Düğün Bir Alman Dosta Mektuplar [4 ed.]
 9789755106526

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

ALBERT CAMUS ..

,.,

..

DUGUN

BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR

DENEME

1957

NOBEL EDEBiYAT ÖDÜLÜ Frans1zca ashndan çeviren

Tahsin Yücel

Noces, Albert Camus © 1950, t:ditions Gallimard, Paris © 1995, Can Sanat Yayınları ltd.

Şti.

Lettres d un ami allemand, Albert Camus © 1948, 1972, �ditions Gallimard, Paris © 1995, Can Sanat Yayınları ltd.

Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında ya yıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. 1. basım: 1995 4. basım: Ocak 201S, istanbul Bu kitabın 4. baskısı 1 000 adet yapılmıştır.

Kapak tasarımı: Ane Çelem Design Kapak resmi:© Shutterstock /laurin Rinder Kapak baskı: Azra Matbaası Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok 3. Kat No: 3-2

T opkapı-Zeytinburnu, Istanbul Sertifıka No: 27857 iç baskı ve cilt: Özal Matbaası Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçal San. Sit. No: 81/39, Topkapı, Istanbul Sertifıka No: 26699 ISBN 978-975-S 10-652-6

CAN SANAT YAYlNLARI YAPI M VE DAGITIM TiCARET VE SANAYi LTO.

ŞTi.

Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray. istanbul Telefon: (0212) 252 56 75 1 252 59 88 1 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33 www.canyayinlari.com

[email protected] Sertifika No: 10758

ALSERT CAMUS. 1913 yılında. Cezayir'de dünyaya geldi. Cezayir Üni­ versitesi'nde sürdürdüğü felsefe öğrenimini sağlık nedenleriyle yarıda bıraktı. 1938'de Paris'e gitti. ilk yapıtları Tersi ve Yüzü ve

Düğün

bu dö­

nemde yayımlandı. Edebiyat dünyasına asıl girişini, 1942'de yayımlanan Yabana adlı romanı ve Sisifos Söyleni başlıklı felsefi denemesi belirledi. Birbirini tamamlayan bu iki yapıtta, varoluşçu izler taşıyan "saçma'' fel­ sefesini geliştirdi. Başkaldıran insan. Yaz. Sürgün ve

Kralltk

isimli eserle­

riyle hem edebiyat hem de düşünce alanlarında yetkinliğini kanıtladt. Mutlu Ölüm ve

ilk

Adam adlı romanları ölürnunden sonra yayımlandı.

1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülen ve bugün XX. yüzyıl edebiyat ve düşünce dünyasının en önemli adlarından biri kabul edilen Albert Camus, 1960 yılında bir araba kazasında yaşamını yitirdi.

TAHSiN YÜCEL, 1933'te doğdu. Galatasaray Lisesi ve

iU

Edebiyat Fa­

kültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Öğrencilik yıJiarında Varlık Yayınları'nda çevirmen ve daha sonra yazı işleri müdürlüğü yaptı. Mezun olduğu bölümden 2000 yılında profesör olarak emekliye ayrıldı. Öykü derlemeleri, romanları, bilimsel araştırmaları ve kurumsal yazıla­ rının yanı sıra Balzac, Flaubert. Daudet. Gide, Simenon, Colette. Jean Giraudoux, Proust, Camus, Sartre, Malraux, Saint-Exup�ry gibi yazarla­ rın eserlerini dilimize kazandıran Yücel, 1984 yılında Azra Erhat çeviri Üstün Hizmet Ödülü'ne değer görüldü, 1997'de Fransız hükümeti tara­ fından Palmes Academiques Nişanı. Commandeur derecesi verildi.

İçindekiler DÜGÜN Sunuş

13

Tipasa'da Düğün

19

Cemile'de Yel

27

Cezayir'de Yaz

35

Not

47

Çöl

49

B İR ALMAN DOS TA MEKTUPLAR Sunuş

65

İtalyanca hasıma önsöz

75

B irinci Mektup

77

İkinci Mektup

83

Üçüncü Mektup

91

Dördüncü Mektup

97

DüGüN

Sunuş Düğün, Albert Camus'nün Cezayir'de yayımladığı iki

gençlik kitabından ikincisi. Birincisi, Tersi ve YUzü, 1935-1936 yıllan arasında yazılmıştır. Bu ikinci kitapsa 1936-1937 arasın­ da yazılıp 1 93 8'de basılır. İki kitap arasındaki ortak özellikler, ortak iziekler de hemen belli eder kendilerini: yeryüzü yaşa­ mından sonrasının ve yeryüzü yaşamından yukarısının yadsın­ ması, bir de bu yeryüzünün, toprağın, denizin, göğün dayanıl­ maz güzelliklerinin coşkuyla yüceltilmesi. Ancak Camusaynı dönemde yazılmış denemeleri iki ayrı kitaba böldüğüne göre, arada bir aynm da olmalı. Doğrusu, bu aynm da kolaylıkla görülür: Tersi ve Yüzü'yü oluşturan denemeler, daha çok insanı, insan davranışlarını yan­ sıtırken, bunun sonucu olarak da öyküyle deneme arasında yer alırken Düğün'ü oluşturan dört denemenin dördü de öncelikle yeryüzüne yönelir; denizin, dağın, tepenin, ağacın, otun, ken­ tin, yıkıntının, mezarlığın coşkulu, sevecen ve umutsuz bir ba­ kıştan yansıyan betimlerini ve bu betimlerin tüm görkemiyle yansıtmaya çalıştığı nesnelerden çıkarılan bir yaşam anlayışını sunar bize. Bu arada, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi, hem anlatımı, hem yo­ ğun düşünce yüküyle, Düğün de birkaç yıl sonrasının büyük yazarını muştular. TAHSiN YÜCEL

Yayıncının notu Bugün yeniden basılan bu denemeler l 936- l 93 7 yılların ­ da yazılmış, sonra 1 938'de, Cezayir'de az sayıda basılmıştı. Ya­ zar bunları deyimin tam ve sınırlı anlamıyla birer "deneme" olarak görmekten hiç vazgeçmemiştir. Bu yeni basımı, üzerin­ de h içbir değişiklik yapmadan sunuyoruz .

