukarda görmüştük. 2000'li yıllarda sözlük­ lerde yer alan, 2006'da da yeni bir enerji üreticisi olduğu söy­ lenen bir aygıtı adlandıran erke 1 930'lardan kalma bir kelime türetme "yöntemi"nin son örneği olarak görünüyor. Böylece, "erg"li, "org"lu yabancı terimlerin çoğunu ses benzerliğine da­ yanarak bulduğumuz kelimelerle ite kaka Türkçeleştirmiş olu­ yoruz.

1 60

Matematik Terimleri

Mate m a t i k

Matematik terimi Eski Yunancadır. Kelime anlamıyla "öğrenil­ miş bilgi, öğrenilen şey" demek. Terimin Yunancadaki en eski biçimi, "öğrenmek" anlamına gelen manthıinein fiili. Bu fiilin en eski kaynağı ise, Hind-Avrupa kök dilinde düşünme, düşün­ ce demek olan *men- *mon- * mn- ile, öğrenme anlamına gelen *mendh biçimleridir. Tıp terimi mania (yani "mani " , delilik) , İngilizce memory (hafıza) , mind (zihin) , Hinduizm ile Budizm­ den kaynaklanan Sanskrit mantra da bu köklerden çıkıyor. Fii­ lin isim hali mıithema "bilim, bilgi, matematik bilgisi, öğrenilen şey, ders" anlamına geliyor; bunun da sıfatı mathematikôs, yani bilimsel. Bu Yunanca kelime Latinceye mathematicus, Fransız­ caya mathmetique, İngilizceye de mathematic yazımlarıyla geçi­ yor. On yedinci yüzyılın ilk yarısında da terim İngilizcede mat­ hematics olmuş, yani matematik bilimi. Eski çağlarda bilim kavramı sayılar üzerinden akıl yürü t­ mekle sınırlıydı; geometrik şekillerin ölçümünü, fizik, astrono­ mi gibi bilimleri kapsıyordu. Fakat zamanla matematik kavra­ mı soyutlaştı; nesnesinden soyutlaştırılmış sayı değerleri üze­ rinden düşünme anlamım kazandı. Böylece matematik, felsefe ile birlikte, nesnesi olmayan iki disiplinden biri oldu . 1 61

Matematik Türkçeye yirminci yüzyılın ilk yansında Fransızca­ dan geçmiş. Eski Türkçede bu bilime riyaziye denirdi. Okullar­ da okutulan dersin adı da buydu. 1920'li, 1 930'lu yıllarda bu der­ se hala riyaziye deniyordu. Arapça kökenli riyaziye kelimesine çok benzeyen, yine aynı kökten gelen bir kelime daha vardır eski Türkçede: riyazet. Riyazet nefsi köreltme, disiplin altına sokma, beden hazlarından sakınıp perhizle, kanaatkarca yaşamak de­ mek. Yabani bir hayvanı terbiye etmek, huysuz atı eğitmek anla­ mına da gelen bu kelime buradan nefsi terbiye etmek anlamıyla tasavvuf diline girmiş. Bu iki terim arasındaki bağlantıyı kurmak pek kolay değil. Öyle anlaşılıyor ki, riyaziye, riyazei'in disipline sokma anlamcığından türemiş. Buna göre, matematik zihni sı­ kı bir düzene, bir disipline sokan bilgiler, dersler anlamına geli­ yor olmalı. TDV 1slam Ansiklopedisi bu bağlantıyı şöyle açıklıyor: Eflatun felsefesinin etkisiyle Aristocu ilimler tasnifinin tesiri neticesinde matematik bilimleri kendi üstünde bulunan ilm-i ilahiye bir hazırlık olarak görüldüğünden kök anlamı "alıştırma yapma" olan riyaze kelimesine teşbihen "zihni alıştıran ve hazır­ layan" manasında "riyazi ilimler" olarak isimlendirilmiş, daha sonra kısaca bütün bu bilimlere riyaziyyat adı verilmiştir. Yeni­ leşme döneminde ise riyaziyyat sayı ve miktarla uğraşan bütün bilim dallarını kuşatan bir isim olarak kullanılmaya başlamıştır, bugün de modem Arapçada kullanılmaya devam edilmektedir.

Kelimelerin anlamı zamanla değişince ilk anlamları bulanık­ laşır. Fakat o çekirdek anlam aynı kökten çıkan başka terimler­ de, deyimlerde hala yaşamaya devam eder. Gelişmiş dillerde bu olgunun sayısız örneği vardır. Yunanca manthanein kelimesi­ nin çekirdek anlamı olan "öğrenmek" İngilizce ile Almancada kullanılan polymath (çok + öğrenmiş) kelimesinde yaşıyor. Bir­ çok konuda geniş bilgisi olan, bilgin anlamına gelir. Bilim dalları yirminci yüzyılda pek çok alt dala bölündü . Da­ ha önce geniş bir dalın kapsama alanına giren konular doğa ve toplum olaylarının çok karmaşık yapıları daha iyi kavrandıkça yeni dallar doğurdu. Oysa Rönesans ile yirminci yüzyıl arasın­ da, "Rönesans insanı" diyebileceğimiz, birden çok bilimle uğra1 62

şan, çok geniş bir çalışma alanı olan bilimciler vardı. Örneğin,

Britannica'da olsun, Wikipedia'da olsun, " filozof, matematik­ çi, hukukçu , dilbilimci, ilahiyatçı, polymath" sıfatlarıyla tanıtı­ lan birçok düşünür bulabilirsiniz. O halde, polymath bir kimse­ nin yalnızca geniş bilgisine değer vermek için değil, onun uğraş alanını tanımlamak için de kullanılan nesnel anlamlı bir terim. Buna çok yakın bir eski Türkçe kelime var: hezarfen . Hezar, Farsçadan girmiş Türkçeye, "bin" demek; " fen" de bildiğimiz fen, yani "bilim, sanat" . Bire bir anlamıyla "bin fen" demek; ya­ ni Frenkçe kelime gibi, çok şey bilen, çok yetenekli, birçok hü­ neri olan kimse. Evliya Çelebi'nin tanıttığı Hezarfen Ahmet Çe­ lebi hayali bir adamdı herhalde. Ama bu kelimenin bugün unu­ tulmamasını herhalde en çok ona borçluyuz. Çok güzel bir ke­ lime hezarfen. Yeri geldikçe kullansak, kelimenin üstündeki tozu biraz olsun silksek iyi olmaz mı? G e o m etri

(Ge: yer, yeryüzü , arazi + metria: ölçme; /o/, iki birimi birleşti­ ren ses) birimlerinden kurulu bir terim olan geometri Eski Yu­ nancada yeryüzünün, yüzeylerin, arazinin ölçülmesi demek. Matematik gibi geometri de yirminci yüzyılın ilk yarısında Fransızca geometrie üzerinden Türkçeye geçmiş. Atatürk'ün 1936'da yazdığı, birçok geometri terimini karşılamak amacıyla Türkçe terimler türettiği kitabın adı da Geometri'ydi. Osmanlı Türkçesinde bu bilime hendese deniyordu . Keli­ menin sıfatı da hendesi. Bu terim 1 940'lı yıllara kadar Türkçe­ de kullanıldı. TDK'nin 1935'te çıkardığı Osmanlıcadan Türkçe­ ye Cep Kılavuzu adlı sözlükte hendese terimi hiçbir açıklama­ ya yer vermeden hendese kelimesiyle karşılanmış. Demek ki l 935'te hendese Türkçe sayılıyordu . Hendese kelimesini bugünkü genç kuşak bilmeyebilir, ama ondan türeyen bir kelime unutulmayacak kadar yaygınlaşıp dile yerleşmiştir: mühendis. Öyleyse mühendis geometriyi bilen kişi demek. Tanzimat'tan biraz önce açılan mühendis okulunun adı "hendesehane"ydi. Hendesehane daha sonra mühendishaneye 1 63

çevrildi. Sultan III . Selim'in Niza.m-ı Cedid yapılanmasının bir adımı olarak l 795'te Hasköy'de açılan topçu okulunun adı Mü­ hendishane-i Berri-i Hümayun'du . Bu okul topçu ve istihkam subayları yetiştiriyordu. Topçu , istihkam sınıflarının geometri, matematik bilgileri gerektirdiği açıktır. Mühendishane-i Berri-i Hümayün'un ilk adı Hendese Odası'ydı. Tersane ile donanma­ nın geliştirilmesi için l 775'te kurulan bu okulda da öğretim ma­ tematik, geometri ağırlıklıydı. 1 883'te Hendese-i Mülkiye Mek­ tebi de bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesinin temelidir. Hipotenüs (Fr. hypotenuse, İng. hypotenuse < Yunanca hypo­ teinousa) : bir dik üçgenin dik açısının karşısındaki kenan. Yu­ nanca bileşenleri: hypo- "altında" + teinein "germek" . "Altına gerilmiş" demek bu birleşim. Kökün İngilizcedeki türevlerini düşünelim, daha bir kolaylıkla kavrarız: tense (gergin) , tendon (kiriş) , tent (çadır) , thin (ince) . "Germek" edimi hepsinde var. Yere bir L harfi çizelim, harfin dik çizgisine a, yatay çizgisine de b diyelim; a ile b'yi birleştiren dik açının karşısına da bir ip ge­ relim. İşte o iptir "altına gerilen" , dik açının altına gerilen, yani hipotenüs. Bu kadar basit bir içeriği var. Aritmeti k

Matematik öğrenimine aritmetikle başlanır. Bu da Yunanca. Kelimenin en eski kökeni Hind-Avrupa kök dilindeki *erei-dh­ mo-, onun sonek almış hali ise "sayı, sayı sayma, nicelik, akıl yürütme" anlamına gelen *re- birimi arithmos; arithmetike tek­ hne de sayı sayma sanatı demek. Türkçeye yirminci yüzyılın ilk yansında Fransızca arithme­ tique üzerinden girmiş. Türkçedeki eski adı "hesap" , aynı za­ manda okullardaki dersin de adı. Kelimenin aslı "hisab" . llm-i hisab aritmetik demek. llm-i aded terimi de kullanılmış. Tri g o n o m etri

Matematiğin başka bir dalı olan bu terim yine Yunancadan ge­ liyor. Üç parçalı bir kelime: "tri: üç + gönia: açı, köşe + metron: 1 64

ölçü, ölçme. " Üç köşeli düzlemlerin, yani üçgenlerin ölçülmesi anlamına geliyor. Batı dillerine Latince üzerinden geçmiş. Eski Türkçedeki karşılığı müsellesat (üçgen + Arapça çoğul eki -at) , yani üçgenler hakkındaki bilgiler. Müselles kelime­ si bir hayli eskimiştir, ama aynı kökten çıkan teslis (Hıristiyan inancındaki üçlü birlik) terimini birçok kimse bilir. Terimin Yunanca adında geçen gönia birimini başka bir te­ rimde de kullanıyoruz: gönye. Dik açıları ölçmeye yarayan dik üçgen biçimindeki araç anlamına gelen kelime marangozlukta da kullanılıyor. Sıfır

Sıfır, matematikte çok önemli bir kavram. Kelime Arapçadan öteki dillere geçmiş. Arapçadaki sifr, hiç, boş, içi boş, sıfır an­ lamında. Kavramın aslı Sanskrit s'unya, yine boş, hiç, sıfır de­ mek. Araplar kavramı bu dilden almışlar, ama kelimeyi kendi dillerine çevirmişler, dolayısıyla bu kelime Arapçadan. Çekir­ dek anlamı aritmetikteki sıfır. Batı dillerinde on altıncı yüzyıl­ da, gizli yazışmalarda "şifre, kod" anlamında kullanılmış, İn­ gilizcedeki encipher (şifreleme) , decipher (şifre çözmek, deşif­ re etmek) fiillerinde olduğu gibi. Çünkü bu türden gizli işler­ de eskiden rakamlar harf yerine geçerdi. Daha sonra anlam ge­ nişlemesiyle bu kelime O' dan 9'a kadarki rakamlar için kullanıl­ mış. İngilizcedeki cypher ya da cipher kelimesinin kaynağı Eski Fransızcadaki cifre, onun da kaynağı Latince cifra. İngilizcede sıfır anlamına gelen zero da yine aynı Arapça sifr kelimesinden. Bu kelimenin tuttuğu yolun konakları şöyle: ze­ ro (İngilizce) < zero (Fransızca) < zephirium (Orta Latince) < sifr (Arapça) . Almanca Ziffer de Arapçadan tabii. Türkçe sıfır'ı matematikteki anlamıyla Arapçadan ; şifre'yi, deşifre'yi Fransızcadan almış. Fransızca kelime de aynı kökten türeyen chiffre. Birçok mecaz türetmiş sıfır. İngilizcede cipher hiçbir değe­ ri olmayan, kendi iradesiyle hareket edemeyen, başkalarının emirlerini yerine getiren kişi anlamına da geliyor. Türkçede de 1 65

buna yakın anlamları var: hiçbir değer taşımayan, verimsiz, ol­ mayan, bulunmayan şeyleri "sıfır" la dile getiririz. Ayrıca, "sı­ fır noktası" , "denize sıfır" , "sıfıra sıfır (elde var sıfır) " , "sıfırla­ mak" , "sıfırcı" gibi deyimler var. Cebir

Cebir, İslam dünyasının matematik bilimine bir katkısıdır. Matematiğin bu önemli dalı ünlü matematikçi el-Harizmi'nin Kititbü'l-Mubtaşar fi bisiibi'l-cebr ve'l-m�abele [Tamamlama ve Dengeleme ile Hesaplamanın Özlü Kitabı] adlı eserinden kay­ naklanıyor. Cebir kelimesi ilk kez burada kullanılmış. Dolayı­ sıyla yepyeni bir "hesaplama" yolu matematik biliminde. El­ cebr sözlük anlamıyla Arapçada "kırık kemiği yerine getirme, düzeltme, onarma" demek; burada kesirleri tam sayıya çevir­ me anlamında. Bu kelimenin ikinci anlamına, yani "zorlama"ya aşinayız. Bu anlamı da birinci anlamına pek uzak düşmüyor. Mukabele ise, kelime anlamıyla "karşılama, karşılaştırma , bir örneğini verme" demek; burada "denklem" kurulması anla­ mında . Terim, Batı dillerine algebra (yani Arapçanın belirli­ lik tanımlığı olan "al"ı da alarak) geçmiştir. Öte yandan, Hariz­ mi'nin kitabı Hind-Arap rakamlarının Avrupa'da tanınmasını da sağlamıştır; yukarıda açıklanan "sıfır" da bunlardan biri. Ha­ rizmi İslam dünyasının Batıda en çok tanınan matematikçisi. Algoritma

Yine Harizmi'nin matematiğe kazandırdığı bir sayılara dök­ me ve hesaplama yöntemi. On yedinci yüzyıl sonlarında Av­ rupa dillerinde kullanılmaya başlamış. Algoritma, el Harezmi, yani Harezmli demek. Terim onun aile adını taşıyor. Muham­ mad bin Musa al-HarizmI'nin ( 780-850) bugün Özbekistan sı­ nırları içinde bulunan Harezm'de (bugünkü adı Hive) doğdu­ ğu sanılıyor. Bu Arapça terim Latinceye çevrilirken bir hataya düşülmüş. Yunancada sayı anlamına gelen arithmos ile karıştırılmış. Bü1 66

yük matematikçinin adı geçen kitabı on ikinci yüzyılda Latin­ ceye çevrilirken, çevirmen kitabın yazarının adını da Latince­ leştirerek algorizmi diye yazmış, böylece Arapça kelimeyi ta­ nınmaz hale getirmiş. Ortaçağ Latincesinde algorismus , Eski Fransızcada algorithme, Orta İngilizcede algorism yazımları be­ nimsenmiş. Logaritma

Hesaplama işlemini kısaltan bir yöntem. On yedinci yüzyıl baş­ larında kullanıma girmiş. İskoç matematikçi j ohn Napier'in ( 1 550- 1 6 1 7) matematiğe katkısı. Terimi türeten de o . Napier yeni Latincede logarithmus diye adlandırmış bu işlemi. İki biri­ min birleştirilmesiyle elde edilen bir terim bu . Terimin birim­ leri Yunancadan: logos: oran, oranlama, hesaplama + arithmos: sayı. Logaritma, sayıların oranlanması anlamına geliyor. Bütün bilim terimleri gibi matematik terimleri de gündelik dilde herkesin kullandığı kelimelere yeni anlamlar yüklenme­ siyle elde ediliyor. Ama bu basit kökenler bilinmeyince terim­ ler birden soyutlaşıyor, yanına yaklaşılmaz oluyor, asık yüzlü hale geliyor. Orta dereceli okullarda matematik dersini okutan­ lar bu terimlerin kökenlerini açıklayarak derslerine başlasalar matematik daha güler yüzlü bir ders olmaz mı? . .

1 67

"Fil"ler

Fil, daha doğrusu -phil- birleşik kelimelerde kullanılan bir bi­ leşen, Yunancadan geliyor. Yunanca bu bileşeni nereden al­ mış, kökeni nedir, bilinmiyor. Avrupa dillerinde başka birim­ lerle birleştirilerek pek çok kelime türetilmiş. Bunlardan birço­ ğu yabancı dillerden Türkçeye geçmiş. Phil, aşk, sevgi, seven, dost, dostça demek. Ama bazen de doğal sayılmayan, hastalıklı sevgi, "mani" anlamına geliyor. Şimdi görelim bu bileşenle tü­ reyen kelimeleri. Filoloji (philology ). Birleşik kelimenin ikinci birimi Yunanca logos'un çok geniş bir anlam bandı var: "kelime(ler) , söz(ler) , söz söyleme, konuşma; okuma; çalışma, inceleme; akıl; oran­ tı, hesaplama. " Philologos kelimesi Yunanca metinlerde anlamı esnetilerek kullanılmış; baskın anlamı "kelimelerin anlamları­ nı araştırma; kelamı, konuşmayı, söz söylemeyi, edebiyatı, öğ­ renmeyi sevme. " Yunancadan türeyen birçok terim gibi filoloji d e modem an­ lamını Avrupa dillerinde kazanmış. Filoloji, dilleri, o dillerin edebiyatını, metinlerde dilin nasıl kullanıldığını araştırıp in­ celeyen bilim dalı. On dokuzuncu yüzyıldan önce, bugün dil­ bilimi (linguistics) dediğimiz bilim dalı için de kullanılıyordu . Lengüistik yeni bir terim. İstanbul, Ankara üniversitelerinde 1 68

bugün İngiliz, Fransız, Alman dili ve edebiyatları adlarını taşı­ yan bölümler başlangıçta "filoloji" adıyla kurulmuştu . Eski Yu­ nanca ile klasik Latince öğretilen bölümler de "klasik filoloji" adını taşıyordu. Filarmoni (ahengi, armoniyi, musıki sanatını sevme) : Avru­ pa dillerindeki kaynağı İtalyancafilarmonico. Avrupa'nın adı en ön sırada anılan opera tiyatrolarından biri olan Teatro Filarmo­ nico 1 7 1 6'da inşa edilmiş. Günümüzde birçok senfoni orkes­ trası "filarmoni orkestrası" adını taşır. Aynı terim musıki der­ neklerinin adlarında da sıkça kullanılır; Türkiye' de de böyle bir dernek var: 1945'te kurulan İstanbul Filarmoni Derneği.

Bibliyofil (lng / Fr. bibliophile) , bu yazımıyla TDK'nin Gün­ cel Sözlük'üne alınmış. Birinci birimi "kitap" demek olduğuna göre, "kitap sever" , yani çok okuyan, kitap kurdu anlamına ge­ liyor. Ama bu yeterli değil bibliyofili tanımlamaya. Bibliyofilin ayırt edici niteliği kitap toplaması, kitap koleksiyoncusu olma­ sıdır. Kitap sever olduğu için kitap topluyordur. Koleksiyoncu­ luk da yanlış anlaşılmamalı. Düşünürlerin, yazarların, bilimci­ lerin 1 evlerinde binlerce kitap bulunur. Ama hiçbiri bibliyofil olmayabilir. Bibliyofiller nadiren bulunabilecek kitapları top­ larlar; el yazması eserleri, yayımlanmış kitapların ilk baskıları­ nı, çok az sayıda basılmış eserleri, bulunması çok zor kitapları, yüzyıllar önce basılmış eski kitapları, üstünde yazarının imza­ sı bulunan ciltleri. . . Kitap koleksiyoncularının çoğu elde avuç­ ta ne varsa kitap almak için harcarlar. Sürdürülmesi çok zor bir uğraş, emekliliği olmayan bir meslektir. Şunu da eklemek­ te yarar var: kitap toplamanın amacı nadir eserleri daha sonra çok yüksek fiyatla satıp para kazanmak, zengin olmak değildir. Tersine, bibliyofil para kazanmaz, durmadan para harcar, har­ cadıkça da parası azalır. Bibliyofiller için en önemli şey, topla­ dıkları paha biçilmez eserleri ellerinde, evlerinde bulundurma, okuma zevkidir. "Bilim insanı" sözünü kullanamıyorum. "insan" kelimesi hem ahlaki, hem de antropolojik bir çağrışım uyandırıyor. iktisatçı, tarihçi, matematikçi, fizikçi, kimyacı, ruhbilimci, toplumbilimci terimlerini rahatça kullanmıyor muyuz? Bu örneklere bakarak bilimle uğraşana "bilimci" demeyi denedim.

