Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din: Kur'an'ı Doğru Anlamak [16 ed.]
 9758410121, 6320229272

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

CENGİZ ÖZAKINCI

Dünden Bugüne Türklerde

DİL ve DİN Kur'an'ı Doğru Anlamak ISBN 975-8410-12-1 © Cengiz Özakına

© Nuhungemisi Kültür ve Sanat Ürünleri Yayınalık

Reklamahk ve Film San. Tic. Ltd. Şti. Bütün yayın haklan saklıdır. l. basım / Kasım 1994

9. basım / Ağustos 2008

2. basım / Temmuz 1995

1O. basım / Mart 2010

3. basım / Nisan 1998

11. basım / Mart 2010

4. basım / Nisan 2000 5. basım / Haziran 2001 6. basım / Haziran 2001

12. basım / Temmuz 2011 13. basım / Mayıs 2013

14. basım / Eylül 2014

7. basım / Nisan 2004

15. basım / Ağustos 2016

8. basım / Kasım 2007

16. basım / Temmuz 2017

NUHUNGEMİSİ

KÜLTÜR VE SANAT ÜRÜNLERi YAYINCILIK REKLAMCILIK VE FiLM SANAYİ TİCARET LİMiTED ŞiRKETi Fulya Mah. Aytekin Kotil Cad. No: 35-A Sarmaşık Apt. K:2 D:7 Mecidiyeköy - Şişli Tel: 0212 5196848 Faks: 0212 5196849 Mecidiyeköy Vergi Dairesi: 6320229272 Yayıncı Sertifika No: 11507

111111 VIVllllrl

Nuhungemisi Kiiltür ve Sanal Üninleri Yayıncılık Reldamcılık ve Film Sanayi Ticaıeı Limiled Şiı1ıeti'nin Kitap Yayın Maı1ıasıdır.

Baskı ve Cilt: Kayhan Matbaacılık San. Tlc. Lld. Ştl. Davutpaşa Cad., Güven Sanayi Sitesi, C. Blok, No: 244 Davutpaşa - lstanbul. Tel: 0212 6123185- Sertifaka No: 12156

2

CENGİZ ÖZAKINCI'NIN DİGER YAPffiARI Araştırma-İnceleme - İletişim Çağında Aydın Kirlenmesi

(Bellek y.)

- Dünden Bugüne Türklerde DİL ve DİN (Otopsi y .) - İslam'daBilimin Yükselişi ve Çöküşü

(Otopsi y.)

(Otopsi y.) - Euro-Dolar Savaşı (Otopsi y.)

- Dolmakalem Savaşları

-Türkiye'nin Siyasi İntihan: Yeni-Osmanlı Tuzağı - İblisin Kıblesi/ United States Of İrtica

(Otopsi y. )

(Otopsi y.)

Edebiyat - Neveser/ Yazar, Ne Yazır, Ne Yazamaz

-

(Otopsi y.)

- Münevver I Arkadaş - (Otopsi y.) - Derin Yahudi: Siyon-Türk Zelda (Otopsi

y.)

- Düet ve Düello I NilgünBelgün'le/Bir KadınBir Erkek (Otopsi

e-posta: cengizozakinci @ hotmail.com

y.)

içindekiler Sekizinci Basıma ônsöz: Kur'an'ı Ooğru Anlamak

Giri'

Birinci Bölüm TÜRK DiLiNiN BOZULMASI VE DİN 1-Kutsal .. yılanın gülünçlqtirilmesini önleme kaygısı / il-Arap dilini kutsallaşbrma çabalan lll-Bilgiçlik, seçkinlik, üstünlük tutama IV-Kur'an'daki kavramlann Türkçe'de kaışılığı yoktur ..vı Arapça "Allah" v(•Tiirk\-e"Tanrı" Allah Sözcüğünün Arapçadaki Kökenleri Göktürk Yazısında "Tanrı" Çoklanncılıkta Tektann Kavramı İslam öncesi Türklerde Tektann Kavramı Bir Çevirmen Olarak Tann ve Kur'an'daki Çeviriler Kuşdili ve Kur'an Kavram�al Karşılıklar Sorunu Nt-sne Adlarının Kavram Adlanna Dönüşmesi Türk Din Adamlannın Arapçayla İlişkisi

V-Dilde yabancılaşma ve düşünce üretme yetisi Dilde Kök-Türev İlişkisi Arapça "Akıl" Sözcüğünün Kökt>ni Dilde Kök - Türev, Somut -Soyut, Ncsnt> -Kavram İlişkileri Dilde Kök - Türev İlişkilerinin Kopması Sözcük Türetmek; Düşünce Ürchncktir Türk Dilinde Kök-Türev ilişkilerinin Din Yüzünden Kopması Sözcük Tün�tmek; Düşünce Üretmektir Adlandırmak; Anlamlandınnakttr Bir ·ruplumun Sözı..-ük Türelme Yetisine Saldın; O Toplumun L>üşüncl' Ürt>tme Yeti�ine Saldırıdır Anlamak Nedir? Anlama Ediminde Sözcükler Arnsındaki Kök -Türev tlişkisinin İşlevi Çeviri ve Aydınlanma Dilimizdeki Yabancı Kökenli Sözcükler, "Türemez" vt.• "Çekilmez" Niteliktedir Türk Dilinin Özgür Yapısı, Yabana Sözcüklerin Kök Salmasını Önlüyor "Özgürlük" ün Osmanlıcası "Hıyarlık" Çevirinin Bölücülükle Suçlanması Hadis ve Kur'an Kur'an'da Tann'mn Bilimsellik Buyruğu Kur'an'da Tann'nın Çelişme:1.lik Buyruğu Arapça, Farsça Kökenli Sözcüklerin Türk Dilinde Ses ve Anlam Değişik.Jiğint.• Uğraması Arapça, Farsça Kökenli Sözcüklerin Artık Türkçeleşmiş Oldukları Savı Dilim;,deki Arapça, Farsça. Yabancı Kökenli Sözcükler, Dini Anlamaya da Engeldir Sözcüklerde Anlam Kayması

ikinci Bölüm TÜRK YAZISININ BOZULMASI VE DiN

4

l�Arap Yazısının Kutsallaştlnlması Arap Yazısı Yabana Dillerdeki Sc..-slcri Göstermede Yetersizdir Arap Ya zısının Türklen• Bcnimst•tilmt-si

Tanrı Her Yarahğı Onun Anlayacağı Dille Scsknir Tann Bütün Dilleri Bilir Müslümanlarda Tek Din, Tek Dil, Tek Yazı Yanılgısı

Sosyalizm Uğruna Ruslaştırma Deneyimi Müslümanlık Uğruna Araplaştırma Deneyimi Yazıda Araplaştırma Yazı Birliği Din Kardeşliği Doğurmaya Yetmiyor Dil ve Yazı Aynlığı İnanç Birliğine F.ngel Olmuyor Arap Yazısı Kur'an Alfabesidir, İslam Yazısıdır Kandınnarası

1928 Türk Yazı Devrimi ve Din

"Kutsal Yazı" / "Kutsal Olmayan Yazı" Aynmı

ll·Arap Yazısının Türkleri Birleştirdiği Savı "The Türkçe" Konfüçyus ve Osmanh

Sonuç Ekler Babil Kulesinden Son Türk Dil Kurultayı'na Öztürkçccilik Çağcıl Uygarlığa Karşıt Değildir

Tho Türkço / 324

TOK Raşkanı Prof. Or. Hasan Ert•n'e K':'r'.an'?a K�dınlan D?vün Buyrupı Yok , Bizim Dede Korkut'lanıruza Ne Oldu? Kurtuluş Savaşını Osmanhcayla Değil Türkçeyle Kazandık

D

r

Üçüncü basıma önsöz

l Kavra ':" ı a rı n Türk�-eleştirilmesinin Önemi



rdüncü basıma önsöz

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün Görüşü

Comal Kutay �o Türkçe İbadet: Atatürk'ün Din Al anındaki Ö zlemi

1928 Din'de Yeniden Yapılanma Tasansı İBDA·C'nin Tepkisi Dil Gericiliğinin Babası: Bohor İsrael

Mehmet Akif ve Kur'an Çevirisi Tamşmalan

Sekizinci Basıma Ek·I: Söyleşiler Sekizinci Basım.ı Ek-11: Makaleler Kaynakça

1988'de Gaziantep'in Kilis ilçesinde adlı bir baba, bir yaşındaki kızı Çiğdern'i, düşünde gördüğü şeyh efendinin tekkesine götürüp gelin gibi süsledikten sonra taşa üç kez sürdüğü bıçağıyla kurbanlık koyun gibi kesmiştir. Zahrettin Kurtkulağı adlı baba, yakalandıktan sonra: "Şeyhim en sevdiğim varlı­ ğımı Allah'a kurban istedi, ben de verdim" de­ miştir ... Milliyet gazetesi; 7 Haziran 1988

Haziran

Zahrettin Kurtkulağı

Otuz yaşındaki İbrahim Halil Altun, Şanlı­ bir mağarada üç yaşındaki oğlunun ba­ şını bıçakla kesti ve yakalandıktan sonra: "Şıhın

urfa' da

sözüne uyup oğlumu Hz. İbrahim gibi kestim" dedi. Olay 28 Eylül 1990 günü meydana geldi ve önceki gece bir grup çocuğun mağarada küçük Abdullah'ın başı kesilmiş cesedini bulmalarıyla ortaya çıkh. İbrahim Halil Altun, olayı polise şöyle anlattı: "Bir süreden beri Balıklı Göl semtindeki

tekkeye gidiyordum. Tekkenin şıhları Hasan Fi­ dancı, Kadir Ercan ve Mehmet Keleş isimli şahıslar bana çocuklannı çok sevenlerde Allah sevgisinin azalacağı ve bu nedenle üç çocuğumdan birini kurban etmem gerektiği yolunda telkinde bulundu­ bir

lar. Bunun üzerine çocuklarımın en küçüğünü, üç ya­ şında olan Abdullah'ı evden alarak kendisine don­ durma aldım ve sonra da söz konusu mağaraya götü­ rüp burada gözlerini bağlayarak dört bin liraya satın aldığım

bıçakla boğazını kestim.

Olay gecesi şıkla­

rın oğlumu geri getirmelerini bekledim. Çocuk geri gelmeyince ertesi gün

tekkeye

giderek şıkların yü­

züne tükürdüm. Aileme haber verip cinayeti sakla­ maya karar verdik ... "

Güneş gazetesi; 13. 10. 1990

Bir takım şeyh lerin, dedelerin, seyitlerin, çelebi­ lerin, babaların, emirlerin arkasından sürükle­ nen ve falcılara, büyü cü lere, üfürükçü lere, nüs­ hacılara tali ve hayatlarını emniyet eden insan­ lardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazarile bakılabilir mi?

K. Atatürk 15-10 Ekim1927

Nutuk, Devlet Matbaası, İstanbul, 1934. cilt il, s. 335.

Arkdaşlar, efendi ler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, mürit­ ler, mensuplar ülkesi olamaz!..

K. Atatürk 1Eylül1925 Hakimiyeti Milliye, Vakit, İkdam gazeteleri.

Tekkeler kesinlikle kapatılmalıdır. Hiçbirimizin tekkelerin yol göstericiliğine gereksinimi yok­ tur! .. Tekkelerin amacı, halkı meczup (deli) ve aptal yapmaktır . . .

K. Atatürk Çankın, 31 Ağustos1925

Biz Cumhuriyeti hacılara, hocalara terk etmek için kurmadık.

K. Atatürk Yalova, 30 Ağustos1930

8

Ulusumuz dil ve din gibi güçlü iki var­ lığa sahiptir. Bu erdemleri hiç bir güç ulusumuzun yüreğinden ve gönlünden çekip alamayacaktır ve alamaz ...

K. Atatürk Söy lcv ve Demeçleri, C. il, Sf. 66. 1923

Sorunun özü din değil dildir. Kesin ola­ rak bilinmelidir ki, Türk ulusunun ulu­ sal dili ve ulusal benliği, bütün yaşa­ mına egemen olacak ve esas kalacaktır ...

K. Atatürk Bursa, 5 Şubat1933

Yaradan'a Sığınarak

"

biz "e

SEKİZİNCİ BASIMA ÖNSÖZ

KUR'AN'I

DOGRU ANLAMAK

Özlü, soylu, sağlam bir söz; toprağa kök salmış, dalları göğe uzanan, sağlam bir ağaç gibidir; Türeticisinin bilgisiyle her çağda ürün verir. .. Özürlü, bozuk, çürük bir söz; köksüz bir ağaç gibidir; toprağın yüzeyinde savrulup durur; yoktur onun yerleşecek yuvası ... [Kur'an: İbrahim Suresi / 24, 25, 26. ayetler, çe­ viri benim]

Amerika' da yayımlanan The New York Times gazete­ sinin özgün metnini (1) nolu sonnotta verdiğimiz 2 Mart 2007 günlü haberi, Amerika'da yaşayan Lale Bahtiyar adlı bir İranlı bilginin 2002 yılında Kur'an'ı İngilizce'ye çevirmeye başladı­ ğını, beş yıl süren bu çalışmasının sonunda, "o kadınları dö­ vün" diye çevrilen ayetin bin yıldır hep yanlış çevrildiğini bulguladığını duyuruyordu:

11

ltıe New Uork hts New Translation Prompts Debate on Islamic Verse

Laleh Bakhtiar of Chicago set out to translate the Koran into English because she found the existing version inaccessible for Westerners. By NEIL MacfARQUHAR March 25, 2007 CHICAGO Laleh Bakhtiar had alrcady spent two years working on an English translation of the Koran when she came upon Chapter 4, Verse 34. Ms. Bakhtiar spent three months translating a verse that addresses treatment of a re­ bellious woman. She nearly dropped the project right then. The hotly dcbated verse states that a rebellious woman sho­ uld first be admonished, then abandoned in bed, and ulti­ matcly "beaten" - the most common translation for thc Arabi c word "daraba" - unless her behavior improves. -

The N ew York Times'ın bu haberi, erte si gün Türkiye' de Vatan gazetesinde yank ılan d ı : KURAN KADINI DÖVMEYE İZİN VERİR Mİ? Vatan Gazetesi, 26.03.2007 New York Times İ slam dünyası sayfalarına taşıdı. İranlı

araştı rmacı nın sözl erin e karşılık tartışma başlattı. Lale Bah­ tiyar adlı İ ran asıllı kadın araştırmacı, Nisa Suresi 34'üncü ayette erkeklere eşlerini dövme hakkı verilmediğini, ayetin

12

yanlış tercüme edildiğini söyledi. New York Times "İslam dünyası bu ayeti tartışıyor" diyerek tarbşmaya yer verdi.

Almanya'da bir kadın yargıcın "Erkekler Kuran'daki Nisa su­ resine göre eşlerini dövebilir" gerekçesiyle Fas'lı bir kadının

boşanma talebini reddetmesinin ardından başlayan tartış­ malar yeni bir boyut kazandı.

İran asıllı Amerikalı bir ka­ dın bilim adamı yaklaşık 5 yıl süren Kuran araştırmasının ardından yeni bir tercüme ile ortaya çıkarak Kur'an'ın hiç­ bir şekilde erkeklere eşlerini dövme hakkı vermediğini, Nisa suresinin 34'üncü ayetinin yanlış yorumlandığını açıkladı. Amerika'da Felsefe, Psikoloji ve Eğitim Bilimleri alanında master ve doktora eğitimi gören 68 yaşındaki Lale Bahtiyar, muhafazakar kesim tarafından "Feminist Kur'an" olarak nitelendirilen yeni tercümesiyle İslam dünyasında uzun zamandan beri süregelen Nisa suresi tartışmasını da yeniden alevlendirmiş oldu. New York Times gazetesi,

"İs­ lam dünyası Nisa suresi 34'üncü ayeti yeniden tartışmaya başladı" diyerek olaya geniş yer ayırdı. "Vurun" değil "Uzaklaştırın" Gazeteye konuşan Bahtiyar, İslam konusunda yaptığı çevi­ rilerinin ardından Kuran'ı tercüme etmek istediğini, ancak

2 yıllık çalışmasının ardından Nisa Suresi 34'üncü ayete ge­ lip bu ayette yazanları okuyunca çalışmasını noktaladığını anlattı. "Ya bu ayetin farklı bir anlamı var, ya da ben bu ter­ cümeyi daha ileri götüremem diye düşündüm" ifadesini kullanan İranlı, "Tanrı'nın savaş dışında bir insanın diğe­ rine zarar vermesine onay verdiğine inanmadım. Bu yüz­ den araştırmaya başladım" diye konuştu.

Bahtiyar yakla­ şık 3 ay boyunca ayette bulunan "daraba" adlı kelimenin anlamlan üzerinde çalıştı. Geleneksel tercümelerde "vu­ run" anlamına gelen bu kelimenin bazı sözlüklerde tam 6 sayfalık açıklamaları olduğunu gören İranlı sonunda "Daraba"nın aslında "uzaklaştırın" manasına geldiği "so­ nucuna vardı." Gazeteye bunu anlatan Bahtiyar, "Peygam­ ber eşlerinden hiçbirini dövmemişken nasıl olur da Müslümanlar

13

peygamberin yapmadığı bir şeyi yapabilir. Zaten bu ifadenin vu­ run olarak tercüme edilmesi Kuran'daki diğer ayetlerle de çelişi­ yor" dedi. Babası İran'lı bir Müslüman olan Bahtiyar'ı n çıkışı için mu­ hafazakar İslam bilimciler kelimenin anlamı üzerinde "oy­ namanı n" doğru olmayacağı nı, Kuran'ın "neyse o" oldu­ ğunu belirtirken Mısır baş müftüsü Şeyh Ali Cuma ise ga­ zeteye yaptığı açıklamada Kuran'daki sure ve ayetlerin ça­ ğın prizmasından geçirilerek değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Cuma, "Anlamı her zaman değişik kültürlere ve değişik zamanlara uygun olacak şekilde genişletmek gerekir" diyerek, "Çağımızda bir erkeğin karısını dövmesi hiç kabul edilebilecek bir durum değildir ve sorunları çözmekten çok daha fazla sorun üre­ tir" ifadesini kullan dı. Nisa Suresi 34'üncü Ayet - Diyanet Çevirisi

"Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün." Bahtiyar Çevirisi

"Sadakatsızlık ve iffetsizlik/erinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin." Türkiye'de de tartışma konusu

Benzer bir tartışma Türkiye'de de yaşanmı ş Yaşar Nuri Öz­ türk, kelimenin anlamının yanlış yorumlandığın ı ası l anla­

mın "dövmek" değil "uzaklaşmak" olduğunu savunmuştu. 1999 yılında yaptığı çevirisini de bu şekilde yazdı. Öztürk

bu konuyla ilgili yorumunda şu ifadeleri kullandı: "Bu ayetteki 'jadribü" kelimesi Kur'an'da kullanılan anlamların­ dan yanlız bir tanesiyle kayıtlanmış ve emirden hep dövmek çıka­ rılmıştır. Bütün tevillerini ve yorumlarını kadın aleyhine yapan yaklaşımlardan zaten başka şey beklenemezdi. Oysa ki kelimenin diğer anlamları, ayetin amacını ve düzenlenen konunun maksa­ dını çok daha doyurucu biçimde önümüze koymaktadır. İşin esası şu ki, Kur'an birçok yerde sergilendiği kelam mucizesini burada da sergileyerek, bir tek kelimeyle birkaç alternatifi birden vermiş­ tir."( ... )

14

Lale Bahtiyar'ın özgeçmişine ilişkin yayımlanmış bir metin (2 ) nolu sonnotta okunabilir.

Lale Bahtiyar' dan önce Yaşar Nuri Öztürk Konuya Lale Bahtiyar'dan daha önce eğilen Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an-ı Kerim Meali (Türkçe Çeviri)'si­ nin Şubat-Mart 1994 basımında (Hürriyet gazetesi, Ramazan Armağanı) Nisa Suresi 34. ayetinin ilgili bölümünü şöyle Türkçeleştirmiştir: "Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz ka­ dınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yal­ nız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın / bulun­ dukları yerden başka yere gönderin / onları dövün." Yaşar Nuri Öztürk, söz konusu bu "meal"in önsözünde (sf. 12): "bu ayetle ilgili geniş açıklamalar için bkz. Kur'an 'daki İslam, sf. 553-556)" demektedir. 1. basımı 1992 yı­ lında yayımlanan "Kuran 'daki İslam " adlı kitabına baktığı­ mızda, Yaşar Nuri Öztürk'ün bu konuda şu "geniş açık­ lama"yı yaptığı görülmektedir: "Bu ayetteki fadribü kelimesi Kur'an'da kullanılan an­ lamlarından yalnız bir tanesiyle kayıtlanmış ve emirden hep dövmek çıkarılmıştır. (...) fadribü emrinin kökü olan darb kelimesinin 30' a y akın anlamı içinde en önemlile­ rinden dördü, vurmak dövmek, huruc (çıkmak), zehab (gitmek) ve dola şmaktır. (bk. İbn Manzür, Lisanül Arab, darb md.) Ve darb kelimesi Kur'an'da bu anlamların hepsinde kullanılmıştır. (bk. 2/60, 73, 273; 3/156; 4/101; 7/160; 8/12, 50) Duru m bu olunca, konumuz olan ayetteki emri bu anlamların muhtemel olan her biriyle değerlen­ dirmek gerekmektedir. Buna göre emri aynı zamanda if'al kalıbından da aldığımızda ifade ettiği manalar şun­ lar olur:

15

1-0nları evden çıkarın. 2-0nları bulundukları yerin dışına gitmek zorunda bı­ rakın. 3-0nları dövün. Kur'an böylece içinde bulunulan duruma ve karşılaşılan şartlara göre bu üç seçenekten birinin kullanılmasını istemektedir. Ve dikkat edilirse ilk iki seçenek, düzenle­ nen konuda sonuç almak bakımından hem insan psiko­ lojisine hem de hukuk mantığına daha uygundur. Emri dövmek anlamında almamız durumunda ise şunları söylememiz gerekiyor: Ayet aile düzenini, toplum ahengini bozucu davranışlar içine giren kadınları düzeltmek için üç aşamalı bir çare getirmiştir. Bunların ilk ikisi (öğüt, yatakta yalnız bı­ rakma) bireysel ve psikolojik, üçüncüsü (dövme) ise maddi yaptırımdır. Burada dikkat edilecek nokta "dö­ vün" emrinin muhatabını iyi belirlemektir. Kadına zul­ metmeyi bir tür meziyet gibi gören anlayış, bu emri her kocanın karısını dayağa çekmek serbestisi gibi yorumla­ mıştır. Bu asla doğru değildir. Çünkü burada darb (dövme) gibi bir maddi yaptırım vardır. Yani bir had söz konusudur. Hadlerin uygulanması ise kamu otoritesi­ nin işi ve hakk ı dır Buradaki beyanı kocanın karısını dövmesi anlamında almak bir saptırmadır. Kur'an, bo­ zuk düzen giden kadını hizaya getirmek için önce kocayı seferber etmiştir. Koca, kadına öğüt verecek, sonrada onu yatağında yalnız bırakarak dikkatli olmaya zorlaya­ caktır. Bu iki aşama bireyseldir. Bu aşamalarda başarı sağlanamamışsa, kamu otoritesi devreye girecek ve in­ san için en ağır ve aşağılayıcı cezalardan biri olan dövme uygulanacaktır. Bunun nasıl ve hangi ölçüler içinde, hangi şartlarda uygulanacağına kamu otoritesi karar ve­ recektir Kur' an'ın genel ruhu ve hukuk mantığı bunu .

.

başka türlü anlamamıza müsaade etmez."

16

1992'den 1999'a dek Kur'an'da kadını dövme buyru­ ğunun var olduğu, ancak kadının, eşi eliyle değil, kamu ku­ rumları eliyle dövülmesi gerektiği görüşünü koruyan Yaşar Nuri Öztürk, "meal" inin 1999 yılı bası mında bu görüşünü de­ ğişti rerek, söz konusu ayete verdiği anlamdan "dövün" söz­ cüğünü tümüyle çıkartmıştır.

Lale Bahtiyardan 16 yıl önce Kur'an'da kadınları dövün buyruğu bulu nmadığını Yaşar Nuri Öztürk 1999'da, Lale Bahtiyar 2007'dc bulmuşlar. Benim "Kur'an'da Kadınlan Dövün Buyruğu Yok!" başlıklı yazımın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanma tarihi ise 20 Haziran 1991'dir:

1991 yılında yayımlanan bu yazımda "daraba" sözcüğü­ nün Kur'an'ın bu ayetinde "dövün" anlamına gelmediğini şu şözlerle açıklamıştım: Çevirmenlerin bir ayette "örtün" diye çevirdikleri sözcük ile bir başka ayette "dövün" diye çevirdikleri sözcük, Kur'an'ın Arapçası'nda aynı sözcüktür: D-R-8

17

Kur'an' da 5 8 yerde karşımıza çıkan D-R-B sözcüğüne çevir­ menler neredeyse her ayette başka bir anlam veriyorlar. Kimi yerde yola "çıkmak", kimi yerde boyun "vurmak", kimi yerde karanlığa "bürümek", kimi yerde parmaklan "doğramak", kimi yerde örnek "vermek", kimi yerde verilen bir şeyi geri "almak", konulan bir şeyi "kaldırmak", birini "dövmek", bi­ rini "yatırmak", "uyutmak", "örtmek" ve daha pek çok birbi­ rine uymaz anlamların hepsi aynı sözcüğe, Kur'an'daki D-R8 sözcüğüne yüklenmiştir. Örneğin Kur'an' da geçen "Kulak­ lann üzerine D-R-B etmek" kimi çevirmenlerce; "Kulaklan­ nın üzerine yatınp uyutmak," diye anlamlandınlırken, kimi­ lerince; "Kulaklannın üzerine vurmak," diye çevrilmektedir. "Bu nasıl böyle olabilir?" diye sorulduğunda; "Tümcenin gelişine göre (Arapça deyimle "siyak"ına göre) uygun bir anlam yakıştırıl­ dığı" söylenmekte!.. Yani, "Arapça değil mi? Uydur uydur söyle!" Çevirmenlerin ve yorumcuların büyük bir çoğunluğunun; "O kadınlan dövün," diye çevirdikleri ayette de karşımıza çıkan bu D-R-B sözcüğü hakkında, 1050 yıllannda yazılmış bir Arapça sözlük -ki tüm İ slam bilginleri kaynak olarak benim­ semişlerdir- şöyle der: D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır. (Bkz: Ragıb el Müf­ redat) Yine tüm İ slam bilginlerinin kaynak olarak benimsedikleri Fi­ ruzabadi'nin 1450 yıllarında yazdığı büyük sözlüğünde de aynen şöyle söylenir: D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır. Evet, bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusunda bilginler arasında "ihtilaf', yani uyuşmazlık vardır; gelgelelim bu söz­ cüğü "dövün" diye çeviren hiç bir çevirmen, hiç değilse bir açıklama koyarak: "bu sözcüğün anlamının ne olduğu konu­ sunda kesinlik bulunmadığını, bu nedenle "dövün" diye ya­ kıştınlan Türkçe anlamın doğru olmayabileceğini" belirtmek gereğini duymamış; sanki bu sözcüğün "dövmek" anlamı ke­

sinmiş gibi, hepsi de ağız birliği ederek "dövün" diye çevir­ mişlerdir. İlginç olan bu çevirmenlerin tümünün de erkek ol-

18

masıdır. Yalnız kimi çevirmenler, bir parantez açarak "(acıt­ madan, azıcık) dövün," diye çevirmişlerdir. Oysa Kur'an'ın

Arapçasında "acıtmadan", "azıak" gibi uyanlar bulunma­ maktadır. Eğer "D-R-8" sözcüğü "acıbnadan, azıcık dövmek" anlamına geliyor ise, aynı sözcük, aynı kipte, bir başka ııyette (Enfal,12), niçin "hiç acımadan parmaklarını doğrayın," anla­ mına gelsin? Evet, Kur'an'da "O kadınları D-R-8 edin," diye bir buyruk gerçekten de vardır; ancak bunun "O kadınlan dövün," mü, "yahnn" mı, "gönderin" mi, "yollayın" mı, "doğrayın" mı, "atın" mı, yoksa "örnekleyin" mi anlamına geldiği "ihti­ laflı" dır, tartışmalıdır. Çünkü Arapçada "kitap D-R-8 et­ mek"; kitap yayınlamak, piyasaya kitap çıkarbnak anlamına gelir. "Para D-R-8 ebnek"; dolaşıma para sürmek, tedavüle sokmak anlamına gelir. Arapçada "D-R-8'ül evvel" deyimi; ilk yarahklar, anlamına gelir. Arapçada "iki insanın birbirle­ riyle D-R-8'laşması"; dövüşmeleri anlamına gelmez, tersine, birbirleriyle ortak olup bir işletme kurmaları anlamına gelir. Birinin kendi parasıru D-R-8 ettiği, diğerinin de yalnızca iş­ gücünü, emeğini D-R-8 ettiği ortaklıklara da Arapçada "D-R8'laşma" (Mudaraba) adı verilir. Öyleyse, Kur'an' da geçen "O kadınlan D-R-8 edin," tümcesi, nasıl olup da "dövün" demek olabilir? Arapçada "kitap D-R-8 ebnek," bir kitabı patakla­ mak, dövmek midir ki, bir kadıru D-R-8 ebnek, o kadını döv­ mek anlamına gelsin? .. Arapçada "çadır D-R-8 ebnek"; çadır "kurmak" anlamına gelir; yoksa çadırı "dövmek" değil.. . ( ... ) "Dil bilimsel bir disiplindir. Hayatımın son iki yılını bu Arapça sözcüğün (D-R-8) anlamını araştırmaya adadım. Bin sayfanın üzerinde belge topladım, çalışmamı kitaplaşhrabil­ mem için daha bir yıla ihtiyacım var. Ancak bu sözcüğün an­ lamının saptırılarak polemiklere neden olması karşısında, ki­ tabımın yayımlanmasını beklemeye gönlüm razı olmadı." Cengiz Özakıncı, 20 Haziran 1991, Cumhuriyet

19

Lale Bahtiyar, benim 1991'de "Kur'an'da Kadını Dö­ vün Buyruğu Yok" başlığıyla yayımlanan bu görüşlerimi, 2007 yılında Amerika'da kendi buluşu olarak yinelemiş bulunuyor. 1991 'de yayı mlanan bu yazımda "bir yıl sonra biter" dediğim Dil ve Din adlı kitabım, gerçekten de 1992' de bitmesine karşın, kitabın birinci basımı, uygun bir yayınevi bulma zorluğuyla, 2 yıl sonra, 1994'te gerçekleşebildi. "Kur'an'da kadınlan dö­ vün buyruğu yok" görüşümü daha ayrınblı biçimde dile ge­ tird iğim Dil ve Din adlı bu kitabımın 1994' te yayımlanan ilk basımı Amerikan Kongre Kütüphanesi (The Library Of Cong­ ress), İngiltere Milli kütüphanesi (The British Library), Har­ vard Üniversite Kütüphanesi ve Duke Üniversitesi Kütüpha­ nesi gibi Amerika ve İngiltere'nin en önem li kütüphaneleri­ nin kataloglarına girmiştir.

LIBRARY

Of

CONGRESS CATALOC

Dunden Bugune Turklerde Dil ve Din / Cengiz Ozakinci LC Control No.:

20

94962242

Type of Material:

Book (Print, Microform, Electronic, ete.)

Personal Name:

Ozakinci, Cengiz

Main Title:

Dunden Bug une Turk lerde Dil ve Din / Cengiz Ozakinci

Published/Created:

lstanbu l, Bellek , 1994.

Description:

259

ISBN:

9757971006

CALL NUMBER:

PL114 .093 1994

p. ; 20 cm . Turk

,

. ........................

1

THE BRITISH LIBRARY

The worfd's knowledge

System number

012187197

Author - personal

Ozakinci C

Title

Dunden Bugune Turklerde Dil ve Din

Publisher/year

lst. 1994

Holdings (All)

Details

Shelfmark

. T.TA!. ???.c.ı?�! . ��s�.�.s..t..... ..

1-l a r v a r d U11ivcrsity

6 Özakıncı, Cengiz.

5 Özakıncı, Cengiz.

4 Özakıncı, Cengiz.

3 Özakıncı, Cengiz.

2 Özakıncı,

1994

Book

1995

Book

1999

Book

İslam'da bilimin yükselişi ve 2000

Book

Dünden bugüne Türklerde dil ve din İletişim çağında aydın kirlenmesi İblisin Kıblesi: United States of İrtica

çöküşü Neveser

2004

Book

Düet ve Düello

2005

Book

Cengiz.

1 Özakıncı, Cengiz.

21

11

:

'1 :

Author: Tıtle:

:

1'

'1

ÖZakıncı, Cengiz. Dünden bugüne Türklerde dil ve din/ Cen­ giz Özakıncı.

Published:

Beyoğlu, İstanbul : Bell ek Yayınları,

Locatıon:

Widener WID-LC Mid East

BP190.5.L35 092 1994x

1994.

Holdings

Availability

Descrlption : Notes:

259

p. ;

ISBN:

cm.

lncludes bibliographical references (p.

259) Subject:

20

247-

and index.

9757971006 Turkish l anguage -- Religious aspects -- Is­ l am.

Title:

Dil ve din.

HOLLIS Number:

005207778

1 Özak.um, Dünden bugüne Türklerde Book Cengiz. dil ve din

1994

ı Özakıno, İslam' da bilimin yükselişi Cengiz. ve çöküşü

2000

Book

1994' te Dil ve Din' in 1 . basımı yayımlandığında, bu ki­ tabımın Amerikan Kongre Kütüphanesi, İngiltere Kütüpha­ nesi ve yurtdışındaki çeşitli üniversitelerin kütüphanelerinin kataloglarına gireceğini, doğrusu bu ya, hiç düşünmemiştim. Beni en çok şaşırtan, kitabımın Amerika'da Duke Üniversi­ tesi'nin İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi'nde kataloga alınması oldu.

22

/iP\ �v�ır !llll L 1 B RARY

DUKE Author Title Published

Özakıncı,_Cengiz. Dünden

bugüne Türklerde dil ve din

Beyoğ lu, İstanbul : Bellek Yayınlan, 1994.

Location/Request

p.; 20

cm

.

Description

259

Variant !itle

Dil ve din

Notes

Tncludes bibliographical references (p. 247-259)

ISBN

9757971006

OCLC Number

32084726

and index.

Subject

Turkish language - Religious aspects

--

lslam.

Turkish language -- Foreign words and phra se s

- Arab c i

.

-

System Number 002150742

Amerika' da yaşayan Lale Bahtiyar'ın, Nisa Suresi 34. ayetin çevirisi konusunda kendisinden yıllar önce Türkiye'de yazılanlardan habersiz olarak bizimle aynı sonuca vardığı ve bu sonucu kendi bulgusu olarak duyurduğu savlanabilir; ancak, bizim Türkiye' de yazdıklarımızın Amerika' da pek çok kütüp­ hanede kataloglara geçmiş bulunduğu gözönüne alınırsa, yazdıklarımızı okumuş ya da duymuş olması olanaksız değil­ dir. Lale Bahtiyar'ın Amerika'da -içlerinde Türklerin de bulun­ duğu- Sünni tasavvufçu bir çevrede yaşadığı, Amerika'da İn­ gilizce yayımlanmış "Hz. Muhammed'in Ashabı ", "Bir Melek Ol­ mak ", "Sufi Tasavvufi Anlayışın Dışavurumu " gibi kitaplarının Türk çevirmenlerce Türkçe'ye çevrilip Türkiye'de yayımlan­ dığı, din alanında Türkiye'de olup bitenlere yabancı olmadığı biliniyor.

23

Öyle ya da böyle, Nisa Suresi 34. ayetinde geçen 0-R­ B ("daraba") sözcüğünün "dövün" olarak çevrilmesinin yan­ lış olduğunu ortaya koyan ilk yazar olmaktan mutluyu m. Bu gerçeğin sekiz yıl sonra Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, 16 y ı l sonra Lale Bahtiyar tarafından bulgulanarak savunulması, bu alanda yalnız kalmaktan duyduğum üzüntüyü sevince dö­ nüştürdü. Umarım İlahiyat öğrenimi görmemiş laik eğitimli bir Müslüman Türk olarak benim 16 yıl önce görebildiğim bu gerçeği, süreç içerisinde daha çok sayıda İlahiyat uzmanı gö­ rür de, Müslüman kadınlar eşleri tarafından "Allah 'ın emri " denilerek dövülmekten kurtulur. Tanrıtanımazlar ve her türden İslam karşıtlarınca yüzyıl­ lardır İslam'ı karalamakta kullanılan bu "dövün" sözcüğünün bir çeviri yanlışından kaynaklandığının ortaya çıkması, kendile­ rini "ilerici"(!) olarak niteleyen kimi "sol"(?)cuları oldukça rahat­ sız etmiş ve bunlar ayetin yüzyıllarca yapıldığı gibi yine "dö­ vün" biçiminde çevrilmesi gerektiğini savunmaya başlamışlar­ dır. Çünkü bu ayet "dövün" diye çevrilmezse, İslam'a saldırma gerekçelerinden en önemlisini yitireceklerdir. Bu "ilerici"(!) "solcu"(?)lardan biri, Lale Bahtiyar'ın Musevi ve Hıristiyanlar­ dan para alarak içinde dövün geçmeyen bir çeviri yaptığını sav­ lamış ve bunu "Kur'an'ın kadınca yorumu" olarak damgalamış­ tır.J Oysa, bu ayetin "dövün" olarak çevrilemeyeceğini dünyada ilk kez bir kadın (Lale Bahtiyar) değil, bundan 16 yıl önce, dilbi­ limsel kanıtlarıyla birlikte Cumhuriyet gazetesinde ben açıkla­ mış bulunuyorum. Ben erkek olduğuma göre, buna "Kur'an 'ın kadınca yorumu " yaftası yapıştırılamaz. Ayrıca, Türkiye'de Hı­ ristiyan Misyonerlik ve Siyonizm'le savaşan bir avuç yazardan biri olduğum gerçeği, yazdığım onlarca kitap ve yüzlerce maka­ leyle ortada olduğuna göre, söz konusu ayetin "dövün" anla­ mına gelmediğini dilbilimsel kanıtlarıyla gözler önüne sermek, Hıristiyan - Yahudi işbirlikçiliği olarak damgalanamaz. Kur'an'ın Müslü man l ar tarafından doğru anlaşılması hiçbir dönemde Gayrımüslimlerin istediği bir durum olmamış; Türk-İs-

24

lam inanç ve ibadetlerini kendi çıkarları doğrultusunda biçimlen­ dirleye çalışmışlardır. İngiliz diplomat Sir Paul Rycaut, 1660'lı yıl­ larda İstanbul'daki gözlemlerini anlattığı kitabında; "Türkler Al­ lah'ın denizlerin egemenliğini Hıristiyanlara, karaların egemenliğini ise Müslümanlara verdiğini söylerler. Hıristiyanların ortak çıkarı için Türk­ lerin bu derin uykudan hiç bir zaman uyanmamalarını dileriz" demiştir.• Musevi İngiliz Ajanı Arminius Vamberi de 1861-1864 arası kendi­ sine Müslüman derviş süsü vererek dolaştığı Ortaasya' da, Müslü­ man Türkler arasında "Allah bu dünyayı gayrımüslimlere; öte dünyayı, yani cenneti ise, Müslüman/ara verdi" inancının yayıldığını saptamış­ tır.s Müslümanların inançları üzerindeki dalavereler ise henüz so­ nuçlanmamış olan başka bir araştırmamın konusudur.

�1-0;•1?l 08 NiSAN 1997 SALI L

Türban takmayan annesini öldürdü

Konya Ereğlfdeki cinayet aydınlandı.

ven"i İngilizce öğretmeni

58 yaşındaki Meryem Songül Özgü·

kızı Ayşegül ÖZgüven"in ""başörtüsü tartışması"" yüzünden öldürdüğü belirlendi. Konya'nın

Eretll ilçesinde ııeçen Cumartesi ııünü bıçak­ lanarak öldürülen yaşlı kadının katil zanlısı­ nın kızı olduiu belirlendi. Gülbahçe Mahalle­ si'nde kızıyla oturan Meryem Son11ül özııüven (58) evinde bıçaklanarak öldürülmüş olarak bulunmuştu. Olay üzerine soruşturmayı de­ rinleştiren cinayet masası ekipleri, lnllilizce ötretmenllil yapan, maktulün kızı Ayşeııül Özgüven'in (28) ifadesine başvurdu. Sorgula· ması sırasında annesini öldürdüğünü itiraf eden Ayşegül Özgüven, uzun süredir annesiyle başör· tüsü konusunda anlaşamadıklannı, zaman za· man tartıştıklannı belirterek, başörtüsü takmayı kabul ettiremediği için, son tartışmada annesini bıçaklayarak öldürdüğünü söyledi. Ayşegül Özgüven"in başörtüsüz derse girmemek için okulda da sorun çıkardığı ve bir süredir ücretsiz izin kullandığı belirlendi. Ayşegül Özgüven"in gözal­ tına alındığı ve soruşturmanın sürdürüldüğü bildirildi.

9 Nisan 1997 günlü Cumhuriyet gazetesinde de " Ayşegül psikiyatri kliniğine gönderildi" başlığıyla yayımlanan bu olayda; başörtülü bir kız, başörtüsü takmayan annesini, salt başını örtme­ diği için 30 yerinden bıçaklayıp gözlerini oyarak ve kollarını kese­ rek "din uğruna"(!) öldürmüştür. Yakalanıp sorgulandığında, ba­ şını örtmemekte direten annesinin "muzır" (zararlı) ve "münafık"

25

(diliyle 'Ben de Müslümanım' diyen, fakat İ slamın buyruklarını ye­ rine getirmeyen" biri) olduğunu, İslam' da "Münafıkların katli va­ cip" (böylelerinin öldürülmesi zorunlu) olduğu için annesini öldür­ düğünü, söylemiştir. Olayın en ilginç yönü, kendi kendisini "İsla­ mın Bıçağı"(() olarak gören ve İslam adına öz anasını bile doğra­ yabilecek denli gözü dönmüş olan Ayşegül'ün bu eyleminin, Kur'an buyruklarına kökten aykırı oluşudur. Çünkü Kur'an, "yaşlı kadınların tesettür uygulamasına gerek bulunmadığını"

bildirmiştir. Nur Suresi'nin 60. Ayeti şöyle der: "Yaşlı kadınların, ayıp yerlerini açmamak koşuluyla örtülerini çıkartmalarında bir günah yoktur." Ayşegül' ün anne si haberde belirtildiği üzere 58 ya· şındadır. Kur'an'ın "örtülerini çıkartmaları günah değildir" de­

diği bir yaştadır. Gerçekte,

Ayşegül'ün

başını örtmemekle

Kur'an'a göre günah işlemiyor durumda olan annesi, Ayşegül'ün

gözünde "başını örtmediği için din uğruna katli vacip olan" bir kadındır!.. Ayşegül, nasıl olup da, annesinin Kur'an'da günah dahi sayılmayan bir davranışını, Kur'an buyruğunca katli vacip bir davranış olarak görüp, öz anasını 30 yerinden bıçaklamış, gözlerini oyarak, kollarını keserek "İslam adına" kıhr kıhr doğramıştır? .. Bu sorunun yanıtını "Dindarların başörtüsünün kılına bile dokun· durtmayız" diyenler vermelidir. Ayşegül, psikiyatri kliniğine gönderilmiş! Eğer Ayşegül "Kur'an'ı doğru anlamış" olsaydı, ne ana katili olur, ne psikiyatri kliniğine giderdi. Bu olay bize Kur'an'ı doğru anlamanın önemini ve aydınların bu doğrultuda çalışmalar yapmasının gerekliliğini bir kez daha kavratmışhr. Mehmet Akif Ersoy, Kur'an'da geçen pek çok kavramını yanlış çevirip yanlış anladığımız gerçeğini vurgulayan ilk Müslü­ man aydınlarımızdan biridir. Bu nedenle 15 yıl önce kitabıma onun sözleriyle başlamayı uygun görmüştüm. Kitabımın 8. basımına yazdığım bu önsözü bitirirken, günü­ müzde gericilerin sanki kendilerindenmiş gibi gösterdikleri Meh­ met Akif Ersoy'u bir kez daha saygıyla anıyorum. Cengiz Ö zakıncı 8 Kasım 2007, Mecidiyeköy

26

GİRİŞ

Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik; din-de bizi bu hale getirdi. M. Akif Ersoy

Dil, kişioğlunun en önemli organıdır. Varsayalım, bir anda yeryüzündeki tüm kişioğulları­ nın dilleri tutulsun. Böyle bir durumu gözünüzün önüne ge­ tirin. Bu bir karabasan olacaktır kuşkusuz. Çünkü uyurken yaşadığımız karabasanların pek çoğu da, olanca gücümüzle bağırdığımız, ancak sesimizi kimselere duyuramadığımız düşlerdir. Kan ter içinde uyanır, gördüğümüzün bir düş ol­ duğunu anlayınca, seviniriz . . . Meryemana'nın yaşadığı toplumda oruç (baçağ) yal­ nızca gün boyu yemekten içmekten kesilerek değil, gün boyu hiç kimseyle konuşmamak biçiminde tutuluyordu. Oruçlu kişi, dilini yok sayıyor; deyim yerindeyse dilini yutuyordu. Meryemoğlu İsa da, "Kişiyi kirleten ağzından girenler değil, ağ­ zından çıkanlardır" demiş.6 Bu da onun ağızdan çıkan sözlere, dile verdiği önemi gösteriyor. Ağızdan çıkan sözler, kişinin kirlenmesine neden olabiliyor.

27

Dil, en kaba tanımıyla, bir iletişim aracı. Duyguların, düşüncelerin başkalarına iletilmesinin aracı. Ancak, eliniz­ deki incelemede, bir dildeki 'sözcük türetimi'nin 'bir tür dü­ şünce üretimi' olduğu konu edilmekted ir. Dilin, kişioğlu nun tüm düşünsel üretiminde, bili mde, dinde, tüm düşünsel etkinliklerde baş görevi üstlendiğini; di­ lin bulanıklaşmasının, düşünsel gerilemeye; dilin açık-seçik­ liğinin ise düşünsel gelişmeye yol açtığını, bu çalışma bo­ yunca göreceğiz. Uzun dönem süren dil bulanıklığı, ulusu muzun dü­ şünsel ortam ının da bulanmasına neden olmuştur. Ulu sumu­ zun dilini bulandıran etkenlerin başındaysa, köklü yerli söz­ cüklerin atılarak, yerlerine köksüz yabancı sözcüklerin konul­ ması gelir. Ulusumuzun dili, öteki ulusların dillerinden alı­ nan çok sayıda yabancı sözcükle bulanmıştır. Bu olgu, hangi dönemde nasıl başladı, nasıl bugü n lere gelindi, d i limiz nasİl bozuldu? Bu sorulara yanıt ararken, gördük ki, dilimizin bu­ lanmasında ilk büyük etki, geçmişte Arapça, Farsça sözcükle­ rin dilimizde yaptığı bozgunculuktur. Arapça, Farsça sözcük­ lerin dilimize neden, niçin doluştuğunu; bunun yol açtığı so­ nuçları irdelediğimizde, gördük ki, dinin yararına denilerek yapılan kimi Arapça, Farsça sözcük alımları, dini anlamanın önünde engel oluşturmuştur. Bu araştırma, dil ile d inin karışlıklı etkileşimini; bir ulusun dili bulandıkça, o ulusun dinsel yanılgılara da düşece­ ğini; bu nedenle, eğer d insel bozunumlardan korunmak iste­ niyorsa, en başta ulusumuzun dilinin anlığının yeniden sağ­ lanması gerektiğini göstermeye çalışacaktır. Son yıllarda (1 986-1992) Sovyetler Birliği' nin dağılma­ sıyla başlayan ulusal öbeklenmeler, dil ve din sorununu sıcak bir biçimde gündeme getirmiştir. Ulusallık ve dinsellik ka­ baca birbirinin karşısına konularak, eğer bir toplum, ulusal

28

·

değerlere dayalı bir düzen ku rarsa, dine aykırı bir yola sap­ mış; yok eğer dinsel değerlere dayalı bir düzen kurarsa, ulusal değerlere aykırı bir yola sapmış sayılıyor. Bu yargı bir ölçüde doğrudur. Ancak, görüşümüz odur ki, ulusal değerlere dayalı bir düzen kurmakla, bir toplumu dinden çıkarmak olanaklı olmadığı gibi; d insel değerlere dayalı bir düzen ku rmakla, toplumu ulusal değerlerden bütünüyle yoksun bırakabilmek de olanaklı değildir. Yalnızca birine yaklaşbğınızda diğerin­ den biraz -uzaklaşmış olursunuz; hepsi bu . . . Gerçek buyken, dağılan Sovyetlerdeki Türk toplumlarının geleceğiyle ilgili olarak, iletişim organlarından yayılan bilgilere bakınca görü­ yoruz ki; eğer bu toplumlardan herhangi biri Arap yazısını kullanmaya geçecek olursa, o toplum Arapların, İranlıların gözünde d ini seçmiş, ulusçu luğa sırtını dönmüş sayılıyor. Azerbaycanlı dinağalarından Allahaşükür Paşazade, 16 Ocak 1992 günlü Milliyet gazetesinde yayımlanan demecinde, sanki Arap yazısı ulusçuluğu olanaksız kılan büyülü bir yazıymış gibi; "Latin yazısı şeytanın yazısıdır. Arap yazısı Kur'an, Allah ya­ zısıdır. Latin yazısına geçmeyin. A rap yazısına geçin " diyor. Gö­ rüleceği üzere, yazı seçimi bile, dinsel bir zorunlu lukmuş gibi, Tanrı buyruğuymuş gibi ele alınmaktadır. Arap yazısına kut­ sal l ık yükleyenler, Arapça sözcüklere de kutsallık yükle­ mekte, bir ulusun dilindeki köklü yerli sözcükleri o ulusun dilinden atıp, yerlerine Arapça sözcükleri sokmayı, sanki bir Tanrı buyruğuymuş gibi göstermektedirler. Dil ve din ilişkilerinin gerçekte ne olduğunun bilin­ mesi, bugün (1992) güncel bir önem taşımaktadır. Elinizdeki bu çalışma, dil ve din ilişkilerinin ulusumuzun geçmişinden bugününe nasıl bir çizgi izlediğini, ulusumuzun dilinin hangi dinsel kaygılarla nasıl bozulduğunu, bu bozulmanın ulusu­ muzun dinsel kavrayışını nasıl bulandırdığını incelemekte­ d ir.

29

Araşhrmalar sırasında, ulusumuzun dilinin dinsel kaygılarla bozulduğunu; bozulan dilin, başta din olmak üzere bütün alanlarda düşünsel kavrayışı bozduğunu görüyoruz. "Dil dinden gitti; din dilden gitti " sonucuna varıyoruz. Öyle ki; bir din sorumlusu, eğer dini yanlış anlamalardan korumak is­ tiyorsa, dilimizden Arapça Farsça sözcüklerin ahlıp yerlerine öztürkçelerinin konulması için çalışmalıdır. Türklerin Müslü­ manlığı beyinlerinde kavrayıp yüreklerinde duyumsayabil­ melerinin önündeki biricik engel, Türk diline sokulan Arapça, Farsça sözlerin ta kendileridir, diyoruz. Bunun nasıl böyle olabildiğini, incelememizin so­ nunda birlikte göreceğiz. Burada yalnızca bir giriş tadımlığı olarak, Türklerin kimi Arapça sözcüklere yanlış anlam yükle­ mekten dolayı din anlayışlarının da bozulduğu saptamasını, Mehmet Akif Ersoy' da da gördüğümüzü belirtelim. Ülkemiz­ deki tüm din öbeklerinin dine bağlılığını onayladıkları Müs­ lüman bir düşünür olan Mehmet Akif, şunları söylüyor: Biz Müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki, Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir. Zavallı bizler. Sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın amacına erişmek hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba. Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah'ın sevgili kullarıdır. Hani Müslümanlık bir uhuvvet (kardeşlik) husule getirecekti? Nerede? Bugün Müslümanlar kadar müteferrik (dağınık), müteşeddit (katılaşmış) bir millet var mı? Her ta­ rafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefa­ let içinde mahvolup gidiyor ... Müslümanlık bize dünya için bir hayat-ı tayyibe (temiz ve yüksek bir yaşam düzeyi) va'd ediyordu. Neye vermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Müslümanların

30

hepsi cahil; Arabı cahil, Türkü cahil, Kürdü cahil, Amavutu cahil, hepsi cahil. Hepimiz igvaata (kış­ kırtmaya) kapılıyoruz. Hani, müminler kardeş idi? O halde nedir Müslümanların bu hali? 350 milyon mu, 400 milyon mu, cihanda bu kadar Müslüman var; şarkta var, garpta var, şimalde var, cenupta var; hepsi hirman içinde yaşıyorlar. Biz diyoruz ki; "Müslümanız o halde Allah bize tevfik (üstünlük, başarı) vermelidir" . Demek sen Müslümanlığınla Allah'ı minnet albnda bırakmak istiyorsun. Ne kadar cüret. Ne kadar hamakat (ah­ m aklık). Doğrusu, dünya dünya olalı, gafletin ce­ haletin, körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne gö­ rülmüş ne işitilmiştir. Doğrusu, cehlin bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek. Ah, biz alık Müslümanlar. Nasıl olmuş da bu ka­ dar azim bir kitlenin umumu birden kötürümler gibi, hisden, hareketten mahrum kalmış? . 7 .

Görüleceği üzere, Mehmet Akif'in Müslümanlara söy­ lediği bu sözler, öyle yenilir yutulur türden değildir. Üstelik Akif, şimdiki din eleştirmenleri gibi, diyeceklerini kitaba ya­ zıp, kendisi saklanan türden biri değildir. Yukarıdaki sözler, onun camilerde cemaatin yüzüne karşı yapbğı konuşmalar­ dan alınmışbr. Akif, Müslümanların yüzyıllarca süren bir uyuşukluk içinde alıklaşıp kaldıklarını, Müslümanların yüz­ lerine karşı, üstelik camilerde haykırmışbr. Akif, bunun ne­ den böyle olduğunu da anlamaya çabalamış; nedenlerden bi­ rini sezgileriyle yakalamış; ancak yeterince üzerine gideme­ miştir. Bakın neler söylüyor: "Kanaat"i, "tevekkül"ü, "sabır" ı, hepsini yanlış anladık. "Sabır" nedir? .. Bize göre "sabır", suret-i mutlakada "katlanmak" demektir. Neye katlan­ mak? Her şeye. Daha doğrusu katlanılmayacak

31

şeylere. Mesela zelil (aşağılık) olmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye; özetle insanlık onurumuzu lekeleyecek musibetlerin hepsine. Aman yarabbi. Kur'an ne söylüyor, biz ne anlıyo­ ruz. "Sabır" katlanmak değil, göğüs germektir. Neye göğüs germek? Sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıztırabına mahkum olmamak için, önceden her türlü şedaide (zorbalıklara), her türlü mezahime (sıkıntılara), mertcesine, insanca­ sına göğüs germek. Hele "tevekkül" hiç bizim an­ ladığımız mahiyette mi? "Tevekkül", Kur'an'ın gösterdiği, Hadis'in gösterdiği "tevekkül", bütün esbaba sarıldıktan (tüm yolları denedikten) sonra olan tevekküldür. Biz cehaletimiz (bilisizliğimiz) yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi. İslam dini bir miskinlik (uyuşukluk) dini oldu.8 Akif' in son sözleri, üzerinde oldukça düşünülmesi ge­ reken somut bir gerçeğin dile getirilişidir: Dini bizler bu hale getirdik, Din de bizi bu hale getirdi... Mehmet Akif'in çığlığında, dinin dille karşılıklı etkile­ şiminin yol açtığı bozunumlar, Kur'an' da geçen kimi sözcük­ lerin anlamının süreç içerisinde kaymaya uğramasının dini yanlış anlamaya yol açtığının vurgulanması var ... Ben de, "Di­

limizi din bilgiçleri bozdu, din ise bozulan dilimiz yüzünden bo­ zuldu, " diyorum ... Elinizdeki bu araştırma, önce dilimizin bo­ zulma sürecini ve bu bozu lmaya yol açan etkenleri konu ede­ cek. Sonra da dini doğru anlamanın, ancak dili özleştirmekle, sağlığına kavuşturmakla gerçekleşebileceğini, somut belgele­ riyle ortaya serecektir.

32

BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRK DİLİNİN BOZULMASI VE DİN

1-Kutsalın gülünçleştirilmesini önleme kaygısı Bütün toplumların dillerinde, ilişki kurdukları top­ lumların dillerinden sözcükler bulunur. Sözgelimi, kimi İngi­ liz denizcilik terimleri, bu dile Arapça'dan geçmiştir. Endülüs Emeviler dönemindeki Arap-İngiliz ilişkileri bize bu gibi söz­ cük alınhlarını açıklar. 9 Ancak, İngiliz anne-çocuk ilişkile­ rinde Arapça sözcüklere yer yoktur. Türkiye' de ise, Arapça, Farsça sözcükler, Türk anne-çocuk ilişkilerine değin girmiştir. Bu durum, sözcük alış-verişinin yalnızca küçük oranda kal­ madığını, Araplarla ilişkileri sonucu Türklerin dilinin önemli oranda yabancılaşhğını düşündürmektedir. Kişi, durup dururken yabancı sözcükleri kendi diline doldurmaz. Tersine, kişi, yabancı dilleri önce küçümser. Kendi dili ona yeryüzünün en sevecen, en sıcak, en kolay, en doğru dili gibi gelir. Eğer çevresinde anlayamayacağı bir dille konuşulmaya başlanırsa, kişi ilk elde bunu doğaçtan yadır­ gar; itici, sevimsiz bulur. Tepkisini, bu yabancı konuşmaları abartılı öykünmeler yaparak gülünçleştirmek yoluyla dışavu­ rabilir. Sözgelimi: "Fang, fing, fonglar!" der. Ya da kızar. An­ layamadığı bir dille konuşulmaya başlandığında, o ortamdan sıkılır. Bunun içindir ki; yabancı sözcükler bir toplumun

33

anne-çocuk ilişkilerine kolaylıkla giremez. Anne-çocuk ilişki­ lerinde doğaçtanlık egemendir ki, hiçbir ana yabancı sözcük­ lerle doğaçlama yapmaz . . . Bir toplumun anaları, kendi ö z çocuklarını yabancı bir dilden almış sözcüklerle sevip okşamaya başlamışlarsa, bu durumda, yabancı toplum ile ilişkiler, anadilde, annenin di­ linde bir yabancılaşmaya yol açmış demektir. Bir Türk kadını, çocuğuna, Türkçe yaramaz diyeceği yerde, Arapça haylaz di­ yor ise; Türk evinde konuşulan sözcükler önemli ölçüde Arapça, Farsça ise; bu durum yalnızca uluslararası alış-ve­ rişle, ya da inanç birliği ile açıklanamaz. Çok doğru yapıp baş­ langıçta Müslüman olmayı Arap olmaktan ayrı sayan Türkler, Müslüman olur olmaz Araplaşmış değillerdir. Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiye Tarihi nde şöyle der: '

Türkler (başlangıçta) daima Türkçe konuşurlardı. Bazan Arapçayı öğrenirler, fakat tekebbür saika­ sıyla (büyüklük taslayarak) Arapça konuşmak is­ temezlerdi. Hatta Tü rkler kendi dillerini Araplara öğretmek için sözlükler bile meydana getirmiş­ lerdi. Abbasiler Devrinde, anası Türk olan Halife Mu'tasım'ın çağrılısı olarak Bağdat'a gelen Türk­ lerin, kısa bir zamanda erklerini artırarak egemen­ liği sağlamaları, Türk Dilinin sürümünü arhrmış, Araplarda, Farslarda Türklere yaranmak için Türkçeyi öğrenmek isteği uyanmıştır. 10 Gerçekten de Türklerin Araplarla ilişki kurdukları ilk dönemde, ulusal kişiliklerini korumaya özel bir önem verdik­ leri görülür. Dillerini koruma konusunda oldukça duyarlıdır­ lar. Öyle ki bir Türk boyu, öteki Türk boylarının dillerinde bu­ lunmayan yabancı bir sesi (H) kendi dillerine kattılar diye, Türk sayılmamaya başlanmışhr: Bunu Kaşgarlı Mahmud'un Divan'ından öğreniyoruz:

34

Xotanlılarla Kençekliler, kelimenin önünde bulu­ nan "E"leri "H"ye çevirirler. Türk dilinde bulun­ mayan bir harfi kattıkları için, biz onları Türk say­ mıyoruz! . .11 Diğer Türkler "baba"ya "ata" derken, bunlar kalkıp "hata" demeye başlamışlar. Bu nedenle, öteki Türkler bunları Türklükten ahvermiş. Türklerin, uzak geçmişte ulusal kişilik­ lerini, dillerini bu ölçüde koruyan bir toplum oldukları kesin olduğuna göre, Müslüman olduktan sonra bile uzun yıllar bu davranışlarını sürdükleri bilindiğine göre; nasıl olup da son­ radan analarının dilleri bile Arapça, Farsça egemenliğine gir­ miş bir topluma dönüştükleri, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Nasıl olup da Türk anası, kendi çocuğunu Arapça, Farsça sözcüklerle sever, okşar, oynatır, uyutur olmuştur? Burada, bir dilden öteki dile olağan düzeyi aşmayan ölçüde bir sözcük karışımı değil, "ananın dilinin yabancılaş­ ması" gibi öneml i bir dönüşümden söz ediyoruz. Bunu yal­ nızca "Arapların dinsel inançlarının Türklerce benimsenmiş olmasının doğal sonucu" olarak göremeyiz. Nedeni şu ki, ya­ pılan ilk Kur'an çevirilerinde Arapça, Farsça sözcük oranı ne­ redeyse yüzde yarımdır (250'de 1). Türkler, benimsedikleri dinin Arapça kutsal yazılarını, neredeyse bire bir oranında Türkçeye çevirmişlerdir. 1000 yıllarında yapıldığı uzmanla­ rınca saptanan bir Kur' an çevirisi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesinde 73 numara ile korunmakta olup, Karahan Türkçesiyle bütün eksiksiz bir çeviridir. Kur'an'daki bütün Arapça dinsel terimler, deyimler, bu çeviride Türkçeleştiril­ miştir. 1 2 Bu Türkçeleştirmenin ne ölçüde başarılı olduğu değil, salt Türkçeleştirilmiş olması konumuz açısından önemlidir. Demek ki Türkler, benimsedikleri dinin Arapça kutsal yazıla­ rını en başında kendi dillerine bütünüyle Türkçe sözcüklerle çevirecek denli, kendi dillerine de, benimsedikleri dini anla-

35

maya da önem vermiş kişilerdi. İyi de, sonra neler olmuş ola­ bilir ki Türk analarının dili bile Arapçaya, Farsçaya dönmüş­ tür!.. Bunun kaynaklarını, nasıl gerçekleştiğini anlayabil­ memiz için bir ipucu olabilir düşüncesiyle, 1050 yıllarında Araplara Türkçe öğretmek için yazılan Divan-ı LCıgat-it­ Türk'ten bir alınh veriyorum. (Böyle "yüz kızarhcı" bir alıntı seçtiğim için bağışlayınız, konumuz bunu gerektiriyor.) �

sik

ı "Erlcekll k aygıtı . ı.ıatıııut der

bi

j#l-:J 1 ılı 5 ! ayeti �Ul_!ur�d!:;...-

h1 sesin taınlması gerektir ; çilnkO TQrk diıinde



.j)Çtılalt

a

dilik" , "lca­

J»tfJ•.;ı'.hı� ·;. :;ı ayeti oltunurken aoru

edatı

olan •

(\ em"

aeele

okunmalıdı r .

linde

"

r 1 -·

kelimeei

ÇOnlcO

yavaş

onların di­

tcadınlılt l!rgeaidir . !Ce

U-ni.n ımlbıııU bilenler için nas ı l • >

--0.:..

36

o tı:wuıa zararı yoktur • !jW


•8Ui1• anlamına

­

Sik: Erkeklik aygıtı ... Mahmud der ki: Tanrı'nın kitabına karşı saygı ve ululama olmak üzere Türklerden bilgisiz erkek ve kadınlar yanında­ Kur' an okuyan kişi; "ve atet külle vahidetin min­ hünne sikkiynen ... ", "ma yefteh Allahü lilnasi min rahmetin fela mümsike leha ve ma­ yümsikü ... " ayetlerini okurken, sesini kısmalıdır. Çünkü, onlar bu ayetlerin anlamını bilmediklerin­ den, kendi dillerindeki anlama alırlar ve gülerler. Bu yüzden günaha girerler. Yine bunun gibi: "in haza illa ehtılakun" ayeti okunurken dahi sesin kısılması gerekir; çünkü Türk dilinde tılak kadı­ nın kadınlık aygıtıdır. Bunculayın -bilgisiz Oğuz­ lar yanında: "min el müzki am nahnü . . . " ayeti okunurken, Arapçada soru edatı olan am kelimesi de yavaş sesle okunmalıdır. Çünkü onların di­ linde am, kadınlık organıdır. Kelimenin anlamına vakıf olanlara nasıl okunursa okunsun, zararı yoktur.1 3 Burada, açıkça, "kutsal sayılanın gülünçleştirilmesini önleme kaygısı" görülmektedir. Kutsal ortamda kullanılan şu ya da bu sözcüğün, gülünç ya da utanç verici anlamda kulla­ nılan başka sözcükleri çağrıştırması, yalnızca kimi Arapça sözcüklerin Türkler üzerinde yaratacağı bir etki değildir; Kur' an' da geçen kimi sözcükler, doğrudan Arapların kendi­ lerine de kullanım amacından başka gülünç yada yüzkızartıcı yan anlamlar çağrıştırabilir. Bu durum, bütün dillerde yaşa­ nır. Kişi gülünçleştirmek isterse, buna nasıl engel olunabilir? Kişioğlu yeryüzünün neresinde olursa olsun, nece konuşursa konuşsun, gülünçleştirmek istediği kişinin "ağzına öyküne­ rek" onun konuşmalarını gülüşme konusu yapabilir. Ortao­ yununda sıkça yapılırdı bu. Meddahlar, konuşma biçimlerini abartarak, gülüşmeyi sağlıyorlardı. Günümüzde bile böyle

37

yapılıyor. Demek ki bir Türk, benimsediği dinin Arapça kut­ sal yazılan okunurken duyduğu kimi Arapça sözcükler ken­ disine Türkçedeki kimi gülünesi, kimi utanılası sözcükleri çağrıştırdığında, gülebilir; kutsal ortamı bozabilir; ancak bu durum, o Türk'e, bu Arapça yazıların Türkçe çevirisi okunur­ ken de ortaya çıkabilir. Bu, din görevlileri açısından olduğu ölçüde, inanırlar açısından da istenmeyen, önlenmesi gerekli sayılan bir durumdur. Son kertede doğal bir kaygıdır. Kimse, kutsalıyla dalga geçilsin istemez. Bu, yalnızca din alanında değil, başka alanlarda da böyledir. Öğretmen öğretirken; öğ­ renci, öğretmenin sözlerini gülünçleştirirse, öğretmen doğal olarak karşı çıkar; böylesi bir durumun oluşmaması için ön­ lemler alır. İşte, Türkler Müslümanlığı benimsedikleri ilk yıl­ larda, Arapça kutsal yazıların bütününü Türkçeye çevirmiş olmalarına karşın; sonraki yıllar içerisinde giderek bu çeviri­ lerdeki Arapça, Farsça sözcük oranının artması, bir ölçüde, "kutsal sayılanın gülünçleştirilmesini önleme kaygısı"nın bir ürünü oluyor. Kur'an'ın sözcük dağarcığı, Kur'an sözlüğün­ deki sözcük sayısı, 2500'e yakındır. İlk çevirilerde bu 2500 Arapça sözcüğün 2490'ına Türkçe karşılık bulunmuşken, bu sayı, süreç içerisinde yavaş yavaş azalmış, Kur'an çevirilerin­ deki Türkçe kökenli sözcük sayısı, yüzde 99'lardan yüzde 2030'lara düşmüştür. Bu durumu açıklamak üzere birçok ne­ denler sayılmışhr. Söz konusu ettiğimiz neden üzerinde pek durulmamıştır. Ben, bunun da bir neden olduğu düşüncesin­ deyim. Bir sözcük, güldürücülerin dillerine dolanmaya gör­ sün. O sözcük artık erdem öğretilerinde, kutsal konularda kullanılamaz olur. İşte, ilk Kur' an çevirilerinde kullanılan pek çok öztürkçe sözcük, Türk toplumsal yaşantısının doğal akışı içerisinde, Türk güldürücülüğünün ya da Türk sövgücülüğü­ nün özel deyimleri konumuna girmiş; bu sözcükler giderek

38

yalnızca o alanlarda kullanılır olmuş; sonuçta artık Kur'an çe­ virilerinde ya da erdem öğretilerinde kullanılamaz olmuşhır. Bu olguya örnek olarak, 15.nci yüzyılda yapılmış bir Kur'an çevirisinden şu alıntıyı verebiliriz: ($2,,.J-.1/191) YARAK , l. SOW., l.cıdı.iut. (beden) Pn !NcOıı lıuıutnm mıi, tenlln-ik -,C JVlltu•-J... 11ı:l'trl &.llD 1.ikkr, hniiıı ıfrnrrıl.. ...ıı ahr. llll,... �k. � � � (102'-1 10/'JZ} (W.ıı.l DUı � -. 1.ıııı.. ,.... ıU.1111 iç1ın: d •k!.1• •n oaı.1unuzduı.. (JS&r1-11"'11 ( - } OUı' ha lcim itJeye yQUk ,..'tıl � anJ. yt )'llZUk ,,,.·tr1 � •ı-.ı:: ...ı..ı, aı. ...... ........ (IJ>.Jn 2. \..-..Ji ol.vı f'l!J, kvlıua. (cilıli) D.ııı ııl ...ut. Jmm. ,..- .,.ı...L •ıılıır. � JIO•trl an � .. Rliıl ._._ ııt..Jıı eyitti. . Ul4a4-12!59'J ('uddd) Dala Cl'CI'" dileM:l..-idi �. �dı anun �n. 19nl:. (9f�J-.9/4&) • r • r o lı e y l e · : llıwıhk ,.nak. � tııdU dı.el. {ı..dıb.) o.lıı ııl wU1 kin:ı., ,.,.._ .,.wı anı.:., 1mklan-rıl& '''"" • �11 M J11.ıt ta•.. Pltdf.; e,ini. (Jlfr4 ·11/19) • 7 a n k l u : Huırlıliı. Mur. Qıu..r) IJ..y,\: ....,.ıu. bir bokılı: bwmdnr War: d.lp ı..,.ı. .N.r, bizi p,. blıı v dönüşümüyle "ev") diye

seslendirilmektedir. En eski Türk [eb > oba > ev] leri olan Türk çadırlarının örgü biçimini gösteren bir çizgedir bu.



Orta Asya' da yaşayan Türklerin çadırlarını biçi­ minde ördükleri bu görüntülerde açık seçik görülmektedir. Orhun yazıtlarında karşımıza çıkan eski Türk Yazısında "b" olarak sesledirilen çizgesinin, "eb" (= "oba", "ev"), daha doğ­ rusu evi oluştururken kullanılan "bağ"lantıların görüntüsün­ den devşirildiği ortadadır.

'

göstergesi "ok" diye okunmaktadır ve bir ok biç­

mindedir.

a göstergesi "yay" diye okunmaktadır ve yay biç­

mindedir.

77

O

göstergesi "ta" (dağ) diye okunmaktadır ve dağ

biçmindedir.

'f-'

göstergesi "iç" diye okunuyor. Eski Türkçe ya­ zıtlardaki anlamı teslim olmak.

'f-'

göstergesi bize, teslim olan, teslim olduğunu davranışlarıyla gösteren bir kişiyi gösteriyor.

...,,. İşte ellerini yukarıya

Eller yukarı! Teslim ol! kaldırmış teslim olan bir kişi çizgesi. . .

Sümer' d e teslim olma duruşu

78

'f' biçimindedir.

1

göstergesi "ang" diye seslendiriliyor. Bu söz­ ciik şimdi kullandığımız üçüncii kişi adılı olan "o" sözciiğü­ nün en eski söylenişidir. Biz bugün "ona" diyoruz, atalarımız "anga" diyorlardı. Biz bugün "ondan" diyoruz, atalarımız "angdan" diyorlardı. Süreç içerisinde onların "anga" dedikle­ rine biz "ona" demeye başladık.

1

göstergesi de bize eliyle "onu" gösteren bir çöp adam çizimidir:



"angı" yani

1

"ang" göstergesinin üçüncü kişi adılı olmak­ tan başka bir anlamı daha var. Bizim bugün "aşırı" anlamında kullandığımız "en" sözciiğünün atalarımızın dilindeki ilk biçmi de, yine bu "ang"dır. Bugün "en büyük", "en yüce", "en çok" derken kullandığımız "en" sözcüğümüz, atalarımızın dilinde "ang" diye söyleniyordu, süreç içinde yuvarlana yu­ varlara bize geldi "en" oldu.

1

"ang" göstergesi, sanki bize "en büyük" demeye çalışan bir dilsizin "en" sözciiğünü elleriyle kollarıyla anlat­ maya çalışırken gövdesinin, kolunun alacağı olası en genel bi­ çimi yansıtan bir çöp adam çizimidir. Bugün de yığınları coş­ turmak üzere yapılan konuşmalarda, konuşmacılar kimi söz­ cükleri söylerken, sözlerini elleriyle kollarıyla davranışlarıyla pekiştirmekte, "en büyük" derken bir kollarını kaldırıp elle­ rini yukarıya çevirirken Göktürk yazısındaki "ang" göster­ gesi biçmini almaktadırlar. Çeşitli güç gösterilerinde yığınlar en güçlü olduklarını göstermek üzere ellerini yumruk yapıp yukarıya kaldırırken, "ang" göstergesi gibi davranmaktadır­ lar.

79



göstergesi "ti" diye okunuyor. Bu yazıyı kullan­ dıkları dönemde Türkler, bugün bizim "diz" dediğimize "tiz" diyorlardı. Bu gösterge öne çıkartılmış bir "diz"i, yani eski söylenişiyle "ti"(z)'i bir çöp adam çizimi olarak gösteriyor.

·� '

Dikey çizgi gövdeyi, çıkıntı ise bacağını yuka­ rıya doğru çekip dizini öne çıkartmış bir kişiyi göstermekte­ dir.

Sümer rölyeflerinde gücün

lo'I duruşuyla simgelenmesi

Eski Türklerde diz, yalnızca bacağın ortasındaki ek­ lem yerini değil, bunun ötesinde güçlülüğü belirten bir söz­ cüktü. Orhon yazıtlarında; "tizligig sökürtümiz, başlıgıg yü­ küntü rtümiz"; dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik,

80

gibi sözler geçer ki, buradaki "dizli" sözcüğü "güçlü" anla­ mına gelmektedir. Bugün bile bizler "dizlerim tutmaz oldu" dediğimizde, "gücümü yitirdim" demek istiyoruz. Türkçede "diz" ile "güç" eskiden olduğu gibi bugün de birbirleriyle çağrışımsal bağlantısı olan sözcüklerdir.

Sümer kalıtlarında gücü simgeleyen duruş f'\ biçimindedir

Sümer'de İnanna'nın gücünü simgeleyen duruş, yu­ karıda görüleceği üzere f'\ biçimideydi.

81

Sümer' de Gılgamış'ın gücü "" duruşuyla simgelenir.

Sümer' de gücü simgeleyen "" duruşuna bir başka örnek.

82

Örneklerini i. S. 700'lerde Ortaasya'da Orhon yazıtla­ rında da gördüğümüz eski Türk Yazısı'nın kimi damgaları­ nın, i. Ö. 4000'lerde Mezopotamya' da gelişen Sümer Uygarlı­ ğının görsel simgeleriyle ilişkisini yukarıdaki örneklerle kar­ şılaştırarak gösterdikten ve Sümerlerin "Dingiri" dediğine Türklerin "Tengri" dediklerini de anımsathktan sonra; gele­ lim eski Türk Yazısı'yla "Tanrı" sözcüğünün nasıl yazıldı­ ğına: "Tengri" sözcüğünün "Teng" bölümü Orhon yazıtla­ rında şöyle yazılmaktadır:

Bu çizgeyazı, "diz" ile "en" göstergelerinin bir bileşimi olarak da görülebilir. "En büyük" deyimindeki "en" sözcü­ ğüyle "diz" "güçlülük" birleşmiştir. Bu çizgeleri ayrıntılandı­ rırsak, aşağıdaki gibi olur:

�'1k

Çizse 1 :

Eski Türkçedeki "Tengri" sözcüğünün "Teng" bö­ lümü, büyük bir olasılıkla "en güçlü" kavramının yazı, çizim yoluyla gösterilmesidir. Sanki, ayağının altına aldığı bir varlı­ ğın üzerinde dimdik duran, kolunu yukarıya kaldırarak "en güçlü" olduğunu gösteren bir kişi çizimidir bu ... Eğer biz, yu­ karıya kalkık duran kolu, "en güçlü" sözündeki anlamıyla "en" olarak değil de, üçüncü kişi adılı olan "o" anlamına alır­ sak; bu durumda:

83



k

gö,te•gesi dizini kaldırarak "güçlülük" gösteren bir çöp adam çizgesi;

,



göstergesi ise onun yanında kolunu göğe kaldırarak "o" diyen ikinci bir çizge olur ki; bu iki çizge bir araya geldiğinde şöyle olur:

'"' �

e 2

Bu çizge "O, güçlü olan" demektir ki, bu da Arapça­ daki "Allah" sözcüğü ile anlamdaştır. Çünkü Kur' an' da "Al­ lah" bütün varlıklara boyun eğdiren en güçlü varlıkhr. Yanlış anlamaları önlemek için şunu belirtmeliyim ki, Orhon yazıtlarında karşımıza çıkan eski Türk çizgeyazısında "Tenğri" bir kişi biçiminde gösterilmiyor; varsayınız ki, bir kişi karşımıza geçmiş, bize "Tenğri"yi el, kol, ayak devinim­ leriyle anlatmaya çalışıyor. "Tengri" sözcüğü Orhon yazıtlarında şöyle yazılmaktadır.

r ""'i � 1

84

r

eng T

Bir dilsiz, bize ''Tengri"yi kendi gövdesini biçimden biçime sokarak nasıl anlatmaya çalışırsa, bu çizgeyazı da sanki bir dilsizin ellerini kollarını gövdesini kullanarak yap­ tığı bir anlatımı çöp adam çizimlerine dönüştürerek, gözleri­ mizin önüne sermekte gibidir:

İşte, Göktürk yazısı bir çizgeyazı olarak kavrandı­ ğında, göstergeler nesnelerin çizimleri olarak düşünüldü­ ğünde, kimi göstergeler batıda pandomim adıyla bilinen "dil­ sizin anlatımı" olarak algılanırsa, -çocukların "sessiz sinema " oyunu da böyledir- bu durumda eski Türklerin "Tengri" sözcü­ ğüyle "en güçlü olan varlık"ı nasıl anlatmak istediklerini an­ lamış oluruz. Kuşkusuz, bu çizgeyazı verileri, benim okuduğumdan başka türlü okunamazlar diye bir kural yoktur. Benim bu okumam, yapılabilecek pek çok okumadan yalnızca biri olsa gerektir. Örneğin:

1 "eng" göstergesi, yukarıya kaldırılmış bir kol ola­ rak değil de, dikilmiş bir erkeklik organının çizgesi olarak gö­ rülebilir. Gerçekten de, eski Mısır yazılarında "egemenlik", "güçlülük" kavramları, ayakta duran bir erkeğin yandan gö­ rünüşünde cinsel organı yukarıya doğru açı yapacak biçimde abartılarak belirtilmiştir:

85

'f "eng" göstergesi

böyle yorumlanacak olursa, yine güçlülük" kavramını gösteriyor demektir ki, sonuçta ilk oku­ malarda verdiğimiz anlamda bir değişikliğe yol açmaya cak­ tır. "

Bilginlerin en eski Türk yazıtları üzerindeki çalışma­ ları çok yavaş gitmektedir. Bu yavaşlık zorluklardan çok ilgi

-

86

sizlikten kaynaklanmaktadır. Ben burada giriştiğim bu an­ lama çabasıyla, eski Türk yazıtlarına duyduğu ilgi azalmış bulunan Türk dilbilginlerini biraz kışkırtmak istedim. Arap din dilcileri Arapça "Allah" sözcüğünün kökleri üzerinde ne denli yoğun çalışmışlarsa, Türk dilcileri Türkçe Tenğri söz­ cüğü üzerinde anlambilimsel açıdan o denli az çalışmışlardır. Sanırım, bu açıklamalardan sonra, "Arapçadaki Allah sözcüğünün Türk dilinde Türkçe bir karşılığı yoktur, o ne­ denle doğrudan Allah sözcüğünü dilimize almak zorunda­ yız," savı geçerliğini yitirir. Farsların İslamlıktan önce tapındıkları en üst tanrının adı "Yezdan" idi. Farslar, Müslüman olduktan sonra Kur' an' da geçen "Allah" sözcüğünü "yezdan" olarak çevir­ mişlerdir. Farsça "hüda" sözcüğü de Arapça "Allah" sözcü­ ğünün yerine sık sık kullanılmaktadır. Ben, Arapça "Allah" sözcüğünün dileyen herkesçe kullanılabileceğini savunu­ yorum. Arapça "Allah" sözcüğünün Türklerce kullanılma­ sını engellemeye çalışmak gibi bir amacım da yok. Ancak Arapça "Allah" sözcüğünü kullananların, bir sürü yapay ge­ rekçe ile Türkçe "Tanrı" sözcüğünün "Allah" anlamında kul­ lanılmasını yasaklamak gibi bir amaçlan olduğu içindir ki, ''Tanrı" sözcüğünün Arapça "Allah" sözcüğüyle anlamdaş olduğunu bir kez de ben anımsatmak durumundayım. Bu ko­ nuda çok geniş bir araştırmayı, okuyucu, Prof. Dr. Hikmet Tanyu'nun İslamlıktan Ö nce Türklerde Tek Tanrı İnancı adlı ki­ tabında bulabilir.

Çoktanncılıkta Tektann Kavramı Türkçeye Arapça Farsça dinsel kavram adlarının so­ kulmasını zorunlu sayanlar, Müslümanlığın tektanrıcı bir din olduğunu; Kur' an' da geçen Arapça kavram adlarının hep tek­ tanrıcılığa özgü olduğunu; tektanrıcılığa özgü bu Arapça kav­ ram adlarının Müslümanlığı benimsedikleri sırada çoktanrıcı

87

olan Türklerin dilinde Türkçe karşılıklarının bulunmadığını; bu nedenle tektanrıcılığa özgü Arapça kavram adlarının Türkçeye çevrilmesinin olanaksız olduğunu; tektanrıcılığa özgü kavram adlarının Arapçadan alınarak olduğu gibi Türk­ çeye sokulmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu söy­ lemektedirler. Bu görüş hem bilim dışıdır, hem de doğrudan Kur'an'a aykırıdır. Çünkü, kişisoyu çağlar boyunca tektanrı inancından çoktanrı inancına, çoktanrı inancından yeniden tektanrı inancına yalpalayarak bugünlere gelmiştir. " Ö nce

çoktanrıcılık vardı, yeryüzündeki bütün toplumlar başlangıçta çok­ tanrıcıydılar; sonra tek tanrıcılığa geçildi, " biçminde düşünmenin doğru olmadığı; tektanrıcılıkla çok-tanrıcılık arasında böylesi bir evrimsel öncelik sonralık ilişkisi kurmanın yanlış olduğu; dinler alanında bilimsel araşhrmalar yapan uzmanlarca bel­ gelenmiştir. Kur'an' da da ilk insan olan Adem'in ve onun iki oğlunun tektanrıcı oldukları, çoktanrıcılığın sonradan bir sapma olarak ortaya çıktığını okuyoruz. Doğrusu, uzak geç­ mişte çoktanrıcılığın egemen olduğu toplumlar, tektanrı inan­ cını ve kavramını bilmedikleri için değil, bile bile yadsıyarak çoktanrıa olmuşlardır. Tektanrı inancını benimseyenler de çoktanrıcılığın ne olduğunu bilmedikleri için değil, bilip yad­ sıyarak tektanrıcı olmuşlardır. Ayrıca, geçmiş çağlarda top­ lumların tüm üyelerinin bir tek inanca bağlı olduklarını söy­ leyemeyiz; bir toplumda, şimdi olduğu gibi, başka başka din­ lere bağlanmış öbekler yanyana yaşayabiliyor; tektanrıcılar çoktanrıcılık kavramını, çoktanrıcılar da tektanncılık kavra­ mını biliyorlardı. Müslüman olmadan önce çoktanrıcılığa ina­ nıyor durumda olan Türklerin tektanncılığı bilmiyor olduk­ larını söylemek yanlış olduğu gibi, dillerinde tektanrıcılığa özgü kavram adları bulunuyor olmasında yadsınacak, şaşıla­ cak bir yan yoktur. Bu hem bilime hem Kur' an öğretisine upuygun bir durumdur.

88

KÜLTİGİN YAZITI GÜNEY YÜZÜ 1-5

·

11>4 : >'11 : �m : m1ı : ft.N : .rXM'ih : flttilı cı> HHVt : >DJ> : n>et1 : """" : �� : ttu : nx YfU t1M : .rtrtt : •>t>-' : MY> : t:m-t : •>.m : ll't» : 'l'Yft : .ıınw : tlllt* : ......., : 1' t'll : xtl : � : ıflN'C>I : t>t>4M'Yft : ın>ıl'>.a. t (2) 11=1 : llfl1tt : M'f>t' : ıl'l't : llttYt : .t.Hth : tlf : >JIY.ll tt : ...... . ... : ... ,.. : )lfftlf>.ı. : >llil'l>•ll> : ,,. • : 1>.a. : >t>' : M lt : lW : >ıtl'l>t-a> : .eılllı >t>.I : ...