.. Cellat, Kardinal Carrafa'yı ipek bir iple boğarken ip koptu:

İki

kez baştan başlamak

gerekti. Kardinal cellata baktı, gönül indirip de tek sözcük söylemedi." STENDHAL

La

Duchesse de

Palliano

(Palliano Düşesi)

TİPASA'DA DÜGÜN İlkbah arda, Tipasa'da tanrılar oturur ve tannlar gü­ neşin ve pelinotu kokularının, gümüş zırhlı denizin, el değmem iş m avi gökyüzünün, çiçeklerle kaplı yıkıntıl a­ rın ve t aş yığı n l an arasında kab ar kabar kaba rmış ışığın içinde konuşur. Kimi saatlerde, ortalık güneşten kapka­ radı r. Gözler, kirpikierin ucunda titreyen ışık ve renk damlaJanndan başka bir şey yakalamaya çabal asa da bo­ şuna. Kokulu bitkilerin oyl umlu kokusu gırtlağı yakar ve zorl u sıcakta insanı boğar. Görünümün son unda , Sel if'in kara kitlesini zor görürüm; köyün çevresindeki tepelerde kök sal ar, gidip deni zde çömel mek üzere güvenli ve ağı r bir uyu m l a s arsılır. Şi mdiden koya açılan köyden gel iyoruz. San ve mavi bir dü nyaya giriyoru z, burada Cezayi r'in yaz top­ rağın ı n kokulu ve yakıcı sol uğu karşılıyor bizi. Her yan ­ da çiçek1i begonvill er vil l aların duva rlarından yukarı tır­ manmış; bah çelerde kırmızısı hala solgun Japon gülleri , kaymak gibi dolgun bir sürü pembe gül ve uzun, mavi süsen lerin güzelim ken ar süsleri. Tüm taşlar sıc ak . Bizim sarı dü ğünçiçeği rengi otobüsten indiğimiz saatte, kasap­ lar kırmızı arabal arında sabah dalaşmasına çıkmışl ar ve borul arı insanları çağırıyor. Limanın solunda, kuru taşlardan bir merdiven sakı19

zağ a çl arı ve süpür geotl ar ı arasında yıkınt}lara inmekte. Yol küçük bir deniz fenerinin önünden geçip ovanın içine dalıyor. Daha şimdiden, bu fenerin dibinde, mor, sarı ve kırmızı çi ç ekl i kocaman, kalın bitkiler, denizin bir ôpüş

sesiyle emdiği ilk kayalara doğru iniyor. Yelin ve yüzüroü­ zün yalnız bir yanını ısıtan güneşin altında, ayakta , ışığın gökten inişine, kırışıksız denize ve ışıl ışıl d i şl erini n gü­ lümsemesine bakıyoruz. Vıkıntılar ülke sine gi rmede n ön­

ce son k ez,

b ir e r seyirc iy iz .

Birkaç adım yürüdükten sonra, pelinotları gırtlağımıza yapışıyor. Külrengi t üyleri yıkıntıları göz alab ild i ğ i ne örtüyor. Özleri sıcagın altında ma yal a nı ya r ve dünyanın tiirn uzamı üzerinde dünyadan güneşe cömert bir al kol yük se l i p göğü titretiyor. Aşka ve isteğe doğ ru yürüyoruz. Ders aramıyoruz , büyü klük ten istenen acı felsefeyi de aramıyoruz. Güneşin, ö püşl eri n ve y ab anıl kokuların dı­ şında her şey boş görünüyor gözümüze. Kendi payıma, burada yalnız olmaya ç alı şmıyoru m . Buraya sık sık se v ­ diklerirole gelir, yüzlerinde aşkın yüzünün büründüğü duru gülüms eme yi okurdum . Burada , düzeni ve öl ç ü ­ yü başkalarına bırakıyorum. Tüm varl ığıml a doğanın ve

deni zin dev çapkınlı ğı s arıyor beni . Y ıkı ntıla rla bah arın bu ev l ili ği nde, yıkıntı l ar yeniden taş

ol muş , insanın zorla

v erdiği p arl aklığı yitirip doğaya dönn1üşler. Bu savurgan kızların dönüşü için, doğa da ç içeklerini esirgememiş.

Fo­

rum un döşeme taşlan arasından, günçiçeği ak ve yu varlak başını uzatıyor, kı rmı zı sardunyal ar, bir zamanlar ev, ta­

pınak , alan olmu ş şeylerin üstüne kanlarını akıtıyor. Ç ok bi l g inin Tanrı 'ya getirdiği şu insanlar gibi , ç ok yıllar da

yıkıntıl arı anal arının evine getirmiş . B ugün geç m i şleri en sonund a bırakıyor on ları , h iç bi r şey de kendilerini düş en şeylerin odağına getiren bu derin güçten uzakl aştı rm ıyor. Pelinotu çiğnemekle,

yıkıntıları okşamakla, sol u­

mamı dü ny anın g ürü l t ülü iç çekişlerine uydurmaya ça20

lışmakl a ne çok zaman geçirmişim! Yabanıl kokul ar ve uyukl ayan böceklerin ezgileri i çine gömülmüş durumda, gözlerimi ve yüreğimi ağzına dek sıc akla dolmuş olan bu göğün dayanılmaz b üyüklüğüne açıyorum . Olduğumuz şey olmak, kendi derin ölçümüzü bulmak o kadar da ko­ lay değil . Ama Chenoua'nın sağlam sırtına baktıkça şa­ şırtıcı bir kesinlik yüreğimi yatıştırıyordu . Soluk almayı öğreniyor, bütünl eşiyor, gerçekleşi yordum . Tepe]eri bir­ biri ardın dan tırmanıyordum; her biri bir ödül saklıyordu b an a; s �tunlan güneşin dolaşımını ölçen, önünden tüm köy, ak ve pembe duvarlan ve yeşil verandalan görü­ n en şu tapı nak gibi . B i r de doğudaki tepede bul unan ş u b azilika gibi: D uvarlan kalmış ve çevresinde büyük b i r bölü m içi n de yeni çıkarılmış taş gömütler sıralanmakta; çoklan topraktan ancak çıkarılmış, onun birer parçasını oluşturmaktalar dah a . Bir zaman lar ö1ü1eri saklamışlar i çlerinde; şimdi a daçaylan ve turpotlan boy vermi ş . Aziz S alsa B azilikası H ı ristiyan; ama bir açı klıktan baktığımız. h e r seferde, bize dek ulaşan dünyanın ezgisi: çam ve ser­ vi ağaçlan dikili tepecikler ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz. Aziz Salsa'yı taşıyan tepe do­ rukta düz ve revakl ar arasından yel daha gen iş e siyor. Sab ah güneşi nin altında, uzarnda ağır ağır büyük b ir mutluluk salınmakta . Söylenlere gereksinim duyanl ar ne zavallı. Burada tanrılar, günlerin koşusu içinde yatak ve belirleme nok­ tası işlevi görür. Setimler ve şöyle deri m: "işte kırmızısı , işte mavisi, işte yeşili . Bu den iz, bu dağ, bunlar da çi­ çek." Surnurnun altında sakızağacı toplarını ezmekten h oşlandığımı söylemek içi n Dionysos 'tan söz etmeme ne gerek var? Daha sonra kendiliğimden düşüneceğim şu eski övgü şiiri Demeter'e mi yönelik: "Yeryüzünde bunları görmüş olan canlıya ne mutlu." Görmek, ve bu yeryüzünün üstünde görmek, ders nası l un utulur? Eleu21

sis Mysterion 'larında, gözlem e dalmak yetiyordu. Bura­ da, dünyaya ne kadar yakl aşsam az geleceği ni biliyorum . Çıplak olmam, sonra da