1 69

Türk kitap koleksiyoncuları arasında en ünlüsü, hiç şüphe­ siz, son dönem Osmanlı aydınlarından, yazar Ali Emiri: Efen­ di'dir ( 1 85 7- 1 924) . Koleksiyonundaki en değerli eser Türkçe­ nin en eski sözlüğü olan Kaşgarlı Mahmud'un Dfvanü l ugati 't­ Türk'üdür. Ali Emiri: ölmeden önce koleksiyonundaki on al­ tı bin kitabı sonradan Millet Kütüphanesi adı verilen, Fatih'te­ ki Feyzullah Efendi Medresesine bağışlamıştı. Bunların hayli­ si el yazmasıydı. Şemseddin Sami Kamüs-ı Fransevi'de bibliop­ hile kelimesini "Kitapları çok seven, muhibb-i kütüb" diye ta­ nımlamış. Bibliyofili kelimesine benzer bir kelime vardır: bibliyomani. Bu kelime de TDK'nin sözlüğüne girmiş. Bibliyofili ile bibliyo­ mani zaman zaman eşanlamlı olarak kullanılıyor olsa da, eşan­ lamlı sayılmamalı. Mani kelimesinden de anlaşılabileceği gi­ bi, ikincisinde kitap koleksiyonculuğu bir hastalık haline gel­ miş demektir. Böyle koleksiyoncularda kitap toplama tutku­ su , daha doğrusu hırsı, kendi sağlıklarını tehlikeye düşürebi­ lecek, dostluk, arkadaşlık bağlarım sürdürmelerine engel ola­ bilecek bir saplantı derecesindedir. Şemseddin Sami Kamüs-ı Fransevi'de "bibliomane" kelimesini de "Kütüb-i nadire cem'i meraklısı, kitap budalası, kitap sevdalısı," diye tanımlamış. Bu "mani" durumu için eski Türkçede yakıştırılan bir söz var: me­ cani:n-i kütüb, yani kitapların mecnunu . Muhibb-i kütüb" (ya­ hut muhibban-ı kütüb" ) de, "mecani:n-i kütüb" de hoş, bir mi­ zah tadı da taşıyan sözler. Sinefil (cinephile) : sinemasever, sinema sevdalısı . tlkin 1929'da kullanılmış İngilizcede. Son yıllarda Türkçede de kul­ lanılmaya başladı. Philadelphia (phil + adelphos: kardeş sevgisi) : ABD'nin bü­ yük şehirlerinden biri olarak biliriz. Ama aslı Anadolu'daydı. Bu ad, Bergama tiranı il. Attalos'un (lö ikinci yüzyıl) unvanıy­ dı. Bu tiran Ege bölgesindeki bir şehre bu adı vermişti; bura­ sı bugün Manisa iline bağlı bir ilçe olan Alaşehir. Attaleia şehri (yani Antalya) da aynı tiranın adını taşır. Attalos llkçağ Anado­ lu'sunda çok yaygın bir unvandı. Daha birçok Attalos var. Yeni Ahit'te de geçer bu şehrin adı ( "Filadelfiya'daki kilisenin mele1 70

ğine yaz" , Vahiy, 3 : 7) . Yakın bir geçmişte yayımlanan bir araş­ tırmaya göre, Karaman ili sınırları içindeki Akçaalan köyünün eski adı da Filadelfiya imiş. 2 Filateli, Filatelist (Fr. philatelie) : Birinci kelime pul kolek­ siyonculuğu , ikincisi pul koleksiyoncusu demek. Pul koleksi­ yoncuları Uluslararası Filateli Federasyonunda birleşmişlerdir. Türkiye'de de bir dernekleri var: İstanbul Filatelistler Derneği. Terimin benzersiz bir tarihçesi var. Bir kelime bu kadar mı dolambaçlı yoldan gelir ! İkinci birim olan telos Yunancada ver­ gi demek; a- ise olumsuzluk bildiren bir önek; filateli kelimesi düz anlamıyla "vergiden muaf" demek. Bu kelimeyi Fransız pul koleksiyoncusu Georges Herpin türetmiş. Ama nasıl? . . Pul ye­ ni bir icatmış o günlerde ( 1 860'lar) . Pul koleksiyonculuğu için Fransızcada timbromanie (timbro, posta pulu + mani: pul peşin­ de koşan) kelimesi kullanılıyormuş. M. Herpin beğenmiyor bu­ nu, silik buluyor. Yıllar önce çıkmış olan pulları toplayıp sakla­ manın bir değeri olması gerektiğine inanıyor. Böylece, özel me­ rakı olan pul koleksiyonculuğu için kulağa hoş gelen, gösteriş­ li, cafcaflı bir isim arıyor. Aradığı kelime ya Yunanca olacak ya da Latince . . . Başkası idare etmiyor ! Ne var ki, Eski Yunanların da, Romalıların da pul diye bir nesne kullanmadıklarını öğre­ nince hayal kırıklığına uğruyor. Bu yüzden arka sokaklara sa­ pıp dolambaçlı bir yol tutuyor; mektup zarflarına pul yapıştı­ rılmadan, sadece damga vurulup postalandıkları eski dönem­ lere dönmek zorunda kalıyor. O yıllarda Fransa'da mektupla­ ra "franc de port" (vergisiz, vergiden muaf) damgası vurulur­ muş. Buna en yakın Yunanca kelime olarak uydurduğu kelime a teles, yani vergiden muaf, ücretsiz. Posta hizmetlerinde pul kullanılmaya başlayınca, posta ücretini mektubu gönderen de­ ğil de, mektubun gönderildiği kişi ödemek zorundaymış. Her­ pin pullu mektup zarfının mektubun gönderildiği kişiyi para ödemekten kurtardığını müj delemek için Yunanca "sevmek" (phil) kelimesini vergi kelimesine (telos) ekleyip böyle bir te­ rim türetiyor. Yıl 1 864. M. Herpin'in azmine hayran olmamak elde değil ! 2

Bkz. Sevan Nişanyan, Adını Unutan ülke, Everest Yayınlan, İstanbul, 20 10, s. 1 8 1 .

1 71

Filozof, felsefe terimlerinde de var phil. Bu terimler üzerin­ de, "Felsefeden Safsataya" başlıklı denemede durulmuştu . Filantrop (Fr. philanthrope) : Bu kelime de Türkçeye girmiş; TDK'nin sözlüğünde yer almış (kelimenin Fransızcasını yanlış yazmışlar siteye) . Kelimenin ikinci bileşeni olan Yunanca anth­ ropos insan, insanoğlu demek. Kelime anlamıyla "insansever" demek olan filantrop, kavramsal içeriğiyle de aynı anlamı ve­ riyor: insanlığın iyiliği için çalışan, kendini insanlık davaları­ na adamış kişi. Phil biriminin bir de sevgiye olumsuz bir anlam kattığı terim­ lere bakalım. llki bir tıp terimi: hemofili. Yunanca haima kan; hemofili de "kanı sevme" (kan dökmeyi değil tabii) . Kan akışı­ nın uzun süre durdurulamadığı bir kan hastalığı. Haima pek çok tıp teriminde kullanılır. Geçerken bunları da görelim. Hemoglobin (hematoglobulin teriminin kısaltılmışı) . İkinci bileşen globin, Latince globus' 'tan, küre , kürecik demek; on do­ kuzuncu yüzyılda türetilmiş bir terim. Alyuvarlarda demir içe­ ren madde. Anemi: kansızlık, baştaki a- olumsuzluk eki. Hematoksik: kanı zehirleyen Hemoroit (ikinci birim oid, biçim demek) : düz anlamıyla "kan akması" ) anüsteki kan damarlarının şişmesi, basur. Hematoloji: vücuttaki kanı, kan yapıcı organları inceleyen tıp dalı. Üremi / Üre hastalığı (uraemia) şu iki bileşenden kurulu: ou­ ron (urea, idrar kesesinde bulunan sarımtırak akışkan + haima, "kan" . Kandaki üre miktarının normal seviyede olmamasıyla kendini belli eden bir böbrek hastalığı. lskemi (Yunancada ischaimos; kelimenin başındaki birim "tutma, engelleme" demek) : kan akışının durması, atardamar­ larda tıkanma. Pedofili (paedophilia) : çocuk severlik değil tabii. Ergin bir kişinin erginlik çağına henüz girmemiş, yani daha çocuk yaş­ ta olan birine cinsel ilgi duyması ya da onunla cinsel ilişkiye girmesi. TDK'nin sözlüğüne girmiş. Türkçesi sübyancılık. Ka1 72

nunda suç olarak tanımlanmış , yaptırımları TCK'de belirtil­ miştir. Nekrofili TDK'nin sözlüğüne girmiş. Düz anlamıyla "ölü se­ vicilik" . Cansız bedene duyulan cinsel istek, cesetle cinsel iliş­ ki kurulması. Zoophilia: Türkçe sözlüklere girmedi. "Hayvana tecavüz" deniyor. Hayvanseverlerin bir suç olarak kabul edilip kanunla yaptırıma bağlanmasını istedikleri bir sapıklık. Hayvanlar Türk hukukunda "eşya" sayıldığı için suçun kanunda karşılığı yok. TCK'nin 1 5 1 . maddesindeki "mala zarar verme" suçunu işle­ yen tecavüz sanığı dört aydan üç yıla kadar hapis ya da adli pa­ ra cezasına çarptırılabiliyor ancak. "Fil"li bir kelime daha var. Ama önce Anglophile, Francophi­ le, Germanophile kelimelerini görmeliyiz. Bunlar adı geçen ül­ keleri seven, beğenen, kültürüne, sanatına , yaşama biçimine hayranlık duyan kişiler hakkında kullanılır. Batı dillerinde baş­ ka kültürlere gösterilen sevgiyi dile getirmek için de kullanıla­ bilen bir bileşen. Tarihimize geçen mizah dolu bir hikayesi var. Bunu anlat­ madan olmaz. Bu hikayeyi çeşitli yerlerde okudum, sohbetler­ de anlatılışını da dinledim. Her birinde bir farklılık vardı; kişi­ ler değişebiliyor, daha önemlisi, bağlamı iyice anlaşılmıyordu . Ben Lebon pastanesinde geçen bu mizah şaheserine tanık olan Yakup Kadri'nin anlatımını buraya alacağım. Hikayenin kahramanı Süleyman Nazif ( 1 870- 1927) , şair, ya­ zar, gazeteci. Keskin mizahı, hazırcevaplığı, nüktedanlığı ile ta­ nınmış bir kalem. Valilik görevlerinde de bulunmuş. Şöyle yaz­ mış Karaosmanoğlu : Kendisini [ Süleyman Nazif] , her Dahiliye Nezaretine geçişin­ de valilikten azleden Halil Bey'den [ Halil Menteşe ] ise -şiş­ manlığından kinaye- "O bin kiloluk bir sıfırdır" diye bahse­ derdi. Ancak günün birinde, sanırım yine Halil Bey'in gadrına uğradığı bir sırada idi, bizi ona dair başka bir nüktesiyle hayli güldürmüştü. Hiç unutmam, Lebon çayhanesinde sohbet de­ vam ederken aramızda, bilmem neden, "Cemal Paşa frankofil 1 73

(Fransızsever) , Enver Paşa germanofil (Almansever) diye bir söz konusu açılmıştı. İçimizden biri, bunu fırsat bilerek -mut­ laka Süleyman Nazifi kızdırmak için- "Ya Halil Bey nedir? " diye sormuştu. Bunun üzerine, üstad ön dişlerini birer süngü 3 ucu gibi uzatarak şu cevabı vermişti: "O mu? O sadece fildir. "

Halil Menteşe ( 1 8 74- 1 948) Osmanlı devletinin son döne­ minde dahiliye, hariciye , adliye nazırlıklarının yanı sıra Mec­ lis-i Mebusan başkanlığı görevinde bulunmuştu . Enver-Talat­ Cemal Paşa üçlüsünden sonra dördüncü adam sayılıyordu. Le­ bon' daki sohbetin konusu herhalde devletin başındakilerden kimi tutalım, kime güvenelim, kim kurtarır devleti türünden bir şeydi. Yakup Kadri burasını belirtmemiş, anlattığı hikaye­ de başka bir eksiklik de göze çarpıyor. Frankofil var, Germa­ nofil var, ama Anglofil yok. O da olmalıydı. Benim dinlediğim hikayede Anglofil olarak Maliye Nazırı Cavid Bey'in adı geçi­ yordu.4 Bu üç "fil" bu hikayede kaldı. 1960'larda yeni bir "fil" girdi Türkçeye: Amerikanofil. Yukarıda anılan üç kelimenin ömek­ senmesiyle türetilmiş olmalı. tık kez on dokuzuncu yüzyıl son­ larında Amerikan İngilizcesinde kullanıldığı söylenen bu keli­ me ABD'nin lkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en güç­ lü devleti haline gelmesiyle dile yerleşmiş olsa gerek. 60'larda Türkiye'de sol-sosyalist çevrelerde NATO ve Amerikan aleyh­ tarlığı yaygındı. Kelime o yıllarda sol basında "Amerikancı" an­ lamında, kimi siyaset adamlarını kötülemek için sık sık kulla­ nıldı. Amerikanofil o yıllarda kalmadı. Günümüzde sağcı, "İs­ lamcı" , "ulusalcı" , "milliyetçi" çevrelerde Amerika'dan hoşlan­ mayanlarca, yine aynı anlamda sık sık kullanıldığını görüyo­ ruz. Öteki kelimelerle birlikte bu kelime de "fil"i Türkçede iyi­ ce tanınır kıldı. Kim bilir, "Amerikanofil" de suçlayıcı bir keli­ me olarak belki en çok Türkçede kullanılmıştır.

3

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hiitıralan, ikinci baskı, ileti­ şim Yayınlan, İstanbul, 1 990, s. 1 69- 1 70.

4

Cavid Bey yazar, çevirmen, hukukçu Şiar Yalçın'ın ( 1 924-20 10) babasıdır.

1 74

Hamiş:

B u deneme Kavram Mutfağı'nda yayımlandıktan sonra, b u der­ ginin paydaşlarından Sayın Necati Saygılı 4 Eylül 202 l 'de gön­ derdiği e-posta ile bir "fil"li kelimeyi daha hatırlattı bana. Ne­ cati Bey'e bir kere daha teşekkür ederken yazdığı mektubun il­ gili bölümünü buraya alıyorum. "Meslekten kimyacı olarak bizler de "fil" bileşenini kullanı­ rız; susever anlamında 'hidrofil' sıfatı konuşmalarımızda sıkça geçer. Zeytinyağı, petrol gibi ürünler suyla homoj en bir karı­ şım meydana getiremedikleri, yani bunlar hidrofil olmadıkları­ nı için, bu ürünleri de 'hidrofob' diye niteleriz. "

1 75

Frankla r, Frenkler

Frank, Frenk kelimeleri Avrupa dillerinde olsun, Türkçede ol­ sun , pek çok yerde , pek çok anlamda kullanılmış. Hepsinin kaynağı bir kavmin adı. Bir Cermen kavmi olan Franklar. Daha doğrusu birkaç Cermen boyunun ortak adı. Franklar Alman­ ya'da Ren nehri ile Weser ırmakları arasındaki bölgede yaşıyor­ lardı. Üçüncü yüzyılda tarih sahnesinde görünmeye başlıyor­ lar. Üçüncü yüzyılın ortalarında topraklarını Romalıların elin­ deki Galya içlerine doğru genişletmeye çalışıyorlar. Burası bir Kelt boyu olan Galyalıların yaşadığı bölgeydi. Bu geniş bölge bugünkü Fransa, Belçika , Lüksemburg topraklarının tamamı ile Hollanda'nın, lsviçre'nin bir kısmını, Almanya'da Ren'in ba­ tısındaki bölgeyi, ltalya'nın da Po ovasını içine alıyordu . Frank­ ların Galya'yı istila etme girişimleri dördüncü yüzyılda da sür­ dü . Dördüncü yüzyılda Romalılar Kuzey Galya'daki gücünü kaybedince, Franklar topraklarını bugünün Belçika'sı ile bugü­ nün Fransa'sını içine alacak biçimde genişlettiler. Zamanla Ba­ tı Frank Krallığı, Frank unsuru daha eski kavimlerle karıştığı halde, kendi yönetimindeki halkı "Frank" olarak adlandırma­ ya devam etti. Bu halkın konuştuğu dil, yani Frankça (Cermen lehçelerin­ den biri) yavaş yavaş unutuldu . Ama bu Cermen kavmi bu ül1 76

kede konuşulan dile kendi adını verdi. Ülkenin adı da Fransa diye anılmaya başladı. Galya, yani bugünün Fransa'sı beş yüz­ yıl Roma egemenliğinde yaşadığı için kültür olarak Latin kül­ türüne bağlı bir ülke olarak görülür; Fransızca da bir Latin dili­ dir. Ama daha eski köklere inildiğinde Fransız toprağında Kelt ve Cermen kültürlerinin de yaşadığını görüyoruz. Kavmin adı Almanya'da da unutulmadı. Rhineland'ın doğu­ su ile Main ırmağı boyunca uzanan bir dükalık olan bölgenin adı Franconia'ydı (Almancada Franken) . Eski Franconia hal­ kının bir parçası olan halk eski Franklardı . Frankfurt şehri­ nin adı bu geçmişten geliyor. Bu şehrin Almanya'da resmi adı bugün Frankfurt anı Main. Şu demek: Main ırmağı üzerindeki Frank geçidi. Frankfurter adını bu şehirden alan bir sosis türü. Şehrin Eski İngilizcedeki adı Frankfort'tu . Bu adın bu yazımı şu ABD şehirlerinin hala kullanılan adlarıdır: Kentucky, New York, Illinois eyaletlerindeki Frankfort şehirleri. Asıl çarpıcı olan, Fransa, Fransız kelimelerinin yanı sıra eski bir topluluğun etnik adından pek çok kelime türetilmiş olma­ sıdır. Eski İngilizcede franc,franca "özgür, soylu kişi" anlamına geliyordu . Sanki Franklar Gallileri, Keltleri yenip egemenlikle­ ri altına aldıkları zaman bu ülkenin "özgür" insanlarının ken­ dileri olduğunu ilan etmişler gibi ! Frankların egemenliğindeki Galya'da yalnız Franklar özgürdüler. İngilizcede frank sıfatı bugün serbest, açık sözlü , dürüst, içten , cömert anlamına geliyor. Kaynağı Eski Fransızcadaki franc. Fransızcada da aynı anlamda tabii. Daha eski kaynağı, yine özgür anlamına gelen Latince francus. Franc aynı zaman­ da Avrupa Birliği kurulmadan önce Fransa, Belçika, Lüksem­ burg'un resmi para birimiydi. Franc bugün de, başta İsviçre ol­ mak üzere daha birçok francophone (aşağıda) ülkede geçerlidir. Frank kelimesi Avrupa dillerinin pek çoğunda özel ad ve so­ yadıdır. Bu adın ya da soyadının birçok türevi de var: Fran­ cis, François, Françoise, Franz , Franco , Francisco , Francesca, Franklin, vb. Tanınmış Katolik tarikatlerinden biri Fransisken adını taşır; 1 209'da Assisili Aziz Francesco'nun kurduğu tarikat varlığını günümüzde de sürdürüyor. 1 77