"' : ıl'llhl' : )fJI : ll'ffh : .a.D\Ct : l'ff.. : •* : 1>.ı (3) : �hNtıflD : i>tOf : l'ttYt : .ı.tt>-' : .thYt : � : : ıP>.a.t- : ll'l'f"ttt : •�lı : fAA : M>Jt' : •x'Yl't • • .� • .... ı....,. "'lr• '"'"'" ' "' �"' 11 • .rthfl1flh : •ıcYfll : tfh : .rlıl'l"t f� : >llf : >.&.lllM'l't : >llfll tt : tXYl'I : � : .ttlf1 ttnh : .t>.• (4) : Hfl>t : mt : .A"ttt : .n>4 : txYlll : tfh : .tiM'l1 Ahfl : Ttt : lftt>t-Yt : ıt"t : .ı.et>ct : m : .rMtt : ıflAhll : tY'N't : >t>-' : J.'fff : 1lU> : .tx'l'11>' : ..,.. tt : ıl' : ılllf i > 4 : O t- > .&. : t h f l t : H l' • : » tJ : • llYıP l' h (S) : Mtt : m : ftl.111 : tl'f : >t>• : Af.ft" : 'l'llm.n � : f)t'9Pft : 1 11 : ...., : ıfftt : )t4f : ft>.11 1 : ,.,. ·

·

·

l .tengri teg tengride bolmış türük bilge kagan bu ödke ol urtum sabımın tüketi eşidgil ulayu iniygünüm oglanım biriki uguşum bodunum biriye şadapıt begler yınya tarkat buyruk begler [ ... )

2. tokuz oguz begleri bodunı bu sabımin edgüti eşid kabgdı tifila ilgerü kün togsıkka birigerü kün orbsıiiaru kungaru kün batsıkıiia yırıgaru

tün ortusıiiaru anta içreki bodun kop ma[iia körür anç]a bodun

3. kop ild i m ol amb aiiıg yok türük kagan Ötüken yış olursar ilte buii

yok ilgerü şantuii yazıka tegi süledim taluyka kiçig tegmedim birigerü tokuz ersinke tegi süled im tüpütke kiçig tegmed im kurıgaru yinçü ög[üz) 4. keçe temir kapıgka tegi süledim yıngaru yir bayırku yiriiie tegi süle­

dim bunça yirke tegi yontdım ötüken yışda yig idi yok ermiş il tutsık yir ötüken yış ermiş bu yirde olurup tabgaç bodun birle 5. tüzültüm altun kümüş işgiti kutay bunsuz ança birür tabgaç bodun

sabı süçig agısi yimşak ermiş süçig sabın yemşak agın arıp ı rak bodu­ nug ança yagutir ermiş yagru kontukda kisre aiiıg bilig anla öyür ermiş

89

İslam Öncesi Türklerde Tektann Kavramı Türk dili, Orhon yazıtlarının taşa kazındığı İ.S. 730 yıl­ larında oldukça gelişkin, kendine yeterli bir dil olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. "Tanrı" sözcüğü bu yazıtlarda geçtiği hiç bir tümcede "Tanrılar" biçminde çoğul olarak kullanılma­ mış, hep "Tanrı" biçminde yani tekil olarak kullanılmıştır. Şöyle: Tanrı güç verdiği için ..33 .

Tanrı öyle buyurduğu için, devletliyi devletsiz bı­ rakmış.34 Türk halkının adı sanı yok olmasın diye babam hakanı ve annem hatunu yüceltmiş olan Tanrı, devlet veren Tanrı, Türk halkının adı sanı yok ol­ masın diye, beni Tanrı hakan olarak tahta oturttu.35 Tanrı bağışlasın, ilahi lütfum olduğu için, ölecek halkı diriltip doyurdum.36 İşte Türkler Müslümanlığı benimsemeden önce İ.S. 730 yıllarında, "Tanrı" sözcüğünü tekil olarak böyle kullanı­ yorlardı. Bu örnekler, bize, Müslümanlıktan önceki yıllarda çoktanrıcı Türklerin tektann kavramından, Türkçenin de tek­ tanncılığa ilişkin kavram adlarından yoksun olmadığını gös­ termektedir ve tektanrıcılığa ilişkin kavram adlarından yok­ sun olmayan Türkçenin, beş altı yüzyıl sonra niçin Arapça Farsça dinsel kavram adlarıyla bozulduğunu sorgulama yet­ kesi vermektedir. Ulusumuz uzayda bir yerde çoğaltılıp yeryüzüne son­ radan yerleştirilmiş olmadığına göre, yeryüzündeki kişi so­ yundan bir dal olduğuna göre, bir dal ise boşlukta duramaya­ cağına göre, kökümüzü tanımamız gerekir. Bildiğimiz şu ki,

90

Arapların dil ağacı ile, Tü rklerin dil ağacı başkadır. Ekildik­ leri topraklar başkadır. Konuşmaya, dillenmeye başladıkları çocukluk çağlarında, Türklerle Araplar başka başka yeryüzü bölgelerinde yaşıyorlardı. Bu nedenle, dilleri başka oldu. Bir dile bir başka dilden sözcük katılacaksa; bu, o dilde o olguyu adlandıracak yerli bir sözcük bulunmadığı, tü retilmesinin de olanaksız olduğu durumlarda yapılabilir. Ancak, o dilde ya­ şayan bir sözcüğü atıp, onun yerine anlamı eş olan yabancı bir sözcüğü kullanıma sokmak, o dile yapılabilecek en büyük kö­ tülüktür. O dili kullanarak düşünen toplumun, düşünce üretme yetisini köreltici bir saldırıdır bu . . . Türkçe "yükünmek" sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça "secde"; Türkçe "yükünç" sözcüğü dinsel alan­ dan atılıp, yerine Farsça "namaz"; Türkçe "yıkanmak" söz­ cüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça "gusul", Farsça "ab­ dest"; Türkçe "ulu" sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça "ekber"; Türkçe "Tanrı" sözcüğü dinsel alandan atı­ lıp, yerine Arapça "Allah"; Türkçe "bağırsak" sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça "rahman"; Türkçe "duyuru" sözcüğü dinsel alandan atılıp, yerine Arapça "ezan", vb. gibi sözcükler konması; Türklere benimsedikleri dinin anlam dolu içeriğine dalmayı yasaklamış ve onları anlamını bilmedikleri Arapça sözcüklere büyüsel işlevler yükleyen ilkel kişiler du­ rumuna düşürmüştür. Oysa Tanrı, kimseye anlayamayacağı bir dille bildirimde bulunmadığı gibi, kimseden de bilmediği bir dille anlamadığı sözcüklerle kendisine seslenmesini iste­ memiştir.

Bir Çevirmen Olarak Tanrı ve Kur'an'daki Çeviriler Kur'an, Tanrı'nın özel ulağı Cebrail aracılığıyla elçisi Muhammed'e iletip içinde yaşadığı topluma duyurmasını is­ tediği bildirimlerden oluşur. Bu bildirilerde, Araplara, o gün­ den önce, geçmiş çağlarda yabancı toplumlarda neler olup 91

bittiği de anlatılmaktadır. Kur'an'da Tann'run Araplara Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, geçmişte Arap olma­ yan, Arapça konuşmayan başka toplumlara başka başka dil­ lerle bildirimlerde bulunduğu, şöyle açıklanmıştır: Biz hiç bir elçiyi içinde yaşadığı kendi toplumu­ nun konuştuğu dilden başka, onlara yabancı bir dille göndermedik, ki onlara bildirilerimizi apaçık anlatsın.37 Tanrı'nın Kur'an'daki bu bildirisi çok açıktır; her top­ lum Tanrı'nın bildirilerini kendi anadiliyle öğrenip anlaya­ caktır. Tanrı bunu böyle buyurmuş ve hep böyle yapmıştır. Tanrı, öğretisinin Amerikalılara Fransızca, Araplara Çince, Almanlara Japonca, Türklere Arapça bildirilmesini isteme­ miştir. Din dilinin Türkçeleştirilmesi, bilimsel bir zorunluluk olduğu denli, bu Kur'an ayeti uyarınca, Tanrı'nın da bir buy­ ruğudur. Tanrı'run, Araplara elçisi Muhammed aracılığıyla Arapça bildirimlerde bulunmadan önce, başka toplumlara Arapçadan başka dillerde yaptığı uyarılar, Kur'an'da Arap­ çaya çevrilerek, Araplara bildirilmiştir. Örneğin, Kur'an'da adı geçen Tanrı elçilerinden Davud ve Süleyman, Muham­ med' den binbeşyüz yıl önce, Musa ise binyediyüz yıl önce ya­ şamışlardır ve onların başlarından geçenler, Tanrı'nın onlara Arapçadan başka bir dille verdiği buyruklar, Kur'an' da Tanrı tarafından Arapçaya çevrilerek aktarılmaktadır; eğer onların konuşmaları Kur' an' da Arapçaya çevrilerek aktarılmasa, Araplarca anlaşılamayacaktı. Bu durum, Tanrı buyruklarını dilden dile çevirmenin olanaklı, gerekli ve zorunlu olduğunu, ve çeviri işinin doğrudan doğruya Kur' an' da Tanrı tarafından yapılmış olduğunu göstermektir. Kur' an öğretisinde dil, konuşma yetisi, yalnızca kişi­ soyuna verilmiş bir yetenek değildir; kuşların da, karıncaların

92

da, öteki yaratıkların da, kendilerine özgü birer dilleri vardır. Kur'an'ın bu öğretisi bilime aykırı değildir; bilim adamları yunus balıklarıyla ve başka yaratıklarla dilsel bir iletişim kur­ mayı başarmışlardır. Kur'an' da, Tanrı elçisi Süleyman'ın: "Ey Kişioğulları, bize kuş dili öğretildi." dediği bildirilir.38 Süley­ man bu sözleri Kur' an' dan binbeşyüz yıl önce Arapça olma­ yan bir dille söylemiş; Kur'an, çevrilmese Arapların anlaya­ mayacakları bu sözleri, Arapçaya çevirerek, Araplara aktar­ mıştır. Yine Kur'an' da bir ayet: "Bir dişi karınca dedi ki: Ey ka­ rıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, bilmeyerek siz­ leri çiğnemesinler. " biçmindedir.39 Tanrı elçisi Süleyman, o dişi karıncanın bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Kur'an' da Arapçaya çevrilmiş olmasa, Araplar o dişi karınca­ nın ne dediğini, doğaldır ki hiç bilemeyeceklerdi. Kur'an'ın büyük bir bölümü, geçmiş çağlarda yabancı d illerde olup bitmiş bir çok konuşmanın Arapçaya çevrilerek Araplara aktarılmasından oluşur. Bu bir yandan Tanrı'nın yalnızca Arapça bildirimlerde bulunmadığını; her topluma o toplumun diliyle seslendiğini; Arapçadan başka dillerde de bildiriler gönderdiğini gösterirken; öte yandan Tanrı'nın başka dillerde gönderdiği bildirilerin Arapçaya çevrilebildi­ ğini kanıtlamaktadır. Bu demektir ki, Tanrı çeşitli topluluk­ lara hep başka dillere çevrilebilecek türde bildiriler gönder­ miştir, çevrilemez türden bildiriler değil; öyleyse Tanrı'nın Kur' an' da toplanan Arapça bildirileri de başka dillere çevrile­ bilir niteliktedir.

Kuşdili ve Kur'an Yukarıda Kur'an' dan ayetler aktararak, dilin yalnızca kişisoyuna verilmiş bir yeti olmadığını; kuşların da karıncala­ rın da kendileri özgü dilleri bulunduğunu göstermiştik. Şimdi de yine Kur' an' dan ayetler aktararak, Kur' an' da geçen pek

93

çok tektanrıcı kavram adının kuşların dillerinde bile birer kar­ şılıkları olduğunu göstereceğiz. Kur'an'da bir kuşun Tanrı elçisi Süleyman'a şunları söylediği aktarılmaktadır: Ben, senin bilmediğin bilgiler edindim. Sebe yöre­ sinden sana dosdoğru bilgiler getirdim. Gördüm ki, onları bir kadın yönetiyor. Herşey onun elinde. Çok da büyük bir de egemenlik koltuğu var. Onu, toplumunu, Tanrı'ya tapmayı bırakmış, güneşe yükünür, tapar durumda buldum. Saptırıcı (Şey­ tan) böyle yapmayı onlara güzel göstermiş, onları böylelikle doğru yoldan alıkoymuş, doğru yolu göremiyorlar; bu ise, göklerdeki, yerdeki tüm giz­ liyi bilen, açığa çıkaran, gizlenenleri de açığa vu­ rulanları da bilen Tanrı'ya yükünmesinler diye­ dir . . . Oysa, kendisinden başka hiç bir Tanrı olma­ yan O Tanrı, biricik büyük egemenlik erkidir.40 Kur'an'da, Süleyman'a bütün bu sözleri söyleyenin "Hüdhüd" adlı bir kuş olduğu bildirilmektedir. Hüdhüd adlı kuş, bunları Süleyman'a kendi kuş dilince, cikleyerek söyle­ miştir; Hüdhüd adlı kuşun bu ciklemelerinin anlamını diğer duyanlar değil, yalnızca "Ey insanlar bize kuş dili öğretildi," diyen Süleyman anlamıştır.41 Bu kuşun o ciklemelerle Süley­ man'a söyledikleri, Kur'an'da Arapçaya çevrilerek Araplara aktarılmıştır; ki Araplar anlayabilsin . . . Bu kuşun kuşca cikle­ melerin Arap dilindeki karşılıklarını Kur'an'ın yukarıda ak­ tardığımız ayetlerinde okuyoruz ve bu kuşun dilinde Kur'an'da geçen çok önemli şu gibi düğüm kavramların kuşca karşılıklarının bulunduğunu görüyoruz:

94

"yakin", "nebi", "ihata", "vücud", "melik", "arş", "azim", "kavim", "secde", "şems", " Allah", "ziy­ net", "şeytan", "amel", "fesad", "sebil", "hida­ yet", "ihraç", "sema", "arz", "alem", "ilim", "rab" Evet, Kur'an Türkçeye çevrilemez diyenlerin Türk­ çede bir karşılıkları yoktur dedikleri Kur' an' da yer alan bu Arapça kavram adlarının hepsinin karşılıkları, bir kuşun di­ linde ciklemeler biçminde vardır; Kur'an böyle söylüyor! .. Arapça "Allah" sözcüğünün Kur' an' dan binbeşyüz yıl önce yaşayan bir kuşun ciklemelerinde dahi kavramsal bir karşılığı varmış; Kur' an' daki "rab" sözcüğünün kavramsal karşılığı bile varmış bir kuşun dilinde! öyleyse; "Kur'an'da geçen Arapça dinsel kavram adlarının Türkçede karşılıkları yok­ tur," diyenler utanmalıdırlar; çünkü Kur'an'a göre Kur'an' da geçen Arapça kavram adlarının kuşların dillerinde bile cik­ leme biçminde birer karşılıkları vardır. Bu kuş, Tanrı elçisi Sü­ leyman' a, Süleyman'ın dilinde seslenmiyor; Arapça da ses­ lenmiyor; o yalnızca kendi kuşdilinde şakımaktadır. Süley­ man "kuş dili"ni bilmiyor olsa, bu kuşun ne dediğini anlaya­ mayacaktır. Kur'an'a göre kuşların düşüncesinde bile kavram olarak bulunan dinsel deyimlerin, Türk düşüncesinde kav­ ram olarak karşılığı yoktur, diyenler; Türkleri kuşlardan bile geri sayıyorlar demektir. Türk dilinin uğradığı en büyük sal­ dırı, Kur'an'da, kuşların düşüncesinde kuşça karşılıklarının birer kavram olarak yaşadığı sergilenen kimi dinsel deyimle­ rin; Türklerin düşüncesinde, Türkçe birer karşılıkları yoktur, kandırmacası ile Türk diline Arapça-Farsça sözcüklerin dol­ durulmasıdır. Oysa, kuşkusuz ki, Türk dili kuşların dilinden engin­ dir, yetkindir. Her kim ki, Kur'an' da geçen Arapça sözcükle­ rin Türkçede bir karşılığı yoktur, derse; o ki Türk dilini kuş dilinden bile aşağı saydığını söylemektedir.

95

Kuşkusuz ki, Türk beyni kuşların beyninden gelişkin­ dir, yetkindir. Her kim ki, Kur' an' da geçen kavramların Türk­ lerin düşüncesinde kavramsal karşılıkları yoktur, derse; o ki Türklerin kavrayışını kuşların kavrayışından bile aşağı gör­ düğünü söylemektedir. Türklerin dili kuşların ciklemelerinden, Türklerin kav­ rayış düzeyi kuşların kavrayış düzeyinden engindir, derindir, ileridir, gelişkindir. Ancak, bu en yalın gerçeğin Arab'ı rablaş­ hran dinbilgiçlerince beyinleri yıkanan Türklere yeniden ka­ nıtlanması gerekiyor; çünkü Türkler, kendi dillerinin kuşların dillerinden bile yetersiz; kendi beyinlerinin kuşların beyinle­ rinden bile küçük olduğuna kandırılmış bulunuyor. Bu kan­ dırma işlemi, uzun geçmiş boyunca, ağızlarından "Allah" sözcüğünü düşürmeyen, ancak Tanrı'dan gerektiği gibi çe­ kinmeyen, Arab'ı 'Rab'laştıran din adamlarınca gerçekleşti­ rilmiştir. Kur'an' da, kuşların da, öteki yaratıkların da kendi tür­ lerine özgü "salat"ları (namazları, yükünçleri), "tesbih"leri (Tanrı'yı yüceltip ululama biçimleri) bulunduğu bildirilmek­ ted ir.42 Yeryüzü, gökler, tüm varlıklar Tanrı'yı kendilerine özgü biçimlerde "tesbih" etmekte; yücclhnektedir. Tanrı'ya uzanarak onu "tesbih" etmeyen (yüceltmeyen) varlık yoktur; ancak kişioğulları onların dillerini bil medikleri için onların kendilerine özgü biçimlerde gerçekleştirdikleri "tesbih"lerini (yüceltmelerini) anlayamamaktadır.43 Kur'an böyle bildiriyor. Öyleyse, Kur'an'ın bildirdiklerine inanan bir kişi, kalkıp da; "Tanrı'ya Arapçadan başka bir dille seslenilemez," diyemez. Derse, Tanrı'nın bildirdiklerini yalanlamış olur. Her varlık türü, nasıl kendi türüne özgü bir biçimde Tanrı' ya yöneliyor ise, her kişioğlu öbeği de, işte hpkı öyle, kendi toplumunun anadiliyle Tanrı'ya yönelir. Tanrı'nın niteliklerinden biri de "alemlerin rabbı" olmasıdır. Bunun Türk dilindeki anlamı şu-

96

dur: Tanrı, bütün yaratık türlerinin, bütün kişioğlu kümeleri­ nin, ırklarının, soylarının, varlıklarını, gelişmelerini ona borçlu oldukları biricik varlıktır. Türler de, soylar da, uluslar da, tür olarak türlerini, ulus olarak ulusluklarını, gelişmele­ rini, biçimlerini, renklerini, dillerini, kavrayış yetilerini hep Tanrı'ya borçludurlar. Tanrı, kendisinin varlığını, birliğini kavrama yetisini yarattıklarına vermiştir. Üstelik bu yetiyi yalnızca kişisoyuna vermekle yetinmemiş, öteki yaratık türle­ rine de vermiştir. Öyleyse, şu ya da bu ulusun dilinde Kur'an'da geçen kavram adlarının karşılığı yoktur, yalnızca Arap dilinde vardır, diyenler, Tanrı'nın Kur'an'da bildirdik­ lerini ya bilmeden konuşuyorlar ya da bile bile yalanlıyorlar . . . Sonuç olarak; "Arapça dinsel deyimlerin Türkçede karşılığı yoktur, bu nedenle bu Arapça sözcükleri Türkçeye alıp kullanmak zorunludur," savının elle tutulacak bir yanı yoktur. Üstelik bu sav, Kur'an' da öğretilene bütünüyle aykı­ rıdır.

Kavramsal Karşılıklar Sorunu Bir toplum, yaşamda ayırdına vardığı yeni durumlar için yeni sözcükler türetir. Bir toplumun dilindeki sözcüklerin sayısı ne denli çok ise; o toplum, yaşamda o denli çok olgunun ayırdına varmış demektir. Bir toplumun dilinde bulunan bir sözcüğün, başka bir toplumun dilinde karşılığı bulunmaması demek; bir toplumun ayırdına vardığı bir olgunun, öteki top­ lum ayırdına varamamış, demektir. Eğer Arapça bir sözcü­ ğün, Türklerin dilinde eşdeğerli bir karşılığı yok ise, bu, Arap­ ların ayırdına vardığı o olgunun, Türklerce ayırdına varıla­ madığı anlamına gelir. Diyelim ki Arapçadaki "rab" sözcüğü­ nün Türklerin dilinde bir karşılığı bulunamasın. Bu, Arapla­ rın kendi yaşam süreçleri içerisinde ayırdına varıp "rab" söz­ cüğüyle adlandırdıkları o olgu, Türklerce yaşanmadı, bilinmi­ yor demektir. Eğer Türkler, böyle bir olguyu tanımadılar ise, doğal olarak bunu gösteren bir sözcükleri de olmayacaktır. 97

Ancak, eğer Türkler gerçekten de o olguyu tanımamışlar ise, yaşamlarında bunun ayırdına varmadılar ise, bu Arapça söz­ cüğü duyunca mı o olgunun ayırdına varacaklardır? ... Yaşamı boyunca "boğulmak" diye bir olguyla karşılaşmayan balık­ lara, "boğulmak" sözcüğünü öğretebilir misiniz? Bir balık, "boğulmak" sözcüğünü seslendirmeyi öğrense bile, bu onun "boğulmak" olgusunu kavradığı anlamına mı gelir? .. Eğer Arapça "rab" sözcüğü; "Türklerin dilinde bunun karşılığı yoktur," denilerek Türkçeye sokulmuş ise; Türklerin diline, bilmedikleri, tanımadıkları, yaşamda ayırdına varma­ dıkları bir olguyu adlandıran bu Arapça sözcük girdi diye, Türkler bunun ayırdına mı varmış olacaklar? .. Arapça "rab" sözcüğünün Türk yaşamında,Türk imgeleminde, Türk di­ linde bir karşılığı yoksa, biz bu Arapça sözcüğü alıp Türk di­ line sokunca, anlamını kavratmış mı oluruz? Arapçadaki "rab" sözcüğünün eski Türk dilinde bir ka rşılığı va rdır; "İgdi" (idi, idhi) .. "İgdi" sözcüğü bugün kul­ landığımız "eğitim" sözcüğünün en eski söyleniş biçimlerin­ den biridir. Bu sözcük yüzyıllar boyu Kur'an çevirilerinde de kullanıldı. Yüzyıllar sonra kalkıp, "eski Türkçe "igdi" söz­ cüğü, Arapça "rab" sözcüğünün anlamını karşılamıyor," di­ yerek, Türkçesini atıp Arapçasını soktular. Sonunda Türkler anlamını gözlerinin önüne getirebildikleri "igdi" sözcüğünü unutup, anlamını gözlerinin önüne getiremedikleri "rab" söz­ cüğünü kullanır oldular. Bunun Türklerin Kur'an'ı anlama­ sına bir yararı olmadığı gibi; Türkçeye de, Türk toplumuna da bir yararı olmamıştır. Şimdi Türkler, Tanrı'ya anlamını gözle­ rinde önüne getiremedikleri, kendileri için anlamı bulanık ka­ lan bu "rab" sözcüğüyle yakarmakta; bu yüzden kendi yaka­ nlarına bile yabancılaşmış durumdadırlar. Diyelim ki, Arapçadaki "iman" sözcüğünün Türk di­ linde bir karşılığı, eşdeğeri bulunamıyor olsun. Bu neyin gös-

98

tergesidir? Türklerin düşüncesinde böyle bir kavramın oluş­ mamış olduğunun, değil mi? Öyle ya; eğer Türklerin düşün­ cesinde böyle bir kavram oluşmuş bulunsa idi, Türklerin söz­ cük dağarağında bu kavramı adlandıran Türkçe bir sözcüğün de bulunması gerekirdi. Eğer yok ise, Türk'ün düşüncesinde o kavram oluşmamış demektir. Böyle bir durumda ise, Türk' ün düşünde karşılığı kavram olarak bulunmayan bir ya­ bancı sözcüğü, Türk'ün diline sokmanın, Türk'e bir yararı yoktur, olamaz. Oysa, Türk diline sokulan Arapça dinsel deyimlerin tümünün de Türk dilinde karşılıkları vardı, kullanılıyordu, yüzyıllarca da kullanıldı. Demek ki, Türk diline sokulan bü­ tün bu Arapça sözcükler, hiç bir sağlam gerekçeyle, gerçek bir gereksinmenin sonucu olarak Türkçeye sokulmuş değildir. Kişioğlunun düşüncesinde yepyeni bir kavram ışıdı­ ğında, kişioğlu bu yepyeni kavrama kendi dilindeki kökler­ den yeni bir sözcük türeterek bir ad verir. Kişioğlu, düşünce­ sinde ışımaya başlayan yepyeni bir kavrama, kendi dilinin köklerinden bir ad türetmeye çabalarken, onun önünü kesip, böyle yapmamasını, bunun yerine, yabancı dilden bir sözcük alıp kullanmasını dayatmak, öncelikle onun sözcük tü retme yetisini işlemez konuma geriletir ki, bu da ona yapılmış bir iyilik değil, kötülüktür.

Nesne Adlarının Kavram Adlarına Dönüşmesi Bugün kullanılan "elektrik" sözcüğü Grekçe "elekt­ ron" sözcüğünden türetilmiştir. İ.Ö.700 yıllarında, Grekçe­ deki "elektron" sözcüğü, Farsçada "kehrüba" denilen bir nes­ nenin adıydı . Bu kah nesne (reçine), bir yere sürtüldükten sonra, küçük nesneleri kendine çekme özelliği gösteriyordu. Farsçada "keh", "saman" anlamına geliyor; Farsça "rüba" ise "çeken" anlamına geliyor. Farsça "kehrüba", "saman çeken" demektir. İşte Grekçedeki "elektron" sözcüğü de bu nesnenin

99

Grekçedeki adı idi; "elek"+" tron"= "saman"+"çeken" .. De­ mek ki, bugün kullandığımız. "elektrik" sözcüğü, İ.Ö.700 yıl­ larında, reçinenin bir yere sürtüldükten sonra saman gibi nes­ neleri kendisine çekmesi olgusunun gözlemlenmesi ile ilinti­ lidir. Şimdi, Grekçede "saman çeken" anlamına gelen "elekt­ ron" sözcüğü bugünkü "elektrik" sözcüğünün kökü olabili­ yor; Farsçada "saman çeken" anlamına gelen "kehrüba" bu­ günkü "elektrik" olgusunun Farsçadaki adı, kökü olabiliyor; peki ama niçin bugünkü Türkçede "elektrik" olgusunun Türkçe kökten türetilmiş yerli bir adı yok? Yani Tü rkçede "sa­ mançeker" denemiyor muydu? Bugün "elektrik" sözcüğü Türkçeye Grekçeden girmiş ve bunun Türkçe bir karşılığı yok ise; bu durum, Türkçede "elektrik" anlamına gelecek bir söz­ cük bulunmadığı için değil, yalnız ve yalnız Türkçe sözcükle­ rin kavramlara ad olamayacak denli yetersiz, sığ kaldıkları; kavramlara ad olabilecek denli derin anlamlar içermedikleri önyargısından kaynaklanmaktadır. Oysa, tüm dillerde bulu­ nan kavramlaşmış sözcükler, sözlükteki anlamlarıyla, o kav­ ramları nitelemek için yeterli olamazlar. Bu bütün diller için geçerlidir. Ne Grekçedeki "elektron" (samançeker) sözcüğü, ne de Farsçadaki "kehrüba" (samançeker) sözcüğü, sözlük­ teki bu kök anlamlarıyla sonradan ad olacakları "elektrik" kavramının derinliğini yansıtabilmektedirler. Bu sözcükler o kavramları, sözlükteki anlamları ile taşıyamazlar, o kavram­ lar bu sözcüklere sonradan yakıştırılır. Bu sözcükler doğduk­ larında kavram adı değildirler; sonradan kavramlaştırılmış, eşdeyişle kendilerine sonradan kavram yüklenmiş nesne ad­ larıdır bunlar. Bütün uluslar, kendi sözcüklerine, nesne adla­ rına, o sözcüklerin sözlük anlamının karşılayamayacağı öl­ çüde derin olan kavramları yükleyebiliyorlar da, Türkler ni­ çin kendi öz dillerindeki sözcüklere kavram yüklemeyi ger­ çekleştiremiyorlar? .. Çünkü Türkler, kendi dillerinin, kendi yerli sözcüklerinin, bir yandan dinsel kavramları yansıtama-

100

yacağına, öte yandan bilimsel, düşünsel kavramların adı ola­ mayacağına kandırılmışlardır. Bu kandırma, önce din ala­ nında başlatılmış, sonra bilim, düşün, sanat, yasa ve yargı alanlarında sürdürülmüştür. Bir örnek daha: Bugün bizim "jet" dediğimiz uçak tü­ rüne Araplar, Arapça olarak "nefaşet" demektedirler. Bilin­ diği üzere, İngilizce "jet" adı verilen uçak türü, içinde yaşadı­ ğımız yüzyıldan önce bilinmiyordu. Ancak, Araplar İngilizce "jet" sözcüğünün kendi dillerindeki karşılığı olarak kullan­ dıkları "nefaşet" sözcüğünü en az binbeşyüz yıldan bu yana kullanıyorlar. Kur'an' da yalnızca bir kez, o da "üfürmek" an­ lamında geçen bu sözcük, bugün Arap dilinde "jet" uçakları­ nın Arapça adı olarak kullanılmaktadır. Araplar kendi dille­ rinde "üfürmek" anlamına gelen bir sözcükten, "jet uçağı" an­ lamına gelecek bir ad türetebiliyorlar da, Türkler niçin Türkçe "üfürmek" anlamına gelen yerli bir sözcükten İngilizce "jet"in anlamına gelecek Türkçe bir ad türetememişlerdir? Sözgelimi İngilizce "jet" demek yerine, Türkçe "em"+"üfür"="emüfür" diyebilirdik, çünkü önden emdikleri yeli arkadan üfüren uçaklardır bunlar. "Jet" sözcüğü, İngiliz dilinde, bu ad ile anılan uçak tü­ rünün yapımından yüzyıllarca önce "fışkırmak", "meme", "emzik" gibi anlamlarda kullanılır, sigara içilen ağızlık anla­ mında da gelirdi. Biz Türkler niçin buna kendi dil kökümüz­ den bir ad türetemiyoruz da, gidip yabancı dildeki adını alı­ yoruz? Bizim dilimizdeki sözcük köklerinin "sığ"(!) anlamları bu çağdaş buluşu, bu uçak türünü adlandırmaya yetmiyor da, yabancıların dillerindeki "üfürmek", "tükürmek", "püskür­ mek", "meme", "emzik" gibi anlamlara gelen sözcük kökleri sanki pek mi yeterli geliyor? Bu son kertede utanılası durum; Türklerin kendi dille­ rini küçük görmesi, Türklerin kendi dillerine yabancılaştırıl­ ması çabalarının başarısıdır. Bu yabancılaştırma süreci, önce 101

din alanında Araplaştırma, Farslaştırma ile başlatılmış; Türk dili yoğun bir Araplaştırma, Farslaştırma saldırısına uğramış­ tır. Türkler Araplarla, Farslarla tanışmadan önce Farsların "ayna", Arapların "mirat", "minzarü" dedikleri nesneyi Türkçe "közüngü" sözcüğüyle adlandırırlardı. Araplar "min­ zarü" sözcüğünü nasıl "gözetleme" anlamına gelen Arapça "naziretü"den türetmişlerse, Türkler de bugün "göz" diye seslendirdiğimiz "köz" sözcüğünden Arapların "minzarü", Farslann "ayna" dedikleri "közüngü" sözcüğünü türetmiş­ lerdi. Şimdi artık Türkler, Öztürkçe "közüngü" sözcüğünü çağlardır unutmuş, kullanmıyor; onun yerine, Farsça "ayna" demektedirler. Niçin? Çünkü Türkler kendilerini bir an gel­ miş kendi "köz"leriyle Türk "közüngü"sünde değil, Arap "ayn"ı ile Fars "ayna"sında görmeye başlamışlardır. Çünkü böyle yaparlarsa Tanrı'yı sevindireceklerine koşullandırılmış­ lardır. Türkler kendi dillerine yabancılaşmaya "Allah" adı araç edilerek, sömürülerek kandırılmışlardır. Oysa Kur'an' da; "Uyanık olun, "Allah" ile kandırılmayın!" anla­ mına gelen çok önemli bir uyan da vardır . . 44 .

Tanrı Türklere kendi dilinizdeki "güneşlik" sözcü­ ğünü atın, yerine Arapça "şemsiye" sözcüğünü alın; kendi di­ linizdeki "közüngü" sözcugunu atın, yerine Arapça "ayn"dan Farsça "ayna" sözcüğünü alın; kendi dilinizdeki "gündoğusu" sözcüğünü atın, yerine Arapça "şark" sözcü­ ğünü alın; kendi dilinizdeki "günbatısı" sözcüğünü atın, ye­ rine Arapça "garb" sözcüğünü alın; kendi dilinizdeki "yar­ gıç" sözcüğünü atın, yerine Arapça "hakim" sözcüğünü kul­ lanın; ne denli çok Türkçe sözcüğü atıp, ne denli çok Arapça, Farsça sözcük kullanırsanız, o denli severim sizi, dememiş­ tir ... Tanrı Türklere: "Bana anlamını bilmediğiniz Arapça söz­ cüklerle seslenin," dememiştir.

102

Türk Din Adamlarının Arapçayla İlişkisi Türk din adamları Arapçayı çok iyi öğrenmek zorun­ dadırlar; çünkü bağlandıkları dinin kutsal bildirgesi, öğretisi Kur'an, Arap diliyle yazılmıştır. Türklerin çok ileri düzeyde Arapça bilen dil uzmanları yetiştirmesi, başka alanlar dışında, öncelikle Kur'an'da nelerin öğretildiğinin Arapça bilmeyen Türklere Türkçe olarak söylenmesi, yazılması için gereklidir. Türkleri Araplaştırmak için değil; Müslümanlığı kavratmak için. Eğer bir Türk'ün çevirdiği Kur'an'ın yüzde altmışı Arapça sözcüklerden oluşuyorsa, o Türk, bütün Türkleri Arapça biliyorum diye aldatmış sayılır. Çünkü Arapça söz­ cüklerin yüzde altmışının Türkçe karşılığını bilmeyen bir Türk, Türkçeyi de Arapçayı da ileri düzeyde biliyorum diye­ mez. Bir Türk için Arapça bilmek, her şeyden önce Arapça sözcüklerin, Arapça kavram adlarının Türk dilindeki karşılık­ larını bilmek demektir. "Arapça sözcükleri, kavram adlarını biliyorum, ancak Türkçe karşılıklarını bilmiyorum," diyen bir Türk, Arapça bilen bir Türk değil, Araplaşmış, Türkçeyi unu­ tacak denli Araplaşmış bir Türk demektir. Türklerin Türkçeyi unutacak denli Araplaşmış Türklere değil, Türkçeyi de Arap­ çayı da çok iyi bilen, Araplaşmamış, Arapça öğrenirken kendi dilini unutmamış Türklere gereksinimi vardır. Türkçeyi unu­ tacak denli Arapça bilen Türkler ile, Tü rkçe bilmeyen Araplar arasında, bir işlevsel ayırım yoktur. İkisi de Arapça bilmeyen bir Türk'e, Arapça yazılarda ne öğretildiğini Türkçe olarak anlatabilme yetisinden yoksundur çünkü. Arapçadaki kav­ ram adlarının Türk dilinde karşılığı yoktur, bu nedenle Arapça sözcükleri Türk diline sokmak gerekiyor, diyen kişi, eğer bir Türk yurttaşı, annesi babası Türk, anadili Türkçe ve Türkiye' de doğmuş bir kişi ise, bu kişi ya ne dediğini bilme­ yecek denli saçmalıyor ya da Arapça kavram adlarının, söz­ cüklerin Türkçe'de karşılıklarının var olduğunu unutacak denli Araplaşmıştır.

103

Din alanında uğraş veren bütün Türkler değil, ancak bu alanda çalışan Türkler'in küçümsenmeyecek bir bölümü ya ne dediğini bilmeyecek denli saçmalamakta ya da Türk di­ lini unutacak denli Araplaşmış oldukları için; Türk toplu­ munu etkileme gücü de nasıl olduysa bunların eline geçtiği için; Osmanlı'nın son beşyüz yılında, Türk dili, bu gibilerin etkisiyle dinsel, bilimsel konularda özgün düşünceler üretme aracı olmaktan çıkmıştır. Bunlar kendi kendilerini anadille­ rine yabancılaştırdıkları ölçüde, toplumumuzu da anadiline yabancılaştırmışlardır. Bir somut örnek vermek gerekirse, 1925'te Kur'an'ı Türkçe'ye çevirme (tercüme) ve yorumlama (tefsir) işini üst­ lenen ve yaptığı çalışma Diyanet İşleri'nce Hak Dini, Kur'an Dili adıyla yayımlanan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın, bu kitabında geçen şu sözlerine bakmamız yeterli olacaktır: Şurası şayanı ihtiyardır ki, Arabçada "üzün" (işitme organının adı) ile "semi" ve "semia" (işitme yetisi); "ayn" (görme organının adı) ile "basar" (görme yetisinin adı) pek güzel temyiz ve tefrik edilmiş (dilde sözcük olarak ayrılmış)tır. Lakin Türkçemizde hem "üzn"e hem "semia"ya sade "kulak" dediğimiz gibi; "ayn" ile "basar" ı ayırmayarak ikisine de "göz" deriz. Halbuki cis­ mani kulak sağırlarda da, cismani göz bakarkör­ lerde de de mevcuttur. Burada ruh ve cisim tahli­ line ihtiyaç vardır. Ve bu noksanı Arapça ile ikmal etmeye mecbur olmuşuzdur.4s M. Hamdi Yazır, Türkçe'nin diğer dillerden geri olma­ dığının vurgulandığı Dil Devrimi yıllarında, 1935'te yayımla­ nan kitabında, Türklerin gözünün içine baka baka; Arap dili­ nin Türkçe'den üstün olduğunu, Arapça'da dile getirilebilen ince ayrımların Türkçede dile getirilemediğini savunmuş;

104



"Türkçede hem kulağa hem de kulağın yaptığı işe "kulak" denir, Türkçede hem göze hem de gözün yaptığı işe "göz" denir,

v.b. gibi saçma sözler edebilmiştir. Oysa herkes bilir ki Türk dilinde işitme organının adı ile işitme ediminin adı tek söz­ cükle, "kulak" ile anlatılmaz. Organın adı "kulak"tır evet, fa­ kat yaptığı işin adı "kulak" değil "işitmek"tir, "duymak"tır. Türkçede "gözü olup da görmeyenin" adı "sokurga" dır.46 Türkçede görme organının adı evet "göz"dür, fakat yaptığı işin adı "göz" değil "bakmak"tır, "görmek" tir. Türkçede hem görme organına, hem de bu organın yaptığı işe tek ad verilip "göz" denilmez. M. Hamdi Yazır'ın Türkçeye yüklediği "özür"ü biz Arapçada bol bol bulabiliriz. Çünkü Arapçada bir organın adıyla o organın yaptığı işin adının ayru kökten türe­ miş sözcükler olduğu pek çok örnek vardır. Arapçada "ayn", gözün organ olarak adıdır. Bu addan türetilmiş "ayene" ise gözlemek anlamına gelir. Arapçada "üzün" kulak anlamına gelir, bu sözcükten türetilmiş "azine" sözcüğü ise; "kulak ver­ mek", "dinlemek" anlamına geliyor. Türkçedeki sözcüklerin, Arapça sözcüklerin anlamını karşılayamadığı ve buna l:>ağlı olarak da Arapça sözcüklerin doğrudan Türk diline alınması­ nın kaçınılmaz olduğu savı, görüleceği üzere burada da kar­ şımızdadır. Bir dinbilgiçince, bir Kur'an yorumunda, bu sav, ikide bir karşımıza dikilmektedir. Türk dilinde var olan kimi sözcükleri, Arapçalarını Türk diline sokmak amacıyla yok sa­ yan pek çok dinbilgiçleri, Türkçenin yoksullaştırılmasının ağır sorumlularıdır. Bunlar yalnızca Türklere karşı değil, Tanrı'ya karşı da sorumludurlar. Tanrı, var olana yok diyen­ leri, gerçeği örtenleri sevmediğini bildirmiştir ... Altay yaradı­ lış söylencemizde bu şöyle vurgulanır:

'Var'a yok demeyin; 'var'a yok diyen, yok olur!.. 105

V- Dilde Yabancılaşma ve Düşünce Üretme Yetisi Buraya dek Türk diline Arapça Farsça sözcüklerin gi­ riş nedenleri üzerinde du rduk. Saydıklarımızdan başka ne­ denler de bulunabilir. Ancak biz kendimizi din ve dil ilişkile­ riyle sınırlı tuttuğumuz için, yalnızca konumuzu ilgilendiren nedenler üzerinde durup, bunun yolaçhğı sonuçları irdele­ meye geçiyoruz. Uzak geçmişte Türkçeye çok sayıda Arapça Farsça sözcükler girmesi dilimizde ne gibi değişimlere yol aç­ mıştır, bunu araşhracağız. Türkçeye yabancı kökenli sözcüklerin bu yoğunlukta girmesi, öncelikle dilin sağlıklı kök türev ilişkisini olumsuz yönde etkilemiştir. Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek üzere, bir dil için kök türev ilişkisinin ne denli önemli, yaşam­ sal olduğunu görelim ki, bu ilişki kopunca neler olduğunu kavrayabilelim.

Dilde Kök-Türev İlişkisi Bir dildeki sözcük kökleri, birer ağaç kökü gibi düşü­ nülebilir. Dil, bir orman; sözcük kökleri, bu ormana dikilmiş boy vermiş ağaçların kökü gövdesi; türev sözcükler de, ağaç­ ların dalları, yaprakları olarak düşünülebilir. Bir ulusun dili çok sayıda ağaçtan oluşan bir orman gibidir. Her bir ağacın kökü, gövdesi, dalları vardır. Türk dil ormanında dolaşıyo­ ruz. İşte şurada "yar" kökünün ağacı. Gövdesi "yarmak" . Dallarında; "yarım", "yarış", "yaranmak", "yarı", "yaraş­ mak", "yarılmak", "yarık", "yaraç", "yardım", "yara", "yargı", "yaratmak", "yaratık",vb. gibi hepsi "yar" kökün­ den, "yar" tohumundan türemiş kökdeş sözcükler; türevler . . . İleride "er" kökünün ağacı var. Gövdesi "ermek" . Dallarında "erkek", "erken", "eren", "ertelemek", "erdem", "erek", "erik", "erişmek", "erinmek", "erinç", "erlenmek", vb. gibi, hepsi "er" kökünden,"er" tohumundan türemiş kökdeş söz-

106

cükler; türevler . . . Az ötesinde bir başka kökten, "tut" tohu­ mundan boy verip serpilmiş bir başka ağaç. Gövdesi "tut­ mak" . Dallarında "tutam", "tutamak", "tutanak", "tutar", "tutarlılık", "tutkal", "tutku", "tutkun", "tutsak", "tutuklu", "tutum", "tutuşmak", "tutuşturmak", vb. gibi, hepsi "tut" kö­ künden," tut" tohumundan türemiş, kardeş, kandaş, kökdeş sözcükler; türevler . . . Bütün ulusların böyle birer dil ormanları vardır; Türk­ lerin de, Arapların da, Farsların da, Fransızların da; hepsi­ nin . . . Bir ulusun kendi yerli dil ormanındaki bir ağacın kökü, bu ağacın kendi gövdesi ve dallarıyla bir bütündür. Dil ormanına dikilmiş bir ağaç, bir sözcük kökü, tohumu ile, o sözcük kökünden çıkan gövde ve dallar olarak düşünüldü­ ğünde; sözcük kökü, topraktan, eşdeyişle somut, nesnel ya­ şamdan aldığı besinleri, gövdesi aracılığıyla dallarına ilete­ cek, böylece dallar diri kalacak, yaprak verecek, yeni yeni dal­ lar çıkacak demektir. Doğadaki bir ağacın kendi köküyle kendi dalları ara­ sında nasıl böyle bir yaşamsal ilişki varsa; dildeki bir ağacın da kendi köküyle dalları arasında böyle yaşamsal bir ilişki vardır. Bu, dilin doğası olduğundan, bütün dillerde böyledir. Arapçada da sözcük kökleriyle o kökten türeyen söz­ cükler arasında yaşamsal bir ilişki vardır. Arapçadan bir ör­ nek olarak, bizim dilimize de girmiş olan "akıl" sözcüğünü irdeleyelim.

Arapça "Akıl" Sözcüğünün Kökeni Arapça "akıl" sözcüğünün o dildeki kökü "ikal"dir. Arapçada "akıl" sözcüğünün kökü olan "ikal"; "somut olarak nesneleri birbirine bağlamak" anlamına geliyor. Bu kökten çı-

107

kan bir dal olan "akıl" sözcüğü ise, "nesneler arasındaki bağ­ lantıyı somut olarak değil de düşünsel olarak kurmak" anla­ mına gelmekte. Görüleceği üzere dil ormanında ne ekerseniz o türüyor. Ektiğiniz ile biçtiğiniz bir soydandır. Elma ekip ayva bitiremezsiniz; elma ekmişseniz elma çıkar. Arap, kendi dil ormanına "ikal"; "bağ" tohumunu atmış, bu kökten çıkan çeşitli dallar, Arabın yaşamda karşılaştığı "ikal", "bağ" çeşit­ lerinin adı olmuş. "Akıl" da işte bu "ikal", "bağ" türlerinden birinin adı olarak, o ağaçta bir dal olarak yerini almış. Bir Arap devesini ağaca somut olarak bağladığında; devemi ağaca "ikal" ettim, "somut olarak bağladım" diyor. Bu Arap, olaylar arasındaki neden - sonuç, öncelik - sonralık "bağ"lantılarını düşüncesinde kurduğunda ise, "akıl" ettim, diyor. Demek ki, Arapçada "ikal" de, "akıl" da özünde "bağ" lamayı anlatıyor; kök olan "ikal", "somut biçimde bağ­ lama"yı anlatırken, bundan türeyen "akıl", "düşünsel olarak bağ kurma"yı, eşdeyişle "olgular arasındaki bağlantıyı dü­ şünce alanında, düşünsel bağ olarak kurma" edimini anlatı­ yor. Diyelim ki, gerçek yaşamda bir yer sarsıntısı oldu, evler yıkıldı. Bu iki olgu arasındaki, yerin sarsılması olgusu ile ev­ lerin yıkılması olgusu arasındaki bağ, deveyi ağaca bağlayan, "ikal" ed.en ip gibi nesnel, elle tutulur, somut bir "bağ" değil­ dir; düşüncede kurulabilir türdendir; bu nedenle Arap bunu "ikal" etmez, "iple bağlamaz"; ancak "akıl" eder, eşdeyişle "düşünceyle bağlar" . Yer sarsıntısı olgusuyla, evlerin yıkıl­ ması olgusu düşüncede iki türlü birbirine "akıl" edilebilir, "bağ" lanır. Ya evlerin yıkılması, yerin sarsılmasına "bağ"lı­ dır, "akıl"dır, ya da yerin sarsılması evlerin yıkılmasına "bağ"lıdır, "akıl" dır. Bunların her ikisi de birer "akıl", eşde­ yişle düşünsel "bağ kurma" edimidir; "akıl yürütme"dir. Arapçada, somut olaylar arasında "düşünsel düz­ lemde bağ" kurma anlamına gelen "akıl" sözcüğünün, Arap­ çada "somut bir nesneyi, ip gibi somut bir araçla, somut bir

108

yere bağlamak" anlamına gelen "ikal" kökünden türemiş ol­ .ması, gerçekten de çok yerinde, çok "akıllıca" bir iştir. Arap­ çada "somut, elle tutulur, gözle görülür bağ" anlamına gelen "ikal"in bir dil ağacının kökü, tohumu; "soyut, elle tutulmaz, gözle görülmez, yalnızca düşü kurulur bağ" anlamına gelen "akıl"ın da o kökten filizlenmiş bir dal olması, Arap dil orma­ nına dikilmiş bir ağacın kökü ile dalları, türevleri arasındaki doğrudan ilişkiyi en yetkin biçimde gözlerimizin önüne ser­ mektedir. İşte yalnızca Arapların değil bütün ulusların dillerin­ deki, dil ormanlarındaki ağaçların kökleri ile dalları, türevleri arasında, böylesi doğrudan bir bağlantı vardır. Sözcük kök­ leri, türevlere, dallara; türeme sözcükler, dallar da köklerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Dilde Kök-Türev; Somut-Soyut ve Nesne-Kavram ilişkileri Hiç bir dilde hiç bir türev sözcük yoktur ki, onun bağlı olduğu bir kök bulunmasın. Hiç bir dilde hiç bir soyut anlamlı sözcük yoktur ki, somut anlamlı bir sözcükten türemiş olmasın. Hiç bir dilde hiç bir kavram adı yoktur ki, o dildeki bir nesne adından türemiş olmasın. Her dilde türevler köklere, soyutlar somutlara, kav­ ramlar nesnelere sıkı sıkıya bağlıdır. Bir dilde kök durumunda olan bir sözcüğün somut an­ lamını, eşdeyişle bu sözcüğün adı olduğu nesneyi bilmek, ki­ şiye o kökten türeyen bir kavram adının soyut anlamını bil­ mede büyük bir kolaylık sağlar. Anlamı soyut olan sözcüğü anlaşılmazlıktan koruyan, onun türetildiği kökün anlamının apaçık, somut olmasıdır. Arapça "akıl" sözcüğünü anlamakta güçlük çeken kişi, bu sözcüğün Arapçada türediği kökü

109

"ikal"i anladığında, "akıl"ı da anlayacaktır. Bir Arap, "ikal" sözcüğünü gündelik yaşamında pek çok olguda, anlamını apaçık yaşayarak, beş duyusuyla algılayarak kullanmaktadır. Örneğin devesini ağaca "ikal" etmekte, "bağ"lamakta; ayak­ kabısının iplerini "ikal" etmekte, "bağ"lamakta; evinden çı­ karken kapısının iki kanadını birbirine iple "ikal" etmekte, "bağ"lamakta. İşte bu Arap, "düşünsel anlamda bağ kurmak" demek olan "akıl" sözcüğünü kullanırken, gözünün önünden türlü türlü "ikal"ler, "bağ"lar geçmektedir. Böyle olduğu için­ dir ki, bir sözcük kökünün somut anlamını bilmek, ondan tü­ reyen sözcüğün soyut anlamını kavrama işinde kişilere çok yardımcı olmaktadır. Gelgelelim, Arapça soyut anlamlı "akıl" sözcüğünü kullanan bir Türk için, böylesi bir kolaylık yoktur. Çünkü Türk'ün diline soyut anlamlı Arapça "akıl" sözcüğü, onun Arap dilinde bağlı olduğu somut anlamlı "ikal" kökün­ den kopartılarak sokulmuştur. Türk, bu Arapça "akıl" sözcü­ ğünü evet kullanıp duruyor; gelgelelim "akıl" sözcüğünü kul­ lanırken Türk'ün gözünden "ikal"ler, ipler, düğümler, eşeği sağlam kazığa bağlamak, ayakkabının bağlarını bağlamak, kapının kanatlarını bağlamak, güreşçilerin güreş bağlamaları, vb. gibi görüntüler geçmiyor. Arapça "akıl" sözcüğünü kulla­ nan Türk' ün gözünde bu soyut anlamlı sözcüğün Arapçadaki somut anlamlı köküne ilişkin nesnel görüntüler oluşmadığı için, kendisine "Akıl nedir?" diye sorulacak olsa, size somut yaşamdan örneklerle "akıl"ın "olgular arasında düşüncede bağ kurmak" anlamına geldiğini söyleyemeyecek. Çünkü Türk, soyut anlamlı Arapça "akıl" sözcüğünü kendi diline do­ lamış kullanıyor, ancak onun Arapçadaki somut anlamlı "ikal" kökünün hangi nesnelerin adı olduğunu bilmiyor. Ne­ den? Çünkü Arapça "akıl" sözcüğü Türk diline Arabistan' dan köküyle birlikte gelmedi; Türk dil ormanına köküyle birlikte bir ağaç olarak dikilmedi; yalnızca kopartılmış bir dal olarak, kökü, sapı olmayan bir dal olarak geldi. Bu nedenle Türk di­ line dolayıp kullandığı Arapça "akıl" sözcüğünü tanımlaması

1 10

istendiğinde boş boş bakıyor. Çünkü gözlerinin önünden, bu soyuta uygun somut görüntüler geçmiyor.

Dildeki Kök-Türev İlişkilerinin Kopması Bir dildeki yerli sözcüklerin kendi öz kökleriyle ilişkisi o dil için bir çok bakımdan yaşamsal önem taşır. Bu ilişki şu ya da bu biçimde kesilirse, neler olur? Neler olmaz ki?! Şu ya da bu ulusun sözlüğünde yer alan yerli sözcük­ ler, o dildeki sözcük kökleri ile bu köklerden türetilmiş söz­ cüklerden oluşur, demiştik. Şimdi, şu saptamayı birkaç kez okuyup gözünüzde tüm ayrıntılarıyla canlandırmaya çalışı­ nız: Bir ulusun dilindeki şu ya da bu sözcük kökünün (ör­ neğin,"tut"), kendisinden türemiş (örneğin, "tutkal", "tutku", "tutam", " tutamak", vb. gibi) sözcüklerle arasındaki anlam bağlanhsı; gerçekte o dili yapanların bu sözcüklerle adlandır­ dıkları gerçek olguları da birbirleriyle bağlantılı saydıklarını elevermektedir. Eğer bir ulusun dilinde sözgelimi iki sözcük bir kökten türemiş iseler, bu durum, bu iki kökdeş sözcüğün ad olarak verildikleri iki ayrı olgunun da, şu ya da bu yönden birbirle­ riyle bağlanhlı görüldüklerinin bir göstergesidir. Bu durumu bir örnekle anlayabiliriz: Türkçemizdeki "erdem" sözcüğü ile "ermiş" sözcüğü "er" kökünden türemiş kökdeş sözcüklerdir. Türk dilinde "erdem" ve "ermiş" söz­ cüklerinin "er-" kökünden türemiş kökdeş sözcükler oluşu; Türklerin bu sözcükleri ad olarak verdikleri olguları gerçek yaşamda birbirine bağlı olarak gördüklerini göstermektedir. Dil alanında sözcükler arasındaki dilsel bağlar, yaşamda bu sözcüklerle adlandırılan olgular arasında bir düşünsel bağ-

111

lantı varsayıldığının kanıtıdır. Sözcükler arasındaki kökdeş­ lik, bu sözcüklerin adı oldukları olgular arasında da bir kar­ deşlik, bir kandaşlık, bir soy bağı düşünüldüğünün gösterge­ sidir. Öyleyse:

Sözcük Türetme Yetisi; Düşünce Üretme Yetisidir 1. "Düşünce üretmek" demek; somut, elle tutulur, gözle görülür, nesnel olgular arasında, düşünsel bağlantılar kurmaya çalışmak demekse, . . 2. D i l alanında bir kökten kökdeş sözcükler türetmek demek; düşünce alanında bu kökdeş sözcüklerin ad olarak verildiği olguları da birbiriyle bağlantılı saymak demekse, .. 3. Bir ulusun dilindeki kökdeş sözcükler, o ulusun ger­ çek yaşamda hangi nesnel olguları birbirleriyle ne biçimde bağlantılı saydığının bir göstergesidir, demektir. 4. Öyleyse, bir dili konuşan toplumun "sözcük tü­

retme yetisi" ile o dili konuşan toplumun "düşünce üretme yetisi" biri ötekiyle belirlenen bağlantılı olgulardır. Birinin ge­ rilemesi ötekinin de gerilemesine; birinin gelişmesi ötekinin de gelişmesine neden olan yapışık kardeşlerdir bunlar . . . Bir ulusun ö z dilinin sözlüğü incelemeye alınır; bu sözlükteki sözcük kökleri seçilip ayrılır; bütün bu kökler ken­ dilerinden türemiş sözcüklerle birlikte ayrı ayrı öbeklenir; her bir kök kendisinden türemiş sözcüklerle ayrı bir ağaç oluştu­ racak biçimde ayrı ayrı dikilir; sonra da ayrı ayrı dikilen ağaç­ larda kökdeşlikle birbirlerine bağlı olan sözcüklerin ad olarak verildikleri gerçek olgular bir bir ortaya çıkartılırsa; o ulusun gerçek yaşamda karşılaştığı hangi olguları birbirleriyle hangi yönden bağlantılı gördüğü; eşdeyişle o ulusun nasıl bir "dü­ şünce üretme biçimi" olduğu ortaya çıkartılmış olur. Buna "Dilbilimsel İnsanbilimcilik", "Kökbilimsel İnsanbilimcilik" ya da "Anlam bilimsel İnsanbilimcilik" denebilir.

112

Türk Dilinde Kök-Türev İlişkilerinin Din Yüzünden Kopması Türk dili yoğun Arapça Farsça kökenli sözcük yığıl­ masına uğrahlmadan önceki olabildiğince "katıksız" yapı­ sıyla, kökleriyle türevleri arasında sağlıklı, işlek bağlar bulu­ nan gelişkin, olgun bir dildi. Orhon yazıtlarında (İsa' dan 735, Kur'an' dan yüz yıl sonra) Türk dili o yıllarda yaşayan Türk­ lerin gerçek yaşamdaki hangi olguları hangi başka olgularla hangi bakımdan bağlantılı olarak düşündüklerini eleverecek, anlamamızı sağlayacak, eşdeyişle onların "düşünce üretme biçimi"ni çıkarsayabileceğimiz denli kök türev ilişkisi sağlam kurulmuş bir dildi. Eski Türk Yazıtları'nın sözlüğü, yerli söz­ cük kökleriyle bu yerli köklerden türetilmiş yerli sözcükler­ den oluştuğu için, bu dili yapan, konuşan Türklerin düşünce üretme biçimini de eleverebilecek nitelikte, çok önemli bir kaynaktır. Şimdiyse, artık dilimiz Arapça, Farsça sözcüklerle dol­ duğu, bu sözcükler de dilim ize Arapça, Farsça kökleriyle bir­ likte taşınmamış oldukları için, sözlüğümüzde yer alan şu yada bu yabancı kökenli sözcüğün bizim düşünce üretimi­ mizdeki işlevi; hpkı o sözcüklerin bizim dil ormanımızdaki durumu gibi köksüz, bulanık kalmaktadır. Sözgelimi, Arapçadan dilimize geçmiş bulunan "rah­ met", "merhamet", "merhum" sözcüklerini irdeleyelim: Rahmet: Yağmur. "Rahmet yağdı." Merhamet: Acımak. "Bana merhamet edin." Merhum: Ölü. "Merhumu toprağa verdik." Arapçada kökdeş olan bu üç sözcüğün üçünün de Türk dilinde bir kökü yoktur ki; "Nasıl olup da ölmek, yağ­ mur, acımak gibi üç ayrı olgu bu kökdeş sözcüklerle adlandı­ rılabilmiş; bu üç ayrı olgu ne bakımdan birbiriyle bağlantılı

113

görülmüş ki kökdeş sözcüklerle adlandırılmış?" sorusuna ya­ nıt arayarak, Türklerin düşünce üretme biçimlerini anlayabi­ lelim . . . Türklerin gündelik yaşamlarında kullandıkları kökü Arapça olan bu sözcükler, bunların ortak kökü Türk dilinde bulunmadığı için, Türk düşüncesini, Türk usyürütmesini an­ lamanın bir aracı olarak da kullanılamazlar. Türk dilinin Arapça Farsça sözcüklerle dolması demek; kökü Türk dilinde bulunmayan sözcüklerle, eşdeyişle Türk dil ormanında "kök­ süz" yaşayan sözcüklerle dolması demektir ki, bu da Türkçeyi köklü ağaçların yaşadığı bir dil ormanı olmaktan çıkarır, Ara­ bistan' dan İran' dan koparılıp getirilmiş dalların, çubukların öbeklendiği bir odunluk durumuna sokar. Sokmuştur da ...

Sözcük Türetmek; Düşünce Üretmektir Bir ulusun dil alanında yerli bir kökten kökdeş sözcük­ ler üretmesi demek; o ulusun düşünce alanında bu kökdeş sözcükleri ad olarak verdiği olgular arasında düşünsel bir bağlantı kurmuş olması demektir, demiştik. Sözcükler, gerçek yaşamda ayırdına varılan yeni olgu­ ları adlandırma gereksiniminden doğmaktadır. Bir ulusun belli bir andaki sözlüğü, o ulusun o ana dek ayırdına vardığı olgulara verdiği adlardan oluşur. Diyelim ki o ana dek bilin­ meyen bir olguyla karşılaşıldı. Doğaldır ki, yeni karşılaşılan bu olgunun adı konmadıkça sözlüklerine geçmeyecektir. An­ cak, yeni karşılaşılan bir olguya ad koyma işi öyle bilinçsizce yapılmaz; düşünceyle, usyürüterek yapılır. Bakılır; "yeni ayırdına varılan bu olgu", geçmişte ayırdına varılıp adı eski­ den konmuş olan olguların hangisiyle çağrışım yapıyor? Ba­ kılır; "geçmişte ayırdına varılıp adı eskiden konmuş olgu"lar­ dan hangisine benziyor? Bilinen olgulardan hangisiyle ne ba­ kımdan bağlantısı var? İşte, "yeni ayırdına varılan adsız bir olgu", "geçmişte ayırdına varılıp da adı eskiden konmuş ol­ gular" dan hangisiyle bağlantılı sayılıyor ise, "yeni ayırdına varılan bu olgu", bağlantılı görüldüğü o eski olgunun adının 114

geldiği köke bağlanır. Bu bağlama işlemi, o kökten yeni bir sözcük türetip, yeni ayırdına varılan bu olguya ad olarak ver­ mekle yapılmaktadır.

Adlandırmak; Anlamlandırmaktır Eski toplumlarda "ad koyma" edimi, bir "anlam sap­ tama" edimi olarak gerçekleşiyordu. Örneğin çoğu eski top­ lumlarda görüldüğü gibi, eski Türkler de çocuklarının adla­ rını onların ortaya çıkan yeteneklerine ya da onun kişiliğini ötekilerden ayıran özelliğe göre koyarlardı. Öyle ki, Dede Korkut öykülerinde, "ad koyma edimi"nin bir "anlamlan­ dırma çabası" olduğu açık seçik görülür. "Boğaç" adı, bir bo­ ğayı bir vuruşta devirdiği için, bunu başaran gence "ad" ola­ rak konulmuştur. Doğduktan sonra yıllarca "adsız" dolaşmış­ tır bu genç. Çünkü yaşadığı toplumda "kendisini ötekilerden ayıracak bir özellik" sergileyemedikleri sürece, çocuklara her­ hangi bir ad verilmezdi. Dirse Han'ın adsız dolaşan oğlu, gü­ nün birinde bir boğayı bir vuruşta devirerek "kendisini öteki­ lerden ayıran bir beceri" göstermiştir. İşte ancak o andan sonra kendisine bir ad verilmiştir: Boğaç; "boğa deviren" . . . B i r gencin bir boğayı bir vuruşta devirmesi, o top­ lumda o güne dek görülmemiş "yeni ayırdına varılan bir olgu" dur. "Boğa" ise, toplumda herkesçe bilinen, adı eskiden konmuş bir varlıktır. Gencin boğayı bir vuruşta devirmesi ol­ gusu, ad koyucu tarafından "boğa" ile bağlantılı görülmekte­ dir. İki olgu arasında böyle bir bağlantı düşünüldüğü içindir ki, gence konulan ad da, bağlantılı görüldüğü olgunun söz dağarcığında herkesce bilinen adından, "boğa" dan türetil­ miştir. O ana dek herkesin bilip kullandığı "boğa" sözcüğün­ den, o ana dek kimsenin türetmediği "boğa" + "ç" = "Boğaç" sözcüğünün türetilmesi, gerçek yaşamda karşılaşılan somut olgular arasında kurulan düşünsel bağlantının, dil alanında kök türev ilişkisi biçminde kurulmakta oluşunun bir örneği­ dir. Olgular arasındaki bağlantılar, bu bağlantıları düşünsel 115

alanda kuran toplumun sözlüğünde kök türev ilişkisi olarak görülür. Sözcük türetmek, düşünce üretıuektir. Bir ulusun di­ lindeki türetilmiş sözcükler, o ulusun yaşamındaki üretilmiş düşüncelerdir. Bir ulusun yerli sözcüklerinden oluşan söz­ lüğü; o ulusun dilindeki kök türev ilişkisinin bir tutanağı ola­ rak, o ulusun ürettiği düşünceleri, o ulusun karşılaştığı hangi olguları hangi olgularla nasıl bir bağlantı içerisinde düşündü­ ğünü gösterir. O ulusun ürettiği düşünceleri, eşdeyişle, olgu­ lar arasında kurduğu düşünsel bağlantıları saklar, korur, içe­ rir, barındırır . . .

Bir Toplumun Sözcük Türetme Yetisine Saldın, O Toplumun Düşünce Üretme Yetisine Saldırıdır. Bir ulusun yerli sözcük köklerinden türettiği sözcükleri kullanımdan kaldırarak, bunların yerine o ulusun dilinde yerli kökleri bulunmayan yabancı kökenli sözcükleri geçir­ mek, yalnızca o ulusun diline yapılmış bir saldırı olmakla kal­ maz; o ulusun sözlüğüne; eşdeyişle ürettiği özgün düşünce­ leri koruduğu yere; o ulusun çağlar boyunca üretmiş olduğu düşüncelere; ve daha da önemlisi, o ulusun düşünce üretme yetisine bir saldırı niteliği taşır. Tanrı, hiç kimseye böyle bir görev vermemiştir. Ter­ sine; "dillerin, renklerin türlü türlü oluşu, Tanrı'nın işlerin­ dendir," diye bildirilmiştir Kur' an' da ...47 Tanrı'nın bu açık bil­ dirimine karşın, ele geçirdikleri başka dinlere bağlı ya da "ka­ fir" dedikleri toplulukları dillerinde, yazılarında özgür bıra­ kan Müslümanlar, nedense bu özgürlüğü kendi dindaşlarına tanımamışlar; kaba güç kullanmış olmasalar da, daha kötüsü, Tanrı'nın adını kullanarak dindaşlarına tek dil "Arapça" ve tek yazı "Arap Yazısı" kullanmayı dayatmışlardır.48 "Müslü­ man'ın Müslüman'a yaptığını "gavur" bile yapmaz! " atasözü dil ve yazı alanında doğrulanmış bir gerçektir. Türk dilinin kök türev ilişkisi Arapça Farsça sözcükler sokularak ölümcül bir biçimde yaralanmıştır. 116

Bir ulusa o ulusun ana dilini bozmaksızın ikinci bir dil öğretmek başka, o ulusun anadilini bozmak başkadır. Türk­ çede "ilkel" diye bir sözcük varken, atılıp yerine Arapça "ip­ tidai"nin konması; "olgun" varken atılıp yerine Arapça "ka­ mil" konması; "özet" varken "hülasa"; "ölmek" varken "ve­ fat" gibi Arapça Farsça sözcüklerin sokulması, Tanrı'nın buy­ ruğu değildir. Arapça Farsça sözcükler Türk diline sokulduk­ larında, Türk dil ormanındaki ağaçların yaşayan, yaprak ve­ ren dallan koparılmış, atılmış; kök ağaçların dalları acıma­ sızca kesilip durmuş, kesilen bu dallar çürümeye, unutul­ maya bırakılırken, Arabistan' dan kesilip getirilen dalların özenle korunması beklenmiştir. Türkler Arabistan' dan gelen bu kopuk dallan, kendi ağaçlarından kopartılan yerli dalların yerine aşılayamazlardı, çünkü Türk dilinin doğası bunu ya­ saklamaktadır. Sonuçta, yazık olmuştur Türk diline. Bir dildeki sözcüklerin yerine yabancı sözcükler soka­ rak, o dilde kurulu bulunan kök türev ilişkisini kesmek; tıpkı bir çocuğu anasından ayırıp öldürmek gibidir. Kişioğullarının nasıl soyları varsa, sözcüklerin de soyları vardır. Bir sözcük kökü kendisinden doğan bütün sözcüklerin soyca atasıdır. Nasıl bir oğul babasının soyadıyla anılırsa, tıpkı bunun gibi, bir türev sözcük de, kendisinden türediği kök sözcükle bir­ likte anılır. Kök sözcük, kendisinden doğan bütün türev söz­ cüklerin yapısında bir "soyadı" olarak doğrudan vardır. Ör­ neğin "gör-" kökü, kendisinden doğan "görüntü", "görkem", "görsel", "görece", "görenek", "görev", "görgü", "görüm­ lük", "görümce", "görüngü", "görüş", vb. gibi sözcüklerin soyca atası olduğu için, bu türev sözcüklerin hepsinde ilk önce onun adı anılır. Tıpkı "Ahmet oğlu Mehmet" denildiği gibi, bir sözcük de "gör oğlu görüngü" yada "gör oğlu göre­ nek" dercesine "gör-gü" yada "gör-enek" diye anılır. Burada "gör" bir ortak ata durumundadır; kendisinden çocuk türe­ miştir. Türk dilinden yerli "görüntü" sözcüğünü silip yerine

117

Arapça "manzara" sözcüğünü koymak, tıpkı Bulgarların Türk adlarını değiştirerek Bulgar adları almalarını buyurduk­ ları gibi, saldırgan bir eylemdir. Türkleri Bulgarlaştırmak na­ sıl kınanası bir edimse, dil alanında yapılan da Türkleri Arap­ laştırmak, Farslaştırmaktır; kınanması gerekir. Türkçe "gö­ rüntü" yerine, onu silip Arapça "manzara"yı sokmak, Türkçe "görüş"ü atıp yerine Arapça "rey"; Türkçe "görgü"yü atıp ye­ rine Arapça "adet"; Türkçe "görenek"i atıp yerine Arapça "örf"; Türkçe "görece"yi atıp yerine Arapça "izafi"; Türkçe "görev"i atıp yerine Arapça "vazife"; Türkçe "görkem"i atıp yerine Arapça "ihtişam" sözcüklerini sokmak; Türkçe "gör" kökünden doğan çocukların adlarını soyadlarını böyle böyle değiştirip, onlara birbirine benzemez Arapça Farsça adlar ver­ mek; Türklere bu olguları birbirlerine bağlı gördüklerini unutturacak, bu olgular arasında dilde kurdukları düşünsel bağları ortadan kaldıracak, artık bu olguları birbirleriyle bağ­ lantısızmış gibi algılamalarına yol açacak bir edimdir. Bütün bunlar "din uğruna", "Müslümanlığın gereği" diye diye ya­ pılmıştır. Öyleyse soralım bu dinsömürgenlerine: Tanrı size böyle mi buyurdu? Yok, Tanrı böyle yapmanızı buyurma­ dıysa niçin böyle yaptınız? Niçin Türk dilindeki köklerle tü­ revler, atalarla oğullar arasındaki bağları; Türk düşüncesinde olgular arasında kurulmuş bağların dilsel tutanaklarını sil­ meye giriştiniz? Niçin Türk dilinin soyunu kurutmaya kalktı­ nız? Niçin Türk dilinin bütün öteki diller gibi en doğal, en Tanrı vergisi gücü olan "türeme yetisi"ni yok etmeye girişti­ niz? Bir toplumun sağlıklı dilini, bu dildeki sağlam kurulmuş kök türev ilişkisini bozmak; dolayısıyla o dili konuşan toplu­ mun düşünce üretme yetisini bulandırarak, anlama yetene­ ğini köreltmek; bağışlanması Tanrı'nın dileğine kalmış ağır bir suç olsa gerektir. Tanrı, elçiler aracılığıyla kişioğullarına ilettiği gerçekleri anlamayı güçleştiren dil bozgunculuğunu kınamıştır. Elçiler, Tanrı'dan kendilerine "lisane sıdkin";

118

"gerçeği dosdoğru, olguları bire bir, yaşandığı gibi, bozulma­ dan yansıtabilecek bir dil" vermesini dilemişlerdir.49 Tanrı el­ çisi Musa'nın Mısırlılara onların diliyle seslendiği bir gerçek­ tir. Musa kekemedir, dili tutuktur; Tanrı' dan aldığı bildirileri iletebilmek için "dilimdeki düğümü çöz ki, söyleyeceklerimi kavrasınlar" " diye yakarır.5o Tanrı'nın Musa'ya bildirdikle­ rini, Musa Mısırlılara onların dilinde aktarmıştır. Musa Tanrı'ya kendi diliyle seslendiği gibi Tanrı da Musa'ya onun anlayacağı dille seslenmiştir. Tanrı için dil engeli yoktur. O bütün dillerde bildirim yapabilir. Kur'an'da; "Kendilerine açıkça anlatabilsin diye her elçiyi kendi toplumunun diliyle gönderdik," denilmektedir.51 Tanrı, kişioğullarına onların ko­ nuştukları dille seslenir; kişioğulları da Tanrı' ya kendi anadil­ lerinde seslenirler. Tanrı, şu ya da bu toplumun dilini ötekine üstün saymamıştır. Ancak, bir dilde "sağlıklı sözcükler" var­ dır, "özürlü sözcükler" vardır. Kur'an' da "erdemli söz", "er­ demsiz söz" ayrımında yapılan şu benzeti; bence dilbilimirı sözcük türlerine de uygulayabileceği örnek bir ayırımdır: Özlü, soylu, sağlam bir söz; kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam bir ağaç gibidir; eki­ cisinin bilgisiyle bütün dönemlerde yemişini ve­ rir . . . Özürlü, bozuk, çürük bir sözün benzeri de, özürlü, bozuk, çürük bir ağaç gibidir; toprağın üs­ tünde gövde edinir; yoktur onun kalıcı sürekli bir yuvası.52 Kur' an' daki bu açıklama, dilbilimcilerin de bitkibilim­ cilerin de ayırdında oldukları iki gerçeği en yetkin biçimde dile getirmektedir. Bir yandan sözleri niteliklerine göre ikiye ayırırken, öte yandan bitkileri niteliklerine göre ikiye ayır­ maktadır. Gerçekten bitkibilimde, bitki türleri iki ana kola ay­ rılmışlardır. Bir kolda "üstün yapılı" denilen saplı, köklü bit­ kiler, öteki koldaysa "tallı bitkiler" denilen toprağa bağlı bir kökleri bulunmayan, toprağın üstünde gövdeleri sürüklenen

1 19

bitkiler bulunmaktadır ki; bunlar, su yosunları, likenler, man­ tarlardan oluşan bir bitki öbeğidir. Likenlerin bir türü "göç­ men liken" adını taşır ve toprakta bir kökleri bulunmadığı için esintilerle oradan oraya sürüklenirler; köksüz oldukları için de hiç bir yere yerleşemezler. Latince kökenli "liken" sözcüğü "yalamak" anlamına gelmektedir. Gerçekten de adı gibi "ya­ lama" bir bitkidir bu. Ormanlarda ağaçların gövdelerine dal­ larına yapışırlar; kıraç bölgelerde, kayaların, duvarların yüze­ yini gövde edinirler. Bunların kimi türleri çölün sert koşulla­ rında yaşar. İsrailoğularının Mısır'dan çıktıktan sonra çölde dolaşırken yedikleri "kudret helvası" belki de budur. Bu, Arapların çölden tanıdıkları, bildikleri bir bitkidir. Yerin üs­ tünde gövde edinen köksüz "tallı bitkiler" in bir türü de man­ tarlardır. Bunların da kökü yoktur. Ölü nesnelerle beslenirler. Bu nedenle bunlara "çürükçül" adı verilir ki, benim "özürlü, bozuk" diye çevirdiğim Kur' an' daki "habiys" sözcüğü, Arap­ çada "çürükçül" anlamında da kullanılmaktadır. Bunlar da gövdesi yer üstünde köksüz bitkilerdir; toprak, gübre ya da canlı varlıkların üzerinde asalak olarak yaşayan türleri var­ dır.53 İşte Kur' an' da sözler "köklü sözler", "köksüz sözler" diye ikiye ayrılarak, ana bitki türleri ile ana söz türleri bir ben­ zeti içerisinde anlatılmaktadır. Kur'an' da doğrudan dilbilim­ sel anlamda sözcük türlerine değil de, "erdemli söz", "erdem­ siz söz" ayrımına ilişkin olarak verilen bu örnek bence sözcük türlerini de anlatabilecek güçte güzel bir benzetidir. Dildeki sözcüklerden bir bölümü "kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağlam ağaçlar gibiyken; öteki bölümü de man­ tarlara, likenlere, köksüz "özürlü, bozuk, çürükçül bitkiler"e benzemektedir. Bunların dil ormanında değişmez, toprağın derinlerine giden, yerleşik birer kökleri bulunmadığı gibi; oradan oraya dolaşmakta, başlarını sokacak kendilerine özgü bir yuvaları da bulunmamaktadır.

120

Türk dilinde, kökü bin yıllardan bu yana yerleşik, dal­ ları bin yıllardan bu yana göğerik, ekicisinin bildirimiyle bin yıllardan bu yana bütün dönemlerde yemiş, türev veren soylu, özlü, sağlam, arı sözcükler vardır. Ancak, Türk dili Müslümanlık benimsendikten sonra Arapça Farsça sözcük­ lerle dolduruldu; eşdeyişle Türklerin dil ormanı, kendi öz sözcüklerinden kopartılarak, Türkler açısından köksüz, ya­ bancı sözcüklerle, köksüz likenlerle, mantarlarla, çürükçül, yalama sözcüklerle kaplandı. Arapçadaki, Farsçadaki kökle­ rinden kopartılarak Türk diline sokulan bu yalamalaştırılmış sözcükler, bizim dil ormanımızda bir kökleri olmadığı için ye­ miş, türev de veremiyorlar. Bizim dilimizde bir kökleri olma­ dığı için bunlardan gerek duyulduğu an yeni sözcükler türe­ tilemez; geldikleri gibi, bir başlarına, üremeden, türemeden öylece dururlar. Arapçadaki, Farsçadaki köklerinden kopar­ tılmış olduklarından ve bizim dil ormanımızda da "kök söz­ cük" konumunda olmadıklarından dolayı, bizim dilimizdeki varlıkları kendilerini yinelemekten başka bir özellik göster­ memektedir. Bunların Türk dil ormanında bir kökleri yoktur ki, yeni dallar verebilsinler. Bunlar Türk diline getirildiklerin­ den kendi köklerinden kopmuş olmakla bozulmaya, çürü­ meye terk olunmuşlardır. Bir sözcüğün kökü, bir ulusun dil ormanında yok ise, o sözcük bu dil ormanına "göçmen olarak gelmiş" demektir. Doğduğu yerde kökü vardı, ancak kökünü kendi anayur­ dunda bırakıp, kendi dil ağacından kopmuş bir dal olarak geldi. Doğduğu yerde gövdesi vardı, ancak onu da kendi yur­ dunda bırakıp, gövdesinden kopmuş olarak geldi. Anayur­ dunda yaşarken bağlı olduğu kök, o ülkede soy vermeyi sür­ dürüyor; ancak yurdundan kopup göçmen olan o sözcük, ar­ tık geldiği ülkede kökünden kopmuş durumdadır. Dolayı­ sıyla, Arabistan' dan, İran' dan Türk dil ormanına gelen söz-

121

cükler, kendi ülkelerinde yaşarken kendi köklerine bağlı du­ rumda oldukları için orada üreme, türeme, yemiş verme yeti­ leri vardı; fakat bunlar Türk dil ormanına bu yetilerini kendi ülkelerinde bırakarak, çünkü köklerinden koparak gelmişler­ dir. Kökünden kopup gelmiş tüm yabancı sözcükler, Türk dili açısından çürükçül, Arapçası "habis" bir nitelik taşırlar. Çünkü köklerinden kopmuş, bu nedenle de yemiş türetme ye­ tileri bitmiş ve esintilerle oradan oraya savrulan göçmen li­ kenler konumuna düşmüşlerdir. Gerçekte bu sözcükler de içine düştükleri bu konumdan pek mutlu değillerdir. Onları anayurtlarına geri göndermek, bir yandan onları çok mutlu edecek, öte yandan Türk dil ormanını bu gibi çürükçül söz­ cüklerden kurtaracaktır. Örneğin, Arapça "izin" sözcüğü Türk diline kendi kökü olan "azan" sözcüğünden kopartılıp da getirilmiştir. Bir anlamda "kulağı kopartılmış"tır "izin" sözcüğünün, çünkü bunun Arapça kökü, Türkçede "kulak" anlamına gelen Arapça "azan" sözcüğüdür. Buna "duyarga" da diyebilirsi­ niz. Çünkü bir Arabın burnuna yemek kokuları geldiğinde, Arap "yemek kokusu azan ettim," diyor. Kulağına bir ses ça­ lındığında, Arap "bir ses azan ettim,'' diyor. "Koku algısı"yla "ses algısı", olgu olarak benzeşirler; çünkü "koku" da "ses" de elle tutulmaz, dille tadılmaz, yalnızca buruna yada kulağa çarpan yel ile "duyulan" algılardır bunlar. Türkler de Araplar gibi ses "duydum", koku "duydum" diyerek bu iki olguyu benzer saymaktadırlar. Türkler de tıpkı Araplar gibi, "duyma" işini burundan çok kulak için kullanıyorlar. Peki ama, Türk'ün diline sokulan Arapça "izin" sözcüğünün "ku­ lak" ile "burun" ile "işitme" ile "koklama" ile ne gibi bir ilin­ tisi olabilir? Çünkü Türkler "izine çıktım" dediklerinde, an­ latmak istedikleri bir süre için işe gitmeyecekleri, çalışmaya­ cakları, dinlenecekleridir. Türkler bir işe girişmeden önce bi-

122

rinin olurunu, onayını almaya da "izin almak" diyor. Bunla­ rın Arapça "azan" (kulak) kökünden gelen "izin"le (işitmekle, duymakla, kulakla, burunla) ne ilgisi var? Evet, ilgisi var; şöyle ki: Arapça kök: "azan", anlamı "kulak", türeyen sözcük "izin", anlamı "dinlemek", bir adım ötesi, "dinlenmek" .. İşte size "izine çıkma"nın Arapça "kulak" ile bağlanhsı; "izine çık", yani "dinlen" . . Arapça kök: "azan", anlamı "kulak", türeyen sözcük, "izin", anlamı "işitmek", bir adım ötesi "duyurmak" .. İşte size "izin alma"nın Arapça kulak ile bağlanhsı; "izin al", yani "du­ yur" . . Arapların düşüncesinde "azan" (kulak), "ezan" (du­ yuru yapmak), "izin" (duyurup onaylatmak) sözcükleri kök­ deştir ve birbirlerini çağrıştırırlar, birbirlerini anımsahrlar, birbirlerinin varlık nedenidirler; çünkü kandaş, kökdeş, soy­ daş sözcüklerdir. Türklerse, dillerine Arapça'dan giren "ezan" ve "izin" sözcüklerini, bunların Arapça'daki kökü olan "azan" (kulak) ile bağlantısını düşlemeden kullanmakta­ dırlar. Çünkü bu sözcükleri onların Arapça'daki kökü olan "azan" (kulak) sözcüğünden kopartarak almışlardır, "izin" in ve "ezan"ın "kulak"la bağlantısını kuramadan kullanırlar. Evet, Arapçadan Türkçeye giren "izin" ve "ezan" sözcükleri Türk dilinde yaşıyorlar, fakat bunlar kardeş olduklarını bile unutmuş durumdadırlar; babalarının bir olduğunu dahi bil­ meden yaşıyorlar. İşte, yabancı sözcükler bir dile kendi köklerinden ko­ parak geldiler mi, bunlar bir yandan içine girdikleri ulusun dilini bozar, öte yandan kendi özlerine yabancılaşır, atalarını unuturlar. Arabistan'dan koparılıp Türkiye'ye getirilen "ezan" sözcüğü, kendisi gibi Arabistan' dan alınıp Türkiye'ye getirilen "izin" sözcüğünü artık yolda görse tanıyamaz; oysa

123

bunlar Arabistan' da bir ananın bir babanın çocuklarıydılar, kardeştiler, kökdeştiler; Türkiye' ye geldikten sonra kardeş ol­ duklarını dahi unutmuşlardır. Kendileri kendi köklerinden koptukları gibi, geldikleri dilde yerini aldıkları Türkçe söz­ cükleri de öz köklerinden etmişlerdir. Bütün bu sıkınhlar, acı­ lar, örselenmeler, çürümeler, göçmen yaşamı niçin? Bir avuç kendini bilmez, dinini yanlış bilir, topluma kendini dinbilgini, bilgin diye saydırtmış kişilerin, Kur' an' daki kimi sözcükleri, Arap dilindeki köklerinden koparıp Türkçeye sokmakla Tanrı'nın kendilerine ödül vereceğini sanmış olmaları yüzün­ den ... Birilerinin, toplumda kendilerinin çok bilgili kimseler olduğu izlenimini yaratmak üzere konuşmalarının arasına Arapça, Farsça sözcükler serpiştirmeyi bir üstünlük göster­ gesi saymaları yüzünden . . . Gerçek bir dilsel gereksinimden kaynakland ığı için değil... Türkler, "izin", "ezan" gibi Arapça sözcükler kendi dillerine sokulmadan önceki yıllarda "du­ yuru" yapmazlar mıydı; yüksek sesle bağırarak kişileri top­ lantıya çağırmazlar mıydı; böyle bir olguyu hiç yaşamamışlar mıydı ki, Arapça "ezan"ın Türk dilinde Türkçe bir karşılığı olmasın? Eh, var idiyse ne demeye Türkçesi atıldı da Arap il­ lerinden Arapça "ezan" sözcüğü getirildi? Türkler Müslüman Araplarla karşılaşmadan önceki yıllarda, bir işe girişmeden önce atalarına duyurup onaylarını almazlar mıydı; bir eyleme girişmeden önce büyüklerine duyurmazlar mıydı ki, bu edim­ lerin adı olarak Arapçadan "izin" sözcüğü getirilerek Türkçe­ den Türkçe bir sözcük atıldı? .. Türkiye'ye yabancı ürünler geldikçe yerli üretimin tavsadığını, çöktüğünü yüksek sesle düşünebiliyorsunuz da, Türk diline yabancı sözcükler gir­ dikçe yerli dilin, Türk toplumunun düşünce üretme yetisinin çürüdüğünü niçin, kimden gizliyorsunuz? Türk dilini Arap­ çadan, Kur'an' dan alınmış sözcüklerle doldurunca, Türklerin düşünceleri Kur'an'da bildirilen düşüncelere ulaşır mı sanı­ yorlar? Türkçeye doldurulan o Arapça sözcükler, Türk di­ linde Kur' an' daki anlamlarıyla yaşamıyor ki. Örneğin

124

Kur'an' da "sünnet" sözcüğü "erkek çocukların erkeklik orga­ nının deri örtüsünü ucundan kesmek" anlamına gelmiyor; fa- . kat Türk diline Kur'an' dan alınıp sokulan "sünnet" sözcüğü bu anlama gelmekte. Kur'an'da "küfür" sözcüğü, "kavgada söylenen yüz kızartıcı sövgüler" anlamına gelmiyor; fakat Kur'an' dan alınıp Türkçeye sokulan "küfür" sözcüğü Türkle­ rin dilinde bu anlama gelmekte. Kur'an'da geçen "miskin" sözcüğü "uyuz", "uyuşuk", "tembel" anlamlarına gelmez; fa­ kat Türkçede bu anlamlarda kullanılır. Kur'an'da geçen "zevk" sözcüğü de "güzel duyum", "eğlence" anlamlarına gelmez, öğrenmenin en üst aşamasını, "doğrudan yaşayarak bilme"yi anlatır, "başından geçmek" demektir; gelgelelim bu sözcük Türkçede " güzel duyum", "beğeni" anlamlarında kul­ lanılıyor. Kur'an' da geçen "nie'met" sözcüğü "toplumsal ör­ gütlenme", "uygarlık", "yerleşik düzen", "kut", "uyum" an­ lamlarına gelir; yiyecek, içecek, karın doyuracak nesnelere Kur'an'da "nie'met" denmez "rızk" denir. Gelgelelim Türk­ çede "nimet" deyince karın doyuracak nesneler gelir usa . . . Kur'an'da geçen "gurur" sözcüğü "aldatma", "kandırma" an­ lamlarına geliyor. Erdem açısından olumsuz bir anlamı var. Oysa Türkçeye Kur'an'dan alınıp sokulan "gurur", olumlu bir erdemsel değer anlamında kullanılmaktadır. "Gururlu kişi" erdemlidir, "gurursuz kişi", erdemsizdir. Kur'an'da ise bütünüyle tersi söz konusudur; "gururlu kişi" dolandırıcıd ır, saptırıcıdır. Bu gibi yüzlerce sözcük, Kur'an'daki ve Arapça­ daki anlamlarından çok başka anlamlar yüklenerek Türkçeye sokulmuştur. Bu gibi sözcükler Arapçadaki köklerinden kop­ tukları için, esintilerle oradan oraya savrulan göçmen likenler konumuna düşmüşlerdir. Kur'an'daki sözcükleri göçmen li­ ken konumuna düşürenler de, çoğunlukla din adamlarıdır üstelik. Yaman bir çelişki değil mi? ..