hala toprağın özlerinin güzel ko­

kuları için de denize dalmak, berikini ötekinde yıkamak, top rakl a denizin öylesine uzun zam andır dudak dudağa, özlemle beklediği kucaklayışı derimin üstünde düğüm­ lernem gerek. Suya gi rdiğimde, soğuk ve saydamsız bir macunun sarm ası ve yükselmesi, sonra burun akıntıl ı, ağız acı, kulaklar uğultulu dalış -yüzme, sularla parlayan kolların güneşte altın rengi ne girmek üzere denizden çıkışı ve tüm kasların bükülmesiyle yen iden inişi; bede­ nimin üstünde suyun koşusu, hacaklarıının suya böyle gümbürtüyle egemen oluşu- ve çevren 1 yokluğu. Kıyıda, kumlar üstün e düşüş, et ve kemik ağırlığıma dön m üş, güneşten şaşkın durumda, kendimi dünyaya bırakış, ara­ da bir koll arıma b akış, kuru deri bölümlerinde, suyun kaymasıyla, sarı tüyl erin ve tuz tozları n ın belirmes i . Mutluluk denilen şeyi b urada anlıyorum: ölçüsüzce sevme h akkı . Bir tek aşk var bu dünyada . B i r kadı n bede­ ni ne sarılmak, aynı zam anda gökten denize i n en şu garip sevinci bağrına b asmaktır. Az son ra, güzel kokul arın ı be­ denime si ndirrnek için peli notl arının arası na atıldığım zaman , tüm önyargılara karşın , güneşin gerçeği olan, ile­ ride de

ölümümün gerçeği olacak olan bir gerçeği ger­

çekleşti rdiğimin b ilincine varacağım . B u anlamda, yaşa­ mımı, denizin ve şimdi şarkıya başl ayan ağustosböcekle­ rinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş tadında b ir yaşamı oynuyoruro burada. Esinti seri n ve gök mavi . Bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce söz etmek istiyo­ rum: Bana insan koşul urnun gururunu veriyor. Oysa, sık sık söylediler bana: Bunda gururlan acak b i r şey yok . Ha-

1.

Ufuk. (Y.N.)

22

yır, var: bu güneş, bu deniz, gençliğinden hoplayan yüre­ ğim, tuz tadında bedenim ve sevgiyle mutluluğun sarıyla mavide karşı karşıya geldiği uçsuz bucaksız dekor. Gü­ cümü ve kaynakl arımı işte bunu fethetmek için kullan­ malıyı m . Burada her şey el değmemiş durumda bırakı­ yor beni, kendimden h içbir şey bırakmıyorum, h içb ir m askeye b ürünmüyoru m . Yaşamanın güç bilimini sabır­ l a ö ğrenmem yeter, bu bilim onların tüm yaşama san at­ l arına değer. Ö ğleden az ön ce, yıkıntılar arasından liman kıyısın­ daki b ir kahveye doğru gidiyorduk. Beynimiz güneşin ve renkleri n zill eriyle çınlarken gölge dolu salonun, yeşil

ve

buzlu kocaman n ane bardağın ın karşıl aması ne güzel bir karşılama ! D ışanda, deniz ve kızgın, tozlu yol. Masanın başına oturmuş, sıcaktan a p ak göğün çok ren kl i kamaş­ m asını kıpır kı pır ki rpiklerim arasında ya kalamaya çalışı­ yoru m . Yüzümüz terden ısl ak, ama bedenimiz üzerimiz­ deki hafif ve ince ku maşla serin, hepimiz bir dünyayl a düğün gününün mutlu yorgunluğunu sergiliyoruz. Bu kah ven in yemekleri iyi deği l, ama meyvesi bol . Hele suları çe neye aka aka, ısırıl arak yen ilen şeftal iler. . . Dişlerimi şeftalinin üstüne hastınn ca kanıının zorlu vu­ ruşl arının kulaklarıma dek çıkışını din liyorum, tüm göz­ lerimle bakıyorum . Deni zin üstü nde, öğlenin kocaman sessizliği . Her güzel varlık güzelliğinin doğa l gururunu duymakta ve bugün dünya gururunun her ya ndan sız­ ması na ses çı karmıyor. Onun önün de, her şeyi yaşama sevincinin içine kapatmamayı biliyorsam, yaşama sevin­ cini ne diye yoksayacakmışım? Mutlu olmakta utanıla­ cak bir şey yok. Ama bu gün budala kral ol m uş, be nse yaşamın tadın ı çı karmaktan korkana budala derim . Bize gururdan o denli söz edildi ki! Bilirsiniz, gurur Şeytan'ın günahıdır. S akının, diye h aykırırlardı, kendin izi yitirirsi­ niz, güçlerinizi de. Daha son ra, gerçekten de öğrendim 23

ki, belirli bir gurur. . . Ama başka zamanlarda, tüm dünya­ nın bana vermekte işbirl iği ettiği yaşama gururunu iste­ rnekten kendimi al amıyoru m . Tip asa 'da, ��görüyoru m" demek, .. inanıyorum" demektir ve ben elimin dokun abi­ leceği ni, dudağı mın okşayabileceği ni yoksamakta inat etmiyoru m. Onu bir sanat yapıtı yap m a gereksinimin i değil, farklı olanı an iatm a gereksin imini duyuyorum . Ti­ p asa bana dünyaya ilişkin b i r görüş noktasını dalaylı ola­ rak anlatm ak için betimlenen kahraman lar gibi görünü­ yor. On lar gi bi tanıkl ık ediyor, hem de erkekçe. O da b ugün ben iın kahram anım ve b ana öyle geliyor ki, onu okşayıp hetimledikçe sarhoşluğum b itmek bilmeyecek . Bir yaşama zam anı vardı r, bir de yaşan dığın a tanıklık et­ me zama nı. Bir de yaratm a zamanı vardı r, bu da o k adar doğal değildir. Tüm bedenirole yaşamak ve tüm yüreğim­ le tanıklık etmek yeter ban a . Tip asa'yı yaşamak ve ona tanıklık etmek, sanat yapıtı daha son ra gelecektir. B ura­ da bir özgürI ük var. * * *

Tipasa'da h içbir zaman bir günden fazla kal maz­ dım . Hep böyledir, bir an gel ir, b i r görü nümü gereğinden fazla görmüşüzdür, biz onu yeterince görüneeye kadar u zun zaman gerekti ği gib i . D ağl ar, gök, deniz kuruluğu ya d a görkemi göre göre değil, b ak a b aka bulgulanan yüzler gibidir. Ama her yüz, b irşeyler anlatmak için b e­ lirli bir yenilen meden geçmelidir. Ama dünyanın bize yalnızca un utulduğu i çin yen i görünmesin e h ayran kal­ mamız gerekirken fazla çabuk bıkmaktan yakınırız. Akşama doğru, p arkın ulusal yol u n kıyısında, daha düzenli, bahçe biçimi nde düzenl enmiş b i r bölümüne dönüyo rdum . Güzel kokul ann ve gün eşin gümbürtü­ sünden çıktıktan sonra, akşamın şimdi seriniem iş hava24