Mary Shelley'in bilim kurgunun erken örneklerinden biri sa­ yılan ünlü gotik romanı Franhenstein ya da Modem Prometheus ( 1 8 18) adını taşır. Frankenstein (Almancada "Frank taşı" an­ lamına geliyor) romanın başkişisi olan bilimcinin adı. Roma­ nı okumayanların Frankenstein'ı hikayede yaratılan canavarın adı sanması çok yaygındır. Yazarın hikayenin başkişisine bu adı, kocası, İngiliz romantizminin önde gelen şairlerinden Per­ cy Bysshe Shelley ile çıktığı bir seyahat sırasında tanıdığı, Al­ manya'nın Hessen eyaletindeki Gernsheim şehri yakınlarında bulunan Frankenstein Kalesi ile, simyacı johann Konrad Dip­ pel'in 1 673'te buradaki şatoda doğmuş olmasından esinlenerek verdiği sanılıyor. Franchise, franchising terimi Türkçe sözlüklere girmemiş­ tir, ama 1 990'lardan bu yana ticari hayatta kullanılıyor. İngi­ lizceden geliyor. İzin, ruhsat, imtiyaz hakkı demek. Kelime­ nin "özgür, serbestlik" damarından çıkıyor. Bir şirketin belirli şartlar çerçevesinde bir işin yönetimine ve yürütülmesine mad­ di destek sağlayarak belirli bir bedel karşılığında bağımsız yatı­ rımcılara markasını kullanma hakkı tanımasına deniyor. Lingua franca: kelime anlamıyla "Frank dili" . Akdeniz de­ nizcilerinin Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Yunanca, Arapça, Türkçe kelimelerden oluşan ortak dilidir. Bu deyimdeki Frank kelimesinin Arapçada Haçlı Seferleri'nden sonra bütün Avru­ palılara Frank denmesinden kaynaklandığı sanılıyor. Avrupa dillerine on yedinci yüzyılda İtalyanca üzerinden yayılmış. Hikayesi şu olsa gerek. . . Akdeniz bir iç deniz. Denizin doğu­ sunda, kuzeyinde, güneyinde değişik dillerin konuşulduğu ül­ keler bulunuyor. Bu iç denizde iç ticaret öteden beri canlı. Ge­ miler limandan limana geçiyor. Kaptanlar, tayfalar her limanda bir iki gece konaklıyorlar. Konakladıkları yerlerde hangi dil ko­ nuşuluyorsa o dilden birkaç kelime öğreniyorlar. Bunlar biri­ ke birike denizciler arasında ortak bir söz dağarcığı oluyor, ana dilleri farklı denizcilerin anlaşmasına yardım ediyor . . . Akdeniz yüzyıllar boyunca dünyanın en önemli bölgesi oldu . Bundan dolayı Akdeniz dili demek dünya dili demekti. Bugünün dün­ yasında İngilizce en yaygın dil olduğu, ana dilleri farklı olan in1 78

sanlar en çok İngilizce üzerinden anlaşabildikleri için, İngilizce zamanımızın lingua franca'sı sayılabilir. "Frank" , Batı Avrupa dillerinde Fransızlıkla ilintili olarak kullanılır; Francophone (Fransa dışında yaşayan, ana dili Fran­ sızca olan insanlar) , francophile (Fransız sever) kelimelerin­ de görüldüğü gibi. Arapçada ise bu kelime ne Frankları, ne de Fransızları akla getirir. Bir anlam kaymasıyla Batı Avrupalı an­ lamına geldiğini gördük. Deyim bu anlamıyla Arapçadan Türk­ çeye geçmiş. Türkçede Frank değil, Frenk diyoruz, yine Batı Avrupalı anlamında, bazen de Hıristiyanlar kastedilir. Kelime­ nin Türkçedeki başka bir yazımı da "efrenc" ; başka kelimelerde de görülen bir katma ses eklenmiş başına. Frenkçe ise Batı Av­ rupa dillerinden herhangi biri, Avrupalılara özgü olan demek. Karacaoğlan'ın bir şiirinin şu dizelerinde ilginç bir yeni keli­ me vardır: İndim seyran ettim Firengistan'ı / llleri var bizim ile benzemez. "Benzemez" redifli bu şiirin öteki dörtlüklerinde Fi­ rengistan'ın dininin, dilinin, güllerinin, beylerinin yabancılığı vurgulanır. Prof. llhan Başgöz Karac'oğlan adlı incelemesinde halk edebiyatımızda Karac'oğlan mahlaslı beş ozan bulunduğu­ nu , bunlardan birinin Kanuni Sultan Süleyman'ın 1 542'de çık­ tığı Budin seferine katılan bir bektaşi, asker şair olduğunu be­ lirtir. Bu şair, Firengistan'ı söz konusu sefer sırasında tanımış olsa gerek. Firengistan pek hoş bir türetme. Frenk gömleği : yakası kravat takmaya uygun, çoğu uzun kollu , ceket altına giyilen erkek gömleği, yani bildiğimiz göm­ lek. Giys inin bu adı bugün unutulmuş gibi görünüyor, ama 1 960'larda -belki 70'lerde de- hala kullanılıyordu. Frenk sicimi: Avrupa' dan gelen iyi cins sicim. Frengi locası (-deliği, oluğu ) : fırtına sırasında gemiye giren ya da gemi yıkanırken biriken suyun boşaltılması için bordaya açılan delikler. Frengi lombarı: yine aynı iş için açılan ufak delikler, menfez. Frengi morilası: frengi deliklerini kapatmak için kullanılan tıpalar. Frengi hastalığı: daha çok cinsel temasla bulaşan bir hastalık. Kelime anlamıyla "Avrupalı hastalığı" demek ! 1 79

Francala: has undan yapılan beyaz ekmek. Kaynağı belirsiz. Sözlüklerde İtalyanca frangiola, frangiula, frangella kelimele­ rinden -bu üçünden biri- geldiği yazılmış. Sevan Nişanyan bu kelimeleri ya da benzerlerini İtalyanca sözlüklerde bulamadığı­ nı belirtiyor. Tatlı su Frengi deyimi, Levantenler hakkında, on dokuzuncu yüzyılda uydurulmuş, biraz nükteli, biraz alaycı bir deyimdir. 1 "Frenk"li daha pek çok kelime var Türkçede. Şu meyve, bitki adlan: frenk armudu , frenk üzümü, frenk inciri (kaktüsgiller­ den; öbür adlan: frenk yemişi, hint inciri, kaynanadili) , frenk çileği, frenk soğanı, frenk arpası (kabuksuz arpa) , frenk may­ danozu, frenk lahanası (Brüksel lahanasının öbür adı) , frenk patlıcanı (domatesin eski adı) , frenk salatası (hindiba) , frenk menekşesi, frenk lalesi, frenk patı (bir çiçek) , frenk asması (bir çeşit sarmaşık) . Bunlar herhalde bu bitkilerin tohumlan, fide­ leri Avrupa'dan geldiği için böyle adlandırılmış. Benim göreme­ diğim daha başka "frenk"li bitkiler, meyveler olabilir. Osmanlı-Türk musıkisinin usullerinden biri frenk-çin (fi­ renk-çin) adını taşır. Günümüzde on iki zamanlı, on vuruşlu , 1 2/S'lik bir usul olarak tanımlanır. Farsça "çin" , toplayan, dü­ zene sokan demek. llginç bir hikayesi var bu ritim kalıbının. 1 543'te Fransa Kralı 1 . François, o dönemin en usta çalgıcıla­ nndan kurulu bir topluluğu , Kanuni Sultan Süleyman'ı hoşnut edeceğine inanarak lstanbul'a göndermiş. Bu topluluk sultanın huzurunda birkaç konser vermiş. Bu konserlerde çalınan par­ çalar arasında üç zamanlı 1 + 2 / l+ 2 düzenindeki bir ritim un­ surunun sık sık tekrarlanması padişahın dikkatini çekmiş, sa­ ray çalgıcılarından bu ritmi unutmamalarını, aynı ritim kalıbı­ nı kullanarak eser bestelemelerini istemiş. Bu hikaye çeşitli Ba­ tı kaynaklarında tekrar tekrar anlatılmıştır.2 Bir musıki usulü daha var " frenk"li: frengi-fer. "Avrupa işi fer"' demek; fer' başka bir ritim kalıbı. Frengi-fer yirmi sekiz zaDeyimin içeriğine eğilen şu ilginç denemeye bakınız: Murat Belge, "Tatlı su Frengi", Radikal, 7 Mayıs 2002. 2

1 80

Bkz. Rauf Yekta, Türk Musıkisi, Pan Yayıncılık, 1 986, s. 1 1 6; Bülent Aksoy, Av­ rupalı Gezginlerin Gözüyle Osmanlılarda Musıki, Pan Yayıncılık, 2003 , s. 44-45.

manlı, on üç vuruşlu , 28/4'lük bir usul olarak tanımlanır. Mü­ zikolog Rauf Yekta bu usulü şöyle açıklamış: "Bu usulün kuru­ luşu dikkatle incelenirse, bunun 'alafranga' olarak adlandırıl­ masının sebebi anlaşılır. Bu hususta frenkçin usulü dolayısıy­ la vermiş olduğumuz tarihi izahatı hatırlatmak ve bu iki usu­ lün başlangıçlarını mukayese etmek kafidir. Böylece frengi fer'i de, I. François tarafından lstanbul'a yollanmış olan Fransız mu­ sıkişinaslarının üç zamanlı usullerinin tesirini de tanımak ka­ bil olacaktır. "3 Bu iki ritim kalıbındaki " frenk" ler hem genel olarak Avru­ pa'yla, hem de özel olarak Fransa'yla ilintili oluyor. Türkçede "frenk"lerin en meşhuru herhalde "alafranga" kelimesidir. Bu kelimeye geçmeden önce "alaturka" nın ne olduğunu görme­ miz gerekiyor. Türkçede "alaturka" diye yazılıp okunan kelimenin aslı Ba­ tı dillerinde kullanılan İtalyanca alla turca'dır. Türk üslubu , Türk tarzı demektir. Avrupa musıkisinde Türk musıkisi, özel­ likle mehter musıkisi öğelerinin işlendiği pek çok beste var. Ba­ tı dillerinde bunlara topluca alla turca denmiştir; mehter musı­ kisi esinli olanları ise "Yeniçeri musıkisi" diye nitelendirilmiş­ tir. Haydn'ın Asken Senfoni 'si, Mozart'ın Saraydan Kız Kaçırma operası ile Türk Marşı, Beethoven'ın bir tiyatro oyunu için yaz­ dığı Atina Harabeleri uvertüründe yer alan 'Türk Marşı" bu tü­ rün akla gelen ilk örnekleri. Bu tür besteler on yedinci yüzyılda ortaya çıkmış, on sekizinci yüzyılda Avrupa'da başlayan Türk modası ile gitgide yaygınlaşmıştır. Kısacası, alla turca denilen besteler Avrupalı bestekarların eserleridir. Sultan l l . Mahmud 1 8 26'da Yeniçeri Ocağını kaldırdıktan sonra bu ocağın bir parçası olan mehterhaneyi de kaldırmış, Os­ manlı ordusunu Batı yöntemlerine göre yenilerken, Avrupa işi bir askeri bando kurulmasına da karar vermişti. Sultan 1828'de bu iş için, Sardinya Krallığı'ndan, lstanbul'a davet ettiği, ünlü opera bestecisi İtalyan Gaetano Donizetti'nin ağabeyi Giuseppe Donizetti'yi görevlendirmişti. Giuseppe Donizetti Batı türü ban­ doyu kurdu, bandoyu kısa zamanda geliştirerek orkestraya dö3

Rauf Yekta, a.g.e. ,

s.

121.

1 81

nüştürdü, daha sonra da Muzika-i Hümayun adı verilen bir Ba­ tı musıkisi okulu kurdu. İstanbul' da geçirdiği yirmi sekiz yıl bo­ yunca öğrencisi olan Türklere Batı musıkisini öğretti. Sonradan "paşa" unvanı verilen Donizetti ömrünün sonuna kadar İstan­ bul'da yaşadı, bu şehirde öldü. Onun ölümünden sonra yine bir İtalyan olan Guatelli Muzika-i Hümayun'un başına getirildi. Da­ ha birçok İtalyan öğretmen bu kuruluşta yer aldı. Bu İtalyanlar Osmanlı sarayında icra edilen geleneksel Türk musıkisi ile ta­ nışınca bu musıkiyi kendi dillerindeki alla turca terimiyle, yani 'Türk tarzı" diye nitelendirdiler. Yanlış bir adlandırmaydı bu. Çünkü alla turca denilen eserler Avrupalı bestekarların eserleri için kullanılıyordu . Osmanlı sarayında dinlenen musıki "Türk tarzı"nda değil, doğrudan doğruya Türk musıkisi besteleriydi. Ne yazık ki, bu yanlışlık toplumda gitgide yaygınlaştı, Türkler arasında da benimsenmeye başladı. Müzikolog, yazar Hüseyin Sadettin Arel geleneksel musıkimize "alaturka" denmesindeki yanlışı düzeltmek için pek çok yazı yazmıştır. Alafranga (Frenk işi) , alaturkanın karşıtıdır. On dokuzuncu yüzyılda Batı musıkisi saraya, oradan da şehirdeki musıki çev­ relerine girince geleneksel musıkiye bağlı çevrede kaçınılmaz olarak bir hoşnutsuzluk doğdu. İki musıkinin taraftarları ara­ sında bir gerginlik başgösterdi. Alafranga sözü bu tepkinin ifa­ desidir. Türkçede türetilen, hiçbir dilde bulunmayan bir terim­ dir. Kelime olarak Avrupa musıkisi anlamına geliyorsa da, yan anlamları, çağrışımları hoş değildi. Bu iki terim ilkin musıki dünyasında kullanıldı. Ama zaman­ la başka alanlarda da kullanılmaya başladı. Yaşama biçimi, gi­ yim kuşam, yeme içme alışkanlıkları, ahlak, adap, terbiye ko­ nularında da kullanıma girdi, Doğu-Batı kültür çatışmasının günlük hayata yansıyan bir simgesi haline geldi. Alla turca teriminin Avrupa'daki anlamı küçültücü değildi. Oysa Türkiye'de alaturka sözü musıkide Batılılaşma akımı hız­ landıkça geleneksel musıkimizi küçümseyen, hor gören, aşa­ ğılayan bir anlama büründürüldü . Musıki bir zevk meselesi­ dir. Bir musıki türünü herkesin sevmesi beklenemez , sevme­ yen dinlemez , olur biter. Ama bu musıkiyi severek dinleyen1 82

lere tepeden bakmak, onları küçümsemek, küçültmeye kalkış­ mak kabul edilebilir bir tutum olamaz. Sadece bir nezaket me­ selesi de değildir bu. Yüzyıllar öncesinden gelen bir musıki ge­ leneğini batırmak, dinleyicilerini hor görmek bir insanın ente­ lektüel seviyesini de aşağıya çeker. "Alaturka" anlam genişlemesiyle "modern hayata ayak uydu­ ramamış, geri kalmış, ilkel, basit, gelişmemiş" anlamında da sık sık kullanılmıştır. Bir kimseye "ne alaturka adam, ne alaturka kadın" denmesi şu anlama gelir: sen Türkler gibisin ! . . Alafranga sözü de anlam genişlemesiyle "batı taklitçisi, ge­ leneklere saygısız, köksüz, züppe, bopstil" anlamlarında kul­ lanılmıştır. Ne yazık ki bu söz Batı kültüründen nasibini almış kimseler hakkında da kullanıldığı için alaturka kadar olumsuz bir anlama büründürülmüştür. Bütün on dokuzuncu yüzyıl Türk romanlarında abartıyla çizilip alay edilen "alafranga" tip­ ler kelimenin bu anlamını pekiştirmiştir. Yine bu bağlamda, sa­ dece Avrupa'da değil, Doğu ülkeleri de içinde olmak üzere bü­ tün dünyada benimsenen uluslararası sanat musıkisi seviyesine yükselmiş olan bir musıki türünü "alafranga" diye adlandırmak bugünün diliyle " ötekileştirmek" anlamına gelir. Alaturka, alafranga kelimeleri eski takvim ile yeni takvim, es­ ki saat ayarı ile yeni saat ayarı hakkında da kullanılmıştır. Bun­ lar artık kullanımdan düştü. Alaturka da, alafranga da geçmiş­ te olduğu kadar yaygın değil. Ama hala kullananlar var. Gerek musıki bağlamında, gerekse yan anlamlan kastedilerek kullan­ makta ısrar etmek geçmişteki tartışmaları kaldığı yerden sür­ dürmekten başka bir anlam taşıyamaz. Bu iki kelimenin gös­ terdiği anlam genişlemesinin son durağı helaların tanımında. Küçültücü anlamları olan kelimeler sözlüklerden çıkarıla­ maz. Bir kelime bir dile girmişse, o dilin sözlüklerine de girer. Çıkarılsın denemez. Sözlükçülüğün ilkelerine uymaz bu. Birta­ kım kelimeleri, deyimleri dilin tarihinden silmeye kalkmak de­ mektir. Ama bizim yapabileceğimiz bir şey var, o da bu gibi ke­ limeleri artık kullanmamaktır. Kullanabileceğimiz bir yer var, o da, bu kelimeleri tarihe havale etmek, yani geçmişe, tarihe gönderme amaçlı olarak kullanmaktır. 1 83

Frengi

Franklar, Frenkler konulu bölümde frengi hastalığına değinip geçmiş, üzerinde duramamıştım. Çünkü frengi başlıbaşına bir konu . Cinsel yolla bulaşan dört önemli hastalıktan biri. Frengi yazımıyla, yani nisbet !' si ile yazılınca "Avrupa işi" anlamına geliyor. Ama hastalık kastediliyorsa sondaki uzun i sesini kısaltıyoruz. Hastalığın Batı dillerindeki -aynı zaman­ da bilim dilindeki- karşılığı syphilis. "Sifilis" yazımıyla Türkçe sözlüklere de girmiş. Bütün Batı Avrupa dillerinde kullanılan syphilis terimi di­ daktik bir şiirin adından çıkıyor: "Syphilis, sive Morbus Gal­ licus" ( 1 530) , yani "Syphilis ya da Fransız hastalığı" . Şiiri ya­ zan Girolamo Fracastoro ( 1478 - 1 553) Veronalı bir İtalyan he­ kim. Fracastoro bu şiirinde "Syphilus" adlı bir çobanın söz ko­ nusu hastalığa yakalanışının hikayesini anlatır. Şiire göre , bu hastalığa yakalanan ilk kişidir çoban. Fracastoro 1 546'da yaz­ dığı "Bulaşma, Bulaşıcı Hastalıklar ve Tedavisi" adlı inceleme­ sinde de bu hastalığı syphilis kelimesiyle adlandırıyor. Yunan­ cada "domuz seven" anlamına geliyor bu kelime. Bu adın has­ talıkla ilintisi belirsiz. Sifilis hastalığının kaynağı tartışmalı. Hastalığın Amerikalılar daha Avrupalılarla temas etmeden Amerika kıtasında görüldü1 84

ğü sanılıyor. Buna göre, Kristof Kolomb'un ( 1 45 1 - 1 506) dönü­ şünde, mürettebatındaki denizcilerce Avrupa'ya bulaştırılmış olabilir. İkinci olasılık, Kolomb keşif seyahatine çıkmadan ön­ ce bu hastalığın Avrupa'da teşhis edilemeden var olduğu , ama Kolomb'un dönüşünden sonra fark edilebildiği yönünde. Birer varsayım bunlar. Hastalığa verilen adlar ilginç. Kayıtlara göre sifilis Avrupa'da ilkin 1494- 1495 yıllarında Fransa'nın İtalya'yı istilası sırasında Napoli'de görülmüş. İtalyanlar hastalığın istilacı Fransız asker­ lerinden bulaştığına inanarak "Fransız hastalığı" demişler. Bu­ na karşılık, Fransızlar ise hastalığın Napoli'de görülmüş olma­ sına dayanarak "Napoli hastalığı" , ordularındaki paralı İspan­ yol askerlerin bu bakteriyi bulaştırmış olabileceğini düşünen­ ler de "İspanyol hastalığı" diye nitelendirmişler. Böylece hasta­ lığa bir kaynak bulma yarışı başlamış adeta. İngilizler de "Fran­ sız hastalığı" diye adlandırmışlar. Almancada "Fransız belası" sayılmış. Rusçada "Leh (Polonyalı) hastalığı " , Polonyalılarla İranlılar "Türk hastalığı" , Tahitililer "Britanyalı hastalığı" , Hin­ distan'da "Portekizli hastalığı" , Japonya' da " Çinli hastalığı" de­ mişler. Şirpençe ve sifilis için "İran humması" da denmiş. Türkçede ise "Avrupalı hastalığı" anlamına geliyor fren­ gi , Batı Avrupalı tabii, Fransız hastalığı değil. Bu hastalıktan bahsedilen eski metinlerde de, hastalığın hep Avrupalılardan -özellikle Avrupalı denizcilerden- bulaştığı yazılmış. Öyle gö­ rünüyor ki, her toplum bu hastalığın kaynağını kendi ulusal önyargılarına göre açıklamış. Frengi hastalığının tarihçesinde en çarpıcı durum bu. Daha çok cinsel yolla bulaşan dört hastalık var. Bunlar aids, genital siğil (HPV virüsü) , frengi, belsoğukluğu (gonorrhea) . Konumuz olan frengiden çeken, hatta ölen birçok yazar, düşü­ nür, sanatçı vardı on dokuzuncu yüzyılda. Frengi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra penisilinin kullanıma girmesiyle büyük öl­ çüde iyileştirilebilmekte.