125

Bir sözcük kendi anayurdundan, kendi dil ormanın­ dan, öz kökünden koparhlmaya görsün, onun başına neler ge­ lir neler . . . Kur' an' da geçen Arapça sözcükleri Kur' an' dan ve Arap dil ormanındaki köklerinden kopararak Türkçe'ye kat­ mak, pek çok örnekle görüldüğü üzere, o sözcükleri çürük­ çülleştirmekte, üstelik Kur' an' daki, Arapçadaki anlamlarını da bozmaktadır. Türkçeye girdikleri andan başlayarak, bu sözcüklerin anlamları kaymaya uğradığı denli, Türk dilindeki söylenişleri de bozulmaktadır. Çünkü Türkler, bütün diğer Arap olmayan uluslar gibi, bu Arapça sözcükleri Araplar gibi seslendiremiyorlar. Bunu becerebilmek bir uzmanlık işidir. Öyleyse, Arapçadan, Kur'an'd � n sözler alıp Türk diline sok­ manın, o sözlere de bir yararı olmamışhr. O sözcükler de hpkı Türk dili gibi yaralanmışlardır. Bir dildeki sözcükler arasında kök-türev, ata-oğul-to­ run ilişkisini kopartmanın, o dili konuşan kişilerin "anlama yetisi"ni gerilettiği de bir gerçektir. Bunun nasıl olabildiğini görmek üzere, gelin "anlama" olgusunu biraz deşelim:

Anlamak Nedir? Birisi bize bir şeyler söyler, sonra da sorar: "Anladın mı?" .. Bu soruyu kimi kez "evet, anladım," kimi kez de "ha­ yır, anlamadım," diye yanıtlarız. Şimdi düşünelim bakalım; "anladım," dediğimizde bizde ne olmuştur ki "evet, anla­ dım," demişizdir ya da "anlamadım," dediğimizde bizde ger­ çekleşmeyen nedir ki "hayır, anlamadım," diyoruz? "Anladım," dediğimizde bizde neyin olup bittiğini, "anlamadım," dediğimizde de neyin gerçekleşmediğini kav­ ramaya yoğunlaştığımızda, görüyoruz ki, karşımızdaki kişi­ nin konuşmalarını, ağzından çıkan sesleri gözümüzde bir ta­ kım görüntülere dönüştürebildiğimiz an "anladım," diyoruz; görüntüye dönüştüremediğimizdeyse "anlamadım," diyo­ ruz.

126

Kulağımıza iletilen çoğu sözcüklerin adı oldukları kimi nesneler vardır. Konuşma sırasında o sözcükler kulağı­ mıza ulaşhğında onların adı oldukları nesnelerin görüntüsü gözlerimizin önünden geçiyorsa "anladım," diyoruz; buna karşılık konuşma sırasında kulağımıza çarpan sözcüklerin adı oldukları nesnelerin görüntüsü, o sözcükleri duyduğumuz an gözlerimizin önünden geçmiyorsa "anlayamadım" diyoruz. Diyelim ki biri yanımıza sokulup bize, " atrodakitezin­ koratılüsöxıf?" diye sordu. "Ne diyorsun, anlayamıyorum," deriz. Neden? Çünkü, bir takım sesler evet kulağımızdan gir­ miştir, fakat gözümüzün önünden hiç bir görüntü geçmemiş; kulağımızdan giren sesler gözümüzde görüntüye dönüşeme­ miştir. İşte bir konuşmayı anlayamamak demek; o konuş­ mada geçen sözcükleri duymak fakat görüntüye dönüştüre­ memek demektir. Çünkü sözcükler, imgelemde görüntüler oluşturmanın araçlarıdır. Üretilmiş bir sözcük, öncelikle "ses dalgalarına dönüştürülmüş nesnel bir görüntü" demektir. Sonra bu ses dalgası kulak aracılığıyla algılanıp göz aracılı­ ğıyla yeniden ancak bu kez düşsel bir görüntüye dönüşür ve anlama edimi işte böyle gerçekleşir. "Bir kulağından girdi, öbür kulağından çıktı," deyimi, dilimizde yaygın olarak kullanılır. "Anlamadı," demektir. Sözcükler ses dalgalarıyla kişinin bir kulağından girmiştir, ancak görüntüye dönüşmeksizin öbür kulağından çıkıp git­ miştir. Anlama olgusu, sözleri (sesleri) gözde görüntüye dö­ nüştürme edimi olduğu için, bu gerçekleşemediğinde, o söz­ ler bir kulaktan girer, imgelemde işlem görmeksizin öbür ku­ laktan çıkarlar. Jean Paul Sartre; "Konuşmanın amacı gördürmektir" der. Bu, sözcükler kulağa gözde görüntüye dönüştürülsünler diye iletilir, demektir. Çünkü, sözcükler görüntü yüklenmiş ses dalgalarıdır.

1 27

Konuşma ediminin amacının sesleri imgelemde gö­ rüntüye dönüştürmek olduğu ilk kez Sartre'ın ortaya çıkar­ dığı bir bulgu değildir. Bu ilişki üzerinde hiç inceleme yap­ mamış ya da bu konuda öğrenim görmemiş kişiler bile, bu ilişkiyi doğaçtan bilmektedirler. "Dinle, bak şimdi sana ne söyleyeceğim," diyen kişi "dinle, bak," demekle, "kulağına ilettiğim sözcükleri imgeleminde görüntüye dönüştür, " demek is­ temektedir. "Senin dediklerine bakılırsa," dediğimizde anlat­ mak istediğimiz "senin kulağıma ilettiğin sözcükleri aktarıcısı ol­ dukları görüntülere dönüştürüp bir bakarsam, dır Kur'an' da da "işitmek" yerine "görmek" diye çevrilen Arapça "rey" sözcü­ ğünün kullanıldığı pek çok ayet vardır. İbrahim suresi, 24. ayetinde; "Görmedin mi Tanrı nasıl bir örnek vermiştir ? Özlü, "

.

soylu, sağlam bir söz, kökü yerleşik, dalları göğerik, özlü, soylu, sağ­ lam bir ağaç gibidir, " deniliyor. Burada sözcükler kullanılarak bir örnek veriliyor ve "duymadın mı" değil, "görmedin mi" diye soruluyor; sözlerle verilen bir örneğin imgelemde görün­ tüye çevrilip çevrilmediği soruluyor. Çoğu kez, "Bak, şimdi sana ne diyeceğim," deriz, "İşit, şimdi sana ne diyeceğim," demeyiz. Çünkü imgelemde görüntüye çevrilmeyen sözlerin salt kulakla işitilmesinin hiç bir anlamaya yol açmayacağını biliriz.

Anlama Ediminde Sözcükler Arasındaki Kök-Türev İlişkisinin İşlevi Eğer sözcükler, kişinin imgeleminde oluşturmasını is­ tediğimiz görüntülerin sese çevrilmiş, ses dalgalarına yüklen­ miş biçimi iseler; ve sözcük dediğimiz sesler ancak imge­ lemde görüntüye dönüştürülerek anlaşılabiliyorsa; bir dil­ deki kök türev ilişkisi, "anlama" yani "sesleri imgelemde gö­ rüntüye çevirme" ediminde nasıl bir işlev görür? Dalı göğe, yani "soyut" a yükselen her sözcüğün, kökü yerde, toprakta, nesnel yaşamda, "somut"tadır. "Kökü yerde," demek, elle tutulur, gözle görülür, beş duyu organıyla 128

somut olarak algılanır, demektir. Bir dildeki sözcüklerin yerli kökleri, "kök sözcükler", hep somut nesnelere ad olur. Bir sözcüğün kökü, bize elle tutulur somut bir nesneyi gösterir. Türetilmiş bir sözcük ise, bir nesneyi gösteren köke eklenmiş türetme eklerinden oluşur. Bütün türetilmiş sözcükler, ken­ dini doğuran kök sözcüğü kendi içlerinde korur, barındırır­ lar. Örneğin, eski Türkçede "anğ" bir sözcük köküdür. Bu kökten "la"+"mak" ekleriyle bir sözcük türetmişiz: "Anğla­ mak" . Anğlamak sözcüğünün anlamının ne olduğunu anla­ mak için, yapılacak ilk iş bu sözcüğün kökünü bulmak ve bu kökün hangi somut nesneyi gösterdiğini görmektir. Anğla­ mak sözcüğünün kökü "anğ" dır ve bu, gerçekten de elle tu­ tulur, gözle görülür, somut bir nesnenin adıdır. Sürüler otla­ hlırken bir boyun hayvanları başka boyun hayvanları arasına karışırsa kolay bulunsun ya da çalındığında kolayca saptana­ bilsin diye, hayvanların derileri üzerine kızdırılmış demirle onun hangi boyun hayvanı olduğunu gösteren özel çizgeler, desenler basılır ve bunlara "anğ" denirdi. Demek ki "anğla­ mak" resimlemek, görüntüye dönüştürmek, yani görselleştir­ mektir ve bugün "anlamak" diye seslendirdiğimiz sözcüğün atası da budur. Az önce "anlama"nın "görüntüye dönüştür­ mek" olduğunu açıklamıştık. Anlamak sözcüğünün köküne inince, bu zaten kendiliğinden açığa çıkıyor. Demek ki, bir türemiş sözcüğün içinde bulunan kökün somut bir nesnenin adı olması, bizim o kökten türemiş soyut anlamlı bir sözcüğü gözümüzde düşleyebilmemizi, imgele­ mimizde görüntüye dönüştürebilmemizi, böylece anlama­ mızı sağlamaktadır. Bir türev sözcüğün kökünün ad olduğu nesne gözde düşlenmeksizin, o türev sözcüğün anlaşılması olanaksızdır. Diyelim ki, eski Türkçe "gözüngü" sözcüğüyle karşı­ laştınız ve bunun anlamını bilmiyorsunuz. Yapacağınız ilk iş

129

bu sözcüğün içindeki kökü seçip ayırmakhr: "Göz" .. Bu kö­ kün ad olduğu nesne, görme organıdır. "Gözüngü" sözcüğü, görme organı "göz"e, "ün" ve "gü" takıları eklenerek yapıl­ mış. "Ün" takısı, bir eylemin kendi kendine yapıldığını belir­ ler. Tıpkı "dövmek", birinin bir başkasını dövmesi, "dövün­ mek" ise kendi kendimizi dövmek olduğu gibi, "gözünmek" de kendi kendimizi gözlememiz anlamına gelir. "Göz" + "ün" "Gözün" sözcüğü, kendi kendini gözle-mek anlamına geli­ yor. Buna eklenen "gü" takısı, hpkı "sil-mek" ten "silgi", "sar­ mak" tan "sargı", "kesmek"ten "keski", "atmak"tan "atkı", "sürmek" ten "sürgü" örneklerinde yer alan "gü" takısı gibi, sonuna geldiği sözcüğün o işi yapmaya yarayan bir eşya ol­ duğunu gösteriyor. Böylece "gözüngü"nün bir kendi kendini görme eşyası anlamına geldiğini öğreniyoruz. "Göz" kökün­ den türemiş "gözüngü" sözcüğünün anlamuu, ondaki "göz" kökünün bir nesneye ad olmasından yola çıkarak ve önce o nesneyi imgelemimizde görüntüye dönüştürerek, sonra ekle­ rin işlevine bakarak çıkarşıyoruz. =

Her türev sözcüğün içinde bulunan sözcük kökünün; doğada yerleşik, toprakta, eşdeyişle nesnel yaşamın içinde, duyu organlarıyla algılanabilir bir nesnenin, varlığın, olgu­ nun adı olması; onun kolayca imgelemde görüntüye dönüş­ türülebilir olması demektir. Zaten türev sözcüklerin içinde yer alan kökün işlevi, kişinin bu kökün ad olarak verildiği nesneyi gözünün önüne getirmesini sağlamakhr. Türev söz­ cüklerin soyut anlamlarını kavrayabilmemiz için, önce bu sözcüğün türediği kökün ad olduğu nesneyi, somut olguyu gözümüzde düşlemeliyiz. Kökün görevi, ad olduğu somut nesneyi gördürtmek; türetme eklerinin göreviyse, kökün gös­ terdiği somut olguya ne için baktığımızı, onu nasıl bir ko­ numda düşlememiz gerektiğini açıklığa kavuşturmaktır. Başka bir deyişle, kökün ad olduğu somut olguyu, bu türetme

130

eklerinin buyurduğu doğrultuda değişiklikler yaparak gözü­ münzde yeniden biçimlendirmemizi sağlamakhr. Bir sözcü­ ğün kökü, onun ad olduğu nesnel olguyu bir "belge" olarak bize gösterir; bu kökün ardından gelen türetme ekleriyse, kö­ kün önümüze koyduğu o somut belgeyi "nasıl yorumlayaca­ ğımızı", "nasıl düşleyeceğimizi" gösterirler. Demek ki, bir "türev sözcük" = bir "kök" + "türetme ekleri"; eşdeyişle, bir "belge" + "yorum"; başka bir deyişle, bir "somut" + "soyut­ lama kılavuzu" demektir. Bir kökten türetilmiş türev sözcük; bir belgeden türetilmiş bir yorum; bir somuttan ivmelenmiş bir soyut, demektir. Kök olmadan türev, belge olmadan yo­ rum, somut olmadan soyut olamaz. Olursa çürük olur, bir yandan kendisi çürük, öte yandan iliştiği yerler çürük olur. Bir türev sözcüğün kökü, "Ne?" sorusuna bir yanıttır. Buna eklenen yapım ekleri "Nasıl?" sorusuna birer yanıttır. Kökü bulunca "ne"yi, yani hangi nesneyi gözümüzde düşlememiz gerektiğini buluruz. Bu köke eklenen yapım eklerine bakınca, kökün gösterdiği nesneyi "nasıl" bir özel durumda düşleme­ miz gerektiğini bulmuş oluruz. Sözcükler arasındaki kök türev ilişkisi, bilinen bir ol­ gudan yola çıkarak, bilinmeyen yeni bir olguyu öğreten bir ilişkidir. Bir tümcede bir sözcük, kök olarak, yalnız başına anıldığında, kökün ad olarak verildiği nesnel olgunun imge­ lemde bir değişikliğe uğratılmadan düşlenmesi gerektiği an­ laşılmış olur. Ancak köke bir yapım eki eklenmişse, bu du­ rumda kökün gösterdiği nesneyi yapım ekinin buyurduğu doğrultuda değiştirerek düşlememiz uyanlıyor demektir. Ör­ neğin, "kara" yalın olarak anıldığında, kömür rengini göste­ rir; fakat ek getirilip "karamsı" denildiğinde, artık salt kömür renginden söz edilmediği, söz konusu edilen rengin kömür rengine yakın olmakla birlikte, biraz daha değişik, görece ola­ rak açık bir kara olduğu ve imgelemde böyle görülmesi ge­ rektiği uyarılmaktadır. Bir türev sözcüğün kökü, bildiğimiz

131

bir somut olguyu; türetme, yapım ekleriyse, türev sözcüğün göstermek istediği nesnenin, kök sözcüğün yalın olarak gös­ terdiği nesneden ne gibi bir başkalığı olduğunu gösterir. Tü­ retme, yapım ekleri, kökten çıkan dalın nereye doğru yönel­ diğini gösterir. Bir sözcüğün kökü, türevin çıktığı yeri; köke eklenen türetme, yapım ekleri ise, türevin nereye yöneldiğini gösterir. Türev sözcüğün içinde bulunan türetme, yapım ek­ leri, bize bu türev sözcüğün gösterdiği olgunun kökün göster­ diği yalın durumdan ne gibi bir başkalığı bulunduğunu, o nesnenin hangi özel durumda düşleneceğini gösterir. Dolayı­ sıyla, bir sözcükteki kök, türevin kendisiyle benzerliğini; tü­ retme, yapım ekleri ise, türevin kökle benzer olmayan yanla­ rını gösterir. Demek oluyor ki, bir sözcük türetmek, en alt düzeyde bir "benzeti yapmak"tır. Olgular arasındaki benzerlikleri, başkalıkları göstermektir. Bir olguyu onu bilmeyenlere anla­ tabilmek için, önce bu olguya en çok benzeyen, bilinen bir so­ mut olguyu gözler önüne serer; sonra da öğreteceğiniz yeni olgunun, bilinen bu somut olgudan ne gibi ayrılıkları oldu­ ğunu sergilersiniz. İşte türev sözcük de, size böyle davran­ maktadır. Önce kökü, yani bilinen bir somut olguyu yalın ola­ rak gözlerimizin önüne getirir; sonra da türetme, yapım ekleri aracılığıyla, anlatılmak istenen yeni olgunun, o eski, bilinen somut olgudan ne gibi bir başkalığı olduğunu gösterir. Türev sözcük, öğretendir, bilgedir. Bu nedenle, bir dildeki köklerle türevler arasındaki ilişkiyi, araya yabancı sözcükler sokarak kesmek, o dili konuşan toplumun "öğrenme", "anlama" edi­ mini de güçleştirmek demektir. Bir türev sözcük, yapısında, 1- Kendi kökünü, 2- Tü­ retme, yapım eklerini barındırır. Buna şöyle de diyebiliriz: Bir türev sözcük, yapısında, 1- Yaşamın içinden adı konmuş bili-

132

nen nesnel bir olguyu, 2- Bu adı konmuş, nesnel olgunun, tü­ rev sözcüğün ad olarak verildiği olguda neyin benzetisi sayıl­ ması gerektiğini bildiren türetme, yapım eklerini barındırır. Öyleyse, bir ulusun yerli köklerden yeni karşılaştığı durumlara uygun yerli türev sözcükler üretmesini engelle­ mek; o ulusun yeni ayırdına vardığı olguları, geçmişte ayır­ dına varıp adını koyduğu olgulara "benzeterek", bu benzer­ liği yeni olguya verdiği adda, kök türev ilişkisi olarak sergile­ mesini engellemek demektir. Bu da, o ulusun dilinde yaşayan türetme, yapım eklerini işlevsizleştirmek, kullanımdan kal­ dırmak demektir. Bunu bir örnekle anlayabiliriz. Diyelim ki Türkler, ki­ şinin bakınca kendi yansısını görmesini sağlayan aynayı daha yapamadılar, böyle bir nesneyle de hiç karşılaşmadılar. Gü­ nün birinde bir biçimde bu nesneyle karşılaştıklarında, buna kendi dillerinden bir ad vermeleri gerekecek. Baktıklarında kendilerini gösteren bu nesneye kendi dillerinden bir ad tü­ retmeleri olanaksız değildir. Tersine çok gereklidir. Araplar buna kendi dillerinde "görmek" anlamına gelen "reaye" sö­ zünden "miratü"yü türeterek ad vermişler. Türkler de buna karşılık kendi dillerinde "görme" organının adı olan "göz" den bir ad türetebilirler: "Gözüngü" .. Fakat bu nesneye yerli bir ad vermesi olanaklı olan Türkleri, bu nesnenin Arap­ çadaki adını alıp kullanmaya yöneltirseniz, bu durumda Türklerin sözcük türetme yetisini engellemiş olursunuz. Do­ layısıyla "benzeti yapma yetileri"ni de köreltirsiniz. Bir ulus düşünün ki, yeni ayırdına vardığı bir olguyu, eskiden ayır­ dına varıp, adını kendi dilince koyduğu başka bir olguya ben­ zetse bile, bu benzerliği kendi dilindeki kök türev ilişkisini yürüterek üreteceği yeni adla vurgulayamayacak! .. Böyle bir durum, o ulusun "düşünce üretme biçimi" demek olan "söz­ cük türetme yolları"nı kullandırtmamak; dolayısıyla, olgu-

133

lara ad koyarken kendi düşünsel, kurgusal yetilerini çalıştır­ masını önlemektir. İşleyen demir ışıldar; işlemeyen demir paslanır. İşleyen kök türev ilişkisi ışıldar;s işlemeyen kök tü­ rev ilişkisi paslanır. Kur'an'daki deyişle, yemiş vermez, ku­ rur, çürür . . . Türk dilindeki kök türev ilişkisinin yabancı sözcükler sokularak kopartılması, Türklerin "düşünce üretme aracı"run bozulması demektir. Dil eğer bir düşünme aracıysa, dilin bo­ zulması düşünce üretme aracının da bozulması anlamına ge­ lir. Bozuk araçla sağlam ürün verilmez. Dili bozuk Os­ manlı'nın düşünce üretme yetisi de bozuktur. Bu nedenle yeni gelişen durumlara uygun yeni düşünceler üretememiş, yok olmuştur. Osmanlı'nın çöküşünde, Osmanlı dilinin bo­ zukluğunun da bir etkisi olsa gerektir.

Çeviri ve Aydınlanma Düşünce üretimi dildeki kök türev bağlantısı kesilerek kısıtlanmış bir toplum, yeni karşılaştığı durumlara uygun yeni düşünceleri, kendi yetilerini kullanarak üretemeyen; bu gereksinimini yabancılardan üretilmiş düşünceler alarak kar­ şılamaya çalışan bir toplum demektir. Evet, bir toplum yaban­ cıların ürettiği düşünceleri de öğrenmelidir. Ancak, o toplum bu yabancı düşünceleri yetkin bir biçimde kendi öz diline dö­ nüştüremedikçe, onları öğrenmesi de çok çarpık olacak ve böylece yabancı düşüncelerden yararlanması da kısıtlanmış olacaktır. O toplum, ancak yabancıların ürettikleri düşünce­ leri yetkin düzeyde kendi öz diline çevirebilirse, bunlardan yeterince yararlanması söz konusu olabilecektir. Yabancıların ürettikleri düşüncelerin düğümsel önemde belirleyici kavram adlarını kendi öz dilince uygun yerli sözcükler türeterek çevi­ remeyen bir toplum, o yabancı düşünceleri kendisi için yeni­ den üretmiş sayılamaz; dolayısıyla benimseyemez, kavraya­ maz ve kendine yararlı olacak biçimde dönüştüremez. Bunun

134

sonucunda da yabancıların ürettikleri düşüncelerden yarar­ lanması en alt düzeyde kalır. Yabancıların ürettikleri düşün­ celeri kendi gözünde imgesel görüntülere dönüştürerek anla­ yabilmesi için, o düşüncelerde geçen yabancı deyimlerin, kav­ ram adlarının o yabancı dilde bağlı oldukları somut köklerin kendi dillerindeki sözcük karşılığından türeteceği adlarla an­ ması, kesin olarak gereklidir. Türklerin, doğulu olsun, batılı olsun, bütün yabancı ulusların düşünsel ürünlerinden yararlanması, doğallıkla ge­ reklidir. Her ulus, öteki ulusların düşünsel deneyimlerinden yararlanmalıdır. Yabancı dille ortaya konmuş bir düşünceyi, bir bildirimi anlayabilmek için, onu kendi anadiline çevirme­ nin bir ön koşul olduğu apaçık bir gerçektir ve konumuz dil ve din olduğu için bunun Kur'an' da da yazılı olduğunu vur­ guluyoruz. Araplara Arapçadan başka dillerle bildirim yapı­ lamayacağı, bu nedenle Tanrı'nın Araplara başka dilde değil, Arapça olarak bildirimde bulunduğu, Kur'an' da yazılıdır: "Biz Kur'an'ı siz Araplar anlayasınız diye Arapça yap­ tık."54 Hiç Kur'an Araplara yabancı dille bildirilir mi?SS Demek ki, bir Türk' e de Arapça bildirimde bulunmak saçmadır. Bir Arap' a acemce söylenirse anlamaz da, bir Türk'e Arapça söylenirse anlar mı? Çeviri olmaksızın bu ola­ maz. Kur'an' da, Firavun' un; "Erkek çocuklarınızı öldürece­ gız, kadınlarınızı sağ bırakacağız," dediği yazılıdır. Fira­ vun'un sözleri Kur'an'da Arapça olarak yazılıdır; ancak bu sözler Firavun'un dudaklarından Kur'an'daki Arapça olarak çıkmamıştı; Firavun'un yaşadığı dönemde Mısır'da hangi dille konuşuluyor ise, işte o dille söylenmişti. Kur' an' da Fira­ vun' un kendi anadilinde söylediği bu sözler salt Araplar an­ layabilsinler diye Arap diline çevrilerek verilmektedir. Yine

135

Kur'an'da "Zulkarneyn" adlı bir hakanın, ordusuyla en do­ ğuya ve en batıya gittiği ve buralarda neler yaptığı öykülenir. Kimilerince "Zulkarneyn" adlı bu kişinin Büyük İskender ol­ duğu savlanır. Yunanlıdır. Aristoteles'in öğrencisidir. Hakan­ dır. Zaten Arapça "Zulkarneyn" sözcüğünün anlamı da "iki uca, doğuya ve batıya egemen hakan" dır. Güneş kursunun doğuyu gösteren ucu da, batıyı gösteren ucu da Arapçada "kam" sözcüğüyle adlandırılır. Arapça "kameyn" sözcü­ ğüyse, güneşin doğuş ve batış yerlerini adlandırır. En doğuya ve en batıya ulaşma; güneşin doğduğu yerden battığı yere dek bütün yeryüzünde egemenlik kurma çabası nedeniyle, Büyük İskender, Arapçada "zulkameyn" (iki ucun egemeni) adıyla adlandırılmış. Grekler hakanlarına "Alexandros" der­ ken, Araplar hakanlarına "Zulkameyn" derlermiş.56 Nasıl Kur' an' da Büyük İskender'in Grekçe Alexandros olan adı bile Arapçaya çevrilip "Zulkameyn" diye anılmışsa; aynı biçimde onun Grekçe olan sözleri de Arapçaya çevrilerek aktarılmıştır. Yoksa Araplar "iki ucun hakanı" Zulkameyn'in sözlerini an­ layamazlardı. Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmedikçe, bizlerde onun sözlerini anlayamaz, adının anlamını dahi bilemeyiz. Türkler, Kur'an' da kişi adı olarak geçen Zulkameyn'in anla­ mını dahi Türkçeye çevirmek durumundadırlar. Zulkarneyn sözcüğünü "iki ucun hakanı" diye Türkçeleştirmedikçe, anla­ mını kavrayamazlar. Kur'an'da geçen Arapça "zulkameyn" sözcüğü, eğer anlamını bilmiyorsa, Türk'ün kulağında "dang, ding, dong" benzeri bir ses iletir. Anlamı Türkçeye çevrilme­ dikçe, "zulkameyn" sözcüğüyle "ding dang dong" sesi ara­ sında bir ayrım bulunmayacaktır. Öyle ki, eğer anlamı dili­ mize çevrilmezse, "ding dang dong" seslerinin bir Türk için Arapça "zulkameyn" sözcüğünden daha derin bir anlamı vardır, hiç değilse zili çağrıştırır.

136

Türkler, kendi öz dillerindeki kök türev ilişkilerinin diriliğini, işlerliğini koruyarak; yaşamda karşılaştıkları olgu­ ları kendi öz dil köklerinden türettikleri yerli sözcüklerle ad­ landırmayı bıraktıkları sürece, yabancıların ürettikleri düşün­ celerden yararlanmakta da, yeni durumlara uyan yeni düşün­ celer üretmekte de, yetersiz kalacaklardır. Kur'an, Arapçadır. Demek ki Türkler Kur'an'ı ne dü­ zeyde kendi dillerine çevirebilirlerse, ancak o düzeyde anla­ yabileceklerdir. Türkler Kur'an'ı en yetkin bir düzeyde Tü rk­ çeye çevirmeksizin, onu gereğince kavrayamayacakları gibi, onu benimsemeleri olduğu denli yadsımaları da dayanaksız, çürük olacaktır. Türklerin kendi öz dillerindeki kök türev ilişkisini araya Arapça Farsça sözcükler sokularak kopartıldığı yerleri saptayıp yeniden onararak, yaşamda karşılaştıkları bütün ol­ guları öz dil varlıklarından uygun yeni sözcükler türeterek adlandırmaya girişmeleri durumunda; Türk düşüncesi de bir yandan yeni koşulların gerektirdiği yeni düşünceleri üretebi­ lir, öte yandan öteki ulusların ürettikleri düşünceleri kendisi için yeniden üretebilir bir yapıya kavuşacaktır. Bu sağlanma­ dıkça, Türkçe konuşan yığınların düşünsel düzeyi, çağcıl ge­ lişim düzeyine sıçrayamaz. Türk, kendi özgüvenini yeniden sağlamak durumun­ dadır. Tanrı'nın kuşlara, örneğin Kur'an'da adıgeçen Hüd­ hüd kuşuna bile verdiği sözcükler, düşünceler üretme yetisi­ nin, kendisinde de var olduğunu yeniden kavramak duru­ mundadır. Türklerin büyük bir çoğunluğu Müslümanlığın Hane­ filik kolundandır. Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanefi; "Kur'an'ın çevrisini okumak namazın yerine getirilmesi için yeterlidir. Arapçasını bilen için de bilmeyen için de yeterli-

137

dir," görüşünü benimsemiş; "Anlamaksızın kulluk edilmeye­ ceğini, anlamanın da çeviriyle olacağını," savunmuştur.57 Onun sonradan bu görüşünden döndüğünü söyleyenler çık­ mışsa da, döndüğünün belgesi yoktur. İslam'ın yeryüzü ölçe­ ğinde büyük bir uygarlık kurduğu İ.S. 800 - 1200 yılları ara­ sında, Müslümanlar arasında en yaygın çizgi Hanefiliktir. Bu yıllarda çeşitli uluslardan Müslümanlar, kendidillcrine çevir­ dikleri Kur'an'ı okuyor, anlıyor, üzerinde düşünüyor; anla­ madıkları sözcüklerle dinsel görev yapmıyorlardı. İslam'ın yükseliş dönemi, Müslüman ulusların kendi dillerini özgürce kullanabildikleri, Kur'an'ı kendi dillerinde okuyup anlayabil­ dikleri bu yüzyıllara denk düşer. Sonra, İ.S. 1 1 70 yıllarında, Müslüman ulusların kendi dillerini bırakarak, anlamını bil­ medikleri Arapça sözcüklerle Kur'an'ı yalnızca seslendirme­ leri, anlamını bilmedikleri Arapça sözcüklerle dinsel tapım­ lara girişmeleri gerektiği görüşü yayılmaya başlamışhr. İşte, İslam uygarlığı da, bundan sonra gerilemeye başlamışhr. 1 070 yılında yazılan Kutadgu Bilig, Arapça Kur'an öğ­ retisinin bütünüyle Türkçeleştirildiğini gösteren çok önemli bir kaynaktır. 1072 yılında yazılan Divan-ı Lugat it-Türk, Türklerin o yıllarda öz dillerini koruduklarını ve Araplara Türkçe öğretmek için çabaladıklarını gösteren yazılı bir bel­ gedir. Karamanoğlu Mehmet Bey'in bunlardan 200 yıl sonra 1 277' de verdiği "Bundan böyle her yerde Türkçe konuşula­ cak, Türkçe yazılacak" buyruğu ise, 1 277'lere gelindiğinde Türkçenin Arapça, Farsça karşısında ne denli gerilediğinin ve ne denli kullanımdan düştüğünün bir göstergesi olması bakı­ mından, önem taşımaktadır. Karamanoğlu Mehmet Bey'den önce Selçuk Devleti'nde devlet dili Arapça, Farsça olmuştu. Devlet defterleri, buyrukları Arapça, Farsça yazılırdı. Bu du­ rum, din dilinin de Türkçe olmadığının bir göstergesidir. Ka­ ramanoğlu Mehmet Bey, Konya'yı ele geçirip bir buyruk ya­ yımladı. Buyruk şöyleydi:

138

Bade'l-yevm ber-divan, her-dergah, ber-barigah, der-meclis, der-meydan çün be-zeban-ı Türki ze­ ban-ı diger nedaret.58 Karamanoğlu Mehmet Bey'in "Bundan böyle her yerde Türkçe konuşulacak" biçminde özetlenebilecek; "Der­ gahta, bargahta, meydanda ve divanda Türkçeden başka dil kullanılmayacak," diye çevrilen buyruğunun tek sözcüğünün dahi Türkçe olmadığını görüyoruz. Bu bize Türkçenin duru­ mun o yıllarda ne denli kötü olduğunu gösteriyor. Karama­ noğlu Mehmet Bey'in bu buyruğu, Türkçeyi içine düştüğü kötü durumdan yalnızca bir süre için kurtarmış, sonra yine Türkler arasında Arapça, Farsça yayılmacılığı başlamıştır. So­ nunda Türkler kendi öz dillerinde dinsel, bilimsel, düşünsel yapıtlar veremez olmuş; Arapça, Farsça egemenliğine boyun eğmişlerdir. Dil konusundaki yaklaşımınız, düşünce üretme öz­ gürlüğü konusundaki seçeneğinizi belirler. Bir dilin gelişimi­ nin, kullanımının kısıtlanması, o dili kullananların düşünce üretiminin de kısıtlanması demektir. Eski Yunan'ın "aydın­ lanına"sı, eski Yunan düşünürlerinin doğuda üretilmiş dü­ şünceleri çeviri yoluyla özümseyip geliştirmeleriyle başladığı gibi, Müslüman Arapların aydınlanması da, eski Yunanca ya­ zılı düşünce ürünlerinin Arapçaya çevrilmesiyle gerçekleş­ miştir.59 Düşünce ürünlerinin çeviri yoluyla kuşaktan kuşağa, ulustan ulusa, yöreden yöreye aktarılarak geliştirilmesi, ay­ dınlanmanın en önemli yoludur. Albert Einstein şöyle der: Yaşantılarımıza, çabalarımıza bakarsak, nere­ deyse bütün davranışlarımızın, isteklerimizin, başka insanların varlığıyla bağlı olduğunu görü­ rüz . . . Bilgilerimizin ve inançlarımızın büyük bir kısmı, bize başkalarının yarathğı bir dil aracılı-

139

ğıyla, gene başkaları tarafından verilmiştir. Dil ol­ masaydı, akıl gücümüz, geliştirilmiş hayvanlarla kıyaslandığında çok düşük kalırdı.60 Çeviri, bugüne dek tüm uluslarda aydınlanmanın baş­ latıcısı olmuştur. Ne ilginçtir ki, batılıların Arapça yapıtları kendi dillerine çevirmeye giriştikleri İ.S. 1200 yıllarında, Arap olmayan Müslüman ulusların Arapça yazılı düşünsel ürün­ leri kendi ana dillerine çevirmeleri çirkin görülerek, düşünsel yapıtların doğrudan kutsal Arap diliyle verilmesi, öteki dil­ lerden uzaklaşılması özendirilmiştir. İ.S. 1200 yıllarında Hı­ ristiyan İtalyanlar, Arapça Kur'an'ı da, Arapça bilimsel, dü­ şünsel yazıları da İtalyancaya çevirerek anlarken; Müslüman Türkler, o yıllarda Arapça Kur'an'ı Arapça olarak anlamaksı­ zın seslendirmeye, bilimsel düşünsel yazılarını da Arapça yazmaya koşullandırılmıştır. Böylece Hıristiyan İtalyanlar, çeviri yoluyla aydınlanırlarken, Müslüman Türkler çeviriden uzaklaşarak kararmışlardır. Bu yaman bir çelişkidir. Batının aydınlanmaya başladığı yıllarda doğunun ka­ rarmaya başlaması; batının aydınlanmasında etkin olan Arapça yazıları çevirme özgürlüğünün, doğudaki dili Arapça olmayan Müslüman uluslara çok görülmesinin bir ürünüdür. Hıristiyan Avrupalılar Arapça yazılmış bilimsel, düşünsel ürünleri kendi dillerine çevirerek anlama çabasına giriştikle­ rinde, Müslüman Türkler de böyle yapıyor olsalardı, Müslü­ man Türkler de en az Hıristiyan batılılar ölçüsünde aydınlan­ mış olmazlar mıydı? Batı, geçmişte Müslüman düşünürlerce Arapçaya çevrilip düşünsel katkılarla geliştirilmiş olan Aris­ toteles'i, Araplardan 400 yıl sonra, Arapçadan yaptıkları çevi­ riler yoluyla öğrenirken; Müslüman Türkler bunları Türkçeye çevirmiyor ve kendi aydınlanmalarını gerçekleştiremiyorlar; çünkü Türkler o yıllarda Arapça yazılı ürünleri Arapça olarak anlamaksızın seslendirmeye, kendi dillerine çevirmekten uzak durmaya koşullandırılmaktaydılar. Gözünüzün önüne

140

getirin: Hıristiyan batılılar Müslüman düşünürlerin Arapça yazılarını kendi dillerine çevirip anlıyorlar; o yıllarda Müslü­ man Türklerse, kendi din kardeşlerinin Arapça yazdıkları bu düşünceleri kendi öz dillerine çevirip anlamaktan uzak tutu­ luyorlar. İşte Hıristiyan batının aydınlanmasının, Müslüman doğunun kararmasına denk düşmesinin bir nedeni de budur; dil . . . Aydınlanma da, kararma da, dilden geçer. Çünkü dü­ şünce ve dil birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdırlar. Biri ka­ rarınca öbürü de kararır; biri aydınlanınca öbürü de aydınla­ nır . . . Bu bölümde, bir dilin yabancılaştırılmasının, o dili ko­ nuşan toplumun düşünce üretme yetisi üzerindeki olumsuz etkilerini konu ettik. Özellikle, bir toplumun yaşamda ayır­ dına vardığı yeni bir olguya, bu yeni olguyu geçmişte ayır­ dına varıp adını koymuş olduğu öteki olgulardan hangisiyle düşünsel bir bağlantı içerisinde görüyorsa, işte o olgunun adı­ nın geldiği kökten yeni, anlamlı, bu yeni olguyu imgelemde düşletecek nitelikte bir sözcük türeterek ad vermesi işleminin, bir tür düşünce üretimi demek olduğunu saptadık. Yabancı­ ların kendi dil köklerinden türetmiş oldukları yabancı söz­ cükleri, yerli dile olduğu gibi sokarak, bu dili konuşanların kendi dil köklerinden yerli sözcükler türetme yetilerinin kö­ reltilmesinin, gerçekte bu ulusun düşünce üretme yetisinin, üretilmiş yabancı düşünceleri yabancı sözcüklerle benimse­ meye itilerek önlenmesi anlamına geldiğini örneklerle tanıtla­ dık. Dilbilime, anlambilime, yaşama ve Kur'an'a dayandık bu saptamaları yaparken . . . Türk dilinin Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, özetle bütün yabancı sözcüklerden olabildiğince arındırıl­ ması; Türklerin kendi sözcük türetme yetilerini özgürce işlet­ meleri; böylece bir yandan özgün düşünceler üretebilir, öte yandan üretilmiş yabancı düşünceleri de anlayabilir ve ken­ disi için yeniden üretebilir duruma geçmeleri; bir yandan

141

Tanrı'yla, dinle ilişkilerini sağlıklı bir yapıya kavuşturacağı gibi, öte yandan düşünsel ilişkilerini de geliştirecektir. Türk­ lerin, benimsedikleri dini yetkin düzeyde anlamaları, uygula­ maları, dildeki özleşmeye bağlı olduğu gibi; doğuda ve babda üretilen düşünceleri, bilimleri en yetkin düzeyde kavramaları da buna bağlıdır. Türkler, dillerinde bulunan "türetimi ola­ naksız", "çekilmesi olanaksız" yabancı kökenli sözcükler ye­ rine, "türetimi sürüğen", "çekilmesi olanaklı" yerli sözcükler yapmalıdırlar ki, kendi sorunlarına kendi çabalarıyla uygula­ nabilir çözümler bulabildikleri, işlerine yarayacak özgün dü­ şünceler üretebilsinler.

Dilimizdeki Yabancı Kökenli Sözcükler "Türemez" ve "Çekilmez" Niteliktedirler Az önce Türkçeye girmiş yabancı sözcükler için "çekil­ mez sözcükler", "türetimi donmuş sözcükler" deyimlerini kullandık. Gerçekten de Türk diline sokulmuş yabancı söz­ cükler sözcüğün bütün anlamlarında "çekilmez" niteliktedir­ ler. Bir yandan Türk dil kuralları bakımında "çekilmez", öte yandan varlıklarına katlanılamaz olmaları bakımından "çe­ kilmez" dirler. Türkçe kökenli bir sözcüğün "çekim" örneği şöyledir: Tuttum, tuttun, tuttu. Tuttuk, tuttunuz, tuttular. Tutarım, tutarsın, tutar. Tutacağız, tutacaksınız, tutacaklar. Tutmuşum, tutmuşsun, tutmuşlar . . . Şimdi, eğer yapabiliyorsanız Arapçadan Türk diline geçen şu "darp" sözcüğünü böyle bir çekin bakalım: Darptım, darptın, darpb. Darptık, darptınız, darptılar. Darparım, darparsınız, darparlar. Dar­ pacağız, darpacaksınız, darpacaklar. Darpmışız, darpmışsıruz, darpmışlar.

142

Olmuyor değil mi? Neden olmuyor? Çünkü Türk di­ line yabancı dilden gelen sözcükler, geldikleri dilde "fiil", iş­ bildirir nitelikte olsalar dahi, Türk diline girdikleri andan baş­ layarak "fiil" niteliklerini yitirip yalnızca "ad"a dönüşüyorlar da ondan. Başka bir deyişle, evet Türk diline Arapça, Farsça işbildiriciler, fiiller sokulmuştur; ancak Türk dili bunları iş­ bildirici, fiil niteliklerini bırakmaları önkoşuluyla sözlüğüne almışhr. Yabancı dillerde işbildirici, fiil niteliği taşıyan söz­ cükler, Türk diline ancak eylemci niteliklerini bırakarak, birer "ad"a dönüşerek girebilmişlerdir. Bu dahi onların Türk di­ linde yalnızca birer konuk olarak bulunduğunun, sözlükteki yerlerinde iğreti olarak durduklarının bir göstergesidir. Türk dili bunlara yalnızca birer "ad" olarak yer vermiş, kendi baş­ larına eylem bildirmelerini yasaklamıştır. Türkçeye giren ya­ bancı kökenli bir işbildirici, fiil; kendi ülkesinde özgürce ey­ lem yapabilir, ancak Türk ülkesine gelince, yanında bir Türkçe sözcük olmaksızın değil özgürce eylem yapmak, "hela"ya bile gidemez. Türkçeye "hela" olarak geçen Arapça sözcük, Arap­ çada işbildiricidir, fiildir. Araplar "hela" sözcüğünü "boşa­ mak", "soymak", "çıkarmak", "atmak" anlamlarında kulla­ nırlar ve bu sözcük bütün bu eylemleri Arapçada tek başına yapardı. "Hela" sözcüğü Arapçadan Türkçeye geçince, Ara­ bistan' da özgürce yaptığı eylemlerin hiç birini Türkiye' de ya­ pamaz ve yanına "gitmek", "gelmek" gibi Türkçe işbildirici­ ler, fiiller takılmaksızın, şuradan şuraya adım atamaz oldu. Türkler, Arabistan' da kadın boşayabilen, giysi soyabilen, ki­ şileri bir aşağı basamağa fırlatabilen, ağacın yaprağını düşü­ rebilen, babanın oğluyla ilişkisini kesebilen, komutanları gö­ revden atabilen, kumar oynayabilen, soygun yapabilen, ant­ laşmaları bozabilen bu "hela" sözcüğüne, bütün bu işleri yap­ masını yasaklamış, onu "işeme yeri"ne kapatmış, ona 'işeme yerinin adı" olmaktan başka bir iş görmeyi yasaklamışlardır.

143

Evet, Türkler Arapçadan "hela" sözcüğünü aldılar, ancak "içine ederek" aldılar; çişlerini, kakalarını Arabistan' da çok iş­ ler yapan bu "hela"nın içine yapmaktadırlar. Arapçadayken işbildirici, fiil olan "hela" sözcüğü, Türkçeye girince, Türk dil yasaları uyarınca "çekilemez" duruma düştüğü gibi, sanırım bu sözcük de Türkçeye girince içine düştüğü bu durumu çe­ kilmez buluyordur. "Hela" sözcüğü kendi anayurdu Arabis­ tan' dayken, eylem yapmadığı anlarda hiç değilse "işeme ye­ rinin adı" olarak yaşamak durumunda kalmıyor; "ad" olarak da "boşanmış kadın", "hurma koruğu", "sinik deve", "meşe ağacı", "armağan olarak verilen giysi", "kumarcı" gibi anlam­ lara geliyor; Türkiye' de başına gelenler, anayurdunda başına gelmiyordu. Arapça kökenli "hela" sözcüğü, bizim açımızdan da, kendisi açısından da "çekilmez" durumda. Niçin tutalım onu? Bırakalım yurduna gitsin. "Hela" sözcüğünü "işeme yeri" ne tıkıp, onun bütün eylem özgü rlüğünü elinden almak, biz Türklere de bir onur kazandırmaz ki? Ancak bunun yerine "W.C" gibi bir İngiliz'i ya da "tuvalet" gibi bir Fransızı da ge­ tirmemeliyiz. Bunların yerine Türkçe "ayak yolu" ya da "çeki düzen" diyebilirsiniz. Çünkü kişiler orad a yalnızca çişlerini yapmıyor, ellerini yıkıyor, saçlarını tarıyor. "W.C'' yerine çeki düzen anlamında "Ç.D" yazabilirsiniz; inanın bu "W .C'' den daha kötü olmayacakbr. Türk diline girmiş yabancı, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, vb. sözcükler, "hela" örneğinde olduğu gibi "çekil­ mez" nitelikte oldukları denli, aynı zamanda üremez ve türe­ mez niteliktedirler; bunlar evlenemez, çoluk çocuk yapamaz, kendi soylarını anayurtlarında olduğu gibi sürdüremezler; bi­ rer çöpsüz üzüm gibi, evsiz, barksız, soysuz sopsuz, kadınsız kocasız, tek başlarına yaşamaya yazgılıdırlar. Bizim toprağı­ mızda kök salamazlar, yemiş veremezler. Bir kendileri vardır, işte bu. Ötesi onlara yasaktır.

144

Türk Dilinin Özgün Yapısı Yabancı Sözcüklerin Kök Salmasını Önlüyor Örnek mi verelim? Öyleyse düşünün: Siz, dilimize ya­ bancı dillerden girip de bizim toprağımızda doğuran, soyunu sürdüren bir yabancı sözcük duydunuz mu? Söz gelimi, Farsça "kehrüba" sözcüğü dilimize girdikten sonra söylene söylene "kehribar" a dönüşmüş; gelgelelim dilimize girdikten sonra, bizim gereksinmelerimizi karşılayacak yeni sözcükler doğurmamıştır. Oysa Farsça "kehrüba", bizim söyleyişimizle "kehribar" sözcüğü, kendi ana yurdunda "elektrikçi", "elekt­ riklenme", "dinamo", vb. gibi anlamlara gelen bir çok oğullar vermiş; bizdeyse tesbih yapılan bir taşın adı olarak kala kal­ mış; kendisinden başka sözler türetilememiştir. "Dakika" söz­ cüğü dilimize Arapça'dan girmiştir. Arapçada "dakika"dan türetilmiş pek çok sözcük vardır; "tedkik" (inceleme); "dekke" (ince olmak, kırıntı olmak); "dakkaku" (incelten, öğüten, uncu); "dikkat" (incelme edimiyle bağlantılı, zaman kırıntısı); "dukkatü" (inceltilmiş, un gibi öğütülmüş baharat­ lar, karabiber, tuz, vb. gibi nesnelerin genel adı); "dakkaketü" (inceltme işinde kullanılan tokmak, vb. gibi araç gereçlere ve­ rilen ad); "dakkuku" (kırılıp dövülerek inceltilmiş, pudra, toz); "ebu dakiyk" ("ebu" Arapçada soy demektir; "ebu da­ kiyk", soyu dakika gibi kısacık olan, yaşam süresi toz gibi kü­ çük olan, kelebeğin adı); "dakiykatü" (bir nesnenin kırılıp in­ celtile inceltile artık inceltilemez olan en küçük parçası, atom) .. Biz Türkler Arap dilinde "dekke" (ince) kökünden tü­ reyen söz ağacının bu dallarından yalnızca "dakika", "ted­ kik", "dikkat", vb. gibi sözcükleri almışız; sonra bunları da ayrı ayrı yerlere sürgün etmişiz; öyle ki bunlar artık kendi ara­ larındaki soy bağını bile unutmuşlar; biz de bilemez olmuşuz. Önemli olan şu ki, Arapçadan gelen bu sözcükler Türk diline geldiklerinde evlenip çoluk çocuk yapamıyorlar. Biz bunların kendi anlam alanları ile ilgili yeni olgulara, bunlardan yeni

145

sözcükler türeterek ad koymuyoruz; donmuş durumdalar; ne doğuruyorlar, ne doğurtabiliyoruz. Öyle ki, bu yabancı kö­ kenli sözcükler, Türk dilinde istendiği an dilden ahlıp yerle­ rine başka sözcükler konulabilecek nitelikte, köksüz, iğreti durumda bulunuyorlar. Evet, kolayca dilden atılabilirler; çünkü, bunların dilimizdeki başka sözcüklerle kopmaz bir bağlanhları yok; sözlüğümüzde kendilerini çağrıştıracak bir sözcükler yumağına bağlı değiller; birini sözlükten çekip alınca tümü birden yıkılacak nitelikte bir duvar örgüsü oluş­ turmuyorlar. Dolayısıyla, Türk dilindeki yabancı kökenli bir sözcük, yerine başka bir sözcük konulabildiği an kolaylıkla dilden ahlabiliyor. Kurtuluş Savaşında yabancı ordular nasıl geldikleri gibi gittilerse, Dil Devrimi'yle de yabancı sözcükler işte öyle geldikleri gibi gitmiş, ardlarından ağlayanı bulunma­ mışhr. Türk dilinin, atalarca en başından konulan yasaları, yabancı sözcüklerin Türkçede ancak birer konuk olarak; o da ürememek, türememek, doğurmamak, eylem yapmaya kal­ kışmamak koşuluyla; istendiğinde atılabilecek denli iğreti bir biçimde bulunmasını sağlamıştır. Bunların dilimizde kök sal­ maları, yuva yapmaları, dal vermeleri olanaksız kılınmışhr. Bu nedenle Türkler, dillerine giren yabancı kökenli sözcükleri diledikleri an yerlerine yerlilerini koyarak, geldikleri yere geri gönderebiliyorlar. Son elli yıldır da göndermektedirler. Arapça "tedkik" atılmış "inceleme", "vaka" atılmış "olay"; "menba" ahlmış "kaynak"; "tafsilat" ahlmış "ayrıntı"; "ec­ nebi" ahlmış "yabancı"; "ced" atılmış "ata"; "umumi" ahlmış "genel"; "fetva" atılmış "buyruk"; "istiklal" atılmış "bağım­ sızlık"; "muallim" atılmış "öğretmen"; "kat'i" ahlmış "kesin"; "yegane" atılmış "biricik"; "payidar" atılmış "kalıcı"; "say" ahlmış "emek"; "ati" atılmış "gelecek"; "mazi" ahlmış "geç­ miş"; "sulh" ahlmış "banş"; "muvafakat" ahlmış "onay";

146

"müsabaka" ablmış "yarış"; "müsavi" atılmış "denk" sözcük­ leri konulmuştur yerlerine . . . B u gibi Arapça, Farsça, yabancı kökenli sözcükler bi­ zim dilimize girdikten sonra kendilerinden türeyen birer soy üretmemişlerdi, arkalarında "o giderse biz de gideriz" diye ayaklanacak çoluk çocukları yoktu; Türk dil ormanında bun­ lara bağlı başka sözcükler bulunmuyordu; bu yüzden bu söz­ cükler Türk dil ormanından ablınca "arkalarından ne yer ağ­ ladı, ne de gök" . Şimdi arbk yerlerine Öztürkçeleri konulmuş olmasına karşın, ablan bu yabancı sözcükleri geri çağırarak, öztürkçe­ lerini atıp bunları yeniden dilimize sokmaya çabalayanlar vardır. Dilimizde öztürkçeleri varken, ablan Arapça, Farsça kökenli sözcükleri yeniden yaşatmaya çalışanlar; Türk dilini kuş dilinden ilkel, Türk beynini kuş beyninden küçük san­ mayı sürdüren, buna yürekten inanmış yurttaşlarımızdır ki; bunlar Türk toplumunun yönetimini ellerine bir geçirirlerse; Türk dilini gerçekten de kuş dilinden ilkel, Türk beynini ger­ çekten de kuş beyninden geri bir duruma düşürmek için elle­ rinden geleni artlarına koymayacaklardır. Bu "potur devrim­ cileri", bu "fes devrimcileri", sözde "yasaklanmış" dinsel inançlarına, sözde "yasaklanmış" Müslümanlıklarına özgür­ lük isterlermiş gibi görünerek, Türk diline karşı devrim yapma özgürlüğünü; Osmanlıcası "hıyarlığını" istiyorlar. 25.10. 1 994 günlü Milliyet gazetesinden:

Osmanlının dilini Türkler mahvetti İstanbul- MİLHA Ünlü Divan şairi Fuzuli, doğumunun 500. yılında uluslararası bir sempozyumla anılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Türk Yazarlar Bir-

147

liği'nin ortaklaşa düzenlediği sempozyumun açı­ lışında konuşan ve sözlerine "Fuzuli'nin ruhuna fatiha" diye başlayan Büyükşehir Belediye Baş­ kanı Recep Tayyip Erdoğan, Fuzuli'nin Türk dün­ yasının en büyük şairi olduğunu söyleyerek "O her şaire nasip olmayacak tarihi bir misyonun da sahibiydi" dedi. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ndeki sem­ pozyumun en ilgi çekici konuşmasını Azerbay­ can' ın İstanbul Başkonsolosu Abbas Abdullah Hacaloğlu yaph. Başkonsolos, Fuzuli'nin dilinin ortak Türkçe olduğunu belirterek, "O dile siz (Türkiye Türkleri) sahip çıkmadınız. Osmanlının dili bizi birbirimize bağlayan bir köprüydü, cum­ huriyet dönemiyle yıkıldı. Osmanlının dilini (Tür­ kiye' deki) Türkler mahvetti," dedi. Bu sözleriyle salondakilerden büyük alkış alan Hacaloğlu, bu tür toplantıların köprüleri yeniden açacağına inandığını kaydetti. 1 1 . 10.1996 günlü Cumhuriyet gazetesinden:

İzzetbegoviç'in İslam Deklarasyonu: "Atatürk Türkiye'yi barbarlığın eşiğine getirdi!" Dış Haberler Servisi- Bosna-Hersek devlet baş­ kanı Aliya İzzetbegoviç'in İslamiyet'i yaymak amacını taşıyan "İslami Deklarasyon" kitapçı­ ğında Türkiye' deki reformlar ve Atatürk eleştiri­ liyor. Şapka Devrimi'ne de karşı çıkan İzzetbego­ viç, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin getiril­ mesini eleştiriyor, bu devrimle Türkiye'nin bar­ barlığın kıyısına getirildiğini savunuyor. Görüleceği üzere, "fes ve potur devrimcileri" Osmanlı yazısını Osmanlı dilini yeniden diriltmek istiyorlar açıkça.

148

Onlara bu "özgürlüğü", Osmanlıcası "hıyarlığı" tanıyacak mıyız?

"Özgürlük"ün Osmanlıcası "Hıyarat" sözcüğü Osmanlı dilinde "özgürlükler" an­ lamında kullanılan Arapça kökenli bir sözcüktür. Dil Dev­ rimi'ne karşı çıkan "fes ve potur devrimcileri" Osmanlı'ya dönmeyi ve özgürlüğün Osmanlıdaki biçimini istediklerini açık açık savundukları için, bunu gerçekleştirmeye "özgür­ lük" sözcüğünün de Osmanlıcasını kullanarak başlamalı ve konuşmalarında, yazılarında, Türkçe "özgürlük" sözcüğü ye­ rine Arap kökenli Osmanlıca "hıyarlık" sözcüğünü kullanma­ lıdırlar. Osmanlıcadaki "hıyar" sözcüğü, Arapça "hayr" söz­ cüğünden gelir. Osmanlılar, Arapçadan bu sözcüğünün çe­ şitli türevlerini almışlardır; çünkü İslam yargısında, bu sözcü­ ğün yasalar alanında çok geniş bir kullanımı vardır. Örneğin İslam yargı sözlüğünde "Hıyar"; bir işi yapıp yapmamakta özgür olma durumudur. İslam yargısında "hıyar'ı ayb", "hı­ yar'ı ataka", "hıyar'ı buluğ", "hıyar'ı idrak", "hıyar'ı gabn", "hıyar'ı hıyanet", vb. gibi pek çok yargı deyimi vardır. İslam yargıç, sizi tutuklamayıp salıverecekse: "Artık hıyarsınız!" der ve siz "hıyar" olduğunuzu duyunca "özgür" bırakıldığı­ nız anlayıp sevinirsiniz. Ya da savunucunuz, yargıca sizin "hıyarlığınızın kısıtlanmamasını" söyler; sizin "hıyarlığınızı" yargı önünde savunur. Diyelim ki yaşınız on sekize ulaştı. İs­ lam' a göre babanıza: "Ben dilediğimi yapmakta hıyarım; ben hıyar' ı idrak sahibiyim" diyebilirsiniz. Görüleceği üzere, Arapça kökenli Osmanlıca "hıyar" sözcüğünün günümüz Türkçesinde sövgü ya da salatalık anlamında kullanılan "hı­ yar" (eski öz biçimiyle; "kıyar") sözcüğüyle bir ilintisi yoktur. Bütünüyle "özgürlük" anlamına gelen çok güzel bir anlamı vardır. Şimdi, Türk dilinin yeniden Arapça, Farsça sözcük­ lerle doldurulmasına çalışan sözde din özgürlükçüsü, özde 149

Kur' an' a yabancılaşmış; din sömürücüleri, eğer gerçekten de bunu başarmak istiyorlarsa; Arapça "hıyarat" sözcüğünü "özgürlük" anlamıyla yeniden dilimize soksunlar; Öztürkçe "özgür" sözcüğünü atıp, yerine Arap kökenli Osmanlıca "hı­ yar" sözcüğünü yeniden dilimize soksunlar da görelim. Bun­ lar, bugün "inanç özgürlüğü" demek yerine, "dini hıyarlık" diyebilirler mi? Diyemezler. Dememek de gerekir. Çünkü ar­ tık "hıyar" sözcüğü, dilimizde "özgürlük" anlamına değil "salatalık" anlamına geliyor da ondan. Artık Türkçe "özgür­ lük" sözcüğü dururken Osmanlıca "hıyarlık" demek, gerçek­ ten de hıyarlık olur. Peki, şimdi artık Türkçe "özgürlük" ye­ rine Osmanlıda olduğu gibi "hıyarlık" demek, "hıyarlık" olu­ yor da; Türkçe "inceleme" yerine Arapça "tedkik"; "olay" ye­ rine "vak'a"; "ayrıntı" yerine "tafsilat"; "öğretmen" yerine "muallim"; "denk" yerine "musavi", vb. demek, niçin "hıyar­ lık" sayılmasın? .. Kişinin kendi öz dilinde o anlamı karşılaya­ cak yerli bir sözcük var iken, yerlisini benimsemiş kullanıp duruyor iken, kalkıp eşdeğerli yabancı bir sözcüğü geri geti­ rerek yerlisini dilden atmak, "hıyarlığın daniskası" dır; "hı­ yar-ı hıyanet" tir. Tanrı, kendisine bağlananlara böyle "hıyar­ lık"lar etmelerini buyurmamış; hiç bir ulusa "dilinizi yabancı sözcüklerle bozunuz" diye bir buyruk vermemiştir. Bugün "din elden gidiyor" diye sözümona dini koru­ maya davrananlar; "Türk'ün dilini elden çıkarmak" yoluyla "Türk'ün dinini kurtarmak" gibi bağdaşmaz bir çelişki içeri­ sindedirler. İslam dini, Türklerin İslam'a ilk girdikleri yıl­ larda, yaptıkları öz Türkçe Kur' an çevirileri, yaptıkları Türkçe dinsel görevler, giriştikleri çevirerek anlama çabaları nede­ niyle, gerçekten ellerinde bulunuyordu. Bir kaç yüzyıl bo­ yunca da din ellerinde kaldı. İslam dininin gerçek bilgisinin Türk'ün elinden gitmesi, Türkçe dinsel sözcüklerin Türk'ün dilinden atılıp Arapça, Farsçaların dile sokulmasıyla başlamış bir olgudur. Bu da, 1200 yıllarından başlayarak günümüze

150

dek böyle gelmiştir. Gerçek İslam dini, 1200 yıllarından bu yana Türklerin elinde, dilinde değildir ki, şimdi "din elden gi­ diyor" olsun. Şimdiki Türklerin ellerinde, dillerinde bulunan, gerçek İslam değildir. Gerçek İslam, Kur'an'ı apaçık kendi öz diline çevirerek anlama yoluyla elde tutulur. İslam'ın öğret­ tiklerini apaçık kendi dilinize çevirerek kendi ana dilinizde tutmuyorsanız, onu elinizde tutuyor da sayılamazsınız. İslam dini, doğası anlama özürlü olan kişileri sorumlu tutmaz. Anlama özürü de, yalnızca duyu organlarının, kula­ ğın, gözün, beynin işlemez durumda olmasından kaynaklan­ maz. Siz kişilere anlamadıkları bir dilde seslenirseniz, bu du­ rumda sizde bir "anlatma özürü", seslendiklerinizde ise bir "anlama özürü" ortaya çıkar. Elçilerin görevi, Tanrı'nın kendilerine bildirdiklerini, kendi toplumlarına apaçık, onların anladıkları dille bildir­ mektedir. Demek ki, Kur'an, Türklere apaçık bir Türkçe'ye çevrilerek bildirilmedikçe; Türkler Kur'an'ı anlayamadılar diye karalanamaz. Dinsömürücüler, bir yandan Türklerin apaçık Türkçesini bozuyor, öte yandan Kur'an'ı Türklere yüzde altmış oranında anlamadıkları Arapça Fasça sözcük­ lerle çevirerek öğretiyor, sonra da "din elden gidiyor" diye bağırıyorlar. Yüzde altmışı Arapça, Farsça sözcükler kullanı­ larak Türkçe'ye çevrilmiş bir Kur'an, yüzde altmışı Türkçe'ye çevrilmemiş bir Kur' an demektir ki; Türkler böylesi çeviriler aracılığıyla Kur'an'ın en iyimser olasılıkla ancak yüzde kır­ kını anlayabilirler. 1938 yılında yapılmış bir Kur' an çevrisinden: Bismillahirrahmanirrahiym. Hamd o Rabbilalemin / O rahman, rahim / O din gününün maliki Allah'ın / Sade sana ederiz kul­ luğu, ibadeti ve sade senden dileriz avni, inayeti

151

ya Rab! Hidayet eyle bizi doğru yola / O kendile­ rine İnam ettiklerin mes'utların yoluna / Ne o ga­ dap olunanların, ne de sapgınların ! . .61 Görüldüğü üzere bu "apaçık bir Türkçe çeviri" sayıla­ maz. Bu çeviriyi okuyacak Türk, eğer çeviride karşısına çıkan Arapça "rahm", "hamd", "alem", "rab", "malik", "avn", "ina­ yet", "hidayet", "inam", "gadap" gibi Arapça sözcüklerin an­ lamını biliyorsa, çeviriye ne gerek var!? Eğer bunların anla­ mını bilmiyorsa; siz de bu anlamını bilmediği Arapça sözcük­ leri Türkçe'ye olduğu gibi geçiriyorsanız, bu nasıl çeviri; bu çevirinin Türk'e ne yararı var? Şimdi biz bu sözümona çeviride, Türklerin anlayabile­ ceği Türkçe sözcükleri olduğu gibi bırakıp, çeviride geçen Arapça, Farsça sözlerin yerine birer " x " koyarak okuyalım da; bu çevirinin Türklere ne anlathğını bir görelim: "x", "x", "x", 11 x" . . . "x " o "x" / o " x", "x" / o "x" gününün "x"i olan "x"in / "x" sana ederiz kulluğu, "x"i ve "x" senden dileriz "x"i ve "x"i ya "x" ! / "x" eyle bizi doğru yola / o kendilerine "x" ettiğin "x"lerin yoluna / ne o " x " olunanların ne de sapgınların! ...

Bir Türk, yukarıdaki sözlerden ne anlayabilirse, H. Ya­ zır' ın Kur'an çevirisinden de işte onu anlayabilir. Türkler 1930'larda işte böyle çoğunu anlamadıkları Arapça, Farsça sözcüklerle doldurulmuş bulunan sözde Kur'an çevirilerini okumaktaydılar. Bu çeviriler nasıl, ne ölçüde anlaşılmaz ise, ortalama Türklerin 1930'lardaki Kur'an bilgileri de, işte o öl­ çüde yanın yamalaktır. Şimdi daha yakına, 1 990 yılına gelelim. 1 990 yılında yayımlanan bir Kur' an çevirisinden yine bu bölümü alalım. Görelim bakalım ne değişmiş? Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

152

Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahim ve din günü­ nün maliki olan Allah'adır. / Biz yalnızca sana ibadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. / Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, ga­ zaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil. 62

Şimdi de bu çevirideki Arapça sözcüklerin yerine birer "x" koyarak ne anlaşıldığını görelim: "x" ve "x" olan "x"in adıyla. . . "x", "x"lerin "x" i, " x " v e din gününün "x"i olan "x" edir. / Biz yalnızca sana "x" eder ve yalnızca senden yardım dileriz. / Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine "x" verdiklerinin yoluna / "x"e uğrayanların ve sapık­ larınkine değil. . .

Görüleceği üzere, kullanılan Türkçe sözcük oranı art­ mış, 1938'deki çeviride 20 "x" geçerken, 1 990'daki çeviride bu 13 "x"e düşmüştür. Oysa bundan 900 yıl önce bir tek "x" bile bulunmuyordu bu bölümün Türkçe çevisinde . . . Öyleyse düşünelim, şimdiki Türklerin elindeki din ile, 900 yıl önceki Türklerin elindeki din bir midir? "Din elden gi­ diyor", "gitmekte", "gidecek" değil, gitmiştir. Türkçe sözcük­ ler Türk'ün dilinden ne oranda gitmişse; Türk' ün elindeki İs­ lam dini de, Türk'ün elinden o ölçüde gitmiştir. Bu yeni çevirilerdeki "x" lerden biri, Arapça "hamd" sözcüğüdür. 1 938 yılında yapılan çevirinin çevirmeni, açıklamasında bu "hamd" sözcüğünü şöyle anlamlandırıyor: Hamd: İhtiyari bir ihsana veya onun mebdei olan bir hüsne karşı inşirah ile sahibine tazim ifade eden bir zikri cemidir.63

153

Çevirmen Arapça "hamd" sözcugunun anlamını böyle açıklıyor. Anlayabildiniz mi? Bu açıklamayı 1938 yı­ lında yaşayan Türklerden kaçı anlayabilirdi? .. Yaptığı açıkla­ maya göre: "Hamd" : "x" bir "x"e, veya onun "x"i olan bir "x"e karşı, "x" ile sahibine "x" eden bir "x"i "x"tir. 1938' de yaşayan bir Türk, şimdi bu "hamd" sözcü­ ğünü nasıl gözünde canlandırsın? 1938' deki bu çeviriyi yapan diyor ki: Bugünkü lisanımızda Arapça "hamd" ın sırf Türçe bir müradıfı yoktur.64 Hep bu gerekçe. Eğer Arapça "hamd" sözcüğünün Türk düşüncesinde Türkçe bir karşılığı yok ise, bu Arapça sözcüğü Türkçeleştirmeksizin doğrudan doğruya Arapçasını Türk diline sokunca, Türk düşüncesinde bir karşılığı mı olu­ şuyor?! . . Bu çevirmen, Süleyman' a şakıyan kuşların dilinde bile birer kuşça karşılığı bulunan "hamd", vb. gibi Arapça sözcüklerin, Türk dilinde bir karşılığı olmadığını söyleyerek, kendi çeviri yeteneksizliğini gizlemektedir. Önünde topu topu 26 sözcükten oluşan Arapça bir yazı duruyor. Çevirmen bu 26 Arapça sözcüğün yalnızca "ben", "sen", "o" ve "et­ mek", "eylemek", "dilemek", "yol", "kendi", "ne", "de", "biz", vb. gibi en yüzeysel, en kolay olanlarını çevirebiliyor, ancak geriye kalan 20 sözcüğü, "Bunların benim dilimde bir karşılığı yok!" diyerek olduğu gibi Arapça bırakıyor. Bu nasıl çevirmen? Bu nasıl anlatıcı? Türk toplumu, elinde bulunan böylesi anlaşılamaz çevirilerle, İslam dininin kendi elinde bu­ lunduğunu nasıl savlayabilir? İslam dini 1 200 yıllarından bu yana Türklerin elinde midir ki, şimdi çıkıp "din elden gidi­ yor" diye bağırıyor birileri? Kur'an' da geçen en yüzeysel an-

154

lamlı sözcükleri çevirip; en derin, en önemli, en öğretici söz­ cükleri, soyut kavram adlarını çevirmeden bırakırsanız, "Kur'an'ı anladım" diyebilir misiniz? Bir yabancı, Arapça Kur' an' ı ne ölçüde kendi anadiline çevirebilirse, işte o ölçüde anlayabilir. Bir yanda "Kur'an'ın çevirisi Kur'an yerine konulamaz, çünkü Kur'an'ın anlamını veremez" diyen din kişileri; öte yanda "Kur'an'ı anlamadan okumanın Kur'an okumak yerine geçeceğini" söyleyen din bilgiçleri. Kur'an'ı anlamamak övülmüş ve Kur'an'ı "anlaşıl­ maz" diyerek "yüceltmek" benimsetilmiştir toplumumuza. Düşünün: "Kur'an'ın çevirisini okumak, Kur'an'ı oku­ mak yerine geçmez; çünkü Türkçe çevirisi, Arapça Kur'an'ın anlamını bütünüyle veremez; ancak, Kur'an'ın Arapça'sını, sözlerinin anlamını hiç bilmeksizin yalnızca seslendirmek, Kur'an okumak yerine geçer; Kur'an'ı anlamını bilmeksizin dinlemek bile, Kur'an dinlemek yerine geçer," demişlerdir. İşte batının Arapça düşün, bilim yazılarını çevirip an­ layarak aydınlanmaya başladığı 1200 yıllarında, Türklerde egemen olan bu görüştür. Türkler de, öteki Arap olmayan Müslüman uluslar da, işte bu tuzağa düşürülmüşlerdir. Bu görüş, Arap olmayan Müslüman toplumların aydın olmayan yığınlarını kandırmış; son 800 yıldır da etkisi altında tutmak­ tadır. Günümüzde de egemendir. Bugün ülkemizde dinsel yayınlarda bu görüş yayılmaktadır. Günlük satışı kimi dönemlerde bir milyonun üzerine çıkan en çok satış yapan dinci bir gazete, Türkiye Gazetesi, bilindiği üzere, kendisini "dini bütün" bir yayın organı olarak tanıtmakta ve dindarlarımızın pek çoğu bu gazeteye yönel­ mektedir. Bu gazetenin din bilgisi köşesinden örnekler: Herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek bü­ yük sapıklıktır!65

155

Mushafı (Kur'an'ı) hiç okumayıp sırf hayır ve be­ reket için evinde saklamak caiz ve sevaptır!66 Anlamadan Kur'an okunmaz diyenler, büyük sa­ pıkhr!67 Bu gibi savların bir müslüman yayın organında ortaya atılması, gerçekten de çok şaşırtıcıdır. Çünkü bunlar öncelikle Kur'an' da yer alan Tanrı buyruklarına karşı gelen öğütlerdir. Kur'an' da Tanrı, "Kur'an'ın anlaşılması için çaba gösterilme­ sini" buyurmuşhır. Öyle ki "Kur'an'ı salt sizler anlayasanız diye kolaylaştırdık, okuyun, anlayın," diye seslenmektedir. Bunlar Kur'an'da yazılıdır. Bizim kimi Müslüman Türkleri­ miz ise, Kur'an'ı anlayarak okuyun diyenleri büyük sapıklar diye nitelendirmekle, gerçekte Tanrı'ya "Büyük Sapık" demiş olduklarının ayırdına varamayacak denli "Kur'an'a yabancı sözde Müslüman" dırlar. Kur' an'ı anlayarak okuyun diyenleri "sapık" diye nitelendirebilmek ve "Kur' an' ı evinde bulundur, ancak sakın anlamaya çalışma!" diyebilmek için Müslüman olmaya hiç gerek yokhır. Eğer Müslümanlık buysa, Müslü­ manların başka düşmanı olmasa da olur, kendileri kendilerini yok etmeye yeter de artar bile . . . Bakınız, 1 990 Türkiye'sinde, günlük satışı e n yüksek olan bu dinsel renkli gazete, Müslüman Türklere neler öğüt­ lüyor: Anlamadan Kur' an okunmaz" diyerek herkesin Kur'an'ı anlamasını tavsiye etmek, büyük sapık­ lıktır. (Türkiye Gazetesi: 30. 1 1 . 1 993). Mushafı (Kur' an'ı) hiç okumayıp, sırf hayır ve be­ reket için evinde saklamak, caiz ve sevaptır. (agy) Kur'an'ı Kerim hiç bir dile, hatta Arapçaya bile tercüme edilemez.(Türkiye gazetesi, 1 4.01 . 1 990)

156

Kur'an' Kerim'in manası, tercümesinden anlaşıl­ maz. (agy) Hangi tercüme olursa olsun hiç bir tercümeden din öğrenilemez. (agy) Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline en uygun tercümeyi bile vermek, okyanus ortasında bulu­ nan insana bir tahta parçası vermekten kötüdür. Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkamaya­ cağı için ölür, imanlı ise cennete gider. Fakat ter­ cüme ile din öğrenmeye kalkışan kimse, imanını kaybedebilir ve ebedi cehenneme düşebilir. (agy) Kur'an'ı Kerim'i tercüme etmek imkansızdır. (agy) Kur'an' dan ve hadisten ve bunların tercümelerin­ den din öğrenmek mümkün olmaz. (agy) Kur'an tercümesi denilen kitaplardan Kur'an'ı Kerim'in manası anlaşılamaz. Kur'an tercümesi okuyan kimse, Murad-ı İlahi'yi (Tanrı'nın ne de­ diğini) öğrenemez. (Türkiye gazetesi, 31.10. 1 990) Kur'an'ı Kerim tercümesini okuyan, amale (dinsel uygulamalara) ve ibadete (tapım görevlerine) ait bilgileri öğrenemediği gibi, itikada (dinin inanca ilişkin ilkelerine) ait bilgileri ise öğrenmesi hiç mümkün olmaz. (agy) Bir kimse, Kur'an'ı Kerim' den anladığına uyarsa, İslam'a uymuş olmaz. Kur'an'ı Kerim' de her hü­ küm var ise de, bunların ancak Peygamber Efen­ dimiz doğru olarak anlamıştır. (Türkiye Gazetesi: 2 5 Mayıs 1990) Kur'an'ı Kerim' de bir ayetin hükmünü öğrenmek için Kur'an tercümelerine (Kur'an Meali) denilen 157

kitaplara bakmak, çok yanlış olur. (Türkiye gaze­ tesi, 27. 1 1 . 1 990) Dinimizin bir hükmünü öğrenmek için Kur' an tercümelerine bakmak, çok yanlışhr. (agy) Hiç kimseye Kur'an tercümelerini tavsiye etmiyo­ ruz. (agy) Kur' an tercümelerinden, günümüzde tefsir (yo­ rum) diye yazılan kitaplardan ve hadis kitapların­ dan dinimizi öğrenmemiz asla mümkün olmaz, üstelik sapıhnz! .. (Türkiye Gazetesi, 8 Kasım 1990, 13 Aralık 1990, 25 Aralık1990) Doğru bile olsa, Kur'an'ı Kerim'e kendi aklına ve bilgine göre mana vermek caiz değildir. (agy) Kur' an tercümesi okumak, fayda yerine zarar ve­ rir. (agy) Kur'an'ı Kerim'i kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa da, hata etmiştir. (agy) Bütün bu düşünceler, okuyucularını dinsel sorunlar konusunda aydınlatmayı amaç edindiğini söyleyen bu gaze­ tenin, din bilgileri vermeye ayrılmış köşesinde, "Bir Bilen" başlığı altında, okuyuculardan gelen sorulara verilen yanıt­ lardır. İşte Türklerin 1200 yıllarından günümüze dek beynini yıkayan anlayış sapması da budur . . . Yeri geldiğinde; "Bahlılar her bilgiyi Kur'an'dan öğ­ rendiler. Atom bombası, telefon, televizyon, uzay aracı, uçak, denizalh, vb. gibi bütün buluşlar, Kur'an' da yazılıdır. Bahlılar bu bilgileri Kur'an' dan çeviriyle alarak bu gibi buluşları ger­ çekleştirdiler!" diyerek, Kur' an çevirilerinin batılılara yararla­ rını savunanlar da, başkaları değil, yine bunlardır.

1 58

Demek ki, bunlara göre, Kur'an çevirileri Müslüman­ ları sapıklığa, Hıristiyanları buluşlara yöneltmektedir! . .. Varsayalım Kur'an' da bütün bu bilgiler var. Böyleyse, batılılar bu bilgileri Kur'an'ı kendi dillerine çevirmeksizin mi öğrendiler? Batılıların bu bilgileri Kur' an' dan elde edebilme­ leri için, Kur'an'ı kendi dillerine çevirmiş olmaları; olmazsa olmaz bir önkoşuldur. Eh, batılılar Kur' an'ı kendi dillerine çe­ virerek bütün bu büyük bilimsel buluşları anlayabiliyor, öğ­ renebiliyor da, siz Kur'an'ın Türkçeye çevrilmesine ne de­ meye karşı çıkıyorsunuz? Kur' an, sizlerin dediği gibi "Hiç bir dile, hatta Arapça'ya bile çevrilemez" ise, bu durumda Hıris­ tiyan batılılar nasıl olup da Kur'an'ın "sırlarını"( ! ) çözerek, Müslümanları boyundurukları altına almalarına yarayan bi­ limsel buluşları yapabilmişlerdir? Çeviri yapmadılarsa, Kur'an'ın içerdiği "bilimsel sırları" nasıl çözdüler? "Kur'an'ın çevirisi olanaksızdır" gibi uyduruk gerek­ çelerle, Türklerin Kur'an'ı çeviri yoluyla anlayıp öğrenmesi­ nin önüne geçilmiştir. Oysa, İslam' da dört ana Mezhep vardır. Bu dört ana Mezhebin tümünün de çeviriyi gerekli saydığı bi­ linmektedir. Arapça bilmeyenlere çevirisinin okutulması ge­ rektiğini, bütün mezhep kurucuları söylemişlerdir.68 Kur'an'ı anlamak isteyen, onu yapabileceği en yetkin düzeyde kendi diline çevirmekle yükümlüdür. Ne ölçüde yet­ kin çevirebilirse, o ölçüde anlar. Çeviri, yabancı dildeki bir ya­ zıyı anlamanın biricik yoludur. Yabancı dille yazılmış bir ya­ zıyı kendi dilimize çevirmekten başka hiçbir anlama yolumuz yoktur. Kur'an, yeryüzü ölçeğinde başka dillere belki de en çok çevrilmiş yapıttır. Bu çeviriler arasında birbirini tutmaz­ lıklar, çelişkiler gerçekten de vardır. Kişi nasıl anlıyorsa öyle çeviriyor.

159

Diyorlar ki; "Çeviriler pek çoktur. Bunlar arasında bi­ rinin "ak" dediğine diğerinin "kara" demesi gibi uzlaşmaz yaklaşımlar vardır. Öyleyse nasıl güvenebiliriz bu çevirilere?" Ben de diyorum ki: "Çeviriler arasındaki uyumsuz­ luklar, mezhepler arasındaki karşıtlıklardan çok değildir. Mezhepler arasında ne ölçüde çok karşıtlıklar görülüyorsa, Kur'an çevirileri arasında da o ölçüde çok aykırılıklar vardır. Üstelik Kur'an çevirileri arasındaki uymazlıklar, mezhepler arasındaki uymazlıkların doğurduğu bir durumun yansıma­ sıdır. Öyleyse, eğer aralarında aykırılıklar bulunduğundan dolayı bütün çevirileri güvenilmez diye niteleyip elimizin ter­ siyle çöpe atacaksak; aralarında aykırılıklar bulunduğundan dolayı bütün mezhepleri niçin elimizin tersiyle çöpe yollama­ yalım?! Eğer aralarındaki aykırılıklardan dolayı mezhepleri çöpe atmıyor isek, öyleyse aralarında aykırılıklar var diye Kur'an çevirilerine niçin karşı çıkalım?!" Gerçekten de, Kur'an'ı anlamada doğan ayrılıklar, mezhepleri, tarikatları, büyüklü küçüklü çok sayıda inanç öbeğini doğurmuşlardır. Bu öbeklenmelerin bir kesimi, yal­ nızca toplumun yönetim biçimi konusundaki ayrı görüşler­ den kaynaklanırsa da; bugün var olan inanç kümeleri, çoğun­ lukla Kur'an'ı başka başka anlamanın birer ürünüdürler. "Yetmiş iki buçuk fırkaya bölündük!" diyenler; bu bölünme­ nin nedenini de bilmek zorundadırlar: Bireysel, doğal anlayış, yorum çeşitliliği; kişisel çıkarlar; önderlik, baş olma tutkuları; yıkıcı bölücü sinsi beşinci kol eylemleri, vb. gibi...

Çevirinin Bölücülükle Suçlanması 15 Aralık 1997 günlü Milliyet' ten: Türkçe ibadet karmaşa yaratır! Diyanet İşleri Başkanı namazda Kur'an'ı Kerim'in Türkçe çeviriyle okunmasının yurtiçinde ve dı­ şında tartışma yaratacağını söyledi.

1 60

ANKARA- MİLLİYET ( . . . ) "Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz "Herkesin ana dilinde ibadet yapmaya kalkış­ ması, peygamberimizin öğrettiği ve bugüne kadar uygulanan şekle ters düşeceği gibi, içinden çıkıl­ maz tartışmalara da yol açar," dedi.( . . . ) "Herkesin kendi konuştuğu dille ibadet yapmaya kalkışma­ sının vatandaşların birliğini zedeleyeceği ve bir takım huzursuzluklara yol açabileceği dikkatten uzak tutulmamalıdır." 15 Aralık 1 997 günlü Hürriyet'ten:

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz; Türkçe ibadet konusuna açıklık getirdi: "Yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere se­ çilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir." Milliyet gazetesi; Nilgün Cerrahoğlu'nun Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'le Pazar Söyleşisi' den:

Toplu ibadet Arapça olmalı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk: 'Toplu ibadet, ca­ mide, mescitte yapılan ibadet Türkçe olmaz. İslam birliğinin ortak dili Kur'an. Camide niçin çeviri okutacaksınız? Camide namaz kıldıracak adam; resmi olsun, gayrı resmi olsun, ehliyet sahibi bir adamdır.( . . . ) Camideki toplu ibadette, Kur'an dili korunur. O, Müslüman toplumların birliğini gös­ terir. Kur'an'ın orijinal (Arapça) metniyle İslam dünyasında yaşatılmasının da bir garantisidir."

161

Görüleceği üzere, bu yetkililer, sanki yeryüzündeki Müslümanlar bir birlik içerisinde imişler de, eğer ulusal dille­ rinde tapıma kalkışacak olurlarsa bu birliklerini yitirip bölü­ nürlermiş gibi bir yel estirmektedirler. Çeviriyle toplu tapımı İslam birliğini bölecek bir eylem olarak görmektedirler. Bu kaygı haklı olabilir, ancak Müslümanlar ana dili Arapça olan Müslüman önderler eliyle -çeviri olmaksızın- yüzyıllardır bö­ lünmüş bir durumdadırlar. Şöyle ki: Ellerinde Kur'an'ın Arapçası bulunan, üstelik kendi ana dilleri de Arapça olan Arap müslümanlar, bin yılı aşkın bir süre önce, bu bölünmelerin ilk gerçekleştiricileridir. Eşde­ yişle bu bölünmeler, önce birbiriyle çelişen çeviriler ortaya çıkmış da, bu nedenle çelişkili, birbirini tutmayan çevirilerden doğmuş değildir. Tersine, önce bu bölünmeler ortaya çıkmış; sonra da çevirmenler, bağlı bulundukları inanç öbeğinin an­ layışını destekleyici çeviriler ortaya koymuşlardır. Bu durum, Kur'an'ın hiç çevrilemez olduğunu değil; çeviri işinin çoğun­ lukla özel öbeksel çıkarlara uygun olarak yapıldığını kanıtlar yalnızca. Ortada Kur'an'ın yalnızca bir tek, doğru, Arapçasına upuygun çevirisi olsa bile; yine bir tek İslam toplumu olma­ yacak; çeşitli inanç öbekleri, yine varlıklarını sürdürecekler­ dir. Çünkü birbirleriyle çelişen mezhepler, birbirleriyle çeli­ şen çevirilerden çok önceleri ortaya çıkmışlardır. Örneğin, Türklerin Müslümanlığı benimsedikleri yıllarda, ana dili Arapça olan Araplar arasında en azından on mezhep, yol, dal bulunuyordu. Türkler, başlangıçta bunlar içerisinden Hanefi­ liği benimsemişlerdir; çünkü İslam'ı benimsedikleri yıllarda, en yaygın yol buymuş. Ayrıca o dönemdeki Halife bu yolun yolcusuydu . . . Kur'an'ın başka başka anlaşılması, önce ana dili Arapça olan Arap Müslümanlar arasında ya da Arapça okur­ yazar-düşünürler arasında başlamıştır. Bunlar Kur'an'ı kendi 162

ana dillerinde okuyabiliyorlardı. Öy leyse ne demeye ayn ayrı öbeklere bölündüler? Demek ki, bir yazıyı, sözü başka başka anlama sorunu; yalnızca çeviriden kaynaklanmayıp o yazı si­ zin ana dilinizde yazılmış olsa bile vardır. Kari Marks, yazılarını, öğretisini Almanca yazmışbr. Ancak Almanca konuşan Marksistler bile, Almanya' da çok sayıda öbeklere (fraksiyonlara) bölünmüş ve her öbek, Marks'ın yazdıklarını en iyi kendilerinin anladığını savun­ maktadır. Bu bölünmenin nedeni, çeviri değildir. Anlayış başkalıklarıdır. Çünkü her bir öbeğin önünde tek bir Almanca yazı var, bunların ana dilleri de Almanca; bunlar Marks'ı çe­ virisinden okumuyorlar ki bölünmelerinden çeviri sorumlu tutulabilsin. Öyleyse, bunlan bölen nedir? Kişiler, bırakalım bir yazıyı, bir öğretiyi, yaşamın ken­ disini bile başka başka anlamıyorlar mı? Önlerinde duran so­ mut yalın nesneleri dahi başka başka anlamlandırmıyorlar mı? Bu başkalıklar kişilerin kişiliklerinin başka başka; bakış açılarının, gereksinimlerinin, isteklerinin, beğenilerinin, bek­ lentilerinin başka başka olmasından kaynaklanır. Ortaya ya­ rısı dolu yarısı boş bir bardak konduğunda, kimileri "Bu bar­ dak doluymuş, yarısını boşaltmışlar" diye düşünür; "yarısı boş" der. Kimileri de "Bu bardak boşmuş, yansına dek dol­ durmuşlar" diye düşünür; "yarısı dolu" der. Kişiler yeryüzü­ nün çevren çizgisine, ufka yakın duran bir güneş fotoğrafı gördüklerinde; kimi batmakta, kimi de doğmakta olduğunu düşünür. Bütün bunlar, tek bir gerçeğe bakan o kişilerin, o an iyimser ya da kötümser olup olmamalarına göre bile değişe­ bilir. Yaşamdan beklentilerinin başka başka oluşu dahi, kişi­ lerin okudukları bir yazıyı, gördükleri bir olguyu anlamlan­ dırmalannda başkalıklara neden olabilir. Gerçek karşısında takınılan tutumların çok çeşitli olması doğaldır. Ancak, bu tu­ tumların hangisinin gerçeğe upuygun, hangilerinin gerçeği

163

çarpıtıcı nitelikte olduğunu, ancak gerçekle karşılaştırmaya giriştiğimizde görürüz. Kur'an çevirilerinin çokluğu, bunların arasında uzlaş­ maz yaklaşımların bulunması; İslam inanç öbeklerinin çok­ luğu, bunlar arasında uzlaşır, uzlaşmaz çelişkiler bulunması, bize yalnızca bir gerçeği verir: Gerçekten uzaklaşanların ne denli çok sayıda olduğunu. Çünkü gerçek birdir. Kur'an çevi­ rilerinin çok olması, aralarında uyuşmazlıklar bulunması, bunların hiçbirinin doğru olmadığı anlamına gelmez. Bun­ larda doğrular ile yanlışlar yan yanadır, iç içedir. Ancak Tanrı, kişilere sözün doğrusunu yanlışından nasıl ayırdede­ ceklerine ilişkin gerçek ölçütler öğretmiştir: 1- Eğer bir söz, kendi içinde kendisiyle çelişen nitelikte ise, o bozuktur. Tanrı'dan değildir. Bağlanılmaması gereken türdendir. 2- Bir söz kendi içinde tutarlı ise, bu durumda o sözün somut gerçekle çelişkisi olup olmadığına bakılır. Bu iki ölçütü benimseyince, gerçek olanı, uydurma olanlardan ayırdetme yetisi kazanırsınız. Bu da, sizin doğru olanı görebilmeniz için size verilmiş en değerli Tanrı armağa­ nıdır. Bu armağanın nasıl işleyeceğini örnekleyelim:

Hadis ve Kur'an Çoğu Müslüman dinbilgiçleri, yüzyıllarca Müslüman yığınları şu yalanla uyutmuş ve onları diledikleri gibi güt­ müşlerdir: İslam'ın iki dayanağı vardır. Birincisi: Tanrı'nın buyruklarından oluşan Kur'an'dır. İkincisi: Tanrı'nın elçisi Muhammed' in sözlerinden oluşan Hadislerdir.