sında, kafa yatışıyor, gevşemiş beden, isteğine kavuşmuş aşktan doğan iç sessizliğinin tadını çıkarıyordu . B ir ban­ ka oturmuştum . Kırın günle birlikte topadaklaşmasına bakıyordum . İ yice doymuştum . Üzerimde, bir nar ağacı­ nın çiçeklerinin tomurcukları sarkıyordu, baharın tüm u mudunu i çlerinde saklayan küçük, sıkılmış yumruklar gibi kapalı ve dilimliydiler. Arkamda biberiyeler vardı ve yal n ızca alkol kokusunu algılıyordum . Ağaçlar arasında tepeler çerçeveleniyordu, daha da uzakta, bir den iz şeri · di, üzerinde gök, arızalı bir yelkenli gibi sevgiyle dur­ maktaydı . Yüreğimde tuh af bir sevi nç vardı, dingin bir bilinçten doğan sevinç. Rollerini iyi yaptıklarının, yani en kesin anlamda, devinileriyle somutlaştırdıkları ülkü­ sel kişinin devi nilerini rastl aştırdıklarının, bir bakıma ön­ ceden yapılmış b ir resmin içine girdikl erinin ve birden onlan ken di yürekleriyle yaşattıklarının bilincine vardık­ lan zam an oyuncuları n yaşadıkl arı bi r duygu vardır. Ben de işte bun u duyuyordum: Rolümü iyi oynamıştım. İ n­ san uğraşımı yerine getirmiştim ve bütün bir uzun gün boyun c a sevinci yaşamış olmak bana olağandışı bi r başa­ rı gibi değil, m utlu ol mayı kimi duruml arda bizim için bir görev durumuna getiren bir koşu lun coşkuyla yerine getirilmesi gibi görünüyordu. Bir yalnızlığı yeniden bu­ luruz o zaman ama bu kez doyurnda buluruz . • • •

Şimdi, ağaçlar kuşl arla dolmuştu . Toprak gölgeye girmeden önce ağır ağır göğüs geçiriyordu . Az sonra, ilk yıl dı zl a birlikte, dünyanın sah nesine gece inecek. Gün ün p anl panl tanrıları, gündelik ölümlerine dönecekler. Ama başka tanrılar gelecek. Ve daha koyu olmak için h arap yüzleri topraktan doğacak . H iç değilse şimdi, kumlar üstünde dalgaların kesin25

tisi z açılışı bana altın rengi bir çiçektozunun oynaştığı koca bir uzarnın içinden ulaşmaktaydı. Deniz, kır, sessiz­ lik, bu toprağın hoş kokuları, kokulu bir yaş aml a doluyor, dünyanın şimdiden altın ren gi ne bürünmüş meyvesini ısırıyor, keskin ve şe kerli suyunun dudakl arım boyunca aktığını duydukça altüst oluyordu m . H ayır, önemli ol an ben değildim, dü nya da değildi, yaln ızca uyum ve on­ dan bana aşkı doğurtan sessi zl ikti . Bu aşkı yalnız kendim için isteme zayıflığına düşmü yordum, onu büyü klüğünü b asitliğinden ala n ve pl ajl ard a ayakta, gökleri nin ışıl ışı] gülü msemesine suç ortağı gül ümsemesini yöneiten şu gü neş ve denizden doğmuş, canlı ve hoş bir koca ırkla paylaşmanın bilinci ve gururu içindeydi m .

26

CEMİLE'DE YEL Ö yle yerler vardır ki, oral arda yadsınmasının ta ken­ disi olan bir gerçek doğsun , diye tin ölür. Cemile'ye git­ tiğim zaman, yel vardı, gü neş vardı ama bu başka bir öykü. Ö n celikle söylenınesi gereken şey, burada ağır ve çatiaksız bir büyük sessizl iğin - terazinin dengesi gibi bir şeyin egemen oldu ğuydu . Kuş çığlıkları,

üç deli kli bir ka­

valın yum uşak sesi, keçileri n ayak sesleri, gökten gelen uğultular, bu yerlerin sessizliğini ve yıkımını oluşturan bunca

gürültü. Arada b ir, kuru bir şakırtı, tiz bir çığlık,

taşlar arasın a gizlenmiş bir kuşun h aval anışını bel irtiyor­ du. izlenen her yol, ev kalıntıl arı arasında patikalar, par­ lak sütunlar altında taş döşeli büyük sokaklar, zafer ta­ kıyla bir yükselti üzerinde b ulunan tap ınak arasındaki u çsuz buca ksız forum, hepsi Cemile'yi, uçsuz bucaks ız göğe açılmış iskarnbil takımını her yandan çevreleyen koyaklara götürür. Gün ilerleyip dağlar morlaşa morlaşa büyüdükçe insan burada, taşların ve sessi zliğin karşısın­ da öyle yoğunlaşıp durur. Ama Cemile Yayiası ' nda yel eser. Yelin ve ışığı yıkıntılara karıştıran güneşin bu büyük kargaşası nda, öyle birşeyler oluşur

ki insana ölü kentin

yalnızlık ve sessizli ğinin ölçüsünü veri r. Cemile'ye gitmek için çok zaman ister. {)urulan ve geçilen bir kent değildi r burası . Hiçbir yere götürmez, 27

hiçbir ülkeye aç ılm az. Yalnızca döneriz bu yerden . Ö l ü kent dolambaçlı bir uzun yolun sonun dadır, dönemeçle­ rin in her biri nde bu son u vaat eder gibi görü n ür, bu yüz­ den daha da uzun gelir. En son unda, yüksek dağlar arası­ na göm ülmüş, re nkleri sön müş bir yayl a üzerinde, bir kemik ormanı gibi sarımsı iskel eti beliriverdiği zaman , Cemil e bizi dünyanın çarpan yüreğine götürebilecek bi­ ricik ders ol an şu aşk ve sabır dersinin simgesini canlan­ dırır. Burada kuru otlar ve birkaç ağaç arasında, tüm dağ­ ları ve tüm taşl arıyl a bayağı hayranl ık, çekicilik ya da umut oyun ları karşısında savu nur ken dini. Bu çorak görkem için de gün boyunca dolaşıp dur­ muştuk. Yavaş yavaş, öğle sonunun b aşında ancak duyu­ lan yel , saatler geçtikçe güçlenir ve tüm ül keyi doldu rur gibiydi. Dağlar arasında bir gedikten doğuya doğru uzak­ lara esiyor, çevrenin dibin den koşup geliyor} taşlar ve gü­ neş içinde sürekli yükseliyordu . D urup dinleo rnek bil ­ meden, yıkıntılar arasın da güçlü bir biçimde ıslık çalıyor, bir taş ve toprak karmaşası içinde dönüyor, çatlak taş yığınlarını sarıyor, her sütunu soluğuyla çevi riyar ve sonu gelmez çığlıkl ar biçiminde, göğe açılan foruma ya­ yılıyordu. Yerde kırıl an bir gemi direği gibi hissediyorum kendimi. Ortadan oyulmuş, gözler yanmış, dudakl ar ta­ kır takır, derim artık benim olmayıncaya dek kuruyordu . Onunla eskiden, dünyanın yazını çözerdi m . B u raya sev­ gisini n ya da öfkesinin göstergelerini çi zer, onu yaz solu­ ğuyl a ısıtır ya da buzdan dişleriyle ısırırdı . Ama öylesi n e uzun süre yelde örselenmiş, bir saati aşkın b i r süreden beri sarsılmış, di rençten şaşkına dönmüş duru mda, be­ denimin çizdiği resmin bilin cini yitirmekteydim . Gelgit­ lerio cilaladığı taş gibi, yel beni parl atmış, ruh uma dek yıpranmıştım . Beni kendi dalgal anışına uydurmuş olan bu gücün parçasıydım biraz, sonra daha çok, sonra oy­ dum en sonunda, kanıının atışl arıyla doğanın bu h er yer28