1 85

Mela n koli

Pek çok dilde olduğu gibi Türkçede de kullanılan melankoli te­ riminin kaynağı Eski Yunanca melankholia. Bu dilden geç dö­ nem Latincesine geçince yazımı melancholia olmuş. Melano ka­ ra, siyah, kholia da safra, yani safra kesesinin salgıladığı safra demek. Terimin tarihi çok eski. Ortaçağ tıbbına göre, kara saf­ ra insan vücudunun salgıladığı dört sıvıdan (dört hılt) biri. Bu dört sıvı unsur şunlar: kan, balgam, sarı safra, sevda (yani ka­ ra safra) . Eski tıpta insan sağlığı bu dört unsurun dengeli ol­ masına bağlanıyordu . Bunlardan herhangi birinin normal sayı­ lan seviyenin üstüne çıkmasıyla sağlığın bozulacağına; safranın fazlasının da insanın beden ve zihin sağlığını bozup çöküntü­ ye, depresyona yol açacağına inanılıyordu. Melankoliyi günlük dilde hüzünlü bir ruh hali anlamında kullanırız. Psikolojide ise, bire bir anlamıyla kara sevda demek. Melancholy İngilizcede on dördüncü yüzyıldan önce aşkın , özellikle umutsuz aşkın yol açtığı "ıstırap, gam kasvet" anla­ mında kullanılmış. On sekizinci yüzyılda tıptaki anlamı hafıza­ lardan silinir gibi olmuş, "uzun zaman süren, huy haline gelmiş kasvetli ruh hali" anlamında kullanılmaya başlamış. Malihulya, Yunanca melankholia teriminin seslerine benzetilerek aynı teri­ mi Arapça birimlerle karşılamak için ortaya sürülen tamamıyla 1 86

uydurma bir kelime. Burada olduğu gibi bir ses benzerliği ku­ rulmasıyla ortaya çıkan yakıştırmalara uzmanlar "halk etimo­ lojisi" (folk etymology) diyor. Melankoli terimi bugün modern psikiyatride kullanılıyor. Kişiyi derin bir karamsarlığa sürükleyen, insanın kendini hor görmesine yol açan, intihar duygusunu körükleyen ağır bir depresyon nöbetine "melankoli nöbeti" deniyor. Freud 1 9 1 7'de yayımladığı "Yas ve Melankoli" başlıklı ünlü denemesinde melankoliyi derinlemesine irdeler, yas ile karşı­ laştırır. Onun incelemesine göre, bu iki kavram benzerlik gös­ terse de, aralarında çok önemli bir farklılık vardır. Yasa benzer duygular bazı kimselerde melankoliye yol açabilir. Normal bir yasta, kişi bir süre yas tuttuktan, yani kaybettiği nesneyle ken­ di benliğini (egosunu) bir süre aynılaştırdıktan (identity) son­ ra, benlik kendini koruyabilmek için, kaybedilen nesneye duy­ duğu sevgiyi başka bir nesneye aktarır, böylece kayıp nesne­ den kendini geri çekmiş olur. Bu süreç bilinç seviyesinde işler. Ama melankolide benlik bunun üstesinden gelemez, kaybedi­ len nesneyle bir olur. Bu aynılaşma bilinçdışı bir işleyişle mey­ dana geldiği için kişi tanımlayamadığı bir acı çeker, bu da ger­ çeklik duygusunun silindiği patolojik bir duruma yol açar. "Kara sevda"nın Türkçede iki anlamı var. Şiddetli, umutsuz aşk anlamını biliriz. Teknik anlamıyla, belli başlı bir neden ol­ madan insanın bir ruh çöküntüsü geçirip çevreden gelen uyarı­ lara cevap vermemesi, her şeye kayıtsız kalması, suçluluk duy­ gusuna sürüklenmesi hali, yani melankoli. "Sevda" da Türkçede iki anlamlı. Dört unsurdan biri olan sevda Arapçadan geçmiş Türkçeye. Ferit Devellioğlu Osmanlı­ ca-Türkçe Ansiklopedik Lügat te terimin bu anlamıyla aşk anla­ mındaki kelimeyi iki ayn madde olarak, üstelik iki ayrı imlay­ la vermiş (aşk anlamına geleni b_,..., ; siyah anlamına geleni .b_,..., diye yazmış) , aşk anlamının Türkçeye Farsçadan geçtiğini be­ lirtmiş. Nitekim, Arapçada böyle bir anlamı yokmuş. 1 Ama ay'

Suriye Şam Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunu, yeminli çevirmen Me­ nal Akın'dan aldığım özel bilgi. Onun verdiği bilgiye göre, "sevda" Arapçada aşk, sevgi anlamına gelmiyor. Aralarında "sevda"nın yer almadığı on bir keli-

1 87

nı şekilde yazanlar da yok değil. Şemseddin Sami kelimenin iki anlamını da aynı maddede birleştirmiş, ikisini de aynı şekilde, siyah anlamını veren imlayla yazmış; çünkü ikisinin de Arap­ ça olduğunu sanmış. Öyle görünüyor ki, aşkın akla mantığa aykırı düşmesi ile ka­ ra safranın kişinin ruh halini normallikten uzaklaştırması ara­ sında bir bağlantı kurulmuş. Umutsuz aşk anlamına gelen "ka­ ra sevda" nın " kara" sını biz eklemişiz . Sevda zaten kara de­ mek olduğuna göre, söylenenin tekrarı bu , bir tautology gibi. "Sevda" nın Türkçedeki "sevmek" ile herhangi bir bağlantısı bulunmadığı anlaşılıyor. Sevda, yani tutkulu aşk yeterince hırpalayıcı bir duygu oldu­ ğu halde, eski Türkçede "sevda-zede" diye bir kelime de türet­ mişiz. Bugün artık kullanmadığımız daha başka "sevda"lı birle­ şimler de var Osmanlı Türkçesinde: sevda-feza (sevda artıran) , sevda-ger (sevdalılık, aşıklık) , sevda-kar (sevdalı) , sevda-perest (pek düşkün, tutkun) . Tabii, sevda kelimesini, anlam geniş­ lemesiyle heves, merak, istek anlamında da sık sık kullanırız. "Kara, siyah" anlamındaki sevda Türkçeye geçmiş olan bir Arapça tamlamamada da karşımıza çıkar: el-Hacerü'l-esved. Es­ ved, "sevda"nın sıfatı; "hacer" de taş demek. İnanca göre, Ka­ be'nin inşası sırasında, Hz. lbrahim'in tavafın başlayacağı nok­ tayı işaretlemek için oraya yerleştirdiği, hacıların öptükleri ka­ ra taş bu. Melancholiadaki "-chol" cholera (kolera) kelimesinde de kar­ şımıza çıkıyor. Bu da Yunanca. Kholera hastalığının safra kese­ sinden kaynaklandığı sanısından ileri geliyor. Düz anlamıyla kolera, "safra kesesi krizi" demek. Kolesterol / cholesterol (khole, safra + steros, katı) terimi on dokuzuncu yüzyılda tıp diline girmiş. Yunanca khole (safra) Latinceleştirilince chole oluyor. Kolesterol denen yağ benzeri madde ilkin safra kesesi taşlarında görülmüş.

me varmış Arapçada. Bunlan Arapça yazımlanyla birlikte bana gönderen Me­ nal Akın'a, bu kelimenin anlamı üzerindeki teredddüdümü giderdiği için te­ şekkür ederim.

1 88

Yersiz Yu rtsuz Bir M i llet: Çingeneler

Çingenelerin yersiz yurtsuz bir millet olduğunu biliriz. Ne var ki, çeşitli dillerde güya birtakım ülkeler "bahşedilmiş" onlara. Hepsi de asılsız, hiçbirinin Çingenelerle ilintisi yok. Mısır'dan başlıyoruz. Bu ülkenin Yunancası Aiguptos, Latin­ cesi Aegyptus. Modern Avrupa dillerindeki karşılıkları bura­ dan geliyor, hepsi aynı kelime. Şu adlar aynı kelimenin sözdi­ zimindeki yerlerine göre biçimlenişleri: İngilizce Egypt (Fran­ sızca Egypte) , İngilizce Gypsy (çingene) , Kopt (İngilizcede Copt / Coptic; Arapça ile Türkçede Kıptf) . Fransızca gitan ile tsigane, İspanyolca gitano, İtalyanca zingaro, Almanca zigeuner, Porte­ kizce cigano, Rusça tsygani, Macarca cigany de aynı kelimenin türevleri. Kopt / Kıpti de Egypt kelimesinin bir değişkeni (va­ riant) . Bu etimolojiye göre, verdiğim adlarla anılan topluluk­ lar, yani Çingeneler Mısır kökenli; güya oradan gelmişler. . . Oy­ sa çifte yanlış bu. Çingenelerin ana yurdu Mısır değil. On altın­ cı yüzyılda Çingenelerin Avrupa'ya Mısır'dan geldiklerine iliş­ kin temelsiz bir kanı vardı. İkincisi, Kıptiler Çingene değil. Mı­ sır' da yaşayan, Hıristiyan inancına bağlı bir etnik-dini cema­ at. Kiliseleri var Mısır'da. Türkçede Kıpti denince de akla ge­ ne Çingeneler gelir; yani bu iki etnik ad Türkçede eşanlamlı olarak kullanılıyor. TDK'nin Güncel Sözlük'ünde de hiçbir ek 1 89

açıklama getirilmeden, Kıpti ile Çingene eşanlamlı olarak gös­ teriliyor. Macarcada cigdnyzene " çingene musıkisi" demek. Çin­ gene ezgileri Brahms , Liszt gibi bestecilerin hoşuna gitmiş . Brahms'ın Macar Danslan, Lizst'in Macar Rapsodisi bu sevgiyi yansıtır. Çingene ezgilerinin çekiciliği, kıvraklığı daha birçok klasik esere esin kaynağı olmuştur. Georges Bizet'nin Camıen operası da bir çingene kızı olan Carmen'in hikayesine dayanır. Türkiye'de " Çigan müziği" adıyla tanınan bir tür vardır. Te­ rim Macarcadan geliyor. Macar ve Romen (yani Romanya) ez­ gilerinden alınan temalarla biçimlendirilen bir popüler musı­ ki türüdür. Macar asıllı keman virtüözü Sergey Darvaş ( 1 9 1 21 984) ile saz arkadaşlan olan "sihirli kemanlar" Ankara, İstan­ bul radyolannda, Ankara Palas gibi ünlü otellerde, gece kulüp­ lerinde çigan ezgilerini yıllarca büyük bir ustalıkla seslendirip halka sevdirmişlerdi. Bohemya bugün Çekya toprakları içinde bulunan bir böl­ ge. Türkçede de kullanılan "bohem" , kelime olarak Bohemya­ lı demek. Yaşama biçimleriyle toplum çoğunluğunun alışkan­ lıkları dışında kalan, yannı düşünmeden, günü gününe, kaygı­ sız tasasız, derbeder bir hayat süren, aile bağlan zayıf, kurulu düzen karşıtı, genellikle sanatla, edebiyatla uğraşan, sanat or­ tamındaki kafadarlarıyla aynı çevrede yaşayan ama mutlaka sa­ natçı olması gerekmeyen avare, maceraperest kimseler, serseri­ ler "bohem" diye nitelendirilir. Buna göre, bazı sanatçıların ya da sanatçı yaradılışlı kişilerin düzensiz yaşayışı Çingenelerin­ kine benzetildiği için onlara bohem denmiş. Fransızca boheme, bohemien Çingenelerin Fransa'ya Bohemya'dan geldikleri yo­ lundaki yanlış bir kanıya dayanıyor. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa' da, özellikle Fransa' da olaylar yaratan, toplumun ilgisi­ ni üstünde toplayan bir çevreydi bohemler. Etkileri ABD'de de görülmüştü. Bohem yaşayış edebiyatta, musıkide, resimde bir konu olarak işlenmiştir. Puccini'nin La Boheme operası Fransız yazar Hemi Murger'in kaleminden çıkan, ana kişileri bohem sanatçılar olan bir hikayeye dayanır. İngiliz yazar W. M. Thac­ keray'in Gurur Dünyası (Vanity Fair) adlı romanının kadın ki1 90

şilerinden Becky Sharp "ikisi de birer bohem olan bir ana ile ba­ banın delişmen kızı" olarak tasvir edilmiştir. Bohem kelimesine en yakın düşen Türkçe kelime "rind" . Rind de biçimsel kurallardan uzak duran, derbeder, düzensiz , sanatçı, filozof yaradılışlı bir kişidir. Ama rind kelimesinde bir şark bilgeliği kokusu vardır. Rind-meşrep kişi dünya işlerini kendi iç dünyasındaki değerlere göre yorumlayan, hayatı gö­ nül gözüyle gören, gönül ehli biridir. Yahya Kemal'in " Rindle­ rin Hayatı" , "Rindlerin Akşamı" , "Rindlerin Ölümü" adlı şiirle­ ri Şark'a özgü bu tipin kimi özelliklerini şiirleştirir. Flamenko Güney lspanya'da Endülüs özerk belgesinde Çin­ genelerce bir üslup, bir tür olarak şekillenen bir halk musıki­ si göreneğidir. Flamenko kelime anlamıyla, Flaman demek­ tir; günümüzde Hollanda, Belçika, Fransa topraklarında kalan Flandra bölgesinde yaşıyorlardı Flamanlar. İspanyolların gö­ zünde , o Flaman çalgıcılar, şarkıcılar hep Çingene oldukları­ na göre, lspanya'ya gelmeden önce yaşadıkları bölge de Çinge­ ne diyarıydı. Çingenelerin ana yurduna gelince, Kuzeybatı Hindistan'dır. Araştırmalara göre, altıncı yüzyıl ile on birinci yüzyıl arasında sürüp giden göç dalgalarıyla dünyanın dört bir yanına dağıl­ mışlardır. Yirminci yüzyılda yeryüzünün bütün kıtalarına ya­ yılmış durumdaydılar. Türkçe "çingene" , kelimenin Farsçalaşmış biçimi olan çin­ gılne'ye dayanıyor. Bunun dışında Anadolu ağızlarında çenga­ ne, çingane, çingen, cingen, cingan vb. çeşitli söylenişleri var. Çok eski kaynaklara inildiğinde kelimenin Türkçe olduğu gö­ rülüyor. Divanu-Lugati't-Türk'te çigay yoksul, fakir; çigan "Ar­ gu lehçesinde yoksul, fakir" (Argu, Asya Türk dillerinden bi­ ri) ; Clauson'un sözlüğünde1 çıgan !çıgaylık "yoksulluk" ; lbnü­ Mühenna Lügati 'nde (on üçüncü-on dördüncü yüzyıllar) çigan, "fakir" ; Eski Uygurca sözlükte2 çığay " fakir, yoksul" diye ta­ nımlanıyor. Bu kökenler doğruysa, çingenelik zamanla yoksulGerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford, 1972. 2

Caferoglu, s. 6 1 .

1 91

luk ile bağdaştırılmış gibi görünüyor. Anadolu ağızlarında Çin­ geneler hakkında daha birçok kelime kullanılmıştır. 3 Çingene, ilkel bir harp olan "çeng"i de akla getiriyor. Bu es­ ki saz on dördüncü , on beşinci yüzyıllarda gözde bir sazdı ls­ tanbul'da. Sarayda da çalınıyordu , saray dışında da. Çeng ça­ lanların çoğu Çingene kadınlardı. Çengi bu sazı çalan demek. Zamanla anlamı biraz kayıyor; çengi, çeng nağmeleri eşliğinde raks eden bir oyuncu da olmalı ki, "oyuncu kız" anlamına gel­ meye başlıyor. Daha sonra da oyunun kendisini adlandırıyor "çengi" ya da "çengi" . Sazın adı Farsça; çengi'nin çoğulu Farsça kurallara göre "çengiyan" . " Çingene"ye çok benzeyen bir keli­ me. Anadolu ağzındaki çingen ile çeng birbirine karışmış gibi. Çingenelerin ana dilleri Hind-Avrupa dilleri ailesinin Sansk­ rit dalına bağlı lehçelerden biri olan Romanca ya da Çingenece­ dir. Avrupa dillerinde Romani, Romany, Romanes diye anılır. Ayrıca belirtmeye lüzum var mıdır, bilmiyorum, ama akla gele­ bilecek bir sorudur: bu kelimelerin Roma imparatorluğu ile de, Romanya ile de hiçbir ilintisi yoktur. Romanca, kendi dillerin­ deki Sanskrit terimdir. Kısa bir süre önce, 202 1 yılı içinde, bu dilin bir sözlüğünün hazırlanmış olduğunu öğendim . Onu da burada anmak iste­ rim: Romanes - Türkçe Sözlük, hazırlayanlar Orhan Galjus, Ali Daylam, Halil İbrahim Nurbel, Akdeniz Roman Federasyonla­ rı Derneğinin yayını. Romanca, Çingenelerin yerleştiği her ülkenin dilinden ke­ limeler almış. Ama o dillere kelimeler de vermiş olsa gerek. Türkçeye girmiş Çingenece kelimeler, deyimler arasında ar­ go sözlüklerine girenler var. Ferit Devellioğlu'nun, Hulki Ak­ tunç'un argo sözlüklerinde bunları görebiliyoruz. Metin Ka­ çan ( 1 961-20 13) Ağır Roman ( 1 990) adlı romanında -başta bu eserin adı olmak üzere- birçok Çingenece kelime, deyim kul­ lanmıştır. Bunların çoğu Türkçede ilk kez kullanılmış kelime­ ler, sözlerdir. Sırp yönetmen Emir Kusturica Çingeneler Zamanı 3

1 92

"Çingene" ile eşanlamlı olarak kullanılan kelimeler hakkındaki şu araştırmaya da başvurulabilir: Hüseyin Yıldız, "Türkçede Çingeneler için Kullanılan Kelime­ ler ve Bunların Etimolojileri", Dil Araştınnalan Dergisi, 1. cilt, 1. sayı, Güz 2007.

( 1 988) adlı filmini baştan sona Çingene dilinde çekmiş, bu fil­ miyle 1989'da Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı. Film lstanbul'da film festivalinde gösterime girdiğinde bir Çin­ gene vatandaş bulunmuştu ; filmdeki diyalogları anında çeviriy­ le Türkçeye o çevirmişti. 197 l'de toplanan Dünya Romanlar Kongresinde Roman hal­ kı için kullanılan, gypsy ve benzeri bütün yabancı kelimelerin reddedilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır. Türkçede de, hiç olmazsa resmi bir bağlamda kullanıldığında , "Roman" kelime­ si tercih ediliyor şimdilerde. " Çingene" kelimesinin olumsuz anlamları olduğunu biliyoruz. Ne var ki, " Çingene" olmak bir suçmuş gibi, "Roman" kelimesini onun yerine bir "yumuşatı­ cı" olarak kullanılmasından da sakınmak gerekmez mi? Bu ka­ dar eski bir kelimeyi lanetleyip yasaklamaktansa onu olumsuz anlamlarından arındırıp tamamıyla nesnel bir etnik isim olarak kullanmayı deneyemez miyiz? Nitekim, bunu böyle hisseden Türkiye Çingeneleri / Romanları Genel Ağ'da " www .cingene­ yiz.blogspot. com" adresinde, " Çingenelerin Sitesi" adlı bir si­ te kurmuşlar. Siteyi kuranları kutlamak gerekir. 2005'te gitti­ ğim Makedonya'da devletin Makedon kökenli olmayan bütün Makedonya Cumhuriyeti halklarını, yani Arnavutları, Türkle­ ri, Ulahları, Sırpları, Çingeneleri vb. bir cemaat olarak resmen tanıdığını, her birine kendi kültürlerini yaşatmaları için kanu­ na dayalı imkanlar sağladığını, bu arada devlet radyo-televizyo­ nunda her birine program saati verdiğini öğrenmiştim. Çok de­ ğerli bir uygulamadır.