1 64

Oysa, Müslümanlığın iki dayanağı olduğu, Kur'an'a kökten aykırı bir kandırmacadır. Çünkü Kur'an'da "Müslü­ manların Kur'an' dan başka hiç bir dinsel dayanağı olmadığı" ve "Kur' an' dan sonra başka "hadis"lere dayanmaya kalkışan­ ların Tanrı'ya karşı suç işlemiş olacakları" çok açık bir bi­ çimde yazılıdır. Şöyle ki: Kur' an; Casiye suresi, 6. Ayet: "İşte bunlar Tanrı'nın ayetleridir, bunları sana gerçek olmak üzere okuyoruz. Öyleyse onlar Tanrı' dan ve onun bu ayetlerinden sonra artık hangi "hadis"e iman edecekler?" Kur'an; Kehf suresi, 6. Ayet: "Şimdi onlar bu "ha­ dis"e (Kur'an'a) inanmayacak olurlarsa . . . " Kur'an; Zümer suresi, 23. ayet: "Tanrı, benzetili, karşıtları belirtrneceli bir kitap olarak size "ahsen ül-hadis" indirdi." Kur'an; Vakıa suresi, 77, 78, 79, 80, 81 . Ayetler: "Hiç tartışmasız bu Kur'an'ı Kerim'dir. Saklan­ mış, korunmuş bir kitaptadır. Ona arınmışlardan başkası dokunamaz. Alemlerin rabbinden indiril­ miştir. Şimdi siz bu "hadis"i mi hor görüp küçüm­ süyorsunuz?" Kur'an; Necm suresi, 59. Ayet: "Şimdi siz bu "ha­ dis" ten mi şaşkınlığa düşüyorsunuz?" Kur'an; Nisa suresi, 78. Ayet: "Ne oluyor ki bu topluluğa (Tanrı'nın bildirdiği) hiç bir "hadis"i anlamaya çalışmıyorlar?" Kur' an; Kalem suresi, 44. Ayet: "Artık bu "hadis" i (Kur'an'ı) yalan sayanı sen bana bırak!" Kur'an; Nisa suresi, 87. Ayet: "Tanrı'dan daha doğru "hadis"li kim olabilir?" 165

Kur' an; Mürselat suresi, 50. Ayet: "Artık onlar bundan (Kur' an' dan) sonra hangi "hadis" e inana­ caklar?" Kur'an'daki bu ayetler, açık açık, Müslümanların Tanrı'nın indirdiği, adlarından biri de "Kur'an" olan "ha­ dis"ten sonra artık başka "hadis"lere gereksinimleri olmadı­ ğını bildirmektedir. "Onlar, Tanrı'dan ve onun ayetlerinden sonra hangi "hadis"e inanacaklar?" (45/6) Peki Müslümanlar Tanrı'nın "Kur' an' dan başka hadis­ lere uymayın" buyruğuna uymuşlar mıdır? Ne gezer? Tanrı'nın elçisi Muhammed'in ölümünden sonra, kendileri on binlerce "hadis" uydurarak, yaşamlarını kendi uydurduk­ ları bu "hadis" lerle biçimlendirmeye girişmişlerdir. Oysa Ku­ ran' da, ellerinde Tanrı'nın "hadis"i varken başka "hadis"lere yönelenler, çok kesin bir dille kınanmakta, suçlanmaktadırlar: Kur'an; Lokman suresi, 6. Ayet: "Öyleleri vardır ki, bilgisizce Tanrı'nın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için "lehve el-ha­ dis" (eğlencelik söz) satın almaktadırlar. İşte onlar için aşağılayıcı bir azab vardır." Müslümanlar, "Tanrı'nın hadisleri" olan Kur'an'dan sonra, kişilerin uydurduğu "hadis"leri önemli saymışlar; öyle ki, kişilerin uydurdukları bu "hadis"lerin kimilerinin, "Tanrı'nın hadisleri"nden kimilerini geçersiz kıldığını bile sa­ vunmuşlardır. Müslümanların çoğunluğunun inancına göre, Tanrı'nın Elçisi Muhammed' den sonra, onun ardından uydu­ rulmuş kimi "hadis"ler, Tanrı'nın Kur'an adı verilen "ha­ dis"lerinden kimilerini geçersiz kılmıştır. Örneğin "Tanrı'nın hadisleri" demek olan Kur' an' da yasalara aykırı kadın erkek ilişkisinin cezası, gövdeye suçluyu öldürmeyecek belli sayıda vuruş olarak bildirilmişken, Müslümanlar "Tanrı'nın ha-

166

dis"ine (sözüne) boş vererek, bu konuda insanların uydur­ dukları başka bir "hadis"i uygulamaya koymuş, bu suçu "taş­ layarak öldürme"yle ödetmeye girişmişlerdir. "Kur'an'da herşeyin açıklaması yok," diyerek, kişilerin uydurdukları "hadis"leri "Tanrı'nın hadisleri"nin açıklaması yerine koy­ muş; "Tanrı'nın hadisleri"nden sonra başka "hadis"ler ara­ mış, uydurmuş, bunlara inanmışlardır. "Bizim uydurduğu­ muz "hadis"ler, Tanrı'nın buyurduğu hadisleri açıklayıcıdır," diyerek, bu yaptıklarını Müslüman yığınlara güzel göster­ meyi de başarmışlardır. Oysa Tanrı, Kur'an'ı kişiler ders ala­ bilsinler, anlayabilsinler diye kolaylaştırdığını açık açık bil­ dirmiştir. Buyruklarını pek çok örnekler vererek açıkladığını, kendi "hadis"lerinin anlaşılmaz, kapalı değil; apaçık oldu­ ğunu bildirmiştir. Kur'an'ın yetkin bir biçimde, dilbilimsel bir tutarlılıkla dilimize çevrilmesi, Tanrı buyruklarıyla kişi uygulamaları arasındaki çelişkileri göz önüne sereceği ve bunun sonunda pek çok inanç öbeğinin (mezhebin) Kur'an'a uyma kaygısın­ dan değil, Kur'an'ı kendi isteklerine uydurma kaygısından doğduğu gün ışığına çıkacağı için; bunlar Kur'an'ın Türkçe'ye yetkin bir düzeyde çevrilerek, geniş Müslüman yı­ ğınların bilgisine sunulmasını istemiyorlar. Kur'an'ın hiç bir dile çevrilemeyeceği; Kur'an'ın çevri­ sinin toplu tapım sırasında okunmaması gerektiği, okuyanla­ rın cehennemlik olacağı uyarıları; dinsel aydınlanmayı ön­ leme çabalarından başka bir amaca yönelmemiştir. Kur'an'ın son yüz yılda yapılmış çevirileri de, çoğunlukla kişileri çevir­ menin bağlı olduğu öbeğe (mezhebe) kazandırmayı gözeten, çoğu bilinçli olarak yanlış yapılmış, şurası ya da burası, şu ya da bu mezhebin görüşlerine uygun imiş gibi gösterilen, dinsel aydınlanmayı önleyici çevirilerdir. İslam' da kaç Müslüman bölüğü varsa işte o sayıda Kur' an çevirisi ve yorumu vardır. Her bir yol, kendi anlayışını 167

doğru gösteren bir çeviriye başvurmaktadır. Eldeki çevirile­ rin, şu ya da bu inanç öbeğinin "yorumlarını" savunmak üzere yapıldığı, gün gibi ortadadır. Çünkü bütün inanç öbek­ leri, Tanrı'nın elçisi Muhammed'in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan "kişi yapısı hadisler"e inanmaktadırlar. Oysa Kur'an' da "kişi yapısı hadisler"e uyulmaması buyurul­ muştur. Her biri Kur'an' dan iki yüz yıl sonra "Tanrı'nın elçisi Muha mmed demişti ki . . . " diye uydurulan "hadis"lere inanan çevirmenler, Kur'an'ın "Kur'an'dan sonra uydurulan "ha­ dis"lere uyulmamasını" buyuran bölümlerini, çok ilginç bir yolla anlaşılmaz kılmışlardır. Kur'an'da karşılarına çıkan Arapça "sabır" sözcüğünü Türkçeye doğrudan "sabır" ola­ rak; Arapça Kur'an'da "alem" olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye, olduğu gibi "alem" olarak; Arapça Kur'an'da "rab" olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye, olduğu gibi "rab" ola­ rak; Arapça Kur'an' da "iman" olarak geçen sözcüğü Türkçe çeviriye, olduğu gibi "iman" diyerek; Arapça Kur'an'da ge­ çen "küfür" sözcüğünü Türkçe çeviriye "küfür" olarak; Arapça Kur'an'daki "hamd"ı Türkçe'ye yine "hamd" olarak ve bunun gibi yüzlerce Arapça sözcüğü Türkçeye olduğu gibi alarak çevirenler, niçin Arapça Kur' an' da geçen "hadis" söz­ cüğünü Türkçe'ye olduğu gibi "hadis" olarak aktarmadılar? Çünkü eğer Kur'an'ın Arapçasında geçen "hadis" sözcüğünü Türkçe çeviriye "hadis" diye olduğu gibi aktarırlarsa; bu du­ rumda, bütün Müslüman inanç öbeklerinin, "Tanrı'nın hadisi Kur'an" dan sonra, kendi uydurdukları "hadis"lere saplan­ dıkları, Tanrı'nın buyruklarına karşı çıktıkları, gün gibi açığa çıkacaktır da ondan. Bu çevirmenler, Kur' an' da geçen Arapça sözcüklerden işlerine geleni Türkçeye çevirmekte, işlerine gelmeyeni olduğu gibi Arapça olarak bırakmaktadırlar. Bu onların kendi bağlı bulundukları inanç öbeğinin inançlarını, yaptıkları çevirilere nasıl yamadıklarını gösteriyor.

168

Şu ya da bu mezhebe, yola bağlanmış Müslüman çe­ virmenler, yorumcular, yalnızca Tanrı'nın elçisi Muham­ med'in ölümünden iki yüz yıl sonra uydurulan öykülere Arapça olarak "hadis" adını takıp; Kur'an'da geçen; "Tanrı'nın hadisleri"nden sonra artık hangi hadise inanacak­ lar?" gibi ayetleri, sanki sözleşmişler gibi hepsi "Tanrı'nın sözleri" diye çevirmişlerdir. Bunlar Kur'an'da geçen "Tanrı'nın hadisleri" deyimini "sözleri" diye çevirmiş, fakat Tanrı'nın elçisi "Muhammed'in hadisleri" deyimini "sözleri" diye çevirmeyip "hadisleri" diye bırakmışlardır ve birini Türkçeleştirip öbürünü Arapça bırakarak iki olgu arasında bağlantı kurulabilmesini olanaksız, Kur'an'ın yasağını anla­ şılmaz kılmışlardır. Kur'an' da geçen "Kur'an' dan sonra başka 'hadis' lere uymayın!" uyarısını salt Kur'an'dan sonra uydu­ rulan "Hz. Muhammed'in Hadisleri" ne inanılmasını sağlaya­ bilmek için "söz" diye çevirmişlerdir. "Kur'an'ın Türkçe çevirilerini okumayın, sapıtırsınız!" diyorlar. Ben de diyorum ki, her çeviri bir inanç öbeğinin Kur'an'ı nasıl çarpık biçimde yorumladığını gösteren belge­ dir. Bu çevirileri, Tanrı'nın size armağanı olan "çelişik olanı yadsıma ilkesi" ışığında okuyun. Çeşitli çevirileri, birbiriyle aralarındaki çelişkileri saptamak amacıyla okuyun; bir çevi­ riyi alın, onun Kur'an'ın Arapça'sıyla arasındaki çelişkileri bulmak üzere okuyun. Göreceksiniz ki, Tanrı'nın Arapça buyrukları, Kur'an, çelişkiden arıdır. Çevirmenler kendi kişi­ sel, öbeksel, mezhep, tarikat çelişkilerini, yaptıkları çevirilere yansıtmaktadırlar. Mezheplere, tarikatlara bağlı çevirmen­ lerce yapılmış her bir Kur'an çevirisi bir mezhebin, tarikatın ötekilerle çelişkisin yansıttığı için, mezheplerin, tarikatların Kur'an'ı nasıl yanlış anladıklarını, çeviri irdelemesi yoluyla göreceksiniz. Günümüzde dilbilimsel bir tutarlılıktan yoksun olarak yapılmış Kur'an çevirileri, Kur'an'ı yeterince anlamamıza

169

yardımcı olamıyorlar; bu doğrudur. Bu çevirilerin çok sıkı bir irdelemeyle okunması gerekiyor; bu da doğrudur. Bunlar pek çok yanlışlar içermektedir; bu da doğru. Ancak, her bir çevi­ rinin içerdiği yanlış, Müslümanların bir öbeğinin kendi inan­ cını çeviriye sokuşturmasıyla, çeviriye yansıtmasıyla ortaya çıkmıştır; bu da bir gerçektir. Çevirilerdeki yanlışlıklar, çevi­ riler arasındaki uyumsuzluklar, birbirini tutmazlıklar, bütü­ nüyle Müslümanların çeviri öncesi oluşmuş mezheplerinin, tarikatlarının kendi içlerindeki çelişkiler ile, birbirleriyle ara­ larında ortaya çıkan çelişkileri yansıtmaktadır. "Bu çevirileri okumayın, sapıhrsınız", diyenler; "Bu mezheplere, tarikatlara bakmayın, sapıtırsınız!" demedikleri sürece; çevirilerin birbi­ rini tutmazlığını mezhepler, tarikatlar arasındaki görüş ayrı­ lıklarının ürünü değil imiş de, sanki yalnızca çeviriler arası bir uyumsuzluk imiş gibi göstermedikleri sürece; konuya ger­ çekçi bir açıdan bakmıyorlar demektir. "Bu çeviriler yanlış" mı diyorsunuz? Öyleyse niçin kendi gördüğünüz yanlışları düzeltmiyorsunuz? Yanlışa ta­ nık olan, onu eliyle, diliyle düzeltmeli değil mi? Öyleyse niçin ortaya doğrusunu siz koymuyorsunuz? "Eğer yanlış ise, doğ­ rusunu siz yapın" denildiğinde; bu yükümlülükten sıyrılabil­ mek için, "Kur'an hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça'ya bile çevrilemez," diyorlar. Eğer bu doğruysa, Tanrı'nın elçisi Mu­ hammed'in Roma Egemeni Heraklius'a yolladığı Kur'an' dan ayet içeren Arapça çağrıyı, Heraklius'un elinin tersiyle itmesi: "Bu yazı hiçbir dile çevrilemez, hatta Arapça'ya bile çevrile­ mez," diyerek, geri vermesi mi gerekiyordu!? Heraklius, ken­ disine yollanan bu Arapça çağrıyı aldığında: "Bunu bir tek Hz. Muhammed doğru olarak anlayabilir, ben anlayamam! " diyerek geri m i göndermesi gerekiyordu? "Kur'an hiç bir dile çevrilemez, hatta Arapça'ya bile çevrilemez," görüşü, bütünüyle Kur'an'ın doğru anlaşılması­ nın biricik yolunu yok sayan, biricik yolunu kapamaya çalışan

170

bir görüştür. Bugünkü çeviriler arasındaki uyumsuzlukları, Kur'an'ın hiç bir dile doğru olarak çevrilemeyeceğinin bir ka­ nıtı olarak sunanlar ve Kur'an'ın anlamaksızın okunması, an­ lamaksızın dinlenilmesi gerektiği öğütleyip, "Kur'an, anlaya­ rak okunmalıdır" diyenleri "büyük sapıklar" diye niteleyen­ ler, Tanrı'ya karşı sorumludurlar. Çünkü Tanrı Kur'an'da: "Biz bu Kur'an'ı anlaşılsın, erişilsin, diye kolaylaştırdık," di­ yor (Kamer suresi, 22. Ayet), "Kur'an'ı anlamadan seslendi­ rin," demiyor. "Kur'an'ı anlayarak okuyun," diyenleri "Bü­ yük Sapıklar" diye damgalayanlar, dolaylı yoldan Tanrı' ya da "Büyük Sapık" demiş oluyorlar ki; Tanrı'nın böyle bir suçu yaptırımsız bırakacağını düşünmemek gerekir. Müslüman toplumların eksiksiz tümünün bugün yeryüzünde sömürge, yarı-sömürge durumunda sürünüyor olması, belki de onların Tanrı'ya karşı işledikleri bu gibi suçların karşılığından başka bir şey değildir. Kur'an'da geçen: "Ne oluyor bunlara ki Tanrı'nın hiçbir 'hadis'ini, sözünü anlamaya çalışmıyorlar," ayeti, Kur'an'ı anlamaya çalışmayı buyurur; anlamaksızın seslendirmeyi değil. Din sömürücüleri Kur'an'ı yanlış anlamaktansa, hiç anlamamayı öğütlüyorlar da, nedense doğru anlamayı öğüt­ lemiyorlar!? "Kur'an'ı anlamaya girişen, yanlış anlayabilir", kaygısıyla, Kur'an'ı anlamaya girişmeyi yasaklıyorlar. "Çevi­ rilerde pek çok yanlışlıklar vardır," diyorlar da; nedense otu­ rup kapsamlı bir çeviri eleştirisine girişmiyorlar. Çeviriler­ deki yanlışlıkları gösterip, doğrusunu öğretmiyorlar. Pek çok Kur' an çevirisi var; ancak bir tek çeviri eleştirisi bile yok. Hiç bir çevirmen, öteki çevirilerin yanlışlarını sergilemiyor da, oturup kendisi bir çeviri yapıyor. Eğer çeviri yapmayıp, ya­ pılmış çevirilerdeki yanlışları sergileyen bir yapıt verirse, bi­ liyor ki kendi yaptığı yanlışlar da başkalarınca sergilenecek. Böylece çevirmenler kendi aralarında bir uzlaşmaya varmış oluyorlar: "Sen benim çeviri yanlışlarımı, bilinçli saptınlarımı

171

sergileme; ben de senin yanlışlarını, bilinçli saptırılarıru sergi­ lemeyeyim. Sen bana göz yum, ben de sana göz yumayım." Yanlış yapma özgürlüğü! . .. Kur'an'ın anlamını bütünüyle veremeyeceği için çevi­ risine karşı çıkanlar, Kur'an'ın anlamını hiç veremeyen anla­ maksızın seslendirme işini (Eve bir hoca çağırıp onun Arapça olarak seslendirdiği Kur'an'ı, onun çevresinde toplanarak an­ lamadan dinleme edimini) Kur'an okuma, okutma, dinleme iba­ deti ad ıyla cennetlik bir iş diye nitelendirmektedirler. Bunlara göre, Kur'an'ın çevirisini yapmak da çevirisini okumak da "günah" tır, "suç"tur; anlamaksızın Arapçasını seslendirmek ve anlamaksızın Arapçasını dinlemek ise, kişileri cennete gö­ türecek birer "ibadet" tir. Ezan'ın (Duyuru'nun) Türkçe okun­ masına, salt Türkçe okunduğu için "din elden gidiyor" diye karşı çıkanların, Türk'ün biricik anlama, düşünme, kavrama aracı olan dilini elden çıkararak, dinini kurtarmak gibi bağ­ daşmaz bir ikilem içinde oldukları apaçıktır. Bunlar, Türk dili eğer dine girerse, dinin elden gideceği saplantısındadırlar. Oysa, Türk, kendi diline çevirmedikçe dinini anlayamaz ve din elden giderse, böyle gider. Son 800 yıldır böyle böyle git­ miştir. Çünkü Türk toplumuna egemen olan, çoğunluğa ege­ men olan, bu görüştür. Azınlık uymasa da, çoğunluk bu gö­ rüşe uymaktadır. Osmanlının yeryüzü ölçeğinde bir egemen­ lik kurmasını dine bağlayanlar yanılıyorlar. Eger bir dinin ba­ şarısı, yeryüzü ölçeğinde egemenlik kurması ise, Çoktanrıcı Roma egemenliği, Çoktanncılığın dinsel başarısı mı sayıla­ caktır? Bir dinin başarısı, o dinin bağlılarının bilime, düşünsel ilerlemeye, uygarlığa ne kattıkları ile ölçülür. İslam dininden olanlar aydınlar, bilginler, Osmanlı devleti kurulmadan ön­ ceki yıllarda bilim, düşün alanlarında yeryüzü egemeniydi­ ler. Osmanlı'nın bilim, düşün alanlarındaki varlığı ne ola­ bildi?

172

Türk dili hangi dönemde Arapça, Farsça saldırısına uğrayıp bozulduysa; Türkler hangi dönemde Kur'an'ı anla­ maksızın seslendirmeye ve anlamaksızın dinlemeye kandırıl­ mışsa; gerçek İslam dini işte o dönemde Türklerin elinden git­ miştir. 1 200 yıllarından önceki Türkler, gerçek İslam dinini el­ lerinde tutma çabasındaydılar. Çünkü onlar dinsel öğretiyi kendi öz dilleriyle kavramakta, Kur'an'ı kendi öz dillerine çe­ virip okuyarak anlamaya çalışmaktaydılar. Türkler böyle yapmakla "yazmalar yüklenmiş eşekler" durumuna düşmek­ ten kurtulmuşlardır. Tanrı, son seçkin saygın elçisi Muhammed aracılı­ ğıyla, ellerinde tuttukları kutsal yazmaları okuyup anlayarak gereğini yapmayanları, şöyle nitelendirmektedir: Tevrat'ı yüklenmiş, sonra da onun yükümlülükle­ rini yerine getirmemiş olanlar, hpkı yazmalar yüklenmiş eşeklere benzerler! ..69 Demek ki, eğer bir Türk de, Kur' an'ı yüklendim diyor, sonra da onu kendi diline çevirerek anlamaya çalışacağı yerde, anlamaksızın seslendirmeye koyuluyorsa; bu Türk'ün de "yazmalar yüklenmiş eşeklere" dönüşeceği çok açıktır; çünkü Tanrı, Kur'an'ın "Tevrat ile İncil'in bir benzeri" oldu­ ğunu bildirmiş ve elçisi Muhammed'e, Yahudilere de Hıristi­ yanlara da şöyle söylemesini buyurmuştur. Size verilmiş olanın bir benzeri (Kur'an) birine (Hz. Muhammed'e) veriliyor.7o Şu halde, Tevrat'ı yüklenip de, sonra da onun yüküm­ lülüklerini yerine getirmeyen Yahudiler, Tanrı gözünde "yaz­ malar yüklenmiş eşekler"e benziyor " ise; eğer Tevrat'ın bir benzeri olan Kur'an'ı yüklenen Türkler, bu Arapça yazmaları öncelikle kendi öz dillerine çevirip anlama ve gereğini yapma yükümlülüklerini yerine getirmezlerse; onlar da " Arapça yaz-

173

malar yüklenmiş eşekler"e benzemezler mi? Benzerler. Türk­ ler İslam'ı din olarak benimsedikten sonra Arapça Kur'an'ı kendi dillerine en doğru, en yetkin biçimde çevirip anlamak ve gereğini yapmakla yükümlü olmuşlardır; bunu yapma­ dıkça, gerçekleştirilmesi buna bağlı olan öteki yükümlülükle­ rini de yapamazlar. Türkler, başlangıçta Kur'an'ı Arapça yüklendikten sonra, ilk iş olarak onu kendi dillerine çevirip anlama yüküm­ lülüklerini yerine getirmeye giriştiler. Bu, 1 200 yıllarına dek, Kur'an'ı Türkçeye çevirme, dinsel öğretiyi Türkçe olarak kav­ ramak biçiminde sürdü. Bu süre boyunca da buna karşı çıkan­ lar oldu; ancak bunlar başlangıçta egemen değildiler. Bunla­ rın egemenliği, 1200'lerde kuruldu. Bunlar Türk dilini, Türk dinsel yaşamından kovdular. Türkleri, Kur'an'ın Türkçe çevi­ risini okumanın cehennemlik bir "günah" olduğuna; Kur'an'ı Arapça olarak anlamaksızın seslendirmenin ise cennetlik bir uğraş olduğuna kandırdılar ve çoğu "yazma yüklü eşek"ler konumuna düşmüş bir toplum olup çıkhlar. Böylece, tam da bahnın Arapça bilim, düşün yazılarını kendi dillerine çevire­ rek aydınlandığı yıllarda; Türkler çeviriyle anlama işine son vererek kendi kendilerini karartmış oldular. "Bir toplum kendi kendini karartmadıkça, Tanrı onları karartmaz!" Bir toplumun kendi öz diline yabancılaşmasının, dü­ şünülebilecek en üst düzeyi; anlamadığı bir dildeki sözcükleri anlamaya anlamaya seslendirmeye girişmesidir ki, yabancı­ laşmanın bu düzeyinde, bu toplumun elinden yalnızca dini gitmez, bilinci ve usu da gider; alıklaşır. M. Akif Ersoy, Müs­ lümanlardaki dinsel kökenli alıklaşmayı iyi saptamış, ancak yaşadığı çalkantılı yıllar boyunca, dinsel kökenli alıklaşmanın nedenlerine yeterince eğilememiştir. Varsayalım ki Araplar, kendi ulusal bağımsızlıklarını sağlamak için Kurtuluş Savaşımızı örnek almış olsunlar. Bun-

174

!ar Atatürk'ün Nutuk vs. söylevlerini Türkçesini seslendire­ rek okuyor, ancak seslendirdikleri bu Türkçe sözcüklerin an­ lamını bilmiyor olsunlar. Varsayalım içlerinden birisi çıkıp Atatürk'ün söylevini açıyor, önünde Türkçe bir yazı var, bu Türkçe yazıyı seslendirmeye başlıyor, ancak bu sözcüklerin anlamını kendisi bilmiyor; çevresinde toplananlar da, bu ses­ lendiricinin dudaklarından çıkan ses dalgalarını kulaklarında duyuyorlar, ancak kulaklarında duyduklarından hiçbirisini gözlerinde canlandıramıyor, anlamıyorlar. Bu seslendirme işi bitince, birbirlerini kutlayıp kucaklaşarak ayrılıyorlar. Siz Söylev'de yazılı olan Türkçe sözcükleri ağzıyla ses dalgala­ rına dünüştüren kişiye yaklaşıp soruyorsunuz: "Siz niçin Söy­

lev'i kendi dilinize çevirip anlayarak okumuyorsunuz da, anlamını çoğunuz bilmeyerek, Türkçesini seslendiriyorsunuz ? " Atatürkçü­ lüğü benimsemiş bu Arap size diyor ki: "Söylev'in Arapça çevi­ risi, Söylev'in kendisinin anlamını bütünüyle yansıtamaz. Çeviri yanlış olabilir. Bu nedenle anlamaya anlamaya Türkçesini seslendi­ rip anlamaya anlamaya Türkçesini dinliyoruz ki, bir yanlış yapma­ yalım. Söylev'i kendi dilimize çevirirsek, Atatürkçülük elden gider! " Şimdi, siz bu Arab'ı "Atatürkçü"(!) olarak nitelebilir misiniz? Atatürkçülük bu Arab'ın elinde midir? Bu Arab'ın elinden gi­ den yalnızca Atatürkçülük olsa yine iyi; bu Arab'ın usu da ba­ şından gitmiştir ki, işin en kötü yanı budur. İşte 1200 yıllarından sonra Türkler hpkı böylesi bir du­ ruma düşmüşlerdir. Günümüzde de Türklerin ezici çoğunlu­ ğunun dinle ilişkisi, bu durumdadır. Öyleyse söyleyin bana: Tanrı'nın buyrukların anlamaksızın seslendirmeyi dinin bir ödevi olarak bekleyen Türk, dinini de, usunu da yitirmiş değil midir? Dille din arasında, biri olmadığında öteki de olmaya­ cak ölçüde kopmaz bir bağ vardır. Tanrı'nm buyrukları eğer sizin kendi dilinizde yazılmamışsa; bunları anlayabilmek için kendi dilinize çevirmek zorundasınız. Başka yolunuz yoktur.

175

Bunu ne ölçüde başarılı gerçekleştirebilirseniz; Tanrı'nın buy­ ruklarını da işte o ölçüde anlayabilirsiniz. Çeviriyi ne ölçüde başarısız yaparsanız, Tanrı'nın buyruklarını da o ölçüde yan­ lış anlarsınız. Tanrı'nın buyrukları yalnızca günde beş kez yü­ künç (namaz), yılda bir ay oruç, yaşamda bir kez Hac ve geli­ rinden yoksullara vergi vermek değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün bunlar 30 Arapça sözcükle yazılır; bütün dillere ko­ layca çevrilir, herkese uygulanır, olur biterdi. Oysa Tanrı, dü­ şünün, araşhrın, inceleyin, buluşlar yapın diye de buyurmak­ tadır. Bu buyruk da öteki buyruklar denli uygulanmak zorun­ dadır. Çünkü Tanrı buyruğudur. Birini uygulayıp ötekini uy­ gulamazsanız, olmaz. M. Akif; "Din bir bütündür" der.

Kur'an' da Tanrı'nın Bilimsellik Buyruğu Kur'an'ın Ankebud suresi 20. Ayeti şöyledir: De ki, yeryüzünde gezip dolaşın, Tann'nın yarat­ maya nasıl başladığını görün. Bu buyruk, kişilerin yöre yöre dolaşarak, gördükleri bütün varlıkları Tanrı'nın yarattığını onaylayıp "Bunu da Tanrı yarath, şunu da Tanrı yarattı," diye yürüyüp geçmesini mi önermektedir? Eğer böyle olsaydı, Kur'an' da: "Bütün nes­ nelere bakın, bunları Tanrı'nın yarattığını olumlayın" der ge­ çerdi. Oysa, burada, somut, duyularla, gözle görülmesi buyu­ rulan; nesnelerin yalnızca kendileri değil; bu nesnelerin "yok­ tan nasıl yaratıldıkları" dır; yaratımın nasıllığının görülmesi­ dir. Tanrı, nesnelerin yaratılışlarının nasıllığını inceleme, araştırma, bulgulama konusu edilmesini buyurmaktadır. Ben buna Tanrı'nın kullarına verdiği, "bilimsel amaçlı deneysel çalışma buyruğu" diyorum. Tanrı, kişioğullarına "bilimsel amaçlı deneysel çalışmalar yapın buyruğunu" vermiştir. Bu buyruk, öteki dinsel buyruklardan önemsiz ya da yapılmasa da olur bir nitelikte değildir. Tersine, bu yapılmazsa, dinsel buyruklardan biri yerine getirilmemiş olur. Bu buyruğu

176

doğru anlayan ilk Müslümanlar, nesnelerin atomlardan oluş­ tuğunu kavramış ve böylece felsefede "İslam Atomculuğu" denilen bir düşün akımı oluşmuştur ki, bunu da bir Türk'ün anlayabilmesi gerekir. Bunu anlayabilmesi, Kur'an'ı Türkçeye çevrilebilmesine bağlıdır. Tann'nın bu buyruklarını Arapça olarak anlamaksınız koyun kaval dinler gibi dinlemek; söyle­ neni anlayamamanın bir sonucu olarak, bu buyruğu da uygu­ lamamak; Tanrı'nın ödüllendireceği bir davranış değildir. Kur'an'ı Arapçasından anlamayarak seslendirip, anlamaya­ rak dinleyenler, bunu bir tapım sayıp Tanrı'nın bundan do­ layı kendilerini ödüllendireceğini sanıyorlarsa; Tanrı'run ken­ dilerine nasıl bir "ödül" (!) vereceğini er-geç görmektedirler. . .

Kur'an'da Tann'nın Çelişmezlik Buyruğu Tanrı, kişioğullarına, kendisinin "yaratmaya nasıl baş­ ladığını, bilimsel amaçlı deneysel çalışmalarla görmeleri" buyruğunu verdiği gibi, "kendi içinde birbirleriyle çelişen, tu­ tarsız düşünceler üretmeyin," buyruğunu da vermiştir. Kişi, ağzından çıkan sözleri incelesin. Eğer sözlerinde birbiriyle çe­ lişen yanlar bulunuyor ise; bu kendilerine Tanrı'dan gelmiş gerçek değildir. Bunları kendileri uydurmuştur. Nisa suresi, 82. Ayeti şöyledir: Eğer Kur'an Tanrı'dan gelmiş olmasaydı, içinde çelişkiler bulunurdu. Bu uyan, ilk Müslümanlarca dosdoğru anlaşılmıştır.

Öyle ki, ilk Müslümanlar, şu ya da bu konuda ürettikleri kendi düşüncelerini, yazıya geçirip çoğaltmaya giriştikle­ rinde, en başına şöyle bir uyarı koyarlardı:

Ey okuyucu! Eline aldığın bu yazılarda, doğrular bulduğunda, bil ki bunlar Tanrı'dan kaynaklanır. Yanlışlarla karşılaştığında, bil ki bunlar ya ben­ dendir, ya Şeytandan!...

177

Müslümanlar "kendi içinde birbirleriyle çelişmeyen, tutarlı düşünceleri" kişiye Tann'nın düşündürttüğünü; . "kendi içinde birbiriyle çelişen, tutarsız düşünceleri" ise ki­ şiye, ya kendi kendisinin ya da Şeytan'ın düşündürttüğünü, Tanrı'nın kendilerine Kur'an aracılığıyla Nisa suresi 82. aye­ tinde ilettiği bu ölçütle kavramışlardır: Kur'an'daki: "Onlar Kur'an'a irdelemiyorlar mı? Eğer o Tanrı'dan başkasından olsaydı, kuşkusuz onun içinde bir çok çelişkiler bulacaklardı."71 ayetine göre: Tanrı'nın, elçisi aracılığıyla topluma ilettiği sözlerin (Kur'an'ın) içinde birbi­ riyle çelişme olamayacağı gibi; şu ya da bu kişinin kendi söz­ leri içinde eğer bir çelişki varsa, bunu da Tanrı beğenmez. Çünkü çelişik olan, doğru değildir. Kişi, şu ya da bu düşünce ürünü ile karşılaşhğında; onu öncelikle "içinde çelişki var mı, yok mu" diye incelemelidir. Eğer içinde çelişki bulursa, bu düşünce Tanrı'nın olumladığı türden değildir; benimsene­ mez. Eğer bir düşünce kendi içinde çelişki barındırmıyorsa ve olgusal gerçeklerle de çelişmiyorsa, Tanrı'nın olumladığı tür­ dendir; benimsenebilir. Demek ki Tanrı, kişioğullarına hangi düşüncenin doğru, hangi düşüncenin yanlış olduğunu görmesini sağlaya­ cak bir Tanrısal bir ölçüt sunmuştur; "Çelişmezlik yasası". Demek ki Tann, Kur'an' da "doğru düşünme"yi buyurmakta; "doğruluğun ilkesi"ni de öğretmektedir. Tanrı'nın öğretisi yalruzca "namaz, oruç, zekat, hac" gibi tapımlardan oluşmaz; kişiye bilim yapmayı, doğru düşünmeyi de buyurur Tanrı. Bir Türk, bunları anlayabilmek üzere, Tanrı'run bütün Arapça buyruklarını kendi anadiline çevirerek, iyice tartmakla yü­ kümlüdür. Sonuç olarak, öz dilini yitiren, dinini de yitirir. Dilini bozan, yalnızca dinini bozmakla kalmaz; düşünceye dayalı bütün yetilerini de bozar. Çünkü dil, bir yandan düşünce üretme, öte yandan üretilmiş düşünceleri anlama; eş deyişle 1 78

"kendisi için yeniden üretme" aracıdır. Bu aracın bozulması ya da kullanılmaması bir "anlama özürü" doğurur. Dilsizlik ya da bozuk dillilik bir özürdür. Bu önemli özürü onarmaksı­ zın, sağlıklı, verimli düşünsel edimlere kalkışamayız. Bu bölümde pek çok örnekler verdim. Ortaya pek çok bulgular koydum. Kimi anlarda içimden geldiği gibi kızdım; kimi anlarda güldüm. Ancak gülerken de kızarken de içim kan ağlıyordu. Bilmenizi isterim ki Tanrı'nın buyrukları ile Müslümanların yaptıkları arasında gördüğüm uçurum bu duruma nasıl gelindiğini araştırmaya itti beni. Bulabildiğim nedenleri sizlerle paylaşmak istedim. Yanlış mı düşünüyo­ rum, doğru mu düşünüyorum; bunu başkalarının eleştirisini alarak öğrenebilirim diye yazıyorum. Yazdıklarımda çelişki­ ler arayın. Ben de bir yandan yazıyor, öte yandan yazdıkla­ rımı okuyarak onlarda çelişkiler arıyorum. Yazdıklarımda ne­ rede bir çelişki görülürse, o ya bendendir, ya Şeytan' dan. Çe­ lişki içermeyenlerse Tanrı'nın bir armağanıdır.

Arapça, Farsça Kökenli Sözcüklerin Türk Dilinde Ses ve Anlam Değişikliğine Uğraması Dilediğim odur ki, geğirdikten sonra "estaaafurullah" çeken görgüsüzler gibi olmayalım. Nedir bu Arapça "estağfu­ rullah" sözünün anlamı ki, lahmacun yedikten sonra geğiren Türk, bu işe Allah'ın adını karıştırma gereği duyuyor? Bir an­ lamlandırmaya göre bu Arapça sözün anlamı: "Tanrıdan ko­ runma dilerim," dir. İyi de, bu sözleri diline dolayan kaç Türk, onun bu anlamını bilerek kullanıyor? Çok az. Üstelik, Türk'ün dilinde "estağfurullah" sözünün "ğ"si uçuyor, "es­ taafurullah"a dönüşüyor ki; "estaafurullah" sözcüğünün Arapçada anlamı: "Tanrı' dan şişmanlahlmamı dilerim," olu­ yor. Lahmacun yedikten sonra yüksek sesle geğiren Türk, "ğ"yi atlayarak "estaafurullah" deyince, "Tanrı beni şişman­ latsın" demiş olur ki, gerçekte ne dediğinin ayırdında bile de­ ğildir. Alışkanlığa dönüşmüştür; kurulu yaydan fırlayan bir 179

ok gibi çıkar bu sözler dudaklarımızdan; anlamadan, bilme­ den . . . Bir de "elhamdülillah" var ki, Türk dilinde dürülüp "elamdürüllaa" olup çıkmışhr. Oysa "dürmek"le "dürül­ mekle" ilgisi yoktur. Türkler bunu kısaltarak "elham" da der­ ler. Böylece "hamd" sözcüğünün "d"si düşmüş, geriye "ham" kalmış olur. Kimi Türkler başındaki "h"yi de yutup "elam" derler ki, bütün bunlar, Türk gırtlağına uymayan Arapça söz­ leri Türk diline uydurmaktan doğan yuvarlamalardır. Gelge­ lelim, bir Arapça sözcüğü Türk dil uyumuna göre yuvarladı­ ğınızda, ortaya çıkan her bir sözcüğün Arap dilinde yine bir karşılığı vardır ve siz bu yuvarlamadan doğan yeni sözcüğün Arapçada hangi anlama girdiğini bir bilseniz ya tepeniz atar, ya yüzünüz kızarır. Arapça sözcükleri kutsaldır diye Türkçeye sokup Türk dilinde yuvarlanmaya bırakanlar, bir Türk'ün uzun yıllar di­ lini, gırtlağını, ses tellerini eğitmed ikçe bu Arapça sözcükleri gerektiği gibi seslendiremeyeceğini çok çok iyi bilmektedirler. Oysa bir nesne kutsal diye niteleniyor ise, demek ki o bütün bozulmalardan korunması gereken bir nesnedir. Bir dil kutsal diye niteleniyorsa, yapılması gereken, o dili bütün bozulma­ lardan korumak değil midir? Arapça sözcükleri kutsal diye niteleyenler, bu sözcüklerin Türk dilinde yuvarlanarak bozul­ masına en çok karşı çıkması gereken kişiler olmalı değil miy­ diler? Öyle olmalıydılar, ancak umurlarında bile değil. Evet, Hıristiyanlar da Latinceyi kendilerince "kutsal dil" olarak ni­ telemişlerdir; ancak, onlar yaptıkları bu nitelemeye upuygun davranarak, Latinceyi sokağa düşürmemişlerdir. Bahda La­ tince sözcükler, ancak dinsel deyimlerin ya da bilimsel, dü­ şünsel kavramların adı olmaya yakışhrılır; sövgüde kullanıl­ mazlar. Bir bilgin yeni bir buluş mu yaph, bu buluşun adı La­ tince ya da Grekçe olarak konulur. Bir düşünür, ortaya bir kavram mı atacak? Önce Latince, Grekçe bir sözcük arar. Bu

180

onların saplantısıdır. Oysa, Türkler, "kutsal" diye dillerine al­ dıkları Arapça sözcükleri kavga alanına, sövgü alanına bile sokmuşlardır; bu nasıl kutsallık? "İbne", "sülale", "ecdat", "kabız" vb. gibi binlerce Arapça sözcük, Türk'ün diline yüz­ yıllarca "kutsal" oldukları söylenerek sokulmuştur, ancak bu sözcükler sonunda sokağa düşmüşlerdir; bu nasıl olabiliyor? "Arab" sözcüğü bile, Türkün dilinde olumsuz bir anlama ge­ lir; kara derili kişilere ad olmuştur. "Kara" anlamıyla "arab" sözcüğü Grekçede vardır; İbranicede de "ArB", "karanlık" demektir. Oysa Araplar karaderili değildirler. Türk, saçma bir söz duyduğunda; "Anladıysam Arap olayım," der. "Arap" sözcüğünü olumsuzlamak için kullanır. Görülüyor ki, Arapça sözcüklerin bin yıl önce Türk di­ line sokulma gerekçesi olarak kullanılan "kutsallık" savı ile, Arapça sözcüklerin Türk dilindeki kutsallık dışı kullanım bi­ çimleri birbirine uymadığı için, Türk Dil Kurumu, dilde öz­ leştirme çabalarına başladığında, hiç bir Arapçı Arapça' dan dilimize giren sözcüklerin "kutsal" olduğunu, bu nedenle atılmaması gerektiğini savunanamıştır. Oysa dilimize so­ kulma gerekçeleri, bu sözcüklerin "kutsal" olmaları idi. De­ mek ki süreç içinde kutsallıkları öyle çiğnenmiştir ki, artık Türkçedeki Arap kökenli sözler "kutsallık" gerekçesiyle savu­ nulamaz duruma düşmüş ve yeni gerekçeler uydurmaya baş­ lamışlardır.

Arapça, Farsça Kökenli Sözcüklerin Artık Türkçeleşmiş Oldukları Savı Dilimize Arapçadan, Farsçadan sokulan sözcüklerin yerlerine Türkçeleri konularak atılmasına karşı çıkanların son gerekçeleri şudur: "Bunlar artık Türkçeleşmiş sözcüklerdir. Bunlar artık Arapça, Farsça, yabancı sayılmamalıdırlar. Bunlar Türk diline

181

girdikten sonra öyle anlam ve ses değişikliklerine uğramışlar­ dır ki, bunları artık Araplar, Farslar bile tanıyamazlar. Öy­ leyse bunları Arapça, Farsça olarak nitelendirmek yanlıştır. Bunlar Türkçeleşmişlerdir; Türkçe sayılmalıdılar." Ben bu görüşleri doğru sayarsam, kendi savımla çeli­ şir miyim? Benim savım "Türk dilinin yabancılaştırıldığı" idi. Bunların savı ise "Yabancı sözcüklerin Türkçeleştirildiği"dir. Bir an için, Arapça sözcüklerin Türkçeleştirildiğini doğru sa­ yalım. Şu demektir: "Bu sözcükler Arapça' dan geldiler, ancak artık anlamları Arapçada taşıdıkları anlamlar değil, bizlerin onlara yakıştırdığımız başka anlamlardır. İkinci olarak, bun­ lar Türkçeye Arapçadan geldiler, ancak bunların Türkçede söyleniş biçimi Arapların bile duysalar tanıyamayacakları bir biçimdedir." Evet, bunlar gerçekten de doğru saptamalardır. Gelgelelim, bu olayda "yerlileşme" yok, tersine bir "çifte ya­ bancılaşma" vardır. Yabancı kökenli sözcüklerin Türk diline olağanüstü yoğunlukta girmesiyle Türkçede bir "yabancı­ laşma" olurken, Türk diline giren yabancı sözcükler de Türk­ çeye girmekle kendilerine yabancılaşmışlardır. Öyleyse bunları Türk sayalım, olsun bitsin. . Olmaz da, bitmez d e... Niçin olmaz, bitmez? Çünkü dilimize giren yabancı kökenli sözcükler, bi­ zim yerli sözcüklerimizi öldürmeden, yanyana yaşayamıyor­ lar; bizim yerli sözcüklerimizin yapabilecekleri işleri yap­ maya girişip, bizim yerli sözcüklerimizi öz yaşamımızdan ko­ varak, onları öldürüyorlar. Yabancı sözcük geliyor, yerli söz­ cüğü öldürüp, onun yerine geçerek kendini yaşatıyor. Hangi toplum, kendi öz varlıklarını öldüren yabancıları "sen artık bizdensin" diye bağrına basar? Yabancılar ancak kendi öz sözcüklerimizin yapamayacakları işler varsa gerekli olurlar. Türk dilinde yerli sözcüklerin yapamayacağı iş yoktur. Şu ya

182

da bu işi yerli sözcüklerimiz göremez, bu nedenle o işi gördü­ recek bir yabancı sözcüğe gerek var, diyenler yalan söylemek­ tedirler. Türk dil ormanına yıllar önce Arabistan' dan getirilip bırakılan sözcükler, gerek seslendirme, gerek anlam bakımın­ dan başkalaşmış, kendi köklerine yabancılaşmışlardır, ancak bu başkalaşmayı "Türkleşme" olarak nitelemek doğru değil­ dir. Türkleşmek için Türk dil ormanında kök salmış, dal bu­ dak vermiş olmak gerekir. Türkçe sözcükleri Türkçe olama­ yan yabancı sözcüklerden ayıran en önemli özellik, öztürkçe­ lerin Türk dilinde köklü, gövdeli, dallı, gerektiğinde yemiş veren nitelikte oluşudur. Arapça'dan ya da başka dillerden: Türkçeye giren sözcüklerin en önemli özellikleri ise, üremez, türemez, gerektiğinde yemiş veremez nitelikte olmalarıdır. Türk dilinin kurallarına göre çekilemeyen, gerektiğinde ken­ dilerinden yeni sözler türetilemeyen bu sözcüklere Türkçeleş­ miş denilemez; çünkü ancak çekilebilir, türeyebilir olsalardı Türkçeleşmiş sayılabilirlerdi. Biz dilimize yabancı dillerden giren sözcüklerin dişilerine oğlumuzu, oğullarına kızlarımızı vermemişiz; onları kendi çocuklarımızla evlendirmemişiz; bunlara nasıl Türkçeleştiler diyebiliriz?

Dilimizdeki Arapça, Farsça, Yabancı Kökenli Sözler, Dini Doğru Anlamaya da Engeldir Türk diline Arapçadan geçen, Türk dilinde yuvarlanıp söylenişleri de anlamları da değişen Arapça kökenli sözcük­ ler, yalnızca düşünsel üretimimize ket vurucu olmakla kalma­ yıp dinimiz açısından dahi büyük sakıncalar doğurdukları için, Türk dilinden ablmalıdırlar. Bunu bir örnekle görelim: Mehmet Akif Ersoy, bilin­ diği üzere bütün Müslümanların dini bütünlüğüne saygı duy­ dukları bir ozanımızdır. T.B.M.M'nin 21 .02.1925 günlü kararı üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı 26 Ekim 1925'te Mehmet

183

Akif Ersoy'u Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmekle görevlendirmişti. Mehmet Akif Ersoy bu görevi üstlenmeden yıllar önce, Kur' an' da geçen kimi kavramların yanlış anlaşıldığından ya­ kınarak şöyle diyordu: Aman Yarabbi! Kur' an ne söylüyor, biz ne anlıyo­ ruz! (Kur'anda geçen) "sabır", "katlanmak" değil; "göğüs germek" demektir. Neye göğüs germek? Evet, sonunda katlanılamayacak acılara katlanma ızdırabına mahkum olmak için, önceden her türlü şedaide, her türlü mezalime, mertçesine, insanca­ sına göğüs germek. Fedakarlıkların semtine uğra­ mayarak, miskin miskin oturmak, sonra da hisse­ sine düşecek rüsvaylığı "kader böyle imiş, taham­ mül etmeli" diye hazıma çalışmak, hiç bir zaman (Kur'an'da geçen) "sabır" (sözcüğü) ile telif olu­ namaz.72 Mehmet Akif Ersoy, Kur'an' da geçen "sabır" sözcüğü­ nün Kur' an' da taşıdığı anlam ile; dilimizde ki anlamı arasında bir uyuşmazlık saptamış. Kur'an'da geçen "sabır" sözcüğü, bizim dilimize Arapça'dan geçen "sabır" sözcüğü ile eş an­ lamlı değildir, diyor. Öyleyse, Türk çevirmen, Kur'an' da kar­ şısına çıkan "sabır" sözcüğünü Türkçe çeviriye "sabır" diye, olduğu gibi geçirirse, bu, Kur'an'da karşısına çıkan "sabır" sözcüğün anlamını vermiş olmayacak; başka bir anlam ver­ miş olacaktır. Ben oturup araştırdım. Son elli yıldır Tür­ kiye' de yapılan çevirilerin bütününde bu yanlış yapılmış bu­ lunuyor; çevirmenler, Kur'an'ın Arapçasında Arapça "sabır" sözcüğünü gördükleri her yere, kendi çevirilerinde bizim di­ limizdeki "sabır" sözcüğünü yazıp geçivermişlerdir; sanki Tanrı'nın elçisi Muhammed, "sabır" sözcüğünü, bu sözcüğün Osmanlıca'da taşıdığı anlamda kullanırmış gibi . . .

184

İşte, ben Arapçadan Türk diline girip Türkçede anlamı kayan bu sözcüklerin Türk dilinden ahlması gerektiğini, dil­ bilimsel, anlambilimsel gerekçelere dayanarak olduğu denli, bu gibi din saphrıcı sakıncalarından dolayı da öneriyorum. İs­ terseniz bu örneklere bir yenisini ekleyelim: Kur'an' da geçen "sahih" sözcüğünün, bugün bizim di­ limizde kullanılan "sahip" sözcüğü ile bir anlam ortaklığı yoktur. Dilimize Arapçadan geçen "sahip" sözcüğü, bir nes­ nenin kimin olduğunu gösterir. "Ben bu evin sahibiyim" di­ yorsanız, o evin sizin olduğunu anlatmış olursunuz. Oysa, Kur'an'da geçen "sahih" sözcüğü bu anlama gelmez; "arka­ daş", "yoldaş", "yurttaş", vb. anlamlarına gelir. Şimdi bir Türk çevirmen, Kur'an' da geçen "sahih" sözcüğüyle karşılaş­ tığında gözleri ışıyor; "ben bu sözcüğü zaten biliyorum" de­ yip çeviride olduğu gibi kullanıyor. Kur'an' da geçen ve "ar­ kadaşınız deli değildir" diye çevrilmesi gereken tümceyi, "sa­ hibiniz deli değildir" diye çeviriveriyor. Bu gibi örnekler yüzlercedir. Bu nedenle, Arapça'dan Türkçe'ye geçip Türk dilinde anlamı kaymış bulunan sözcük­ ler, birer çevirmen tuzağı, birer çeviri saptırıcı olarak çok olumsuz işlevler görmektedirler. Bunlardan kurtulmak, boy­ numuzun borcu olmuştur, eğer dinimizi doğru anlamak isti­ yorsak . . .

21.02.1925- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Kur'an'ın Hadislerin Türkçe'ye Çevrilmesi Karan Birinci TBMM'nin "sarıklı" üyelerinden Eskişehir milletvekili Abdullah Azmi (Torun) ve çoğu "sarıklı" 53 millet­ vekilinin imzasını taşıyan Kur'an ve hadislerin Diyanet İşleri Başkanlığı'nca uzmanlar tarafından Türkçe'ye tercüme ettiril­ mesi (çevirtilmesi) önerisi, T.B.M.M'nin 21 Şubat 1 925 günlü oturumunda kabul edilerek yasalaşmıştı. Yasada Kur'an ter­ cümesi sözcüğü geçmekteydi. Diyanet İşleri, 26 Ekim 1925

185

günü Beyoğlu 4. Noterliği'nce onaylanmış 3 sayfalık sözleşme ile, Kur'an tercümesi işini Mehmet Akif Ersoy ile birlikte El­ malılı Muhammed Hamdi Yazır'a verdi.73 Yazır'ın gerçekleş­ tirdiği "meal" ve "tefsir" 1935-1938 yılları arasında "Hak Dini Kur'an Dili " adıyla 9 cilt olarak yayımlandı. Yazır, 1 935'te ya­ yımlanan ilk cildin sunum bölümünde bakınız ne diyor: Kur'an'ı tercüme ettim veya ederim diyenler ya­ lan söylemiş olmaz da ne olur? Peki Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır nasıl bir çalışma yapmış? Kendisi yapbğı çalışmayı şöyle açıklıyor: Mesela (Kur' an' da geçen) Arapça "hamd" e (Os­ manlıca) "hamd", Arapça "rahmet"e (Osmanlıca) "rahmet", (Kur'an'da geçen) Arapça "hidayet"e (Osmanlıca) "hidayet" dedim. (Kur'an'da geçen) Arapça "zulmet"e (Türkçe olarak) "karanlık" de­ dimse, (Kur'an'da geçen) Arapça "nur ve ziya" yerine (Türkçe) "aydınlık ve ışık" demek için ısrar etmedim. "Gök" yerine Arapça "sema"yı tercih ettiğim mevki (yer) oldu. Ekseriya "gökler ve yer" dedimse, hazan da (Arapça) "semavat-ü arz" de­ mek daha hoşuma geldi. "Güneş ve ay" dedim, la­ kin "güneşi ve ayı" diyemediğimden (Arapça) "şems-Ü kamer"i tercih ettim. Bütün halk Arapça "rabbülalemin"i tanırken "alemlerin rabbı" de­ mekte faideden ziyade zarar gördüm. (Kur'an' da geçen) "sıratı müstakim" yerine "müstekim sırat" diyemedim; (Türkçeleştirip) "doğru yol" dediğim zaman da (Arapçadaki) "sırat"ın nüktesiyle (Arapçadaki) "istikamet"in zevkinden bir şey zayi olduğunu hissettim.74 Bu sözlerden açıkça anlaşılıyor ki: Elmalılı Muham­ med Hamdi Yazır, Kur'an'ı Türkçe'ye çevirmekten çok, kendi

186

beğenilerini ve kendi Araplaşma düzeyini sergilemenin ar­ dına düşmüş. Çevirmenimizin "hoşuna gelmemiş" kimi Arapça sözcüklerin Türkçesini kullanmak. Türkçede karşılığı olan, olduğu bu çevirmence de bilinen kimi Arapça sözcükle­ rin, Türkçesi yerine Arapçasını kullanmak, çevirmenin beğe­ nisini okşuyor. Arapça bilmeyen kişileri aydınlatmaktan çok, kendi beğenilerini sergileyen bu gibi çevirmenlerin, vay ha­ line! Tanrı onlara "hoşlarına gelecek" bir "ödül" versin ... Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, sanki çok büyük bir iş yapmış gibi, Kur'an' da geçen "hamd" sözcüğünü, yap­ tığı Türkçe çeviriye yine "hamd" olarak; Kur' an' da geçen "rahmet" sözcüğünü, yaptığı Türkçe çeviriye de "rahmet" olarak; Kur'an' da geçen "hidayet" sözcüğünü, yaptığı Türkçe çeviriye yine "hidayet" olarak geçirdiğini övünçle bildiriyor. Bu yorumcu, Kur' an' daki Arapça sözcüklerin Osmanlıcaya geçtikten sonra anlamlarının değiştiğini bile bilemeyecek denli dil bilincinden uzak mıydı; yoksa başka boyutları olan bilinçli bir saptırıcı mıydı?

Sözcüklerde Anlam Kayması Kur'an'da yer alıp da sonradan "kutsaldır" gerekçe­ siyle Türk diline sokulan pek çok Arapça sözcük, Türkçeye girdikten sonra Kur' an' daki anlamını yitirmiş, süreç içeri­ sinde başka anlamlar yüklenmiştir. Bu çok doğal bir gelişme, değişme olayıdır. Çünkü hiç bir dilde sözcükler anlam başka­ laşması, anlam kayması olgusundan korunmuş değildir. 1400 yıl önceki Arapların dilinde "şu" anlama gelen bir sözcük, 1400 yıl sonraki Arapların dilinde "bu" anlama geliyor olabi­ lir. Sözcüklerdeki anlam başkalaşması, yalnızca bir dile yabancı dillerden geçen sözcüklerin başına gelen bir durum değildir; bu bir dilin yerli sözcüklerinde de görülür. Örneğin,

187

"ödlek" sözcüğü bin yıl önceki Türklerin dilinde "çağ", "dö­ nem", vb. gibi anlamlara gelirken; bugünkü dilimizde söyle­ nişi başka bir sözcük ile karışmış olup, "korkak", "ürkek", vb. gibi anlamlara gelmektedir. Süreç içerisinde sözcükler yeni anlamlar yüklenebilmektedirler. Bin yıl önce kutsal anlam yüklenen bir sözcük, bin yıl sonra yüz kızartıcı bir anlam yük­ lenebilir. Tersi de olabilir. Çünkü dil kaygan bir nesnedir. Eski çağlarda yazılmış yapıtların çevirisinde önemli olan, şu ya da bu sözcüğün, kullanıldığı anda hangi anlama geldiğidir. Kur'an 1400 yıl önce yazıya geçirildiğine göre, çevirmen için Kur'an' da geçen şu ya da bu sözcüğün o dönemde ne anlama geldiği önemlidir. Çünkü o sözcük, Kur'an'a yazıldıktan sonra da yaşamaya, dolayısıyla aşınmaya, yaşlanmaya, bozul­ maya koyulmaktadır. Bir sözcüğün anlamı, kullanıldığı dö­ neme göre değerlendirilir. Sözgelimi Kur'an'da karşılaştığı­ mız Arapların kullandığı "azab" sözcüğü ile, 1400 yıl sonra bugün bizim Arapçadan alıp kullandığımız "azab" sözcüğü anlamdaş değildir. Çünkü, köprünün altından çok sular ak­ mıştır. Bugün bizim dilimizdeki Arapça kökenli "azab" söz­ cüğü, artık Kur'an'daki anlamını korumuyor; anlamı daraldı, büzüldü, değişti... Bu nedenle, bir Kur'an çevirmeni, Kur' an' da yaklaşık üç yüz yetmiş kez geçen "azab" sözcü­ ğünü, yaptığı Türkçe çeviriye, olduğu gibi "azab" diye alırsa, yaptığı işin adı "çeviri" değil "deviri" olur. Son 60 yıl içeri­ sinde yapılmış olan Kur' an çevirilerinde, Kur' an' da geçen çok Arapça sözcük, Türkçe çeviriye olduğu gibi yazılmıştır. Bu Kur'an'a saygılı davranmak gerekçesiyle savunulmaya kalkı­ şılsa da, yapılan iş gerçekte Kur' an' da geçen bu sözcüklere, Kur'an' dan 1400 yıl sonra yüklendikleri başka anlamları ya­ kıştırmaktır. Örneğin, Kur'an'da geçen "cahil" sözcüğü, bugün bi­ zim dilimizde yaşayan "cahil" sözcüğüyle anlamdaş değildir. Kur'an'da geçen "cahil" sözcüğü, "okuma yazma bilmeyen

188

kişi" anlamına gelmez; bir kişilik yapısını nitelemek üzere kullanılır; ağır başlılığın karşıt anlamlısıdır; "hoppalık", "anarşi" gibi bir anlamı vardır. Oysa, bugün bizim dilimizde "cahil" sözcüğü genellikle "okuma yazma bilmeyen" anla­ mında kullanılmaktadır. Demek ki, Kur'an'da geçen "cahil" sözcüğü, 1 400 yıl sonra bugün bizim dilimizde artık anlamı kaymış, başkalaşmış olarak yaşamaktadır. Öyleyse, bir çevir­ men, Kur'an'da karşısına çıkan "cahil" sözcüğünü, bugün Türklerin kullandığı "cahil" sözcüğüyle çevirirse "cahillik" etmiş olur. Yine Kur'an' da geçen "intikam" sözcüğü ile, bizim bu­ gün kullandığımız "intikam" sözcüğü anlamdaş değildirler. Kur'an'da geçen "intikam" sözcüğünün "öc", "kin", vb. gibi anlamları yoktur; "yardım etmek"in karşıt anlamlısıdır; "tü­ ketmek", "bütünüyle ortadan kaldırmak", "yenmek", "silip süpürmek", vb. gibi anlamları vardır. Bugün Türk dilindeki "intikam" sözcüğü ise, "öc almak", "kin gütmek" anlamlarına geliyor. Bir Türk, "intikam" almak için kinlendiği kişinin yü­ züne tükürebilir, evini yakabilir, saldırabilir. Gelgelelim Kur'an'da geçen "intikam" sözcüğü, tek tek bireylere değil, topluluğa karşı; "toptan tüketmek", "toptan yiyip bitirmek", "ardında kırıntı bırakmamak" anlamına gelir. Bir yemeği silip süpüren kişi, Arapçada önüne konulan yemeği "intikam" yapmış olur; oysa bir Türk, tabaktaki tüm yiyecekleri bitirdi­ ğinde, yemeği "intikam" ettim demez. Arapçada "intikam" sözcüğü yalnızca birbirini yemek anlamına değil, şu ya da bu yiyeceği tüketmek anlamında kullanılır. Bilindiği üzere, önüne konulan yemeği silip süpüren kişinin o yemeğe bir "kin"i, bir "öc"ü yoktur. Bir Arap "kuru fasulyeden intikam aldım" der ise, anlatmak istediği, önüne konulan kuru fasul­ yeyi "yeyip bitirdiği"dir; yoksa kuru fasulyeye karşı bir "kin" duyduğu ya da ondan "öc aldığı" değil. Türkçedeyse "inti­ kam" sözcüğü yalnızca kişiler arası didişmeye, kin, öfke, öc

189

alma olaylarına özgü bir ad olup çıkmışhr. Demek ki, bir Kur' an çevirmeni, Kur' an' da karşısına çıkan "intikam" sözcü­ ğünü Türkçeye "intikam" diye çevirirse yanlış yapmış olur. Kur' an' da yer alıp da Türkçeye Arapçadan geçen bu gibi sözcüklerle ilgili örnekler binlercedir. Bütün bunlar bize, Kur'an'da geçen Arapça sözcüklerin yüzyıllarca kullanıla kullanıla, gerek Arapçanın kendisinde gerekse Türkçede an­ lamlarının başkalaşıma uğradığını kanıtlar. Kur' an' da geçen bir sözcüğü Türkçe çevirisinde olduğu gibi alıp kullanmak, bu sözcüğün bin yıl boyunca Arap dilinde uğradığı bozun­ mayı ve Türk dilinde uğradığı anlam kaymasını yok saymak demektir. Orhon yazıtlarında "çağ", "süreç", "dönem" anla­ mında geçen "ödlek" sözcüğünü, bugün yapılan bir Türkçe çeviriye olduğu gibi "ödlek" diye almak ne ölçüde büyük bir yanlış ise, Kur' an' da geçen şu ya da bu sözcüğü, çeviriye ol­ duğu gibi almak da o denli büyük bir yanlışhr. Sonuç olarak: Ku r'an'ın Türk diline doğru çevrilebil­ mesinin ön koşulu, bu çeviride Türkçeye Arapçadan geçmiş sözcükleri hiç kullanmamaktır. Türkçeye Arapçadan geçen sözcükler, bizim dilimizde Kur'an'daki anlamlarıyla yaşamı­ yor oldukları içindir ki, Kur'an'ı anlamamıza yaramıyorlar. Tersine, yanlış anlamaya yol açıyorlar. Bu nedenle Türklerin, bağlı oldukları dinin kutsal bildirisini anlayabilmeleri, önce­ likle Türk diline geçen Arapça, Farsça sözcüklerin bu gibi ya­ nıltıcı etkilerinden kurtulmalarıyla gerçekleşecektir. Öyleyse Türk dinbilirleri Türk dilinde özleşmeye karşı çıkmayı bir an önce bırakıp, özleşmenin baş savunucuları olmalıdırlar. Çünkü: Din, dilin ucundadır. Kimileri, "Tanrı sizin ne dediğinize bakmaz, ne yaptı­ ğınıza bakar," diyorlar. Eksiktir. Kimileri de, "Tanrı sizin ne yaptığınıza değil, dileğinize bakar," diyorlar. Bu da eksiktir.

190

Kur'an öğretisine göre Tanrı, kendisinden hiçbir biçimde giz­ lenilemeyecek olan biricik varlıkbr; yapılanı da, söylenileni de, düşünüleni de bilir; ne demişseniz işitir, ne yapmışsanız görür, ne düşündüğünüzü, usunuzdan ne geçirdiğinizi bilir. Kur'an öğretisine göre Tanrı açısından kişilerin sözleri önem­ siz değil, önemlidir. Kur'an'da Tanrı kişileri ağızlarından çı­ kan sözlerden sorumlu tutacağını bildirmiştir; sözlerinin an­ lamının eğilip bükülmesine; anlamının değiştirilmesine; anla­ mının bozulmasına karşıdır. Kur'an'da Tanrı Hıristiyanları "İsa Tanrı'nın oğludur", Yahudileri de "Üzeyir Tanrı'run oğ­ ludur" dediklerinden dolayı, ağızlarından böyle sözler çıktığı için suçlamaktadır. Kişilerin, yüreklerinde olmayanları ağız­ larıyla söylemelerine karşıdır. Kur'an'da Tanrı "söz"e, "söz­ cükler"e öylesine önem vermektedir ki, kişioğullarına en çok sözlü dil aracılığıyla seslenmekte; görsel anlatım, vb. gibi söz dışı iletişim yollarını görece olarak daha az kullanmaktadır. Kur'an' da Tanrı ağızdan çıkan sözlere o denli önem vermek­ tedir ki, ancak ölümle korkutulan kişilerin anlık olarak inanç­ larına aykırı sözler söyleyebileceklerini, bu durumu atlatır at­ latmaz inandığını açıkça söylemesi gerektiğini bildirmekte­ dir. Demek ki, kişilerin olağan koşullarda ağzından çıkan söz­ lere çok önem vermesi ve bunları yozlaşmalardan koruması gerekmektedir. Din, dilin ucundadır; dilini koruyamayan, dinini yitirir. Din, dile o denli bağımlıdır ki, kişiler sakın tapımda yanlış bir söz söylemeyelim kaygısı ile, Kur' an' da geçen Arapça sözcükleri anlamaya anlamaya papağan gibi yinele­ meye yönelmişlerdir. Çoğu Türkler, eğer anlamadıkları Arapça sözcükleri belleyip, bunları tapımda (namazda) anla­ maya anlamaya seslendiriyor ise, bunu kötü bir düşünceyle değil, salt yanlış sözler söylemeyeyim kaygısıyla yapmakta­ dır. Demek ki, dinin dile bağımlılığı, "Anlamasanız bile

191

Kur'an' ı Arapça seslendirin, anlamasanız bile Kur'an'ın Arapça seslendirilişini dinleyin," diyenlerce bile yadsınama­ yacak bir gerçektir. Bunların yanılgısı; "Kur'an'ı çevirmek olanaksızdır; Kur'an'ı çeviriyle anlamaya çalışanlar sapıktır," demeleridir, Çünkü, Kur' an' a göre Tanrı'nın sözlerinin doğru çevirisi olanaklıdır ve Tanrı'nın sözlerini anlamaya çalışanlar sapık değildir. Evet, Kur'an'ın Arapçası, ilk biçimiyle sıkı bir bi­ çimde korunmalıdır. Öyle ki, bütün Müslüman ülke yöne­ timleri, Kur'an'ın Arapça ilk biçimlerini, altın kabartma, çelik dökme, vb. gibi doğanın bozucu etkilerine dayanabilen yü­ zeylere geçirerek, özel bölmelerde saklasalar yeridir; tıpkı "metre" adı verilen uzunluk ölçüsü biriminin ilk örneğinin de Fransa' da böyle özenle saklandığı gibi ... Evet, Kur'an'ın Arapçası yeterli sayıda kişinin belle­ ğine de kazınmalıdır. Bu da önemlidir. Hafızlık da gereksiz değildir. Evet, ana dili Arapça olmayan Müslümanlar, Tann'ya seslenirlerken yanlış yapmamak dileğiyle, camide kılınan toplu namazlar sırasında çok iyi Arapça bilen bir kı­ lavuza (imama) uyarak ibadetlerini yapabilirler. Gelgelelim, bütün bunlar, yalnızca Kur'an'ın Arapça özgün biçiminin korunmasından öte bir amaca yönelmemiş­ lerdir. Kişiler koruduklarının anlamını bilmedikleri sürece, yalnızca birer bekçi olurlar. Din ise koruduğunun ne oldu­ ğunu bilmeyen bekçiler olmanızı istemez. Tanrı'nın elçiler aracılığıyla bildirip yazdırarak, herkesçe okunup anlaşılma­ sını istediği yazmalar, kişilerin düşünce üretme yetilerini ge­ liştirmeyi amaçlamaktadır. Kur' an' da, kişilerin yanlış bulu­ nan savları, Tanrı'nın karşı savları ile doğrultulmaktadır. Kar­ şıt savların sergilendiği Kur'an'ı anlamadan korumak, Kur'an'ın öğüdü değildir. Tanrı; "Kur'an'ı koruyun ve çok iyi

192

anlamaya çalışın," diyor. "Korumak" ve "anlamak"; bu iki­ sinden biri yapılmazsa, Tanrı'nın buyruğu yerine getirilme­ miş olur. Tanrı, elçisi Musa'yı Firavun'a yollarken, uyarısının Firavun' a açık seçik söylenmesini; belki anlar, yanlışından dö­ ner diye onunla güzellikle konuşulmasını buyurmuştur. Peki Tanrı Türkler'in Kur'an'ı anlamasını niçin istemesin? Tanrı, "Türkler Kur'an'ı anlamadan Arapça okusunlar, anlamadan Arapça seslendirsinler" diye bir buyruk vermemiştir. Anla­ maksa, açıkça bir dil, bir çeviri sorunudur. Türkler dil soru­ nunu çözmedikçe, din görevlerini de gerektiği gibi yapamaz­ lar. Bugün, Türk dilinde yer alan anlamları, söylenişleri kay­ mış Arapça, Farsça sözcükler, Türklerin Kur'an'ı anlamasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Bu konuda örnekler ver­ dik. Yine vereceğiz. Kur'an' da geçen Arapça "zulüm", "zalim" sözcükleri, bugünkü Türkçede yer alan "zulüm", "zalim" sözcükleriyle anlamdaş değildir. Türkçede, dayak atmak, aç susuz bırak­ mak, kesmek, biçmek, yaralamak, öldürmek gibi kişiye göv­ desel ya da tinsel acılar veren edimlerin tümüne "zulüm" de­ nirken; bu eylemleri yapan kişilereyse "zalim" denir. Oysa Kur' an' da geçen Arapça "zulüm"" sözcüğünün anlamıysa bu olmayıp "gerçeğin ortaya çıkmasını önlemek", "gerçeğin al­ gılanmasını önlemek", "gerçeği gizlemek", "örtmek", "ortamı karartmak yoluyla kişilerin gerçeği görebilmesini engelle­ mek", "belirtileri silmek", "kişilerin duyu algılarını körelte­ rek, olgular arasındaki ayrılıkları seçebilmelerinin yolunu tı­ kamak", "karartmak", "delil karartmak", "kanıtların gizlen­ mesi", "kanıtların değiştirmesi ya da yok edilmesi"dir. "Zu­ lüm" sözcüğü Arapça "nur", "ışık" sözcüğünün karşıt anlam­ lısıdır; "nur" ışıtır, aydınlatır; "zulüm" ise karartır. Öyle ki Araplar "gece"ye de "zulüm" derler; çünkü "gece" görüşü engeller; göz gözü görmez, akla kara seçilmez olur. İşte

193

Kur'an'da geçen "zulüm" sözcüğü bu anlama gelmektedir. Kur'an'da, Bakara suresinin 140. Ayetinde; "Tanıklığı gizle­ yenden daha zalim kim olabilir?" diye sorulmaktadır. Burada da "zalim" sözcüğünün "kanıt gizleyici", "delil karatıa" an­ lamı apaçık görülmektedir. Demek ki, Kur'an'da geçen "zu­ lüm" ve "zalim" sözcükleri, Türklerin bugün kullandıkları "zulüm" ve "zalim" sözcükleri ile anlamdaş değildir. Bu du­ rumda Kur'an'da geçen "zulüm" sözcüğünü, Türklerin bu­ gün kullandıkları "zulüm" sözcüğü ile karşılayan çevirmen­ ler, Kur'an'a göre "zalim" çevirmenlerdir; çünkü bunlar Kur'an'da geçen Arapça "zulüm" sözcüğünün anlamını, Türklerin kullandıkları "zulüm" sözcüğüyle birmiş gibi gös­ tererek karartmaktadırlar. Evet, din dilin ucundadır. Din sözkonusu olduğunda, bir tek sözcüğün bile yad­ sınamaz bir önemi vardır. Kur'an' da bu açıkça görülür: Ey inananlar, bizi "rai" et demeyin, bize "unzur" et deyin . . . (Bakara suresi, 104. Ayet) Burada inananların kullana geldikleri bir Arapça söz­ cük yerine başka bir Arapça sözcük kullanılması isteniyor; de­ mek ki, Tanrı açısından bir sözcüğün bile önemi vardır. Din, dilin ucundadır ve Kur' an bunun örnekleriyle doludur: "Tanrı, ancak Meryem Oğlu Mesih'tir" diyenler, kuşkusuz 'kafir' (Yadsıyıa) oldu. (5/72) "Tanrı ancak üçün üçüncüsüdür" diyenler, kuş­ kusuz 'kafir' (Yadsıyıcı) oldu. (5/73) Eğer diyegeldiklerinden dönüş yapmazlarsa on­ lardan yadsıyıcı olanlara, acıklı bir yalım dokuna­ caktır. (5/73)

194

Onlar Tanrı'run ışığını ağızlarıyla (sözleriyle) söndürmek isterler. (9/32) Bu gibi pek çok uyarı geçer Kur' an' da ve neyin söylen­ mesinin yanlış, neyin söylenmesinin doğru olduğu gösterilir. Kişiler "Tanrı konusunda ne dedikleri" açısından öbeklere ay­ rılmışlardır. Din, dilin ucundadır. Kullandığımız sözler, bağlı bulunduğumuz öbeği; gerçek karşısında takındığımız tu­ tumu belirler. Tanrı karşısındaki tutumunuzu belirler. Tanrı karşıtı iseniz, sizin Tanrı karşıtı olduğunuz da dilinizin ucun­ dadır. Kur'an'a göre "kötü olan", "baş kaldıran" Şeytan da "salt diliyle" eylem yapmakta; yalnızca çağırmakta, yalnızca diliyle beyinleri işlemektedir; çağırılarına, söylediklerine uyup uymamak size bağlıdır; siz onun sözlerine uymayacak olursanız onun elinde sizi suça itecek dilden başka bir araç, sözlerden başka bir güç yoktur. Demek ki, din dilin ucundadır. Din, dille gelir, dille gider. Bu nedenle "din elden gidiyor," demenin bir anlamı yoktur; çünkü din ancak dilden gidebilir. 1 200'lü yıllardan bu yana din Türk'ün dilinden büyük ölçüde gitmiştir. Ancak Kur'an'ın dosdoğru kökü yerli Türkçe sözcüklerle çevrilmesi koşuluyla geri gelebilir. Yüzde altmış oranında Arapça, Farsça kökenli sözcükler kullanılarak yapılan çeviriler, dinin Türklerce yanlış tanınmasına neden olmaktadır. Kur'an'ın yanlış anlaşılmasının nedenlerinden biri, dilimizdeki Arapça, Farsça sözcük bolluğudur Kur'an' da geçen Arapça sözcüklerin kökü Türkçe olan upuygun karşılıklarını bulma, türetme çabası; bir yandan di­ limizi eski sağlığına kavuşturacak, öte yandan dinimizi ola­ bildiğinde dosdoğru anlamamızı sağlayacaktır. Bunu gerçek­ leştirmek kolay olmayabilir; ancak olanaksız değildir. Üstelik bunu gerçekleştirmeksizin, kendimizi gerçekleştirmemiz de olanaksızdır . . .

195

Kur'an'da bildirilmiştir ki, Tanrı, kişi soyunu yarat­ mış, ona "beyan"ı, "iletişim"i, "konuşma"yı öğretmiştir. Yine Kur'an' da bildirilmiştir ki, Tanrı kişi soyuna yazmayı da öğ­ retmiştir. Ayrıca, Tanrı yarathğı bütün nesneleri dillendirebi­ len, konuşturabilendir. Tanrı yalnızca Arapların ulusal Tan­ rısı olmadığına göre, demek ki bütün uluslara konuşmayı yazmayı o öğretmiştir. Eğer, Türkçe diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tanrı'ya borçludur. Eğer Yunanca diye bir dil varsa, bu dil de varlığını Tann'ya borçludur. Latin yazısı, Arap yazısı, Çin yazısı, Japon yazısı gibi bütün yazı türleri varlıklarını Tanrı'ya borçludurlar. Uluslar ulus oluşlarını, soylar soy oluşlarını, Türkler Türk oluşlarını Tanrı'ya borçlu­ durlar. Kişioğullarının renklerinin, dillerini başka başka oluşu, Tanrı'nın işlerindendir. Kur'an'ı bir kılavuz olarak belleyen kişiler, bir yazı tü­ rünü ötekine üstün tutamazlar. Her yazı, süreç içerisinde ge­ lişebilir, yetkinleşebilir ya da gerileyebilir, kullanılmaz olabi­ lir. Bir dili ötekine üstün tutamazlar. Diller de süreç içinde ge­ lişebilir, yetkinleşebilir ya da türlü nedenlerle değişebilir. Bir soyu, bir toplumu ötekine üstün tutamazlar. Çünkü hepsi Tanrı'nın yarathklarıdır. Bunlar arasında ayrılıklar, başkalık­ lar, yalnızca bir "tanıma", "öğrenme", "bilme" ediminin ko­ nusu olabilirler. Kişi, kendinden başkasını tanımakla, ger­ çekte kendini tanımış olur. Bütün varlıklar, bir örnek olsa­ lardı, aralarında başkalıklar bulunmasaydı; ortada birbirin­ den ayırt edilecek bir şey bulunmayacağından kişioğlunun ayırdetme yetisi de olmazdı. Kişioğlu ayırt etme yetisinden yoksun olunca kendinin de ayırdına varamazdı. Dolayısıyla "bilgi" de olanaksızlaşırdı; çünkü "bilmek", nesneler arasın­ daki başkalıkların ayırdına varmak, başkalıkların nasıl ger­ çekleştiğini anlamakhr. Bilmek, başkalıkların "neden"inin, "nasıl"ının, "niçin"inin bilincine varmaktır. Kişi, kendi dilin-

196

den başka bir dili incelemeye koyulursa, kendi dilini de yeni­ den öğrenecektir. Kişi, kendi kullandığı yazıdan başka yazı­ ları incelemeye girişirse, kendi yazısının ayırdedici özellikle­ rini de kavrayacaktır. Kişi, yabancı ulusların ayrılık, başkalık özelliklerini öğrenme konusu ettiğinde, kendi ulusunun ayır­ dedici özelliklerinin ne olduğunu da anlayacaktır. Demek ki, "başka olan"ın "niçin, nasıl, neden ve ne ölçüde başka" oldu­ ğunu saptamaya girişen, kendi başkalığının da bilincine vara­ caktır. Başkalık olgusunu abartarak, bunu boş üstünlük duy­ gusuna ya da boş aşağılık duygusuna dönüştürmenin biricik engeli, "başka" olanı anlayabilmekten geçer. "Başka olan"ı iyice anladığınızda, yargılarınız sağlıklı olacak; boş üstünlük duygusu ya da boş aşağılık sanısı, yerini gerçekçi olabilirliğe bırakacaktır. "Olmuş olan"ın "olabilecek olanlar" dan yalnızca biri olduğunu kavrayan kişi, olgunlaşır. Çünkü kendi varlığını, "sonsuz olabilirlikler" içerisinden, "gerçekleşmiş olan bir olasılık" olarak anlayacaktır. Tür bakı­ mından böyle olmayıp da şöyle olmayı kendisinin belirleme­ diğini, eğer bu türde yaratılmış olmasaydı pekala başka bir türde de yaratılmış olabileceğini kavrayacaktır. "Ben, gerçek­ leşebilecek sonsuz olasılıklar içerisinden, gerçekleşmiş olan bir olasılığım" diyen kişi, "ötekiler de, gerçekleşebilecek son­ suz olasılıklar içerisinden, gerçekleşmiş olan başka olasılıklar­ dır," bilincine ulaşmış demektir. İşte, Kur'an' da geçen: Göklerin, yerin yaratılması ile sizin dillerinizin, renklerinizin başka başka oluşu Tanrı'nın ayetle­ rindendir. Kuşkusuz bunda bilginler için gerçek­ ten ayetler vardır." (Rum Suresi, 22. ayet) Eğer dileseydi Tanrı sizi tek bir toplum yapardı; bu çok toplumlar, sizleri denemesi, verdikleriyle sınaması içindir." (Maide Suresi, 48. ayet)

197

Ey kişioğullan! Biz sizleri bir erkek ile bir dişiden türettik. Birbirinizle tanışmanız, öğrenmeniz için sizleri öbekler, kümeler kıldık. Kuşkusuz Tanrı açısından en üstün olanınız, ondan en çok sakına­ nızdır. Kuşkusuz Tanrı ne yaptığınızı bilendir." (Hucurat Suresi, 13. ayet) Bu ayetler, ırkçılığa karşı açık uyarılardır. Kur'an'ı benimsemiş bir kişi, kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplu­ mundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir ya­ zıyla karşılaştığında; Bunları Tanrı'nın ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak; bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir. Daha açığını söyleyelim: Kur'an'a göre bir Müslüman Arap, Türklerin ulus olarak varlığını, dilini, yazısını, ancak bir inceleme, araştırma, öğrenme, yararlanma konusu edinebilir. Türklerin ulus olarak varlığını ortadan kaldırmaya ya da erit­ meye girişmesi durumunda, Tanrı katında suçlu olacaktır. "Türkçeyi at, Arapçayı kullan," ya da "kendi yazını at, Arap yazısını kullan," diyemez. Öteki ulusları Araplaştırmaya yel­ tenemez. Eğer yeltenirse, bu girişimi Tanrı'nın buyruklarına aykırı olur. Geçmişte Tanrı'nın buyruklarını çiğneyen pek çok Müslüman-Arap, Müslüman-Türk çıkmış; Türklerin dilini, yazısını Araplaştırmaya girişmiş ve bunu belli oranlarda ba­ şarmışlardır.