de hazır yüreğinin sesli vuruşlarını birbirine karıştınyor­ dum. Yel, çevremi saran yakıcı çıpl aklığa benzeterek bi­ çimlendiriyordu beni . Ve geçici kuşları b an a, taşlar ara­ sında bir taş olarak bir sütunun ya

da yaz göğünde bir

zeyti n ağacının yalnızlığını veriyordu . Bu şiddetli güneş ve yel yunması, tüm yaşam güçle­ rimi tüketmekteydi. İ çimde bilemedin şu şöyle bir do­ kunan kanat çırpma, şu yakınan yaşam, tinin şu cı1ı z baş­ kaldı rısı. Çok geçmeden, dünyan ı n dört bir yanına dağı l­ mış, unutkan, kendimi de un utmuş durun1da, bu yelim ben ve yelde, bu sütunlar ve bu kemer, bu sıcak taşlar ve ıssız kentin çevresinde bu solgun dağlar. Ve aynı da hem kendimden uzaklaşmamı, hem

zaman­

dünyada varlığı­

mı hiçbir z am an bu denli güçlü duymadım. Evet, şu anda varım . Ve bu sırada

dikkatimi çeken,

dah a ileri giderneyecek olmam. Yaşam boyu hapse atıl­ mış bir i nsan gibi ve her şey önünde bulunan. Ama ayn ı zam anda yarının ve tüm öteki günlerin benzer ol acağını

bilen bir insan gibi. Çünkü bir i nsan için şimdiki zama­ nının ayrımına varmak, artı k hiçbir şey beklememektir. Birer ruh durumu olan görünümler varsa bunlar en ba­ yağılarıdır. Ve tü m bu memleket boyunca benim değil de onun olan bir şeyi, ikimizde ortak olan ölüm tutkusu gi bi bir şeyi . Şimdi gölgeleri eğik olan sütunlar arasında, kaygılar havada yaralı kuşlar gibi düşüyordu . Ve onların yerine, şu çorak açık görüşlülük. Kaygı, ya�ayanların yü­ reğinden doğar. Ama din gi nlik bu canlı yüreği örtecektir: işte tüm açık görüşlülüğüm . Gün ilerledikçe, gürültüler ve ışıkl ar gökten inen küller altında boğuldukça kendi kendirnce bırakılmış olarak içimde h ayır diyen ağır güç­ lere karşı savunmasız ol duğumu duyuyordum. Vazgeçişle hiçbir ortak yanı ol mayan bir geri çevir­ me bulunduğunu pek az insan anlar. Gelecek, dah a iyi olma, toplumsal durum sözcü kleri ne anlam ta�ır bura29

da? Yüreği n ilerlemesi ne anlam taşır? Dünyanın tüm 'daha son ra'larını in atl a geri çeviriyarsam şimdiki zen­ gi nliğim den de vazgeçmemek söz kon usu oldu ğu içi n geri çeviriyorum . Ö lümün bir başka yaşama açıldı ğın a i nanmak hoşum a gitmiyo r. Ölüın benim için kapalı bir kapı . Bun u n atılması gereken b ir adım olduğu n u söyle­ miyorum; korkun ç ve pis bir serüven ol duğunu söyl ü ­ yorum . Bana öneri len he r şey, insa nın sırtından yaşa mın yükünü alı naya çabalıyor. Ve Cemile göğünde büyük kuşları n ağı r uçuşu karş ısında, ben de tam yaşamın belli bir yükünü istiyor ve elde ediyorum . Bu edilgen tutku içinde tün1 ol mak, gerisi benim el imde deği l . Ölümd en söz edem eyeceğim ölçüde fazla gençlik dolu içim . Ama öyle sanıyorum ki, söz etmem gerekseydi dehşetle ses­ sizli k arasında, umutsuz ölümün b ilinçli kesin liğini söy­ leyecek en doğru sözcüğü burada bul u rdu m . Birkaç bildi k düşünceyle yaşanz. İki-üç d üşünceyle .

Karşılaştığımız dünyal arın ve insanların rastl antısına göre

onları parlatır, dönüştürürüz. İ yice kendimizin olan, sö­ zünü edebileceği miz bir düşünce miz olması için on yıl gerekir. Hiç kuşkusuz, bu biraz cesaret kıncı. Ama insan böylece dünyanın güzel yüzüyle içli dışlı olur . O zaman a değin, yüz yüze görürken on u . O zaman yandan b akmak

için yan a doğru bir adım atması gerekir. Genç bir adam dü nyaya tam karşıdan bakar. Ö lüm ya da h içlik düşün ce­ sin i pariatmaya zaman bul amamıştır daha, oysa dehşeti­ ni ağzında çiğnemiştir. Gençlik b u olmalı, ölümle b u katı baş başal ık, güneşi seve n h ayvanı n bu cisi msel korkusu . Söylenenin tersine, hiç değilse bu açıd an, gençlik boş düşlere kapılmaz. Boş düşler kurmaya n e zaman ı ol muş­ tur, ne din i n a n cı. Ve n edendir bilmem, b u yarık yarık görü nümün karşısın da bu kasvetli ve görkemli taş çığlığı, b u güneşin düşüşünde insandışı Cemile karşısında, b u umudun ve renklerin ölümü karşısında, hiç kuşkum yok30

tu

ki adiarına yaraşır insanlar, bir yaşamın sonuna gel ince

b u baş başalığı yeniden bulmal arı, kendileri nin olmuş birkaç düşünceyi yadsımaları ve yazgıları karşısında eskil insanl arın bakışında ışıldayan anlığı ve gerçeği yen iden elde etmeleri gerekir. Gençli klerin i yeniden kazanırlar ama ölümü kucaklayarak. B u açıdan h astalıktan daha kü­ çümsenesi bir şey yoktur. Ö lüme k arşı bir ilaçtır. Ona h a zırl ar. İlk evresi kendi kendine acıma olan bir çırakl ık yaratır. İ nsanı büyük çabasında destekler, bu çaba da tü­ m üyle ölmenin kesi n liğinden kaçmadır. Ama Cemile?

. .