1 93

Ütopya

"Ütopya" kelimesinin anlamını bilmeyen yoktur. Ama bu keli­ me nasıl türetilmiş, bunu herkes bilmeyebilir. Kelimeyi türeten İngiliz düşünürü , siyaset adamı Thomas More 1 5 1 6'da çıkan kitabına Utopia adını vermiş. Burası ideal bir toplum düzeninin kurulmuş olduğu hayali bir ada. More bu terimi iki Yunanca söz birimini, bir önek ile bir kökü birleştirerek türetmiş, şöyle: eu , iyi + topos, yer: iyi yer, iyi ülke. ou, yok, olmayan + topos, yer: olmayan yer, olmayan ülke. More öneklerin ilk seslerini düşürünce, bu birleşim utopos olur; buna pek çok dilde yer adlarında kullanılan ia- sonekini ekleyince kelime ortaya çıkar. More demiş oluyor ki, öylesine iyi, alanın da alası bir ülke ki böylesi hiçbir yerde bulunamaz . . . Terimin anlamı yüz yıla yakın bir süre sonra genişletilerek mükemmellikle tanımlanabilecek ideal amaçlara uyarlanmış. More'dan aşağı yukarı yüz yıl sonra İtalyan yazar Tommaso Campanella'nın ( 1 568- 1 639) yazdığı Güneş Ülkesi de bir ütop­ yadır. Geriye doğru düşünürsek, Platon'un Devlet adlı diyalogu türün ilk örneğidir. More da, Campanella da ütopyalarını Pla­ ton'dan esinlenerek yazmışlar zaten. Besteci, yazar tlhan Mima­ roğlu 1997'de yayımladığı kendi ütopyasına Yokistan Tasansı adını vererek terime bir Türkçe karşılık türetmiş. 1 94

Dystopia on dokuzuncu yüzyıl ortalarında utopia üzerinden, onun karşıtı olarak türetilmiş. Douglas Harper 1 844'ten önce tıpta, "bir organın yerinden çıkması" anlamında kullanılan bu terimi 1 868'de john Stuart Mill'in yeni bir anlamda kullandığı­ nı yazıyor. "Kötü yer" anlamına gelen kelimenin başındaki önek Yunanca dys- kötü, hastalıklı, bozuk, zor demek. Kullanımı yir­ minci yüzyılda yaygınlaşmış. Gelecekte ortaya çıkabilecek, ta­ rihte benzeri görülmemiş totaliter yönetimleri ya da bir nükle­ er savaşla insan soyunun karşılaşabileceği çok büyük yıkımla­ rı dile getiriyor. Edebiyatta da işlenmiştir. George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ( 1 949) , Ray Bradbury'nin Fehrenheit 451 ( 1 953) adlı romanları türün en tanınmış eserleri. Tıpta kullanılan dizanteri, disleksi terimlerinde de aynı önek var. Farsça kökenli düşman kelimesinin başındaki söz birimi de aynı; bu dilde de "kötü, bozuk, uğursuz" anlamına geliyor. Farsçada duşman, kötü niyetli, kötücül demek. Bu iki " topia"ya 1 966- 1967'de, yine çok ilgi çekici olan bir üçüncüsü eklendi: Fransız filozof Michel Foucault'nun türetip işlediği, Fransızcadaki yazımıyla heterotopie, heterotopya. Bir­ leşimin birinci birimi olan hetero- "değişik, farklı, öteki" de­ mek olduğuna göre, bu terim "değişik, farklı, öteki yer" an­ lamına geliyor. Heterotopya hem bir maddi varlığı olan, hem de ancak bir fikir olarak var olan bir yer. Herhangi bir kamu­ sal alan bir heterotopya olabilir. Sınırlandırılıp başka yerlerden ayrılmış bir alandır orası. Kendi dışındaki yerlere kıyasla varlık kazanan heterotopyada toplumun geride kalan büyük kesimi onun sınırlı mekanında silikleşir, zayıflar, orada görülen dav­ ranış biçimleri karşısında bir dönüşüme uğrar. Foucault hete­ rotopya için örnekler verir: müzeler, antik şehirler, fuarlar, bar­ lar, hapishaneler, mezarlıklar, daha birçok yer, yani pek çok in­ sanın bulunduğu, bulunabileceği yerler. Kişinin kendisine ait olan, hakimi olduğu , güvendiği bir mekandan çıkıp birbirini hiç tanımayan, birbirine hiç benzemeyen insanların girip çık­ tığı bu gibi mekanlara uğraması farklı, değişik bir anlam dün­ yasını temsil etme olasılığını barındırır; yani hem vardır, hem yoktur, Foucault'nun deyişiyle "mekansız mekanlar"dır. Kısa1 95

cası, ütopyanın iyi, ideal ama var olmayan, hayal edilen bir yer olmasına karşılık heterotopya, " ötekilerin, başkalarının, deği­ şik, farklı" mekanıdır. Yunancada yer anlamına gelen topos birimi, bir kara parçası­ nın doğal yapısını, engebelerini, düzlüklerini, çeşitli özellikle­ rini kağıt üzerinde çizgilerle gösterme işi anlamına gelen "to­ pografya" teriminde de geçer. Bir de, daha az bilinen "topolo­ ji" terimi var; TDK sözlüğünde, "Geometrik cisimlerin nitelik­ leriyle ilgili özelliklerini ve bağıl konumlarını, biçimleri ve bü­ yüklüklerinden ayrı olarak alıp inceleyen geometri dalı" olarak tanımlanmış.

1 96

Diaspora

"Diaspora" kelimesi Ermeni Asala örgütünce yurt dışında gö­ revli Türk diplomatlara karşı düzenlenen suikastlerden sonra, yani ilk suikastin düzenlendiği 1 9 73'ten sonraki yıllarda Türk­ çeye girdi. Türkçede daha önce kullanılmış olsa bile, büyük bir çoğunluğun bilmediği bir kelimeydi. Terimin kullanıldığı ilk yer Eski Ahit'in Deuteronomy diye anılan, Yasanın Tekrarı di­ ye Türkçeye çevrilen beşinci kitabı (28: 25; 30: 4) . Aynı kelime Yeni Ahit'in çeşitli metinlerinde de geçer. Kutsal Kitap'ın ilk çe­ virisi Yunanca. Yunanca diaspora' nın iki bileşeni şu: dia- öne­ ki, "karşı taraf, öbür taraf' + speirein, "dağılmak, saçılmak, saç­ mak, serpmek; tohum saçmak, tohum atmak" : ikisi birden "et­ rafa, başka yerlere dağılmak" . Kelime çok daha eski, Hind-Av­ rupa kök dilinde *sp(e)rg- biçimine kadar geriye götürülebili­ yor. Bu biçim de "dağıtma, saçma, serpme" anlamında. Diaspora İbranca sürülme, sürgüne gönderme, tehcir anla­ mına gelen galuth (ya da galot, golah, galut) kelimesinin Yu­ nanca çevirisi. Kelimenin buradaki anlamı Yahudilerin Ba­ bil'den sürülmesinden sonra dünyanın dört bir yanına dağılma­ sı. Avrupa dillerinde on dokuzuncu yüzyılda Filistin dışındaki ülkelere dağılmış olan Yahudiler, ya da Yahudilerin Filistin dı­ şında yaşadıkları ülkeler anlamında kullanılmaya başlıyor. 1 97

Diaspora kelimesi nice yıllar sonra anlam genişlemesine uğ­ radı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iş bulmak ama­ cıyla başka ülkelere göç eden, ya da siyasi nedenlerle başka ül­ kelere sığınan, ana yurtlarından kopmuş topluluklar hakkında kullanılmaya başladı. Türkiye'de ise Türkiye ve Ermenistan dı­ şında yaşayan Ermeni cemaatleri hakkında son kırk yıl içinde basında sık sık kullanıldı. Daha sonra Türkiye, İran, Irak, Suri­ ye gibi ülkelerden Avrupa ülkelerine göç eden Kürtler için de kullanılmaya başladı. Yunanca speirein mastarından gelen spenna (yani sperm) bit­ kilerde, hayvanlarda tohum; atılan tohum demek. Yunanca ke­ lime Latinceye de aynı yazımla geçiyor, oradan da Avrupa dille­ rine. Kısacası, diaspora ile sperm aynı kökten, aralarındaki bağ­ lantı açıkça görülebiliyor. Spennaceti bir balina cinsi. Türkçede kelimenin başına bir­ çok yabancı kelimede olduğu gibi ikinci ses eklenmiştir: isper­ meçet. Kelime spenn + ceti (Yunanca-Latincede balina) birim­ lerinden kurulu , dolayısıyla spermaceti "balinanın spermi" de­ mek. Bu cins balinanın başında beyaz, yapışkan bir madde bu­ lunur; eskiden balinanın spermi olduğuna inanılan bu madde­ den mum imal edilirdi. Balinanın başındaki bu akışkan madde aslında bir çeşit balmumudur; kozmetikte, deri işlemede, daha başka işlerde kayganlaştırıcı yağ olarak da kullanılmıştır. Ame­ rikalı romancı Herman Melville balina avcılığım anlatan çok ta­ nınmış Moby Dick adlı romanında ismermeçet balinasının yapı­ sı hakkında ayrıntılı bilgi verir. Bitki biliminde çiçek açmayan bitkilerin üreme organı ya da tohumu ; hayvan biliminde de tek hücreli hayvanların üreme hücresi anlamına gelen spor (tng-Fr. spore) terimi de buradan. Türkçeye İngilizceden geçen, püskürtme, serpme anlamındaki sprey (tng. spray) de aynı kökten çıkmış.

1 98

Tercüman, Dragoman, Dil Oğlanı, D i lmaç

Dragoman tercüman, rehber dernek İngilizcede. Aynı kelime de­ ğişik yazımlarla öteki Batı dillerinde de kullanılır. Arapça, Fars­ ça, Türkçe konuşulan ülkelerde bu meslekle uğraşanlar hak­ kında kullanılır. Kelime Arapçadan geçmiştir Avrupa dillerine. Türkçeye de bu dilden geçmiş. Kelimenin en eski kökeni Akka­ dça. Şöyle bir güzergahı var: targumannu (Akkadça) > turgema­ na (Aramca) > taryuman / targuman (Arapça) > dragoumanos ( Or­ ta Yunanca) > dragumannus (Orta Latince) > dragomanno (Ital­ yanca) > drugemen / drogman (Fransızca) . İngilizceye eski Fran­ sızca üzerinden gelmiş. Tercüman ile dragoman aynı kelime. Ke­ lime Orta Yunancada bozulmuş. Bir konuşmayı bir dilden başka bir dile çeviren kişiye diyoruz. Bir de aynı kökten türeyen "mü­ tercim" kelimesi var. Bir metni bir dilden başka bir dile çevirene "mütercim" ; "rnütercirn"le "tercürnan"ın işine de terceme (Os­ manlı abecesinde böyle yazılırdı "tercüme") denirdi eskiden. Dragornanlar Avrupa devletlerinin Osmanlı şehirlerindeki elçiliklerinde , konsolosluklarında görevliydiler. Ticaret mer­ kezlerinde de birbirlerinin dilini anlamayan taraflar arasında­ ki bağlantıyı yine dragornanlar kurardı. Bu mesleğe giren Av­ rupalıların bir Batı dilinin yanı sıra Arapça, Farsça, Türkçe bil­ meleri gerekiyordu . 1 99

Venedik daha 1 5 5 l 'de gençlere Arapça, Farsça, Türkçe ve ihtiyaç duyulan başka dilleri öğretmek amacıyla bir okul kur­ muştu. İhtiyaç duyulan dilleri öğrensinler diye İstanbul'a gön­ derilen Venedikli gençlere Giovanni della Lingua, bire bir anla­ mıyla "dil gençleri" deniyordu. 1 669'da Fransa da aynı amaçla bir okul kurdu: Ecol de Enfants langue ou ]eunes de langue. En­ fants de langue, dil çocukları; ]eunes de langue dil gençleri de­ mek. Birinciler dil öğrenmeye yeni başlayanları, ikinciler ise belirli bir tecrübe kazanmış olanları nitelendiriyordu. Bu okul­ da Yunanca, Latince, Arapça, Türkçe dersleri veriliyordu . Da­ ha sonraki yıllarda Avusturya, Polonya, İngiltere de yabancı dil öğretmek üzere kendi okullarım kurdular. Anılan Fransızca terimler -İtalyanca olanı da- yapıları bakı­ mından hiç de bu dillerden çıkan, "sahih, fasih" sözlere benze­ miyor. Tercüme kokuyor ! Çünkü bunlar bir Türkçe terimin, dil oğlanları tamlamasının kelimesi kelimesine, mekanik ter­ cümesi. Genç erkek demek olan "oğlan"ın, "iç oğlanları" , "acemi oğ­ lanları" terimlerinde de kullanıldığını biliyoruz. Osmanlı sara­ yında padişahın hizmetinde bulunan tercümanlar vardı, bunla­ rın en yetkilisi "baştercüman" unvanlıydı. Dil oğlanları tecrü­ beli tercümanlardan dil öğrenmekte olan, bu arada onlara ya­ zı çizi işlerinde yardım eden gençlerdi. Tanzimat'tan önce dil oğlanları Fenerli Rumlardan seçilirdi. Osmanlı devletinde ter­ cüme işlerinde uzun zaman Fenerli Rum ailelerinin bireylerin­ den yararlanıldı. İstanbul'un Fatih ilçesinin bir semti vardır, adı Draman . Semtin adı Yunanca "dragoman"ın bozulmuş hali. Bu semtte bir de Dırağman Külliyesi var. Cami-tevhidhane, tekke, med­ rese, sıbyan mektebi, darülkurra (Kur'an okumanın öğretildi­ ği medrese bölümü) bölümlerinden meydana geliyor bu külli­ ye. Bunlardan medrese günümüze ulaşamamış. On altıncı yüz­ yılda inşa edilen Dırağman Camii'nin daha önceki adı Tercü­ man Yunus Camii'ydi. Mimar Sinan'ın tasarımı bu cami. Ca­ miyi yaptıran kişi ise Kanuni Sultan Süleyman'ın tercüman­ larından Yunus'tu . Yunus bir Rum mühtedisiydi. Gerek sem200

tin, gerekse külliyenin adı Yunus'un mesleğinden kaynaklanı­ yor. Ama belki daha da dikkat çekici olan yönü , bu adın Yu­ nus'un etnik kökenini de seslendiriyor olmasıdır. Tercüman Yunus kendi ana dili olan Yunanca dışında İtalyanca, Fransız­ ca biliyordu. Kanuni'nin özel temsilcisi olarak birçok kere Ve­ nedik'e gönderilmişti. Dırağman Camii'nin yanındaki sokağın adı da çok ilgi çeki­ ci: Dilmaç Sokağı ! Oracıktaki bu sokağa bu adın verilmesi fik­ rini ilk kez kim ortaya attıysa, hangi dönemin belediye meclisi bu adın verilmesi kararını aldıysa, çok isabetli bir ad seçmiş . . . Dilmaç, tercüman kelimesinin ö z Türkçesidir. Çok eski bir ke­ limedir. Örnek kelimeler "-maç" sonekinin Türkçede çok-yön­ lü bir işlevi olduğunu gösteriyor. Ama burada "sığırtmaç" keli­ mesinde olduğu gibi mesleği dile getiren bir takı. Dilmaç kelimesinin dilmeç, tilmaç yazımları da var. Bu keli­ me on birinci yüzyılda yaşayan Karahanlı şair Yusuf Has Ha­ cib'in Kutadgubilik ( 1 069) adlı eserinde "tılmaç" yazımıyla ge­ çer. Türk Dil Kurumunun Tarama Sö z lüğü ndeki "Tercüman" maddesinde Afyonkarahisarlı Mustafa Ahteri'nin Arapçadan Türkçeye sözlüğü Lügat-i Ahteri'de ( 1 545) " tercüman" kelime­ sinin Türkçe karşılığı "dilmeç" diye verilmiş. O madde şöyle: "Et-terceman (Arapça) : ( . .. ) Bir sözü bir lügatten nakledip ahar lügatta tabir edici, dilmeç. " Belli ki Ah teri, ana dili bilinci olan bir yazarmış. Macarca tolmdcs, Almanca Dolmetscher "dilmaç" tan geliyor. Bu çok eski kelimeyi yirminci yüzyılda kullanmış olan yazarlar da var. Örnekler: "Almanyalı ile anlaşabilmek için bu Maltalı­ yı dilmaç tutmuşlar" (Memduh Şevket Esendal) ; 'Tercümana: Dilmaç, bana bak, bu beyler uzun boylu anlatıyorlar" (Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir) . Bugün Türkiye'de soyadı dilmaç, tilmaç olan pek çok yurttaş vardır. Dilmaç gibi, tercüman, tercüme, mütercim kelimeleri de unu­ tulmamalı. Çünkü tarihimizde önemli yerleri var. 182l'de ku­ rulan, başta diplomasi olmak üzere yabancı dil bilgisi gerekti­ ren devlet işlerinde görevlendirilmek üzere mütercim yetişti­ ren kuruluşun adı Tercüme Odası'ydı. Cumhuriyet döneminde '

201

de dünya klasiklerini Türkçeye çevirtmekle görevli bir Tercüme Bürosu vardı. Mütercim unvanıyla andığımız Mütercim Asım Efendi ( 1 755- 1 820) değerli bir bilim adamı olan bir sözlük ya­ zarımızdır. "Tercüman" , "tercüme" kelimeleriyle elde edilen iki güzel mecazı bugün de sık sık kullanırız. "Duygulanma tercü­ man oldunuz" sözündeki " tercüman" kelimesinin yerine baş­ ka bir kelime koyamayız. Yabancı dilin fazlasıyla etkisi altında­ ki çeviriler için " tercüme kokuyor" deriz, o da yerleşik, güzel bir deyimdir. "Özgeçmiş" teriminin eski adı " tercüme-i hal'di; bu terim "hal tercümesi" diye sadeleştirildiyse de, daha sonra terim resmi kullanımdan düşünce unutuldu. Bunlar bir kenara, mütercim, tercüman kelimelerinin birinci anlamlarının bıraktı­ ğı boşluğu dolduramadık. Bugün ikisine birden "çevirmen" di­ yoruz. Oysa gelişmiş dillerde bu iki uğraş iki ayn kelimeyle ad­ landırılır. Sözle tercüme eden kişi ve bu anlamdaki tercüme uğ­ raşı için İngilizcede sırasıyla interpreter, interpreting; Fransızca­ da interprete, interpretariat / interpretation terimleri kullanılıyor. Metin çeviren kişiye ise İngilizcede translator, Fransızcada tra­ ducteur deniyor. Üniversitelerde 1 983'ten başlayarak Mütercim­ Tercümanlık bölümleri kuruldu ; öğrencinin hem mütercim­ lik hem de tercümanlık öğrenimi gördüğü bu bölümlere "çe­ virmenlik bölümü" adı verilemedi. Bunlardan bazılarının adla­ n sonradan "çeviribilim bölümü"ne dönüştürüldü, ama "çeviri­ bilimi" çevirmenlik uğraşını değil, çeviri uğraşının bilimsel in­ celeme yönünü ifade eden ayn bir terimdir. Oysa bu bölümlerin İngilizce adlan çeviri uğraşının iki dalını da kapsıyor: "Transla­ tion and lnterpreting (Studies) . . . "