198

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRK YAZISININ BOZULMASI VE DİN

I-Arap Yazısının Kutsallaştırılması Bu bölümde, konuşmaların yazıya geçebilmesi için, konuşmadaki bütün seslerin kendilerine özgü birer çizge (harf) ile gösterilmesi gerektiğini; eğer konuşmada kullanılan bütün seslerin yazıda yetkinlikle gösterilmesi gerçekleş­ mezse, o yazıda bir bulanıklık, bir karışıklık ortaya çıkacağını; Arap yazısının Türkçedeki bütün sesleri gösterecek yazı bi­ rimlerinden yoksun olduğunu; kanıtlarıyla işleyeceğiz. Yazım alanında kullanılan "harf", "cümle", "kelime" gibi pek çok sözcük dilimize Arapçadan sokulmuştur. Biz bu Arapça sözcükler yerine, Türkçelerini kullanmayı yeğliyoruz. Yazı, kişisoyunun yeryüzündeki toplumsal yaşamını kolaylaştıran çok önemli bir araçtır. Önemini kavrayabilmek için, "Yazı olmasaydı kişisoyunun yeryüzündeki toplumsal yaşamı nasıl olurdu; ilişkiler nasıl yürütülürdü?" diye düşün­ mek yeterlidir. Yeryüzünde yaşayan toplumların birbirine benzer, benzemez başka başka yazılar kullanıyor olması Kur' an' a

199

göre Tanrı'run işlerindendir; Çin yazısı, Arap yazısı, Latin ya­ zısı, vb. gibi bütün yazı biçimleri, tıpkı evrendeki bütün yara­ tık türleri gibi, Tanrı'nın dileğine bağlı olarak ayrı ayrı biçim­ lenmişlerdir. Bu yüzden Kur'an öğretisine göre kendi bildik­ leri, kullandıkları yazı türünü üstün, bilmedikleri yabancı ya­ zıları aşağı diye niteleyen kişiler; olgunlaşmamış sığ kişiler­ dir. Bunlar, kendi beğenilerini nesnel gerçeğin üstüne çıkarta­ rak, kendi beğenilerini yüceltir, nesnel gerçeği karartırlar. Arap yazısını bütün öteki yazı türlerinden üstün, yüce sayanlar; öteki ulusların yazılarını sanki 'şeytan işi ymiş gibi karalamaktadırlar. Oysa bu davranış, öncelikle Kur'an'a aykı­ rıdır. Kur' an öğretisinde Tanrı "rabbel alemin" dir; "alemlerin rabbı" dır; Türkçesi, o bütün varlık türlerinin, bütün soyların, ulusların, öbeklerin, kümelerin yaratıcısı, eğiticisi, öğreticisi biçimlendiricisi, geliştiricisidir; hiç bir varlık kendi türünü kendisi, kendi istenciyle yaratmış değildir; kuşu kuş, arıyı arı, kişiyi kişi yapan Tanrı'dır. Kuş, havlayamaz; köpek cikleye­ mez; kurbağa kişneyemez; at vıraklayamaz; bütün yaratıkla­ rın nasıl sesler çıkartacakları Yaradan'ın, Tanrı'run belirleme­ siyle gerçekleşmiştir. Öyleyse atlar niçin kişniyor da ötmüyor­ lar; kuşlar niçin anırmıyor da cikliyorlar, diye suçlanamaz. Anırmayı 'çirkin', ciklemeyi 'güzel' diye niteleyen biziz. Bun­ lar yalnızca bizim beğenimizi gösterir. Ancak, bizler beğen­ diklerimizi doğru, beğenmediklerimizi yanlış sayamayız. Eşeğin anırması bizim kulağımıza sevimsiz gelebilir; ancak eşeğin anırması yanlıştır diyemez ve eşeğe ciklemesini buyu­ ramayız. Kargaların gaklamasını beğenmeyebiliriz; ancak '

"kargalar gaklamakla çok yanlış bir iş yapmaktadırlar, kargaları eği­ telim de gaklamasınlar, " diyemeyiz. Kim bilir, kargalar da bizim sesimizi beğenmiyor; kendileri gibi gaklayamadığımız için bizleri aşağı yaratıklar olarak niteliyorlardır. Tıpkı böyle, Arapların boğaz yapısı, ses telleriyle, başka toplumların bo­ ğaz yapısı, ses telleri yaradılıştan başka olabilebileceği gibi,

200

yaşam ortamına bağlı olarak bitkiden çok kuşaklar boyu kır­ mızı etle beslenmek gibi etkenler de dillerini, dişlerini, da­ maklarını, gırtlaklarını böyle sesler çıkaracak biçimde yapı­ landırmış olabilir. Başka uluslar da Arapların çıkardıkları kimi sesleri çıkartamayabilirler; onların ağız, boğaz yapıları, ses telleri de ya yaradılıştan ya da kuşaklar boyu değişik ya­ şam ve beslenme koşulları nedeniyle o sesleri çıkartmaya uy­ gun biçimde gelişmemiş olabilir. Buna karşılık Araplar da başka ulusların çıkardıkları kimi sesleri çıkaramayabilirler. Tanrı'nın Yaratıcı (Halik) ve Evirici, Eğitici, Geliştirici (Rab) nitemleri üzerinde düşünmemizi gerektiren bu gibi başkalık­ lar, Kur'an' da bildirildiği üzere, kişiler ya da toplumlar ara­ sında bir üstünlük taslama ya da aşağılama konusu yapılma­ malıdır.

Arap Yazısı Yabancı Dillerdeki Sesleri Göstermekte Yetersizdir Anadili Arapça olan bir tanıdığıma, Arap yazısı ile Churchill (çörçil) yazmasını söyledim. "Şurşil" yazdı. Bunu, başka bir Arab'a okuttum: "Çörçil" değil "şurşil" diye seslen­ dirdi. Yazana dönüp; niçin "çörçil" değil de "şurşil" yazdığını sordum. "Çünkü," dedi, "bizim dilimizde 'çe' sesi yoktur. Do­ layısıyla 'çe' sesini gösterecek bir yazı birimimiz, harfimiz de yoktur. Bizim dilimizde 'ö' sesi de yoktur, buna yakın olan 'fı' sesi vardır. Bu nedenle 'ö' yerine 'u'; 'ç' yerine ' ş' yazdım; "çörçil" sesi bizim dilimizde, yazımızda olmadığından; bu­ nun benzerini "şurşil" yazdım . . . " Bu Arap tanıdığım, Arapça'nın yeryüzünün en üstün dili, Arap yazısının da 'yazıların ilahı' olduğunu söylüyordu. Oysa 'çörçil' örneği onun bu söyledikleriyle nesnel gerçeğin çeliştiğini apaçık gösteriyordu. Arap dili yeryüzündeki bütün ulusların dillerinden üstün bir dil olmadığı gibi, Arap yazısı da bütün yazılardan üstün bir yazı değildi. Eğer üstün ol-

201

saydı, ötekileri içerirdi. Oysa Arap dilindeki sesler, öteki ulus­ ların dillerindeki kimi sesleri içermediği gibi, Arap yazısın­ daki birimler, harfler, öteki ulusların yazılarındaki kimi bi­ rimleri içermiyor. Arap dili Araplara, Arap yazısı da Arap di­ line yetebilir, yetmektedir; ancak Arap dili öteki uluslara, Arap yazısı öteki dillere yetmiyor, yetmemektedir. Anadili Arapça olan bu tanıdığım, karşılık olarak ben­ den DZARABA sözcüğünü bugün Türkiye' de kullanılan yazı ile yazmamı istedi. Ben tutup "zaraba" yazdım. Olmadı, dedi. Çünkü ağzından çıkan ilk ses gerçekten de 'z' ye çok benzese de 'z' değildi; biraz 'd' yi andıran boğuk bir 'z'ydi. İkinci kez "daraba" diye yazdım. Yine, olmadı dedi. Evet, gerçekten de olmamıştı çünkü ağzından çıkan ilk ses "d" değil, "d"ye ben­ zer bir "z" ydi. Bu ses, yeryüzünde yalnızca Arapların dilinde bulunan, başka ulusların dillerinde bulunmayan Araplara özgü bir ses imiş. Bu nedenle Arap diline DZAD dili de denir­ miş. Sonunda ikimiz de anladık ki, bugün Türklerin kul­ landığı yazı, Türklerin dilindeki sesleri yazmaya yeter. Arap­ ların kullandığı yazı da, Arapların dillerindeki sesleri göster­ meye yarar. Eğer, Araplardan bizim kullandığımız yazıya geçme­ lerini istersek, bizim kullandığımız yazı, onların çıkardıkları tüm sesleri gösteremeyecektir. Tıpkı bunun gibi, bizden de Arap yazısıyla Türkçe yazmamız istenirse, biz de ağzımızdan çıkan tüm sesleri bu yazıyla gösteremeyeceğiz. Araplar şimdiye dek, kendi yazılarını bırakıp başka ulusların yazılarıyla yazmaya girişmediler. Ancak yeryü­ zünde pek çok Müslüman Türk toplumları, kendi yazılarını bırakıp Arap yazısıyla Türkçe yazdılar. Oysa Arap yazısı Türklerin dillerindeki tüm sesleri göstermeye yetmiyordu. Sonuç gerçekten de son kertede üzücü oldu. Çünkü Türklerin

202

yüzyıllar öncesinden kalan Arap yazılı Türkçe belgeleri, bu­ gün doğru okunamayacak denli bulanıktır. Bunun örneklerini ileride sergileyeceğiz. Ancak, şimdi, niçin bu Arap olmayan Müslüman ulusların, Arap yazısını alıp kendi yazılarını bı­ raktıkları üzerinde düşünelim.

Arap Yazısının Türklere Benimsetilmesi Türk diline Arapça, Farsça sözcüklerin sokulmasın­ daki kandınnacaların tıpkısı, Türklere Arap yazısını benim­ setme çabalarında da geçerli olmuştur. Önce bu yazıyı bütün ötekilerden üstün, kutsal diye belletmişlerdir. "Kur'an Arapça değil, Allahça'dır!" "Kur'an Arap yazısıyla değil, Al­ lah yazısıyla yazılmıştır!" gibi uyduruk, üstelik Kur'an'a da aykırı sözlerle; Arap olmayan Müslüman ulusların dilleri, ya­ zıları aşağılanmıştır. Bu işi yapanlar, yüzyıllar öncesinin yan­ lış düşünceli, Kur'an'ı yanlış anlamış ya da bile bile çarpıtmış kişileridir. Ancak günümüzde de bu yanlış düşünceli kişilerin artçıları vardır. Bunlar arasında ünlü doğubilimciler de vardır ki, en şaşılası olan budur. Bu doğubilimcilerden kimi, Arap yazısını öve öve bitiremez; ona "yazıların kraliçesi" der.75 Kimi de Türkçe'yi öve öve bitiremez, "dillerin kralı" diye ni­ teler. Oysa bunlar bilimsel saptamalar değildir; bilimde böyle ululamalara, yermelere yer yoktur; bu bilginler kendi sevdik­ lerini, kendi beğendiklerini gerçeğe karşı yüceltmektedirler. Böbürlenmenin en inandırıcı olanı, karşıtların övgülerini ger­ çeğin kanıtı imiş gibi göstermektir. Dil yarıştırıcılar, kendi dil­ lerini başka dillerle karşılaştırıp üstün çıkartırken çoğu kez yabancıların övgülerini kanıt diye kullanırlar. Sözgelimi Türk dilini yücelten dilbilimci Türk olmayıp yabancı olunca, öve­ nin yabancı olması, onun gerçeği söylediğinin baş kanıtı sayı­ larak çok etkili olmuştur. "Bakın, yabancılar bile Türkçenin üstünlüğünü anlata anlata bitiremiyorlar," diye ortaya fırla­ yan kimi Türk dilcileri, Türk dilinin bütün öteki dillerden üs­ tün saymaya girişmişlerdir.76 Tıpkı bunun gibi, Arap yazısını

203

"yazıların kraliçesi" diye niteleyen kişi de Arap değil ve üste­ lik bir de Hıristiyan olduğu için, Arap dilcileri bu yabancının sözleriyle coşarak, kendi yazılarının bütün öteki yazılardan üstün olduğunun böylece kanıtlandığını savlamışlardır. Oysa, onlardan çoğu, bir yabancı doğubilimci bu övgüyü et­ mese de çağlar boyu bu üstünlük savındaydılar; ancak bir ya­ bancı, üstelik bir Hıristiyan da bu yolda konuşunca, kendi savlarını karşıtlarının bile onaylandığını düşünerek, iyice az­ gınlaşmaktadırlar. Bunlar arasından kimileri, işi en uç yana çekerek: "Arap yazısı ve dili, Tanrı'nın insanlığa bildirimde bulunmak için tüm dil ve yazılar arasından seçip, kendisini insanlığa anlatabilmek üzere özel olarak geliştirdiği bir dil ve yazıdır; Arap dili, Arap yazısı, Tanrı'nın bildirimleri için en uygun olanıydı; öteki diller, yazılar, Tanrı'nın söylevlerini yazmaya uygun değildi," diyorlar. Oysa, bütün bu savların Kur' an' a aykırı birer yanılgıdan ya da bilinçli çarpıtmadan öte bir anlamı yoktur. Çünkü Kur'an öğretisine göre Tanrı kişio­ ğullarına çağlar boyunca yalnızca Arapça değil, pek çok dilde seslenmiş; bildirilerini yalnızca Arap yazısıyla değil, pek çok yazı ile yazdırmıştır.

Tanrı Her Yaratığa Onun Anlayacağı Dille Seslenir Kur' an' a göre Tanrı tüm yaratıklara onların anlayabi­ lecekleri bir yolla bildirimde bulunmuş; arılara da arıların an­ layacağı biçimde buyruğunu vermiştir. Bu Kur'an'da şöyle bildirilmiştir: Rabbin bal arısına esinledi (vahyetti): "Dağlarda, ağaçlarda ve çardaklarda yuvalar yap", "çiçekle­ rin, meyvelerin tümünden ye; Rabbinin sana ko­ laylaşhrdığı yollarda yürü, uç . 77 .

Şimdi, Tanrı, bal arısına Arapça olarak mı söyledi? Ha­ yır. Arı, Arapça mı biliyordu? Hayır. Tanrı bal arısına hangi dilde seslendi? Arıların anlayacağı dilde. Çünkü, yeryüzünde

204

bal arıları bal yaparken, Adem ola ki daha yaratılmamıştı. Öy­ leyse bal arıları bal yapmak için Adem'in konuşmayı öğren­ mesini beklememiştir. Tanrı balansına bildirimde bulundu­ ğunda, kuşkusuz yeryüzünde Arap soyu diye bir soy, Arapça diye bir dil yoktu; çünkü Arapların bir yabancı soydan ayrıl­ dıkları yazılıdır Kur'an'da .. Demek ki, Tanrı bal arısına Arapça değil, arıların anlayacağı dille seslenmiştir. Tanrı daha hiç bir yaratığı türehnemişken, daha yer­ yüzünde arılar bile yokken, şimdi üzerinde tepindiğimiz şu yeryüzü yuvarlağı bile daha yokken, içinde yerin, göğün ilk öğelerinin kaynaştığı tütsü benzeri bulutsuya da (kaos) bir buyruk vermiştir: Bulutsu durumda olan göğe yöneldi, ona ve yere " İsteseniz de istemeseniz de gelin " dedi. "İsteyerek geldik" dediler.78 Tanrı, daha yeryüzünü ve içindeki varlıkları yaratma­ dan önce, bu bulutsuya kişioğullarının dilleriyle seslenmiş değildir; bu seslenme, Arapça ya da İbranice olmadığı gibi, bugün bilinen dillerden hiç biriyle değildi. Belki bizim bugün bildiğimiz anlamda bir dil bile değildi bu.

Tanrı Bütün Dilleri Bilir Kur'an'a göre Tanrı, bütün varlıkları konuşturabilendir. Dediler ki; "Her şeyi konuşturan Tanrı, bizi ko­ nuşturdu.''79 Kur'an'a göre Tanrı, bütün dilleri, bizim bildiğimiz bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bütün dilleri yaratır ve kulla­ nır; Tanrı için iletişimde engel yoktur; Tanrı engel tanımaz. Bu nedenle, "Arapça İ.S.600'lerde yeryüzündeki dillerin en geliş­ mişi, en yetkini olduğu için, Tanrı kişioğullarına bildirimde

205

bulunabilmek üzere özellikle Arapçayı seçmiştir," gibi açıkla­ malar, Tanrı'yı gereği gibi değerlendiremeyen kişilerin, Kur'an'a aykırı uydurmalarıdır.

Dil ve Yazı Uyumu Arap yazısı, Arapların dili için uygun bir yazıdır. Arap yazısı ile Arap dili bir bütündür. Arap dilini başka bir yazıyla yazmak çok güç olacağı gibi; Arapça'dan başka bir dili Arap yazısı ile yazmaya kalkışmak da saçmadır. Çünkü ses-yazı uyuşmazlığı ortaya çıkar. Yetkin bir yazının, konuşmada kullanılan bütün ses­ leri gösterebilmesi baş kuraldır. Çünkü yazı, yalnızca bunun içindir. Demek ki, bir ulusun kullandığı yazı, o ulusun dilin­ deki bütün sesleri gösterebiliyorsa sorun çıkmaz; uyum var­ dır. Tersi olursa, sorun çıkar; uyum olmaz. Bir yazının bir dile uygunluğu, tıpkı bir ayakkabının bir ayağa uygunluğu gibi­ dir. Ayağına dar gelen ayakkabı ile yürüyen kişi acı çeker, to­ pallar; ya o ayakkabıyı değiştirir ya da ayağı sağlığını yitirir. Türk dili Arap yazısı ile yazılmaya uygun değildir. Ancak bin yılı aşkın bir süre Türk dili Arap yazısıyla yazılmaya çalışıl­ mıştır. Olmamıştır. Yetmemiştir. Bu yüzden Türklerce Arap yazısına Araplarca bilinmeyen kimi eklemeler yapılmıştır. Yine olmamıştır. Yazışmalarda yanlış anlamalara yol açmak­ tan kurtulamamışlardır. Türk, ayağına uymayan bir ayakkabı ile dolaşmıştır bin yıl boyunca, topallamıştır. Sonunda 1 928 Yazı Devrimi'yle çıkarıp atmıştır bu ayakkabıyı. Kurtulmuş­ tur. Peki, niçin giymişti bu ayağını vuran ayakkabıyı bin yıl boyunca Türkler? Tanrı'nın beğenisini kazanmak için . . . Oysa Tanrı, Arap olmayan Müslüman uluslar Arap yazısı kullansın, diye buyurmamıştır; bunu kullar uydurmuş­ tur. Arapça Kur'an'ın Arap yazısı ile yazılmış olması, sanki öteki Arap olmayan Müslüman uluslar da bu yazıyı kullan­ mak zorundaymış gibi anlaşılmıştır. Arap olan Müslümanlar

206

doğal olarak Arap yazısını kullanmalıydılar. Bu doğruydu. Ancak Arap olmayan Müslümanların, Arap yazısını kullan­ maları gerekli değildi, budur yanlış olan. Kendi ulusal dilini bırakıp, Arap diline geçmeyen bir ulus; Arap yazısına niçin geçsin?

Tek Din, Tek Dil, Tek Yazı Yanılgısı Kişi, vur deyince öldürür. Birlik deyince, bütün başka­ lıkları yok etmeye kalkışır. Sanır ki, bir düşüncede birleşen ki­ şiler biçim olarak da birbirlerinin aynısı olmazsa, birlik bozu­ lur; ulusal özellikler ortadan kaldırılmazsa, uluslar dinsel ya da düşünsel bir amaç çevresinde birleşemezler. Böyle kişiler, ulusların ulusal özelliklerini koruyarak da dinsel yada düşün­ sel bir amaç çevresinde birleşebileceklerini düşünemezler. Çeşitli ulusların, belli bir dinsel ya da düşünsel öğreti çevresinde birleşebilmesi için, bu uluslar arasındaki yazı ve dil ayrılıklarının ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyenler yanılmaktadırlar. Bu yanılgıyı en acı bir biçimde, Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizm uygulaması göstermiştir.

Sosyalizm Uğruna Ruslaştırma Deneyimi Sovyetler Birliği, içerisinde pek çok ulusların yaşadığı bir ülkeydi. Dilleri, dinleri, töreleri başka başka olan pek çok ulus, 191 7 Ekim Devrimi'nden sonra, tek amaç çevresinde bir­ leştirilmeye çalışılmışhr: Sosyalizm'i kurmak . . . Bu amaca varmak için Rusya'daki bütün uluslar kendi dillerini bırakıp bir tek dili benimsemeli; kendi dinlerini, inançlarını bırakıp bir tek din ve inanç, Sosyalizm inancı çevresinde kenetlenme­ Jiydi. Zekeriya Sertel'in Azerbaycan anılarında, bu gerçek çok aa bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Şimdi Sertel'in anılarından uzunca bir bölümü aktaralım: Yerli halktan biri bir Rus'la Türkçe konuşmaya

207

kalkarsa, Rus onu milliyetçi olarak suçlar. Türkler böyle bir suçlama alhnda kalmamak için, Rusça konuşmayı yeğ görürler. Bir gün komşumuz ve dostumuz bir Rus kadını bana şikayet etti. "Şu Azeri Türkleri çok milliyetçi!," dedi. "Neden?," dedim. "Hep Azeri Türkçesi konuşuyorlar. Ben Azeri Türkçesi bilmiyorum. Benimle bile Türkçe konuş­ maya kalkarlar." Evet, bu Rus kadın bir Azerbaycan Türk'ü ile ev­ lidir. 12 yıldan beriAzerbaycan'dadır. Fakat yerli dili öğrenmemekte ısrar etmiş. Onun bu hareketi milliyetçilik olmuyor da, kendi dilini kullandığı için Azeri Türk'ü suçlu oluveriyor! Güzel zihni­ yet! Ruslar, halklara dinlerini, milliyetlerini unuttur­ mak için bir çok yollara başvururlar. 1- Bu memleketlere, Rus gençleri, özellikle Rus ka­ dınları gönderirler. Bu kadınlar yerli erkeklerle evlenirler. Doğan çocuklar artık Rus'tur! Bakü'de Türkler şimdiden azınlığa düşmüşlerdir. Bakü'nün 1 970'1erde 1,5 milyon nüfusu vardır. Bunun üçte biri Türk'tür. Öteki ikisi, Ermeni ve Rus! Yalnız taşra köyler bu Ruslaştırmaya karşı direnmekte devam ediyorlar. Türk Cumhuriyet­ leri'nde bulunan Ruslar, asla yerli dili kullanmaz­ lar. Etüdik bir yolla, inatla ve ısrarla Rusça konu­ şurlar. Gazetelerde kullanılan dil de Rusça' dır. 2- Azerbaycan'da Türk okulları azalıyor, Rus okulları çoğalıyor. Ülkede ilk ve ortaokulların yal­ nızca yüzde onu Türk okuludur. Geri kalanı "Rus

208

Okulu"dur. Rus okulunda Türkçe, haftada bir saat öğretilir. Azeri tarih ve edebiyah hiç öğretil­ mez. Rus okullarında okuyan Türk çocukları kendi dillerini kendi tarihlerini ve edebiyatlarını öğrenemezler, ama Rusçaları mükemmeldir. Bun­ dan başka çocuk yuvalarında öğrenciler yalnızca Rusça konuşturulur. Çocuklar evlerinde olmazsa Rusça'yı buralarda öğrenirler. 3- Stalin Döneminde Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan' daki Türklerin, Türkiye ile her türlü bağlanhlarını kesilmiştir. Dillerine uygun olmadığı halde bu memleketlerde Rus harfleri ka­ bul edilmiştir. Biz onların yazılarını okuyamayız, onlar bizimkini sökerler. Zaten bu memleketlerde Türkiye' den kitap gazete ve dergi getirmek de ya­ sakhr. Bir gün, Bakü' de deniz kenarında oturuyordum. Yanıma bir ihtiyar geldi. Beraberinde 6-7 yaşla­ rında torunu vardı. Torunu ile Rusça konuşu­ yordu. şöyle bir yüzüne bakhm. Anladı. "Bağışla efendi," dedi. "Bizim torun mektepte Rusça konuşuyor. Eve gelince bizimle de Rusça konuşmakta ısrar ediyor. Türkçe cevap versen kı­ zıyor! Bizleri de Rusça konuşmaya zorluyor." "Siz nerelisiniz?" dedim. "Taşralıyım," dedi, "şimdiye kadar biz bu Rus damgasına karşı geliyorduk. Ama şimdi oğulları­ mız ve torunlarımız bizi bu yola sürüklüyorlar. Başımız dertte." Sonra kendisini çağıran torununa döndü, durdu ve Rusça cevap verdi.

209

Zekeriya Sertel, bundan sonra, Sovyetler Birliği'ndeki Türk Cumhuriyetlerinde, teknik sözcükleri, edebi, felsefi te­ rimleri öğretecek Türkçe sözlükler bulunmadığını, bu terim­ lerin Rusçadan alındığını anlatıyor. "Daha şimdiden Azeri Türkçe'sinin %40'ı Rusça'dır", diyor ve ekliyor. "Benim görüşüme göre, yüz yıla varmaz bu memleketlerde Rus­ laşma hedefine varacak." Adı Rusça olan Türkler onu daima çok rahatsız et­ miştir. Daha Çarlık döneminde başlayan soyadı­ nın sonuna "-o f" ekleme adetinin devam ettiğini, son zamanlarda bazı yazar ve ediplerin bundan kurtulmaya çalıştıklarını, Ahmedo f, Mehmedo f gibi adları bırakarak Türk adları kullandıklarını, ancak halkın bu örneği izlemediğini anlatıyor. Rusların Azerbaycan' da tanıdığı bazı Türklere Rusça ad taktıklarını anlattıktan sonra, şu örneği veriyor: "Bizim avluda çocuklar Rusça konuşurlardı ve birbirlerini Rus adlarıyla çağırırlardı. Evde de ara­ larında Rusça konuşurlardı. Komşulardan birinin Ali adında bir oğlu vardı. Beni görünce koşar: "Zekeriya Bey, Marki yest?" (Pul var mı?) diye so­ rardı. Ben de Türkçe söylemedikçe pul vermeyeceğimi söylerdim. Mahzun mahzun yüzüme bakar, uzak­ laşırdı. Derken, yukarıdan annesinin sesi duyu­ lurdu. "Alek, idi suda!" (Ali, gel buraya) Annesi Türk'tü ve çocuğunun adı Ali idi. Annesi ona "Alek" Rus adını takmıştı.

210

Rusların kullanmakta olduğu Ruslaşhrma metod­ larından biri de okuldur. Küçük Cumhuriyetler kendi dillerinde okul açabilirler. Ama küçük Cumhuriyetlerin açhkları okullar yerli halkın ih­ tiyacını karşılamıyor. Okulu bitirdikten sonra yükselmek, ilerlemek imkanlarından yoksun kalı­ yorlar. İlerleyebilmek için Rusça bilmek, Mos­ kova' da yüksek okullarda tahsil görmek gereki­ yor. Bu nedenle bütün aileler çocuklarına daha küçük yaştan itibaren Rusça öğretiyorlar. Okul çağı gelince çocuğu Rus okuluna veriyorlar. Ruslar öteki halkları Ruslaştırmak için de bu du­ rumdan yararlanıyorlar. Küçük Cumhuriyetlerde bol bol Rus okulu açıyorlar. Örneğin Bakü'de 200 okuldan yalnızca 1 7'si Azeri Okulu' dur. Geri ka­ lanı Rus okuludur. Öteki Cumhuriyetlerde de du­ rum budur. Çocuklara Rusça öğrehnenin yollarından biri de çocuk yuvalarıdır. Sovyetlerde 3-6 yaş arasındaki çocuklar mutlaka çocuk yuvalarına giderler. Orada kadınlar çalıştığı için, çocukları çocuk yu­ valarına verme zorunluluğu vardır. İşe giden ka­ dın, sabah erkenden çotuğunu ana yuvasına bıra­ kır. Akşam, işten dönüşte alır. Çocuk bütün gü­ nünü çocuk yuvasında geçirir. Burada eğihnen kadınlar Rus'tur. Çocuklar kendi aralarında Rusça konuşurlar. Böylece daha çocuk bu yaşında Rus okullarına hazırlanır ve gihnek çağı gelince, aile ister istemez Rus okulunu seçer çocuğa. Sovyetler'de en büyük suç milliyetçi olmaktır. Bu hak yalnızca Ruslara tanınmışhr! Dünya komü­ nizmi, milliyeti eritir. Komünist olan milliyetçi

211

olamaz. Onun için milli davalarınızı ancak komü­ nizm perdesi alhnda yürütebilirsiniz. Doğrudan doğruya milliyetçi olamazsınız. Ruslar bunu öteki, Rus olmayan Sovyet halklarını Ruslaştır­ mak için bir araç olarak kullanırlar. Bütün Cum­ huriyetlerde yalnızca Rusça konuşulmasını ister­ ler."80

Müslümanlık Uğruna Araplaştırma Deneyimi Zekeriya Sertel'in anılarını okurken bilmem ayırdına vardınız mı? Arapların Arap olmayan Müslüman uluslara yapmaya çalıştıklarının, Rusların SSCB' deki Rus olmayan uluslara yaptığından pek bir başkalığı yoktur. Geçmişte İslam adına yapılanların, SSCB' de Sosyalizm adına yapılanlar ile çok büyük benzerlikler gösterdiği acı bir gerçektir. Çarpıtıl­ mış İslam' da da en büyük suç milliyetçi, "kavmiyetçi" olmak­ tır ve bu hak yalnızca Araplara tanınmıştır. Çarpıtılmış İslam da ulusları eritir, "İslam olan ulusalcı, kavmiyetçi olamaz," derler. Bu yüzden İslam Birliği'nde ulusal amaçlarınızı ancak İslam perdesi altında yürütebilir; doğrudan doğruya ulusçu olamazsınız. Araplar İslam'ı öteki Müslüman ulusları Arap­ laştırmak için bir araç olarak kullanırlar. Bütün Müslüman ül­ kelerde yalnızca Arapça konuşulmasını, hiç değilse Arap ya­ zısı kullanılmasını isterler. Sovyetler Birliği'nde Ruslar nasıl Türkleri Rus yazısı, Kiril abecesi kullanmaya itmişlerse, Arap­ lar da Türk diline uymayacağını bile bile Türklere Arap yazısı kullanmayı dayatmışlardır. Ruslar bu işi "Sosyalizm adına " yapmışken, Araplar bunu "İslam adına " gerçekleştirmişlerdir. Ruslarca yanlış anlaşılan Sosyalizm' de Sosyalist olanın Ruslaş­ ması gerektiği savunulduğu gibi; yanlış anlaşılmış İslam' da da Müslüman olanın Araplaşması gerektiği savunulmuştur. Oysa İslam öğretisi, Kur' an: "Uluslar, "kavimler" yok olsunlar, bütün Müslümanlar Araplaşsınlar," demez; "Ulus­ lar, "kavimler" var olsunlar; ancak kardeşçe yaşasınlar," der. 212

İslam' da, Kur' an' da: "Arapça' dan başka bir dili konu­ şan, Arap Yazısından başka bir yazı kullanan İslam olamaz," diye bir kural yoktur. Ancak, kimi kişiler İslam' da böyle bir kural var sanmışlardır. İslam Birliği, ulusların ortadan kaldı­ rılmasını gerektirmez. Ancak bazı kişiler; Müslümanlar eğer birlik olacaklarsa, ulusal başkalıkların ortadan kalkması, bir potada erimesi gerektiğini savlamışlardır. Sovyetlerdeki Türklerin Sosyalizm uğruna Ruslaştırılmasının bir benzeri, Türklerin, yanlış anlaşılmış İslam uğruna Araplaştırılması bi­ çiminde uygulanmışhr. Türkler, Müslüman olabilmek için kendi Türkçe adlarını bırakıp Arapça adlar almanın gerekti­ ğini sanmışlardır. Oysa, Kur'an' dan önce gelmiş geçmiş bü­ tün Tanrı elçileri de hep Müslümandılar, ancak bunların ad­ ları Arap adı değildi. Demek ki, Müslüman olmanın ön ko­ şulu, kendi yerli adını bırakıp Arap adı almak değildir. Fran­ sız Komünist Partisi kuramalarından Roger Garaudy bir gün tutup Müslüman oluyor ve Fransız adını değiştirip Arapça "Raci Carudi" yapıyor. İngiliz şarkıcı Cat Stevens bir gün tu­ tup Müslüman oluyor; İngiliz adını değiştirip Arapça "Yusuf İslam" yapıyor ve Arap giyisilerine bürünüyor. Bütün bunlar Müslüman olmakla Araplaşmanın birbirine karıştırıldığını göstermektedir.

Yazıda Araplaşhrma Arap yazısının İslam yazısı olduğu, Müslüman olmak için ulusların kendi yazılarını bırakıp Arap yazısına geçmeleri gerektiği savunulmuştur. Oysa Kur'an'a göre Tanrı'nın son elçisi Muhammed' den önce gönderdiği bütün elçiler de hep Müslümandılar, ancak yazıları Arap yazısı değildi; her biri Tanrı'dan aldıkları buyrukları kendi dönemlerinde, kendi toplumlarının kullandığı yazı ile yazmışlardır. Tanrı'nın Mu­ hammed' den önceki elçilerinden Musa'nın bir 'levha' ya ka­ zıdığı Tanrı Buyrukları, Müslüman buyruklarıydı, ancak Musa'nın kullandığı yazı Arap yazısı değildi. Tanrı, elçisi

213

Muhammed' den önce gelmiş geçmiş bütün elçilerine Müslü­ manlığın ilkelerini Arapçadan başka dillerde, Arap yazısın­ dan başka yazılarla yazdırmışhr. Demek ki Tanrı, Müslüman olabilmek için Arap yazısı kullanmayı bir ön koşul olarak da­ yahnış değildir. Tanrı'ya göre her ulus, kendi ulusal dilinde konuşup, kendi yazısıyla yazarak Müslüman olabilir, olmuş­ tur; Kur'an bunu anlahr . . . Öyleyse, niçin Arap olmayan Müslüman uluslardan kendi yazılarını bırakıp Arap yazısına geçmeleri istenmiştir? Bunun bir Tanrı buyruğu olmadığı apaçıkken, niçin böyle bir koşul öne sürülmüştür: İnanç birliği adına . .

Yazı Birliği, Din Kardeşliğini Doğurmaya Yehniyor Arap olmayan Müslüman uluslar, kendi yazılarını bı­ rakıp Arap yazısına geçerlerse aralarında birlik sağlanır, diye bir düş kurulmuş; fakat Arap olmayan Müslüman ulusların, bin yıl boyunca Arap yazısı kullanmalarına karşın, aralarında bir birlik sağlayamadıkları; tersine birbirlerini arkadan vur­ dukları acı bir gerçek olarak yaşanmıştır. Bırakalım Arap ol­ mayan Müslüman ulusları, Arap Müslümanlar dahi, hepsi Arap yazısıyla yazar, Arapça konuşur oldukları halde, geçmiş boyunca birbirlerini yemişlerdir. Örnek 1- Tanrı'nın elçisi Muhammed'in sağlığında, çevresindekilerin yaklaşık hepsi Arapça konuşur, Arap yazısı kullanırlarken; aralarında tam bir yazı ve dil birliği varken; üstelik doğrudan Tanrı'run elçisi de başlarındayken; Arap Müslümanların kimileri Tanrı'nın verdiği "hicret", göç buy­ ruğuna uyarak Mekke' den Medine' ye göç etmiş; kimileriyse Tanrı'nın buyruğuna uymayarak göç etmemişlerdir. Hepsi Arapça konuşup Arap yazısı kullanan bu Arap Müslümanlar daha Tanrı'nın elçisi Muhammed başlarında iken ikiye bölün­ müşlerdir. Demek ki, bütün Müslümanların tek yazıya bağla-

214

nıp Arap yazısı, tek dile bağlanıp Arapça kullanmaları, özle­ dikleri birliği kurmalarına yol açmamıştır. Örnek 2- Tann'nın son elçisi Muhammed'in ölümün­ den çok değil bir kaç yıl sonra, hepsi Arap yazısı kullanan, hepsi Arapça konuşan Müslüman Araplar arasında, çok sa­ yıda dinden dönme olaylan yaşandı. Ebubekir'irı yönetimi, bunlarla savaşmakla geçti. Dinden dönenler de Arap yazısını kullanıyorlardı, dönmeyenler de. Demek ki tek dil, tek yazı kullanmak, Müslüman Araplar arasında dinsel birlik oluştur­ maya yetmemiştir. Örnek 3- Ebubekir' den sonra yönetimi eline alan Ömer, çıkarlarına dokunduğu kesimlerce öldürüldü. Tanrı'nın elçisi Muhammed'in ölümünden yalnızca 12 yıl sonra. Ömer'i öldürenler de Arap yazısı kullanıyorlardı, onu koruyan Müslümanlar da; ancak birlik değildiler. Demek ki, yazı ve dil birliği, toplumu tek bir inanç çevresinde birleştir­ meye yetmemektedir. Örnek 4- Ömer' den sonra Müslümanların başına Os­ man geçti. Osman'ın öldürülme nedeni, Arap yazısının eğer özenle yazılmazsa Araplar için bile yeterli olmayışıdır. Os­ man yönetime geçtikten altı yıl sonra, Müslümanlar arasında arka arkaya ayaklanmalar çıkmıştır. Ayaklananlar da Arap yazısını kullanırlardı, bastıranlarda. Üstelik, hepsi de Müslü­ mandılar. Ayaklanmalar birbirini izledi. Osman karşıtları ile Osman yandaşları pek çok kez çarpıştılar. Sonunda Osman'ın karşıtları onu Medine' de kuşattılar. Osman onların isteklerini yerine getirmeyi benimseyip Mısır yerel yöneticisinin, kuşa­ tanların önerdikleri kişi olmasını onayladı. Bunun üzerine ku­ şatmacılar, Mısır'a geri dönmeye başladılar. Ancak yolda, Os­ man'ın Mısır'a gönderdiği bir atlı ulağı yakaladılar. Ulağın elinde Osman'ın Mısır yöneticisine gönderdiği yazılı buyruk vardı. Kimi bilginlere göre, bu yazılı buyrukta Osman, kendi-

215

sini kuşatmaktan geri dönenlerin, Mısır'a döndüklerinde "ka­ bul" edilmelerini istiyordu. Ulağı yakalayan kuşatmacılar "kabul" sözcüğünü "katil" diye okudular ve Medine'ye geri dönüp Osman'ı öldürdüler. Gerçekten de Arap yazısı benek­ siz yazılırsa "kabul" sözcüğü ile "katil" sözcüğünün yazılış­ ları birbirinin tıpkısıdır. Dileyen "kabul et", dileyen "katil et" biçiminde okuyabilir. İşte Osman, kimi tarihçilere göre (Ör: M. Hamidullah), Tanrı'nın elçisi Muhammed'in ölümünden çok değil yirmi dört yıl sonra, Arap yazısının o yıllarda ço­ ğunlukla beneksiz yazılmasının yol açtığı bir yanlış anlama sonucu öldürülmüştür. Demek ki, Arap yazısı özenle yazıl­ mazsa kimi durumlarda kendisi bir iletişim kargaşası doğu­ rabilmekte ve yazı birliği Müslümanlar arasında yönetsel bir birlik oluşturmaya yetmemektedir. Örnek 5 - Osman' dan sonra Ali geçmiş Müslümanla­ rın başına. Hepsi de Arap yazısı ile yazan, Arapça konuşan Müslümanlar yine ikiye bölünmüşler: Ali yandaşları, Ayşe yandaşları. Ali ve Ayşe, onbinlerce kişilik ordular oluşturup birbirlerine saldırmışlar; oluk gibi kanlar akmış; onbeş bine yakın Müslüman ölmüş; birbirlerini doğramışlar. Doğrayan­ lar da Arapça konuşur Arap yazısı kullanırmış, doğrananlar da. Yenileceğini anlayan ordunun erleri, kargılarının tepesine birer Kur'an asarak boğazlaşmayı durdurabilmişler. O Kur' an'lar da Arap yazısı ile yazılmıştı, ancak aralarında bir­ lik sağlamak için yeterli değildi bu . . . Ali, Tanrı'nın elçisi Muhammed'in ölümünden yal­ nızca 29 yıl sonra, bir saldırıya uğradı, yaralandı, kısa süre sonra da öldü. Saldıran da Arap yazısı kullanırmış, saldırılan da. Demek ki tek dil, tek yazı kullanır olmak, Müslümanları birleştirmeye yetmemiştir. Örnek 6- Bunlar olup biter iken, hepsi Arapça konuşan Arap yazısı kullanan Müslüman Araplar yetmiş iki buçuk

216

"fırka"ya, "parti" ye bölünmeye başlamışlar; aralannda mez­ hep ayrılıkları baş göstermiş; her mezhep kendi yasama ve yargısını ayrı ayn oluşturmuş; Müslümanlar arasında yargı birliği dahi kalmamış. Her bir bölük Arapça konuşur, Arap yazısı ile yazarmış. Her bölüğün ayrılık ilkeleri, Arap yazısı ile Arap diliyle yazılmış. Demek oluyor ki, Arap yazısı kulla­ nınca, salt Arap yazısı kullandılar diye Müslümanlar birlik oluverecek değildiler. Her bir bölüğün ayrılık gerekçeleri Arap yazısıyla yazılı olduğuna göre, Arap yazısı, bölünmeyi önleyici bir yazı değil demektir. Örnek 7- Birinci Dünya Savaşı'nda, Arapça konuşup Arap yazısı kullanan Müslüman Suudiler, Arapça konuşma­ yan ve Arap yazısı kullanmayan Hıristiyan İngilizlerle birle­ şip, Arap yazısının uyarlanmışını kullanan Müslüman Türk­ leri arkadan vurmuşlardır. Demek ki yazıda birlik, yaşamda tepişmeyi önlemiyor. Örnek 8- Irak ile İran yakın geçmişte sekiz yıl savaştı­ lar. Her iki ülke de Arap yazısı kullanıyor ve Müslüman ol­ duklarını söylüyorlardı. Demek ki din ve yazı birliği boğaz­ laşmalarını önlememiştir . . . Örnekler kuşkusuz çoğaltılabilir; sonuç değişmeye­ cektir: Tek dil ve tek yazıda birleşmek, kişiler ya da uluslar arasında düşün ve eylem birliği sağlamaya yetmiyor, yetme­ miştir. Gelgelelim, dilleri yazıları başka başka olan toplumla­ rın bir düşünde birleşebildikleri çok görülmüştür.

Dil ve Yazı Ayrılığı, İnanç Birliğine Engel Olmuyor Yeryüzünde dilleri, yazıları başka başka olan pek çok ulus bugün Hıristiyanlık inancındadır. Hıristiyan Araplar vardır, Hıristiyan Hintliler, Hıristiyan Bulgarlar, Hıristiyan

21 7

Almanlar, Hıristiyan İtalyanlar, Hıristiyan İngilizler, Hıristi­ yan İspanyollar, Hıristiyan Brezilyalılar, Hıristiyan Ruslar, Hıristiyan Koreliler, Hıristiyan Afrikalılar, Hıristiyan Çinliler, Hıristiyan Japonlar vardır. Bunların dilleri başka başka, yazı­ ları da başka başka, ancak inançları birdir. Demek ki, çeşitli uluslar arasında inançsal ya da dü­ şüngüsel bir birlik kurulabilmesi için; aralarında dil ve yazı birliği kurulması gibi bir önkoşul yoktur. Ulusal biçimlenme ayrılıkları, çok uluslu inanç birliği oluşturmanın önünde en­ gel değildir. Ulusal dil ayrılıkları, uluslararası inanç birliği oluşturmanın önünde engel değildir. Tersine şu ya da bu inançta olanların yeryüzü ölçeğinde bir birlik oluşturmaları­ nın önündeki biricik engel, "ulusal özelliklerin bir potada eri­ tilip yok edilmesi gerektiği; uluslararası birliğin ancak ulusla­ rın doğal renklerinin silinmesiyle gerçekleştirilebileceği" sap­ lantısıdır. Bu yaşamın gerçeklerine ve gereklerine uymayan, üstelik gerçekleştirilebilmesi de olanaksız olan bir düştür. Çünkü ulusal renkler, ulusal nitelikler, ulusların mayasından, doğasından, yaratılışından kaynaklanmaktadır. Tanrı öyle is­ tediği için, yeryüzünde ayrı ayrı soylar, ayrı ayrı toplumlar, ayrı ayrı uluslar bulunuyor. Tanrı öyle istediği için, yeryü­ zünde başka başka diller konuşuluyor. Tanrı öyle istediği için yeryüzünde kullanılan yazı türleri başka başkadır. Tanrı öyle istediği için, bu ulusal özellik aynlıkları, inanç birliği oluştur­ manın önünde bir engel oluşturmuyor. Tanrı, uluslara başka başka diller vermiş; başka başka yazılar öğretmiş; ancak anla­ şabilsinler diye onlara bir de "çeviri yeteneği" armağan etmiş­ tir. Descartes: Tanrı kişisoyuna "doğruyu bulma yeteneği " arma­

ğan ettiğine göre, niçin "yanlış yapma özgürlüğü " tanımıştır diye suçlamaz, diyor. Tıpkı bunun gibi, biz de: Tanrı bütün uluslara "çeviri yoluyla anlaşma yeteneği" verdiğine göre, dillerin, ya­ zıların çeşitliliğinden dolayı suçlanamaz, diyeceğiz.

218

Arap Yazısı Kur'an Alfabesidir, İslam Yazısıdır Kandırmacası Arap olmayan ulusların Müslüman olabilmek için ön­ celikle Arap yazısını kullanmaları gerektiği koşullandırması­ nın bin yıl önce olduğu gibi bugün de savunucuları vardır. Zaman Gazetesi'nin 15 Eylül 1991 sayısında, Muhammed Han Kayhani adlı bir köşe yazarı, bakın ne diyor: (1928 Yazı Devrimi ile) Kullanılmakta olan Kur'an alfabesi bir gece içinde değiştirilerek, bu toplum ce­ haletin karanlığına itildi." "Müslümanların alfabesi değiştirildi, böylece Müslümanlar İslam'dan şid­ detle uzaklaştırıldı," "İslam alfabesi yasak olduğu halde, Müslüman Türk halkı İslam' dan ayrılmadı." Kolayca görülebileceği üzere, bu yazar okuyucusunu bir kaç yönden kandırmaktadır. Birincisi, 1 928 Yazı Devrimi'yle Türkiye'de toplumsal iletişim aracı olmaktan çıkartılan yazı, bu yazarın dediği gibi "Kur'an Alfabesi", "Müslüman alfabesi", "İslam alfabesi" ol­ mayıp, "Osmanlı yazısı"ndan başka bir şey değildir. Türkler arasında Arap yayılmacılığının aracı olan bu yazar, 1928 Yazı Devrimi'yle kullanımdan kaldırılan "Osmanlı yazısı"nı oku­ yucularına "Kur'an yazısı", "Müslüman yazısı", "İslam ya­ zısı" gibi nitelemelerle sunmakla, Yazı Devrimi'ni dine karşı bir eylemmiş gibi göstermeye çalışıyor. Oysa Kur' an, yalnızca Kur'an'a özgü bir yazı ile yazılmamıştır ki Kur'an alfabesi diye bir yazı türü olsun. Kur' an' da kullanılan yazı, puta tapıcı Arapların Tann'nın elçisi Muhammed' den önce bilip kullan­ dıkları bir yazıdır. Bu yazıyla Kur'an yazılabildiği gibi, nice yüz kızartıcı sövgüler de yazılabilir. Bu yazıyla, örneğin ''Tanrı vardır, birdir, ondan başka Tanrı yoktur" sözleri yazı­ labileceği gibi, "Tanrı yoktur" da yazılabilir. Öyleyse, sanki bu yazı yalnızca Kur' an' a özgü, yalnızca Müslümanlığa özgü,

219

yalnızca İslam' a özgü bir yazı imiş de, başkaları bu yazıyı kul­ lanamazlarmış gibi, "Kur'an, İslam, Müslüman alfabesi" ad­ larını takmak, çok yaman bir kurnazlıkbr. Çünkü Türkler ya da başka Arap olmayan Müslüman uluslar, eğer Arap yazı­ sını kullanmayacak olurlarsa, damgayı basacakbr: "Siz Kur'an yazısına karşı çıkbnız, demek ki Müslüman değilsi­ niz." Oysa Kur'an'da kullanılan Arap yazısının eşiyle yazıl­ mış Yahudi, Hıristiyan, Tanrıtanımaz ya da Doğatanrıcı pek çok dinsel öğreti vardır. Bir toplumun Kur'an'ın yazıldığı Arap yazısını benimseyip kullanması o toplumu Müslüman edecek bir şey değildir. İ.S. 600'1erde Tanrı'nın elçisi Muham­ med' in bildirdiklerini yadsıyıp onu Tanrı elçisi olarak görme­ yen ve kendilerinden Kur' an' da "kafir" olarak söz edilen Araplar dahi, Kur'an'daki yazının tıpkısını kullanmaktaydı­ lar; ancak İslam, Müslüman değildiler. İkincisi: Bugün basılan Kur'an'larda kullanılan Arap yazısı, Tanrı'nın elçisi Muhammed döneminde kullanılan Arap yazısından başkadır. Öyle ki, Tanrı'nın elçisi Muham­ med bir an için dirilip, bugün basılan Arap yazılı Kur'an'ları görse, bu Kur'an'ların yazıldığı Arap yazısının, kendi döne­ minde kullanılan Arap yazısı olduğuna inanmaz; çünkü bu yazı o günden bugüne tanınmayacak denli evrilmiş, tanınm a­ yacak denli değişmiştir. Öylesine değişmiştir ki, elde bulunan en eski Kur'an yazmasını okuyabilmek, bugün arbk yalnızca bu yazı üzerinde yıllarca eğitim görmüş özel uzmanların işi­ dir ve böyle bir uzmanlık eğitiminden geçmedikçe en eski Kur'an yazmalarını ne Araplar okuyabilir ne de İmam Hatip Lisesi, İlahiyat Fakültesi bitirmiş Türkler. Bugün kullanılan Arap yazısını "Kur' an yazısı" olarak niteleyebilmek için, bu­ günkü Arapların o ilk Kur'an'ları okuyabilmeleri gerekir. Oysa bugünkü Araplar Tanrı elçisi Muhammed döneminden kalma Arap yazısını okuyamadıkları gibi, onun ölümünden iki yüz yıl sonra yazılmış Kur'an'ları bile okuyamıyorlar;

220

çünkü bugün kullanılan Arap yazısı, o dönemde kullanılan Arap yazısıyla eş değildir; yazı süreç içerisinde biçim değiş­ tirmiştir ki, bu da çok doğaldır. Bu nedenle, bugün yeryü­ zünde Arapça bilen yüz milyonlarca Müslüman içerisinde, en eski Arapça yazılı Kur'an'ları okuyabilecek uzman sayısı belki elliye varmaz. Çoğu kimse bu gerçeği bilmediği için Arap yayılmacılığının güdümünde bir takım yazarlar çıkıp, bugün kullanılan Arap yazısını sanki Tanrı elçisi Muhammed döneminde kullanılan Arap yazısının tıpkısı imiş gibi suna­ rak, sanki yeryüzündeki tüm Müslümanlar bugün Arabis­ tan' da kullanılan Arap yazısını kullanmazlarsa Müslümanlık­ ları sarsılırmış gibi konuşmaktadırlar. Üçüncüsü: Osmanlı döneminde kullanılan ve 1928 Yazı Devrimi'yle Türkiye' de toplumsal iletişimden kaldırılan yazıya, değil "Kur' an yazısı", "Arap yazısı" bile denmez, "Os­ manlı yazısı" denirdi. Çünkü Osmanlıların kullandığı yazıya Kur'an'da, Arap yazısında bulunmayan pek çok birim katıl­ mıştı, öyle ki gerek Araplar gerekse Farslar Osmanlı yazısını doğru okuyamamakta, doğru seslendirememekte ve doğru anlayamamaktaydılar. 1928 Yazı Devrimi'yle toplumsal ileti­ şimden kaldırılan yazı, "Kur' an yazısı" değil, Arapların bile doğru okuyamayacağı Osmanlı yazısıydı. Gerçek buyken, Arap yayılmacılığının aracı olan yazarlar, Yazı Devrimi'yle iletişimden kaldırılan yazının, 'Kur'an Alfabesi' olduğu yala­ nını yayabilmektedirler; sanki Kur'an Osmanlı yazısıyla ya­ zılmış gibi . . . "Kur' an' ca" diye bir dil olmadığı gibi, "Kur' an yazısı" diye ayrı bir yazı türü de yoktur. Kur'an, "Kur'an'ca" değil "Arapça" dır, ki bu Kur' an'ın içinde de böylece belirtilmiştir. Kur'an, "Kur' an' a özel bir yazı" ile yazılmamış; Putatapar Arapların bilip kullandıkları Arap yazısıyla yazılmıştır. Bu nedenle bu yazıya "Kur' an alfabesi" denilemez; 'Arap yazısı' denebilir ve Kur'an Arap yazısıyla yazılmıştır.

221

1928 Türk Yazı Devrimi ve Din Gerçek buyken, niçin Arap yazısı demek yerine "Kur'an alfabesi", "İslam alfabesi" ya da "Müslüman alfa­ besi" diyorlar? Arap olmayan Müslümanları kandırıp Arap­ laştırmak için... Arap olmayan Müslümanları Arap dilinin, Arap yazısının egemenliği altına sokabilmek için. Yapılan İs­ lam bayrağı altında Arap ırkçılığı ve yayılmacılığıdır. Tıpkı Sovyetler Birliği'nde Rus olmayan toplumların Sosyalizm adına Ruslaştırılmaları gibi; İslam Birliği adı altında Arap ırk­ çılığı yapılarak Arap olmayan Müslümanlar Araplaştırılmaya çalışılmıştır, çalışılmaktadır. 1928 Yazı Devrimi'yle Osmanlı yazısının toplumsal iletişimden kaldırılması, İslam bayrağı al­ tında Arap ırkçılığı ve yayılmacılığı yapanlarca, Müslüman­ lığa karşı girişilmiş bir saldırı olarak gösterilmektedir. Oysa bu devrimin iletişimden kaldırdığı ne "Arap yazısı" ne de "Kur'an yazısı"ydı; devrim Arapların bile okuyamayacakları Osmanlı yazısını kaldırdı. Osmanlı yazısı Arap yazısına ben­ ziyor diye, Arap yazısından bozularak oluşturulmuştur diye, bunu bile İslam adına korumaya kalkanlar; Arap olmayan Müslümanları İslam diye diye Araplaştırmaktan utanmayan Arap ırkçılarıdır. Arap olmayan Müslüman uluslar içerisinde Latin ya­ zısına geçen ilk ulus, Anadolu Türkleri değil, Azerbaycan Türkleridir. Arap yazısından bozma yazıyı ilk bırakan Müs­ lümanlar onlardır. Ancak nedense Azerbaycan'ın ilk olduğu unutturulmaya çalışılır da, hep Türkiye'ye ve Atatürk'e yük­ lenilir. Bir ulus Arap yazısını bırakıp diline uygun başka bir yazı kullanmaya başlar ise, İslam adına suçlanmaya başlanır: "İslam' dan uzaklaşmaya başladılar. Müslümanlara sırt çevir­ diler. Kur'an alfabesini bıraktılar. İslam alfabesini, Müslüman alfabesini bırakıp gavur yazısına döndüler." Bu yanlış düşünce, bin yılı aşkın bir süredir Arap ol-

222

mayan Müslüman uluslar üzerinde baskı aracı olarak kulla­ nılmaktadır. Arap yazısı kullanılmazsa Müslüman oluna­ mayacağı, Müslümanlığın biteceği yanılgısı beyinlere öyle bir işlenmiştir ki, Türkiye'de Osmanlı yazısı kaldırılınca, sanki Müslümanlık yasaklanmış gibi bir anlayış gelişmiştir. 4 Kasım 1991 günlü Zaman Gazetesi'nde Hekimoğlu İsmail adlı bir yazar, bu anlayışı şöyle dile getiriyor: Harf inkılabı (1928) ve diğer devrimler karşısında bir kısım dindar ilim adamları, "artık bir şey ya­ pamayız" diye, köyüne, kentine çekildi." ( . . . ) "Şimdi (1991) İslami basın yayından söz edilebilir. 1 70 kadar kitapçı (Latin yazısıyla) dini yayın yap­ maktadır. Kitap işinde oldukça ileriyiz. Evet, bu yazarlar kendi ağızlarıyla, yazdıkları yazı­ larla, gerçekte kendi yanlış düşüncelerini yine kendileri çü­ rütmektedirler. Şimdi, 1 992 yılında, Türkiye' de bir İslamcı ba­ sın yayın vardır; ancak bu İslamcı basın yayın Arap yazısıyla ya da Osmanlı yazısıyla değil, 1928 Yazı Devrimi'yle toplum­ sal iletişim aracı olan Latin kökenli Türk yazısıyla çalışmakta­ dır. Demek ki, Arap ya da Osmanlı yazısı kullanmaksızın da İslamcı yayınlar yapılabiliyormuş. Öyleyse bu kişiler, şimdi kullandıkları bu Latin kökenli Türk yazısına nasıl olup da İs­ lam değil "gavur işi" diye karşı çıkabileceklerdir? Bu yazıyla İslamcı yayınlar yapılabildiğini, kendileri yaparak kanıtladık­ tan sonra, bu yazıya nasıl karşı çıkabilirler? Bu yazı kendile­ rini İslam' dan uzaklaşbrrnadığına göre bütün sözde İslamcı düşüncelerini bu yazıyla yayabildikleri bir gerçek olduğuna göre, demek ki yeryüzündeki bütün yazı türleri ile İslam dü­ şüncesi yayılabilir. İslam, Arap yazısına tutsak değildir. Müs­ lüman olmak için Arap yazısı ya da Osmanlı yazısı kullanmak gerektiği düşüncesi, yalnızca İslam'ı Arap çıkarlarının bir aracı olarak kullanmak isteyen ırkçı Arap yayılmacılarının or­ taya attığı bir tuzaktır.

223

Arap olmayıp da sonradan Müslüman olan yabancıla­ rın kendi yerli adlarını değiştirip Arap adları alması, kendi kullandıkları yazıyı değiştirip, kendi dilini Arap yazısıyla yazması; üzümden ya da portakaldan bir ayrıcalığı olmama­ sına karşın, hurmaya bütün öteki yemişlerden ayrı bir saygı göstermesi; çoğu kişilerin İslam olmayı Araplaşmak sandıkla­ rının bir göstergesidir. Çoğu Araplar da bu yanlış sanıyı sür­ dürmekten ulusal bir çıkar elde etmektedirler. Oysa Tanrı'nın bir topluma bir elçi yollaması, o toplum açısından iki gerçeği ortaya çıkarır. Birincisi, Tanrı onlara bir değer vermiştir. İkin­ cisi, o yıllarda yeryüzünde Tanrı'yı en çok öfkelendiren top­ lum bu toplumdur; Tanrı bunları yok etmeden önce son kez uyarmaktadır .. Bunu şöyle de anlayabiliriz. Bir dilenci ya da çok yoksul bir kişi gördüğümüzde ona yardım ederiz. Bu yar­ dım bizim ona acıdığımızı, değer verdiğimizi gösterdiği gibi, onun da acınacak durumda olduğunu kanıtlar. Acınacak du­ rumda olmaksa bir yücelik değildir. Araplar Tanrı'nın kendi­ lerine bir elçi göndermesi olayının yalnızca bir yanını abartıp, öteki yanını unutturuyorlar. Eğer İ.S. 610 yıllarında kendile­ rine Tanrı' dan bir uyarıcı geldiyse, bu durum Tanrı'nın onları yok etmeden önce son bir kez uyarmak istediğinin de bir gös­ tergesidir ve bu Kur'an'da böylece belirtilmiş; eğer kendile­ rine iletilen Tanrı buyruklarına uymayacak olurlarsa yok edi­ lecekleri, yerlerine başka bir toplum getirileceği Arapların yüzlerine karşı açık açık söylenmiştir. Kur'an'da Araplar Tanrı onlara bir uyana göndermeden önce, "Cehennemin yanı başına dek gelmiş" bir toplum olarak tanımlanmakta­ dır.81 Peki, Araplar Tanrı'ya karşı suçlarından dolayı cehen­ neme yuvarlanmak üzere oldukları o yıllarda, hangi yazıyı kullanıyorlardı? Kur'an'daki Arap dilini ve Kur'an'daki Arap yazısını değil mi? Kur' an, işte cehennemlik Arapların dilini ve cehennemlik Arapların yazısını kullanarak onları uyarmıştır, başka bir dili ve başka bir yazıyı kullanarak değil. Demek ki

224

Kur' an' daki Arap yazısını ve Kur' an' daki Arap dilini kulla­ narak cehenneme de gidilebilir cennete de . . . Söz, yazı, bunlar yalnızca birer araçtırlar ve kullanılır­ lar. İyi, doğru yönde kullanılabildikleri gibi; kötü, yanlış yönde de kullanılabilirler. Arap yazısıyla, Kur'an'ı yazmakta kullanılan yazıyla cennetlik düşünceler dile getirilebildiği gibi cehennemlik düşünceler de dile getirilebilir. Kişileri ve toplumları cehenneme sürükleyen yanlış düşüncelerin neler olduğu, Kur'an'da, Kur'an'ın yazıldığı Arap yazısı ve Arap diliyle gösterilmiştir. Demek ki Kur'an'daki yazı, cehennem­ lik düşünceleri yazmak için de kullanılabiliyor. Öyleyse, İs­ lam'ı Arap yazısına bağlı saymak, hem gerçeğe uymaz hem de Kur'an' a aykırı bir düşüncedir. Bir an önce bırakılması ge­ reken bu yanlış düşünce, bin yıldır Müslümanların beyinle­ rine kazındığı gibi, günümüzde de çok yoğun bir biçimde iş­ lenmektedir. Araplar, yeryüzündeki binlerce soydan bir soy, yüz­ lerce ulustan bir ulustur; diğerlerinden ne daha yücedirler ne daha aşağı. Kendine özgü renkleri, özellikleri vardır; kendile­ rine özgü dilleri, yazıları vardır. Yeryüzündeki öteki soylara, uluslara üstünlük taslamadıkları, öteki soyları, ulusları Arap­ laştırmaya çalışmadıkları sürece, kardeş kardeş geçinir gide­ riz. Kendi yazılarını "Arap yazısı" olarak değil de "Kur' an al­ fabesi" diye yutturmaya kalkışıp, yakın geçmişte bu alfabe ile yazdıkları bildirileri, Hıristiyan İngilizlerle birleşip Müslü­ man Türklere saldırmak için yaydıkları gerçeğini unutmama­ ları gerekir. Birinci büyük paylaşım savaşı sırasında Hıristi­ yan İngilizlerle birlik olup Müslüman Osmanlı'yı arkadan vu­ ran Araplar, bu yaptıklarını "Kur'an'ın alfabesi" diye adlan­ dırdıkları yazıyı kullanarak yazdıkları bildirilerle, kitaplarla savunup güzel göstermeye çalıştılar. Suudiler gibi Iraklılar da Araptırlar ve Arap yazısı kullanırlar; peki yazdıklarının kaçta kaçı Kur'an'a uygundur? Irak'ı yöneten Baas Partisi dindışı

225

bir düşünceyle kurulmuştur; dindışı tüzükleri, dindışı düşün­ celeri, hep Arap yazısı ile yazılmıştır. Şimdi bunlar Kur'an al­ fabesi mi kullanmaktadırlar? Eğer kullandıkları yazıya Kur'an alfabesi denilecek olursa, bu yazının dindışı amaçlar için kullanılmasını nasıl açıklayacaksınız? Suudi Arabistan kendi topraklarını Arap soydaşları olan Iraklılardan koruya­ bilmek için Amerikan ordusunu çağırdığında hangi yazıyı kullanıyordu? "Arap yazısı" mı, "Kur' an yazısı" mı? Kadın erkek ilişkilerinin çiftleşme yönünü en açık biçimde yazan, en ince ayrıntısına dek anlatan Arap, hangi yazıyı kullanıyordu? 'Arap yazısı' mı, 'Kur'an alfabesi' mi? Dilimize "Kokulu Bahçe" adıyla çevrilen Arapça kitabın yazarı, ırkçı Arap ya­ yılmacılarının "Kur' an alfabesi" adını taktıkları Arap yazı­ sıyla şunları yazmıştır: EsSabır: Bir kadın dişilik organı türünün Arapça adıdır. Cinsel birleşim sırasında, erkeğin cinsel or­ ganının tüm davranışlarına katlanan kadın dişilik organına, Arapça da Es-Sabır denilir.82 Demek ki, "sabır" sözcüğü Kur'an' da olumlu bir din­ sel erdemin adı olarak kullanılabildiği gibi, bir Arapça cinsel bilgi kitabında, kadınlık organı türlerinden birinin adı olarak da kullanılabiliyor. Öyleyse Arap yazısına ve diline kutsallık, üstünlük yüklemek, onu sanki yalnızca Tanrı buyruklarını yazmakta kullanılırmışcasına dine özel bir yazı gibi göster­ mek yanlıştır. Bu gibi yüz kızartıcı sözlerin de yazılabildiği Arap yazısına Kur' an alfabesi dernek, her şeyden önce Kur'an'a saygısızlıktır. Irkçı, yayılmacı Araplar kendi yazıla­ rını yüceltmek isterlerken Kur'an'a saygısızlık ettiklerini çok iyi bilmektedirler. "Arap olsun olmasın yeryüzündeki bütün Müslüman­ ların Arap yazısında birleşmeleri gerektiği" düşüncesinin, kimi bilisiz (cahil) Müslümanlarca iyi dileklerle ortaya atıldı­ ğını ve Kur' an' a aykırı bu yanlış düşünceyi, içinde bir kötü 226

dilek olmaksızın benimseyenler olduğunu görüyoruz. "Eğer bütün Müslüman uluslar tek bir yazı kullanır ve Arap yazı­ sında birleşirlerse, bu onlar için iletişim kolaylığı sağlar ve çok iyi olur" diye düşünenler, Müslümanların iyiliği ve güçlen­ meleri için bunun gerekli olduğuna kendilerini inandırmış olabilirler. Ancak, Tanrı'nın yarattığı yaşam, kişilerin özel di­ leklerine, beğenilerine uygun olmak zorunda değildir. Benim 'iyi' dileklerim, beğenilerim, güzellik anlayışım, yeryüzünde hiç kötü kokulu, pis, kaka şeyler bulunmasın; varlıklar yesin­ ler, içsinler, ancak kıçlarından hiç kaka çıkmasın, biçiminde olabilir. Eğer benim bu "iyi" dileğim, Tanrı korusun bu ger­ çekleşecek olursa, güzel kokulu yemişleri, çiçekleri de bula­ maz oluruz; çünkü bütün çiçekler, güzel kokulu varlıklarını, kötü kokulu kakalarla, gübrelerle beslenerek oluşturuyorlar. Kötü kokulu gübreler olmasaydı, güzel kokulu çiçekler de ol­ mazdı. Evet "gübre" pistir, güzel kokmaz; ancak o olmazsa, güzel kokulu pek çok bitki de yetiştirilemez. Gülün dikeni, ki­ şioğluna gereksiz gelebilir, ancak kişinin dikenin işlevleri üzerine doyurucu bir bilgisi bulunmuyor. Dikenin işlevleri üstüne bilgi edindiği an belki dikeni de gül denli sevecek ve onun da gerekli olduğunu savunacaktır. Kişioğlu kendine çir­ kin geleni, yanlış sayma eğilimindedir. Sarmısak çok kötü ko­ kulu bir bitkidir. Kişisoyu eğer kötü kokusundan dolayı sar­ mısağa savaş açıp bu bitkinin kökünü kurutmuş olsaydı, kendi kendisini çok yararlı bir bitkiden etmiş olurdu; çünkü sarmısağın bir sağaltıcı olarak yararları saymakla bitmiyor. Köpekbalığı da bize göre çok korkunç bir yaratıktır. Eğer eli­ mizden gelse köpekbalıklarının soyunu kuruturduk. Ancak bugün, köpekbalıklarının yapısında kanser adı verilen ölüm­ cül sayrılığın iyileştiricisinin bulunduğu anlaşılmış bulunu­ yor. Eğer sevmediklerimizi yok edebilseydik, belki yeryü­ zünde yaşam biterdi, kendi soyumuzu da kurutmuş olurduk bilmeden. Bu, gerçekte yıkıcı olan kimi nesneleri, yıkıcılığını

227

bilmeden sevdiğimiz durumlar için de geçerlidir. Örneğin gü­ zel kokmak için ürettiğimiz kimi püskürük nesneler, göğün koruyucu katmanını delmiş bulunuyor. Keçiler gibiyiz. Keçi­ ler de bilmeden, salt tadını çok sevdikleri için çam ağaçlarının tepesindeki sürgünleri yiyerek, yaşadıkları ortamdaki bitki örtüsünün yok olmasına neden olurlar. Sevdiğimizi yapmak, sonucun iyi olmasını sağlamayabilir. Benzer biçimde, "yeryüzündeki bütün Müslümanlar tek bir dil, Arapça ve tek bir yazı, Arap yazısı kullanırlarsa, bu Müslümanlığın yararına olur," düşüncesi de, sonucun ya­ rarlı olacağını gerçekten bilen kişilerce ortaya atılmış bir sav değil; yalnızca kendi kuruntularını gerçek yerine koyan Müs­ lümanların ortaya attıkları Kur'an'a dahi aykırı bir savdır. Çünkü Kur'an'a göre Tanrı, evrendeki bütün biçimsel çeşitli­ liklerin ve özsel başkalıkların yaratıcısıdır; türlü türlü diller ve türlü türlü yazılar, varlıklarını Tanrı'ya borçludurlar. Yazı, konuşma diline bağlı bir konudur. Bir düşünce, değişik dillerde, o dillere uygun yazı ile yazılabilir. Çin yazısı ile Çince yazılabildiği gibi, Arap yazısı ile Arapça, Kiri! yazısı ile Rusça, Latin yazısı ile Latince, özetle var olan bütün dil­ lerde, o dillere uygun yazılarla yazılabilir. Siz yeryüzünde kullanılan yazıların başka başka olmasını istemeyebilirsiniz; yeryüzünde bir tek dil konuşulsun ve bir tek yazı kullanılsın, bu iletişim kolaylığı sağlar, diyebilirsiniz. Bu sizin kendi iste­ ğinizdir. Bakalım Tanrı sizin gibi mi düşünüyor? Tanrı, Kur'an' da: Eğer gerçek insanların istediklerine uyacak ol­ saydı, hiç kuşkusuz gökler, yer, bunların içinde olan her şey bozulmaya uğrardı, diyor. (23/71) Demek ki, yeryüzündeki bütün Müslümanların bir tek dili konuşup, bir tek yazı kullanmaları bir Tanrı buyruğu de­ ğil, kul uyduruğudur. Tanrı, bütün çeşitleri, türleri yaratıyor;

228

onun kulları ise tüm çeşitleri istemiyor, kendi beğendiklerini yaşatıp, beğenmediklerini yok etmeye çabalıyor. Tanrı; Kur'an' da: Eğer Tanrı, kişioğullarının bir kesimin öteki kesi­ miyle savuşturmasa idi, 'manastırlar' 'kiliseler', "havralar" ve içinde Tanrı'nın adının sıkça anıl­ dığı 'mescidler' kuşkusuz yıkılıp giderdi. (22/40) Diyerek, Hıristiyanların manastırlarının, kiliselerinin; Yahudilerin havralarının; Müslümanların camilerinin, mes­ cidlerinin yıkılmaktan korunması dileğinde olduğunu bildiri­ yor. Ancak çoğu bilisiz Müslümanlar yalnızca Müslümanla­ rın camileri, mescidleri ayakta kalsın; havralar, manastırlar, kiliseler yıkılsın istiyorlar ve bu isteklerinin Tanrı'nın dileğine aykırı olduğunu bile bilmiyorlar. İşte tıpkı bunun gibi, "Yer­ yüzündeki bütün Müslümanlar arasında yalnızca Arap dili konuşulsun, yalnızca Arap yazısı kullanılsın," diyen bilisiz Müslümanlar da, kendilerince Tanrı'nın beğeneceği bir işe gi­ riştiklerini sanıyorlar; ancak Tanrı'nın böyle bir buyruğu yok­ tur. Tanrı, Kur'an' da: Görmedin mi ki göklerde, yerde olanlarla, dizi dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten Tanrı'yı yü­ celtmektedir. Her biri kendine özgü duasını (ses­ lenmesini) ve tesbihini (yüceltmesini) bilmiştir. Tanrı onların neler eylemekte olduklarını bilen­ dir, diyor. (24/41) Eşdeyişle, siz insanlar onların seslenmelerinin anla­ mını bilmeyebilirsiniz, ancak Tanrı bilmektedir, diyor. Tanrı, yarattığı, türettiği varlık öbeklerinin kendilerine özgü birer dillerinin, kendilerine özgü seslerinin, kendilerine özgü bir seslenme biçimlerinin, kendi öbeklerine özgü, doğalarına uy­ gun dinsel törenlerin bulunduğunu, her yaratık öbeğinin ken-

229

dine özgü biçimde Tann'ya yöneldiğini ve seslendiğini söylü­ yor; bu çeşitliliği yok edin, yeryüzünde tek dil, tek yazı, tek tapım biçimi kalsın, diye bir buyruk vermiyor. Gelgelelim pek çok bilisiz Müslüman, Tanrı'nın kendilerine böyle bir buyruk verdiğini sanmakta. Tanrı, Kur'an' da: Biz her ümmete (topluluğa) ayrı bir tapım biçimi gösterdik, onlar bu biçimde tapınmaktadırlar. Öy­ leyse tapım konusunda çekişmesinler, diyor. (22/67) Demek ki, Tanrı, kendisine bağıtlanan bütün topluluk­ lar için, o toplumların yapısına uygun düşen tapım biçimleri buyurmuş ve bu tapım çeşitliliğinden kendisini sorumlu tut­ maktadır; kişioğullarının tapım çeşitleri konusunda birbirle­ riyle çekişmesini bu nedenle uygun bulmamaktadır. Yeryü­ zünde Tevrat, İncil, Kur' an gibi hepsi Tann' dan gelmiş bir çok kutsal kitap bulunması da Tann'nın işlerindendir ve Tanrı, Kur'an' da; İncil'e bağıtlananlar İncil ile, Tevrat'a bağıtlanan­ lar Tevrat ile, Kur'an'a bağıtlananlar Kur'an ile çözsünler uyuşmazlıklarını, diye buyurmakta­ dır.83 Demek ki bu çeşitlilikler de Tann'dandır. Gelgelelim çoğu bilisiz Müslümanın kendi kutsal kitabı Kur'an' da neler yazılı olduğu konusunda yeterli bir bilgisi yoktur. Tanrı, Kur'an' da; Sizlerden herbiriniz için ayrı bir şeriat, ayrı bir yol, yöntem yaptık. Eğer Tanrı dileseydi, sizi bir tek ümmet (toplum) kılardı. Ancak bu durum (çeşitli­ lik), size verdikleriyle sizleri denemesi içindir. Ar­ tık iyiliklerde yarışınız. Tümünüzün dönüşü Tann'yadır. Üstünde anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Tanrı size bildirecektir, diyor. (5/48)

230

Görüleceği üzere Tanrı, Müslümanım diyen pek çok kimsenin söylediklerinden başka türlü buyruklar vermekte­ dir. Tanrı, bağnaz değildir. Dinin özü bir, biçimleri başka başka olabilir diyor. Bayramları başka olabilir, diyor. Kur'an' da yazılıdır: Meryemoğlu İsa: "Tanrım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bay­ ram ve senden de bir belge olsun," diye yakarmış. (5/1 14) Tanrı da bunu olumlamıştır.84 Demek ki, Hıristiyanla­ rın o bayramı, Kur'an' da Tanrı'nın olumladığı bir bayramdır; ancak çoğu Müslüman bu bayramı Tanrı'nın Kur'an' da onay­ ladığını bilmez, elinden gelse Hıristiyanların bu bayramlarını yasaklamaya kalkışır. Çünkü Tanrı'nın bildirisini gerektiği gibi okuyup anlayabilmiş değildir. Sonuç olarak; Kur' an öğretisi uyarınca, evrendeki ya­ ratıkların tür olarak çeşitliliği; renk olarak çeşitliliği; ses ola­ rak çeşitliliği; dil, yazı başkalıkları; yeryüzünde bir Tanrı'ya inanan tapım biçimleri birbirinden başka, gelenekleri, göre­ nekleri, dilleri, yazıları değişik bir çok toplumların bulun­ ması; Tanrı'nın işlerindendir. Gelgelelim Tann'ya inananların çoğu, Tanrı'run yarattığı bu çeşitliliği benimseyebilmiş değil­ dir. "Müslümanlar tek dil konuşsun, tek yazı kullansın," diyenler de Tann'nın buyruğunu değil kendi dileklerini dile getirmiş olmaktadırlar. Bunlar düşünmüyorlar ki, yeryü­ zünde Araplar dışında başka soylar ve uluslar var ise, onların dilleri de tıpkı Arapça gibi Tanrı'nın yarattığı dillerdir. Yer­ yüzünde Arap yazısından başka yazılar var ise, bu yazılar da tıpkı Arapça gibi Tanrı'nın bildirisi ve öğretisi altında geliş-

231

mişlerdir. "Bütün Müslüman uluslar tek dil, tek yazı kullan­ malıdırlar," demek, "Bütün Müslümanlar aynı büyüklükte ayakkabı giymelidirler," demek gibi saçmadır. Ayak büyük­ lükleri başka başka olan Müslümanlar, nasıl kendi ayaklarına uyacak büyüklükte ayakkabılar giyiyorlar ise, dilleri başka başka olan Müslüman uluslar da, kendi dillerine uyan yazı türünü kullanacaklardır. Doğal olan, yaratılışa uygun olan, budur.

"Kutsal Yazı" / "Kutsal Olmayan Yazı" Ayrımı Yazı türleri "kutsal olanlar", "kutsal olmayanlar" diye ikiye ayrılmaz. Arap yazısı kutsaldır, Latin yazısı kutsal de­ ğildir, diyemezsiniz; çünkü, böyle bir ayrımın dilbilimsel bir dayanağı olmadığı gibi, dinsel bir dayanağı da yoktur. Kur'an' da da böyle bir ayrım yapılmamıştır. Kutsal öğretiler, yeryüzündeki bütün dillerle, bütün yazı türleriyle ortaya ko­ nulabilir. Yolda yürürken yerde Arap yazısı ile yazılmış bir kağıt görünce bunu saygıyla yerden kaldırıp yüksekçe bir yere kaldıran kişi; aynı saygılı davranışı öteki yazılar için gös­ termiyorsa yanılır. "Arap yazısıdır," diye yerden kaldırıp yüksekçe bir yere koyarak korumaya çalıştığı o kağıtta sövgü­ ler yazılı olabileceği gibi; Çin yazısı diye çöpe attığı kağıtta Tanrı sözleri yazılı olabilir. Müslüman olup da yazıların birini ötekine üstün saymayan gerçek din bilginleri de vardır. Örne­ ğin, Hattat Muhammed Bedrettin Yazır, bu konuda bir Müs­ lüman dinbilgininin şu aydın davranışını aktarıyor: Merhum biraderim müfessir Elmalılı Hamdi Ya­ zır' dan gençliğimde şu hadiseyi dinlemiştim: Kendisi on üç yaşında iken 1 3 1 0 Hicri (M.1 893) yı­ lında İstanbul'a gelip Küçük Ayasofya Medre­ sesi'ne girmiş, Hacı Kamil Efendi adında mübarek bir zata hizmet eder, hayır duasını almaya çalışır­ mış. Oda kapısının eşiği yüksekçe olduğundan,

232

Kamil Efendi'nin rahatça girip çıkabilmesi düşün­ cesiyle, üzerinde Romence (Latince) yazı bulunan bir gazyağı sandığının kapağını eşik önüne yerleş­ tirmiş. Ertesi sabah, bunu gören Kamil Efendi, bi­ raderimin koymuş olduğunu öğrenince; "Ey Oğul" demiş "Ayağımızın alhna öyle bir kar­ puz kabuğu koymuşsun ki, hiç günahımız olmasa bu yeter!" Biraderim; "İslam yazısı değil ki," demeye kalmamış, Kamil Efendi: "A molla! Müslüman'ın da gavurun da yazısı var­ dır; ama, yazının Müslüman'ı gavuru olur mu? Biriyle görülen iş diğerleriyle de görülmüyor mu? Elverir ki kötü yerde ve bahlda kullanılmamış ol­ sun; hayra yarayan, hakka hadim olan her yazıya saygı lazım. Allah: "Nun, vel-kalemi ve ma yeste­ runi! " ayetinde (68/1 ) yazılara ve yazanlara bo­ şuna mı kasem buyurdu sanıyorsun? Aman, dik­ katli ol yavrum! " demiş ve o üzeri Latin yazılı tah­ tayı basamaktan kaldırtmıştır. İşte din ve imanı sağlam olanların işleri de böyle olur. Allah ikisine de gani gani rahmet eylesin?" ss Bu anıdan kendilerine bir öğüt düşenler vardır. Onlar, bugün Türkiye' de kendi İslamcı gazetelerini Latin kökenli Türk yazısıyla Türkçe basıp, sonra da "Latin yazısı gavur, şey­ tan yazısıdır; Arap yazısı Kur'an alfabesidir, İslam yazısıdır.' diye bilisiz Müslümanları kışkırtan, üstelik bu yaptıklarını da sanki Tann öyle buyurmuş gibi gösterenlerdir. Şimdi nerede o Hacı Kamil Efendiler? Hacı Kamil Efendi günümüzde yaşa­ saydı, bugün onu yazı konusundaki bu görüşlerinden dolayı "kafir" diye niteleyecek bir çok İslamcı köşe yazarı bulunurdu

233

kuşkusuz. Oysa kimin "kafir" kimin "mümin" olduğunu Tanrı bilir. Benim beynim, yüreğim, yazı konusunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın hocası Hacı Kamil Efendi'nin ya­ nındadır. Yazı konusunda bu görüş, hem bilime, hem Kur'an öğretisine uygundur. Demek ki, bir yanda bilisiz Müslümanlar ve ırkçı Arap yayılmacıları yalnızca Arap yazısına bir kutsallık yükleyip öteki yazıları kutsal değil diye aşağılarken; öte yanda Bilge Müslümanlar bütün yazılara saygı göstermeyi bir erdem ola­ rak bellemişlerdir ki, doğrusu da budur. Gelgelelim, günümüzde ( 1992), toplumu dinsel yön­ den bilgilendirme çabasında olduğunu söyleyen kimi İslamcı gazeteler, Arap yazısını "kutsal" öteki yazıları "kirletilebilir" gösteriyorlar. Bunlardan biri olan Zaman gazetesi, bir kaç ay­ dır orta yaprağını "Akademi" başlığı altında "akademik dü­ zeyde"(!) dinsel bilgiler vermeye ayırmıştır. 12 Kasım 1991 günlü Zaman gazetesinde yayınlanan 6 sayılı "Akademi" say­ fasının sağ üst köşesinde, şöyle bir uyarı yayımlanmıştır: Hatırlatmamıza rağmen, Akademi sayfasının İs­ lami edebe uygun şekilde muhafaza edilmemesi, bizi vicdanen rahatsız etmiştir. Onun için, bundan böyle ayet ve hadisleri orijinal aslıyla (Arap yazı­ sıyla -C.Ö.) yayımlayamayacağımızı bildirir, işin ehli (yani Müslümanlığı incelikleriyle kavramış C.Ö.) okurlarımızdan özür dileriz. Hani; "Özürü kabahatinden büyük," derler ya, işte öyle bir açıklamadır bu. Kur'an ayetleriyle hadislerin Arap yazısıyla basıldığı Akademi sayfasının İslami edebe uygun olarak korunmadığı saptanmış. Gazetenin Akademi sayfa­ sında yayımlanan Arap yazılı ayetlerle hadisler, gazete dağı­ tılırken oradan oraya atılabiliyor; gazeteyle birlikte yerlere,

234

çöpe atılabiliyormuş. Bunun önüne geçilemeyeceği de açık­ mış. Tek çözüm Akademi sayfasında yayımlanacak ayet ve hadisleri bundan böyle Arap yazısıyla değil Latin yazısıyla basmakmış. Çünkü Arap yazılı ayet ve hadislerin yerlere çöp­ lere atılması "günah", fakat Latin yazılı ayet ve hadislerin yer­ lere, çöplere atılması "günah" değilmiş . . . İşte kimi "Akademik" (!) Müslümanların yazı konu­ sundaki anlayışları da böyle .. Gerçekten de bu gazetenin bu sayısında, daha önceki sayılarda hep Arap yazısıyla basılan ayetlerin yerini Latin yazısıyla basılmış ayetler almıştı; bun­ lardan biri "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onların da sizlerinde rızkınızı biz veririz." ayetiydi.86 Zaman gazetesinin "Akademik" (!) Müslümanları bu ayeti Arap yazı­ sıyla bassalardı, yerlere çöplere atılabilir diye vicdanları ra­ hatsız olacaktı, ayeti Latin yazısıyla basınca, artık yerlere çöp­ lere atılmasından vicdanları sızlamıyor; çünkü yazısı Arap değil Latin. Vicdana bakın ! . . Bunlara sormak gerek: Kur' a n ayetlerini v e hadisleri Latin kökenli yazıyla basma olanağı 1928 Yazı Devrimi'yle sağlanmamış olsaydı, vicdanlarınızı nasıl kurtarabilecekti­ niz? Müslümanlar açısından Kur'an ayetleri, ister Arap ya­ zısıyla Arapça basılmış olsun, ister Latin kökenli Türk yazı­ sıyla Türkçe çevirisi basılmış olsun, her iki durumda da ko­ runmak gerekir. Bir basılı yayının, onu alanlarca çöpe atıl­ ması, onu basanlara bir sorumluluk yüklemez. Ancak, siz al­ fabeleri, abeceleri "kutsal olan alfabeler" ve "kutsal olmayan alfabeler" diye ikiye ayırırsanız, yaptığınız bu yanlış gün ge­ lip kendi ayaklarınıza işte böyle dolanacaktır. Öyledir. Kişiler, bugün yaptıkları yarın kendilerini kuşatacak varlıklardır. Bu­ gün bir yanlış yaparsanız, yarın o yanlış sizi kuşatacaktır; bu­ gün bir doğru yaparsanız, yarın o doğru sizi kuşatacaktır. Tıpkı bir koza gibi, salgınızla sannalanırsınız. 235

Bir kağıtta eğer Arap yazısı varsa, içinde ne anlatıyor olursa olsun korunacak; bir kağıt eğer Arap yazısıyla yazıl­ mamışsa, ne anlahlıyor olursa olsun, yerlere, çöplere atılabi­ lecek. Bugün kendilerine "Aydın Müslüman" diyenler bile, alfabeler, abeceler, yazı türleri konusunda bu eğilimde olursa, bundan bin yıl önceki çoğu bilisiz Müslümanlar Arap yazısı­ nın kutsallığı konusunda kim bilir nasıl bir bağnazlık içerisin­ deydiler, düşünmek gerek . . . il-

Arap Yazısının Türkleri Birleştirdiği Savı

Bin yıl önce Türkleri kendi yerli yazılarını bırakıp Arap yazısı kullanmaya sürüklemek için uydurulan "Arap yazısının ötekilerden kutsal olduğu" savının gerek bilime ge­ rekse Kur'an öğretisine aykırı olduğu yadsınamaz kanıtlarla sergilendiğinde, bu kez de dilbilimsel süsü verilmiş gerekçe­ lerle savunulmuştur. Bu sözde dilbilimsel gerekçelerden en güçlü, en kandırıcı gibi görüneni şudur: "Türkçe Arap yazısıyla yazılınca, çeşitli Türkçe söz­ cüklerin değişik lehçelerde, ağızlarda başka başka söylenişi yazıya yansımıyordu; Arap yazısı ile Türkçe yazmak ko­ nuşma dilindeki lehçe, ağız ayrılıklarının yazıya yansımasını önlediği için lehçeleri başka olan Türkler arasında yazı dili birliği sağlıyordu." Buna "Arap yazısıyla Türkçe yazmanın Türkleri bir­ leştirici yönü" adını veriyorlar. Turgut Akpınar, bu görüşü sa­ vunuyor ve bu savı geçmişte ilk kez Zeki Velidi Togan'ın or­ taya attığını söylüyor. Zeki Velidi Togan; Türkçe sözcükler Arap yazısıyla yazıldığında muhtelif ağızlar, lehçeler arasındaki farklar ya­ zıya geçmiyordu. Böylece farklı söylenen kelime­ ler, yazıda müşterek hale geliyordu, diyor.87 Zeki Velidi Togan'ın Yazı Devrimi'ne karşı çıkan bu

236

savı, günümüzde Azerbaycanlı Edebiyatçı Doç. Dr. Alaeddin Mehmedoğlu'nun da ağzına dolanmış bulunuyor. Mehme­ doğlu'nun savı Togan'ınkinden biraz başka. Ona göre Türk ağızları, lehçeleri arasındaki ayrılıklar, yapılacak bir sözlükle ortadan kalkacakmış. Sormak gerek: Lehçe ayrılıklarının yeni bir sözlük yaparak ortadan kaldırmak, olanaklı mıdır? Bu na­ sıl bilimselliktir? Yeni bfr sözlük yaparsak, Karadenizli yurt­ taşlarımız "geldim" yerine "celdim" demeyi bırakacaklar mıymış? Gerek Zeki Velidi Togan'ın, gerekse izdaşlarının, leh­ çelerin ortadan kalkması, hiç değilse yazıya yansımaması için Türkçe sözcüklerin Arap yazısıyla yazılması ve Türklerin top­ luca Arap yazısını benimsemesi gerektiği savı, dayanaksızdır, usdışıdır, bilimdışıdır. Çünkü; Arap yazısı, ünsüzleri yazıda özellikle göste­ rir. Türk lehçelerindeki söyleyiş başkalıklarıysa özellikle ün­ süzlerdedir. Öyle ki, Türk lehçelerin dilbilimsel adları bile bu gerçeği yansıtır: 'C' lehçeleri, 'Y' lehçeleri 'N' lehçeleri, vb. gibi . . . Türk lehçelerinde, sözcük başında: d/n/y/c/ç/s/s/z' /z/j/d/ts/dz/c' /dy Değişmeleri vardır.88 Örneğin Türkiye Türkçesindeki "yastık" sözcüğü, öteki lehçelerde "castık", "dastık" oluyor. Türkiye Türkçesindeki "çilek" sözcüğü , öteki lehçelerde "ci­ lek", "yilek" oluyor. Türkiye Türkçesindeki "yıldız" söcüğü, öteki lehçelerde "culduz", "dulduz" oluyor. Türkiye Türkçe­ sindeki "yüz" sözcüğü, öteki lehçelerde "cüz", "düz" oluyor. Türkiye Türkçesindeki "yumurta" sözcüğü, öteki lehçelerde "nıbırtka", "dımırtka" oluyor. Türkiye Türkçesindeki "aygır" sözcüğü, öteki lehçelerde "aykır", "ahr", "ayır", "askır" ola­ biliyor. Bundan başka, Türkçedeki söyleyiş başkalıkları, söz­ cük ortasında yer alan ünsüzlerin yer değiştirmesi biçiminde de görülüyor. Örneğin "toprak" sözcüğü "torpak" oluyor;

237

"öksür" sözcüğü "öskür" oluyor; "köprü" sözcüğü "körpü" oluyor; "kirpik" sözcüğü "kiprik" oluyor; "sarımsak" söz­ cüğü "samırsak" oluyor; "yaprak" sözcüğü "yarpak" olu­ yor.89 Peki göstergeleri ünsüzlerden oluşan Arap yazısı, özel­ likle ünsüzlerde olup biten bu değişimleri nasıl olup da gös­ termeyebilir? Sonuç olarak: 1- Türkçe'deki sözcüklerin değişik ağızlarda başka başka söylenişi, büyük bir çoğunlukla ünsüzlerde değişmeler biçiminde görülmektedir. Bu durum, belgelerle, bulgularla karutlıdır. Yaşamın kendisinde istenildiği an yeniden kanıtla­ nabilecek durumdadır. Demek ki deneyle sınanabilir nitelikte bilimsel bir gerçektir. 2- Arap yazısı ise, özellikle ünsüzleri yazıda göster­ mekte olan, çoğunlukla ünlülerdeki söyleniş başkalıklarını gizleyebilecek türden bir yazıdır. Bu da bilimsel, doğruluğu istenildiği an yeniden sınanabilecek türden, bilimsel bir ger­ çektir.90 3- Öyleyse, Arap yazısı ile yazıldığında Türkçe söz­ cüklerin değişik ağızlarda başka başka söylenişlerinin yazıda görülmeyeceği savı, bilimsel gerçeklere aykırıdır. "Arap yazısı kullanılarak yazılırsa Türkçe sözcüklerin değişik ağızlarda başka başka söylenmesi yazıya yansımaz; başka söylenseler de, Arap yazısı kullanırlarsa bu başkalıklar yazıda görülmez" savı öyle dayanıksızdır ki, pek çok belgeyi yok saymaksızın savunulamaz. Bu belgelerden en önemlisi, Arap yazısı ile Türkçe yazılmış olan Divan-ı Lügat it-Türk'tür. Bu yapıtta, Türklerin değişik boylarının belli sözcükleri nasıl başka başka söyledikleri, Arap yazısı kullanılarak gösteril­ miştir. Eğer savlandığı gibi Arap yazısı bu türden söyleyiş başkalıklarını göstermiyor olsaydı, bu yapıhn yazarı Kaşgarlı Mahmut o başkalıkları Arap yazısı ile gösterememiş olurdu.