O zaman iyice seziyorun1 ki uygarlığın gerçek, tek ilerle­ mesi , zam an zaman b ir insanın bağl an dığı ilerleme, bi­ linçli ö lümler yaratmaktır. B en i her z aman şaşırtan şey, başka konularda i nce­ l eşmeye öylesine h azırken ölüme ilişkin düşün celeri mi­ zin yoksulluğudur. İyidir ya da kötüdür. Ondan korkarım ya d a onu çağınnın (derler). Ama bu b asit olan her şeyin b izi aştığını da kanıtlar. Mavi nedi r ve mavi konusunda ne düşünmek gerekir? Ö lüm konusu nda da ayn ı zorluk. Ö l ü m ve renkler kon usunda tartışmasını bilmiyoruz . Gene de şu ön ümdeki dünya gibi ağır, geleceğim i can­

landıran adam, ön emli olan o. Ama bun u gerçekten

dü­

şünebilir miyi m ? Ş öyle derim kendi kendime: Ö ln1ek zorundayım; ama buna i n anamadığım a ve ancak başka­ l arının ölümünün deneyimine ulaşabi leceğime göre, bu­ nun hiçbir anlamı yo k. insa nların öldüğünü gördüın. Ö zellikle de köpeklerin öld üğün ü

gördüm. Onlara do­

kunmak altüst ediyordu ben i . Şöyle düşün ürü m o za­ man : çiçekler, gülümsemeler, kadın isteklerim ve tü m ölüm ürküntümün yaşama kıskançl ığımda yattığı nı a n­ larım. Yaşayacak ve kendileri için çiçekler ve kadın arzu­ l arı tüm ten ve kan an lamını sürdürecek olan lan kıskanı­ rım . Kıskancım; çünkü yaşamı, bencil olmayayım, diye­ meyecek kadar fazla seviyorum. Durasızlıktan bana ne. 31

İnsan burada olabilir, bir öyl e yatmış durumda, kendisi­ ne şöyle söylendiğini işitebilir: ��Siz güçlüsünüz ve size karşı içten olmak zorundayım: Size öleceğinizi söyleye­ bilirim"; insan tü m yaşamı etlerin in arası nda, tüm korku­ su damarlarında ve yüzünde budalaca bir gülümsemeyle o rada olabilir. Gerisinin ne an lam ı var? Şakaklarımda vu­ ran kan d algala rı ve çevremdeki her şeyi ezecekmişim gibime gelir. Am a insan lar kendilerine karşın, dekorianna karşın ölürler. "İyileştiği n zaman," derler onlara ve onlar ölür. Bu­ nu istem iyorum . Ö yle ya, doğanın yal an söylediği günler varsa doğru söylediği gün ler de vardı r. Cemile bu akşam doğruyu söylüyor, hem de ne

hüzünlü ve ı srarlı bir güzel­

likle ! Bana geli nce, bu dünyanın önünde ne yalan söyle­ ınek istiyorum ne de bana yalan söylen mesin i . Açı k gö­ rüşlülüğümü sonun a dek taşı m ak ve sonuma kıskançl ığı­ mın ve dehşetimin tüm taşkınlığıyla bakm ak istiyorum . Dü nyadan ayrıldığım ölçüde korkuyorum ölümden , sü­ ren gökyüzüne bakacak yerde, yaşayan insanların yazgısı­ na bağlandığım

ölçüde korkuyorum . Bilin çli öl ümler ya­

ratmak, bizi dünyadan ayıran uzaklığı azaltmak ve her zaman için yitirilmiş bi r dünyanın eaşturucu imgelerinin bili ncinde ol arak sevinçsizce tamamlanışa girmektir. Ve Cemile tepelerinin kederl i şarkısı bu dersin acılığını ru­ humun dah a derinlerine saplıyor. •

*

*

Akşama doğru, köye giden yokuşları tırmanıyor ve gittiği miz yollardan geri döndükten sonra açıklamaları dinliyorduk: ��Bu rada paganların kenti bulunur; toprakla­ rın dışına uzan an şu mah alle, Hıristiyanların mahallesi . Daha sonra . . . " Evet, doğru . İnsanlar ve toplumlar birbiri­ ni izledi b urada; fatihler bu ülkeye astsubay uygarlıkları32

nın damgasını vurdu. Büyüklük konusunda bayağı ve gülünç bir görüşleri vardı ve i mparatorluklarının büyük­ lüğünü, kapladığı yüzeyle ölçerlerdi . Tansık, uygarlıkları­ nın yıkıntılarının ülkülerini n yoksanmasının ta kendisi olması . Çünkü b u iskelet kent, sona ermekte olan ak­ şamda ve utku a nıtı çevresinde güvercinlerin ak uçuşu içinde böylesine yüksekten görülünce, gökyüzüne feth in ve hırsın göstergeleri n i çizmiyordu . Dünya sonunda ta­ rihi yener her zaman . Cemile' nin dağlar, gök ve sessizlik arasında kopardığı bu taş çığlığının şiirini biliyorum: açık görüşlülük, aldırmazlık, umutsuzluğun ya da güzelliğin gerçek göstergeleri . Şim diden bıraktığımız bu büyüklük karşısında yürek daralıyor. Cemile, göğünün hüzünlü su­ yuyla arkamızda kalıyor, yaylanın öbür yanından gelen bir kuş sesi , tepeleri n yamacında keçilerin birden gelen kısa akışı ve din ginleşmiş ve sesli alacakaranlıkta, bir su­ n ağın alınlığında, boy n uzlu

bir tanrının canlı yüzü.

33

CEZAYiR'DE YAZ Jacques Heurgon'a B ir kentle payl aşılan aşkl ar, gizli aşklardır çoğu za­ man . Paris, Prag, h atta Floransa gibi kentler kendi üzer­ lerine kapanmışlardır, böylece kendilerine özgü dünyayı sın ırl arlar. Ama Cezayir, onunla birlikte de deniz kıyısın­ daki kentl er gibi ki mi ayrıcal ıklı yerler, bir ağız ya da bir yara gibi göğe açılır. Cezayir'de sevilebilecek olan şey, herkesin kendisiyle yaşadığı şeydi r: her sokağın dö neme­ c inde deniz, göğün belirli bir ağırlığı, soyun güzelliği . Ve her zaman olduğu gibi, bu sıkı lmazlık ve bu sunguda dah a gi zli bir hoş koku bulunur. Paris'te uzama ve kanat seslerine özlem duyulabil ir. Burada, hiç değilse insanın h er şeyi tamamdır, isteklerinin yerine geleceği nden kuş­ kusu yoktur, öyleyse zengin l i klerini ölçebilir. Hiç kuşkusuz doğal zenginliklerde bir fazl alığın ne den li kurutucu olabileceğini anlamak için Cezayi r'de uzun zaman yaşamak gerekir. Ö ğrenmek, kendini yetiş­ tirmek ya da daha iyi ol mak isteyenler için hiçbir şey yoktur burada . Bu ülke derssizdir. Ne vaat eder ne sezdi­ rir. Vermekle yetinir ama bol bol veri r. Tümüyle gözlere sunulmuştur ve insan, tadını çı karmaya başlar b aşlamaz tanır on u . Hazları çaresizdir, sevinçleri umutsuz kalır. 35