202

Opus, Opera, Operasyon

Opus Latincede eser, iş , emek, gayret demek. Hind-Avrupa kök dilinde "çalışmak, bol miktarda ürün elde etmek" anlamı­ na gelen *op biçiminden çıkıyor. Opus kelimesi Batı dillerinde her türden "sanat eserleri" hakkında kullanılır, örneğin Latin­ ce magnum opus büyük eser, şaheser demektir. Op kısaltmasıy­ la kullanılması musıki eserlerine özgüdür. Bir bestecinin verdi­ ği eserlerin sıra numarası ya da yayım numarası verilirken kul­ lanılır; Brahms'ın op. 77 keman konçertosu gibi. Opera da "eser, iş, emek" demek, Latince opus un çoğulu , ama bu biçimiyle nadiren kullanılmıştır. İtalyancada operaio ise işçi demek. Opera yeni bir beste türü olarak on altıncı yüz­ yılın sonlarında ltalya'da, Floransa'da doğdu. Rönesans da ltal­ ya'da doğmuştu ; daha çok edebiyat, resim, heykel sanatların­ da kendini gösteren Rönesans musıkişinasları da etkilemekten geri kalmadı. Opera bu yeni yönelişin musıkideki uzantısıdır. Opera kelimesi de başka dillere İtalyanca üzerinden geçti; yüzyıllardır uluslararası bir terim olarak yerleşmiştir (Fransız­ ca opera; Almanca Oper; İspanyolca opera; Rusça opera vb) . Ne­ den opera denmiş, pek anlamlı görünmez ilk bakışta. "Opera" kelimesi aslında İtalyanca opera in musica, yani "musıki eseri" sözünün günlük halk dilindeki kısaltmasıdır. On yedinci yüz'

203

yılın ilk operaları favo!a in musica (musıkili hikaye) , dramma per musica (musıkili oyun) ve benzeri sözlerle adlandırılıyor­ du . On yedinci yüzyıl Fransa'sında ciddi operalara tragedie en musique (ezgilendirilmiş tragedya) deniyordu . Operet: İtalyanca operetta'dan, "opera"nın küçültme eki al­ mış biçimi. On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktı. Operasyon: Latince kaynaklı kelimenin dilimizdeki kaynağı Fransızca operation. Anlamlarından biri ameliyat. Ameliyat du­ rurken bu kelimenin anlamı var mı? Günümüzde chirurgie te­ rimi kullanılıyor Fransızcada. Operation eskimiş, bu anlamda kullanılmıyor. Asker-sivil güvenlik güçlerinin dilinde "harekat" anlamın­ da kullanılıyor bazen. Bu anlamının yaygınlaşması Türkçede lüzumsuz bir ikilik yaratır. TDK Güncel Sö z lük 'te "harekat"ın "eskimiş" sayılması hem yanlış , hem de üzücüdür. Bu denli köklü bir kelimeyi dilden atalım, yerine "operasyon" kullana­ lım demekten başka bir anlamı olabilir mi bunun? Oysa TSK'de "harekat" bugün de kullanılıyor. 1 974'te Kıb­ rıs harekatının adı "Barış Harekatı"ydı; 1 974'ten sonra mı eski­ di? Suriye harekatlarının adlarına bakalım: Fırat Kalkanı, Zey­ tin Dalı, Barış Pınarı harekatları. Bir kelimenin "eskimiş" sayı­ labilmesi için kullananların çok azalmasından başka, aradan çok daha uzun bir zaman geçmesi gerekir. TDK bir anlamı daha olduğunu bildiriyor: "dizi "eylem" an­ lamında da kullanılıyormuş ! Kurumun sözlüğü kelimenin sıfa­ tı olan "operasyonel"i de buyur etmiş. Yabancı dillerden alınan kelimeler dile yeni kavramlar kazandırdığı sürece değer taşıya­ bilir. Kelime, terim değil de, ek, takı almak zararlıdır. Çünkü alınan yabancı bir takı başka kelimelere de eklenecek, kullanı­ mı arttıkça artacaktır. Operatör. Bu kelime ilkin Fransızcadaki anlamıyla, yani cer­ rah anlamıyla Türkçeye girdi . Lüzumsuz bir alıntıydı , çün­ kü yerleşik bir karşılığı vardı. Büyük ihtimalle " operatör"ün "cerrah" tan daha önemli ( ! ) bir kişi olduğu izlenimini uyandır­ mak isteyenlerin tıp diline soktuğu bir kelimeydi. Çok şükür, "cerrah"ı öldüremedi, onun gölgesinde kaldı. Yine de muaye204

nehane levhalarında "operatör doktor" tamlamasını kullanan­ lar var. Hem operatörün cerrahtan daha fiyakalı bir sıfat oldu­ ğu izlenimi uyandırılıyor, hem de halkın bunu anlamayabilece­ ği olasılığına karşı tedbir alınarak "doktor" unvanı ekleniyor ! Operatör zaten hekim ise ikinci kelimenin ne anlamı var? Dü­ pedüz "cerrah doktor" anlamını veren bu unvanın kullanıldığı bir dil var mı ! Bugün Fransızcada chirurgien deniyor cerraha. Operation gibi operateur da eskimiş, artık kullanılmıyor. Operate fiili İngilizcede "ameliyat etmek" ; operation da sur­ gery ile eşanlamlı olarak, ameliyat anlamında kullanılır, ama ameliyat eden hekime surgeon denir. Bu dilde operator herhan­ gi bir makineyi, aleti, aygıtı çalıştırıp kullanabilen kimseye de­ nir; telsiz , bilgisayar operatörü gibi. Ama biz İngilizcedeki bu anlamını da almayı ihmal etmemişiz . Oysa buna da bir Türkçe karşılık bulmak zor değil. Kooperatif (< Fr. cooperative) : Kelime anlamıyla "iş birliği; birlikte iş görmek, birlikte çalışmak" . Kelime, bu tür ortaklığın amacını da tanımlıyor. Op . cit. Akademik metinlerde göndermelerde kullanılan tek­ nik terim. "Anılan, zikredilen eser" anlamındaki Latince opus citatum teriminin kısaltması. Manevra (l. manus, "el" + operari, "çalışma, iş görme " ) . El­ le çalışma, el işi, elle iş görme, bir aygıtı elle çekip çevirme de­ mek. İtalyancası manovra, Fransızcası manoeuvre; ikinci keli­ me İtalyancada ovra, Fransızcada oeuvre olmuş. Türkçede çe­ şitli anlamları var; bunlar bu iki dilden ayrı ayrı zamanlarda geçmiş olabilir. Ordövr: < Fr. hors d'oeuvre (hors, "dışında" + ouevre) . Kelime anlamıyla "asıl işin, asıl emeğin dışında" , yani ana yemeğin dı­ şında (sunulanlar, yenenler) . Ofis: op + Latince facere, "yapmak, etmek, iş görmek" , görev yeri, çalışılan yer, makam. Türkçeye 1 938'de, Toprak Mahsul­ leri Ofisinin adıyla girmiş. Pekala Toprak Mahsulleri Müdür­ lüğü ya da Kurumu denebilirdi . Türk Dil Kurumunun çalış­ malarına hız verdiği, Türkçenin lüzumsuz yabancı kelimeler­ den arındırıldığı yıllarda "ofis" kelimesinin alınmasına anlam 205

vermek zor. 1 94 1 'de Petrol Ofisi şirketi, l 954'te de Devlet Mal­ zeme Ofisi kurulmuş. Üçünde de "depolama" fikri var, bir sı­ nır çiziyor. Gelgelelim, ofis, l 990'larda başka mecralardan ge­ len anlamcıklarıyla kullanım alanını iyice genişletti. Fransız­ ca "büro" kelimesine epeyce alışmıştık ki, ofis ortaya sürüldü. Herhangi bir çalışma yerine ofis denebiliyor şimdilerde. "Rek­ törün ofisi" , "profesörün ofisi" , "memurlar ofislerinde" , "avu­ katlık ofisi" gibi. lş yeri, daire, oda, çalışma odası, yazıhane ke­ limeleri sanki geçmişte kaldı. Abartmıyorum, bir "ofis" moda­ sı var ! Prof. Fahir lz'in "Dilde Moda" adlı yazısını hatırlıyorum (Tarih ve Toplum, 50. sayı, Şubat 1 988) . Prof. lz bu harikulade yazısında Farsçadan alınan kelimelerin daha sonra eşanlamlıla­ rını Arapçadan aldığımızı (bu yüzden, Farsça şeb, Arapça leyl, Türkçe gece kelimelerini aralarında hiçbir anlam farkı olmadı­ ğı halde kullanmakta sakınca görmediğimizi) , İtalyancadan al­ dıklarımızın daha sonra aynı anlama gelen Fransızcalarını kul­ lanmayı tercih ettiğimizi (taraça [ lt. terrazza] , Fransızca teras [ terrace] , mobilya [ it. mobilia, Fransızca möble [meuble] gibi) , bunun aslında yüzyıllar boyunca süren bir "moda" olduğunu örneklerle gösterir. Prof. lz'e göre, bu modanın ana nedeni şu­ dur: kendilerini "havass" tan sayan bazı kimselerin yabancı dil­ lerden alıp Türkçeye soktukları birtakım kelimelerin zaman­ la ortalığa yayılıp "ayağa düşmesi"nden rahatsız olmaları, artık çekiciliğini yitiren kelimenin yerine başka bir dilden aynı anla­ ma gelen bir kelimeyi kullanmaya başlamaları, böylece kendi­ lerini "kalabalık" tan kurtarmaya yeltenmeleridir. "Ofis" de öy­ le bir moda. Moda olan kelime bu defa İngilizceden geliyor. . .

206

Koro, Bale, Horon

Yunancada khoros (koro) şarkı, koronun söylediği şarkı, koro­ nun dans ettiği yer, dans edenler anlamlarına geliyor, khoreia da dans. Eski Yunan tiyatrosunda khoros dansla, şarkıyla, sözle oyuna katılan, duygularını dile getiren, sahnede canlandırılan eylemi yorumlayan topluluğa deniyordu. Yunan tiyatrosunun çok ilgi çekici bir öğesidir. "Koro"nun modem anlamı bu top­ luluğun şarkı söyleme işlevinden çıkıyor. Birçok şarkıcıdan ku­ rulu musıki takımı anlamındaki topluluklara on yedinci yüz­ yılda koro denmeye başlıyor. Kelime Latinceye chorus yazımıy­ la, oradan da öteki Batı Avrupa dillerine geçiyor. Terpsikhore, Zeus'ün güzel sanatları, bilimleri koruyan, esin perisi dokuz kızı Musalardan birinin adı. Terpsis "zevk alma, hoşlanma" , khore de dansla, raksla ilintili anlamında; Terpsik­ hore de "dans etmekten zevk alan" demek. Dans, koro şarkıla­ rı, lirik şiir onun işi. Dans tanrıçası Terpsikhore'nin adı bale sanatının gelişmesiy­ le onsekizinci yüzyılın sonlarında hatırlanmış, dans hareket­ lerinin anlatımı anlamına gelen koreografi (Fr. choreographie, lng. choreography) terimi böylece ortaya çıkmıştır. Balenin ilk örnekleri ilkin Rönesans döneminde ltalya'da görülüyor. Bale kelimesi de İtalyanca. Aynı dildeki balla (balo) kelimesinden geliyor; balla danslı eğlence demek. 207

Bale sanatı anlamındaki bale kelimesi Batı Avrupa dillerinde

ballet imlasıyla yazılır. Kadın dansçıya balerin, erkek dansçıya bale dansçısı denir, terimin eril biçimi yoktur. Ne var ki, Türk­ çe sözlüklerde "balet" diye bir kelime görürüz. Erkek dansçı diye tanımlanıyor. TDK Güncel Sözlük'te kelimenin Fransızca­ dan, Kubbealtı Lügati'nde ise İngilizceden alındığı yazılmış. Bu iki dilde de, başka Batı Avrupa dillerinde de böyle bir kelime yok. Vahim bir hata ! Bu kadar ciddi bir yanlış nasıl girer söz­ lüklere, anlaşılır şey değil. Aynı hata Milli Eğitim Bakanlığının 1 995'te yayımladığı dört ciltlik Örnekleriyle Türkçe Sözlük ile Ali Püsküllüoğlu'nun hazırladığı Arkadaş Türkçe Sözlük'te (8. baskı, 2004) de var. Ama TDK'nin 1 969'da yayımladığı Türkçe Sözlük' te "balet" yok. Bu anlam herhalde 1 980'lerde zuhur et­ miş. Birileri kelimenin sonundaki, sesletilmeyen it/ harfini eril takı sanmış herhalde ! Belki o da değil, "bir bilen" Batı dillerin­ de erkek dansçı için ayrı bir kelime bulunmadığını görüp bu eksiği giderme hevesiyle söz konusu kelimeyi o dillere, bu ara­ da, eril dişil ayrımı bulunmayan dilimize armağan etmiş ! Ama bu konuda yalnız değiliz: bu uydurmanın bir Doğu Avrupa di­ li olan Rusçada da bulunduğunu öğrendim. Bunun da bir daya­ nağı olamaz. Yabancı dillerden alınan bir kelimeye kaynak dil­ lerde hiç kullanılmayan bir anlam yüklenmesine dilciler barba­ rism derler. "Balet" de öyle. Horon, Doğu Karadeniz'e özgü , daha çok bu bölgenin ye­ rel sazı kemençe eşliğinde topluca oynanan çok hareketli, çok güzel bir halk oyunudur. Bu oyunun adı da aynı Yunanca ke­ lime: khoros Cxop6ç) . Suat Sinanoğlu ile Güler Çelgin'in Yu­ nanca-Türkçe sözlüklerinde khoron Cxop6v) ile khoros aynı ke­ lime. Dans, dansçı, dans etmek anlamına gelen birçok yazımı var. Hora, kelimenin Türkçedeki başka bir yazımı. "Hora tep­ mek" , "hora oynamak" , horon oynamakla eşanlamlı. Doğu Ka­ radeniz' de Yunanca yüzyıllar boyunca en yaygın dildi. Bu adın Yunanca olması oyunun çok eski bir tarihi olduğunu da göste­ riyor. Horon, Doğu Karadeniz'in bir uzantısı olan, Gürcistan'ın Acara bölgesinde de seviliyor, oynanıyor. Yunanistan'da hala yaşatılan bir halk oyunu. 1 998'de Açık Radyo'nun düzenledi208

ği müzik şenliğinde Yunanistan' dan bir horon-kemençe takımı gelmiş, İstanbul Harbiye'deki Askeri Müzenin konser salonun­ da kemençe eşliğinde bir saatlik bir horon gösterisi sunmuştu . Seyredenlerin unutamayacakları güzellikte bir gösteriydi. Ho­ ron bu kadar mı güzel oynanır, kemençe bu kadar mı güzel ça­ lınır, anlatamam, tam bir sanat ziyafetiydi. 1924'te Türk-Yunan nüfus mübadelesiyle Yunanistan'a gönderilen Karadenizli es­ ki Rum yurttaşlarımız yeni ülkelerinde horonun, kemençenin okulunu kurmuşlar, bu folklor ürününü sanat seviyesine yük­ seltmişlerdi. Bu da horonun ne kadar köklü bir geçmişi oldu­ ğunu bir kez daha gösteriyor.

209

U rba

Urba kelimesinin biçimlenişinde çok ilgi çekici bir özellik var. Biçimlenişi yerine türeyişi demek daha doğru . Nasıl türediğini bilmesek yabancı kelime olduğunu fark edemeyiz. Urba İtalyanca roba kelimesinden geliyor; bu dilde "uzun eteklik" demek. Fransızcası da, İngilizcesi de robe. Her iki dil­ de de uzun, bol eteklik. Hem kadın, hem erkek giysisi. Türkçe­ de urba olmuş, "uruba" söylenişi de var; iri sesinin önüne bir ikinci ses eklenmiş; Isparta, istatistik, istasyon, erişte (aslı Fars­ ça rişte) kelimelerinde olduğu gibi. Öntüreme (prosthesis) de­ niyor buna dilbiliminde. Genellikle r, s, 1 ünsüzleriyle başla­ yan kelimelerde bu katma ses yaygın bir alışkanlıktır Türkçede. Ama bu ikincil ses yepyeni bir kelime türetmiş burada. Latince­ de şehir anlamına gelen kelime urbs. Dolayısıyla "urba" "şehirli elbisesi" anlamını veriyor ! Oysa aşağıda göreceğimiz gibi, ger­ çek durum pek öyle olmamış . . . Aynı İtalyanca kelime -herhalde aynı zamanda değil, da­ ha sonra- Türkçe terzilik diline de geçmiş. Terzi dilinde "ro­ ba" , bir giyeceğin omuzla göğüs arasında kalan kısmına ekle­ nen parçaya deniyor. Urba kelimesi şehirde doğmuş bir kelime; ama köy-kır dili­ ne girdiği için olacak ki, şehirli ağzına yakıştırılamamış. Bu yüz­ den, bir süre sonra aynı kelimenin Fransızcası alınıp rob I rop 210

yazımıyla şehirli ağzına uygun bir kelime elde edilmiş ! Rob'u yi­ ne Fransızcadan aldığımız ropdoşambr (robe de chambre) keli­ mesinde de görürüz. Gardrop'ta (garde robe) da var aynı kelime. Urba, uruba Anadolu ağızlarında sıkça kullanılmıştır; bu­ gün de kullanılır halk arasında. Ben "urba görme / gönderme / götürme / kesme / biçme/ düzme" deyimlerini gördüm. Bu de­ yimlerin hepsi birçok Anadolu beldesinde düğünden önce er­ kek tarafının evlenecek kıza ihtiyacı olan eşyayı hediye etmesi geleneğini dile getiriyor. Geleneklerin içinde bu derecede kök salmış urbalı sözler. Atasözlerine de girmiş. "Urbasız" deyimi ise şehirli halk dilinde "yoksul, aç açıkta kalmış kimse" demek. Urba'yı TDK Güncel Söz lük 'te "halk ağzı" sınıfındaki kelime­ ler arasında görüyoruz bugün, herhalde çoktan beri öyle. Buna göre, urba toplumsal hiyerarşide seviye kaybına uğramış. Ama urba'nın başka bir hayatı da var. Bir kelime konuşma dilinden yazı diline geçince bambaşka şeyler oluyor. Bir şair, yazar "halk ağzı" kelimeleri eserinde kullanırken sözün üstündeki tozu si­ liyor, ona hemen gözümüze çarpan bir parlaklık kazandırıyor, bir ışıltı veriyor. Seviye kaybetme denemez buna; tersine, keli­ memiz taze bir soluk alıyor, dilin söz dağarcığını zenginleştiri­ yor. Edebiyattaki örneklerine bakarak söylüyorum bunu. Gör­ düğüm örnekleri arasında en güzeli Sabahattin Eyuboğlu ile Azra Erhat'ın bir çevirisinden. Hesiodos'un Theogonia (Tanrıla­ rın Doğuşu) adlı destanını çevirirken bu kelimeyi şiirin bir ye­ rinde bakınız nasıl kullanmışlar: Zeus'ün Öcü: Pandora Ve hemen, kazandıkları ateşe karşılık, Bir bela yarattı insanoğullanna Ünlü topal Hephaistos Zeus'un buyruğuyla Kızoğlan kız bir varlık yarattı. Gökgözlü tanrıça Athena da urbalar giydirip Bağladı belini ve alnından aşağı Öylesine bir duvak düşürdü ki, İşlemeleri bir şenlikti gözler için. 1 Hesiodos Eseri ve Kaynaklan , TTK, Ankara, 1977,

s.

123.

21 1

Has edebiyatçılar ana dillerine yakışan sözleri kullanırlar ya da kullandıkları sözleri ana dillerine yakıştırırlar. Bu çeviride ustaca kullanılmış urba. Çevirmenler eski bir kelimeyi bir es­ ki çağ şiirine çok güzel yakıştırmışlar; pırıl pırıl parlatmışlar. Şairlerin halk ağzı sözlere yazı dilinde bir albeni kazandırma­ ları dilin kullanımında beklenmedik bir durumdur. Böyle söz­ ler halk ağzında şehirlilere göre biraz "kaba" kalıyor, ama ya­ zıda apayrı bir lezzet kazanıyor, "inceliyor" . Burada daha özel bir şey olmuş: şehirli edebiyatçıların metinlerindeki urba adeta kökenine dönüp yeniden şehirli giysisi anlamına kavuşmuş! . . Halk şiirindeki örnekleri bir kenara bırakıyorum. Konumuz o değil. Ben şehir edebiyatından örnekler vereceğim. Orhan Ve­ li'nin "Odamda" adlı şiirinin bir dörtlüğü şöyle: Ve doluyor sessiz, ordularım Durmadan, dinlenmeden odama Urbam içinde yatan adama Hayretle bakıyor dört duvarım

Şehirli edebiyatçılar nesir yazılarında da kullanmışlar. Şu ör­ nekleri görebildim: "Yıkamışlar, yeni urbalar giydirmişler. " (Ahmet Hamdi Tan­ pınar) "Yeşil urbalı, yeniçeri kılıklı bir alay herif de karşıdan gelmiş­ ler." (Ercüment Ekrem Talu) "Ala, yeni urubalar, başta altınlı nazarlık fesler. . . " (Ahmet Rasim) "Vapur çımacılarından biri hemen urbasıyle denize atlayıp biçareyi ölümden kurtarıyor (Ahmed Midhat Efendi) .