238

Gösterdiğine göre, demek ki Arap yazısı Türk ağızlarında ki bu söyleyiş başkalıklarını gösterebilen bir yazı demektir. Di­ van-ı Lügat it-Türk' de şöyle yazıyor: Oğuzlar ve Kıpçaklar başında "y" bulunan isim ve fiillerin ilk harfini "e"ye yahut "c"ye çevirirler. Öbür Türkler "yolcu" anlamında "yelkin", Oğuzlar ve Kıpçaklar ise "elkin" derler. Öbürlerinin "yincü" de­ diklerine, bunlar "cincü" derler. "Yuğdu" yerine "cuğdu" derler. 91 Bütün bu lehçe başkalıkları Divan'da Arap yazısıyla yazılarak gösterilmiş olduğuna göre, bir dilbilimci nasıl olup da Arap yazısı Türkçedeki söyleyiş başkalıklarını yazıda gös­ termediği için yazıda birlik sağlıyor, diyebilir? Zeki Velidi Togan'ın bu savına artçı olan Turgut Ak­ pınar, söz konusu yazısında şöyle bir anı aktararak Togan'ı desteklemeye girişiyor: Türk dilcilerinden Besim Atalay ile Arap dilcile­ rinden Sah Bey bir ortamda karşılaşmışlar. Besim Atalay, Satı Bey'e: "Niye Latin harflerinin Arap­ çaya tatbiki için önayak olmuyorsunuz?" diye sormuş. Satı Bey de buna: "Konuşulan Arap şive­ leri o kadar ayrıdır ki, biz Araplar kelimeleri aynı şekilde yazarız amma türlü türlü okuruz. Bize eğer sesli harfleri tatbik ederek yazacaksınız dedi­ niz mi, ortada müşterek Arapça diye birşey kal­ maz," diye karşılık vermiş.92 Turgut Akpınar, bu anıyı aktardıktan sonra: "İşte ben­ zer bir rolü, Arap harfleri, Orta Asya'daki çeşitli ağız ve leh­ çelerdeki farkın yazıda görülmemesi şeklinde oynamıştır," diyerek, Türklerin Arap yazısı kullanmalarının sağlayacağı yararları böylece gösteriyor.

239

Yazdığı çeşitli yazılarla Türkçe'nin çok yüksek, Arapça'nın çok aşağı, ilkel bir dil olduğunu kanıtlamaya so­ yunan B. Atalay ile, Arap dilinin bütün öteki dillerden üstün olduğunu savlayan Panarabist, aşın Arap üstünlükçüsü Satı Bey arasında geçtiği öne sürülen bu konuşma, eğer gerçek ise, bu konuşmadan dilbilimi açısından hiçbir sava, hiçbir daya­ nak çıkmaması bir yana, başka uluslara bağlı iki üstünlükçü arasında geçen dille ilgili bir sidik yarışı olarak, yalnızca gül­ mece konusu olabilecek bir nitelik taşımaktadır. Arap dilini bilen bir dilcinin bir Arab'a "Niçin Latin yazısı kullanarak Arapça yazmıyorsunuz?" diye sorması gülünç olduğu denli; Arab'ın ona verdiği karşılık da o denli gülünçtür: Arap yazısı Arap dilindeki söyleniş başkalıklarının yazıda görülmesini önlüyormuş da ondan bırakamıyorlarmış bu yazıyı . . . Arap dilcisi Satı Bey, Arap dilindeki sözcüklerin çeşitli Arap boylarının ağzında değişik değişik söylenmesi olayını, yalnızca ünlüler de ortaya çıkan değişiklikler olarak gösteri­ yor; sanki Arap ağızlarındaki söyleyiş başkalıkları ünsüzlerde hiç görülmez imiş gibi . . . Bu savın yalan olduğunu, lugat bil­ gini Ebu-t-Tayyib'den öğreniyoruz. Bu bilgin: "Başka başka Arap oymaklarının türlü türlü söyleyişleri vardır. Aynı bir ke­ limeyi kimisi hemzeli, kimisi hemzesiz, kimisi "sin" harfiyle kimisi "sad" harfiyle söyler, kimisi de "lam" yerine "ma" ge­ tirir," diyerek 93, Arap ağızlarındaki başka söyleyişlerin yal­ nızca ünlülerde olmayıp ünsüzlerde de değişme yaptığı, do­ layısıyla bu değişmelerin de Arap yazısında gösterildiğini ka­ nıtlamış, Arap üstündilcisi Satı Bey'in Türk üstündilcisi Be­ sim Atalay'a yalan söylediğini böylece ortaya koymuştur. Arap lugat bilgini Ebu-t-Tayyib'in yukarıdaki sözlerini akta­ ran kaynakta, bir de şu anlatıyla kaşılaşıyoruz: İki Arab "as-sakru" (çalıkuşu) sözcüğünün söyle­ nişinde çelişkiye düşmüşler. Biri, bu sözcüğün

240

"sin" ünsüzüyle, öteki bu sözcüğün "sad" ünsü­ züyle söyleneceğini tutturmuş. Sonunda karşıla­ rına çıkacak ilk adamın hakemliğine razı olarak beklemeye koyulmuşlar. Önlerine çıkan ilk kimse de bunları dinledikten sonra: "Yalla ben bu söz­ cüğün ikinizin de söylediğinden başka türlü söy­ lendiğini biliyorum. Ben onu "az-zakru" diye söy­ lerim" demiş.94 Bu da bize Arap ağızlarında yalnızca ünlü değişmeleri değil, pek çok ünsüz değişmeleri de görüldüğünü, bunların da Arap yazısıyla gösterildiğini kanıtlamaktadır. Başka kay­ naklar da Arap ağızlarında yazıya yansıyan ünsüz değişme­ lerinin bolluğunu kanıtlıyor. Prof. Naim Hazım Onat'ın Arap­ çanın Türk Diliyle Kuruluşu adlı kitabında şunlar yazılı: Arapça dünyanın en zengin lisanı sayılıyor. Ke­ lime çok. Ancak lugat toplanırken muhtelif kabi­ lelerin şive ve lehçeleri hep tesbit olunarak -hatta peltek söyleyenlerin telaffu zları bile sanki ayrı bir ke­ lime imiş gibi gösterilerek- bunlar sanki ayrı ve başlı başına birer sözcük imişler gibi, madde başı yapıl­ mışlardır. Lugatın hacmi işte böyle böyle yapay olarak şişirilmiştir.9s Arap filologları da bu hakikati belirtiyorlar.% Temim kabilesinin "en-nas" yerine "en-nat" de­ diği; Kays kabilesinin "kitabik" yerine "kitabiş" dediği, Kureyş kabilesinin "hatta" dediğine Hü­ zeyl kabilesinin "atta" dediği Arap harfleriyle ya­ zılmış eserlerden öğrenilmektedir.97 Arap dilindeki çeşitli ağızlar arasında ünsüzlerin söylenişindeki değişikliklerin ne denli geniş ve çe­ şitli olduğunu belirtmek için burada bazı örnekler vereceğiz. 98

241

Prof. Naim Hazım Onat, yaklaşık üç yüz yaprak tutan, yaklaşık beş bin Arapça sözcüğün Arap yazısıyla gösterilen ağız değişimlerini sergilemektedir ki, bu durum Arap üstün­ lükçüsü Sah Bey' in "Arap yazısı Arap dilindeki ağız başkalık­ larının yazıda görülmesini önlüyor," savım çürütmeye yeter. Arap ağızlarındaki söyleniş başkalıklarının Arap yazı­ sında nasıl görüldüğü Divan-ı Lugat it-Türk' de de belgelen­ miştir. Bu yapıtta, Kur'an' da "rabbiki" diye yazılan bir sözcü­ ğün, kimi Arap ağızlarında "rabbişi" diye yazıldığı gösterili­ yor.99 Demek oluyor ki, Arap üstün ırkçılığı eğitimciliğine baskın gelen Sah Bey' in; "Biz Araplar kelimeleri başka başka söylesek de yazımız bunlan tek biçimde gösterir" gibi sözleri, hiç bir bilimsel anlam taşımayan boş bir böbürlenmeden öte geçmiyor. İşte Turgut Akpınar, tıpkı dayanaksız atan Satı Bey gibi, Arap yazısına o yazının kendisinde bulunmayan bir üs­ tünlük giydirmek yoluyla "lehçe başkalıklarını yazıda göste­ remeyen harika yazı" olarak sunarken, gerçeklere aykırı, bel­ gelerle bulgularla çürüyen, öylesine boş bir sav ortaya atmış bulunuyor. Sonuç olarak: Arap yazısı hem Türk dilindeki ağız baş­ kalıklarını hem de Arap dilindeki ağız başkalıklarını göster­ meyen olağanüstü, birleştirici bir yazı değildir. Bir yazının lehçe başkalıklanru yansıtmaması için o yazının eski Mısır ve Çin yazıları gibi gösterdikleri nesnenin çizimlerinden oluşan "resim yazı", bir "çizge yazı" olması ge­ rekir. Oysa Arap yazısı bir hiyeroglif ya da resim yazı olma­ yıp "sesçil yazı" dır. Türkler geçmişte değişik yazılar kullanmışlardır, an­ cak 1928 Yazı Devrimi'nden önce kullandıktan hiçbir yazı Türk dilini Arap yazısı denli bulanık bir biçimde yansıtma-

242

mışhr. Bir tek Brahmi Yazısı "o" "ö", "u", "ü" gibi yakın ses­ lileri de ayrı ayrı göstergelerle belirttiği için geçmişte kullanı­ lan yabancı yazılar içinde dilimize en uygunu olmuştur. Bu­ nun dışındakiler, söylenişi benzer ünlülerin yazıda belirgin olarak seçilemediği, ayrı göstergeyle yazılmadığı yazılardır. Örneğin "o" ile "ö" yazıda ayrılamıyordu; "u" ile "ü" de öyle. Ancak, Türkler Arap yazısına geçmeden önce, hiç değilse yal­ nızca iki ünlü yazıda birbirine karışırken, Arap yazısına geç­ tikten sonra "o", "ö", "u", "ü" gibi dört ünlü birden yazıda seçilemez olmuştur. Çünkü Arap yazılı Türkçede bu dört ünlü için bir tek gösterge kulanılmışhr. Arap yazılı Türkçe­ deki bu bulanıklık, savlandığı gibi "lehçe başkalıklarının ya­ zıda gösterilmeyişi" sonucunu değil, tersine tek bir ağızda (lehçede) yapılan konuşmalarda, aralarında anlam ve ses kar­ şıtlığı bulunan sözcüklerin yazıda birbirinden seçilemez ol­ ması sonucunu doğurmuştur ki, bu bir dilsel 'katliam' dır . . Bugün, Arap yazısını çok iyi bilen dilcilerimiz, bun­ dan yüzyıllarca önce Arap yazısıyla Türkçe yazılmış kimi önemli yapıtları okumaya giriştiklerinde, karşılarına çıkan kimi sözcüklerin nasıl seslendirileceğini ayırt etmekte bocalı­ yor, şaşırıp kalıyorlar. Örneğin, Arap yazısı ile Türkçe yazıl­ mış bulunan Divan-ı Lı'.igat it-Türk'ü inceleyen bir dilci, bu yazıda "o", "ö", "u", "ü" seslerinin bir tek göstergeyle yazıl­ mış olması nedeniyle (çünkü Arap yazısında bunları ayrı ayrı gösterecek gösterge yok!), karşısına çıkan bir sözcüğün "ü rüldü" mü, "uruldu" mu, "oruldu" mu, "örüldü" mü oku­ nacağını bilemiyor, sıkınh çekiyor; çünkü bu sözcüklerin Türkçedeki anlamları birbirine karşıt, fakat Arap yazısıyla ya­ zılışları birbirinin eşidir. Divan'da "ürüldü": kabardı, şişti; "örüldü" : örgü yapıldı; "oruldu" : kesildi, biçildi; "uruldu": takıldı, gibi birbirleriyle hiçbir anlam ortaklığı olmayan dört sözcük, Arap yazısıyla yazılmış oldukları içindir ki biri diğe-

243

rinden ayrılamaz olmuştur. Şimdi soralım bakalım: Arap ya­ zısıyla yazılınca Türk dilindeki lehçe başkalıkları mı yazıda gösterilemiyor, yoksa anlam başkalıkları mı? Arap yazısıyla Türkçe yazmak, birlik mi sağlar yoksa bulanıklık mı? Bula­ nıkta birleşmenin Türk'e ne yararı var, Müslümanlığa na ya­ rarı olabilir? Kullanılan Arap yazısının konuşulan Türkçe' deki tüm sesleri gösterememesinden kaynaklanan yazı bulanıklığı, yüzyıllar boyu Türklerin başına örülmüş çorap olarak kalmış­ tır. Türkleri böyle Türk diline uygun olmayan bir yazıya tut­ sak edenler kimlerdir? Bunu Tanrı mı buyurmuştur yoksa kimi kulları mı uydurmuştur? Tanrı'nın buyrukları arasında: "Türkler bir gün Müslüman olacak olurlarsa, kendi yazılarını bırakıp Arap yazısıyla yazsınlar," diye bir buyruk yoktur. Bugün Türkler arasında "Atatürk Arap kökenli eski ya­ zıyı kaldırmakla iyi etmedi; atalarım ızın geçmişte eski yazıyla yazık­ /arını okuyamaz olduk; tarihimizden, kültürümüzden koptuk. Eğer Arap kökenli eski yazı kaldırılmamış olsaydı, atalarımızdan kalan yazılı belgeleri okuyup anlayabilirdik, " diyenler vardır. Bunlar bilmiyorlar ki Arap kökenli eski yazıyı bilmekle atalarının yazdıklarını şıp diye anlamaları olanaklı değildir. Bugün eski yazı üzerinde yıllarca uzmanlık eğitimi görenler bile ataları­ mızın o yazıyla yazdıklarını şıp diye okuyup anlamıyorlar; okurken saçlarını başlarını yolup yine de anlayamadıkları sözcükler oluyor. Osmanlı'da toplumun ezici çoğunluğunun bile aydınların yazdıklarını şıp diye okuyup anlayamadığını, bilmeyenler ya da bilip de unutanlar var. Atatürk' ün eski yazı denilen yazıyı niçin kaldırdığını kavrayamamış olanlar ço­ ğunlukta. Bugünkü Latin kökenli Türk yazısını öğrenmek için çocukların okul çağına gelmesini bile beklemeye gerek yok; çünkü çocuk, evinde oynarken bu yazıyı öğrenmektedir. Arap kökenli eski yazıyı öğrenmenin ise, öğreteni de öğreneni

244

de uzun yıllar çitilediği apaçık bir gerçektir. Bunu sınamak is­ teyen, doğrudan kendi kendine Osmanlı yazısı öğrenmeye bir soyunsun da başına neler geleceğini doğrudan kendisi yaşa­ sın. Saygın dilcilerimizden Muharrem Ergin: "Türkler tara­ fından çok uzun zaman ve geniş ölçüde kullanılmış olmasına rağ­ men, Arap harfleri Türkçe için hiç de elverişli bir yazı vasıtası de­ ğildi. Bu alfabede Türkçe için bir yandan lüzumundan fazla bir ün­ süz gösterge (konsonant) kalabalığı, öte yandan bir kaç konsonantı bir tek işaretle karşılamak gibi yetersizlikler vardı. Vokal (ünlü) işa­ retleri ise Türkçe'nin zengin vokal sistemini karşılamaktan çok uzaktı. Türkçe'nin iki veya dört vokali için bir tek harfi olduğu dü­ şünülürse, bu alfabenin Türkçe bakımından nasıl yetersiz olduğu kolayca anlaşılır. "- "Eski yazının imla geleneği de Türkçeye hiçbir zaman uygun olmamıştır. Türkçeye uygun bir imlanın kurulama­ mış olması da her halde Arap harfli yazının lehine kaydedilecek bir nokta değildir. Gerek bu kusurlu, sistemsiz ve gelişi güzel imla gerek Arap harflerinin (Türk diline) uygunsuzluğu ve (Türk diline) ye­ tersizliği, Türkçeyi asırlardır yarısı yazılıp yarısı yazılamayan, ya­ zılan kısımları da tam açık olmayan bir dil halinde tutmuştur. Bu yüzden Türkçenin tarihi gelişme seyrini takib ederken büyük güç­ lüklerle karşılaşmaktayız. "100 diyor. O yazının uzmanları bile gü­ nümüzde o yazıyla yazılmış yazıları okumakta büyük güç­ lüklerle karşılaşıyorken, tutup: "Arap kökenli yazı ne iyiydi, hiç değilse lehçeler arasındaki söyleniş başkalıkları yazıya geçmiyordu ve böylece yazıda bir birlik sağlanıyordu," diye­ bilmek için yüz ister. Türklerin anlaşılırlığı bulanık bir yazıda birleşmek yerine, anlaşılırlığı belli bir yazıda birleşmeleri çok doğru olmuştur. Demek ki, Arap yazısı ile Türkçe yazmak, bir Tanrı buyruğu olmadığı gibi, dilimizin dayattığı bir gereklilik de değildi. "Kutsaldır, dinimiz bunu gerektiriyor," diye bu ya­ zıyı almış isek; gördük ki Kur'an'a göre yalnızca Arap yazısı

245

değil bütün yazılar kutsaldır. "Dilimiz bunu gerektiriyor," diye bu yazıya yönelmişsek; gördük ki dilimiz bunu gerektir­ miyor, tersine Arap yazısı dilimize aykırı. "Lehçe ayrılıkları yazıda görülmüyor, Türkler arasında yazıda birlik sağlıyor," diyerek bu yazıyı benimsemişsek, işte gördük ki bu yazının lehçe başkalıklarını yazıda göstermemek gibi bir niteliği de yok. Peki bu yazıyı Türklere şimdi yeniden niçin dayat­ maktalar? İran ile Suudi Arabistan, Orta Asya'daki Türklerin Arap yazısını, Fars yazısını benimsemeleri için bastırıyorlar. "Bu yazıyı benimserseniz basım araçlarını bile biz vereceğiz, karşılıksız olarak," diyorlar. Gazeteler şöyle bildiriyor:

Bakü'ye Türkiye' den Arap alfabesi Milliyet Gazetesi, 15.01 .1992 Ali Sirmen, Bakü' den bildiriyor Türkiye ile Azerbaycan arasında, büyükelçilik dü­ zeyinde diplomatik ilişkiler kurulmasını öngören protokol dün Bakü' de, Cumhurbaşkanlığı sara­ yında Büyükelçi Bilal N. Şimşir ile Dışişleri Ba­ kanı Hüseyin Sadıkov arasında dün imzalandı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Muttalibov'un ülke­ mizi ziyareti öncesinde imzalanan anlaşma iki ülke ilişkilerine yeni boyutlar getiriyor. Ancak bir yandan hükümetler arası bu anlaşma yapılırken, bir yandan da Türkiye' deki bazı İs­ lamcı kuruluşlar Azerbaycan'daki tutucu dinci çevrelere destek oluyor. Örneğin, 13 Ocak 1 992 Pazartesi günü, yeni pro­ tokolu imzalamak üzere Azerbaycan başkentine uçan Büyükelçi Bilal N. Şimşir'i taşıyan uçak, aynı zamanda Türkiye' den paketlenmiş olan "Kur' an

246

Alfabesi" başlıklı, Arap alfabesi kolilerini de bir­ likte getirmekteydi. Pazartesi gecesi Azerbaycan havaalanına gelen binlerce Arap alfabesi kitabını, son zamanlarda Bakü' de büyük atak yapan İslamcı bir Türk gaze­ tesinin temsilcileri aldılar ve kolilerin içeriği hak­ kındaki soruları yanıtsız bırakarak hızla oradan ayrıldılar. Bu arada Milliyet'in Bakü muhabiri Rehber Beşiroğlu, paketi taşıyan Azerbaycanlı gö­ revlileri sayesinde içerik hakkında bir bilgi edindi ve alfabe kitaplarından bir adet edindi. Bilindiği gibi Azerbaycan' da alfabe savaşı üç taraf arasında bütün şiddetiyle sürmekte. Halkın ve Halk Cephesi önderlerinin başı çektiği grup geç­ mişteki bağımsız Azerbaycan devletinde de kulla­ nılmış olan Latin alfabesinin kabulünü savunur ve sonunda yönetimin de bu yönde karar almasını sağlarken, eski komünistler Kiril alfabesine bağlı kalmaktan yana görünmekteler. İran yönetimi ile Allahaşükür Paşazade önderli­ ğindeki Bakülü İslamcı tutucu cephe ise, "şeyta­ nın alfabesi" olarak tanımladıkları Latin alfabe­ sine karşı çıkıp "Kur'an'ın alfabesinin kabulünü" savunuyorlar. Allahaşükür Paşazade geçen hafta yüz kadar molla ile Cumhurbaşkanlığı sarayı önünde gös­ teri yapıp bu konuda Muttalibov ile görüşmeyi de başarmışh. Önceki gün Türk Hava Yolları uçağı ile Tür­ kiye'den gelen binlerce Arap alfabesi ile son za­ manda ülkemizden de Allahaşükür Paşazade ve mollalar takımına destek gönderilmiş oldu.

247

Bakü'ye Gönderilen kitap ve broşürlere tepki Milliyet Gazetesi, 1 6.01.1992 ,.Arkadaşımız Ali Sirmen' in Azerbaycan' dan gön­ derdiği "Türkiye'den Bakü'ye Arap Alfabesi" başlıklı haber büyük yankı uyandırdı. Gazetemizde dün yayınlanan "Türkiye' den Bakü'ye Arap Alfabesi" başlıklı manşet haberi bü­ yük yankı uyandırdı. Çeşitli çevrelerden değişik tepkilere yol açan haberimiz üzerine bazı vatan­ daşlar, "Asya Türk cumhuriyetleriyle Türkiye Cumhuriyeti arasında kültür ve iletişim alanla­ rında birliği sağlamak için Latin alfabesi kullanıl­ masının milli bir devlet politikası olduğu şu gün­ lerde, bazı demek ve kişilerin bu ülkelere ısrarla Arap alfabesi göndermeleri sorumsuzluktur. Ha­ beriniz pek çok çevreyi uyaracaktır," derken, bazı vatandaşlar ve kuruluşlar da, "Gönderilenler Arap alfabesi olmayıp Kur'an elifbesidir. Bunun sakıncası olmamak gerekir," diye görüş bildirdi­ ler. Milli Gazete yazarlarından Abdurrahman Dilipak da gazetemize gönderdiği açıklamada, "Gönderi­ lenler 16 sayfalık Kur' an elifbesidir. Ayrıca Arapça öğreten kitaplar gönderilmesinin de suç olmaması gerekir," dedi. MİLLİYET'İN NOTU: Arkadaşımız Ali Sirmen'in Bakü Havaalanında tanık olduğu, Türkiye' den bir gazete tarafından Arap dili veyazısını öğreten ki­ tap ve broşür kolilerinin bu gazetenin temsilcileri tarafından alelacele alandan alınıp kente götürül­ mesi olayı idi. Eğer Sirmen ve Milliyet'in Bakü muhabiri arkadaşımız, Latin alfabesini öğreten

248

Türkçe broşür ve kitapların gönderilmesine tanık olsalardı bunu da haber olarak bildireceklerdi. Tüm Arap ülkeleri ile İran'ın, temelinde siyasi ve kültürel niyetler yatan, "Asya Türk cumhuriyetle­ rine Arap alfabesi yayma" girişimlerinin çok yay­ gın olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin de Asya'daki soydaşlarına kendi kullandığı alfabeyi benimsetmek istediği şu günlerde, Milliyet objek­ tif gazetecilik yapmıştır. Evet, bir yazı savaşı, bir abece savaşı veriliyor. Bu sa­ vaşta dilbilimcilerin sesi duyulmamakta. Şunun iyice anlaşılması gerek: Arap yazısı Arap diline uygundur; ancak Arap yazısının Türk diline uymaz olduğu, yaşanan, yaşamda görülmüş bir gerçektir. Evet, ikinci bir dil öğrenmek isteyen Müslüman din görevlisi Türklerin Arap­ çayı, Arap yazısını öğrenmeleri çok yerinde olur. Ancak, Türkçeyi Arap yazısıyla yazmak, dinsel gereklere de bilimsel gereklere de uygun düşmemektedir. Çünkü kullanılan yazı türünün konuşulan dile uygun olması, yazı türü seçiminde biricik belirleyici etkendir. Türkler geçmişte bin yıla yakın bir süre Arap yazısı ile Türkçe yazdılar. Bu dönemden elimizde bulunan yazılı belge­ lere bakıldığında bunun ne denli yanlış olduğu açıkça görül­ mektedir. Divan-ı Lugat it-Türk, Arap yazısıyla Türkçe yaz­ manın neden olduğu karmaşanın örnekleriyle doludur. Açın Divan'ı bakın; "or" ile "ör" sözcüklerinin Arap yazısında bir­ birinden ayrılamadığını görürsünüz. Ancak bunlardan "ör" sözcüğünün yanında "vav harfi ince, çekilerek okunacak" diye bir uyarı yazılı. Demek ki Arap yazısı bu Türkçe sözcük­ lerin nasıl okunacağını gösterememiştir. Bu sözlükteki "üç", "uç", "uç" olarak gösterilen üç ayrı sözcük, aralarında anlam ayrılıklarının yanı sıra ses başkalıkları da bulunmasına karşın,

249

Arap yazısı ile üçü de birbirinin eşi olarak yazılmıştır. Bu du­ rum Divan'daki "ot", "öt", "öt" maddeleri için de böyledir. Bunların da okunuşları birbirinden başka olmasına karşın, Arap yazısı kullanıldığından birbirinin eşi olarak yazılmıştır. "Öt"lerden birinin yanına "vav harfi yukarıdakinden daha az ince, çekilerek okunacak" diye uyarıda bulunulmuş. Demek ki bu üç sözcük arasında söyleniş ve anlam başkalıkları var, ancak bu başkalıklar Arap yazısında gösterilemiyor. Bunlar lehçe başkalığı değil, tek bir lehçedeki anlamları söylenişleri başka sözcüklerdir. Türkçe sözcüklerin Arap yazısıyla yazıl­ dığı Divan' da "ölitti" ve "ulıttı" sözcükleri arasındaki ses baş­ kalığı Arap yazısında gösterilememiş. Bunlardan "ölitti", ıs­ lattı; "ulıth" ise eğdirdi anlamına geliyor. Divan'daki "ekildi" sözcüğü ile "egildi" sözcüğü arasındaki söyleniş ve anlam başkalıkları Arap yazısı ile yazıldıkları için görülmüyor. Üf­ ledi anlamına gelen "ötürdi", kesti anlamına gelen "uturdu" ve deldi anlamına gelen "ütürdi" sözcükleri bugün kullandı­ ğımız Latin kökenli Türk yazısında birbirinden ayırdedilebi­ liyor; ancak bu sözcükler Arap yazısıyla yazıldıkları Divan' da birbirinin eşidirler; aralarındaki ses ve anlam başkalıkları Arap yazısında görülmez. Araplara Türkçe öğretmek amacıyla Türkçe sözcükle­ rin Arap yazısıyla gösterildiği Divan-ı Lugat it-Türk'ü alıp okuyan bir Arap düşünelim. Diyelim ki bu Arap, Türkçe söz­ cükleri Arap yazısıyla yazarak, bir Türke bir mektup yazmış olsun. Bu mektupta ona bir buluşma yeri bildirsin: "Samanlığı geç, sağa doğru yirmi adım yürü." Türkçe sözcüklerin Arap yazısıyla yazıldığı böyle bir mektubu alan Türk, önce saman­ lığı bir güzel yakabilir, sonra da sağa doğu yirmi adım yürür. Çünkü, Divan'da "geç" anlamına gelen "öt" sözcüğü ile "yak" anlamına gelen "üt" sözcüklerinin Arap yazısıyla yazı­ lışları birbirinin eşidir. Bin yıl boyunca Arap yazısı ile Türkçe yazan atalarımızın bu dönemde nasıl yazım bulanıklıkları

250

içinde bocalamış olduklarını düşünmek, hiç de güç değildir. Sonuç olarak; Arap yazısı Türk dilindeki anlamı başka söylenişi benzer olan sözcüklerin birbirlerinden ayırdedile­ mediği bir yazıdır. Arap yazısı Arap diline uyar, Türk diline uymaz. Geçmişte kanat takıp uçmayı deneyen ilk kişinin He­ zarfen Ahmet Çelebi olduğu sanılır. Oysa ondan 600 yıl önce bir başka Türk, Sözlükçü Cevheri, İ.S. 1010 yıllarında, kanat takıp uçma denemelerinden birinde yere çakılıp ölmüştür. Cevheri'den günümüze kalan Arapça sözlük: Tac-ül-Luga ve Sihah ül -Arabiyye'dir Bu sözlük, yüzyıllarca Türk medresele­ rinde biricik kaynak olarak bellenmiş; dahası öğrencilere bü­ tünüyle ezberletilmiş; Cevheri'nin sözlüğünü ezberlemeyen­ ler medreseden icazet alamamışlardır. Gelgelelim Cev­ heri'nin ölümünden 400 yıl sonra, bu kez bir başka sözlükçü, Firuzabadi çıkmış, Cevheri'nin sözlüğünün pek çok yanlış­ larla dolu olduğunu söyleyerek, göstermiştir.1 01 İyi, güzel de, bizim medreselerimizde yanlışlığı 400 yıl sonra ortaya çıkan bu sözlükle üstelik dinsel öğrenim yapılmıştı; şimdi ne ola­ caktı? .. .

Türkler, 1000 yıllarında, Arapça'yı -yanlışları ancak 1400 yıllarında ortaya çıkacak olan- Cevheri'nin sözlüğünden öğrenmiş, dolayısıyla 400 yıl boyunca Arapça sözcüklere yan­ lış anlamlar vermeyi sürdürmüşlerdir. Bu ne demektir?. Bu, şu demektir: Türkler dört yüz yıl boyunca Kur' an' daki kimi sözcüklere yanlış anlam yüklediler. Çünkü, dayandıkları sözlük yanlışlarla dolu idi. Bu durum günü­ müze dek böyle sürmüştür. Cevheri'nin yanlışlarında, onun çağdaşı olan Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğündeki yazı bulanıklığının bir etkisi ola­ bilir mi? Bilmiyoruz. Araştırdık mı? Araştırmadık. Cev­ heri'nin yanlış tanımladığı sözcükler hangileri? Bilmiyoruz.

251

Firuzabadi'nin eleştirileri neler? şimdilik bunlar üzerinde durmuyoruz. Ancak, Mehmet Akif Ersoy'un dediği üzere, biz Türkler Kur'an' da geçen "sabır", "tevekkül", vb. gibi pek çok önemli kavramı yanlış anlamış, yanlış anlamlar yüklemişiz. Peki bu yanlışlarda, yazılı kaynakların, örneğin Arap yazısı ile Türkçe yazmaktan doğan yazı bulaklığının etkisi olmamış mıdır? Dine ilişkin kökleşmiş dilsel, anlamsal yanlışlarda, geçmişte çağlar boyu Arap yazısı ile Türkçe yazmış olmamı­ zın da etkisi bulunduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Kendi ya­ zısı bulanık olan bir ulusun başka dillerle ilişkisi de bulanık olur. Kaşgarlı Mahmud'tan, Cevheri'den çok sonra bile, Arap yazısı kullanarak Türkçe yazmaktan doğan bulanıklığın yüzyıllarca sürdüğü, belgelerde açıkça görülüyor. Zemah­ şeri'nin Mukaddemet ül-Edeb adlı yapıhnda, Türk dilindeki "o", "ö", "u", "ü" seslerinin Arap yazısında yine birbirine ka­ rışmış olarak yazıldığını görüyoruz. Bu yanlış seslendirmeler, yanlış anlamaları doğura doğura yüz yıllarca sürdü. Arap abecesiyle yazılan Türkçe sözcüklerin yazıda birbirine karışması, bunların anlamlarının da birbirine karış­ ması sonucunu doğurmuştur. Örneğin, biçmek anlamına ge­ len "ormak" sözcüğü ile, takmak anlamına gelen "urmak" sözcüğü, Arap yazısıyla birbirinin tıpkısı olarak yazıldığı için, bunların anlamları da süreç içerisinde birbirine karıştırılmış, gerçekte "Orun boynunu! " (kesin boynunu) olarak söylen­ mesi gereken tümce, giderek yanlış yazılıp yanlış seslendiri­ lerek "Urun boynunu! " olmuştur. Böylece yazı bulanıklığı pek çok anlam karışıklığına da neden olmuştur. Arapça olan bir sözcüğün anlamını, Türklere Arap ya­ zısıyla Türkçe yazarak açıkladığınızda, yaptığınız bu Türkçe

252

açıklamanın yazısı bulanık olacağından dolayı, o Arapça söz­ cüğün tanımı da yanlış okunmaya yanlış anlaşılmaya pek uy­ gun olacakhr. Bunun özellikle dinsel açıdan büyük, çok bü­ yük sakıncalar doğurduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Bu yüz­ den Türkler Arap dilini dolayısıyla da Kur'an'ı çok iyi kavra­ mak istiyorlar ise, yaptıkları Arapça Türkçe sözlüklerde, Türkçe açıklamaların kesinlikle Arap yazısıyla Türkçe olarak yazılmaması gerektiğini derinden kavramalıdırlar. Diyelim ki Türkçe karşılıklarını Arap yazısıyla Türkçe yazarak bir Arapça-Türkçe sözlük yapıyorsunuz. Arapça "kun" sözcüğünün karşısına Türkçe "ol" söz­ cüğünü, Arap yazısıyla "elif-vav-lam" olarak yazacaksınız. Arapça "mevt" sözcüğünün karşısına Türkçe "öl" söz­ cüğünü, Arap yazısıyla, "ol" ile eş biçimde; yine "elif-vav­ lam" olarak yazacaksınız. Çünkü Arap yazısında "o" ile "ö" yü ayırdedecek ayrı ayrı göstergeler yoktur. Gelgelelim Türk dilinde "ol" ile "öl" sözcükleri karşıt anlamlıdır. "Olmak" ile "ölmek" gibi anlamı zıt sözcü klerin birbirinden ayırt edilemediği bir Arap abecesi kullanarak Türkçe yazma edimi, Türklerin Arapça ile ilişkile­ rini bulandırmıştır. Türklerin Arapça ile ilişkilerinin bulanık­ lıktan kurtulması için, öncelikle Arap yazısıyla Türkçe yaz­ mayı bırakmaları gerekiyordu; bırakmışlardır da. Ancak bun­ dan sonradır ki, artık Arapça-Türkçe ilişkileri, Türk dilcileri­ nin geçmişteki bulanıklığı giderecek uzun çalışmalar yapma­ larından sonra sağlıklı bir biçimde kurulabilecektir. Türkler Müslüman olduktan sonra kendi yazılarını değiştirip Arap yazısı ile Türkçe yazmaya başladıkları gibi kendi Türk kökenli adlarını değiştirip Arap adları almaya başladılar. Bunun sonucu olarak da "Muhammed" sözcüğü Türk dilinde "Mehmed", "Mehmet", "Memet", "Memo", "Memiş" oldu. "Muhammed" sözcüğünün Türk dilinde

253

"Mehmet" olup çıkması da, sanırım bu Arap abecesiyle Türkçe yazmanın yol açhğı seslendirme bulanıklığının bizlere bir armağanıdır. Arapça "Muhammed" sözcüğü, söylene söy­ lene mi, yoksa Arap abecesiyle bulanık yazılıp yanlış okuna­ rak mı "Mehmet"e dönüştü? Bunun nasıl oluştuğu sorunu, yazı sorunundan bağımsız düşünülemez. Türkler, Arap yazısıyla Türkçe yazmaya giriştikle­ rinde, Arap yazısının Türkçe sözcükleri doğru olarak yaz­ mada yeterli olup olmadığını uzun uzun düşünmüş değildir­ ler. Tersine, bunu Müslümanlığın bir buyruğu sanmaktaydı­ lar. Arap yazısının Türkçe sözcükleri yazmaya yetmediğini, ancak süreç içerisinde, yaşayarak gördüler. Arapça "Muhammed" sözcüğünün nasıl olup da Türk dilinde "Mehmet"e dönüştüğünün yanıhnı aradığımızda, bu­ nun bir yazı-dil uyuşmazlığının ürünü olduğunu göremeyen kimi Müslümanların şu görüşüyle karşılaşıyoruz: Mehmed: Muhammed isminin Türkçe'de meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona layık bulunan Muhammed (A.S.M) ismine hürmeten bu değişiklik adet ol­ muştur. ı o2 Bu açıklama doğru olamaz, çünkü Türkiye' den başka hiçbir Müslüman ülkede "Mehmet" adı yoktur. Mehmed adı yalnızca Türklerde vardır. Araplar ve öteki Müslüman ulus­ larda erkek çocuklara bol bol Muhammed adı konulduğu bel­ geli bir gerçek olduğuna göre; Müslümanlar arasında "Mu­ hammed" adına Türklerden başka hiçbir ulus saygı gösterme­ yip çocuklarına saygısızca "Muhammed" adını veriyorlar, di­ yebilir miyiz? Ya da Muhammed adını yalnızca Tanrı'nın el­ çisine özgü kılıp, kendi çocuklarına ad olarak koymaktan say­ gıyla çekinen biricik ulus Türklerdir, diyebilir miyiz? Bu du-

254

rumda, Türklerin dışındaki bütün Müslüman uluslar, Mu­ hammed adını Tanrının elçisine özgü kılmayarak ona büyük saygısızlık etmişlerdir, diyebilir miyiz? Türk dilindeki "Mehmet" in Arapça "Muhammed" ten evrildiği üzerinde kimsenin aykırı düşündüğü yok. Ancak, bu bilinçli olarak, saygı nedeniyle mi olmuştur, yoksa olağan bir dil yuvarlaması mıdır? Bunun "Muhammed" adını yal­ nızca Tanrı elçisine özgü kılıp, ona saygıdan dolayı kendi ço­ cuklarına "Muhammed" adını vermeyip, buna benzer bir ad olarak "Mehmet" adını vermekle hiç bir ilgisi olmadığını gö­ rüyoruz; çünkü Türklerde çocuklara "Muhammed" adı ko­ nulmuştur. Örneğin son yüzyıl Türk din bilginlerinden Mu­ hammed Hamdi Yazır'ın dahi önadı "Muhammed"tir. 1 942'de ölmüştür. Onun yaptığı Kur'an yorumu 1 935'te Latin abecesiyle Türkçe olarak basılmıştır. Bu baskıdaki adı Latin yazısıyla Muhammed Hamdi Yazır'dır. Kendisi kendi adını Latin abecesiyle "Elmalılı Hafız Muhammed Hamdi, babası Numan, babası Muhammed" olarak yazmışhr. Demek ki de­ desinin adı da Muhammed'tir. Biz, "Muhammed"in Müslü­ man ülkeler arasında yalnızca Türkiye' de "Mehmet"e dönüş­ mesini, Arap yazısının Türk diline uymazlığının ortaya çıkar­ dığı seslendirme bulanıklığından kaynaklanan bir durum ola­ rak niteliyoruz. Tıpkı "Eba Yezid" adının da Türklerin dilinde yuvarlanıp önce "Bayezid" sonra "Beyazıt" olduğu gibi. . . Türklerden başka hiçbir Arap ülkesinde "Bayezid" diye bir ad yoktur. "Yezid", Farsça'da Zerdüşt inancındakilerin Allah'a verdikleri addır. (Yezdan, Yezid). Fars Zerdüştler, sonradan Müslümanlığa geçince, "Yezid" sözcüğünü Allah'ın Farsça­ daki karşılığı olarak kullanmışlardır. Ünlü Fars tasavvufçusu Ebu Yezid Bistami'nin adı Türk dilinde söylene söylene Baye­ zit-i Bistami olup çıkmıştır. İşte "Bayezit" sözcüğü iki Türk padişahının adı olarak buradan yuvarlanmıştır. Mehter marş-

255

larında, "Kur'anda zafer vaadediyor Hazreti Yezdan" denile­ rek gümbür gümbür davullar vurulur. Yezdan kim ola ki Kur' an da zafer vaadedebilsin, diye araştırdığımızda mehter marşında Allah'ın Farsça karşılığı olan Yezid' in kullanıldığını görüyoruz. Üstelik Farsların İslamlık' tan önceki putataparlık dönemindeki tanrılarının adıdır Yezdan . . . İşte "Yezid" bura­ dan, "Bayezit" de buradan geliyor. "Mehmet" sözcüğü de aynı biçimde "Muhammed" sözcüğünün Türk dilinde evrile­ rek aldığı bir biçim olduğu denli, Arap yazısının Türklerce seslendirilmesindeki güçlüğün ortaya çıkardığı bir sözcük­ tür .. Evet, Arap yazısıyla Türkçe yazmak, Türk yazı dilinde bulanıklığa yol açmış ve bu ülkede, Arapça "umum" sözcü­ ğünü "imam" diye okuyup, bu yanlış okumadan dolayı yan­ lış fetvalar veren din görevlileri de görülmüştür. 103 Bir Türk'ün ana belgeleri Arapça olan Müslümanlığı çok iyi kavrayabilmesi, Türkçe-Arapça sözlüklerin ve Türkçe­ Arapça ilişkisinin bulanık olmamasına bağlıdır. İşte diller arası bu açık seçiklik gereğinden dolayı, Türk dilindeki ya­ bancı sözcükler atılıp yerlerine öztürkçeleri konmadıkça; Türkçe sözcükler Arap yazısıyla değil, Türk diline upuygun olan bugünkü yazımızla yazılmadıkça; Türklerin bütün yazılı belgeleri Arapça olan Müslümanlığı olabildiğince derinden ve doğru olarak kavraması olanaksızdır. Atatürk'ün öncülüğünde 1 928'de gerçekleştirilen Yazı Devrimi'yle, Türkler bin yıl sonra bulanık Arap kökenli Os­ manlı yazısından kurtulabilmiş; kendi sözcüklerini açıkseçik yazmaya başlamış, yanlış okuma, birbirine karıştırma orta­ mından kurtularak, din alanında dahi ilk kez Arapça yazılı dinsel belgeleri Türkçede anlaşılır biçimde açıklayabilme ola­ nağına kavuşmuştur. Yine Atatürk'ün kurduğu Türk Dil Ku­ rumu'nun çalışmalarıyla, dilindeki yabancı sözcüklerden de kurtulma yoluna girmiştir. Dolayısıyla, artık Türkler Arapça 256

dinsel sözcükleri kendi dillerine yetkin biçimde çevirebilecek; Kur'anda geçen Arapça sözcükleri, dilimize yine Arapça'dan geçmiş olan başka bir Arap kökenli sözcükle çevirme çarpık­ lığından da kurtulacaktır. Örneğin Kur' anda geçen Arapça "kafir" sözcüğünü, dilimize Farsça' dan geçmiş bir sözcük olan "nankör" ile çevir­ mek, bir anlam sapmasıdır. Kur' an' da geçen "kafir" sözcü­ ğünü "küfreden" diye de çeviremezsiniz, çünkü Arapça'daki "küfür" sözcüğü, Osmanlıca'da "sövmek" anlamına gelen "küfür" sözcüğü ile anlamdaş değildir. Gelgelelim, Kur'an çe­ virilerinde, anlamlandınlmalarında, Kur' an da geçek "kafir" sözcüğü genellikle Farsçadan alınan "nankör" ya da Arapça­ dan alınıp anlamı kaydırılan "küfreden" sözcükleriyle çevril­ miştir. Oysa Arapça "kafir" sözcüğünün öztürkçe karşılığı "yalıtıcı", "yadsıyıcı" dır. İşte Kur' an çevirilerinde niçin Arapça'dan Farsça'dan dilimize giren sözcüklerin kullanıl­ maması gerektiğinin binlerce örneğinden biri budur. Ancak Dil Devrimi' den sonradır ki, Türkler Kur' an' da geçen "kafir" vb. gibi Arapça sözcüklere öztürkçe birer karşılık verebilecek duruma gelmişlerdir. Bu Arapça sözcüklerin anlamını ancak yeni yeni doğru olarak Türkçeleştiriyoruz. Türkler Arap kökenli Osmanlı yazısından kurtulduk­ ları gibi, dillerindeki Arapça, Farsça kökenli sözcüklerden de kurtuldukça, Kur'an'ı görece olarak daha derinden kavraya­ cak; dinlerini beyinlerinde, yüreklerinde, özlerinde duyumsa­ yacak; Tanrı'ya yobazca, bilisizce, onu yanlış anlayarak değil, daha bilgili, aydınlık ve içten bağlanacak; böylece "dinsel ge­ ricilik" ten kurtulup, "dinsel ilericilik"e yönelerek düşün, bi­ lim alanlarında da ilerleyeceklerdir.

257

"The Türkçe" Bu çalışma boyunca, dil-din ilişkileri çevresinde do­ landığımızdan, sanılabilir ki dilimize Bah'dan giren sözcük­ lere karşı değiliz. Bunu ayrı bir konu olarak ikinci bir çalış­ mada işlemeyi uygun gördüm. Türk aydınlarından, Balının yanaşması, yardakçısı, özentisi olanlar da, bugün dilimizi batı kökenli sözcüklerle bozmaya girişmiş bulunuyorlar. Türk di­ lini "The Türkçe" ye dönüştürme çabaları, en az Türk dilini "Al-Türki"ye çevirme çabaları denli bozucudur. Gerçekte "The Türkçe" cilerin "Al-Türki" cilerden dile yaklaşım olarak bir başkalıkları yoktur. Biri ötekinin közüngüsü (aynası) olu­ yor. Bütünüyle arınmış, bütünüyle yerli sözcüklerden olu­ şacak bir Türkçenin olanaksızlığı açıkhr. Olabildiğince arın­ mış, olabildiğince yerli sözcüklerden oluşacak bir Türkçe ise, olanaklıdır. Önerdiğimiz, din açısından bile çok gerekli oldu­ ğunu örneklerle kanıtlamaya çalışhğımız, ikincisidir. Ola­ naklı olandır, olması gerekendir. Atalarımızdan bize kalan yazılı belgelerle uğraşırken, kiminde şaşkınlıktan dilim tutuluyor. Örneğin, "şafak" söz­ cüğünü Farsçadan almışlar. Ancak Farsçada "günbahmı" an­ lamına gelen "şafak"a niçin "gündoğumu" anlamını verdik­ lerini bir türlü anlamıyorum. Düşünün İngilizce'den "mor­ ning" (gündoğumu) sözcüğünü alıp buna "günbatımı" anla­ mını vererek kullanıyorsunuz. Bu ne demektir? Bir İngiliz size "good morning" (günaydın) diyecek, siz ise bunu 'iyi geceler' diye anlayacaksınız; "Good moming","İyi günbatımları" .. Atalarımız Fars dilinde olumluluk öntakısı olan "bi"yi dilimize almışlar. Sonra Araplar üzülmesi, ya da Arapların hahrı kalmasın diye Arapçada olumlu bir bağlaç olan "bi"yi de dilimize sokmuşlar. Fars dilinde "billah", "Allahsız" demektir; "bi-", "-sız"

258

anlamına gelir. Arap dilinde "billah", "Allah ile" demektir; "bi-", "-le, -la, -li, -lı" anlamına geliyor. Atalarımız biri Arapça biri Farsça olan bu iki karşıt an­ lamlı "bi-"nin ikisini birden dilimize sokmuşlar. Osmanlıcada "bigünah", suçsuz demektir; "bigü­ nah"ın "bi-" si Farsların kullandığı olumsuzluk öntakısıdır. Yine Osmanlıcada "bihakkın", haklı demektir; "bihak­ kın" daki "bi-" Arapların kullandığı olumluluk öntakısıdır. Atalarımız niçin kimi yerde olumlu, kimi yerde olum­ suz işlev görecek "bi-" gibi bir ön eki, üstelik birini (olumsu­ zunu) Farslardan, ötekini (olumlusunu) Araplardan alıp kendi dillerine sokma gereğini duymuşlar? Kendi dillerini bu denli bozan başka yöneticiler gelmiş midir yeryüzüne bizim Osmanlılarımızdan başka? Osmanlının dil konusundaki boz­ guncu tutumu, Konfüçyus'un dile verdiği önemle karşılaştı­ rılınca çok iyi anlaşılır.

Konfüçyus ve Osmanlı Konfüçyus' a soruyorlar: "Bir ülkeyi yönetmeye çağrıl­ sanız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?" Konfüçyus yanıtlıyor: Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlar­ dım. Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gerekli şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gerektiği gibi yapılamazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlığa düşen halk ne yapaca­ ğını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki hiç bir şey dil kadar önemli değildir . .

259

Osmanlının bir Konfüçyus'u yoktu besbelli! . . Osmanlı, Konfüçyus dil konusunda ne öğütlüyorsa tam tersini yapan yöneticilerden oluşuyordu. Dili ve yazısı günden güne bozu­ lan Osmanlı'nın batması, Konfüçyus'un dil ve yönetim ara­ sında kurduğu bağlantının ne denli doğru olduğunun somut bir kanıhdır. Osmanlı'da bilim geriledi. Niçin? Bilimsel dü­ şünce üretiminin ön koşulu olan dil seçikliği kalmadığı; dil, kendisiyle bilimsel düşünceler üretilemeyecek ölçüde bozul­ duğu için. Osmanlı'da toplumun büyük çoğunluğuyla aydın­ lar arsında büyük bir dilsel uçurum vardı. Niçin? Yeryüzün­ deki hiçbir toplum, kendi aydınlarının ne yazdığını anlamak için kendi dilinden başka yabancı iki dilin daha kurallarını öğ­ renmeye soyunmaz da onun için. Osmanlı toplumunun ço­ ğunluğu, Osmanlı aydınının neler düşündüğünü neler yazdı­ ğını anlayabilmek için Farsçanın, Arapçanın, Osmanlıcanın, dolayısıyla üç dilin kurallarının öğrenmek zorundaydı. Ay­ dınlar nedense buna katlanabilmişler, ancak toplumun buna katlanmasını beklemek alıklık olmuştur. Dilimiz açıklıkla aydınlanmadıkça, ne dinimiz, ne dü­ şünce üretimimiz yıldızlar gibi ışıldayabilir. Dilimiz bulanık­ lıktan arındıkça, yazımız dilimize uygun oldukça, Türklerin yeryüzünde İslam'ın batıyı bile imrendirecek en ilerici, en ay­ dınlık örneği olacağını; düşünce üretiminde insanlığa büyük katkılarda bulunacağını savlıyor, bu özlemi beynimin göze­ neklerinde, yüreğimin derinliklerinde duyumsuyorum.

260

SONUÇ

1. Bin yıldır Türk diline yığılan Arapça, Farsça sözcük­ ler, gerçek bir gereksinmenin kaçınılmaz sonucu olarak dili­ mize girmiş olmayıp, uydurma dinsel gerekçelerle kişileri, toplumu kandırarak sokulmuşlardır. 2. Dilimize sokulan her bir Arapça, Farsça sözcük, di­ limizde bulunan, kullanıla gelen yerli bir sözcüğü kullanım­ dan düşürmüş, böylece onun unutulmasına yol açmıştır. 3. Dilimize sokulan Arapça, Farsça sözcükler; dili­ mizde önceleri bulunan sağlıklı kök türev ilişkilerini yarala­ mış; dolayısıyla yeni durumların gerektirdiği yeni sözcükleri kendi öz sözlüğümüzden türetmemizi güçleştirmiştir. 4. Bu da öz dilimizi işleyip geliştirmemizi önlemiş, biz­ lerin sözcük türetme yetimizi körelterek, düşünce üretme ya da yabancılarca üretilmiş düşünceleri kendimiz için yeniden üretme olanağımızı kösteklemiştir. 5. Bunun sonucu olarak, ne sağlıklı düşünceler ürete­ bilmiş ne de yabancılarca ortaya konmuş düşünceleri kendi­ miz için yeniden yorumlayarak bunlardan olabildiğince ya­ rarlanabilmişiz. 6. Bu durum, Kur'an'ı bile yeterince anlayamayıp, onu usumuzla kavrayamama, yüreğimizde duyumsayamama so­ nucunu doğurmuş. 7. En kötüsü de özellikle dinde yanlış anlamalara ne­ den olmuş.

261

8. Ulusumuzun din ve bilim alanlarında düşünsel ge­ lişimini geriletmiş. 9. Türkçe'nin Arap yazısıyla yazılması da gerçek bir gereksinmenin kaçılmaz sonucu olarak değil, bütünüyle yan­ lış koşullanmanın bir sonucu olarak benimsenmiştir. Bu, Tanrı buyruğu olmadığı gibi, bilimsel bir gereksinim de de­ ğildi. 1 0. Kullanılan yazı türünün bir olması, uluslar ara­ sında inançsal ayrılıkları önlemediği gibi, eylemsel bir birliği de sağlayamaz. Bunun böyle olduğu yaşam deneyimleriyle, binlerce olayda görülmüştür. Latin yazısının da Arap yazısı­ nın da toplumların birbirlerini boğazlamasırıı engeleyebilme gibi bir gücü yoktur. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında din­ leri bir, yazıları, abeceleri bir olan Hıristiyan, Latin uluslar bir­ birleriyle savaşmışlardır. Dinlerinin, yazılarının bir olması, birbirleriyle savaşmalarını önleyememiştir. Tıpkı bunun gibi, Müslüman olup tümü Arap yazısını kullanan İran, Irak, Ku­ veyt, Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkeler de birbirleriyle bo­ ğazlaşmaktadırlar. Demek oluyor ki bir abece, yazı birliği kurmak, o yazıda birleşen uluslar arasında duygu, düşünce ve eylem birliği oluşturmaya yetmemektedir. 11. Topluca Latin yazısını benimsemek, yeryüzündeki bütün Türk toplumlarının duygu, düşünce, eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez. 12. Topluca Arap yazısını benimsemek, yeryüzündeki tüm Müslümanların duygu, düşünce, eylem birliğini gerçek­ leştirmeye yetmez. 13. Uluslar arasında duygu, düşünce, eylem birliği; o ulusların dilleri, dinleri, yazıları başka başka olsa da gerçek­ leşebilir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı-Alman birliği; iki toplumun din, dil, yazı ayrılıklarına karşın gerçek­ leşmiştir. Suudi-Amerikan işbirliği, bu iki ulusun din, dil, yazı

262

ayrılığına karşın gerçekleşmiştir. 14. "Yeryüzündeki bütün Türkler topluca şu ya da bu yazıyı benimserlerse birbirleriyle uyum içinde yaşarlar" dü­ şüncesi yanlışhr. Orhon yazıtlarında taşa kazınmış gerçekler, Türklerin kimi durumlarda birbirlerini yediklerini; araların­ daki din, dil, yazı birliğine karşın birbirleriyle savaştıklarını belgeliyor. 15. Bir toplumun kullanacağı yazıyı seçmesinde belir­ leyici olabilecek biricik etken, seçilecek yazının konuşulan dil­ deki bütün sesleri yeterince gösterip gösteremeyeceğidir. Eğer şu ya da bu yazı, konuşulan dildeki bütün sesleri yetkin bir seçiklikte gösterebiliyor ise, o benimsenmeli; gösteremiyor ise, o yadsınmalıdır. 16. Arap yazısı Türklerin dillerindeki bütün sesleri yetkin bir seçkinlikle gösteremediği için Arap yazısıyla Türkçe yazmak yadsınmalıdır. 17. Yeryüzündeki hiçbir dil aşağılanamaz ya da öteki­ lerden çok yüceltilemez. Her dil işlenmeye, gelişmeye, yetkin­ leşmeye açıktır. Doğası gereği aşağı olan dil ya da yazı yoktur. Geliştirilmesi unutulmuş, bırakılmış dil yada yazı vardır. Öl­ müş denilen İbrani dili, İbrani yazısı; İsrail'in kurulmasıyla yeniden dirilmiş, gündelik konuşma ve düşünce üretme aracı oluvermiştir. 18. Arap yazısı, Arap dili içi uygundur, yeterlidir. An­ cak Arap yazısı Arap dili için uygun biricik yazı da değildir. Araplar dilerlerse kendi dillerini İbrani, Süryani yazılarıyla da yazabilirler. Çünkü bu yazılar da Arapça sözcükleri yet­ kinlikle göstermektedir. Tersi de olabilir. Süryanilerle İbrani­ ler, dilerlerse Arap yazısını kullanabilirler, bundan dolayı bir dil-yazı uyumsuzluğu doğmayacaktır. 19. Gelgelelim Türkler, Arap, İbrani, Süryani yazılarını

263

kullanarak Türkçe yazamazlar. Çünkü bu yazılar, Türklerin konuşmalarındaki bütün sesleri yetkin bir seçiklikle göstere­ mezler. Bu yazıların doğası, Türk dilinin doğasına uymuyor. 20. Yazı türü, abece seçimi, dinsel bir ayrım konusu değil, yalnızca dilsel bir gereksinim konusudur. 2 1 . Arap yazısının Türk dilindeki lehçe (ağız) ayrılık­ larını yansıtmayan birleştirici bir yazı olduğu savı doğru de­ ğildir. Sözcüklerin söyleniş başkalıklarını göstermeyecek yazı, ancak "çizge (resim) yazı" dır. Arap yazısı değil fakat Çin yazısı bu nitelikte sayılabilir. Bugün Çin' de konuşulan Çin lehçeleri arasındaki başkalıklar, iki Çin'li arasında çevirmen gerektirecek ölçüde büyüktür; ayrı lehçeleri konuşan iki Çinli, birbirleriyle ancak bir çevirmen aracılığıyla anlaşırlar. Gelge­ lelim Çin yazısı bir "çizge (resim) yazı" olduğundan, lehçesi ayrı iki Çinli konuşarak birbirleriyle anlaşamasalar dahi, ya­ zıştıklarında anlaşabilmektedirler. Çünkü yazdıkları, ses gös­ tergesi olmayıp, çizge (resim)dir. Arap yazısı, bir "çizge (re­ sim) yazı" olmayıp ses göstergelerinden oluşan bir sesçil yazı olduğu için, başka lehçelerin tek yazılışa indirgenmesi gibi bir sonuca yol açmıyor. 22. Din görevlisi Türkler Arap yazısıyla Türkçe yaz­ mayı savunacaklarına, Türkçelerini koruyup, ana dillerine ek olarak Arap dili öğrenebilirlerse, yurtlarına uluslarına daha yararlı bir iş yapmış olurlar. 23. Ana belgeleri, buyrukları Arap dilinde Arap yazı­ sıyla yazılı olan Müslümanlığı yetkin düzeyde kavrayabilmek için, Arapça öğretileri en yetkin bir düzeyde Türkçeye çevir­ mek gerekmektedir. 24. Dilimize geçen Arapça sözcüklerin, bugün bizim dilimizde yüklenmiş oldukları anlam başka, onların 1400 yıl önce Kur'an' da yüklenmiş oldukları anlam başkadır. Dolayı­ sıyla, Kur'an'ın ya da öteki Arapça yazılı dinsel belgelerin

264

Türkçeye çevirisinde, o Arapça belgelerde karşımıza çıkan bi­ zim bugün dahi kullandığımız sözcükler, kesinlikle yapılan çevirilerde kullanılmamalıdır. Kur'an'da geçen, örneğin "hamd" sözcüğünü, "Bu nasıl olsa bizim dilimizde bugün de yaşıyor," diyerek olduğu gibi çeviriye yazarsanız, yaptığınız çeviri, çeviri değil, deviri olur. Kur'an çevirmiş değil, çam de­ virmiş olursunuz. Cumhuriyet döneminde yapılan bütün Kur'an çevirileri, bu bakımdan birer "çam devirileri"dir. 25. Kur'an'ı çevirmek, anlambilim (semioloji), kalıtbi­ lim (arkeoloji), dilbilim, kökenbilim (etimoloji), Samioloji (Sami dilleri bilimi), Arapça, İbranice, Ortadoğu dinleri, Ku­ zeydoğu Afrika, eski Mısır, Güneydoğu Anadolu, Bizans ko­ nularında uygarlık bilgileri, insanbilim (Antropoloji) vb. gibi pek çok bilim dalının uzmanlarının uyum içinde, bilgi alış ve­ rişi içinde çalışacakları bir ortamı gereksinir: Bugüne dek ya­ pılan çevirme, anlamlandırma çalışmaları, bu çalışmayı ya­ panların derme çatma bireysel eğilimleriyle, saydığımız bi­ limsel alanlardaki tarihsel bulguların çoğundan yoksun ola­ rak yapılmıştır. Kişilerin iyi dilekleri, iyi istençleri yetkin bir çeviri yapmak için tek başına yeterli değildir. 26. En önce, şimdiye dek yapılmış çevirilerin dilbilim­ sel eleştirileri yapılmalıdır. Çeviri eleştirisi, Kur'an eleştirisi değildir. Tersine, Kur'an'ın daha doğru anlaşılması için ge­ reklidir. 27. Yapılacak "çeviri eleştirileri "nin ve "eleştiri eleştiri­ leri "nin oluşturacağı bilgi birikimi, Kur'an'ın daha doğru an­ laşılması için gelecekteki olası çevirilere ışık tutacaktır. 28. "Çevirilerde yanlışlar var," deyip de bu yanlışların neler olduğunu tek tek göstermeyen kişi, Tanrı katında so­ rumludur. Bir şeyin yanlış olduğunu bilen kişi, o şeyin doğ­ rusunu da biliyor demektir. Kişi gördüğü yanlışı, ya eliyle ya diliyle düzeltir. Bildiği doğruyu ortaya koyar.

265

29. Kur'an çevirilerini yanlışlardan arındırma çabası, öncelikle Türk dilcilerinin (dincilerin değil! ) en başta gelen görevleridir. Çünkü, çeviri dilsel bir olaydır. Dinsel uzman­ lıktan öte, dilsel uzmanlık gerektirir. 30. İncil'in Almanca'ya çevirisi nasıl Alman dilini de geliştirmişse, kimi sözcüklere kavram yüklenmesi yoluyla, Alman dili kavramsal bir yeterliliğe kavuşmuşsa; tıpkı bunun gibi, Türk dili de Kur'an'ın Türkçeye yetkin düzeyde çevril­ mesi çabalarındaki tutkunun yüksekliği ölçüsünde, yabancı sözcüklerden arınacak, Türkçe sözcüklere kavram yüklene­ rek, dil işlenip geliştirilecektir. 3 1 . Sözde dinsel kaygılarla bozulan dilimiz, özlü din­ sel kaygılarla yeniden sağlığına kavuşacaktır. 32. Türk dili arındıkça, Türkler Müslümanlığı daha ay­ dınlık bir bakışla kavrayacak, dini yanlış anlamaktan doğan kimi düşünsel, toplumsal, bireysel geriliklerimiz, böylece onarılacaktır. 33. Kur'an öğretisinde Tanrı, bizleri yanılgılarımızda uyaran, bizlere doğru yolu gösteren, yanlışlardan arınmayı tüm benliğiyle özleyen kullarını arındıran, ışığına yönelten­ dir. Tanrı, Müslümanlığı "atasından kendine kalmış bir gele­ nek olarak yalnızca biçimsel törenlere indirgemiş olan" tüm kullarını aydırmayı ve onlara sözlerinin özünü kavratmayı dilerse; buna kim engel olabilir? Tanrı dilediğini yapandır . . . Çalışmamızın ortaya çıkardığı bu sonuç, bu otuz üç yargı, bir tesbihin taşları gibi birbirine bağlıdır. Biri diğerinin ardından gelir. Bu otuz üç taşlı tesbihin, tüm taşları, bir da­ . mıtmanın ürünüdür. Bu kitapta nelerin damıtıldığı kaynakça bölümünde görülebilir. Bu çalışmanın okunurluğunu kolay­ laştırmak açısından savlarıma ilişkin tüm kanıtları yazının içinde tek tek göstermedim; bir konuda yalnızca üç dört kanıt kullandıysam; bu, kanıtlarım yalnızca bunlar olup elimde

266

başkaca bir kanıt yoktur, anlamına gelmez. Yüzlerce kanıt vardır, ancak yazının içinde bunlardan birkaçını anmakla ye­ tinilmiştir; okuyan bunalmasın diye . . . Bilimsel doğruların, topluma, toplumun anlayacağı gündelik konuşma diliyle verilmesi olanaklıdır; yapılması ge­ rekli bir edimdir. Aydını toplumdan kopartan dilidir. Oysa aydın, kullanacağı dili özenle toplumun anlayacağı biçimde kullanabilir. Toplum anlayışsız değil, yalnızca uzmanlık ge­ rektiren sözcüklere yabancıdır ki, bu da suç değildir. Unut­ mamalıyız ki Yazı ve Dil Devrimlerinin bir amacı da aydın­ halk dil kopukluğunu gidermekti. Yazının içinde yer yer yinelemeler var. Bu yinelemeler bile isteye yapılmışhr. Her bir yineleme, bir öncekine yeni bir öğe katarak yürür. Kişiyi bir yerden alıp başka bir yere götür­ mek için yürünecek yol bunu gerektirir. Bu, kendileri o yere önceden gelmiş olanlar açısından sıkıntı verici olacaktır. An­ cak, ben bu yazıları uzmanlara bilmediklerini öğretmek için yazmadım. Tersine, toplumumuzun yanlış bildiklerini dü­ zeltmek için yazdım. Dil üzerine toplumda dil bilinci uyandırıa nitelikte yayınlar yapılması zorunludur. Özdilimizi korumak gerekti­ ğini söylemek yetmez; niçin korumak gerektiğini göstermek de bir gerekliliktir.

267

EK - MAKALELER

HABİL KULESİ'NDEN SON T Ü RK DİL KURULTAYl'NA104

İ.S. 740'larda, atalarımız dillerindeki tüm sesleri tam bir yetkinlikle gösterebildikleri 38 harften oluşan bir Göktürk abecesi kullanırlarmış. (Bkz: Orhon yazıtları). Bundan yakla­ şık olarak üçyüz yıl sonra, İ.S.1050'lerde, bir yandan Uygur abecesiyle yazarken, diğer yandan Arap abecesiyle Türkçe yazmaya başladıklarını görüyoruz. (Bkz: Divan-ı Lugat it­ Türk). Daha sonra, Zemahşeri'nin 1 1 30'lu yıllarda yazdığı Arapça dilbilgisi kitabının 13.yy'da satır arası yöntemiyle Ha­ rizm Türkçesine çevrildiği ve bu çevrinin de Arap harfleriyle Türkçe olduğu görülüyor. (Bkz: Mukaddimet-ül Edeb, Şuster nüshası). Sonra, 1430'larda Muhammed bin Hamza'nın satır arası Kur'an çevirisi geliyor; bu da Arap harfleriyle Türkçe. Ardından, 1 5.yy. başlarında yazıya geçirilen Dede Korkut an­ latıları geliyor, bunlar da Arap harfleriyle Türkçedir. Bu adlarını saydıklarımızdan başka, hiçbiri diğerin­ den önemsiz sayılamayacak daha yüzlerce yazılı belgemiz var. Bütün bu dilsel, tarihsel belgelerin yadsınamaz bir bi­ çimde ortaya koyduğu çok acı bir gerçek var: Atalarımız, kendi dillerindeki tüm sesleri gösterebildikleri Göktürk yazı­ sını bırakıp Arap harfleriyle Türkçe yazmaya başladıktan sonra, Arap harflerinin konuşulan Türkçedeki tüm sesleri gösteremez oluşu nedeniyle ortaya çıkan ve yüzyıllarca süren yazı dili bulanıklığı . . . İlk tıpkıbasımı 1917-191 9'da Kilisli Rifat (Bilge) ve ya­ yımlanabilen ilk çevirisi Besim Atalay tarafından yapılan "Di­ van-ı Lugat it-Türk", Arap harfleriyle Türkçe yazmanın (daha

268

doğru bir deyişle; yazamamanın) yol açtığı kargaşanın örnek­ leriyle doludur. Divan'da, "or" ve "ör" sözcüklerinin Arap harfleriyle yazılışları arasında hiç bir ayrım yoktur. Ancak, "ör" sözcüğünün yanına: "vav harfi ince, çekilerek okunacak" açıklaması yazılmışhr. Demek ki Arap harfleri, bu iki sözcük arasındaki söyleniş ayrımını göstermeye yetmemiştir. Aynı biçimde, Divan' da yer alan "üç", "uç" (l), "uç" (2) sözcüklerin­ den birinin yanına: "U kalınca, tokça söylenerek okunacak," uyarısı yazılmış. Çünkü üçünün de Arap harfleriyle yazılış­ ları aynı. Bu durum Divan' da geçen "ot","öt" (l), "öt"(2) söz­ cükleri için de geçerlidir; birinin yanına "Vav harfi ince çeki­ lerek okunacak," diğerinin yanına "Vav harfi yukarıdakinden daha ince, çekilerek okunacak," uyarısı yazılmış. Yani Türk dilinde gerçekte seslendirilmeleri ve anlamları başka başka olan bu üç sözcük, Arap harfleriyle yazıldıklarında, araların­ daki ses başkalıkları gösterilemez oluyor. Divan'da "ölitti" (ıslath), "ulıttı" (eğirdi) sözcüklerinin Arap harfleriyle yazılış­ ları da birbirinin tıpkısı olduğu gibi, "ekildi" (ekildi) ve "egildi" (eğildi)'nin Arap harfleriyle yazılışları; "ögüşdi" (öğündü) ve "ügişdi" (un öğüttü) nün Arap harfleriyle yazı­ lışları; "ötürdü" (üfledi), "uturdu" (kesti) ve "ütürdü" (deldi)'nin Arap harfleriyle yazılışları; "ürüldü" (kabardı), "uruldu" (örüldü), "oruldu" (biçildi) ve "uruldu" (koyuldu) sözcüklerinin Arap harfleriyle yazılışları, aralarındaki ses başkalıklarını yansıtmayacak biçimde birbirinin tıpkısıdır. Örnekler böylece uzayıp gider . . .

"Divan-ı Lugat it-Türk " Araplara Türkçe öğretmek üzere yazılmış bir sözcüktür ve bize Türkçenin Arap harfle­ riyle yazılmasında çok önemli sorunlar bulunduğunu göster­ mektedir. Diyelim ki bir Arap, bir Türk'e Arap yazısıyla Türkçe bir pusula yazıp göndermiş olsun: "Ahmet' in evini "öt" (geç), sağa doğru yürü." Bu pusulayı alan Türk, Ah­ met'in evini ateşe verebilir; çünkü Türkçede "geç" anlamına

269

gelen "öt" ile "yak" anlamına gelen "üt" sözcükleri, Arap harfleriyle birbirinin tıpkısı olarak yazılabiliyor, ses başkalığı Arap yazısında gösterilemiyor. Türkçeyi Arap yazısıyla yaz­ mak, Türklerin kendi aralarındaki yazılı iletişimde de böyle yanlış anlamalara yol açacak niteliktedir. Türkler dillerindeki tüm sesleri gösterebilen Göktürk abecesini bırakıp Arap harfleriyle Türkçe yazmaya başladık­ tan sonra Türk yazı dilinde ortaya çıkan bulanıklık, Di­ van' dan üçyüz yıl sonraki kitaplarda bile sürmektedir. Ze­ mahşeri'nin Arapça-Türkçe dilbilgisi kitabına 13.yy.'da ekle­ nen satır arası Harizm Türkçesi çeviri, yine Arap harfleriyle Türkçedir ve burada da "o", "ö", "u", "ü" seslerinin ve diğer bir takım seslerin Arap harfleriyle yazılışları birbirinin tıpkı­ sıdır. "On", "ön", "ün" ve "un" gibi sözcükler, Arap harfle­ riyle yazıldıklarında, birbirinden ayrılamaz durumdadırlar. 1430'lara geldiğimizde, Muhammed bin Hamza'nın Arap harfleriyle Türkçe yazılmış satır arası Kur' an çevirisinde yazım alanında bir gelişme olduğunu görüyoruz. "O","ö" sesleriyle "u", "ü" sesleri yazıda ayrılabiliyor; gelgelelim "o" ile "ö" karışıyor, "u" ile "ü" karışıyor. Sözgelimi, bu belgede "ol" sözcüğü ile "öl" sözcüğünün Arap harfleriyle yazılımları birbirinin tıpkısıdır. Aynı biçimde "uç" sözcüğüyle "üç" söz­ cüğü de Arap harfleriyle yazılınca birbirinden ayrılamaz du­ rumdadır. Sözkonusu ettiğimiz belgelerde, üstte bir Arapça sözcük ve onun hemen altında, izdüşümünde bu Arapça söz­ cüğün Arap harfleriyle Türkçe yazılımı bulunduğu için, bu belgeler günümüz Türkçesine "kolayca" çevrilebiliyor; "ol" ile "öl", "uç" ile "üç", üstte Arap dilinde karşılıkları yazılmış durumda olduğu için ayırt edilebiliyor; yoksa yalnızca tüm­ cenin akışına göre anlamlandırmamız gerekecekti ve bu da her durumda güvenilir bir çözüm olmadığından, yanlış oku­ malardan, yanlış anlamlandırmalardan kurtulamayacaktık.

270

Atalarımızın Göktürk abecesini bırakıp Arap abece­ siyle Türkçe yazmaya başlamalarından sonra ortaya çıkan yazı bulanıklığı yüzyıllarca sürdüğü için, ve tam da bu dö­ nemde atalarımız dinin önderliğini üstlendikleri için, sorun oldukça önemlidir. Kendi yazısı bulanık olanın, başka dillerle ilişkisi pü­ rüzsüz olamaz. O yıllarda Türklerin kullandığı Arap yazısı Türkçeyi bulanık gösterdiği için, Türkçe-Arapça ilişkisi de do­ ğal olarak yeterince açık değildi. Hezarfen Ahmet Çelebi' den altıyüz yıl önce kanat takıp uçmayı deneyen ve bu denemele­ rinden birinde düşüp ölen Türk bilgin ve sözlükçüsü Cevheri, "Tac ül-luga ve sihah ül-arabiyye " adını verdiği bir Arapça söz­ lük yazmıştır. Cevheri 1010 yılında öldüğüne göre, yapıtı Di­ van-ı Lugat it-Türk'ten de önce geliyor. Gelgelelim Cev­ heri'den dörtyüz yıl sonra, Firuzabadi, Cevheri'nin sözlü­ ğünü sert bir biçimde eleştirmiş, onun pek çok Arapça söz­ cüğü yanlış anlamlandırdığını göstermiştir. Gelgelelim bir kez olan olmuş; atalarımız bu eleştiriye dek dörtyüz yıl bo­ yunca Arapça sözcüklere Cevheri'nin sözlüğünde uygun gö­ rülen anlamları yüklemiş oldukları için, dörtyüz yıllık yanlış anlamalar öyle bir sözlükçünün eleştirmesiyle düzelemeye­ cek denli kök salmıştır. Demek ki, Arap harfleriyle Türkçe yazmaktan kaynaklanan yazı bulanıklığı, Arapça-Türkçe iliş­ kilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bunun dinsel açıdan önemi ise çok çok büyüktür. Arap harfleriyle Türkçe yazmanın getirdiği yazı bula­ nıklığının, başlarda çok olsa da, süreç içerisinde bir takım ayırdedici imler uydurularak giderileceği umulurdu, değil mi? .. Oysa, Osmanlı'nın son dönemlerine doğru yazı bulanık­ lığının daha çok arttığına tanık oluyoruz. Atatürk' ün gerçek­ leştirdiği 1928 Türk Yazı Devrimi'nden hemen önceki yıllarda (1927), Arap harfleriyle Türkçe yazmanın dokuzyüzüncü yıl­ larında, Arap harfli Osmanlı yazısının ne durumda olduğu,

271

ilk baskısı Arap harfli Osmanlı yazısıyla Türkçe olarak yapı­ lan Atatürk'ün Büyük Nuhık'unda görülebilir. 1928 Yazı Devrimi'nden önce Arap harfli Osmanlı yazısıyla yazılmış son önemli tarihsel belge olan Nutuk'un 1927' de yapılan ilk baskısında, "o", "ö", "u", "ü" seslerinin, Türklerin Arap ya­ zısıyla Türkçe yazmaya başladıkları ilk dönemden bile daha korkunç boyutlarda birbirine karıştığını görüyoruz. 1000 yıllarında yazılmış belgelerde bu seslerin dördüne bir­ den aynı Arap harfleri "elif" + "vav" kullanıldığı için karışı­ yordu; 900 yıl sonra Arap harfli Türkçenin, Osmanlı yazısının son tarihsel belgesi olan Nuhık'ta ise bir ses için bir çok harf­ ler kullanıldığı için karışmaktadır. Üstelik bu harfler de belli bir sesi göstermez, keyifleri öyle istemişse, hiç benzerliği ol­ mayan bambaşka sesleri göstermek için de kullanılırlar. Ör­ nekleyelim: 1928 Yazı Devrimi'nden önce Osmanlı yazısıyla basıl­ mış son önemli belge olan Nutuk' ta "Umumiye" sözcüğünün "u"su, "Osmanlı" sözcüğünün "o"su, "asker" sözcüğünün "a"sı, "unvan" sözcüğünün "u"su ve "İsmet Paşa"nın "i"si, hep aynı Arap harfiyle yazılmaktadır . . . Ayrıca, "Erzurum" sözcüğünün "er"i, "Ordu" sözcüğünün "or"u, "arazi" sözcü­ ğünün "ar"ı ve "erkan" sözcüğünün "er"i, aynı harfle yazıl­ maktadır. Yani Arap harfli Osmanlı yazısıyla yazılmış bulu­ nan Nuhık'un ilk baskısında, yalnızca "o", "ö", "u", "ü" ses­ lerinin yazılışları birbirine karışmakla kalmaz, bunlar bir de "e", "a", "i", "ı" seslerinin yazılışıyla da karışır. Nuhık'tan bir yıl sonra gerçekleştirilen 1928 Yazı Dev­ rimi'yle, Türklere yaklaşık bin yıl çile çektiren Arap yazısıyla Türkçe yazmanın getirdiği bulanıklığa bir son verilmiştir. Böylece Türklerin yazısı, Doç. Dr. Fehmi Karamanlıoğlu'nun deyişiyle "ithratsızlık"tan, yani kuralsızlıktan, keyfilikten kurtulmuştur. "Yazı Devrimi" yoluyla, hem Türkler dillerin­ deki tüm sesleri ayn ayn gösteren bir abeceye kavuştular,

272

hem de Arap harfleri Türklerin ağzında gerçekte gösterme­ dikleri, kendilerine yabancı bir takım seslerin göstergesi ol­ maktan kurtulmuş oldu. Çünkü Arap harfleriyle Türkçe yaz­ mak demek, Arap harflerini o harflerin göstermediği seslerle okumak demektir ki, Yazı Devrimi'yle hem Türk dili, hem de Arap harfleri karşılıklı olarak kurtulmuşlardır. Bugün dilimizdeki tüm sesleri yetkinlikle gösterebil­ diğimiz bir abece kullanıyoruz; "ol" ile "öl" ve "üç" ile "uç" arhk yazımızda birbirine karışmaz durumdadır. Öyleyse ar­ tık dilbilginlerimiz, Türk tarihinde Arap harfleriyle Türkçe yazmaya başlamanın doğurduğu yüzyıllarca süren yazı bula­ nıklığının neden olduğu anlam kaymalarının saptanması ve olumsuz sonuçlarının düzeltilmesi işine girişebilirler. Bu çaba, sonuçta dini de daha doğru anlamayı sağlayacağından, çok gerekli ve ertelenemezdir. Bir anlatıya göre, binlerce yıl önce, Babil' de, insanlar göğe çıkmak için bir kule yapmaya girişmişler; ancak dilleri karışıp birbirlerini anlayamaz bir duruma düştüklerinden bu iş de yarım kalmıştır. "Babil Kulesi", dil karışıklığının yol aç­ tığı başarısızlıkların bir simgesi olarak pek çok sanat yapıhnın esin kaynağı olmuştur. Türk yazısının geçmişinde de yarım kalmış bir Babil Kulesi öyküsü yatmaktadır. Yazı Devrimi'yle yapımına yeniden giriştiğimiz bu kule, dilbilginlerimizin ça­ balarıyla, özverileriyle hızlanır umudundayım.