O nun istediği, açık görüşlü, yani avuntusuz nıh l ardır. Bir i nanç ediminde bulunur gibi açık görüşlülük ediminde buJunulsun ister. Beslediği insana aynı zamanda hem gör\temini hem de yoksunluğunu veren garip ülke! Bu ülkeleri n duyarlı bir i nsanının taşıdığı duyum zenginliği­ nin en büyük çıplaklıkla çakışması şaşılacak bir şey deği l . Kendisiyle birlikte acısını d a taşı mayan gerçek yoktur. O zaman, bu ül kenin yüzün ü hiçbir zaman en yoksul in­ sanlarının ortasında gördüğümden daha fazl a sevmiyor­ sam, buna ne diye şaşmalı? İ nsanlar tüm denk

gençlikleri boyunca güzell iklerine

bir yaşam bul u rlar burada. Son ra iniş ve unutuş

gelir. Tene bel bağlamışl ardı , ama yitireceklerini biliyor­ lardı . Genç ve canlı olan için Cezayi r'de h er şey s1ğın ak ve utku nedenidir: koy, güneş, denize doğru inen setierin ak ve kırmızı ışıltılan, çiçekler ve statlar, hoş hacaklı kız­ lar. Ama gençliğini yitirmiş olan için tutunulacak hiçbir şey, hüznün kendinden kaçabileceği tek yer yoktur. Baş­ ka yerlerde, İtalya'nın setleri, Avru p a ' nın man astırl an, Provence tepelerinin çizgileri, insanın insan l ı ğı ndan ka­ çabileceği ve kendi kendinden usulca sıyrılabileceği kö­ şelerdir. Ama burada her şey, genç insanların yalnızlığını ve kanını ister. Goethe ölürken ışığı çağırır; sözü, tarihsel bir söz olur. Bekourt ve Buleyde'de kahve köşelerine oturmuş yaşlı adamlar, saçlarını yatı rmış gençleri n palav­ ralarını dinlerler. Bu başlangıçlan ve bu sonlan Cezayir' de bize yaz verir. Bu aylarda kent boşal mıştır. Bir yoksullar kalır, bir de gök . Yoksullarla hep birlikte limana ve insanın gömü­ lerine; suyun ılıklığına ve kadıniann esmer tenlerin e doğ­ ru ineriz. Akşam, bu zenginliklerle gırtlaklann a dek dolu olarak yaşamlannın tüm dekorun u oluşturan muşambayı ve petrol l ambasını yeniden bulurlar.

36







Cezayir'de "banyo yapmak" demezler, "banyo vur­ mak" derler. Israr etmeyeli m . Limanda suya girilir ve gi­ dip şamandıralar üstünde dinlenilir. Önceden bir güzel kızın bulunduğu bir şam andıranın yanından geçilirken arkadaşlara, " B i r martı diyorum sana!" diye bağırılır. Sağ­ lıklı sevinçlerdir bunlar. Çokları bu yCl§amı kışın da sür­ dürdülderine ve her gün öğleyin, basit bir öğle yemeği yemek ü zere çınlçıplak soyunup güneşin altına oturduk­ Ianna göre b u sevinçlerio b u genç adamların ülküsü ol­ duğuna i nanmak gerek. Doğacılann, bu tenin Protestan­ l arı nı n can sıkıcı öğütl erini okuduktanndan değil (tininki kadar sinirlendi rici bir ten dizgeciliği vardır), "Güneşte iyi" olduklan i çin . Bu alışkının çağımız için önemi ne ka­ dar yüksek tutulsa az.

İki bin yıldan beri ilk kez, bedenler

plaj l ara çıplak o larak kondu . Yirmi yüzyıldan beri insan­ lar Yun an sıkılmazlık ve saflığını kibarlaştırmaya, teni küçültüp giysiyi karmaşıklaştırmaya çabaladılar. Bugün, tarihin üzerinden gençlerin Akden iz plajlanna koşması, Delos atletlerinin görkemli devinile�iyle birleşiyor. Ve böyle bedenierin yanında ve bedenle yaşanınca, onun da

incelikleri, yaşamı ve saçma bir şey söyleyelim, bir ruhbi­ limi, kendine özgü bir ruhbi limi bulunduğunun ayrımına varılıyor.1 Kafanınki gibi bedenin gelişiminin de tarihi, geri dönüşleri, i lerlemeleri ve açığı vardır. Yalnızca şu ay1. Gide'in, bedeni yüceitme biçiminden ho$1anmadığımı söylemek gülünçlüğü­

nü göze alabilir miyim1 Gide ondan, daha da keskinle$tirmek için isteğini tut­

masını ister. Böylece, genelevierin argosunda karmaşıklar ya da beyinseller

diye adlandırılanlara yaklaşır. Hıristiyanlik da isteği askıda tutmak ister. Ama daha doğal olduğundan, bunu bir nefsi köreitme olarak görür. Ama fıçıcı ve gençlerarası yüzme $ampiyonu olan arkadaşım Vincent'ın nesneler konusun­

da daha açık bir görü$ü vardır. Susayınca içer, bir kadını arzularsa onunla yatmaya çalı$ır, sevseydi evlenirdi de (bu daha olmadı). Arkasından, her za­

man, ''Şimdi daha iyiyim," der. Doygunluk konusunda yapılabilecek savunmayı gü çlü bir biçimde özetler bu söz.

37

rım; renk üzerinde duralım . Yazın l imana yüzmeye gidil­ diği zaman, birden tüm ten lerin aktan altın rengin e, sonra esmere, sonra da beden in gerçekleşti rebileceği dönüşüm çabasının son sınırı olan bir tütün rengine geçişin bilinci­ ne varılır. Liman, Kale'n in ak küp yapboz oyununun ege­ menliğindedir. İnsan su düzeyinde ol duğu zaman, Arap kentinin çiğ ak fonunun üstün de, bedenler bakır rengi bir yüzey sergiler. Son ra, ağustos ayı nda ilerlenip güneş büyüdükçe evlerin akı daha kör edici olur ve tenler daha koyu bir sıcaklık kazanır. O zam an insan n ası l güneşe v e mevsimlere göre taşla tenin bu söyleşimiyle özdeşleşmez? Bütün sabah dalmalarla, su demetleri arasında kah kaha çiçeklen işleriyle, kırmızı ve kara şilepler (Norveç'ten ge­ lip hepsi de ağaç kokuları veren ler; yağ kokularıyl a dolu olarak Almanya'dan gelenler; kıyı boyunca gidip gelen, şarap ve eski fıçı kokanlar) arasında uzun kürek sallama­ l arl a geçer. Güneşin göğün her köşesinden taştığı saatte, esmer bedenlerle yüklü portakal rengi kayıklar çılgın bir koşu içinde götürür bizi . Ve kanatları meyve rengi çifte kürek birden durup da iç !imanın durgun suyunda uzun uzun kaydığımız zaman, kaygan sular üzeri n de tanrıl arın içinde kardeşlerimi tanıdığım ten renkl i yükünü taşıdığı ­ ma nasıl kesinl ikle inanm am ? Ama kentin öbür ucunda, yaz bize şimdiden aykırı olarak b aşka zenginliklerini; diyeceğim, sessizl iklerini ve sıkıntısını sunmakta . B u sessizliklerin h epsi ayn ı n itelikte değildi r, ki mi gölgede n ,