Yabancı bir kelime olduğu halde yabancı olduğunu hissettir­ meyen, dahası, "öztürkçe" kıvamında bir kelime olup çıkmış urba. Bu yönüyle çok şaşırtıcı.

21 2

Kozmostan Gelenler

Eski Yunancada kosmos "düzen, çeki düzen verilmiş, ahenk­ li düzen" anlamına geliyor. Bu kelimenin fiili olan kosmein'in çeşitli anlamları var; çok genel anlamıyla "bir düzene sokmak, çeki düzen vermek" demek. Bu genel anlamın bir ucu da "gi­ yinme, donanma, süslenme, güzelleşme" ; ikincil yönü bu . Gi­ yinmenin, süslenmenin de bir çeki düzen verme işi olduğu göz önüne alınırsa, iki anlam boyutu bir ana anlamda birleşir. Bizim bugün aşina olduğumuz anlamı Pythagoras'ın felsefe­ sinden kaynaklanıyor. Bu lyonyalı düşünür, onun kurduğu fel­ sefe okulu , evrenin bir düzeni, bir sistemi, bir matematiği oldu­ ğu görüşüyle kosmos kelimesine "dünyanın ve bütün bir evre­ nin düzeni" anlamını yüklemiş. Bugün evren (kainat) anlamı­ na geliyor kosmos, ama bir düzeni, ahengi, sistemi olan bir ev­ ren; "dünya" anlamı da onun içinde. Bu bakımdan, tam bir dü­ zensizlik, kargaşa olan khaos'un (kaos) tersi. Daha önce Yunan­ cada bu kelimenin böyle felsefi bir anlamı yoktu . Terimin sıfatı kozmik, evrenle ilgili, uzaydan gelen anlamında. Cosmos Avru­ pa'da bu anlamıyla ilk kez on ikinci yüzyılda kullanılmış. Kosmos kelimesinin yapısındaki iki anlam damarı da yeni kelimeler türetilmesine yol açmış. Önce birinci anlamından çı­ kanlara bakalım. 213

Makrokozmos (büyük evren) : karmaşık bir yapının, özellik­ le dünyanın ya da evrenin bütünü. Mikrokozmos (küçük evren) : küçük ama kendine yeten, bü­ tünü temsil edebilen, bağımsız evren, evrencik. İnsanın evre­ ni temsil ettiği inancına dayalı felsefelerde tek insan bir mik­ rokozmos, evren de onun makrokozmosu olarak tasavvur edi­ liyordu. Kozmoloji: 1 . astronominin evrenin oluşumunu , yapısını in­ celeyen dalı; 2. metafiziğin evreni bir sistem olarak ele alan dalı. Kozmografya : uzayın ve dünyanın özelliklerini inceleyen, astronominin yanı sıra coğrafya ile jeolojiyi de içine alan dalı. Bu bilim dalının Türkiye'nin öğretim hayatında önemli bir yeri var. Kozmografya dersi Tanzimat'tan sonra rüştiyelerde, idadi­ lerde ayrı bir ders olarak okutulmaya başlamış, bu alanda çeşit­ li ders kitapları yayımlanmıştı. Cumhuriyet döneminde liseler­ de, yüksek öğretmen okullarında 1933- 1937 arasında ders ola­ rak okutuldu . Matematikçi Ord. Prof. Ali Yar'ın ( 1 884- 1 965) yazdığı Kozmografya ( 1 929) adlı kitap liselerin hem fen, hem de edebiyat bölümlerinde mecburi dersti. Gök cisimleri, geze­ genler, güneş, Samanyolu haritası, mevsimlerin oluşumu , Aris­ toteles, Copernicus, Galieo sistemleri gibi belli başlı astrono­ mi konuları yer alıyordu bu kitapta. 193 7'de, herhalde yeter­ li sayıda öğretmen olmadığı için, birkaç haftalık bir ders haline getirildi. 1940'larda yayımlanan kitaplarda "kozmografya" ye­ rine "astronomi" teriminin kullanılmaya başladığı görülüyor. 1 9 74'te astronomi seçimlik dersler arasına alındı; astronomi bilgilerinin bir kısmı fizik, coğrafya derslerine dağıtıldı. 1 Fakat müfredatta yer aldığı yıllarda da, bu dersi verecek öğretmen bu­ lunamadığı için birçok lisede astronomi dersi verilemedi. Kozmetik: Yunanca kosmein fiilinin ikincil anlamından (süsle­ me, süslenme, donanma, güzelleşme) çıkıyor. Kosmetike tekhne, giyinme, süsle(n)me sanatı; kosmetikos da çeki düzen vermede, giyinip kuşanmada, süslenmede usta anlamına geliyor. O halde, 1

214

Bu konuda geniş bilgi için şu araştırmaya bakınız: Yavuz Unat, " 1 933 Yılında Ali Yar Tarafından Yazılmış Lise III Kozmografya Kitabı ve Liselerde Astrono­ mi Dersleri" , Kastamanu Eğitim Dergisi, 24. cilt, no. 4, Eylül 20 16.

"kozmetik" bir kimsenin görünüşünü güzelleştirmesine, saçına başına çeki düzen vermesine yarayan şeyler demek oluyor. Kelimenin bu anlamından doğan, Türkçeye geçmemiş olan iki terim daha var Batı dillerinde. Kozmetik alanındaki bilgi­ lere, uygulamalara cosmeto!ogy, . bu işin ustasına da cosmeto!o­ gist deniyor. Kavramın birinci yönüne dönüp kozmonavt-astronot reka­ betine dikkati çekelim. Ruslar uzay gemisi mürettebatına koz­ monavt (Türkçede kozmonot) , Amerikalılar ise astronot diyor. Kozmonavt (kosmos + nauta, deniz) "kozmos yolculuğuna çı­ kan" , astronot (astrum, yıldız + nauta, deniz) ise "yıldızlar ara­ sında yolculuğa çıkan" anlamına geliyor. Birleşik kelimelerin birimlerden biri farklı. 1 950'lerde Sovyetler Birliği ile Ameri­ ka Birleşik Devletleri arasında bir uzay yarışı başlamıştı. Uza­ ya gönderilen mürettebat için iki ayrı terim kullanılması bu iki devlet arasındaki rekabetin uzay terminolojilerine de yansıma­ sının bir göstergesi oldu . Kozmonaut terimi Batı Avrupa dille­ rinde "Rus astronot" anlamında kullanılıyor, bu dillerin söz­ lüklerine de girmiş. Cosmos terimi Hıristiyanlık metinlerinde " dünyevi hayat, bu dünya" anlamında kullanılmıştır ( " öbür dünya"nın karşı­ tı olarak) . Buna bağlı olarak, yeni Yunancada kosmikos "din dı­ şı, kilise, manastır, tarikat dışı, seküler" ; kosmiki katastasi "se­ küler devlet" ; kosmiko kosmo da "dindışı, seküler dünya" anla­ mında kullanılıyor. Katolik dünyada, özellikle Fransa'da kulla­ nılan !aicisme, !aic terimleri eski Yunanca kökenli, ama bu ke­ limeler yeni Yunancada bu anlamda kullanılmıyor. Gerek es­ ki, gerekse yeni Yunancada !aikos "halk" anlamına geliyor. Ör­ neğin, !aıkoi choroi "halk oyunu " , !aik6 politism6 "halk kültü­ rü" , laik6 mousiki "halk musıkisi" demek. Aynı kelime Eski Yu­ nan' da "yönetici sınıflardan olmayan, yönetilen, sıradan halk" için kullanılıyordu . Son kelimemiz kozmopolit. "Dünya" ile "şehir"in birleştiril­ diği bir birleşik kelime, "dünya vatandaşı" demek. Bir şehir, bir toplum söz konusuysa "çeşitli uluslardan insanları içinde barın­ dıran, uluslarüstü" anlamına gelir. Felsefe tarihçisi, biyografi ya21 5

zan Laertios Diogenes'ın (İS üçüncü yüzyıl) The Lives of Eminent Philosophers [Tanınmış Filozoflann Hayadan] adlı kitabında ak­ tardığına göre, bu kelimeyi ilk kez Sinoplu Diogenes kullanmış (lö beşinci yüzyıl) . Kendisine "Nerelisin sen? " diye soruldu­ ğunda, "Ben bir dünya vatandaşıyım," demiş Diogenes (burada­ ki "dünya vatandaşı"nın Yunancadaki karşılığı "kozmopolit" tir) . Belirli bir şehir devletinin vatandaşı değilim, bütün bir Helen dünyasının insanıyım demek istemiş. Çarpıcı bir cevap. Kozmopolit, günümüzde de yaygın bir biçimde kullanılan bir kavram olduğu için üzerinde biraz durmakta yarar var. Bugün İngilizcenin bütün sözlüklerinde çağımızda ağır basan anlamla­ nyla tanımlandığını görüyoruz. Şöyle tanımlanıyor: birçok ulu­ su içine alan toplum; değişik, yabancı kültürlere aşina, onlara il­ gi duyan, onlarla kaynaşmış insan, şehir, toplum; çeşitli ülkeler­ de yaşayan; milliyetçi olmayan; yerel görüşlerin sınırlayıcılığın­ dan, milliyetçi önyargılardan annmış; ilgisi bütün dünyaya çev­ rilmiş, dünyalı, uluslararası dünyaya bağlı . . . Tevfik Fikret de bir şiirinde "Toprak vatanım, nev'-i beşer milletim" derken ulus­ larüstü değerlere inanan bir şair olduğunu söylüyordu . Fakat kozmopolitliğe iyi gözle bakmayanlar da vardır tarihte. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudiler Avrupa'da köksüz, kozmo­ polit topluluklar olarak görülüp aşağılanıyordu . Müstemleke­ ciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi veren, ulusal devlet kurma evresindeki toplumlarda da kozmopolitlik milli uyanışa, yurt­ severlik duygusuna zarar veren bir ideoloji olarak görüldü. Sta­ lin döneminde Sovyetler Birliği ile Doğu Bloku'ndaki ülkelerde kozmopolitlik sevimsiz bir ideoloji olarak eleştirildi. "Küresel­ ciler" ile "ulusalcılar" arasındaki çatışma söz konusu sorunun güncelleşmiş bir uzantısı sayılabilir. Kozmopolitliğin iyi bir şey mi, kötü bir şey mi olduğu ideolojik bakışa ya da dünya görü­ şüne göre değişebiliyor. Ama şu da var: işaret edilen kötülükler konjonktüre göre değişiklik gösteriyor. Bizim sözlüklerimizde ise, düz anlamı verildikten sonra, kelimenin iyi bir anlamı olma­ dığı özellikle vurgulanıyor. Şu tanımlara bir göz atalım: Türkçe Sözlük (TDK, 1969) : "Ulusal ve yerli bir rengi olma­ yıp işine gelen kalıba giren kimse. " 216

Örnekleriyle Türkçe Sözlük (TDK, dört cilt, 1 995) : "Milli va­ sıflarını kaybetmiş, benliğinden uzaklaşmış, her kalıba girebi­ len kimse. " Arkadaş Türkçe Sözlük (Ali Püsküllüoğlu , 2004) : "Ulusal özelliklerini yitirmiş kimse. " Büyük Sözlük (TDK, Genel Ağ) : "Ulusal özelliklerini yitir­ miş kimse. " Kubbealtı Lugati ( www . lugatim.com) : "Yabancılara ait şeyle­ re hayran olan, milli ve yerli bir rengi olmayan, millI özelliğini yitirmiş (kimse veya görüş) . Görüldüğü gibi, kelimenin ikinci anlamı sözlüklerden bek­ lenen nesnellikten uzak, kavramın anlam çemberinden ta­ şan, yerici, suçlayıcı sözlerle tanımlanmış. Kelimenin bu anla­ mı için verilen örnek cümlelerden bazıları tanımlardan da sert. "Her kalıba girebilen kimse" güvenilmez, çıkarcı, ahlaksız biri­ ni akla getirir. Bunlardan en hafifi olan "ulusal özelliklerini yi­ tirmiş kimse" bile kavramın sınırlarını zorluyor. Yabancı dil­ lerin sözlüklerinde böyle yergiler yok. Anılan Türkçe sözlük­ ler 1920'lerde yazılmış olsaydı, verilen tanımlar bir ölçüde an­ layışla karşılanabilirdi. Oysa durum tersine olmuş. Mehmet Ba­ haettin [Toven) 1924'te yayımlanan Yeni Türkçe Lügat'inde çok daha nesnel bir tanım vermiş: "Bütün dünyayı vatanı addeden. Milliyet fikirleriyle alakası olmayan. " Türkçe sözlüklerde öznel tanımın tek örneği değil "kozmo­ polit" . Sözlükler ideoloji, ayrımcılık, ahlak aşılamaya elverişli araçlar olarak kullanılmamalı. Oysa "kozmopolit"in bizim için olumlu bir anlamı da olması gerekir. Bütün imparatorluklar gi­ bi Osmanlı imparatorluğu da kozmopolit bir yapıdaydı. Etnik kökenleri, dini inançları, ana dilleri farklı olan cemaatler bir­ birlerine düşmanlık beslemeden Osmanlı toplumunda bir ara­ da yaşıyorlardı. Hele İstanbul üç kıtadan kopup gelmiş insan­ ları kaynaştıran çok renkli bir tablo çiziyordu. İstanbul asıl bu yönüyle büyük şehirdi. Üç imparatorluğun başşehri olmasıyla övünüp durduğumuz Konstantinopolis / İstanbul kozmopoli­ tin de kozmopolitiydi. . . 21 7

Ayak

Türkçe, Hind-Avrupa dilleri diye sınıflandırılan ailenin bir üyesi değil. Ama bu ailenin üyesi sayılan dillerden çok sayıda kelime almıştır. Bunlardan Batı Avrupa dillerinden gelenleri ta­ nımak kolay. Ama Farsçadan gelenlerin pek çoğunu tanımak hiç de kolay değil. Burada her iki mecradan, yani hem Batı Avrupa'dan, hem de Farsçadan gelenleri bir arada toplayarak dil alanındaki kökle­ rimizin biraz daha fark edilmesine yardımcı olmak istiyorum. tlkin , en eski kökü görelim . Farsça pii, piil; Yunanca pod, pous; Latince ped biçimleri Hind-Avrupa kök dilinde "ayak" an­ lamına gelen *ped, *pod birimlerinden çıkıyor. Farsçadan baş­ layalım. Paça (Fa. ) : pii, "ayak" , küçültme ekiyle pii-çe, "ayakcık" . Bacak (Fa.) piiçe ( "paça"dakinden başka bir küçültme ekiyle piiçe+k, "ayakcık" > piiçak > bacak) . Piyade (Fa. ) : 1 . yaya savaşan asker sınıfı, 2. satrançta ön sı­ raya dizilen sekiz taştan her biri, paytak, piyon. Paytak (Fa.) payiidak, satrançta piyon. Türkçede çarpık ba­ caklı. Pabuç (Fa. ) : pii, "ayak" + püş , "örten" . Paye (Fa. ) : adım, basamak, heykel "ayağı" (kaidesi) . Türkçe­ de mecazi olarak, "rütbe, mertebe, derece" . 218

Pespaye (Fa.) pest- "aşağı" + paye, " rütbe, derece" . Aşağılık, bayağı, adi, soysuz. Payidar (Fa. pay-dar) : pay, "ayak" + dar, "tutan". Ayakta du­ rabilen, kalıcı, sonsuza dek yaşayabilecek olan. Payanda (Fa. ) : payende, "yerinde duran" . Bir şeyin sağlam olarak durmasını sağlamak için konan destek, dayak. Payitaht, Pay-i taht (Fa . ) : tahtın ayağı, tahtın bulunduğu yer, başşehir. Sehpa (Fa. ) : seh, "üç" + pa: üç ayaklı. Üç ayaklı destek, çat­ kı, alçak masa. Peyke (Fa. ) : pay-gah 'tan pey-geh, "ayak yeri". Hempa (Fa. ) : hem, "aynı" + pa, "aynı ayak" : ayaktaşı, arka­ daş; kötü işlerde arkadaş olan. Pij ama (Fa. ) : pay + came, " elbise" " ayak / bacak elbise­ si" . Aslı pay-jama, Hindistan'a özgü , bol, rahat bir giysi. Do­ ğu Hindistan'daki Britanya yönetimi sırasında Avrupa dilleri­ ne de geçmiştir. Çolpa (Fa. ) : çul, "eğri" , + pa. Bir ayağı sakat kimse. Hakipay (Fa. ) : (eskimiş) hak, " toprak, yer" + pay , ayağın bastığı toprak. Eskiden nezaket, saygı ifadesi olarak basmaka­ lıp deyişlerde kullanılırdı. Paymal, payimal (Fa. ) : (eskimiş) pa / pay + mal, "süren, sü­ rülen" : ayaklar altına alınmış, çiğnenmiş. Başka dillerden gelenler Piyon (Fr. pion) : 1 . satrançtaki sekiz taştan her biri, piyade. 2. (mecaz) çıkar sağlamak için başkalarınca kullanılan, kolay­ ca kandırılabilen kimse. Pedal (Fr. pedale) : ayaklık, bir makinede, bir araçta ayak yar­ dımıyla dönme hareketini sağlayan düzenek. Paten (Fr. patin) : buz üstünde kaymak için kullanılan, ço­ ğunlukla tabanına, dar uzun bir çelik takılı ayakkabı. Patinaj (Fr. patinage) : 1 . patenle kayma sporu. 2. Yolun kay­ gan olması yüzünden tekerlekler döndüğü halde taşıtın ilerle­ yememesi. Patika (Bulg. pateka) : dar yol, keçi yolu . Patik (Yun. patiki) : çocuk ayakkabısı. 219

Pati: (çocuk dili) : 1 . Küçük çocukların ayağı. 2. Kedi ve kö­ peklerin ön ayağı. Podyum (Fr. podium < L. < Yun) : zeminden yüksek döşeme; seyircilerin iyi görebilmeleri için derece alan sporcuların, defile sırasında mankenlerin üzerine çıktıkları yüksekçe yer. Ahtapot (< Yun. ohtapodi) : okto, sekiz + pous, "ayak" ) : sekiz kollu deniz canlısı. Pedikür (Fr. pedicure < Lat. ) : ayak tırnaklan bakımı. Polip (Fr. po!ype < Lat. < Yun . ) : Yun. po!us, "birçok" + Yun. pous, "ayak" . Kalın bağırsak, mide, burun, sinüsler, idrar kesesi, rahim gibi organlarda bulunan şişlik, ur. Latincede mürekkep balığı, subye, ahtapot. Mecazi gelişmeyle söz konusu urların bu deniz canlıları gibi birçok kolu, ayağı olmasından esinlenilmiş. Velespit / velospit (Fr. ve!ocipede) : Latince velox, "hızı, sü­ ratli" + ayak. Bisiklet. Bisiklet Türkiye'de ilkin bu adla tanındı. Bugün de unutulmuş değildir. Batı Avrupa dillerinde modern bisikletin daha basit bir örneği, atası. Ödem (Yunanca Oidipus' tan) : oidei n , " şişmek" + pous , "ayak" , şişmiş ayak. Bu terimi açıklamak için Oidipus hikayesi­ nin ilgili bölümünü hatırlamak gerekiyor. Thebai tiranının ka­ nsı kraliçe Iokaste gebeyken korkunç bir rüya görür. Bu rüya­ yı yorumlayan ünlü bir kahin kraliçenin karnındaki çocuğun babasını öldüreceğini söyler. Çocuk doğar doğmaz dağa bıra­ kılır. Çocuğun ayak bilekleri delinip deliklerden bir kayış ge­ çirilmiş, ayaklan bu yüzden şişmiştir. Oedipus adı buradan ge­ liyor. Türkçeye Fransızcadan geçen oedeme, hücreler arasında aşın derecede biriken sıvının deri altı dokularında meydana ge­ tirdiği şişkinlikler için kullanılır. Peripatetizm, Peripatetik (Yun. peripatetikos'tan) . Peri- öne­ ki "çevresinde, etrafında" , patein "yürümek, dolaşmak" , dola­ yısıyla peripatein "bir aşağı bir yukarı yürümek, etrafta dolan­ mak" demek. Büyük P ile yazıldığında Aristoteles ile Aristote­ lescileri nitelendirir. Aristoteles Atina'da öğrencilerine ders ve­ rirken Lykeion (Türkçe "lise" nin kaynağı) denilen bir bahçe­ de dolanarak konuşurdu . Onun fikirlerini benimseyenler ya da kurduğu felsefe okulu "Peripatetikler" diye anılır. 220

lslam dünyasında Farabi, lbn Sina , lbn Rüşd ve daha baş­ kaları Aristoteles'in yolunda yürüyen düşünürlerdi. Bu düşü­ nürler topluca meşşdi, meşşaiyyun diye anılmışlardır. Arapçada "gezinen, dolaşan filozoflar" anlamına gelen bu terim Yunanca terimin bire bir çevirisidir. Batı dillerinde küçük p ile peripatetic "gezici, gezgin, seyyar" anlamında kullanılır. Peripatetic profesör, uzman, faaliyet, ser­ gi gibi. llk ikisi birden çok kurumda görevli kişiler hakkında­ dır. Bu kullanım terimin asıl kaynağına, kökenine dönüşü de­ ğişik bir bağlamda yansıtır.