273

ÖZTÜ RKÇECİ L İK ÇA G DAŞ UYGARLI G A KARŞIT DE GİLD İ Rtos

Denildi ki; "Dil konusunda gerçekte solcuların savunması gereken çizgiyi sağcılar, sağcıların savunması gereken çizgiyi ise solcular savunuyor. Solcuların savunuculuğun u üstlendikleri " Öz­ türkçecilik", özünde Ortaasya lehçelerine dönme çabası olup, Orta­ asya kültür kökenini savunmaktır; buysa "sağcı milliyetçilik "e ya­ kışır. Çağdaş uygarlığa, yani batıya yönelenler, dilimize batıdan gi­ ren sözcükleri de benimsemelidirler. Solculuk batıya yönelmiştir, çağdaş uygarlıktan yanadır. Öyleyse bugüne dek "sağcı milliyetçi­ ler"in savuna geldikleri "yaşayan Türkçecilik"i savunmak solcu­ luğa yakışır. "İzmir ", "Ankara " gibi sözcükler de yabancı kökenli­ dirler. Öztürkçeciler önce bu adları değiştirsinler. "İzmir"in, "An­ kara "nın yabancı kökenli adlarını yerli adlarla değiştiremeyecek­ /erse, dilimizdeki hiç bir yabancı kökenli sözcüğe de dokunmasınlar. Ya hep ya hiç! .. "

Çağdaş uygarlığı savunmak amacıyla ortaya ablan bu gibi görüşler, çok ağır yanılgılardan oluşmaktadır. Bu ne­ denle üstünde durmak gerekiyor. Evet, yeryüzünde yaşayan bütün ulusların dillerinde yabancı kökenli sözcükler bulunabilir. Alış veriş, din, komşu­ luk gibi ilişkiler sonucu, dilden dile sözcükler girer. Ancak olağan nedenlere dayanan sözcük alış verişi, hiç bir ulusun dilini olağanüstü kertede yabancı sözcüklerle doldurmazken; yapay, özentiyle körüklenen yabancı sözcük kullanma düş­ künlüğü, ulusun dilini olağanüstü sayıda yabancı kökenli sözcüklerle doldurmaktadır. Böyle bir ortamda, tutup: "Eğer doğal gereklerle dilimize giren yabancı sözcükleri dilimizden atamayacaksanız; yapay, özenti gereği dilimize doldurulan yabancı sözcükleri de dilimizden atmaya kalkışmayın," de­ mek, hiç de aydınca bir tutum olmuyor. Sözgelimi, dilimize

274

Arapçadan giren "münevver" ya da İngilizceden geçen "en­ tellektüel" sözcüklerini atıp, yerine Öztürkçe "aydın" sözcü­ ğünü koymaya kalkışhğımızda, önümüze dikilip; "İzmir'in, Ankara'nın yabancı kökenli olan adlarını Türkçeleştirmeden önce bunu yapamazsınız; önce Ankara'nın, İzmir'in adlarını Türkçeleştirin, sonra münevveri, entellektüeli Türkçeleştir­ meye kalkışırsınız," denilirse; böyle bir davranış münevver­ liğe, entellektüelliğe yakışmayacağı gibi, aydınlığa da yakış­ maz. Münevverliğe yakışmaz; çünkü Arap münevverleri bile özarapçacıdırlar, an Arapçadan yanadırlar. İslam'dan sonra ele geçirdikleri yerlerde karşılarına çıkan eski Yunan­ Roma-Bizans uygarlıklarının yoğun etkisi alhna giren Arap münevverleri, bu uygarlıkların Yunanca yazılı düşün ürünle­ rini, özel çeviri ocakları kurarak Arapçaya çevirip, kendileri için yeniden üretmişler; çağırdıkları Selanik'li bilgini kendile­ rine vermeyen Bizans'a bu yüzden kızıp savaş açacak denli Yunan-Roma kalıhnı benimseyen İslam halifelerince yönetil­ mişler; öyle ki, Araplar Aristoteles'i "Muallim-i evvel" (Baş Öğretmen), "Hacce-i evvel" (Baş kılavuz) diye ünleyecek denli o yabana uygarlığın etkisi alhnda kalmışlardır. Gelge­ lelim, bu yoğun yabancı etki alhnda bile Arap münevverleri, özarapçacılıklarına, arı dilciliklcrine toz kondurmamışlar, kendi dillerine çevirdikleri Yunanca yazmalarda geçen bütün soyut kavram adlarını Arapçalaştırmayı başarmışlardır. Çe­ viri yoluyla yabancı uygarlığın düşünce ürünlerini özümse­ mişler, ancak yabancı sözcükleri kendi dillerine sokmaya hiç özenmem işlerdir. Şimdi Türk "entellektüel"i diyor ki: "Hıristiyan dünya­ sının felsefi kavram adlarının İslam aleminde Arapça karşılıkları var, ama Türkçede yok; çünkü biz arada kalmışız. " Buna karşılık olarak ben diyorum ki, bah dillerindeki soyut kavram adlarının bugün Arapçada birer karşılıkları 275

varsa, bu durum Arap münevverlerinin birer "Özarapça"cı olarak, o yabancı kavram adlarını daha bin yıl önce Arapça­ laştırmış olmalarının bir sonucudur. Eğer Arap münevverleri "Özarapça" cı olmasalardı, batı dillerindeki kavram adlarını doğrudan kendi dillerine alırlardı ve bugün o yabancı kavram adlarının Arapçada bir karşılığı bulunmuyor olurdu ... Öztürkçeciliğe karşı çıkmak, münevverliğe yakışma­ dığı gibi entellektüelliğe de yakışmaz. Batılı entellektüeller 1 200 yıllarında çok yoğun olarak İslam uygarlığının etkisi al­ tına girmişler ve İslam uygarlığının Arapça yazılı düşünsel ürünlerini, özel çeviri ocakları kurup kendi özdillerine çevir­ mek yoluyla aydınlanmışlardır. Batının kendi aydınlanmasını Arapçadan yapılan çevirilere borçlu olduğu, batılı entellektü­ ellerce saptanmış, onanmış nesnel bir gerçekliktir. Aydın­ lanma dönemindeki batılı entellektüeller de tıpkı kendilerin­ den yüzyıllarca önce yaşamış Arap münevverleri gibi kendi öz dillerini korumaya, işlemeye, geliştirmeye pek düşkündü­ ler; bunlar Arapça yazılı düşünsel ürünleri kendi dillerine çe­ virerek özümsemişler, ancak bunu yaparken Arapça kavram adlarını dillerine doldurmaya özenmemişlerdir. İmdi, bir Türk eğer Arap münevveri ya da batı entel­ lektüeli düzeyinde aydın olmak istiyorsa, "Türkçe soyut kav­ ram adları türetmekte yetersizdir. Bu nedenle soyut kavram adlarını yabancı dillerden almak zorundayız," gibi "bağışla­ tıa özür" (?)ler uydurup kendi kendisini aldatmamalıdır. "Türk dili yetersizdir," savı dayanaktan yoksundur. Çünkü bütün dillerde soyut kavram adları, o dillerdeki somut nesne adlarından türetilmiştir. Örneğin "elektron" sözcüğü bugün çağcıl bilimin soyut kavram adlarından biridir; fakat bu Yunanca kökenli sözcük, 2700 yıl önce bugün kullandığı­ mız soyut anlamda kullanılmıyor, tersine somut bir nesnenin adı olarak biliniyor, Aydın ilimizin Söke ilçesi yakınlarında

276

yaşayan Thales'in dilinde, kendisinden tespih yapılan kahlaş­ mış reçinenin adı olarak var bulunuyordu. Eski Yunanca "elektron" sözcüğünün Türkçede bire bir karşılığı "samanka­ par" yada "çöpçeken"dir. Eski Yunanlılar taşlaşmış reçine ta­ nelerinin saman çöplerinin kendisine doğru çektiğini gözlem­ lemiş, bu gözlemlerine dayanarak ona kendi dillerinde "sa­ man+kapar" anlamına gelen "elek+tron" adını vermişlerdir. Elektron sözcüğü batıda 1 891 yılına dek somut nesne adı ola­ rak kalmış, ilk kez 1891 yılında bilimerlerince bu sözcük soyut kavram adı olarak kullanılmaya başlarunışhr. Eski Yunanlı­ lar'ın "elektron" (samançeker) dedikleri taşlaşmış reçineye Farslar da kendi dillerinde "keh" (saman), "rüba" çeken söz­ cüklerini birleştirerek "kehrüba" (saman çeker) adını takmış­ lardır. Farsça da 19.yy'a dek yalnızca taşlaşmış reçineden ya­ pılan tespih tanelerine verilen somut nesne adı olarak kulla­ nılan "kehrüba" sözcüğü, ilk kez 1 9.yy.'da Farsçada "elekt­ rik" anlamında soyut kavram adı olarak kullanılmaya başlan­ mıştır. Soyut kavram adlan hep somut nesne adlarından tü­ retildiğine göre; öyleyse soralım bakalım: "Türk dili soyut kavram adları türetmekte yetersiz midir?" Gerçek şu ki, Türk dilinde kendisinden soyut kavram adları türetilmeyi bekle­ yen çok sayıda Öztürkçe somut nesne adı bulunmaktadır. Bu nedenle Türkçe, soyut kavram adlan türetmekte yetersiz bir dil olamaz. Yetersiz olan Türk dili değil, kendi dilini bırakıp bir Arap münevveri gibi Arapça düşkünü, bir batı entellektü­ eli gibi Yunanca Latince düşkünü olup, bir türlü Türkçeye düşkün Türk aydını olmayı beceremeyen Türklerdir. Çağcıl bilimin kullandığı soyut bilimsel kavram adla­ rından biri de "quark"tır. Bu sözcük, James Joyce'un "Finne­ gans Wake" romanında geçen "tree quarks of Mr. Mark," tümcesinden alırunıştır. Bu sözcüğe bilimdeki soyut anlamını Joyce değil, bilimerleri yüklemiştir. Bu doğaldır. Dildeki kimi

277

somut nesne adlarını soyut kavram adlarına dönüştürecek olanlar, o dille düşünen, o dille düşünce üreten aydınlardır. Bugün görülen Öztürkçe soyut kavram adlarının sayı­ sındaki azlık, yalnızca Arapçı münevverlerimizin, bahcı en­ tellektüellerimizin, Türk aydını olmakta, aydınlaşmakta ne denli geç kaldıklarının bir göstergesi olabilir; Türk dilinin ye­ tersizliğinin değil. Öztürkçeciliği "sağcı milliyetçilik"le, Türk­ çeyi de yetersiz olmakla suçlandırıp kendimizi aklayamayız.

278

"THE TÜRKÇE" 106

Son bir iki yıl içerisinde dilimize binlerce yabancı söz­ cük girdi. Kimi duyarlı aydınlarımız buna tepki gösterirken, Zülfü Livaneli'nin tutup tepki gösterenlere tepki göstermesi, oldukça ilginçti. 1 1-12 Nisan 1992 günlü Sabah'ta yayımlanan "The Türkçe" başlıklı iki yazısında. Livaneli, dil konusunda ol­ dukça çarpık görüşler savunuyordu. Çokça seveni bulunan Livaneli'nin yanlış görüşleri, onları kolayca yanılgıya sürük­ leme gücü taşıdığı içindir ki, Livaneli'nin yanıldığı konularda doğruları ortaya koymayı gerekli buldum. 1-Livaneli, söz konusu yazılarında şunları söylüyor: Dilde 'özleşme' diyenlere karşı "yaşayan Türkçe" tezi çıkarıldı. Burada bir yanlışlık vardı. "Öz­ türkçe" ciler, dilin yabancı kelimelerden arındırıl­ masını ve Orta Asya lehçelerinin esas alınmasını istiyorlardı. "Yaşayan Türkçe"cilerse, dili şu an­ daki biçimiyle ve içindeki yabancı kökenli kelime­ lerle birlikte korumayı savunuyorlardı. Ama 'öz­ türkçe' isteyenler solcuydu, 'yaşayan Türkçe' iste­ yenler ise sağcı. Bu grupların dil mücadeleleri, di­ ğer konulardaki politik görüşlerine uygun de­ ğildi. Çünkü Orta Asya kültür kökenini sağcılar savunuyordu, solcular değil! Ama sadece dil ko­ nusunda rolleri değişiyorlardı. Livaneli, dili yabancı kökenli sözcüklerden arındır­ mayı sağcılara (gericilere) yakışır bir davranış, dili yabancı

279

kökenli sözcüklerle doldurmayı ise solculara (ilericilere) yakı­ şır bir davranış olarak göstermektedir. Bu, kökten yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü, bir ulusun dili, o ulusun düşünce üretme (düşünme) aracıdır. Bir ulusun öz dili, bir yandan kendi ulu­ sal yaşam deneyimleri üzerinde düşünce üretme aracı olur­ ken; öte yandan yabancı ulusların yabancı dilde ürettikleri düşünceleri çeviri yoluyla kendisi için yeniden üretme aracı­ dır. Bir ulusun düşünce üretme aracı olan dilin sağlığını yitir­ mesi, o ulusun düşünsel üretiminin de sağlıksız olmasını do­ ğurur. Bir ulusun düşünme aracı olan dilinin sağlıklı olması demek; o ulusun bireylerinin yaşamın şu ya da bu anında ayırdına vardıkları yeni olgulara yerli sözcük köklerinden yerli yapım ekleri kullanarak yeni sözcükler üretip, yeni olgu­ lara ad koyabilme yetisinin tıkır hkır işlemesi demektir. Bir ulusun düşünce üretme aracı olan dilin sağlığını bozan, o ulu­ sun diline giren yabancı kökenli sözcüklerdir. Çünkü o ulus yeni karşılaştığı olgulara ad olacak yeni yerli sözcükler üret­ mesi gereken durumlarda, yerli üretimi engelleniyor, kendisi sözcük üretmek yerine, yabancılarca üretilmiş olan yabancı kökenli sözcükleri alıp kullanmaya başlıyor; dolayısıyla ken­ disi sözcük (düşünce) üreticisi olmaktan çıkıp, dil ve düşün alanında yabancılarca üretilmişlerin tüketicisi oluyor. So­ nuçta ulusun dil sağlığıyla birlikte düşünce sağlığı da bozu­ luyor. Bu nedenle, ulusumuzun dilinin yabancı sözcüklerden arındırılmasını, yerli sözcük türetiminin arhrılmasını savu­ nanlar, bu ulusun düşün sağlığını korumak isteyenlerdir. Buna karşı çıkıp, dilimize yabancı sözcüklerin doluşmasını is­ teyenlerse, bu ulusun düşün sağlığının bozulmasından yarar umanlardır. Bu gerçekleri unutup, "Yaşayan bozulmuş Türk­ çeyi savunmak solculuğa (ilericiliğe) yakışır; Öztürkçeyi sa­ vunmak sağcılığa (gericiliğe) yakışır," diyen kişi, dilin düşün­ ceyle bağını gözardı ediyor demektir. Livaneli, bu bağlanh üzerinde yeniden düşündüğünde, bu yanlış görüşlerini dü­ zeltebilir umudundayım.

280

.

2- Livaneli söz konusu yazısında şunları söylüyor: Türkiye yüzünü babya dönünce, İslam uygarlı­ ğından benimsediği kavramları birer birer terket­ meye başladı. "Hendese", "geometri" oldu; "siya­ set", "politika"oldu; "iktisat", "ekonomi" oldu; "mecra" ise "medya" ! . . İslam bilim ve felsefesinin yaratbğı kelimelerin yerine, Hıristiyan dünyası­ nın ürettiklerini koyuyorduk. Livaneli'nin bu görüşleri de doğru değildir. Bir kez geçmişte Arapçadan Farsçadan dilimize giren sözcükler "İs­ lam uygarlığının yarattığı kelimeler" olmayıp, Arapların, Farsların İslam'dan önce dahi bilip kullandıkları sözcükler­ dir. Arapça demek "İslamca" demek değildir. Arapça ile İbra­ nice bir ananın iki çocuğudur, kardeştir. Arap "Selamınaley­ küm" der, Yahudi "Şalomalehe" ... Arap "tevrat" der, Yahudi "divrot" . . . Arap "Allahümme" der, Yahudi "Elohim" . . . İsa'nın çarmıha gerilmesini öyküleyen İncil'de, İsa'nın Tanrı'ya İbranice: "Eli, eli, lema sabaktani?!", Türkçesi: "Tanrı'm!, Tanrı'm ! . . Niçin beni terkettin!?" diye seslendiği yazılıdır. İbranice "Eli, eli, lema sabaktani" Arapçaya çevri­ lince "İlahi, ilahi, !ima sebakteni" olur. Bu karşılaştırmalarla anlatmak istediğim şudur ki, Araplar ile İbraniler tıpkı Öz­ bekler ile Türkmenler gibi soycak kardeştirler; dilleri de kar­ deştir, küçük bir çabayla çevirmensiz anlaşabilirler. Demek ki, Yahudilerin İbranice dinsel deyimleriyle Müslümanların Arapça dinsel deyimleri aynı bir kökten, Sami dilinden tü­ reme sözcüklerdir; Livaneli'nin dediği gibi bunlar "İslam uy­ garlığının yarattığı kelimeler" değil, tersine Sami dil öbeğine giren çeşitli uluslann İslam' dan yüzyıllarca önce bilip kullana geldikleri sözcüklerdir. Tıpkı bunun gibi, Türkler yüzlerini bahya döndüklerinde bu kez de "Hıristiyan dünyasının üret­ tiği kelimeleri" almış değillerdir. Çünkü Türklerin babdan al-

281

dıkları kavram adlarını Hıristiyanlar üretmemiştir; Hıristi­ yanlıktan, İsa' dan yüzyıllarca önce üretilmiş sözcüklerdir bunlar. . . Livaneli "geometri", "ekonomi", "politika", "medya" gibi dilimize bahdan giren sözcükleri "Hıristiyan dünyasının ürettiği kelimeler" diye nitelemekte haksızdır; çünkü bu sözcükler Hıristiyanlıktan yüzlerce yıl önce eski Yu­ nanca' da, Aristoteles'in, Platon'un dillerinde vardı; bu söz­ cükleri üretenler Hıristiyan değillerdi. Eh, eski Yunan bilgele­ rinin de tüm bilgilerini Babil' den, Mısır' dan, Hindistan' dan, Fenike' den aldıkları da bir gerçek olduğuna göre, kimin hangi uygarlığı nereden alıp nereye aktardığı sorusuna yanıt ver­ mek, öyle kulaktan dolma bilgilerle köşe yazıları yazmaktan güçtür; en azından kökenbilimin bulguları üzerinde düşün­ meyi gerektirir, ki Livaneli'nin kökbilim konusunda bir uz­ manlığı olmadığını biliyoruz. 3- Livaneli, söz konusu yazısında şunları söylüyor: Eğer bir kültür kendini başka kültürler üzerinde etkili kılıyorsa, kelimeleri ve terminolojisi de mut­ laka benimsenecek, bundan kurtuluş yok. Bu da doğru değildir. Yaşanmış olgular bunun yanlış­ lığını ortaya koymaktadır. Şöyle ki: Örnek 1- Türkler Müslümanlığı benimsemeden yüz yıllar önce, Şamanlığın yanı sıra, yer yer Mani, Brahma ve Hı­ ristiyanlık dinlerini de benimsemişlerdi. Türklerin bu dönem­ lerinden elimizde yazılı dil belgeleri vardır. Bu belgeler ince­ lendiğinde, Türklerin bu yabancı dinleri benimsemelerine karşın, yabancı sözcükleri, deyimleri, kavram adlarını pek kullanmadıklarını görüyoruz. Türkler bu yabancı dinlerin ya­ bancı dilde yazılmış öğretilerini lOOO'de 990, yani %99 ora­ nında Türkçeye çevirerek, kendileri için yeniden üretmeyi be­ cermiş ve böylelikle dillerini yabancı sözcük akınından koru­ mayı da başarmışlardır.

282

Örnek 2 - Türkler daha sonra Müslümanlığı benimse­ mişler, Müslümanlığı benimsedikten sonra da üçyüz yıl bo­ yunca Arapça yazılı dinsel öğretileri 2500'de 2490, yani %99,6 oranında Türkçeleştirerek kullanmışlar ve böylelikle hem dil­ lerini koruyup hem de Arapça dinsel deyim ve kavram adla­ rını kendileri için yeniden üretmeyi başarmışlardır. Örnek 3 - Araplar Müslüman olduktan iki yüz yıl sonra Yunan uygarlığının etkisi albna girmişlerdir. Yunanca­ dan Arapçaya çeviri ocakları kurduran İslam halifelerinden biri, o yıllarda yaşayan Selanik'li bir bilgini kendi buyruğu al­ tına çağırmış, Bizans o bilgini Araplara vermek istemeyince de Bizans'a bu nedenle savaş açmışbr. (Yıl, 830) O dönemde Araplar eski Yunan uygarlığının Yunanca yazılı düşün ürün­ lerini büyük ölçüde Arapçaya çevirmiş, sonunda Araplar Aristoteles'i "Muallim-i evvel", "Hace-i evvel" (İlk öğretmen, Baş kılavuz) diye adlandıracak denli benimsemişlerdir. İki yüz yıl boyunca eski Yunan uygarlığının büyük etkisi albnda kalan Müslüman Araplar, bu dönemde ellerine geçen bütün Yunanca yazılı düşün ürünlerini büyük oranda Arapçaya çe­ virerek o yazılardaki düşünceleri kendileri için yeniden üret­ meyi başarmış, ancak bunu yaparken Arap dilini Yunanca sözcüklerle doldurmamışlardır. Bu yüzden Arap dilinde Yu­ nanca kökenli sözcük sayısı, denizde damla gibidir. Örnek 4 - Avrupa, 1200 yıllarında İslam uygarlığının ezici etkisi altına girmiştir. İtalya'da kurulan çeviri ocakla­ rında, ellerine geçirdikleri Arapça yazılı belgeleri kendi dille­ rine çevirmişlerdir. Aristoteles gibi büyük Yunan düşünürle­ rinin yapıtlarını ilk kez Yunancasından değil Araplarca yapıl­ mış Arapça çevirilerinden öğrenerek aydınlanmışlardır. Ay­ dınlanmasını (Rönesans'ını, Reform'unu) Arapçadan yapıl­ mış çevirilere borçlu olan Avrupa uluslarının dillerindeki Arapça kökenli sözcük sayısı, denizde damla oranındadır, çok azdır.

283

Demek ki, "Bir ulus, yabancı kültürün etkisine girince, yabancı deyimleri, yabancı kavram adlarını da benimseyecek, bundan kurtuluş yok," savı yanlıştır. Olgular bu savı yanlış­ lamaktadır. Livaneli konu üzerinde yeniden düşündüğünde, umarım bu yanlıştan da dönecektir. 3 Livaneli söz konusu yazısında şöyle diyor: -

Türkçemiz ne yazık ki soyut kavramlar konu­ sunda yeterince gelişmemiştir." "Türkçe felsefe, hukuk, biyoloji, fizik, vb. gibi bir çok alanlarda ye­ terli kelimeyi türetememiştir. Türkçe soyut kavramlar türetemedi, yetersiz kaldı, derken; Türklerin yapacaklarını Türkçeyi kişileştirip ondan bekliyor Livaneli... Şurası bir gerçektir ki, bütün dillerdeki so­ yut kavram adları, hep o dillerde bulunan somut nesne adla­ rından türetilmiştir. Bir dilin sözlüğünde yeterli sayıda yerli somut nesne adları varsa, o dili kullananlar istedikleri sayıda yerli soyut kavram adları türetebilirler, demektir. Bunu somut bir örnekle anlatalım: Günümüzde bilim, düşün alanında kul­ lanılan kavram adlarının hiç biri yeni uydurulmuş sözcükler değildir. Örneğin eski Yunanca kökenli "elektron" sözcüğü, evet günümüzde bilim alanında kuramsal anlamı olan bir so­ yut kavramın adıdır; fakat "elektron" sözcüğü günümüzden 2700 yıl önce yaşayan Thales'in dilinde de vardı ve o yıllarda yalnızca kendisinden tespih tanesi yapılan taşlaşmış reçine­ nin, yani kehribarın adı olarak kullanılıyordu. Taşlaşmış reçi­ nenin bir yere sürtüldükten sonra yakındaki saman çöplerini kendisine doğru çektiği gözlenerek, bu reçineye Yunancada "saman kapar" anlamına gelen "elektron" adı verilmiş. Bu Yunanca sözcük ilk kez Thales' ten 2500 yıl sonra, 1 891 yı­ lında, G. Johnstone Stoney adlı bilgince soyut kavram adına dönüştürülmüş. Benzer bir durum Farsçada da görülür. Katı­ laşmış reçinenin Farsça adı "keh" (saman), "rüba" (çeker, ka­ par) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan "kehrüba" (saman 284

kapar)'dır. 19.yy.'a dek "kehrüba" sözcüğünü yalnızca kab­ laşmış reçineye ad olarak kullanan Farslar, 1 9.yy.'dan sonra "kehrüba" sözcüğüne "elektrik" anlamını yükleyip soyut kavram adına dönüştürerek kullanmaya başlamışlardır. De­ mek ki, 2700 yıl önce somut nesne adı olan bir sözcük, 2700 yıl sonra soyut bir kavram adı olarak kullanılabiliyor. Sonuçta görülüyor ki "Türkçemiz soyut kavramlar tü­ retmekte yetersiz kalmıştır," savı da yanlıştır. Türkçemizdeki sözcük dağarcığı, en az yabancı dillerdeki sözcük dağarcığı ölçüsünde, kendilerinden soyut kavram adı türetilmeyi ve kendilerine soyut kavramlar yüklenmeyi bekleyen yerli so­ mut nesne adlarıyla doludur. Ancak söz dağarcığımızdaki yerli sözcüklerimize kavramsal anlam giydirmeleri ve bu söz­ cükleri birer kavram taşıyıcısına dönüştürmeleri gereken Türk aydınlarının çoğu, böyle yapmak yerine, yabancılarca üretilmiş yabancı dilden kavram adlarını alıp Türk diline sok­ mak için yarış etmektedirler. Yetersizlik Türk dilinde değil, bunlardadır. Okuduğu türküleri, ezgileri beğeniyle dinlediğimiz sayın Livaneli'nin dilimiz konusunda gerçeğe uymayan sav­ lar yayması, onarılamaz bir yanlış değildir. Kendisinin konu üzerinde yeniden düşüneceğini, görüşlerini özeleştiri süzge­ cinden geçireceğini, yanılgılarını göreceğini umut etmeme­ miz için hiç bir neden yok . . .

285

TDK BAŞKANI PROF. DR. HASAN EREN'E107

Atatürk dedi ki: Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız. Turgut Özal dedi ki: Dilimizde Arapça "muallim" varken niçin Türkçe "öğretmen"i kullanalım? Süleyman Demirel dedi ki: Öztürkçe işinde aşırıya gitmeyin! (Yani, demek is­ tiyor ki; Türkçe "bunun üzerine" demek yerine Arapça "binaenaleyh" dersek, Adriyatik'ten Çin Denizi' ne dek bütün Türkler anlar . . . ) Zülfü Livaneli dedi ki: Türkçeyi yabana dillerin boyunduruğundan kur­ tarmak imkansızdır; teslim olalım. T.D.K. Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren dedi ki: Her ulusun dilinde bizim dilimizdeki kadar ya­ bancı kelime var. Bunu "karşılıklı alış veriş" sayıp böylece kabul etmek gerekir. Türkçeleştirmede aşırıya gitmeyin.

Son bir iki yıldır, etkili ya da yetkili kimi "önemli" yurttaşlarımız, sanki son yıllarda Öztürkçeciler gemi azıya al­ mışlar gibi, bunu önlemeye çalışmaktalar! ! ! Son on yıldır, Türk dili yabancı sözcükler yağmuru alhnda çıplak, korun-

286

masız bırakılmış, önüne gelen bir yabancı sözcük getirip dili­ mize sokuşturmaya çabalarken; neredeyse bağlaçları bile ya­ bancı dillerden alıp Türk diline yedirmeye çalışan ulusuna ya­ bancılaşmış aydınlar, basın yayında Türk dilini yabancı dille­ rin boyunduruğuna her gün biraz daha sokma yarışına gir­ mişken; üstelik ortalıkta buna karşı çıkan da pek görülmez­ ken; kalkıp "Öztürkçeciler aşırıya gitmesinler!" diye bağır­ mak, nedir? Türkçeyi Amerikan vurgusuyla, Amerika'lı ağzıyla konuşan FM'ler sardı dört bir yanımızı. Şimdi "dört yanımız puşt zulası" diyen ozanı, Ahmet Arif'i nasıl anımsamayalım biz? Türk Dil Kurumu'nun kuruluş amacı belli: Türk dilini geliştirmek, yabancı diller boyunduruğundan kurtarmak için çalışmak . . . Kuruluş amacı bu olan bir Türk Dil Kurumu'nun başkanı, şimdi kalkmış; "Türkçeye giren yabancı kelimeleri karşılıklı alışveriş olarak görüp dilimizde bırakalım, Türkçe karşılık aramayalım," diyor. Bu Türk Dil Kurumu Başkanı' na soruyorum: Öyleyse Türk Dil Kurumu'na ne gerek var? Ka­ patalım gitsin! Türk Dil Kurumu dilimize sokulan yabancı sözcüklerle savaşmayacak ise, onun Kurum olarak varlığının ne gereği kalır? Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren, 25 Ağustos 1 992 günlü Milliyet'te yayımlanan demecinde şun­ ları söylüyor: Türkçede de diğer dillerde olduğu gibi yabancı kelimeler vardır. Bunlardan kurtulmanın imkanı yoktur. Bu durum (boyunduruk ilişkisi olarak de­ ğil de -c.ö.) karşılıklı alışveriş olarak değerlendi­ rilmelidir. Ne ilginçtir ki, bu sözleri Türk Dil Kurumu Baş­ kanı'ndan çok kısa süre önce Zülfü Livaneli'den duymuştuk.

287

Yanlış şuradadır: Yabancı ulusların dilleri, başka ulus­ ların dilleri ile "boyunduruk ilişkisi"nde olmayıp, "karşılıklı alış veriş ilişkisi" durumundadır. Ancak Türk dili, öteki dil­ lerle olağan bir "karşılıklı alış veriş" içerisinde olmayıp, ya­ bancı dillerin boyunduruğu albna sokulmuş durumdadır. Bu şuna benzer: Amerika'nın İngiltere ile ilişkisi, "boyunduruk ilişkisi" niteliği taşımaz, "karşılıklı alış veriş" niteliği taşır. Ancak Amerika'nın Türkiye ile ilişkisi bir "yarı-sömürge" ile "sömürgeci" arasındaki ilişki niteliğindedir; yani "karşılıklı alış veriş" değil "boyunduruk" söz konusudur. Türk dili de tıpkı bunun gibi yabancı dillerin boyunduruğu altında ol­ duğu için, bu durumu bir "karşılıklı alış veriş ilişkisi" sayma­ nın olanağı yoktur. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren diyor ki: Yabancı dillerden arınmış bir Türkçenin oluştu­ rulması sırasında ilginç olaylar yaşandı. Öztürkçe sanılan bazı kelimeler yabancı menşeli çıktı. Me­ sela "hudud" kelimesini bilirsiniz; onu attık Arap­ çadır diye, "sınır" kelimesini Türkçe sanarak al­ dık, bu da Rumca çıktı. Ne ilginçtir ki, bu türden kandırıcı tuzak örnekler TDK Başkanı'nın bu demecinden kısa süre önce yine Zülfü Liva­ neli"in Sabah' ta yayımlanan "The Türkçe" başlıklı köşe yazı­ larında bol bol karşımıza çıkmıştı. İmdi, toplumun dilinde bi­ linir, kullanılır, herkesçe anlaşılır bir Öztürkçe sözcük olan "köken" varken; bir Türk Dil Kurumu Başkanı'nın, verdiği demeçlerde Öztürkçe "köken" demeyip, bunun yerine her­ kesçe bilinmeyen Arapça "menşe" sözcüğünü kullanarak, bunu diriltmeye çalışması; Türkçe "olanak" sözcüğü artık herkesçe kullanılıp dururken, bunun yerine kalkıp Arapça "imkan"ı yeğlemesi; Türkçe "sözcük" bilinip kullanılırken, bunun yerine Arapça "kelime"yi yaşatmaya çalışması; onun 288

şu an başkanı bulunduğu Türk Dil Kurumu'nun kuruluş amaçlarına, tüzüğüne ne denli kökten aykırı bir çalışma içeri­ sinde olduğunu apaçık gözler önüne sermektedir. Prof. Dr. Hasan Eren, dilimize yerli "örnek" sözcüğü artık yerleşmiş­ ken, demecinde bunu kullanmayıp Arapça "mesela" diyor; "Hudud kelimesini bilirsiniz, onu attık Arapçadır diye, sınır kelimesini Türkçe sanarak aldık, bu da Rumca çıktı ... " Bir dil­ cinin, bir Türk Dil Kurumu Başkanı'nın ağzına hiç yakışma­ yacak denli bayağı yanlışlardır bunlar. Çünkü "sınır" söz­ cüğü dil devrimcilerinin çabalarıyla dilimize Dil Devrimi ile 1930'1ardan sonra sokulmuş bir sözcük değildir. Tersine, "sı­ nır" sözcüğü, Dil Devrimi'nden yüz yıllarca önce, Osmanlı kadılarının kulland ıkları bir yasa deyimi olarak, Osmanlı'nın dilinde vardı. Sığırtmaçların sürüleri otlatırken başkalarının çayırına girmesini önlemek üzere, kişilere hangi otlağın ken­ dilerinin olduğunu gösterir birer yasal belge verilirdi. Bunun adı Osmanlı yasalarında "Sınırname "ydi. Demek ki "sınır" sözcüğü Osmanlı köylüsünün, sığırtmacının dilinde, Dil Dev­ rimi'nden yüz yıllarca önce var bulunuyordu. Öyleyse, ne de­ meye şimdiki Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren; "Sınır sözcüğü dil devrimcilerinin yanlışı sonucu dilimize so­ ku lmuş bir Rumca kökenli sözcüktür," gibi apaçık yanlış de­ meçler veriyor? Yoksa Türk Dil Kurumu'nun amacı, tüzüğü değiştirildi de; "Türk Dil Kurumu Dil Devrimi'ni suçlamak için dil devrimcilerine işlemedikleri suçları giydirir," diye gizli bir amaç mı benimsendi? Toplumumuz, çoğu bilimsel uzmanlık gerektiren alanlarda, "kifayetsiz muhteris"lerce yö­ netiliyor; eşdeyişle yetersiz, yeteneksiz kösnükler . . .

289

KUR' AN'DA "KADINLARI DÖVÜ N" BUYRU G U YOKtoa

Oral Çalışlar, Cumhuriyet'te yayımlanmakta olan "İslam ve Kadın" başlıklı yazı dizisine şöyle başladı: Kur' an' dan yapacağımız alıntılan, anlaşılırlık du­ rumuna göre bazen Okat yayınlarının çevirisin­ den, bazen Milliyet yayınlarının çevirisinden ya­ pacağız. Oral Çalışlar'ın alıntıladığı ayetlerin kimilerinin çevi­ risini Okat yayınlarından, kimilerinin çevirisini de Milliyet yayınlarından aktarma gerekçesi "anlaşılırlık"tır. Oysa Çalış­ lar'ın bu gerekçesi bilimsel değildir. Herhangi bir çevirinin di­ linin anlaşılır olup olmaması bir şey, o çevirinin Arapça metne uygun olup olmaması başka bir şeydir. Cumhuriyet döne­ minde yayımlanmış otuzu aşkın Kur' an çevirisi vardır. Bu çe­ virilerin çoğunun Türkçeleri sözlük yardımıyla "anlaşılır gibi" olmasına karşın, kimi ayetlere verdikleri anlamlar birbi­ rine çok aykırıdır. Şöyle ki: 1 - Ali Bulaç'ın "Haru t'la Marut 'a indirileni öğretiyorlardı, " diye çevirdiği bir ayeti, Osman Kes­ kioğlu; "Harut'a ve Marut'a bir şey indirilmemişti, "

diye çevirmiştir, (Bakara,102). 2- Ali Bulaç'ın "Allah size minnet etmektedir, " diye çevirdiği bir ayeti, Osman Keskioğlu "Sizin Al­ lah 'a minnettar olmanız gerekir, " diye çevirmiştir, (Hucurat, 1 7) .

Pek çok çevirmenin "İnkar edenlerin du­ rumu, " diye çevirdikleri bir ayeti, Süleyman Ateş 3-

290

" İnkar edenleri (hakka çağıranın) durumu, " diye çevir­ miş; böylece parantez kullanma sanatında yepyeni bir çığır açmıştır, (Bakara, 1 71 ) . Kur'an çevirilerindeki birbirine uymazlıkların, terslik­ lerin eksiksiz bir dizini çıkartılacak olsa, ayrı bir kitap olabile­ cek denli çoktur. Demek ki, bir Kur' an eleştirmeni, Kur' an çevirilerin­ den alıntılar yapıyorken, o çevirinin Türkçesinin, dilinin akıcı, düzgün, "anlaşılır" olup olmadığına bakmaktan öte, o çeviri­ nin Kur'an'ın Arapçasına uygun olup olmadığını "bilmek" ile yükümlüdür. Oral Çalışlar'ın yazı dizisinde alıntı olarak verdiği çe­ virilerin Kur'an'ın Arapçasına upuygun olup olmadığını yok­ layabilecek bir uzmanlığı olmadığı, çünkü Arapça bilmediği görülmektedir. Arapça bilmeden Kur'an'ı eleştirmek, Al­ manca bilmeden Marks'ın Kapital' ini eleştirmek gibi bilimsel­ liğe aykırı bir tutumdur. Fransızca bilmeden Baudelaire'i eleş­ tirmeye kalkanlara anında öfkeyle karşı çıkan aydınlarımız, Kur' an'ı Arapça bilmeden eleştirenlere niçin alkış tutarlar, an­ layabilmiş değiliz. Oral Çalışlar, Müslümanlıkta kadınlara katı davran­ manın bir Tanrı buyruğu olduğu savını kanıtlamak üzere, Kur'an çevirilerinden "kadınların örtünmesi" ve "kadınların dövülmesi" konusuyla ilgili olanları alıntı olarak verdi. Gel­ gelelim Çalışlar, eğer çevirilerini alıntı olarak verdiği bu ayet­ lerin Arapça metnine bir göz atabilseydi, dilimize "dövün" diye çevrilen Arapça sözcük ile "örtün" diye çevrilen Arapça sözcüğün aynı olduğunu şaşkınlıkla görür ve bilimsel kuşku­ culukla; "Kur'an' da geçen aynı bir Arapça sözcük , nasıl olup da bir ayette "dövmek", bir başka ayette "örtmek" diye an­ lamlandırılabiliyor?" diye sorardı.

291

Evet, çevirmenlerin bir ayette "örtün" diye çevirdik­ leri sözcük ile bir başka ayette "dövün" diye çevirdikleri söz­ cük, Kur'an'ın Arapçasında aynı sözcüktür: 0-R-B .. Kur'an'da 58 yerde karşımıza çıkan D-R-B sözcüğüne çevir­ menler neredeyse her ayette başka bir anlam veriyorlar. Kimi yerde yola "çıkmak", kimi yerde boyun "vurmak", kimi yerde karanlığa "bürümek", kimi yerde parmakları "doğra­ mak", kimi yerde örnek "vermek", kimi yerde verilen bir şeyi geri "almak", konulan bir şeyi "kaldırmak", birini "dövmek", birini "yatırmak", "uyutmak", "örtmek" ve daha pek çok bir­ birine uymaz anlamların hepsi aynı sözcüğe, Kur'an'daki D­ R-B sözcüğüne yüklenmiştir. Örneğin Kur'an' da geçen "Ku­ lakların üzerine D-R-B etmek" kimi çevirmenlerce; "Kulakla­ rının üzerine yahrıp uyutmak," diye anlamlandırılırken, ki­ milerince; "Kulaklarının üzerine vurmak," diye çevrilmekte­ dir. "Bu nasıl böyle olabilir?" diye sorulduğunda; "Tümcenin gelişine göre (Arapça deyimle "siyak"ına göre) uygun bir an­ lam yakıştırıldığı" söylenmekte! .. Yani, " Arapça değil mi? Uy­ dur uydur söyle!" Çevirmenlerin ve yorumcuların büyük bir çoğunluğu­ nun; "O kadınları dövün," diye çevirdikleri ayette de karşı­ mıza çıkan bu D-R-B sözcüğü hakkında, 1050 yıllarında yazıl­ mış bir Arapça sözlük -ki tüm İslam bilginleri kaynak olarak benimsemişlerdir- şöyle der: D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır. (Bkz: Ragıb el Müfredat) Yine tüm İslam bilginlerinin kaynak olarak benimse­ dikleri Firuzabadi'nin 1450 yıllarında yazdığı büyük sözlü­ ğünde de aynen şöyle söylenir: D-R-B: Bu sözcük hakkında ihtilaf vardır.

292

Evet, bu sözcüğün anlamının ne olduğu konusu nda bilginler arasında "ihtilaf", yani uyuşmazlık vardır; gelgele­ lim bu sözcüğü "dövün" diye çeviren hiç bir çevirmen, hiç de­ ğilse bir açıklama koyarak: "bu sözcüğün anlamının ne ol­ duğu konusunda kesinlik bulunmadığını, bu nedenle "dö­ vün" diye yakıştırılan Türkçe anlamın doğru olmayabilece­ ğini" belirtmek gereğini duymamış; sanki bu sözcüğün "döv­ mek" anlamı kesinmiş gibi, hepsi de ağız birliği ederek "dö­ vün" diye çevirmişlerdir. İlginç olan bu çevirmenlerin tümü­ nün de erkek olmasıdır. Yalnız kimi çevirmenler, bir parantez açarak "(acıtmadan, azıcık) dövün," diye çevirmişlerdir. Oysa Kur'an'ın Arapçasında "acıtmadan", "azıcık" gibi uyarılar bulunmamaktadır. Eğer "D-R-B" sözcüğü "acıtmadan, azıcık dövmek" anlamına geliyor ise, aynı sözcük, aynı kipte, bir başka ayette (Erıfal,1 2), niçin "hiç acımadan parmaklarını doğrayın," anlamına gelsin? Evet, Kur'an'da "O kadınları D-R-B edin," diye bir buyruk gerçekten de vardır; ancak bunun "O kadınları dö­ vün," mü, "yatırın" mı, "gönderin" mi, "yollayın" mı, "doğ­ rayın" mı, "ahn" mı, yoksa "örnekleyin" mi anlamına geldiği "ihtilaflı" dır, tartışmalıdır. Çünkü Arapçada "kitap D-R-B et­ mek"; kitap yayınlamak, piyasaya kitap çıkartmak anlamına gelir. "Para D-R-B etmek"; dolaşıma para sürmek, tedavüle sokmak anlamına gelir. Arapçada "D-R-B'ül evvel" deyimi; ilk yaratıklar, anlamına gelir. Arapçada "iki insanın birbirle­ riyle D-R-B'laşması"; dövüşmeleri anlamına gelmez, tersine, birbirleriyle ortak olup bir işletme kurmaları anlamına gelir. Birinin kendi parasını D-R-B ettiği, diğerinin de yalnızca işgü­ cünü, emeğini D-R-B ettiği ortaklıklara da Arapçada "D-R­ B'laşma" (Mudaraba) adı verilir. Öyleyse, Kur'an' da geçen "O kadınları D-R-B edin," tümcesi, nasıl olup da "dövün" demek olabilir? Arapçada "kitap D-R-8 etmek,"; bir kitabı patakla-

293

mak, dövmek midir ki, bir kadını D-R-B etmek, o kadını döv­ mek anlamına gelsin? .. Arapçada "çadır D-R-B etmek"; çadır "kurmak" anlamına gelir; yoksa çadırı "dövmek" değil... Kur'an eleştirmenlerinin tümü gibi, Oral Çalışlar da içinde D-R-B sözcüğü geçen ve biri "örtmek", diğeri "döv­ mek" diye çevrilen iki ayeti alınh olarak kullanmışhr. Müslü­ manların D-R-B sözcüğünün bu ayetlerde "dövün" anlamına geldiğine inanmaları başka şey, Oral Çalışlar'ın bu Arapça sözcüğün alıntıladığı ayetlerde çevirilerde verilen anlama ge­ lip gelmediği üzerindeki kendi yargısı başka şeydir. Oral Ça­ lışlar, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bilimselliğe da­ yandığını söyleyen bir araştırmacı olarak, bilim erdemini, bi­ limsel kuşkuculuğu elden bırakmamalıydı. Oysa o, Müslü­ manların doğru kabul ettikleri çevirilerin gerçekten de doğru olduğuna inanıyor; Ölümünden üç yüz yıl sonra yazılıp Mu­ hammed' e aittir denilen sözlerin (hadislerin) gerçekten de ona ait olduğunu, bilimsel kuşkuculuktan yoksun çoğu Müs­ lümanlar gibi, bilimsel sosyalist Oral Çalışlar da kabul ediyor ve tıpkı Müslümanlar gibi Oral Çalışlar da bunlara inanabil­ mek için bilimsel nitelikte somut kanıtlar aramıyor. Yazısının bir yerinde şöyle diyor: "Cehennemdekilerin çoğu kadınlar" ... Bu sözler Muhammed'e aittir. Kimse aksini iddia edemez. Çünkü tüm İslam kaynakları bu sözlerden alınh yapıyorlar. Nasıl hiçbir bilgin, Tanrı'nın elçisi Muhammed yaşar­ ken yazıya geçirilmemiş olan ve ancak onun ölümünün üze­ rinden üçyüz yıl geçtikten sonra birileri tarafından yazılıp Muhammed'e aittir denilen bu gibi sözlerin, gerçekten de ona ait olduğunu söyleyemezse; kendisine bilimselliği dayanak aldığını savlayan Oral Çalışlar'ın bu usyürütmesinin de bilim erdeminde yeri yoktur. Çünkü, bir sözün çok yayılmış olması,

294

o sözün o kişi tarafından söylendiğinin bilimsel anlamda ka­ nıtı değildir. Galilei'nin yüzyıllardır bilim adamlarınca anla­ tıla anlatıla bitirilemeyen şu ünlü Pisa Kulesi deneyinin, araş­ tırıldığında uydurma çıkması, buna güzel bir örnektir. Ders kitaplarında bile yer aldığı için doğruluğuna yüz yıllarca bil­ ginler dahil herkesçe inanılan ünlü Pisa Kulesi deneyi öyküsü şöyledir: Galilei bilimde deneyciliği başlatan bilgindir. Ondan ön­

ceki bilginler deneyci değildirler. Galilei'nin bilimde deneyciliği baş­ /atışı şöyle olmuştur. Galilei, nesnelerin düşme hızlarında onların ağırlıklarının başka başka oluşlarının bir etkisi olmadığını savlamış. Bütün bilginler onun bu savına karşı çıkmışlar. O da tutup hepsini Pisa Kulesi'ne çağırmış. Gelmişler. Galilei Pisa Kulesi'nin tepesine çıkmış ve ağırlıkları başka olan iki nesneyi kulenin tepesinden aynı anda bırakmış. Nesneler yere aynı anda çarpmışlar. Böylece nesne­ lerin düşüş hızında ağırlıklarının etkisinin bulunmadığı deneyle ka­ nıtlanmış. Bu bilimde deneyciliği başlatan ilk deneymiş.. . Bu öykü böylece yayılmış, ders kitaplarına girmiş, yüz yıllar boyu her­ kes bu anlatılanı doğru bellemiş. Gelgelelim bu anlatının doğru olmadığı bu öyküdeki deneyi yeniden yapan bilgin­ lerce ortaya çıkarılmış bulunuyor. Galilei, yüz yıllarca gerçek diye anlatılan o ünlü Pisa Kulesi deneyini hiç yapmamıştır. Eğer yapsaydı, yanılan kendisi olacaktı. Çünkü Pisa Ku­ lesi'nden bırakılan ağırlıkları başka iki nesne yere aynı anda düşmüyor, bu deneyle saptandı. Ayrıca, bu denli ünlü ve çağ değiştirici olduğu savlanan bir deneyin Galilei'nin yazdıkları içerisinde sözü bile edilmemiş .. Demek ki, kimi bilim tarihçi­ leri, bir bilimsel deney öyküsü uydurup bunu Galilei'ye ma­ lederek yüz yıllarca tüm insanlığı Galilei'nin böyle bir deney yaptığına inandırmışlardır.109 Bu nasıl olabiliyor? Çünkü in­ san bir yönüyle de "Hadis uyduran hayvan" dır. Tarihte önemli işler başaran insanların ölümlerinin ardından, onlara maledilen çok şeyler uydurulmuş, kimi uydurarak yücelt­ meye, kimi uydurarak karalamaya çalışmıştır. Sağduyulu in­ sanlara düşen, bir insanın ölümünden üç yüz yıl sonra onun

295

hakkında ona atfedilen şeyleri, somut belge ve bulgularla ka­ nıtlanmadıkça ona ait saymamaktır. Kur'an eleştirisi, din eleştirisi, inanç eleştirisi yapar­ ken, bilimselliğin sınırlan içinde kalmak gerekir. Bilimsellik savında bulunan Oral Çalışların yargılan: 1 - Türkçe Kur' an çevirileri içerisinden, Arapçasına uygunluğunu kendisinin bilmediği alıntılara,

2- Hadislerden, gerçekten de Muham­ med' e ait olduğunu bilemeyeceği alıntılara da­ yandırılmıştır.

Bu nedenle bilimsel bir çalışmanın ürünü değildirler.

Müslümanlıkta Kur'an'ın doğru anlaşılması, çok er­ ken dönemlerde ortaya çıkmış önemli bir sorundur. Bu yal­ nızca bir dil ve çeviri sorunu olmaktan da ötedir. Örneğin Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" deyiminin Türkçeye "orta namazı" diye çevrileceğinden hiçbir çevirmenin kuşkusu ol­ mamıştır. Gelgelelim Kur'an' da geçen bu "orta namazı" deyi­ miyle hangi namazın adlandırılmış olduğu konusunda çevir­ menler ve yorumcular arasında en küçük bir anlayış uzlaşımı dahi görülmemektedir. Bu konuda birbirine aykırı 17 değişik anlayış vardır: Şöyle ki: 1. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz ikindi namazıdır, diyenler: Bun­ lar bu anlayışlarını Hz.Ali, İbni Mesud, Ebu Ey­ yub, İbni Ömer, Semret ibni Cündeb, Ebu Hü­ reyre, Utayye ibni Abbas, Ebu Saidi, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Ebu Hanife, imam Şafii, çok sayıda ta­ biin ve bir çok ashab-ı malikten edinmişlerdir.

296

2. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz sabah namazıdır, diyenler. Bun­ lar anlayışlarını Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebu Musa, Muaz, Cabir, Ebi Umame, Mücahid, İmam Malik ve İmam Şafii' den almışlar. 3. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz öğle namazıdır, diyenler. Bun­ lar bu anlayışlarını, Ömer, Zeyd, Usame, Ebu Said, Hz. Ayşe ve İmamı Azam' dan almışlardır. 4. Kur'an'da geçen "es salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz akşam namazıdır, diyenler. 5. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz yatsı namazıdır, diyenler. 6. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bildiğimiz beş vakit namazın hepsine bir­ den verilen genel bir addır, diyenler. 7. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), beş vakit namaz içerisinden hangisi oldu­ ğunu bilemediğimiz bir tanesidir, diyenler. 8. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), bütün öğle namazları ve cuma namazının adıdır, diyenler. 9. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), yatsı ve sabah namazlarının adıdır, diyen­ ler. 10. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), sabah ve ikindi namazlarının adıdır, diyen­ ler. 1 1 . Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), yalnızca cuma namazının adıdır, diyenler.

297

12. Kur'an'da geçen "es-salah vusta" (Orta Na­ mazı), farz olan namazların tümüne birden veri­ len genel bir addır, diyenler. 1 3. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), korku namazıdır. Can güvenliğinin bulun­ madığı ortamlarda kılınan namazlara bu ad veri­ lir, diyenler. 14. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), vitir namazına verilen diğer bir addır, di­ yenler. 15. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), kurban bayramı namazına verilen özel bir addır, diyenler. 16. Kur'an'da geçen "es-salatı vusta" (Orta Na­ mazı), Ramazan bayramı namazına verilen özel bir addır, diyenler. 1 7. Kur'an'da geçen "es-salah vusta" (Orta Na­ mazı), kuşluk vakti kılınan namaza verilen özel bir addır, diyenler. Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili adlı 8 ciltlik Kur'an yorumunda "es-salatı vusta" (Orta Namazı) de­ yiminin hangi dinbilirlerce nasıl anlaşıldığına ilişkin verdiği dizin burada bitiyor. (Bkz: age, cilt 1, sf. 812, 1 935 baskısı.) Görüleceği üzere Kur'an'da geçen Arapça "vusta" sözcüğünün doğru okunmuş, Türkçeye "orta" diye doğru çevrilmiş olması dahi, bu sözcükle neyin anlatıldığı konu­ sunda birbirine uymaz on yedi uzlaşmaz görüşün ortaya ahl­ masını önleyemiyor. Üstelik bu on yedi değişik görüş, Kur' an' dan sonraki ilk iki yüz yıl içerisinde, hepsinin de ana­ dili Arapça olan Arap dinbilirleri arasında ortaya çıkmış. Hepsi tek bir Kur'an'ı okuyup bir tek sözcük hakkında on

298

yedi değişik anlayış geliştiren bu Arapların her biri kendi an­ layışının en doğrusu olduğuna tanık olarak Muhammed'e at­ fen hadisler de söylemişlerdir. Her değişik anlayış öbeği, "Hz. Muhammed sağlığında bu konuda şöyle demişti, bu nedenle "orta namazı" bizim anladığımız gibidir," demişlerdir. Kur'an'da, kendilerine Tanrı'dan kitap verilmiş top­ lumların o tek kitap çevresinde kenetlenip birlik olmak ye­ rine, birbirleriyle tersleşip birbiriyle çekişmelerinin nedeni­ nin, onların kişisel hırs ve kariyerist eğilimleri olduğunu bil­ diren ayetler vardır. (Bkz: Bakara suresi, 213. ayet.) Demek ki, "Kur'an'ı doğru anlama sorunu", Kur'an' da bile sözü edilmiş bir sorundur ve buna göre "Kur'an'ı doğru anlamak", Kur' an'ı okuyan kişilerin kendi kişisel ruhsal biçimlenmesiyle doğrudan ilintili bir sorundur, diyebiliriz. Bunu bir diğer örnekle görelim: Kur' an' da, namaza durmadan önce temizlenirken "başlarınıza MESH edin," de­ nilmektedir. (Bkz: Maide suresi, 6. ayet.) "Mesh" sözcüğü Arapçadır ve Araplar için anlaşılmaz bir yanı olmaması gere­ ken bir sözcüktür. Gelgelelim her biri Arap olan, anadili Arapça olan ve Hz. Muhammed'in ölümünden sonraki ilk yüz yıllarda yaşayan ilk dört büyük mezhebin kurucuları, Kur'an'da geçen bu "mesh" sözcüğünü ötekinden başka an­ lamış ve ötekinden başka uygulamıştır. 1- İmam Malik ve İmam Hanbel; "mesh" in başın bütününe uygulanmasını

2- İmam Şafii; "mesh" buyruğunu yerine getirmek için başa parmakla bir kez dokunulma­ sının yeterli olduğunu, 3- Hanefi Mezhebi'yse, "mesh"in başın bir el kadarlık yerine uygulanmasının yeteceğini, söylemiştir.

299

Ortada, içinde Arapça "mesh" sözcüğü geçen bir tek Kur'an buyruğu ve bu buyruğun Araplarca üç değişik bi­ çimde anlaşılmasından doğan üç değişik uygulama var. Durum diğer Kur' an buyruklarının anlaşılmasında da karşımıza çıkıyor. Kur'an'da geçen ve "hırsızın elini kesin," diye çevrilen Arapça "kat'a eydiyehim" ayeti de yine böyle değişik biçimlerde anlaşılmışhr. Kimi Araplar "hırsızın par­ mağının uçunu birazcık çiziktirmek"; kimi Araplar "hırsızın elini bilekten kopartmak"; kimi Araplar "hırsızın kolunu om­ zundan kopartmak" biçminde anlamış ve anladıkları gibi başka başka uygulamışlardır Kur'an'daki "kat'a eydiyehim" buyruğunu ... Bu anlayışların doğru olup olmadığı; Kur'an' da geçen "kat'a eydiyehim" (ellerini kesin) sözlerinin, bir deyim olup olmadığı; örneğin "el kesme"nin belki de "toplumla iliş­ kisini kesmek" anlamına gelip gelmeyeceği, çok kesin bir bi­ çimde ortaya konabilmiş değildir. Kur'an'd aki Arapça Tanrı buyruklarının, anadilleri Arapça olan mezhep kurucularınca bile niçin başka başka an­ laşılıp başka başka uygulandığı, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu denli önemli bir diğer sorun da Arapça olan Kur' an' ın anadili Arapça olmayan Türklerce dos­ doğru anlaşılmasıdır. Bugüne dek yapılan Kur'an çevirileri, kendileri şu yada bu mezhebe bağlı olan, dilbilimsel bir kaygı değil mezhep kaygıları güden, kendi mezhebinin anlayışının diğer mezheplerin anlayışından daha doğru olduğunu yap­ tığı çeviriyle kanıtlamak isteyen, mezhebini yaptığı Kur' an çe­ virisine doğrulatmaya çalışan kişilerce yapılmışhr. Bunlar, Kur'an'ı çevirirken, önündeki Arapça ayetin Türkçe karşılı­ ğını bilimsel bir çabayla bulmaktan çok, kendisinden önce kendi mezhebinden kişilerin o ayeti nasıl anladıklarına bak­ maktadırlar ve kendi mezheblerinin o ayete ilişkin daha ön­ ceki yorumlarına aykırı bir çeviri yapmaktan ödleri patlamak-

300

tadır. Böylesi çevirmenlerin ortaya koydukları çeviriler, bi­ limsel çeviriler olmayıp, kendi mezheplerinin Kur'an yoru­ munun bir özetidirler. Sözgelimi, "el-küffar" sözcüğü, Kur'an'da on dokuz kez geçer. Bu sözcüğü on sekiz yerde "kafirler" diye çeviren bir çevi rmen, bir ayette tutup "çiftçi­ ler" der ... Neden? Çünkü geçmişte kendi mezhebinden biri çıkmış, o ayette geçen "el-küffar" sözcüğünün "kafirler" değil de "çiftçiler" anlamına geldiğini yazmış; bu çevirmen de buna uymak zorunda duyumsuyor kendini ve "Kur'an'da on do­ kuz yerde geçen "el-küffar" sözcüğü, on sekiz yerde "kafir­ ler" oluyor da niçin bir yerde "çiftçiler" oluyor?" diye sormu­ yor, (Bkz: Hadid suresi, 20. ayet.) Mezhepçilik güden çevir­ menlerin kendilerini önlerindeki Kur'an'a sadık kalmaktan çok, Kur'an'ın kendi mezheplerince yapılmış önceki yorum­ larına sadık kalmakla yükümlü sayması sonucu, çevirilerde Kur' an'ın kendisinde bulunmayan bir takım tutarsızlıklar, çe­ lişkiler görülmektedir. Örneğin, bir ayette geçen "insanın in­ sana NSH etmesi,"ni Türkçeye "insanın insana öğüt vermesi" biçminde çeviren biri, başka bir ayette karşısına "insanların Allah'a NSH etmesi" gibi bir tümce çıkınca, bunu "insanların Allah'a öğüt vermesi" diye çevirmek yakışık almayacağı için, tutup, "Allah'a içten bağlandılar," diye çevirmiştir. Oysa bu çevirmen, karşılaştığı bu çelişkili durumu, Arapça "NSH"nin bir önceki ayette de "öğüt vermek" anlamına gelmeyebilece­ ğinin bir göstergesi saymalı ve dönüp "insanın insana öğüt vermesi" diye çevirdiği ayeti de "insanın insana içten bağlan­ ması" diye çevirmeli değil midir?. Kur'an çevirmenlerinin, kendi içinde kendi kendisiyle ve Kur' an'la tutarlı çeviriler yapmak gibi dilbilimsel bir kaygıları yoktur. Bu nedenle Kur'an'daki NSH sözcüğü kimi yerde "öğüt vermek", kimi yerde "içten bağlanmak" diye çevrilmektedir. (Bkz: Tevbe su­ resi, 9 1 . ayet, Araf suresi, 93. ayet.) Bunlar yaptıkları çevirilere

301

çeviri de demiyorlar zaten; "meal" yani "anlamlandırma" di­ yorlar. Gelgelelim, yaphklan "anlamlandırma"lar dahi kendi içlerinde tutarlı olmuyor. Kur'an'ın doğru anlaşılması, bilimsel bir sorundur. Kur' an' a inananlar neye inandıklarını, Kur' an' a karşı çıkanlar neye karşı çıktıklarını bilmek için, öncelikle Kur'an'ı dos­ doğru anlamak zorundadırlar, ki bunun yolu da Kur'an'a "dilbilim"le, "anlambilim"le, "kökbilim"le, "insanbilim"le, özetle bilimsel yöntemlerle eğilmekten geçmektedir. Bunu yapmaksızın ne inanırların inançları, ne karşıtların yadsıma­ ları sağlıklı olacaktır.

302

BİZİM DEDE KORKUT'LARIMIZA NE OLDU? . . 1 10

Karısı doğurma özürlüymüş. 86 yaşına dek bir çocuk­ ları olmamış. Bu nedenle kendisine bir erkek çocuk vermesi için Tanrı' ya yalvararak, karısının da onayıyla ikinci bir kadın alıp yatıyor. Tanrı onun gece gündüz yalvardığını "işitip" ona ikinci karısından bir erkek çocuk bağışlıyor. O da, Tanrı yaka­ rılarımı "işittiği" için bana bu çocuğu bağışladı, diyerek, oğ­ luna İbranice "isma" (işitmek) ve "el" (Tanrı) sözcüklerini bir­ leştirip İbranice "ismael" (Arapçası; "ismael") Türkçesi; "Tanrı işitti" adını veriyor ve kendisi de artık soyunu sürdü­ recek bir erkek çocuğu olduktan sonra adını değiştirip; Türk­ çede "ata" anlamına gelen İbranice "ah" ile Türkçede "bir soy" anlamına gelen İbranice "rahm"ı birleştirip "Abrahm" (Arapçası; İbrahim) Türkçesi "bir soyun atası" adını alıyor. Derken bu olay, ona yıllardır bir erkek çocuk doğuramamış olan ilk karısını çok üzüyor. Bu kez de ilk kansı kendisinin de bir erkek çocuk doğurması için gece gündüz Tanrı'ya yalvar­ maya başlıyor. Bir kaç yıl yana yakıla dua ettikten sonra, Tanrı bu kadının da yalvarmalarını olumlayıp ona da bir erkek ço­ cuk doğuracağını bildiriyor. Gelgelelim kadın 90 yaşındadır. Tanrı'nın bu müjdesine bir türlü inanamıyor; "Ne?! Ben mi?! Bu yaşımda doğum mu yapacağım?" diyerek kıkır kıkır "gü­ lüyor" . Sen misin Tanrı'nın müjdesine "gülen"? Bir de bakı­ yor ki karnı şişmeye başlamış. Derken doksanlık kadın günü gelip bir oğlan çocuk doğurmuyor mu? Eh, bu çocuğa da bir ad koymak gerekiyor. Çocuğun adını İbranice "güldüren" an­ lamına gelen "İshak" koyuyorlar; çünkü bu çocuk anasını "güldürmüş" . Gelgelelim, ikinci erkek çocuk doğunca, baba

303

"Abrahm" ın "bir soy atası" anlamına gelen adının da yeni du­ ruma göre değiştirilmesi gerekiyor. Öyle ya, artık iki erkek ço­ cuğu olduğuna göre, kendisinden "bir soy" değil, "iki soy" türeyecek. Bu nedenle baba da adını değiştirip Türkçede "ata" anlamına gelen İbranice "ab" ile Türkçede "soylar" anlamına gelen İbranice "raham"ı birleştirerek "Abraham", Arapçası "İbrahim", Türkçesi "Soylar atası" yapıyor. İşte kutsal kitap­ larda Tanrı'nın elçisi olarak adı geçen "İbrahim" (Soylar atası) bu İbrahim'dir; ilk oğlu "İsmail" (Tanrı işitti) ikinci oğlu "İs­ hak" (Güldüren) böyle olmuştur. İbrani kutsal yazılarındaki tüm kişi ad larının böyle ya­ şanmış olgulardan kaynaklanan bir anlamı vardır. Adlar, ger­ çek durumu tanımlayan sözlerden oluşur. Bir varlığın gerçek durumunda bir değişme olduğunda, onun adı da yeni duru­ muna uyacak bir sözcükle değiştirilir. Bu ilke yalnızca kişi ad­ ları için değil, yer ve nesne adları için de geçerlidir. Örneğin, bir gün bir su kuyusu açarlar. Bu su kuyusunun kimin olacağı konusunda aralarında "kavga" çıkar. Bu nedenle o kuyunun adı "kavga" anlamına gelen İbranice "esek" konur. Sonra bir kuyu daha açarlar. Kuyular iki olunca aralarındaki su kavgası bitip "barış" yaptıklarından dolayı, bu ikinci kuyunun adını "barış" anlamına gelen İbranice "rehavot" (Arapçası; "reha­ vet" ) koyarlar. Bir kişiye, bir yere, bir nesneye ad olarak verilen söz­ cüğün sözlük anlamının, ad olarak verildiği nesnenin, kişinin, yerin gerçek durumuna uygunluğunu gözetmek, yalnızca eski İbranilerde değil, bütün eski soylarda karşılaştığımız bir "ad koyma ilkesi"dir. Örneğin Moğollarda "Cengiz Han"ın adı, çocukluğunda "Cengiz" değil, "Temuçin"dir. Bu ad ona doğduğu yıl görülen ilginç bir olayın anısına verilmiştir. An­ cak Temuçin büyür, egemenliği çok geniş alanları kapsayan bir hakan olur; öyle ki, ülkesinin bir ucu Hazer "denizi" ne, bir ucu Kara "deniz"e dayanır. İşte egemenliğinin sınırları "iki

304

denize" dayandığı içindir ki, Temuçin'in adı bu yeni duruma göre değiştirilir; Temuçin atılır, yerine eski Türkçe "tengiz" (deniz)' in Moğol dilindeki çoğulu "Cengiz" (iki deniz) adı ve­ rilir. "Cengiz Han" (İki denizin hakanı, denizler hakanı) de­ mektir, ki adı durumuna uygun olmuştur. Eski Türklerin ad koyma geleneklerinin de yukarıda örneklediğimiz "ad koyma ilkeleri" ne ve "sözcük türetmenin evrensel ilkeleri"ne dayandığını, en belirgin olarak "Dede Korkut Anlatıları"nda buluyoruz. Bu anlatılardan birinde, Dirse Han'ın bir oğlu olur. Bu oğul ergenlik çağına girmesine karşılık, "kendisini kendi benzerlerinden ayırt ettirecek nite­ likte bir özgünlük sergileyemediği için adsız" yaşamaktadır. Çünkü, toplumun ad koyma kurallarına göre, onun kendisini öbürlerinden ayıracak "özel bir ad"ı olabilmesi için, kendisini öbürlerinden ayıracak "özel bir yan"ı görülmesi gerekmekte­ dir. Günün birinde karşısına azgın bir "boğa" çıkar. Adsız do­ laşan bu genç o "boğa"yı bir vuruşta yıkınca, "kendisini kendi benzerlerinden ayırt eden ve böylece özel bir adla anılmayı gerektiren bir özellik göstermiş" olur. Toplumun ad koyu­ cusu Dede Korkut gelir, boy boylar, soy soylar; gence bir ad verir: "Boğaç" . . Toplumun a d koyucu başı Dede Korkut, gence verdiği adı öylesine uydurmamıştır. Baştan savma bir ad vermemiş­ tir. Gözlerinin önünde, o güne dek görülmemiş -dolayısıyla ad­ landırılmamış- bir olay olmuştur; belleğinde geçmişte ayırdına varılmış olgulara verilmiş adlardan oluşan bir sözlük vardır; elindeyse "bilinen sözcüklerden bilinmeyen sözcükler türet­ meye yarayan türetim (yapım) ekleri" bulunmaktadır. Bir de, tüm toplumların bilge kişilerine Tanrı'nın armağan ettiği "ad koyma", "sözcük türetme" yetisi . . . Eski çağlarda doğaçtan işleyen bu yetiyi biz şimde bir yazılı yasaya çevirebiliriz:

305

• Ayırdına yeni varılan -dolayısıyla o an için bir adı bu­ lunmayan- yepyeni bir olguyla karşılaşıldığında, • öncelikle, yeni gözlemlenen bu olgunun, geçmişte karşılaşılıp da adı geçmişte konulmuş bulunan olgulardan hangisiyle ne gibi bir bağlanhsı olduğu düşünülür, • sonra da, ad konulmayı bekleyen bu yeni olguya, onu şu ya da bu açıdan bağlantılı gördüğümüz bilinen bir ol­ gunun bilinen adından, • uygun türetim (yapım) ekleri kullanılarak, • yeni bir sözcük türetilip, • ad verilir. • seçilen türetim (yapım) eki, ad konmayı bekleyen yeni olgunun, adı konmuş eski olgulardan hangisiyle nasıl bir bağlanh içinde düşünüldüğünü gösterir, eleverir. • Bu bir "biçimsel benzerlik" bağlantısı, bir "işlevsel benzerlik" bağlantısı ya da bir "neden-sonuç" bağlanhsı ola­ bilir, • Örneğin, ad konulacak gencin kendisi boğaya "biçim olarak benziyor" olsaydı, adı "Boğamsı" konabilirdi. Oysa, genç boğayı "yenmiş"tir, devirmiştir. Üstün gelmek anla­ mında "yenmek" nasıl "yemek"ten geliyorsa, eski çağlarda savaşta üstün çıkmak da "içmek" sözcüğüyle anlahlıyordu. İşte genç boğaya üstün geldiği için, üstün gelmek anlamın­ daki "iç"ten "ç" sesi eklenerek, "Boğaç" konmuştur adı; Bo­ ğayı yenen .. Diyorlar ki, "Türkçe soyut kavram adları türetmeye yetmiyor, Türkçe yetersizdir." Bunu nasıl diyebiliriz? Neye dayanır bu sav?

306

"Bizim dilimizde "vites" anlamına gelen yerli bir söz­ cük yoktur," diyorlar. Oysa "vites" Latincede "çubuk" de­ mektir. Bahlılar 2000 yıl önceki Latinlerin "çubuk" anlamına gelen"vites" sözcüğünü alıp, otomobillerin "vites"i, "çu­ buğu" anlamında kullanmışlardır. Gerçekte "çubuk" anla­ mına gelen "vites" sözcüğü, sözlükteki anlamıyla bugün ad olarak kullanıldığı otomobil parçasını bütünüyle tanımla­ maya, anlatmaya, adlandırmaya yetmez; onu yalnızca "bi­ çimi"yle tanımlamaya yeter. Ancak bilinmelidir ki, hiç bir dilde, hiç bir sözcüğün ad olarak verildiği nesneyi bütünüyle tanımlamaya yeter bir anlamı yoktur; verilen ad onun yal­ nızca bir yönünü dile getirebilir çok çok . . . Batılılar "vites" (çubuk) sözcüğünü bir otomobil parçasına gördüğü işlev ba­ kımından " çubuk"la uyumsuz olsa da, biçimsel benzerlik açı­ sından "çubuk" gibi olduğu için yakışhrmışlardır. Bizse, öz dilimizden sözcükleri, bırakalım soyut kavram adı olmaya, nesne adı olmaya bile yakıştıramaz durumdayız; ne gülünç .. "Zaman", batı dillerinde "krono" sözcüğüyle adlandı­ rılan bir "soyut kavram adı"dır. Gelgelelim "krono" geyik boynuzu demektir. Geyikler her yıl yeni bir boynuz çıkarırlar. Bu nedenle "boynuz", "krono", zamana ad olmuştur. "Kro­ noloji" böyle türetilmiş bir sözcüktür. Biz Türkler dilimizde bulunan "boynuz" sözcüğünden "kronoloji" anlamına gelen bir sözcük türetmeyi beceremeyiz, ama batılılar pekala "krono" (boynuz) sözcüğünden "kronoloji"yi türetebilmişler­ dir. Uysa da, uymasa da! . . Bizler, Dede Korkut'larımızın "ad koyma yor­ damı"ndan koptuğumuz içindir ki, kendi öz sözcüklerimize yabanalaşmış bulunuyoruz. Batılılar kendi Dede Korkut'ları­ nın ad koyma yolundan yürüdükleri içindir ki, kendi öz dil­ lerini işliyor, geliştiriyor; ve böylece kendi yaşamlarını kendi­ leri için daha anlamlı, daha sevecen, daha yaşanır kılabiliyor­ lar.

307

KURTULUŞ SAV AŞINI OSMANLICAYLA DE G İL TÜ RKÇEYLE KAZANDIK

Beyaz Nokta Vakfı, Boğaziçi Beyaz Nokta Derneği Saygıdeğer Üyeleri. . . Öncelikle 1 8 Ocak 1996 günü İstanbul Dedeman Oteli'nde yaptığınız toplantıya beni de çağırarak, Dil ve Din kitabımla ilgi bir konuşma yapma ve görüşlerimi seçkin, ay­ dın kişilerden oluşan topluluğunuzla paylaşma olanağı sağ­ ladığınız için teşekkür ederim. Konuşmam sırasında, "Osmanlı dilinin, özellikle de son dönemlerinde epeyce bulanıklaşmış olduğunu, bu yüz­ den Atatürk' ün Kurtuluş Savaşı günlerinde çevresindekilerle yaptığı konuşmaları krokiler çizip ellerine vererek pekiştirme gereği duyduğunu" söylemiş ve bunu Atatürk döneminde ABD'nin Ankara Büyükelçiliği görevinde bulunan General Charles H. Scherrill'in yazdığı anılara dayanarak açıklamış­ tım. Bir dinleyici, karşı çıkarak, söylediklerimin doğru ol­ madığını; General Scherrill'in kitabında böyle bir şey olmadı­ ğını; Atatürk'ün de, çevresindekilerin de çok çok iyi Osman­ lıca bilen kişiler olduklarını; Osmanlıca'nın çok gelişmiş bir dil olduğunu; Atatürk'ün derdini anlatabilmek için krokiler çizmeye gerek duymuş olamayacağını söylemişti. Buna karşılık ben, söz konusu kitabın yanımda olma­ dığını, ilgili kaynaktan konuya ilişkin sayfaları derneğe gön­ dereceğimi söylemiştim. Bu yazım, o sözümü yerine getirmek üzere yazılmıştır. Konuşmamda kaynak olarak gösterdiğim kitap şudur: Adı: "Üç Adam; Kemal Atatürk, Roosvelt, Musso­ lini" 308

Yazan: General Charles H. Scherrill, Birleşik Ame­ rika Hükümetlerinin eski Ankara sefiri. Türkçeye çeviren: Cemal Bükerman Basıldığı yer: İstanbul Cumhuriyet Matbaası, 1937 Kitabın içinde, ilk sayfada Atatürk'ün bu yazara imza­ layıp verdiği bir fotoğrafı bulunmaktadır. Atatürk bu fotoğ­ rafını şöyle yazıp imzalamıştır: "To my faithful friend Charles H. Scherrill, Whose eyes can penetrate in the depths of nature's vir­ tue." Ankara, July 12, 1 935 K. Atatürk Bu kitap yayımlandığında Atatürk sağdı, yani o öl­ dükten sonra arkasından yayımlanmış bir kitap değildir. Bu nedenle kitapta yazılanların Atatürk'ün de onayladığı şeyler olduğu apaçıktır. Kitabın Atatürk'ün çizdiği krokilerden söz eden bölümleri şöyledir: Kemal, muvaffakiyetlerinin ekserisini tükenmek bilmeyen sabrı sayesinde elde etıniştir. ( . . . ) Bu muvaffakiyette, evvela 1919 senesi temmuzunda Erzurum kongresinde, sonra da Sivas ve Ankara kongrelerinde, tamamiyle ümitsiz bir halde bulu­ nan delegelere yurdun kurtarılması hususundaki planlarını kabul ettirebilmek için yaptığı uzun ve sayısız konuşmaların da tesiri olmuştur. ( . . . ) Yurt­ taşlarını tenvir için Kemal'in yapmış olduğu gö­ rüşmeler hakkında bir fikir edinebilmek için okur­ ların, onun tarafından yapılan mülakatlar ve mu­ harebeler için kırmızı ve mavi kalemlerle çizmiş olduğu krokileri görmeleri icab eder.

309

Bu krokiler, bahsetmiş olduğum sabrın en bariz birer delilidirler. Bir gün kendisi ile biyoğrafisi hakkında yapmış olduğum uzun mülakatlardan birinde, niçin Was­ hington'un misaline uyarak idare merkezini yur­ dunun içlerine nakletmiş olduğunu sordum. Bir ucu kırmızı ve diğer ucu mavi olan bir boyalı ka­ lem alarak cevap verdi: "- Bunun sebebini, Yıldız köşkünde Sultan ile yapmış olduğum son mülakatı tasvir eden bir kroki ile izah edeceğim. Odaya girdiğim za­ man Sultan orada, bir masanın yanında otur­ makta idi (odanın süratle çizmiş olduğu planı üzerinde mevkii işaret etti); ben burada, ("ben" kelimesini mavi ile yazdı) onun karşısında idim. Şurada bir pencere bulunuyordu (Türkçe pencere kelimesinin birinci harfi olan P'yi ma­ jiskül olarak yazdı) ve Sultan benimle konuşur­ ken mütemadiyen o tarafa doğru bakmakta idi. Acaba neye bakıyordu dersiniz? (Süratle bir kaç mavi gemi çizdi) Sultan, Boğaziçinde, Yıl­ dız köşküne karşı demir atmış bulunan mütte­ fik devletler donanmasına bakmakta idi. Bu re­ sim size, İstanbul' da yerleşmiş olan her hangi bir Türk hükümetinin yabancı devletlerin bo­ ğazlar üzerindeki bahri kontrolü ile ne derece meşgul bulunduğunu, ve idare merkezimizi bu devletlerin bahri ve askeri kontrolünden masun bir yere, yurdumuzun içlerine naklet­ menin ne kadar lüzumlu olduğunu izah eder."

310

Kemal, Erzurum'da ve sonra da Sivas'ta fikirle­ rine taraftar kazanmak hususunda yapmış ol­ duğu konuşmalarda hep bu çeşit krokiler çizerek çalışh. İdare merkezinin Ankara'ya naklindeki sebebi bana anlatmak için Kemal'in çizmiş olduğu kroki benim üzerimde ne kadar realist bir tesir yaph ise bu renkli krokiler de ümitleri kırılmış Türkler üze­ rinde aynı kuvvetli tesiri yaphlar. Bu krokiler, Kemal' in ziyaretçilerinin, onun proje­ lerini işittikleri gibi görmelerini de mümkün kı­ lıyorlardı. Şüphesiz bütün bunlar az çok bir za­ mana muhtaç idiler, fakat Kemal'in sabrının ne kadar faydalı bir tesiri haiz bulunduğunu ispat ediyordu. Ben nasıl benim krokimi aldımsa, herkes de şef ile yaptığı görüşmenin bu faydalı hahrasını öylece alıp götürüyordu. Ziyaretçi, yapmış olduğu gö­ rüşmenin ana hatlarını, elindeki kroki sayesinde başkalarına da izah edebiliyor, ve bu suretle de Kemal'in düşünceleri etrafa yayılmış oluyordu. Bunun neticesinde Kemal'in politik doktrini bü­ yük bir süratle genişleyerek bütün memlekete ya­ yıldı. (Bkz: agy- sf. 152, 154) Charles H. Scherrill'in aktardığı bu anılarda görüle­ ceği üzere, Atatürk Kurtuluş Savaşı'nı yürütürken, yalnızca çok iyi bildiği Osmanlıca'yla yetinmemiş, sözlerini krokiler çi­ zerek pekiştirme gereği duymuş, Erzurum, Sivas, Ankara kongrelerinde, konuştuğu her yerde ve herkese krokiler çizip vermiştir. Niçin?

311

İşte bu sorunun yanıtı benim Dil ve Din kitabımın "An­ lamak nedir?" başlıklı bölümünde yer almaktadır. Bu bölümü bir kez daha okursanız, gözde görüntüye dönüşmeyen bir ko­ nuşmanın anlaşılmaz olacağını göreceksiniz. İşte Osmanlıca son kertede bulanıklaşmış bir dil olduğu için, anlaşılırlığı, yani sözcüklerin gözde görüntüye dönüşebilirliği oldukça tü­ kenmiş durumdaydı; böyle bulanık bir dille savaş iletişimini yürütmek çok güçtü; sözlerin apaçık anlaşılması için kroki­ lerle pekiştirilmesi zorunluydu. Sonuç olarak, konuşmamda "Atatürk' ün Kurtuluş Sa­ vaşı süresince Osmanlıca'nın bulanıklığını krokiler çizerek aş­ tığını" söylememde bir yanlışlık yoktur. Evet, karşı çıkan din­ leyicinin dediği gibi, Atatürk Osmanlıca'yı çok iyi biliyordu, çevresindekiler de Osmanlıca'yı iyi bilen kurmaylardı, bu doğru; gelgelelim Osmanlıca'nın kendisi bulanıktı, işte sorun buradaydı. Atatürk, yalnızca Kurtuluş Savaşı günlerinde değil, daha önce, 1916'da tuttuğu günlüğe, Osmanlıca sözcüklerin yanlış kullanılmasından yakınarak şöyle yazmıştır: "7 Teşrinisani 1332 Pazartesi (20 Kasım 1 91 6)

( . . . ) Emirlerde "maksad"ın suret-i tebliği anlaşıl­ mamıştır . . . "Gaye" ile "maksad" karıştırılıyor! . . Bir d e icra kumandanı, akıl kumandanı olacak!.." Atatürk, yakınında yer alan ve çok çok iyi Osmanlıca bilen icra kumandanına "gaye" ile "maksad"ı birbirine karış­ tırdığından dolayı işte böyle kızıyor. Onun günlüğünden bir aktarma daha yapalım: 9 Teşrinisani 1332 Çarşamba (22 Kasım 1916) ( . . . ) Talimnameden "marş"ı kaldırıp "yürü!" de­ meliyiz.

312

Atatürk 1916'da Fransızca kökenli "marş" sözcüğü­ nün kaldırılmasını, yerine Türkçe kökenli "Yürü!" sözcüğü­ nün konulmasını önermiştir. Sanırım aktardığım bu küçük örnekler, Osmanlıcanın Osmanlı aydınları arasındaki iletişimde dahi sorun çıkaracak denli bulanıklaşmış bir dil olduğunu yeterince göstermiştir. Evet, Osmanlıca yalnızca aydın ile halkı birbirinden kopar­ makla kalmamış, aydın ile aydını da birbirini anlayamaz du­ ruma düşürmüştür. Bu savımı Namık Kemal'in şu sözleriyle kanıtlayabilirim: Bir günlük gazeteyi anlayabilmek için dahi seksen kerre sözlüğe bakar olduk! İşte Atatürk'ün yalnızca konuşmakla yetinmeyip söz­ lerini çizimlerle, krokilerle pekiştirme gereği duyması, Os­ manlıcanın o yıllarda artık iyice bulanık bir dil durumunda olmasından ve bu dille Kurtuluş Savaşı'nın gerektirdiği ileti­ şimi yürütmenin çok güç olmasındandır. Bana karşı çıkan dinleyicinin, Osmanlıca çok gelişmiş, mükemmel bir dildi, saptamasına da katılmıyorum. Kurtuluş Savaşı'nda komutanların birbirlerine çektik­ leri telgrafların dili, Osmanlıcanın ağdalı bulanık sözcükle­ rine olabildiğince yer vermeyen, daha çok halkın kullandığı sözcüklerden oluşuyordu. Gerçekte Dil Devrimi, Kurtuluş Sa­ vaşı'nın dayattığı bir zorunluluk olarak, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde başlamış bir girişimdir. Kurtuluş Savaşı önderleri, halkı savaşa sokabilmek için aydınlann bile birbirini anlaya­ madıkları denli bulanık bir Osmanlıcayla seslenemezlerdi yı­ ğınlara. Eğer yığınlara Osmanlıca seslenselerdi, halkı kazan­ malarının olanağı yoktu çünkü.

313

Tarihçi yazar Cemal Kutay'ın "İstiklal Savaşının mane­ viyat ordusu " adlı kitabında, Kurtuluş Savaşı önderlerinin yı­ ğınları olup bitenler konusunda aydınlatarak onları saldır­ ganlara karşı savaşa çağırmak üzere bir "İrşad Heyeti" kurul­ duğu ve üyelerinin aydınlabcı konuşmalar yapmak üzere yurda dağılmadan önce, yığınlara Osmanlıca değil, apaçık halk Türkçesiyle seslemeyi ilke edindikleri, şöyle anlablmak­ tadır: Bir Menteşe milletvekili Esad Efendi Hoca vardı ki, unvanı Cephe Müftüsü idi. Ümmi, okuma yazma bilmez, Türkçesi en basit askerin mutlak rahatlıkla anlayacağı sade dille o kadar heyecanlı, tesirli, ruhları ümid ve azimle cihazlıyan vaazlar veriyordu ki, en yüksek rütbesine kadar bütün ordu, adeta mütehassiri ve meftunu idik. ( . . . ) Tek dayancımız haklı olmamızdı. Fakat bu haklılığı­ mızı halka layığı gibi anlatamazsak o dayancımız da yıkılacakb. Türk milletinin selim hissi vardı. Yeter ki biz o günün tabiriyle münevverlerin ağ­ dalı lisanı ve karışık mantığını, O'nun anlayış çer­ çevesine sığdırabilseydik . . . Bizim heyet Allahaıs­ marladık için Reis Mustafa Kemal'i ziyarete gittik. Üç kişi idik: Kayseri Mebusu Hoca Alim Efendi Hazretleri, Dr. Tevfik Rüştü ve ben. İki vilayeti nahiyelere kadar dolaşacak, hem hakikatleri anla­ tacak, hem mahalli irşad heyetleri kuracaktık. Yola çıkınca doktor Tevfik Rüştü Bey, Hoca Alim Efendiye dedi ki: "Efendi hazretleri.. Siz şimdi kentlerde, köylerde, istiklal, vatan sevgisi, cihad, meşru devlete bağlılık, kasıtlı telkin ve menfi pro­ pagandalardan uzak kalma, gibi, zaferimize esas olacak hususları halka anlatacak, dini ve şer'i

314

esaslan izah edeceksiniz. Misaller de vereceksi­ niz. Bunları acaba halkın kolaylıkla anlayacağı, sıkıntısız kavrayacağı basit bir dille yapmanız mümkün değil midir?" Hoca Alim Efendi tered­ dütsüz, fakat biraz da hayret bakışları içinde ce­ vap verdi: "Ya ben onlara Arapça mı hitap ede­ ceğim? Elbette istisnasız hepsinin sıkıntısız an­ layacağı dille gerçekleri konuşacağım. Nasiha­ tın en hayırlısı karşısındakinin kolaylıkla anla­ yacağıdır sözü, kudsi hadistir. Biz bu hakikatleri halka mı anlatacağız, yoksa kendimize mi? El­ bette halkın kolaylıkla kavrayacağı dille, en sade en basit şekilde konuşacağız." Görev bö­ lümü yaptık: Açıklayacağımız meseleleri Dr. Tev­ fik Rüştü Bey'le ben ele alıyorduk. Hoca Alim Efendi de gayemize uygun telkinleri dini ve şer'i naslarla apaçık dille yerine getiriyordu. Camiler insan almıyordu. Vazife gördüğümüz yerlerde mahalli tabirleri bile öğreniyorduk. En çetin ve ka­ lıplaşmış zannedilen mevzuları halkın diline, du­ yuşuna, görüşüne göre değerlendirdik. Çünkü gerçekleri halka anlatabilmeyi, kalıbların üstüne çıkma sayan mübarek bir din bilginine sahiptik." (age, sf. 244, 246) Bilgilerinize, Saygılarımla . . . Cengiz Özakıncı, 19.01 .1996

315

Ü Ç Ü NC Ü BASIMA Ö NS Ö Z

Dil ve din ilişkileri konusundaki çalışmalarıma, 1989 yılında, dinağalarının örgütlü biçimde ülke yönetimini ele ge­ çirmeye aday oldukları; dinsömürücü yayınların görülmemiş ölçüde arttığı; yığınların artan bir ivmeyle dinsömürücü ör­ gütlerin çatısı altında toplanıp, öbek öbek dinağalarının gü­ dümüne girdikleri; tıpkı geçmişte İran'da komünist TU­ DEH'çilerin dinağası Humeyni'yle işbirliği yaptıkları gibi, bizdeki bir takım solcuların da dinağalarıyla işbirliği yap­ maya başladıkları; Humeyni'nin İran'daki başarısına öykü­ nen yerli d inağalarının, solun bir kesimini ve bölücüleri yan­ larına çekerek, yönetimi ellerine geçirmek üzere oldukları; ül­ kenin geleceğinin gerçekten ama gerçekten karardığı bir or­ tamda; susmanın ihanetten başka bir şey olmadığını kavraya­ rak, ulusumuzu bu karanlık gelecekten ancak bilimsel usyü­ rütmenin kurtarabileceğini düşünerek, ortaya yığınları dina­ ğalarının karanlık güdümünden ku rtarıcı nitelikte bilimsel çalışmalar koymak, onları din konusunda bilimsel usyürüt­ menin ışığıyla aydınlatmak ve dinağalarının kendilerini sü­ rüklediği karanlık sondan uzaklaştırmak dileğiyle başlamış­ tım. Kitabımı oluşturduğum 1989, 1990, 1992, 1994 yılları arasında, dinsömürücü yobazlar kendi görüşlerine karşıt gö­ rüşler savunan aydınlarımıza yönelik kanlı saldırılarda bulu­ nuyorlar; ülkemizi Cezayir'e, i ran'a dönüştürecekleri yo­ lunda, ürkü estiren yayınlar yap.naktan çekinmiyorlardı. Sa­ vaşım çizgileri bana göre yanlış olsa da, yazılarında karşılaş­ tığım bilime aykırı kimi görüşlere k.ıtılmıyor ve eleştiriyor ol-

316

sam da, dinsömürücülüğüne karşı yayınlar yapan aydınları­ mızdan Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Turan Dursun, hep o yıllarda öldürülmüş; Sıvas'ta 37 aydınımız yine o yıllarda, üstelik güvenlik güçlerinin gözleri önünde, dinsömürücülerce kışkırtılan yobazlarca yakılmıştı. Şimdi üçüncü basımı elinizde olan kitabım, 1989'da başladı­ ğım çalışmanın bir ürünü olarak, 1992'dc işte böyle bir or­ tamda yazılmış; 1994'te yine böyle bir ortamda yayımlanmış ve ancak şimdilerde (Milli Güvenlik Kurulu 'nun 28 Şubat 1997 toplantısında açıklanan Yeni Ulusal Savunma Çizgisi 'nde, din­ sömürücülüğü bölücülükle birlikte başdüşman sayıldıktan ve ordu dinsömürücülerine karşı kılıcını kınından sıyırdıktan sonra) güven içinde korkusuzca tartışılmaya başlanan "din di­ linin Türkçeleştirilmesi" konusu, bugünkü görece güvenlik or­ tam ından dört yıl önce, o karanlık ortamda, bu kitabımda or­ taya konmuştu r. 1994 Kasım ayında yapılan birinci basımı 02. 03. 1 995 günlü Yeni Yüzyıl gazetesinin çok satan kitaplar listesinde yer alan kitabımın, ikinci basımı 1995 İlkbaharında yapılmış ve bu iki basımı gerçekleştiren önceki yayınevinin içsorunları nede­ niyle üçüncü basım gerçekleştirilemediğinden, 1996'dan bu yana çok sorulan fakat baskısı bulunmayan kitaplar arasına girmişti. 28 Şubat sonrası 1997'nin son aylarında "Türkçe iba­ det " konusu kamuoyunun tartışma gündemine oturunca, ki­ tabım daha da aranır oldu; kitabımı duyan fakat kitapçılarda bu lamayan kimi okuyucular, doğrudan bana ulaşarak, kita­ bımı nereden ve nasıl edinebileceklerini benden sorar oldular. Ki tabımın üçüncü basımına yazdığım bu önsöze, okuyucula­ rın yoğun ilgisine ve üçüncü basımı gerçekleştiren Paye/ Yayı­ ııcvi 'ne teşekkü r ederek başlamak istiyorum. Kitabımın ilk ba­ sımı yayımlandıktan sonra, tanıtıcı yazılar yazıp benimle pa­ neller, söyleşiler, televizyon konuşmaları yaparak, kitabımın

317

ve görüşlerimin yayılmasına çok emekleri geçen değerli ay­ dınlarımızın çalışmalarını da burada saygıyla anmak istiyo­ rum: ..Cumhuriyet gazetesi yazarı, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Tele­ vizyon Fakültesi öğretim üyelerinden, sayın Prof. Metin Erk­ san, 19 Kasım 1994 günlü Cumhuriyet'te yayımlanan köşe ya­ zısında, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'i "Cahil, gafil, ka­ rayobaz ve karaaydınların yerden mantar biter gibi çoğaldığı ve Türk toplumunu zehirlediği bu zamanda, bir panzehir gibi algılanacak; vazgeçilmez, zorunlu, kesin bir başucu kitabı" olarak değerlendirdi. .. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Sivil Top­ lum Kuruluşları Birliği Girişim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Sa­ yın Türkan Saylan, Cumhuriyet Kitap Eki'nin 07.09.1995 günlü sayısında yayımlanan "Cengiz Özakıncı 'dan ilginç bir ça­ lışma " başlıklı yazısında Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'i tanıttı; Atatürk'ün dil ve yazı devrimlerini anlamak isteyen herkese ve özellikle gençlerimize önerdi. *Eski Kültür Bakanlarımızdan Beyaz Nokta Vakfı Baş­ kanı Sayın Tınaz Titiz, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'i Türk insanının sorun çözme yetisini geliştirici, ezbersiz eği­ time yönelik değerli bir çalışma olarak selamladı. 05. 06. 1995 günü Kanal 6'da katıldığı bir söyleşide konunun Dünden Bu­ güne Türklerde Dil ve Din okunmaksızın tartışılamayacağını vurgulayan Sayın Tınaz Titiz, Türkiye Bilişim Vakfı 'nca yayım­ lanan 12. 04. 1996 giinlü 'BT Haber' dergisinde 'Hedefe Taşıyıcı Bir Proje' başlıklı köşe yazısında, bir kez daha Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din üzerinde durdu . .. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Bölümü Türkçe Birimi Öğretim Görevlisi, değerli dilcimiz Sayın Yusuf Çotuk-

318

söken, Gösteri dergisinin Ocak 1995 sayısında yayımlanan ya­ zısında, aydınlanmızın dikkatini Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'e çekti ve onu "1994 'te yayımlanan en ilginç kitap, " ola­ rak değerlendirdi. "Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi, Doç. Dr. Mustafa S. Kaçalin, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'i öğrencilerine yardımcı kitap olarak önerdi. "Antropolog-yazar Nevval Çizgen, 02.02. 1995 günlü

Yeni Yüzyıl' da yayımlanan "Kültürel Kimliğe Yabancılaşma " ve 30.03.1995 günlü Cumhuriyet Kitap Eki' nde yayımlanan "Cen­ giz Özakıncı 'dan ilginç bir kitap: Kültürel kimliğine yabancılaşan Türk dilinin öyküsü " başlıklı iki yazısıyla, Dünden Bugüne Türk­ lerde Dil ve Din'i tanıhp okurların dikkatine sundu.ııı "Eylül Psikiyatri Derneği, 27.03.1995 günü, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. "Hürriyet Gösteri Dergisi, Haziran 1 995 sayısında,

Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'e ilişkin bir röportaj ya­ yımladı. "27.09.1995 günlü Çorum Haber gazetesinde Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din tanıtıldı. "29.01 . 1 996 günü Pimapen Kültür Evi' de gerçekleşti­ rilen "Dilin kemiği yok" konulu söyleşide Dünden Bugüne Türk­ lrrde Dil ve Din üzerine bir konuşma yaphm. "30.01 .1996 günlü Sabah gazetesi, Dünden Bugüne Tü rklerde Dil ve Din üzerine konuşmama yer verdi. "30.01 . 1 996 günlü Yeni Günaydın gazetes i, Dünden Hıı>:üne Türklerde Dil ve Din konusundaki görüşlerime yer Vl'rdi.

319

*31 .01.1996 günlü Gazeteciler Cemiyeti yayın organı Bizim Gazete, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din üzerine ko­ nuşmamı aktardı . .. Boğaziçi Beyaz Nokta Derneği 01 .02.1996 günü İs­ tanbul Dedeman' da Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din üze­ rine bir söyleşi düzenledi. *Matbuat dergisi, 18.02.1996 günlü sayısında Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din dolayısıyla beni "ayın yazarı " se­ çerek kitabımla ilgili uzun bir söyleşi yayımladı. *Flaş Tv., 17.03.1996'da Bahadır Tokmak ve Turgay Yıldız'ın gerçekleştirdikleri Dünden Bugüne Türklerde Dil ve D in 1e ilgili söyleşiyi yayımladı. *30.03. 1996 günü Gençlik Kitabevi Kültür Sanat Plat­ formu 'nda Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din üzerine bir söy­ leşi düzenlendi. *Beyaz Nokta Vakfı'nın 01 .04.1996 günlü bülteninde

Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din den alınhlar yayımlandı. '

*03.08. 1996 günü, Hür FM'de Dil ve Din le ilgili bir söyleşi yapıldı. '

*Sayın Yaşar Bağ, Çiviyazıları' ndan Ocak 1 997' de ya­ yımlanan Kültür Din Tanrı adlı kita bında Dünden Bugüne Türk­ lerde Dil ve Din den bölümler aktardı. '

*Sayın Zehra Kurttekin'in 19.01 .1997 günü TRT-2'de yayımlanan 'Boşluğa Dokunmak' adlı yapımında Dünden Bu­ güne Türklerde Dil ve Din üzerine söyleştik. Bu konuşma 1 7.05.1997'de TRT-3'te bir kez daha yayımlandı. *02.06.1997 günü Kanal E' de yayımlanan '7 üstü 7' programında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sayın Nükhet Güz'le Dil ve Din üzerine söyleşimiz yayımlandı.

320

* 13.07.1997'de, Kent Tv.de, 'Koltuk' programında Mehmet Ali Yula ile konusu Dil ve Din olan söyleşimiz yayım­ landı. *18.07.1997 günü Kanal E'de yayımlanan bir prog­ ramda, Günaydın gazetesi köşe yazarı Sayın Hüseyin Movid, Dil ve Din 'i tanıttı. * 23.07. 1997 günlü Radikal gazetesinde, Dil ve Din den alıntılar verildi. '

•25.08.1997 günü, Capitol FM'de Dil ve Din üzerine söyleşimiz yayımlandı. *30. 12.1997 günlü Akşam gazetesinde yayımlanan köşe yazısında, Sayın Birsen Altıner Dil ve Din 'i tanıttı.

*Yeni Hayat dergisinin Ocak 1998 günlü 39. sayısında, Sayın Hanifi Altaş, Dil ve Din 'den alıntılar verdi. •26. 01 .1998 günü Kanal E'de İletişim Fakültesi De­ kanı Prof. Dr. Sayın Nükhet Güz, ' 7 üstü 7' programını bir kez daha 'Türkçe İbadet' konusuna ayırarak, benimle Dil ve Din üzerine bir saatlik ikinci bir söyleşi gerçekleştirdi. •02.02.1998 günlü Akşam gazetesinde Sayın Birsen Altıner, köşe yazısında yeniden Dil ve Din 'e değindi. * Şubat 1998'de, Dil ve Din İstanbul Üniversitesi İleti­ Fakültesi lisans üstü öğrencileri için kaynak kitap olarak benimsendi. şim

• MK. Dergisinin Mart 1998 sayısında, Sayın Fikret Otyam, Dil ve Din 'den alıntılar aktardı. Birinci basımdan üçüncü basıma dek geçen süre içe­ risinde Dil ve Din 'e ilişkin gazete, dergi, televizyon ve radyo yayınlarıyla, panel ve söyleşilerin bir dökümünden oluşan bu d i z i ni, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din 'in lisans üstü öğ-

321

rencileri için kaynak kitap olarak gösterilmesi ve ileride ko­ nuya eğilecek araşhrmacılara yardımcı olacağı düşüncesiyle yayımlıyor; gericiliğin gemi azıya aldığı bir dönemde yobaz­ lıkla savaşımda Dil ve Din 'i tanıtıcı yayınlar yapan tüm bu de­ ğerli, yürekli aydınlarımıza saygılar sunuyor ve kendilerine yürek dolusu teşekkürler ediyorum. Dokuz yıl önce araştırma gündemime aldığım ve dört yıl önce yayımlanan kitabımla toplumumuzun dikkatine sunduğum "din dilinin Türkçeleştirilmesi" konusunun, bugün aydınlarımız arasında bir çok yandaş bulmuş, savunuluyor olmasından mutluyum. Sayın Cemal Kutay'ın 1997'nin son aylarında yayımladığı ''Türkçe İbadet" adlı kitabından sonra, basın yayınımızın "din dilinin Türkçeleşmesi" konusunu ülke gündemine alıp tartışmaya açması; Sayın Hulki Cevi­ zoğlu'nun Kanal 6'da yayımlanan "Cevizkabuğu "nda konuyu Cemal Kutay'la tartışması, ardından Sayın Ali Kırca'nın Atv.'de yayımlanan bir "Siyaset Meydanı "nı bu konuya ayır­ ması, çok yerinde, dinsel aydınlanma açısından çok gerekli ve sevindirici gelişmelerdi. Ancak, bu yoğun tarhşmalardan sonra "din dilinin Türkçeleştirilmesi " yönünde bir takım somut adımlar atılamamış olması, Türkçeleştirmenin ne denli ge­ rekli olduğu konusunun bu tartışmalarda topluma yeterince inandırıcı biçimde kavratılamadığını düşündürmektedir. Sa­ nırım ulusal dilde ibadet konusunun yeniden gündeme getiril­ mesi ve bu kez bilimsel, kuramsal düzeyde tartışılması gere­ kiyor. Sayın Birsen Altıner, 02.02.1998 günlü Akşam gaze­ tesinde yayımlanan 'Dinde reform tartışmaları ' başlıklı köşe ya­ zısında, din dilinin Türkçeleştirilmesi konulu tartışmalarda ortaya çıkan değişik görüşleri dört öbekte toplayarak, şöyle özetlemişti: Anadilde ibadet konusunda gözlemlediğim kadarıyla dört farklı görüş oluştu. Birincisi Cemal 322

Kutay'ın; her yerde ve her şekilde anadilde iba­ det yapılmasının gerekliliğini savunan görüş. İkinci görüş ise bu konuya ılımlı yaklaşan Yaşar Nuri Ö ztürk'e ait. O, Türkçe ibadetin dinin daha kolay anlaşılması ve öğrenilmesini sağlayacağını, Arapça'yı yanlış kullandığı için hata yapabilecek­ lerini düşünenlerin ibadetlerinde Türkçe dualar okuyabileceğini ama, bu işin eğitimini alan sözge­ limi cami imamlarının böyle bir hata yapması söz konusu olmadığı için Arapça dualar okuma­ larını ve cemaattekilerin de imama uyması ge­ rektiğini söylüyor. Üçüncü görüş, değil anadilde ibadeti kabul etmek, bu konuda konuşmanın bile günah olduğuna inanıyor. Gelelim dördüncüsüne: Bu görüş Atv' de Ali Kırca'nın sunduğu Siyaset Meydan ı 'nda yer alma­ yan Cengiz Ö zakıncı'ya ait. Cengiz Özakıncı, Ka­ nal E 'de yayımlanan '7 üstü 7' programında, sa­ dece dinin değil, felsefe, bilim, hukuk ve dü­ şünce dilinin de Türkçe olması gerektiğini söy­ leyerek olaya bilimsel bir açıdan yaklaştı. Sayın Altıner'in "din dilinin Türkçeleştirilmesi" konulu ta rtışmalar sırasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarına ve be­ n i m bu görüş ayrılıklarındaki yerime ilişkin saptamaları doğ­ ru dur. Gerçekten de, kitabımda, din dilinin Türkçeleştirilme­ s i n i n (= Dinsel kavramların Türkçeleştirilmesinin) niçin ge­ rektiğini, önce dilbilimsel, anlambilimsel verilere, sonra da d i nsel verilere dayanarak açıklarken; konuyu yalnızca din .ı l n n ıyla sınırlı tutmayıp, tüm düşünsel alanlarda kullandığı­ ı ı ı ı z d i l i n ve özellikle de yabancı kökenli kavram adlarının Tü rkçeleştirilmesini savundum. Önceliği din dilinin Türkçe­ '"�t i rilmesine vermiş olmamın, ülkenin o yıllarda hızla dinsel

323

bir karanlığa sürükleniyor olmasından başka, ülke bu du­ rumda olmasaydı bile bana bu kitabı yazdırtacak çok özel ve çok önemli bir nedeni vardır. Şöyle ki:

Dinsel Kavramların Türkçeleştirilmesinin Ö nemi Hegel; din varoluşunu felsefeye borçlu değildir, felsefe yokken din vardı; fakat felsefe varoluşunu dine borçludur, din ol­ maksızın felsefe varolamazdı, derken, bir gerçeği dile getirmiş­ tir.112 Gerçekten de, din ve felsefe, aynı bir soruyu yanıtlamayı amaçlayan iki düşünsel alandır. Ortak sorulan şudur:

Evren nasıl olup da varoldu ? Bir zamanlar ortada evren diye bir şey yoktu, sonsuz bir hiçlik vardı da, bir süre sonra evren bu sonsuz hiçliğin içinde mi varoldu; yoksa evren zaman içinde bir başlangıcı olmaksızın hep var mıydı ? . . Gerek din, gerekse felsefe, işte b u soruyu yanıtla­ mayı amaçlar. Bu soru, kişisoyunun en önemli sorusudur; çünkü insan, böyle bir soruyu sormakla yeryüzündeki öteki canlı türlerinden en kesin bir kopuşla ayrılıp insan olabilmiş­ tir. Gelgelelim yeryüzünde kendi kendilerine bu soruyu hiç sormadan yaşayan, "evren nasıl varoldu " demeyen, yaşamla­ rını böyle bir sorudan uzak, salt gündelik geçim sorunlarıyla geçiren milyarlarca insan vardır; bunlar biçimsel olarak insan görünümündedirler, fakat düşünsel olarak daha insan olama­ mışlardır. İşte din ve felsefe, insanı öteki yarahklardan en ke­ sin biçimde ayıran, insanı insan yapan bu canalıcı soruyu, "ev­ ren nasıl varoldu " sorusunu tüm insanlığın beynine sokmaya ve yanıtlamaya adanmış iki kardeş gibidir. Dini de felsefeyi de doğuran aynı soru olduğu için, kullandıkları kavram ad­ ları da ortaktır. Felsefe alanında kullanılan kavram adlarının neredeyse tümü, önce din alanında doğmuş, bin yıllarca din alanında kullanılmış, sonra felsefede yer almıştır. Demek ki,

324

dinsel kavramların ulusal dile çevrilmesi başarılmaksızın, fel­ sefe dilinin ulusallaşması da sağlanamaz ve dolayısıyla ulus felsefe alanında tıkanır. Felsefe alanında tıkanan bir ulusun bilim ve sanat alanında ilerleyemeyeceği de apaçıktır. Çünkü bir toplumun ne kadar çok sayıda üyesi "evren nasıl varoldu " sorusunu kendi kendisine sorarsa, o toplum o denli sürülük­ ten çıkar, bilime, felsefeye, sanata ilgi duyan bilinçli insanlar toplumuna dönüşür. Çağımızın en önemli bilginlerinden Al­ bert Einstein, kimi yazılarında, bu gerçeği şöyle vurgulamış­ tır: Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı ya­ nıdır. (Evren nasıl varoldu, sorusudur.-c.ö.) Sana­ tın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu var­ dır. Onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın sırlarıyla karşı kar­ şıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yarat­ mıştır. . . Ulaşamayacağımız bir şeylerin varoldu­ ğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabi­ leceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek; bu, bilginin ve gerçek dindar­ lığın ta kendisidir. İşte bu anlamda, ve yalnız bu anlamda, derinden dindar olan insanlara katılıyo­ rum ... Hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta ken­ dini gösteren aklın, ne kadar küçük olursa olsun bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o iç­ ten çaba yetiyor bana. 11 3

(Evren nasıl varoldu, diye soran) İnsanoğlu, insan isteklerinin ve amaçlarının boşluğunu, tabiatta ve düşünce dünyasında kendini gösteren o aklı dur­ duran düzenin yüceliğini görür. Hayat ona bir çe-

325

şit zindan gibi gelir ve anlam dolu bir bütün ola­ rak hayatı toptan kavramak ister. Bu "kozmik din duygusu"nun ilk izleri, dönüşümün ilk basama­ ğında, örneğin Davud'un bazı mezamirlerinde ve bazı peygamberlerde bulunmaktadır. Kozmik din duygusu, Budizm' de ve hele Schopenhauer'in eş­ siz yazılarında ağır basar. Bütün çağların dinsel dehaları,. "kozmik din duygusu" ile kendilerini göstermişlerdir. .. Bütün çağların sapkın denilen insanları arasında bu yüce din duygusuyla yüklü olan ve çok kez çağdaşlarınca dinsiz, kimi zaman da ermiş sayılan insanlar vardır. Demokritos, As­ sisi'li Francesso ve Spinoza bu bakımdan birbirle­ rine yakındırlar. "Kozmik din duygusu", insan­ dan insana nasıl geçebilir? Bence bu duyguyu, ona yatkın olanlarda uyandırmak ve diri tutmak, sanatla bilimin en önemli görevidir... Böylece, dinle bilim arasında alışılagelenden başka bir ilişki düşüncesine geliyoruz. Tarihsel açıdan in­ san bilimle dini anlaşmaz iki kutup olarak görebi­ lir ... Ama ben, "kozmik din duygusu"nun bilim­ sel araştırmada en güçlü ve en soylu itme gücü ol­ duğuna inanıyorum. Yalnız büyük çabaların ve hele fedakarlığın (ki onlarsız yeni yollar açan bi­ limsel yaratma gerçekleşemez), yalnız bunların değerini bilenler gündelik kaygıları aşan bir çalış­ mayı doğuran duygu gücüne (kozmik din duygu­ suna) önem verebilirler. Kepler'le Newton'un uzun yıllar tek başlarına çalışarak, gök mekaniği­ nin işleyişini aydınlatabilmeleri için, dünyanın kuruluşundaki akılsallığa derin bir inançları ol­ ması, ve bu aklın dünyadaki yansısını olsun yaka­ lamak yolunda ne ateşli bir istekleri olması gere­ kirdi! .. Ancak hayatını böylesine yüksek amaçlara

326

adayan kimse, bu büyük insanları coşturan ve on­ ları, sayısız başarısızlıklara rağmen, amaçlarına bağlı tutan gücün ne olduğunu anlayabilir. Bu türlü güçleri "kozmik din duygusu" cömertçe ve­ rir insana. Bir çağdaşımız haklı olarak şöyle de­ miştir: En ciddi bilginler, içlerinde derinden de­ rine bir dinsel duygu taşıyanlardır . 1 1 4 ..

Bilimin derinlerine inerseniz, kendince bir dinsel­ liği olmayan bir bilim kafasına zor rastlarsınız . . . Ama b u d i n duygusu, basit insanlarınkinden apayrıdır .. Onun din duygusu, tabiat yasalarının düzeni karşısında şaşkın bir hayranlıktır. Bu duygu, bütün çağlarda yarahcı din adamlarının içini dolduran duygunun benzeridir. 115 Bir bilim adamı olan Albert Einstein'in bu saptama­ ları, çok ilginç bir biçimde sanatçı Andrey Tarkovski'nin şu sözleriyle örtüşmektedir: Kısa bir süre önce bir toplanhda ve daha sonra, bu düşüncelerimden söz etmiştim. Sonra da basında

"Ne kadar garip, Tarkovski tinsellikten söz ediyor! " diye yazdılar. Doğal olarak onlar için bu çok ga­ rip; çünkü neden söz ettiğimi anlayamıyorlar. Çünkü ben insanın neden yaşadığını bilmesi ge­ rektiği anlamında bir tinselliği düşünüyorum; in­ san, yaşamının anlamı üstüne kafa yormak zorun­ dadır. Tüm bu sorunlar üstüne düşünmeye başla­ mış bir insan, zaten içindeki ışıkla belirli bir bi­ çimde aydınlanmış demektir; arhk bu sorun, onun her an aklındadır, yola koyulmuştur bir kez. Buna karşın, böyle bir soruyu kendine hiç sorma­ mış olanlar, tinsellikten yoksun olarak yaşarlar; pragmatik bir biçimde, hpkı hayvan gibi. Bir ga­ zeteci benim bu sözlerim karşısında şaşkınlığa 327

düşüyorsa eminim ki şöyle düşünüyordur: ma­ dem ki Tarkovski tinsellikten söz ediyor, o halde sözünü ettiği Ortodoks kilisesidir, klerikalizm gibi bir şeydir. Bu gazeteci benim insan ruhu so­ rununu ya da insanın tüm yaşamı boyunca harca­ ması gereken manevi çaba sorununu ortaya atabi­ leceğimi düşünemiyor. 1 1 6

Bilgin Albert Einstein ve Sanatçı Andrey Tar­ kovski'nin bu açıklamaları, dinin insanlığı geriletmekten ve kan­ dökücülüğü kışkırtmaktan başka bir işe yaramadığı biçimindeki önyargıların yanlışlığını apaçıkortaya koymaktadır. Evet, din duyguları kötü amaçlarla sömürüldüğünde boğazlaşmalara, gerilemeye yol açabiliyor; fakat insanı insan yapan, felsefeyi, bilimi, sanatı ve yargıyı doğuran çabaların başında da, felse­ feden önce tüm dinlerin ortak konusu olmuş olan ve daha sonra felsefeyi doğuran "evren nasıl varoldu " sorusu gelmekte­ dir. Bir toplumun düşünsel bir sıçrama yaparak bilimde, sa­ natta ve felsefede ilerleyebilmesinin önkoşulu, bütün dinlerin ortak sorusu olan ve insanı insan yapan "evren nasıl varoldu " sorusunun, topluma alabildiğine yayılmasıdır; çünkü bir top­ lumda bilime, sanata, felsefeye ilgi, bu sorunun o topluma ya­ yılmasıyla başlar. İşte, benim için dinsel kavramların Türkçeleştirilmesi de bu bağlamda canalıcı bir önem taşımaktadır. Din dilinin yani düşünsel birer düğüm oluşturan dinsel kavram adlannın Türkçeleştirilmesi, insanı insan yapan "evren nasıl varoldu " so­ rusunun ulusumuzun tüm bireylerine yayılmasına yol açacak ve böylelikle ulusumuzda, bu soruya yanıt arayan diğer alan­ lara, bilime, felsefeye, sanata da ilgi artacaktır. Düşünsel kav­ ram adlarının Türkçeleştirilmesine din alanında kullanılan Arapça kavram adlarından başlanması, ulusumuzun felsefe, bilim, yasa, yargı ve sanat alanlarına yönelik ilgisini ve kavra-

328

yışını derinleştireceği içindir ki, ben önceliği din dilinin (=din­ sel kavram adlarının) Türkçeleştirilmesine veriyorum. Biliyo­ rum ki, ülkemizde yasa ve yargı dili de en az din dili denli, belki din dilinden bile daha ağdalı, daha anlaşılmaz bir Arapça'ya boyun eğmiş durumdadır. Türkiye'deki Arapça yoğunluklu yasa ve yargı dilini, neredeyse yargıçlardan ve avukatlardan başka kimse anlayamaz durumdadır. "Bu ne biçim laik yasa ve yargıdır ki, kullandığı dil ancak dinsömürücülerinin anlayabileceği tür­ den ağdalı Arapça dinsel kavram adlarından oluş­ maktadır?! Laik yasa ve yargı, irtica diliyle bağda­ şır mı? . . "

Bu soruyu, ilk kez 13.07.1 997 günü Kent Tv .'de Sayın Mehmet Ali Yula'nın gerçekleştirdiği söyleşimde dile getir­ dim. Canlı yayın sonrası aldığımız telefonlar bu çarpıklıktan çoğu yurttaşlarımızın da yaka silktiklerini ortaya koydu. Gö­ rüşümce ulusumuzun felsefe, bilim, sanat, yasa ve yargı gibi düşünsel alanlarda ilerleyebilmesinin önkoşulu, dinsel kav­ ram adlarının Türkçeleştirilmesinden geçmektedir. Bu yolun doğru bir yol olduğunu Alman deneyiminde görebiliyoruz. İncil'in Luther tarafından Alman diline çevrilmesinden önce, Alman Felsefesi neredeyse yok gibiydi. Ne zaman ki İncil Al­ man diline çevrildi, işte ondan sonra Alman Felsefesi doğdu.117 Evet, Türkiye'de Kur'an çok yıllar önce, yüzyıllar iince, bin yıl önce Türkçe'ye çevrilmiş bulunuyor. İlk Kur'an çevirileri bin yıl önce başlamışhr. Fakat bunların halka yayıl­ ması söz konusu değildi ve ilk çevirilerde çok yüksek olan Tü rkçeleştirme oranı, giderek gerilemiş ve çevirilerin kendi­ leri yoğun Arapça, Farsça sözcüklerle dolmaya başlamıştı; d ü ğümsel önem taşıyan kavram adları bu çevirilerde hiç Tü rkçeleştirilmeksizin Arapça olarak bırakılıyordu. Oysa,

329

Kur'an' da geçen Arapça dinsel kavram adları en yetkin bi­ çimde Türkçe'ye çevrilip toplumun gündelik din yaşamına sokulmadıkça, bu çeviriler kendilerinden beklenen yararı sağ­ layamayacaktır. Başta dinsel kavramları Türkçeleştirmeden, toplumumuzun felsefeye, bilime ve sanata yoğun ilgi duyan, sağlıklı düşünceler üreten bir ulusa dönüşemeyeceğini savu­ nuyorum. Bu yüzden dil çalışmalarımı, "dil ve bilim ", "dil ve felsefe ", "dil ve sanat", "dil ve yasa " konularında sürdürmeyi düşünüyorum. Üçüncü basımdan önce, kitabımı dizgi yanlışlarını düzelterek yeniden okurken, anlama güçlüğü doğuran ya da akıcılığı bozan kimi tümceleri elden geçirip düzelttim. Kimi yerlerde karşıt görüşlere sert sayılabilecek, iğneleyici, acıtıcı eleştirilerde bulunduğumu biliyorum. Ancak, kitabımın ilk baskısının üzerinden dört yıl gibi uzunca bir süre geçmiş ol­ masına karşın, o görüşlerin savunucuları bu eleştirilerimi da­ haca yanıtlamış değildirler. Televizyon konuşmalarımdan sonra telefonlar ederek öfkelerini sunacaklarına, onlar da be­ nim görüşlerimi eleştiren yazılar yayımlasınlar, düzeyli bir tartışma ortamı doğsun isterdim; olmadı. Kitabımı yazarken, anlatacaklarımı yabancı kökenli sözcükler kullanmadan anlatmaya özen gösterdim. Din, bi­ lim, düşün, yaratım, yasa ve yargı dillerinin öztürkçe olması gerektiğini, bunun olanaklı olduğunu savunan bu kitabımın doğrudan kendisi, yüzde 98'lere varan öztürkçe sözcük ora­ nıyla, savımı gerçekleyen başlı başına bir örnektir. Olabildi­ ğince yabancı kökenli sözler kullanmaksızın yazılmış pek çok kitapta, bu amaca ulaşılırken anlaşılırlığın ve akıcılığın yitiril­ diğini üzüntüyle görüyoruz. Öztürkçe sözcük oranı yüksek, buna karşılık anlaşılırlık, akıcılık oranı çok düşük pek çok ya­ pıt var. Ben, elinizdeki kitabımda hem öztürkçe oranı yüksek, hem anlaşılırlığı, akıcılığı olan bir yapıt vermeyi amaçladım.

330

Ne olursa olsun öztürkçe, değil; herkesin dil kurumu sözlük­ lerine bakmaksızın anlayabileceği bir "yaşayan öztürkçe "yle yazmaya yöneldim; öyle ki, hem konunun uzmanı olan dilbi­ limciler, hem de dil konusunda hiç bir uzmanlığı olmayan okuyucular kolayca anlayabilsinler .. Türkiye' de aydınlarla yı­ ğınlar arasındaki dil kopukluğunun ancak "yaşayan öztürkçe " ile aşılabileceğini; dil devriminin amacının bu olduğunu ve dil devriminin bu amaca arhk ulaştığını, yazdığım bu kitapta kullandığım dille göstermek istedim. Bunu büyük ölçüde ba­ şarabildiğimi sanıyorum. Kitabımı üçüncü baskı öncesi gözden geçirirken, bö­ lümlemeyi yeniden yaptım; ilk baskılardaki bölüm başlıkla­ rını çok uzun bularak kısalttım ve arabaşlıklar ekledim. Dil ve Din konusunda çeşitli dergilere gönderdiğim kimi yayımlan­ mış kimi yayımlanmamış yazılarımı ve basında yayımlanmış kitabımla ilgili değerlendirme yazılarını sona ekledim. Bu kitabımda, konuyu ne denli dil ve din ilişkileriyle sınırlı tutmaya çalışmış olsam da, Türk, Arap, İbrani, Grek ve Latin dillerine yönelik kökbilimsel araştırmalarım beni ol­ dukça önemli bulguların eşiğine dek getirdi. Kitabımın birinci basımının beşinci bölümünde, (elinizdeki basımın birinci bö­ lümünün V. konusunda) dil ile düşünce arasındaki bağlantıyı şöyle açıklamıştım: Bir ulusun dilindeki şu ya da bu sözcük kökünün, kendisinden türetilen sözcüklerle arasındaki an­ lam bağlantısı, gerçekte o dili yapanların, bu (kök­ deş) sözcüklerle adlandırdıkları gerçek olguları da birbirleriyle bağlantılı saydıklarını ele vermek­ tedir.

331

Sözcükler arasındaki kökdeşlik; bu (kökdeş) söz­ cüklerin adı oldukları olgular arasında bir kardeş­ lik, kandaşlık, soybağı düşünüldüğünün göster­ gesidir. Şimdi: 1- Somut, nesnel olgular arasında düşünsel bağ­ lantılar kurma çabası "düşünce üretmek" anla­ mına geliyor ise .. 2- Dil alanında bir kökten kökdeş sözcükler türet­ mek demek; düşünce alanında bu kökdeş sözcük­ lerin ad olarak verildiği olguları da birbirleriyle bağlantılı görmek demek ise .. 3- Bu durumda, bir ulusun dilindeki kökdeş söz­ cükler, o ulusun gerçek yaşamda hangi nesnel ol­ guları birbiriyle ne biçimde bağlantılı saydığının da bir göstergesidir, demektir. Sonuç olarak; bir dili konuşan toplumun 'sözcük türetme yetisi' ile o dili konuşan toplumun 'dü­ şünce üretme yetisi', biri ötekiyle belirlenen bağ­ lantılı olgulardır. Birinin gerilemesi, ötekinin de gerilemesine; birinin gelişmesi ötekinin de geliş­ mesine neden olacak denli yapışık kardeşlerdir bunlar. Bir ulusun öz dilinin sözlüğü incelemeye alınır; bu sözlükteki sözcük kökleri seçilip ayrılır; bütün bu kökler kendilerinden türetilen sözcüklerle bir­ likte ayrı ayrı öbeklenir; her bir kök kendisinden türeyen sözcüklerle ayrı bir ağaç olarak dikilir; sonra da kökdeşlikle birbirlerine bağlı olan bu sözcüklerin ad olarak verildiği gerçek olgular bir bir ortaya çıkartılır ise; o ulusun gerçek yaşam­ daki hangi olguları birbirleriyle hangi yönden bağlantılı gördüğü: dolayısıyla da, o ulusun nasıl

332

bir düşünce üretme biçimi olduğu ortaya çıkarıl­ mış olur ... Ben buna "Masabaşı Antropolojisi " diyo­ rum. Şimdi, kitabımın beşinci bölümünde eşiğine vardığım bu alana 'Masabaşı Antropolojisi' demek yerine Dilbilimsel İ n­ sanbilimi (Linguistik Antropoloji) ya da Anlambilimsel İnsanbi­ limi (Semantik Antropoloji) demenin daha doğru olacağını düşünüyor ve dil konusundaki çalışmalarımı bu doğrultuda sürdürüyorum. Cengiz Özakıncı 22 Şubat 1998, Mecidiyeköy

333

D Ö RD Ü NC Ü BASIMA Ö NS Ö Z

Kitabımın ilk basımının üzerinden 6 yıl, üçüncü bası­ mının üzerinden 16 ay geçti. Dördüncü basımın önsözüne üçüncü basımdan sonra olup bitenleri özetleyerek başlamak ve bu arada konuya ilişkin yeni bilgiler eklemek istiyorum:

Prof. Dr. Yaşar Nuri Ö ztürk'ün Görüşü Türkçe İbadet konulu tarhşmaların alevlendiği Ekim 1997'de, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ile İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, basına demeçler vererek camilerde Türkçe'ye karşı olduklarını açık­ lamışlardı. Bundan altı ay sonra, Haziran 1998'de Dünden Bu­ güne Türklerde Dil ve Din 'in üçüncü basımı yapılırken, kitabın 128. sayfasına Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün 15 Aralık 1997 günlü Milliyet gazetesinde yayımlanan ve camilerde Türkçe ibadete karşı çıkan demecini ekleyip eleştirmiştim. Yaşar Nuri Öztürk o demecinde şöyle diyordu: Toplu ibadet, camide mescitte yapılan ibadet Türkçe olmaz. İslam Birliği'nin ortak dili Kur'an (Arapça). Camide niçin (Türkçe) çeviri okutacak­ sınız? Camide namaz kıldıracak adam; resmi ol­ sun, gayrı resmi olsun, ehliyet sahibi (Arapça'yı çok iyi bilen) bir adamdır. ( . . . ) Camideki toplu iba­ dette, Kur' an dili (Arapça) korunur. O, Müslüman toplumların birliğini gösterir; Kur'an'ın orijinal (Arapça) metniyle İslam dünyasında yaşatılması­ nın da bir garantisidir.118 Kitabımın üçüncü basımda Yaşar Nuri Öztürk'ün bu görüşüne karşı çıkmış ve şöyle demiştim:

334

Bu yetkililer, sanki yeryüzündeki Müslümanlar bir birlik içerisindeymişler de, eğer ulusal dille­ rinde tapıma kalkışacak olurlarsa bu birliklerini yitirip bölünürlermiş gibi bir yel estirmekte, çevi­ riyle toplu tapımı İslam birliğini bölecek bir eylem olarak görmektedirler. Oysa, gerçek böyle değil­ dir. Müslümanlar, anadili Arapça olan Müslüman önderlerin eliyle -çeviri olmaksızın da- bölünmüş­ lerdir. ( ... ) Ortada Kur'an'ın bir tek, doğru, Arap­ çasına upuygun çevirisi olsa bile; yeryüzünde yine bir tek İslam toplumu olmayacak; çeşitli inanç öbekleri, yine varlıklarını sürdüreceklerdir. Çünkü birbirleriyle çelişen mezhepler, birbirle­ riyle çelişen çevirilerden çok önceleri ortaya çık­ mışlardır. Örneğin, Türklerin Müslümanlığı be­ nimsedikleri yıllarda anadili Arapça olan Araplar arasında en azından on mezhep, yol, dal bulunu­ yordu ... Kur'an'ın başka başka anlaşılması, önce anadili Arapça olan Arap Müslümanlar arasında başlamıştır. Bunlar Kur'an'ı kendi anadilleri olan Arapçasından okuyabiliyorlardı. Öyleyse ne de­ meye ayrı ayrı öbeklere (mezheplere, tarikatlara) bölündüler? Bu eleştirimin yeraldığı üçüncü basımın yayımlanma­ sından sonra, Kasım 1998 TÜYAP Kitap Fuarı'nda Payel Ya­ yınevi'nce düzenlenen, İ.Ü. İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nükhet Güz' ün yönettiği "Türkçe İbadet, Dil ve Din Paneli nde Tarihçi Cemal Kutay ve İlahiyat Fakültesi Dekanı İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'le birlikte ko­ nuyu irdeledik. Sayın Y. N. Öztürk, bu panelden önce "evle­ rinizde Türkçe ibadet edebilirsiniz, ancak camilerde ibadet Arapça olmalıdır" biçiminde açıkladığı görüşünü ayrıntılan"

335

dırırken "camilerde Türkçe ibadete hiç bir dinsel engel bu­ lunmadığı" görüşünü savundu ve bu görüşünü Yeniden Yapı­ lanmak: Kur'an'a Dönüş adlı kitabının 13. basımında şöyle açık­ ladı: Herkes kendi anadilinde ibadet edebilir mi? .. Ül­ kemizde din konusunda son yarım yüzyılın en ciddi sorularından biri ve yaşadığımız günlerin din alanında en hararetli sorusu, işte bu son cüm­ lede özetlediğimiz sorudur. Soruya verilen cevap­ ların "evet" kutbunda kümelenenleri de "hayır" kutbunda kümelenenleri de ne yazık ki ideolojik ve siyasal olmuştur . . . Cemaatle kılınacak namazlar açısından böyle bir tartışma yoktur. Çünkü cemaatle namaz, nerede ve kimin imamlığında kılınırsa kılınsın, ehliyetli bir kişi tarafından kıldırılmaktadır. O halde, bu noktada (camide namaz konusunda) "Kur'an ayetlerinin tercümesine ihtiyaç" duyulmasından söz edilemez. (Camilerde Türkçe ibadetten) söz etmeye dinen engel yoksa da sosyolojik ve siya­ sal açıdan engeller vardır Kısacası, işe (Türkçe ibadet konusuna) camiyi-cemaati karıştırmanın ne gereği vardır ne de anlamı. Cemaatle, özellikle camide-mescitte kılınacak namazda Kur' an'ın ori­ jinal metninin (Arapça olarak) okunması hem hiç­ bir problem yaratmaz hem de Müslümanların ev­ rensel birliğinin tüm coğrafyalarda ortak belirişi olarak önem arzeder. O halde, "tercümeyle (Türkçe) ibadet" meselesinin tartışma alanı, bi­ reysel ibadetler (münferiden ibadet) alanıdır. Ter­ cüme ile (Türkçe) ibadet gündeme getirildiğinde .

336

camiyi-cemaati ortaya sürmek ve tarhşmayı bura­ dan yürüterek yapılandırmak tamamen yanlıştır; kötü niyet ürünü değilse, abesle iştigaldir.119 Görüleceği üzere Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, "ca­ mide namazın Türkçe kılınmasına dinen engel yoktur'' di­ yor, ancak buna "sosyolojik ve siyasal engeller vardır'' yar­ gısını ekliyor. Öztürk'ün camilerde Türkçe ibadete ilişkin gö­ rüşünün bamteli budur. Yaşar Nuri Öztürk, camilerde Türkçe ibadete sosyal ve siyasal engeller vardır derken, sözünü ettiği si­ yasal ve sosyal engellerin neler olduğunu, Cemal Kutay'ın Türkçe İbadet görüşünü irdelerken göreceğiz:

Cemal Kutay'a göre; Türkçe İbadet ve Atatürk 28 Şubat 1997 günlü MGK açıklamasında dinsel geri­ cilik (irtica) bölücülükle birlikte ülkenin başdüşmanı olarak duyurulduktan sonra, birinci basımı Ekim 1997' de gerçekleş­ tirilen Atatürk'ün Birlikte Götürdüğü Hasret, Türkçe İbadet: Ana­ dilimizde Kulluk Hakkı adlı kitabıyla Tarihçi-yazar Cemal Ku­ tay, basın-yayının büyük ilgi gösterdiği bir yazar oldu ve ken­ disiyle yapılan sayısız söyleşi aracılığıyla kamuoyuna örnek bir Atatürkçü olarak sunuldu. Oysa Kutay'ın bu kitabında Ata­ türk' e ters gelecek pek çok öneri vardı. Şöyle ki: Kutay Türkçe İbadet kitabında şöyle diyordu: Türkçe ibadet size temeli Türk felsefesi olan tarikat­ tan tanıtacak ... Eğer ibadetimizi Türkçe yaparsak, . . Tektanrı inancını Türk filozof v e tarikatlarında bula­ cağız ... Kaynağı Türklük olan tarikatların devlet var­ lığına etkilerini kavrayabileceğiz ... Mesela Nakşi­ ler, .. İsmailağa Tekkesi, Somuncubaba Dergahı, İs­ kenderpaşa Dergahı, Erenköy Cemaati, Sultan Ba­ bacılar, Menzilkolu gibi belli saha içinde sınırlan­ mış, Osmanlı günlerindeki geniş topraklı bir ülkenin

337

sınırlarını aşmış kudretini aratır olmuştur. Nakşi­ ler, Rıfailer, Kadiriler, Cerrahiler, Bektaşiler, kitle­ sel yapılarını Türkçe ibadet halinde daha derin his­ settirebilecekler ve böylelikle,. . toplumsal yapı­ mızda ahenkli yükselişlere yol açarken, .. ibadetimizi ana dilimizle yaptığımızda temeli Türklük olan ta­ rikatlar manevi ışığımızın sönmez aydınlığı ha­ linde parlayacaktır . . 120 Görüleceği üzere, yazdığı Türkçe İbadet kitabı nede­ niyle basın yayında örnek Atatürkçü olarak tanıtılan Kutay, tam da bu kitabında Atatürkçülüğe kökten aykırı bir tutumla, özet olarak: Ben, Nakşibendi tarikatının, R ıfai tarikatının, Kadiri

tarikatının, Cerrahi tarikatının, Bektaşi tarikatının, İsmail Ağa Tek­ kesi'nin, Somuncubaba Dergahı 'nın toplumumuzda kök salmasını, sınırlarımızın ötesine yayılmasını ve toplumumuzun bu tarikatlar yoluyla aydınlatmasını istediğim içindir ki, Türkçe ibadet yapılması gerektiğini savunuyorum, diyor. Sanki adını saydığı tarikatlar toplumumuzda gereğinden çok yaygın, kök salmış ve devlet içinde devlet durumunda değillermiş gibi! . . Atatürk, din dili­ nin ulusallaştırılmasını istiyordu evet; tarikatların, tekkelerin, dergahların, şeyhliğin, müritliğin kökü kazınsın diye ... Cemal Kutay da din dilinin Türkçeleştirilmesini istiyor, ancak yuka­ rıda aktardığımız alıntıdan anlaşılacağı üzere, Atatürk' ün kö­ künü kazımak istediği tarikatlar, tekkeler, dergahlar, şeyhler, Osmanlı dönemindeki güçlerini yeniden kazansınlar diye!.. Cemal Kutay, adlarını tek tek saydığı bir takım tarikat­ ların, tekkelerin, şeyhlerin Osmanlı dönemindeki yaygın ör­ gütlenmesini ve gücünü yeniden kurmak amacıyla Türkçe İba­ det istediğini söylemekte ve bu yolla tarikatlar manevi ışığımızın sönmez aydınlığı halinde parlayacaktır, bunu istiyorum demekte­ dir. Buysa Atatürk'ün amaçlarına tümden aykırı bir amaçtır ve Kutay'ın kamuoyu önünde takındığı Atatürkçü görünü­ mün aldatıcı olduğunu ortaya koymaktadır.

338

Kutay, ilk kez 1995 yılında "damarlarımı kesseniz Ata­ türk diye akar" sözleriyle basın-yayında kendisinden Atatürkçü olarak söz ettirmeye başlamıştır. Gelgelelim onun Atatürk'e ilişkin saptamaları çarpıtmalarla doludur. Kutay, Atatürk'ün Birlikte Götürdüğü Hasret, Türkçe İbadet: Anadilimizde Kulluk Hakkı kitabının girişinde şöyle diyor: İ lahiyatçı (Tannbilimci, Teolog) değilim. Bu gerçek içinde elinizdeki kitabın konusunu belki yadırga­ yacaksınız. Fakat sanırım gerçekler sıralandıkça tarihin geniş ufkundan yoksun kalmış dinsel varlığın çağın gerisindeki masal olduğunu kavrayacak, doksan yaşının merdivenlerindeki, ülkenin kıdemli tarihçisi ben Cemal Kutay'ın bir dünya rekoru sayılan 1 71 kitabından sonra bu konuyu neden kucakladığını

düşüneceksiniz.

90 yaşına dek 1 70'in üzerinde kitap yazmasına karşın Türkçe ibadetten söz etmemiş olan Cemal Kutay'ın, niçin 1997 yılında ve özellikle de 28 Şubat kararlanndan sonra birden bire Atatürk'ün özlemi diyerek Türkçe ibadet savunucusu ke­ sildiğini anlayabilmek için, öncelikle onun nasıl bir A ta­ türkçü olduğuna şöyle bir bakmamız gerekiyor. Kutay, 13 Haziran 1995 günlü Sabah gazetesinde yayımlanan demecinde şöyle diyordu: Atatürk Vahdettin'e "vatan haini" dedi, hata etti; Vahdettin vatan haini değil, dünyanın en na­ muslu adamlarından biriydi. Vahdettin'in meza­ rını Türkiye'ye getirelim. Cemal Kutay, Atatürk'ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe İbadet kitabını yayımlamadan çok değil iki yıl önce, 1 995'te, Atatürk'ü dünyanın en namuslu adamı olan Vahdettin 'e "vatan haini" diyerek iftira atmış biri (!) olarak göstermiştir. Oysa çok iyi bilmesi gerekirdi ki, Atatürk Vahdettin'e "hain"

339

demeden çok önce, Vahdettin, Atatürk'e ve Kurtuluş Sa­ vaşı'na katılan herkese "hain" damgasını yapıştırmış; yakala­ nıp asılmalarını buyurmuş ve İstanbul'dan kaçtıktan sonra, Mekke'ye gittiğinde yaptığı ilk iş Kurtuluş Savaşı önderlerini, Mustafa Kemal'i, Rauf Orbay'ı, Fethi Bey'i "hain"likle suçla­ yıp, "Türkler dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk ve mahlud beş altı mil­ yonluk cahil bir kitledir"; Türkçesi "Türkler dini, soyu, sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür. " diyen bir bil­ diri yayımlamak olmuştur. Vahdettin'in Mekke'de hem Os­ manlıca hem de Arapça olarak yayımladığı bu bildiri El Ah­ ram gazetesinin 16 Nisan 1923 günlü sayısında da basılmıştır. İşte Kutay'ın "dünyanın en namuslu adamlarından biri" de­ diği o Vahdettin, kendi ulusuna "soysuz" ve kendi yurdunu emperyalist işgalden kurtaranlara "hain" diyen böyle bir adamdır. "Damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay, Vahdettin'in Atatürk'e "hain" ve Türklere "soysuz" demesine karşı tek söz etmiyor da, Atatürk'ün Vahdettin'e "hain" demesine içerliyordu. Oysa, Vahdettin daha kaçma­ dan önce, gerek İstanbul basını gerekse Anadolu basını ondan "hain" diye söz etmeye başlamıştı ve halkın çoğunluğu da onu herhangi bir propaganda yapılmadan önce kendiliğinden "hain" olarak görüyordu. Vahdettin kaçtıktan sonra onun ye­ rine Halife olan akrabası Abdülmecid Efendi bile gazetelere "Hanedanımızın tarihine leke süren Hain Vahdettin ! " diye de­ meçler vermiştir. Atatürk, Türkiye'de Vahdettin'e "hain" di­ yen ilk kişi olmadığı gibi, tek kişi de değildir. Meclis' teki mil­ letvekillerinin ezici çoğunluğu Vahdettin' den "hain" diye söz edip belgelerde onun "hain" olarak anılmasını isterken, Ata­ türk de böyle düşünmesine karşın, bu nitelemeyi tutanaklara geçirmeyi bir süre ertelemiştir.

Cemal Kutay'a Göre: "Nutuk" Yalan Dolu

340

"Benim damarlarımı kesseniz A tatürk diye akar" diyen Kutay 1 1 Haziran 1995 günlü Sabah gazetesinde yayımlanan demecinde Atatürk'ün Nutuk'unu şöyle değerlendiriyordu: Nutu k tarih değil. Beni yadırgatan tarih hataları var. Beni en çok rahatsız eden, Atatürk'ün ken­ dinden evvelki olayların tesiriyle karşılaştığını söylememesi olmuştur, söylemesi lazımdı. Bir başka garibime giden olay 150'liklerin tespiti hi­ kayesi. Tank Mümtaz Göztepe de bu listedeydi, pml pml bir kalem erbabı! Atatürk bunları (yani, Tarık Mümtaz Göztepe'nin pırıl pırıl bir ka­ lem erbabı olduğunu) bilmeye mecburdu. Bu para­ doks, Atatürk'ün hayatını yazmış bir insan olarak gücüme gidiyor. Mustafa Kemal kendi Nu­ tu k' u nda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır. Cemal Kutay'a göre: Atatürk suçsuz pırıl pırıl kimselere suç atıp iftira ederek onları yurtdışına sürgünlere göndermiş, Kur1 ııluş Savaşı'nı halka gerçek olarak anlatmamış, kendisinden önceki kurtuluş çabalarından Nutuk'ta söz etmemiş biridir .. Oysa Ata­ türk, daha Nutuk'un ikinci sayfasından başlayarak kurtuluş için kendisinden önce yapılanları bir bir sayıp dökmüştür. Kutay'ın "pırıl pırıl kalem erbabı" dediği Tarık Mümtaz Göz­ tepe ise Kuva-yı Milliye'nin kökünü kazımak üzere Vahdet­ tin'ce kurulan Kuva-yı İnzibatiye'de "Mitralyöz (makineli tü­ fek) Komu tanı "ydı ve görevi Kurtuluş Savaşına katılanları ma­ kineli tüfeklerle öldürmekti; işte bu nedenle 150'likler arasına adı yazılarak yurt dışına sürülmüştür.

"Cemal Kutay'a göre; Atatürk Makyavelist Cemal Kutay 12 Haziran 1 995 günlü Sabah gazete­ sinde yayımlanan demecinde şöyle diyor:

341

Makyavel mezarından kalksa Mustafa Kemal'i al­ nından öperdi. Atatürk'ün Felsefesi Makyavel­ listti. Ben Mustafa Kemal'in bütün hayatında ga­ yelerin vasıtaları mübah kılacak kadar Makyave­ list bir politika takip ettiği inancındayım. Şimdi, Atatürk için böyle saptamalarda bulunan Ce­ mal Kutay'ın damarlarını kessek Atatürk diye mi akar? .. Ku­ tay, kimi açıklamalarına göre 1909 doğumludur. 1939'dan başlayarak Celal Bayar'ın yanında olmuş, 31 Ocak 1946 günü Millet Mecmuası'nı yayımlamaya başlayarak, 1950'de Türkçe Ezan'ı Arapça'ya döndürecek olan Demokrat Parti'nin sesi ol­ muş, bayraktarlığını yapmıştır. Kutay, Atatürk'ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe İbadet kitabını ezanın Türkçe'den Arapça'ya döndürüldüğü 1950'de yazmış olsaydı, bu anlaşı­ labilirdi; oysa tersine, o tarihte Kutay'ın dergisi Millet, ezanın Arapça'ya döndürülmesini olumlamıştı.121 Kutay o yıllarda çıkardığı Millet Mecm u ası 'nda halkın Atatürk döneminde din­ den uzaklaştırıldığını, Atatürk döneminde Allahsız ve dinsiz bir nesil yetiştirildiğini söylüyor, gençliğin yeniden dine dön­ mesi için din dersleri gerektiğini savunuyor ve açık açık

"Amerika bizden böyle yapmamızı istiyor, biz de aynen böyle yap­ malıyız. " diyordu ... 31 Ocak 1946' da devlet yardımı alarak ya­ yımlamaya başladığı Millet dergisinin 2 Ocak 1947 günlü 48. sayısında, Amerika'nın Türkiye'ye dayattığı dinci eğitimi överek okuyucularına şöyle seslenmekteydi:

Açık Mektup Bu Memleketin Bütün Ana-Babalarına İthaf! Türk Gençliğinin Manevi İnşaası Önümde Amerikan liselerinde daha dinamik ve pratik olmak iddiasıyla hazırlanmış ve büyük ala­ kayı çekerek senatoda taraftar bulmuş bir müfre­ dat programı var ... Vicdan hürriyetine saygının

342

ve insan haklarının vatanı olan Amerika' da, aile­ lerle okul elele vererek yeni yetişenin manevi cephesini inşa ediyorlar ... Anneler, babalar! .. Vic­ dan hesaplaşması döneminiz gelmiştir. Yavruları­ nıza ebedi ve tek Allah fikrini telkin ediniz... Al­ lahsız bir nesil yetiştirmeyiniz! Gençliği Allahsız ve dinsiz yetişmekten kurtarmalıyız! - Kutay ı 22 ..

Cemal Kutay, Amerika'nın Soğuk Savaş çizgisi doğ­ rultusunda yayımladığı bu açık mektubuyla, Atatürk döne­ minde gençliğin Allahsız, dinsiz yetiştirildiğini öne sürerek, Türkiye' de bundan böyle dine yönelmiş kuşaklar yetiştirme işine başlanmasını savunuyor; ABD'de yapıldığı gibi Tür­ kiye'de de ilkokullara din dersi konulması düşüncesini tarhş­ maya açıyordu. Aynı Cemal Kutay, 1997'de 28 Şubat'tan sonra Atatürk'ün isteğini yerine getirelim, camilerde Türkçe İba­ dct 'e geçelim diye çırpınmaya başlamışhr. Kutay kendisi Ata­ tü rk'ün isteklerini uygulamakta mıdır peki? Şimdi buna bir bakalım:

Cemal Kutay, Yazı Devrimi'ne karşı Kutay ile söyleşilerini Türkçe İbadet adıyla kitaplaşhran Hulki Cevizoğlu, bu kitabın önsözünde şöyle diyor: Cemal Kutay'ın eski Türkçe yazısını da Türkçeleş­ tirmeyi unutmamalıyız. 1 23 Evet, Cemal Kutay kendi notlarını eski Türkçeyle, Arap abecesiyle, Osmanlı yazısıyla yazmakta ve 1980'de Saidi Nursi'yi ululamak amacıyla yazdığı bir kitabında Yazı Dev­ rimi'ne şöyle karşı çıkmaktadır: Latin esaslı alfabeyi kabul ederek, sadece Osmanlı İmparatorluğumuz devrinde 600 senelik kıdemi olan zengin, derinlemesine inmiş bir kültürün ha­ zinelerine uzak kalmış, adeta yabancı olmuştuk. 124

343

Görüleceği üzere Atatürk'ün kapattığı tarikatları tek­ keleri diriltmeyi savunan Kutay, Yazı Devrimi'ne de karşıdır. Öyle ki, kitaplarını dahi el yazısıyla Osmanlı abecesiyle yaz­ makta 125 ve şöyle demektedir: Eğer harf değişikliği, yani bilinen söyleyişi ile al­ fabe inkılabı olmasa idi, bugünkü nesil, .. bu (Said Nursi, vb. gibi) kıymetlerin sahalarındaki eserle­ rinden sadece faydalanmakla kalmayacak, belki

örnek tutarak açtıkları yolda devam edeceklerdi.126 Görüleceği üzere Cemal Kutay, Yazı Devrimi'ne genç­ liğin Said Nursi'nin Osmanlı abecesiyle yazdıklarını okuyup Said Nursi'nin düşüncelerinin ardına takılmasını önlediği dü­ şüncesiyle karşı çıkmaktadır.

Cemal Kutay, Dil Devrimi'ne karşı 1997' de, "Atatürk camilerde Türkçe ibadet istiyordu, cami­ lerde Türkçe ibadet yapılarak A tatürk'ün buyruğu yerine getirilme­ lidir" diyen Cemal Kutay, yaşamı boyunca Atatürk'ün Dil Devrimi'ne ilişkin isteklerini yerine getirmemiştir. 1980'de Nurculuğu ve Saidi Nursi'yi ululamak amacıyla yazdığı ve aşağıda daha geniş alıntılar aktaracağımız bir kitabında, dile ilişkin olarak şöyle diyor: Önce şu dikkatimi sizlerin bilginize sunmak iste­ rim: Elli yıllık meslek hayatımın fikri mahsulü olan 1 1 7 kitabımdan herhangi birisini okumuş olanlar, elinizdeki satırlarda üslubun sadeliğini sağlamak için verilmiş hususi emeğe elbette dik­ kat edeceklerdir. Bu, belki son eserim olacak çaba­ mın lehine değildir. Çağdaşlarım içinde tercih hususiyeti taşıyan üslubuma elinizdeki satırlarda rastlayamayacaksınız, bunu ihmale değil, tam ak­ sine, düşünülerek yapılmış fedakarlığa bağışlayı-

344

nız: Çünkü ben, daha sonra kitaplaşacak bu eme­ ğimi, zengin lisanı kasıtla daraltılmış bir neslin kolaylıkla kavraması için böyle olmasını iste­ dim.127 Mevzuun yapısı kullanmaya mecbur ol­ duğum Osmanlıca -hatta Arapça, Farsça- tabir ve terkiblerin bugünkü dille karşılıklarının metne alınmasını Necmeddin Şahiner ve Cemal Uşşak oğullarıma rica ve emanet ediyorum. 128 Görüleceği üzere, Kutay Atatürk'ün Dil Devrimi'ni

zengin bir lisanı (yani Osmanlıcayı) kasıdla daraltmak eylemi ola­ rak görmektedir. Atatürk' ün Dil Devrimi ile amaçladığı yalın bir Türkçe ile yazmayı kendisinin ve söyleminin yararına say­ mamaktadır. Ancak, 1 1 7 kitabından sonra yayımladığı Said Nursi övgüsünde kullandığı eski dilin gençlerce anlaşılama­ yacağı kaygısına düştüğü için, kullandığı dilin yalınlaştırıl­ masına istemeye istemeye olur vermekte, bu işi de kendi elle­ riyle yapmak yerine başkalarına yüklemektedir.

Cemal Kutay, Türkiye'yi, Tüm Müslümanları ve Bü­ tün İnsanlığı Said Nursi'nin Yolundan Gitmeye Ça­ ğırıyor: Cemal Kutay, kendisini şöyle anlatıyor: 1945 başında haftalık iki mecmua çıkarmaya baş­ ladım: Hakka Doğru ve Millet . . . Hakka Doğru, yirmi yıllık yeni devirde (1925-1945 arası Atatürk'ün laiklik anlayışının egemen olduğu dönemde) kalbsiz bir inatla uzağında kalınmak istenilen dini-manevi hayata dönüşün zihni ve fikri ha­ zırlığını yapacaktı. Hakka Doğru 'nun başlığı al­ tında: Allah, Din, Ahlak, Maneviyat Bilgileri Dergisi muhtevası hülasası vardı. 129 Demek ki, bugün basın-yayında örnek A tatürkçü olarak yüceltilen Cemal Kutay, 1946'da toplumu Atatürk'ün laiklik

345

anlayışından uzaklaşhrmak amacıyla kolları sıvayıp dergiler çıkartmıştı ve yayınlarında Atatürk'ü "kalpsiz bir inatla top­ lumu dinden imandan uzaklaştıran biri " olarak damgalıyordu. Kutay'a göre 1945' ten sonra Türkiye'nin Atatürk'ün yolunu bırakıp, dini siyasallaştırmak yoluna gi rmesi gerekiyordu. Çünkü 1945'te Sovyetlere karşı Soğuk Savaş başlatan Ame­ rika, Sovyet yayılmasının ancak dine sarılmakla durdurula­ cağı inancını yayıyor, Türkiye'den de laik yönetimi bırakıp dinci yönetime geçmesini istiyordu. Cemal Kutay, Ame­ rika'nın Türkiye'yi dincileştirme amacının bir aracı olarak ça­ lışmaktaydı. Bu konuya ilişkin belgeler Otopsi Yayınevince basılan United States Of İrtica 1 945-1999: Soğuk Savaş Dönemin­ den Yeni Dünya Düzenine Türkiye'de İrtica ve Emperyalizm (İbli­ sin Kıblesi) adlı kitabımda yer alıyor. Cemal Kutay, Ame­ rika'nın Türkiye'yi Sovyetlere karşı dincileştirmek tasarısının bir uygulayıcısı olarak 1952'de Allah Yolu adıyla bir dergi daha çıkarmıştır. Bu derginin kapağı şöyledir:

ALLAH YOLU Nur Saraylarının kapılarını bulabilenler, Allah yo­ lunda yürüyenlerdir. (Sühreverdi) Yıl:l Sayı:l 15 Aralık 1952 / 27 Rebiülevvel 1372

Asr-ı Saadet Müslümanlığının ihyasına çalışan onbeş günlük Allah, din ve ahlak bilgileri Der­ gisi. Sahibi: Cemal Kutay 130 Bu da yetmemiş, Türkiye'yi Amerikan buyruğu ile Atatürkçülük yolundan dincilik yoluna döndürebilmek için toplumu ardından sürükleyebilecek özellikte bir din önderi aranmaya başlamıştır. Cemal Kutay gerici Saidi Nursi'yi Ata­ türk döneminde sindiği yerden çıkarıp onu toplumun gö­ zünde ardından gidilmesi gereken bir önder yapmak üzere dav-

346

ranmış ve 1 980 yılında bu amaçla "Çağımızda Bir Asr-ı Saa­ det Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursi / Kur'an Ahlakına Dayalı Yaşama Düzeni" adıyla bir kitap yayımlamışhr. Cemal Kutay, bu kitabında Saidi Nu rsi'ye 1953 yılında nasıl ulaştığını şöyle anlatmaktadır: Ben Bediüzzaman (Said Nursi )yi zi­ yaret ederek gayesi üzerinde kendi­ siyle görüşmek istediğimi yakın dos­ tum (Demokrat Parti Hükümetinde Bakan olan) rahmetli Tevfik İleri'ye söylemiştim. Böyle bir ziyareti faydalı hatta zaruri buldu. Bir de devrin İçiş­ leri Bakanı'nı gördüm. Arzumu tas­ vip etti. Afyon Milletvekili Gazi Yi­ ğitbaşı'run delaleti ile (Osmanlı döne­ minin istihbarat örgütünün başkanı Eşref Kuşçubaşı ile birlikte) İzmir' den yola çıktık. Ziyaretimizden haberi olan Bediüzzaman Said Nursi, mütevazi evinde bizi gönülden sevgi te­ cellileri içinde karşıladı. 131

CEMAL KUTAY

c....- ... ... -. .......

BEDİÜZZAMAN SAİ D NURSi

Oysa Eşref Kuşçubaşı örgütün başı değildi. "Asr-ı Saa­ ılt't Müslümanlığı 'nın ihyasına çalışan " Allah Yolu dergisini ya­ y ı mlamakta Cemal Kutay, bu kitabını yayımladıktan sonra Türkiye'yi Atatürk'ün yolunu bırakıp Saidi Nursi'nin yolun­ dan girmeye çağıran yayınlar yaph ve Çağımızda bir Asr-ı Saa­ det Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursi adlı kitabında şunları yazdı:

Bediüzzaman Said Nursi'nin yolu, İslam dünya­ sının, hatta bütün insanlığın huzur ve saadetini sağlayacak TEK YOL' dur. n2 Bediüzzaman Hazretlerinin Pak Ruhuna Aziz Üstad! . . 347

Sen, sadece birliği, beraberliği, sevgiyi; vatanın hudutlarını aşarak evvela İslam alemi için, oradan bütün dünya için hedef ve gaye olarak gösterdin ... Müsterih ol! .. Tek yol, mahfazalar içinde birer pırlanta gibi nes­ limize ve geleceklere armağan ettiğin fikirlerinin teşrihi, tefsiri izahıdır. Müsterih ol! .. On dördüncü Hicri asır, çağın güzelliği manasın­ daki Bediüzzamanlığının, İslam aksiyonunun temsilciliği şeref vazifesinin mes'ud tatbikatına sahne olacaktır. Bu mebruk netice, senin için takdir-i ilahi, İslam alemi için ümiddir. Müsterih ol... 133 ( ... ) Cenab-ı Hakk'ın huzuruna bir elimde Çağı­

mızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said Nursi, öbür elimde Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları eserlerimle çıkacağım. Yarabbi amellerim bunlardır, kabul buyur, diye niyaz ede­ ceğim.1 34 ( ... ) Bir hicranımı açıklamama izin veriniz. Son yüzyılımızda ardında iz bırakmış kişilerimizden birisi de Bediüzzaman Said Kürdi (Nursi)dir. Yanlış anlaşılan ve anlatılan bu zatın gerçek yapısı üzerinde bir fikir verebilmek gayesiyle 1980 sene­ sinde Çağımızda bir asr-ı saadet Müslümanı: BED İ­

ÜZZAMAN SA İD NURS İ- Kur'an Ahlakına Dayalı Yaşama Düzeni başlığıyla 506 sahife bir kitabım Yeni Asya Yayınları aı asında çıktı. Said'in, . aydın­ lık düşünce ve hükümleri vardı. Kendilerine Nur Talebesi denilen gençlerin çıkardığı KÖPRÜ dergi­ sinin Mart 1980 tarihli 36. sayısında "müsbet ilim-

348

lerin nasiblerini sağlam bir iman potasında pişi­ rerek beşeriyet için sönmez çırağ yapabilecek İs­ lam aksiyonunun Said Nursi şahsında tecelli et­ miş olması için haydi vazife başına" diyerek, Said Nursi'nin "Rüyada Bir Hitabe "sinin ilk bölü­ münü yayımladım.135 ( . . . ) Bediüzzaman (Said Nursi), .. İslam aksiyonu­ nun çağımızdaki müstesna ve hatta tek temsilci­ siydi. ( ... ) Biz, millet olarak uzun zamandır İ slam ale­ mine ve dünyaya huzur ve adalet getirecek bir felsefe ve tefekkürün sahibi olarak çıkmadık, çı­ kamadık. Bediüzzaman, Kur'an esaslarına dayalı yaşama düzeninin izahçısı ve müdafaacısıdır. Eli­ nizdeki satırlar (Bediüzzaman Said Nursi kitabı) tamamlandığı zaman, insanlığı huzur ve saadete kavuşturacak felsefenin tatbik şartlarına ait te­ mel prensipleri bulacaksınız ... Bu emeğin, İsla­ miyet ve hatta dünyanın saadeti için tek yol olan Kur'an esaslarının çağımıza tatbik muhtevasını verebilmenin, bağrımızdan çıkardığımız bir mürşidimizin (Bediüzzaman Said Nursi'nin) himmeti olmasıyla iftihar imkanını bulacağız. Bu hasreti de en emin ve hayal kırıklığından masun ümid kaynağı olarak NUR TALEBELERİ'ne ema­ net ediyorum . . . ı36 ( . . . ) Said Nursi; şahsiyet ve tefekkürü ile bir ışık adamdır . 1 37 Rüsub bırakabilmiş nadir kıymetler içinde Said Nursi'nin pırıl pırıl, durgun su sathı üzerinde her an genişleyen halkalar halindeki izi..138 ( . . . ) Karşımıza şu sual dikilir; böylesine feyyaz, böylesine engin pınar (Said Nursi ve Nurculuk)

349

kurur mu? Değişen şartların getirdiği rüsublar­ dan arınarak yine öz kaynağa iletecek yeni mür­ şidler çıkıp irşad himmetini kucaklayamazlar mı? .. Yirminci yüzyılda ülkemizde bu ebedi ger­ çeğin örnekleri arasında Bediüzzaman Said Nursi'nin hususi ve müstesna yeri vardır.139 ( ... ) Said Nursi'nin, bugün sadece Anadolu'nun değil, komşu İslam ülkelerinden bütün Müslü­ man dünyasına kadar yayılmış, yabancı dillere çevrilmiş eserleriyle insanlığın hakiki huzurunu arayan başka dinler mensupları arasında da alaka görebilmiş ve ümid bağlanmış bir şahsiyet olma­ sının bu Rabbani tecellisine başkaca hüküm ver­ mek mümkün müdür? Said Nursi'de ancak Rab­ bani lütuf sayılacak fıtri mizaç ve kabiliyetler vardır. Feyyaz nur pınarı halinde ... 1 40 ( ... ) Said Nursi' de aydınlık fikir vardır, fakat don­ muş fikir yoktur.1 4 • ( . . . ) Elinizdeki kitabın gayesi, Said Nursi'yi İ slam alemine ardından gidilir müstesna bir kıymet olarak emanet etmektir.142 ( ... ) Said Nursi, bir fikir-felsefe-aksiyon şahsiyeti­ dir.1 43 Risale-i Nur (Said Nursi'nin kitapları) ebedi feyyaz menbaıdır.144 Nur Talebeleri, bu feyyaz menbaının terkibine eğilin!145 ( ... ) Said Nursi müctehiddir, mücahiddir, müced­ diddir, müdafidir, musallidir, müdebbirdir, mü­ dekkiktir, müttekidir, mümindir, müslümandır, mübeşşirdir, müsbettir, mutahhardır, mütebah­ hirdir, müşerreftir, mübariktir, mukaddestir, mübecceldir, muteberdir, müfessirdir, müver­ rihtir, mu'tekiddir, mukdimdir, mümtazdır, mü­ kerremdir, müberradır, mültefittir, mürşid dir, musaffadır, muasırdır, muhalleddir, mualldir,

350

muallimdir, mubassırdır, mucizbeyandır, mu­ hakkiktir, muhallimdir, muvahhiddir, mü­ behhicdir, mübindir, mübşirdir, müeddebtir, müessistir, müeyyiddir, mütefekkirdir, müşfik­ tir, müştehirdir, mülhimdir, müncidir, münev­ virdir, müstahbirdir, müstakarrdır, müstehdiftir, müşerrihtir, müstekmildir, mütebirridir, müte­ vekkildir, mütefelsiftir, mütefennindir, müte­ haddistir, mütehakkıkbr, müteşerridir ... 1 46 ( . . . ) Said Nursi,. 1980 Türkiye' sinin bölünmezliği­ nin temel mevzuudur.147 ( ... ) NUR YOLU felsefesi, .. zevalsiz aydınlık bu şa­ fağın arkasındadır. 148 Said Nursi, dinde de, hayat felsefesinde de, hürriyet anlayışında da, ülkeye hüviyet kazandıran maddi manevi müesseselerde de belirli vasıflar aramış, .. çok zeki, kavrayışlı, azimli, nefsine hakim kişi olarak,. kendisine has ekol sahibi olmuştur. 1 49 ( . . . ) Bugün Nurculuğun karşısında olanlar, mer­ hum Said Nur'u tanımıyorlar.150 Bediüzzaman Said Nursi'nin 1953'teki hasreti, 1980'de övünü­ lür gerçektir.151 İslam'ın hiç bir derdi çaresiz de­ ğildir: Mürşit ve rehber bekliyor . Çağımızın reh­ beri ve mürşidi ise Nur Risaleleri'yle insanlığa Nw Yolu'nu gösteren Bediüzzaman Said Nursi'dir.152 Yine bir buhran, yine bir boşluk, yine bir yol bulma ihtiyacı içindeyiz. Öyle bir buhran ki devleti sarsıyor.153 Gam çekmeyin: Çağımız Bediüzzaman (Said Nursi) çağıdır.154 Yirminci yüzyılda Türkiyemizde bu muhteşem gerçeğin mümessili Bediüzzaman Said Nursi'dir.!55 ..

351

Amerika'nın manadaki zaafını tescil eden Rahip M oon'un çıkmaz sokak tezleri (görüşleri) karşı­ sında Nur Risaleleri akıl-mantık-iman-ruh varlığı içinde bir sentez değil midir? 156 Nur Risaleleri, İslamiyet 1 400 senesini doldurma eşiğinde iken tedvin edilmiştir. Aslına dönüşün zaferi Nur Risaleleri'dir. Yirminci yüzyılda İslam aksiyonunu temsil eden Bediüzzaman (Said Nursi) nin,. evvela kendi yurdu, sonra İslam alemi, daha sonra bütün beşeriyet için GÜ­ VENLE GİDİLECEK YOL'una çırağ olacak ka­ lemler, milletimiz için hasret olarak mı kalacak­ tır? 1 51 ( . . . ) Bediüzzaman (Said Nursi)nin davası sadece vatanım ız için değil, İslam alemi, hatta bütün in­ sanlık içindir. 1 ss ( ... ) Said Nursi'nin seslenişini arkasından gidil­ meye layık yegane yol olarak kucakladığımız zaman, İslam dinini yaşadığımız devrin içinde buluruz. Dün bunu yapamadığımız için o kos­ koca imparatorluğumuzu kaybettik ve İslam dünyasının rehberliğinden mahrum kaldık. 159 ( ... ) Bediüzzaman Said Nursi'nin gösterdiği Nur Yolu: Kanunların teminatında, vicdanların ışı­ ğında, irfanların tasdikindedir. Nazariye değil­ dir. Tarihin tescilindeki muhteşem hakikattir.160 İşte 28 Şubat 1997' den başlayarak, yazdığı Türkçe İba­ det kitabı nedeniyle "yaşayan en büyük Atatürkçü " olarak tanı­ tılan ve böyle ünlenen Cemal Kutay, 1980 yılında Saidi Nursi'yi böyle ululuyor ve Türkiye'nin kurtuluşunu Atatürk­ çülüğe sımsıkı sarılmakta değil, tersine Nurculuğu benimse­ yip İslam ülkelerinin önderi olmakta görüyordu.

352

Cemal Kutay'ın Türkiye' de Amerika'nın güdümünde tırmandırılan Siyasi İslamalık düşüncesini 1946'dan başlaya­ rak yayanların başında geldiğini Kasım 1998'de yayımlanan bir söyleşimde dile getirmiştim.161 Ancak, basın-yayın Kutay'ı çok gürültülü bir biçimde Atatürkçü olarak tanıttığından ve Kutay da Atatürkçülük oyununu çok inandırıcı biçimde oy­ nadığından dolayı, pek az okur dışında sözlerime kulak veren çıkmadığı gibi, Genelkurmay bile Kutay'a Atatürkçü diye­ rek ödül verdi. Oysa, MGK'nin 28 Şubat' ta başdüşman olarak saptadığı bölücü ve gerici akımlar, 50 yıl boyunca Kutay' ın yazılarından beslenmişlerdir.

Cemal Kutay'a Göre Atatürk Kürtler'e Kasten Kıymış Bedirhan Paşa'run torunu ve Süleyman Nazif' in akra­ bası olan Cemal Kutay, çıkarttığı Millet dergisinin 16 Ağustos 1 951'de yayımlanan 244. sayısında, 1945 yılında Türkiye'ye gelen Amerikalı uzmanların Doğu Anadolu'yu dolaşıp görüş­ lerini bir tutanakla yönetime bildirdiklerini, bu tutanakta Cumhuriyet dönemi boyunca Doğu Anadolu'nun sömürge olarak yönetildiği savının yer aldığını ve bu Amerikan sapta­ masını kendisinin de doğru bulduğunu söyleyerek, şöyle de­ miştir: Halk Partisi iktidarı için Doğu bir sömürgeydi . Şimdiye kadar (1 923-1950 arası) Anavatandan ayrı, sömürgeci bir zihniyetle idare edilen o mü­ barek Doğu,. kasden ve bil'iltizam kültür ışığın­ dan mahrum bırakılmış, bir imha siyasetinin ta­ bii neticesi olarak ayn ve hakir muamele görmüş, terör ve zulme maruz bırakılmıştı. Bu politikanın tabii neticesi olarak Doğu, Milli Birliği teşkil eden emeklerden ve neticelerinden mahrum bırakıldı .. Aşağıdaki fecaat tablosu, Doğu'ya Halk Partisi hükümetlerinin nasıl kıydığını hiç bir tefsire ..

353

Doğuda

S�e: 7

Üniversite ve Hazin Bir Tablo

Cilt:lO S•fll 24'

16 Afustoı 1951 Perıembo

2S kllNf

Cemal Kutay' ın Türkiye'de CIA raporuna dayalı olarak Kürt ayırı mcılığını başlatan Millet Dergisi'nin 16 Ağustos 1 95 1 günlü sayısının Türk-Kürt ayırımcılığı yapan kapağ ı .

muhtaç olmadan isbat eder . . . Milli hudutlar içinde aynı kanunlarla ve aynı sistemle idare edilen, ni­ metle külfetin bir olması gereken güya Halk İda­ resi (!)nde bu tezadı ortada kasıd olmadan nasıl izah mümkündür? Doğunun vatan birliği içinde nasıl ayn bir muamele gördüğünün delilleri hu­ dutsuzdur. Yirmi yedi Cumhuriyet yılı içinde, . . Doğu'nun uğradığı, mahrumiyettir Ortada affe­ dilmesi çok güç ve milyonlarca mağdur halkın rı­ zası alınmadan böyle bir atıfetin düşünülmesi dahi küstahlık olan rej im kefareti var: Hadise, neslimiz için bu kadar acı, hatta yüz kızartıcıdır ...

...

354

Milli birliğin şartlarından mahrum bırakılması için yanlış ve sakat bir politikaya kurban edil­ mek üzere elden gelenin yapıldığı vatan parça­ sıdır Doğu . Hayasız mesut, tarihin hükmünü ye­ mekten bir daha kurtulmuşa benziyor. 162 .

Görüleceği üzere, Cemal Kutay, Cumhuriyet yönetim­ lerinin tümünü ve dolayısıyla Atatürk'le İnönü'yü Doğu Ana­ dolu'yu sömürge yapmakla suçluyor ve "hayasız mes'ul" (utanmaz sorumlu) diye damgalıyordu. 1945'ten 1990'lı yıl­ lara dek neredeyse 50 yıl boyunca ABD'nin isterleri doğrultu­ sunda yazdığı kitaplarla Atatürk'e Devrimleri nedeniyle düş­ man kesilen kim varsa hepsini övmeyi, yüceltmeyi iş edinen bu yazarın, 1997' den sonra birden bire herkesten daha çok Atatürkçü kesilivermesi ve basın-yayında herkesten çok Ata­ t ü rkçü olarak övülmesi, düşündürücüdür.

Cemal Kutay'ın PanTürkİslamcı Düşü Kutay'ın Atatürk'ün Beraberinde Götürdüğü Hasret: Tü rkçe İbadet kitabında Atatürk'ün özlemi diye sunduğu şey şudur: Türk Bütünlüğü, Çin Seddi'nden Adriyatik'e Türkçe İbadetle gerçekleşecek.163 Amerikan güdümlü Türk-İslam S entezi'ni ve Amerikan güdümlü Pantürkislamcılığım Türkçe İbadet kitabıyla Atatürkçü /ıir örtü altında toplumun bilincine işlemekte olan Kutay'a � u n u sormak gerek: Araplar 1400 yıldır kendi anadillerinde i hme ve yazana! " diye çevirirler. [Benim çevirim şöyle: " İşte ka­ kın, işte yazan! Kalem tanık, yazan tanık! " Çok güzeldir. Bakın, İ ncil " Ö nce söz vardı " diye başlıyor, söz yani dil vardı. Sonra, K u r ' a n; "Andolsun kaleme ve yazana! " [Benim çevirimle: "İşte kalem, işte yazan! Kalem tanık, yazan tanık!"] diyor. Şimdi "söz ıı çar, yazı kalır" ve söz, yazıya geçirilmedikçe, söylene söylene dl•ğişir. İşte burada Kur'an'ın kaleme ve yazana vurgu yap­ ması, sözün yazıyla saptanarak değişimlerden korunmasını vu rgulaması, son derece anlamlıdır.

- Belki de İncil'in birçok "vulgat"ının, yani eskisine, ilk kö­ k ii 11e yakın çevirilerinin oluşturulması ve giderek kişilerin, insanla1111, ulusların anadillerinde anlatılmaya ve de söylenmeye ve de ı ık ıı ıı maya başlaması, bütün bunlara bağlı. - "Rönesans ", "Reform " . Yani "Batı nasıl Batı oldu ? " biz istiyoruz ki, Batı'dan geri kalmayalım. Ulusça 1 1.ı tı'nın gelişmişlik düzeyini yakalayalım ve o düzeyde bir y .ı�amımız olsun. Her alanda. İyi ama, "Batı nasıl Batı oldu ? " d i y e sorduğumuzda, "Rönesans " ve "Reform "suz bir Batı dü­ ",• i i ı ı ü lemez. "Peki "Rönesans " ve "Reform " nasıl oldu ? " diye sor.

.

Y . ın i ,

379

duğumuzda, yanıt yine "din ve dil " ilişkisini anlamaya ve so­ nuçta "evrensel bir din " üzerinden "ulusal bir dil ve düşünce" ge ­ liştirmeye götürür bizi.

- Tabii o aşamaya biz bir türlü gelemedik. O ilk "Rönesans " ve "Reform " öncesi -Atatürk devrimlerinden söz etmiyorum ama dinle ilgili başlatılan birçok güzel devrim, devrim olması gereken di­ nin kendi dilimizde algılanması ve söylenmesi ve ikna kabiliyeti­ mizle onları ikna etmeye çalışmamız, hep yine Atatürk Devrim­ /eri'yle başladı. Yazıdan da söz ediyorsunuz. Demin Kur'an, -as­ lında biraz sonra soracaktım onu ama- Kur'an 'da "Andolsun kaleme ve yazana " denildiğinde, yazının da önemi çok büyük. Acaba Arap harfleri kalsaydı, Yazı Devrimi olmasaydı, dilimiz bu denli varsılla­ şabilir miydi ? Yoksa başka dillerin etkisiyle, o dillerin birer oyun­ cağı olarak kalabilir miydik? Ya da bu Arap harfleri bizim güzel di­ limizi söylemeye yeter miydi? Ayrıntıları vurgulamaya yeter miydi ? Çünkü o da söyleniyor. "Kutsal harftir Arap harfi; ku tsal dildir Arap dili ve kutsal kitap olan Kur'an ancak kutsal dil Arapça ile verilmiştir, " bu doğru bir görüş m üdür ? - Şimdi efendim, çok yerinde bir soru, çok önemli bir soru. Öncelikle bu gibi yanlış önyargılar, dindar Müslüman­ ların beyinlerinden atılmadıkça, biz hiçbir şey yapamayaca­ ğız. Bakın; "Arapça, Kur'an dilidir, öyleyse Allah 'ın dili Arapça­

dır. Arap yazısı, Kur'an yazısıdır, öyleyse Allah 'ın yazısı Arap ya­ zısıdır, " gibi bir takım önyargılar var. Einstein "bir önyargıyı parçalayıp dağıtmak, atomun çekirdeğini parçalayıp dağıtmaktan daha zor, " diyor. Gerçekten de insanların beyinlerine girmiş önyargıların kolay kolay kazınamadığını görüyoruz. Ha, ay­ dının görevi tam da bu noktada başlıyor. Kamuoyunun bey­ ninde yer etmiş bulunan yanlı� önyargıları aydın düzelt­ mezse kim düzeltecek? İşte bizim görevimiz bu. İşte benim Dil ve Din kitabımda, Arapça'yı ve Arap yazısını, Türkler için en uygun dil ve en uygun yazı olarak savunan insanların ge-

380

tirdikleri tüm savlara karşı çürütücü saptamalarım var. Bu­ gün Türkçe ibadet ve Türkçe ezan gibi tartışmalar yapılırken, bunun bilimsel, kuramsal, dinsel dayanakları olması gerekir.

- Yoksa "babam öyle diyor " derler ya, öyle olmaz. - "Babam öyle diyor", yani "Atatürk böyle buyurmuştu" demekle olmaz. Babam öyle diyor, a m a niye öyle diyor? İşte ben bu kitabımda Atatürk'ün gerçekten de başlathğı, bu an­ lamda Atatürk'ü saygıyla anmalıyız bir kez daha, Atatürk'ün başlattığı Dil ve Yazı Devrimi'nin din alanında, düşün (felsefe) alanında, bilim alanında, hukuk alanında bize son derece ufuk açıcı, ulusumuzun tıkanmış önünü açıcı atılımları olduğunu bir kez de din alanında kanıtlamak üzere yazdım bunu. Dil ve Din kitabımın arkası Dil ve Hukuk, Dil ve Bilim, Dil ve Felsefe olarak gelebilir. Atatürk'ün Yazı Devrimi'nin din alanında bile gerekli olduğu, Dil Devrimi'nin de din alanında gerekli oldu­ �unu kanıtlayan pek çok örneklerim var. Sayın Güz, bizim u lusça sorunumuz; anlamak Neyi anlamak? Önce birbirimizi, son ra Tanrı'yı, sonra başka ulusları ve yabancı dilde düşünce ii retmiş aydınların yapıtlarını anlamak diye bir sorunumuz vtopsi Yayınları], bu da ikincisi [Çoktanrıcılıkta, Yahudilikte, Hı­ ristiyanlıkta Gericilik ve İSLAM 'DA B İLİM İN Y ÜKSELİŞ İ VE