221

Esoteric, Batı ni, İçrek

Yunanca esoterikos (eso, iç + içek (infix) + sonek) : "içerdekilere özgü" demek. Kelimenin kullanımı Pythagoras'la (tÖ 580-500) başlıyor. Bu Sisamlı filozof matematik, geometri, numeroloji, astronomi, müzikoloji gibi çeşitli bilim dallarıyla uğraşmış, bir yığın konuda kafa yormuş bir düşünür. Pythagoras alışılmışın çok dışında bir düşünürdü . Dünya ta­ rihinin belki de en şaşırtıcı, en ayrıksı adamıdır. Bir matema­ tikçi, geometrici olduğu halde Yunan düşüncesinde mistik ge­ leneğe bağlıydı. Pythagorasçılık bir din olarak da tanımlanır. Müritleri vardı. Müritlerinden oluşan cemaati ya da tarikatı içinde bir pey­ gamber gibi saygı görürdü. Pythagoras'ın şöyle dediği söylenir: Bu dünyada bir yanda insanlar vardır, bir yanda tanrılar, bir de Pythagoras gibi olanlar. . . Onun tarikatına girebilmek birtakım sıkı şartlara bağlıydı. Cemaatte özel mülkiyet yoktu. Etyemez olmak şarttı. Ama şunlar da vardı şartlar arasında: • • • •

222

Baklagillerden uzak durmak, Ekmeği koparmamak, Ana yollarda yürümemek, Yere düşen bir şeyi alıp kaldırmamak,

• • •





Ocaktaki ateşi demirle karıştırmamak, Evinde kırlangıç beslememek, Tencereyi ocaktan kaldırdıktan sonra tencerenin kül üze­ rinde izi kalmaması için ateşi karıştırmak, Sabahleyin yataktan kalkınca üstten çıkarılan geceliği kat­ lamak, vücudun yatakta izinin kalmasını önlemek, Çelenkten çiçek koparmamak. . .

Daha birçok şey . . . Bugün bunlara anlam vermek çok zor, ama her birinin simgesel anlamları olduğu söylenir. Bunlardan başka alışılmadık bir huyu daha vardı. Pythagoras ders anlatırken bir perdenin arkasında dururdu . Derslerini din­ lemelerine izin verilen ama yüzünü görmelerine izin verilme­ yenler perdenin önünde otururlardı. Üstadın yüzünü göreme­ yenler exoterikos, yüzünü görebilenler ise esoterikos öğrenciler­ di. Böylece esoteric -Latince yazımıyla- yalnızca "içerdekilere özgü , dolayısıyla gizli" anlamına gelmeye başladı. Daha sonra Aristoteles, bu uygulama hoşuna gitmiş olacak ki, bu ayrımı benimsedi. Aristoteles öğrencilerini iki kümeye ayırmıştı. Seçkin öğrencilerine sabah saatlerinde, sıradan öğ­ rencilerine akşam saatlerinde ders verirdi. Fakat verdiği ders­ lerin içeriği , konuları büsbütün farklıydı. Sabah dersleri da­ ha karmaşık konular üzerindeydi, esoterict'ti. Burada öğrenilen bilgiler ancak okulda, Lykeum'da kullanılabilir, okul dışında­ kilere verilmezdi. Aristoteles kendi eserlerini de ikiye ayırmış­ tı: esoteric, exoteric. Uzmanlar birinci kümedeki eserlerinin Ly­ keum müfredatına giren teknik konulu eserler, ikinci kümede­ kileri ise halk için yazılmış eserler olarak yorumluyorlar. Hıristiyanlığın doğuşundan sonra Ortaçağ Yunancasında da, esoteric, kilise içinde, kilise çevresine özgü , exoteric de kilise dışı, dünyevi anlamına gelmeye başladı. Bu terim çifti modem Yunancada da bu anlamda kullanılıyor. Günümüzün Avrupa dillerinde de esoteric yalnızca "içeri"ye kabul edilmiş olan, daha ileri, daha imtiyazlı, seçkin öğrenci­ lere, değer bilir kişilere verilebilecek ya da anlatılabilecek çok özel bilgiler, öğretiler, yaşantılar, hünerler vb. hakkında kulla223

nılıyor. Esoteric öğretilere, bilgilere, uygulamalara esoterica de­ nir. Esoterica saklı tutulan şeye kutsal bir nitelik yükler, bunu bir hazine gibi görüp başkalarına, "dışarıdakiler" e anlatmaz, gizli tutar; olsa olsa kendi dar çevresindeki, bu paha biçilmez hazineyi hak ettiğine inandığı seçkin bir kişiye anlatır. Mistik öğretiler açık öğretiler değildir. Buddhacılık, Mecusi­ lik, Kabala, Masonluk böyledir. "Gizli ilim" olarak nitelendiri­ len simya (ilm-i simya) , gizlicilik (occultism) , büyücülük hep esoteric geleneklere dayanır. Terimin İslam dünyasındaki karşılığı batıniyye (tersi, görü­ nen anlamındaki zahiriyye) . Kelime Arapça batın'dan türetil­ miştir. Batın, gizli olan, gizli tutulan bir şeyin iç yüzü anlamına gelir. Topluca hatmi diye nitelendirilen tarikatlar Kur'an ayet­ lerinin görünür anlamları dışında, derin, gizli anlamları bulun­ duğuna inanan, ayetleri buna göre yorumlayan çevrelerdir. İs­ lam dünyasında hatmi yorumların altıncı imam olan Ca'fer es­ Sadık'la (sekizinci yüzyıl) başladığı kabul edilir. İslam mistisiz­ mi olan tasavvuf düşüncesine bağlı tarikatlar, değişik ölçülerde olmakla birlikte, esoteric'tir. Terimimizin yeni Türkçede güzel bir karşılığı var: içrek. Kul­ lanımı pek yaygın değil, ama hiç kullanılmıyor değil. Batı dil­ lerinde sadece din, tarikat bağlamında değil, din dışı bağlam­ larda da kullanılıyor esoteric. Türkçede din-tarikat konuların­ da batini, din dışı bağlamda da "ezoterik" kullanılıyor; sözlük­ lerimize de bu imlayla girmiş. "İçrek"i bilenler herhalde çok az. Karşıtı olan exoteric herkese verilebilecek olan, gizli kapalı tarafı olmayan her türlü öğreti, bilgi hakkındadır. Yeni Türkçe­ si dışrak. İçrek kadar da kullanılmamıştır. Aslında exoteric baş­ lıbaşına bir terim olarak değil, genellikle esoteric'in karşıtı ola­ rak kullanılır zaten. Mistisizm içrek, resmi yorumlu din dış­ raktır.

224

Akdeniz Dilinden Dört Keli me: Tersane, Damaca na, Fırtına, Forsa

Tersane teriminin aslı Arapça dar-as-sina'ah / da ru 's s an a ( t ) [dar, "ev" + sina'ah / daru's -san'a(t) , "sanat, zanaat, hüner, usta­ -

'

lık" ] . Birleşik kelimenin ikinci kısmı Türkçedeki "sanat" , "sa­ nayi" kelimelerinin aynısı. Bire bir anlamıyla "imalathane, fab­ rika" demek, en geniş anlamıyla. Bu Arapça kelime bütün Akdeniz dillerine girmiş, tabii, her dilin kendi sesleri, kendi yazım alışkanlıklarıyla. Batı Akdeniz dillerinde dört ana yazımı var: arsana, darsana, darasana, tarsa­ na. Bunlardan t- ünsüzüyle başlayan dördüncüsü Türkçede be­ nimsenmiş. llkin İspanyolca ile Eski Fransızcada, sırasıyla ata­ razana, tarsenal yazımlarıyla kullanılmış (on ikinci-on üçün­ cü yüzyıllar) . Ama öteki bütün Batı ve Doğu dillerine İtalyan­ ca üzerinden yayıldığı kabul ediliyor; Türkçeye de İtalyanca­ dan geçmiş. İspanyolcadan geçtiğini ileri sürenler de var. Es­ ki Ceneviz lehçesinde tersana yazımıyla, "donanma için gerek­ li mühimmat imalathanesi ve deposu" anlamıyla kullanılmış. 1 B u terimi Venedikliler kendi şehirlerinde, gemilerin barındığı "tersane" ve yanaştığı iskele için kullanmışlar. Bu kelime İngilizcede arsenal olmuş, çünkü Fransızca arse­ nal ya da İtalyancadaki arzenale yazımı üzerinden girmiş bu diBkz. Kahane - Tietze,

s.

428-430.

225

le. İngilizcede ilkin, on altıncı yüzyılın başında, ltalyancada ol­ duğu gibi, tersane, donanma mühimmatı deposu anlamında kullanılmış. Daha sonra , aynı yüzyılın ikinci yarısında genel olarak savaş mühimmatı imalathanesi ile deposu anlamını ka­ zanmış. İngiltere'nin köklü bir geçmişi olan futbol takımı Arse­ nal 1 886'da, Londra'nın Woolwich semtindeki mühimmat fab­ rikasının (Royal Arsenal'in) işçilerince kurulmuştur. Bu takı­ mın ilk oyuncuları da fabrikanın işçileriydi. Arsenal Fransızca­ da hala " tersane" anlamında kullanılıyor, ama modem İngiliz­ cede " tersane" için kullanılan kelime "dockyard " . Tersane kelimesi, eldeki kayıtlara göre, on altıncı yüzyılın başlarında Türkçede kullanılmaya başlıyor. Oysa Batı Akdeniz dillerinde daha önce kullanılmaya başlamış. Batı Avrupa bel­ gelerinde adı geçen Osmanlı tersanesi Gelibolu'daydı. İstan­ bul'un fethinden sonra bile uzun bir zaman boyunca bu şehir­ deydi tersane. Osmanlı tersanesi ancak on altıncı yüzyılın orta­ larında İstanbul'da Haliç'e taşınmıştı. Türkçede tersana, tershane, tersehan, tersti.hane yazımları, söyleyişleri var. Bunlardan son ikisi bambaşka bir anlama bü­ ründürüyor terimi. Osmanlı okumuşlarının etkisiyle "hane" birimi eklenmiş. Oysa bu terimin Farsça hane ile hiçbir bağı yok. Tersti., Hıristiyan, tersti.hane Hıristiyan evi demek. Böylece "tersane"ye , bir ara, savaşlarda tutsak düşen Hıristiyanların an­ garya olarak çalıştırıldıkları yer anlamı yüklenmiş. 2 Tersane yeni anlamıyla Türkçe üzerinden Yunancaya, Ro­ menceye, hatta Arapçaya da geçmiş. Kısacası, tam bir Akde­ niz terimidir. İkinci kelimemiz, su taşımaya yarayan, ağzı dar, karın bölü­ mü şişkin, yuvarlak, üstü hasırla kaplı büyük şişe anlamında­ ki damacana. Kelimenin İngilizcesi ilk bakışta gülünçtür: de­ mijohn. Bire bir anlamıyla "yanm john " . Çağrışım yoluyla "bir adam boyunun yarısı kadar" diye tarif edilmiş sanki. İngilizce­ ye Fransızcadan geçmiş. Kelimenin kaynağı Fransızca dame-je­ anne, yani Lady jane. On yedinci yüzyıldan başlayarak bu dil­ de uzun zaman kullanılmış. Şişenin biçiminin eski zamanların 2

226

A.g.e. ,

s.

430.

kabarık giyiminin etkisiyle tıknaz, toplu görünümlü bir kadı­ na benzetilmiş olduğu izlenimini uyandırıyor. Kelimenin kö­ keni belirsiz. İtalyancası da damigiana, aynı kelime. Türkçeye İtalyan denizcilerden geçmiş olsa gerek. Bilinmeyen bir yaban­ cı dilden çıkan bu kelimenin halk yakıştırmasıyla bu biçimlere sokulduğu sanılıyor. Webster sözlüğünün gözden geçirilmiş, kısaltılmamış baskısında, bu kelimenin Arapça damajana'nın (ya da damjana) bozulmuş bir biçimi olduğu, onun da İran Ho­ rasan'ının bir zamanlar cam işleriyle tanınmış şehri Damag­ han'dan gelmiş olabileceği tahmini yürütülmüş. Değişik yazım­ larla Arap dillerinin yanı sıra Yunanca, İspanyolca, Portekiz­ ce, Romence, Arnavutça, Bulgarca, Dalmaçyaca gibi dillerde de kullanılan bir ortak kelime damacana. Üçüncü kelime fırtına, karada, denizde esen, kasırgaya yol açan çok sert rüzgar. Kaynağı Latince fortuna. Akdeniz gemici­ lerinin dilinden, başlangıçta fortuna, furtuna söyleyişleriyle gir­ miş Türkçeye. Güney ve Doğu Akdeniz dillerine Venedikli ge­ micilerinin ağzından şu Güney ve Doğu Akdeniz dillerine geç­ miş: fortunale (Italyanca) , furtuna (Yunanca) , fartana / fartüna (Arapça) , fortuna (Malta dili) , fartune Ifortune (Amavu tça) , for­ tuna (Bulgarca) , furtuna (Romance) . Türkçeden de Kuzey Kaf­ kasya dillerine geçmiş. Latince fortuna (baht, kader, kısmet, talih, felek) kelimesini ödünç alan dillerde "iyi talih" anlamında, yani olumlu bir an­ lamda kullanılır. Ne var ki Akdenizli denizcilerin dilinde "kö­ tü talih, talihsizlik"e dönüşmüş, "denizde ansızın esen çok sert rüzgar" anlamına gelmeye başlamış. Şuradan çıktığı anlaşılıyor: "denize açıldıktan sonra fırtınaya uğramış olma talihsizliği, de­ nizcilerin talihsizliği. " Dördüncü kelimemiz forsa. Akdeniz dillerinde çok yaygın. Eskiden yelkenli gemilerde kürek çekmeye mahkum edilen savaş tutsağı yahut hükümlü kimse demek. Venedik ltalyanca­ sında "gayret" anlamına geliyor. Akdeniz gemicilerinin bir ün­ lemi; kürek çekilirken "ha gayret, çabuk, daha kuvvetli" ; yel­ ken açarken ise "daha çabuk" anlamında bir zarf. Sıfat olarak kullanılınca da "süratli" anlamına geliyor. Kelimenin bu anla227

mı Türk denizcileri arasında kullanılmış. Ama daha sonra "kü­ rek mahkumu" anlamına da gelmeye başlamış. "Forsa'' , Ömer Seyfeddin'in çok okunmuş bir hikayesinin adıdır. Tarihçi Re­ şat Ekrem Koçu da Forsa Halil adlı bir tarihi roman yayımla­ mıştır.

228

Akıntılar, Akımlar

Yunanca rrh, r(r)heas, rhein (fiil) biçimleri akma, akan, akıntı anlamına geliyor. Bu biçimden çıkan bütün kelimelerde bir ak­ ma eylemi var. Bu bakımdan, oradan çıkan terimlerin anlaşıl­ ması, yerli yerine oturtulması kolay. Diyare ( < Fr. diarrhee < L. diarrhoea < Yun. diarrhoia) . Dia, "başından sonuna kadar, tamamıyla" anlamına gelen bir önek, rrh- biçimi de akma olduğuna göre, "ne varsa akıyor, hepsi akı­ yor" anlamına geliyor. Hippokrates'in türettiği bir terim. Türkçe ishal Arapça "sehl" (kolay) kelimesinden çıkıyor. "Sühulet" (kolaylık) da oradan. Bu köke göre, ishal, kolayla­ ma, rahatlatma demek. Türkçede sürgün, iç sürme, yürek sür­ me, ötürük, llnet, cır cır, amel kelimeleri de aynı anlamda kul­ lanılır. Romatizma ( < Fr. rhumatisme; Yun. rheumatismos; rheuma; vücut akıntısı. Eklem ağrıları eski tıpta vücuttaki su ya da sı­ vı salgılarından ileri geldiğine bağlanırmış. On yedinci yüzyılın ikinci yarısında adlandırılan bir hastalık. Ritim / Ritm. Batı dillerindeki rhythm, rythme (ritim) keli­ mesi ile rhyme, rimer, rime (kafiye, uyak) kelimeleri köken bil­ gisi bakımından aynı Yunanca kelimedir. Kastedilen şey "ölçü­ lü, tartılı akış; hareketin tekrarlanması" . Her iki kelime de Yu229

nanca rhein, "akmak" mastarından çıkıyor. Yunanca rhythmos nerdeyse hiçbir yazım değişikliğine uğramadan "şiirde yinele­ nen vurgular" anlamıyla Latinceye geçmiş. Ortaçağ Latincesin­ de sözleri vurgulu şiirler çoğu kez kafiyeli, dolayısıyla ritmik şi­ irlerdi. Böylece Latince rhyme (kafiye) "ritim"in etkisiyle anla­ mını kazandı. Bu iki kelimenin ayrışmasının yazımlarına yansı­ ması çok daha sonradır. Aritmi (tng. arrhythmia) : (tıpta) ritim kelimesinin başına olumsuzluk eki getirilmiş. Kalp ritminin düzensiz oluşu , ritim bozukluğu . Reosta ( < İng. rheostat) : rheo- + -stat "direnç" biçimlerin­ den kurulu . Akım (elektrik akımı) düzenleyici demek. Bir ma­ kineye gelen elektrik akımını düzenleyebilen bir aygıt. Bu ay­ gıtla bir lambanın ışığındaki parlaklık yükseltilip alçaltılabilir. 1 843'te İngiliz mucit Charles Wheatstone türetmiş bu teknik terimi. Avrupa dillerinde tamamıyla teknik bağlamda kullanı­ lan bir terim. Günlük dillerinde başka kelimeler kullanılıyor. Işığı ayarlanabilen ampül satın almak istediğiniz zaman "dim­ mer switch" (kısma ayarlı) demeniz gerekiyor İngilizcede. Bri­ tanya'da çok kullanılıyor; başımdan geçti, rheostat derseniz sa­ tıcı anlamıyor. Britanyalılar bu Yunanca terime İngilizce konu­ şan herkesin anlayabileceği bir karşılık bulmuşlar. Türkiye'de . ise elektrikçilere ille de "reosta" demeniz gerekiyor; o da başka bir kelimeyi anlamıyor . . . Ren, Almanya'da bir ırmak. Almancası Rhein. Akar s u de­ mek. Ren geyiğinin bu ırmakla ilintisi yok. Fırat. Bu ırmağın çeşitli dillerdeki adları şöyle: Buranun (Su­ merce) ; Uruttu, Urantu, Purattu, Buranun, Furat (Akkadça) ; Pu­ ranti (Hurrice) ; Ufratu (Eski Farsça) ; al-Furat (Arapça) . Bu ad­ ların bileşenlerini de görelim: bu-, gürül gürül + ra- akan, çağıl çağıl akan + nun- büyük, görkemli, soylu. Avrupa dillerindeki Euphrates (İng. ) , Eufrate (İt. ) , Eufrates (lsp.) yazımlarının kaynağı Yunanca Eu