kimi güneşten doğar. Hükümet

alanında, öğlenin sessizliği vardır. Alanı çevreleyen ağaç­ ların göl gesinde, Arapl ar bardağı beş santi meye portakal çiçeği yle kokul andırılmış, b uzl u limonata satarl ar. "Buz gibi! Buz gibi ! " diye b ağınşları alanı geçiyor. Haykırış l a­ rı ndan sonra, güneşin altında, sessizl ik yeniden iniyor: Satıcının testisi nde, dönen buzun derinden gelen sesini duyuyorum. Öğle uykusunun sessizliği var. La M arine'in 38

sokakl arı nda, herberierin kirli dükka niarının önünde 1 içi boş perdel erin ardınd a, sinekie rin ezgili uğultu suy-

la ölçüleb ilir sessizli k. B aşka yerlerde, Kasbalı'ın Mağrip kahvel erin de, b u yerlerd en kopam ayan, çay bardağını bırakıp kanının sesleriy le zaman ı yen iden bul amayan bedend ir sessiz olan. Ama h er şeyden önce yaz akşaml a­ rının sessizliği vardır.

Günün geceye gömüldüğü bu kısa anlarda, benli­ . ğimd e Cezayir'in kendile rine bu denli bağlı olması için

gizli çağrı ve gösterge lerle dol u olmalar ı mı gerek? Bu ülkeden bir süre uzakta kaldığım zaman , alacakaran l ık ­ l arını m utluluk vaatleri olarak tasarl arım . Kente yukarı­

dan b akan tepeler üstünde, sakız ve zeytin ağaçları ara­ sında yol l ar vardır. Yüreğim onlara yönelir o zamarı . O rada, yeşil gökte kara kuş demetlerinin yükseldiğini görürüro. B i rdenbire güneşinden boşalmış gökte bir şeyl er yatışır. Tüm bir kırmızı bulut halkı havada emilip silinin eeye dek çözülür. Nerdeyse hemen son ra, göğün deri n liğinde oluştuğu ve katıl aştığı görülen ilk yıldız be­ li rir. S onra, bi rdenbire, h er şeyi yutacak gece. Cezayir'in

kaçamak akşamları, ne erişilmez yanları var ki, içimde bunca şeyi çözerler böyle� Dudaklarımda bı raktıkl arı bu tat, dah a ben bıkacak zamanı bulamadan gecede yok oluverir. Diren mesinin gizi m i ? Bu memleketin sevgisi altüst edici ve kaçıcıdır. Ama burada olduğu anda, hiç değil se yürek tümüyle bırakır ona kendin i. PadovaP i p l ajında , dansing her gün açıktır. Ve boylu boyunca d�­ nize açılan b u uçsuz buc aksız dörtgen kutu içinde, sern­ tin yoksul gençliği akşama dek dans eder. Çoğu kez, bu­ rada eşsiz dakikayı beklerdim . Gündüz, salonu eğik ta1ta p ancurl ar korur. Güneş battığı zaman, bunları kaldı­ rırlar. O zaman salon göğün ve denizin çifte kab uğun­ dan doğmuş, garip bir yeşi l ışıkl a dolar. Pencerelerd en uzağa otu rul duğu zaman, yalnızca gökyüzü ve gölge 39

oyunu biçiminde, birbiri ardından geçen dansçıl arın yüzleri görünür. Bazı bazı bir vals çal ınır ve yeşi l fon üstü nde, o zaman kara gölge ler, bir gramofo n tablasının üstüne yapıştı rı lan kesilmiş resimler gib i inatla döner. Sonra çabucak gece olur ve geceyle birlikte ışıklar gelir. Am a bu ince anda böyle eaşturucu ne bulduğumu söy­ leyemem . En azından bütü n öğle son u dans eden çok güzel bir iriyarı kızı anımsıyorum. Kalçalanndan hacak­ ları n a dek terden ısianmış dar, mavi bir giysin in üstüne h ir yasem in kol ye takınıştı . Dans ederken gülüyor ve

haşını geriye atıyordu . Masala rın yakınından geçtiği za­ man, arkasında çiçek ve ten karışı mı bir koku bırakıyor­ du. Akşam olunca eşine yap ışmış bedenini görmez olu­ yordum, ama gökte birbiri ardından ak yasemin ve kara saç leke leri dönüyor, kab arık göğsünü geriye attığı za­ man, kahkah asını işitiyor, eşinin yüzünün birden eğildi­ ğini görüyordum . Arılık konusunda edin di ğim görüşü böyle akşamiara borçluyu m . Ve bu şiddet yüklü varlık­ l arı, isteklerinin dönüp durduğu gökyüzünden ayınna­ mayı ögreniyorum. *

*

*

Cezayir kenti nde, semt sinemalarında b azı bazı nan e şekerleri satarlar; bunl arın üstünde kırmızıyla, aşkın doğ­

1) sorular: Benimle ne zama-n evleneceksiniz?"; "Beni seviyor musunuz?,; 2) yanıtlar: uoeli gib i"; 11 İ lkbaharda" Alan h azırlandıktan ması için gerekli her şey yazılmıştır:

u

son ra, bunlar yandaki kıza geçirilir, o da yanıt verir ya da anl amarn ış gibi davranınakl a yetinir. B elcourt' da, evlilik­ lerin böyle kararlaştırıldığı ve bir n ane şekeri değişimiyle yaşamiann b ağlandığı görülmüştür. Bu da bu memleke­ tin çocuk h alkını çok güzel anlatır. Gençliğin göstergesi belki de kolay m utluluklara 40

yönelik çok güzel bir iççağrıdır. Ama özellikle, saçıp savurmaya varan bir yaşama ivecenliğidir. B uleyde'de olduğu gibi B elcourt'da da genç evlenilir. Çok erken çalışmaya b aşlanır ve b i r i nsan yaşamının deneyimi on yılda tüketilir. Otuz yaşında bir işçi şimdiden tüm kağıtlarını oynamıştır. Karısıyla çocukl arı arasında ölü­ mü bekler. M utlulukları hızlı ve amansız olmuştur. Ya­ şamı d a öyle. Her şeyin geri alınmak üzere verildiği bu ülkede doğmuş olm ası, anl aşılır o zaman . Bu bollukta yaşam birden b aşlayan , dediği dedik, cömert tutkula­ rın yolun u izler. Kurul acak değil, yakıl acak bir şeydir. O zaman düşünmek ve dah a iyi olmak söz konusu değil ­ dir. Örneğin cehennem kavramı burada yalnızca hoş bir şaka . Böyle i m gelemler ancak çok erdemiilere verilir. Ben öyle sanıyorum ki erdem, tüm Cezayir 'de anlamsız bir sözcük . B u i nsanlar ilkeden yoksun oldukl arından deği l . Herkesi n kendi aktöresi ve çok özel bir aktöresi vardı r. Anneye karşı kusurda bulunmaz hiç kimse. So­ kakla rda karısını saydırır. Gebe kadın a saygı gösterir. B ir karşıta i ki kişi saldırmaz; çünkü "çirkin kaç ar'' Bu temel buyruklara uymayana gelince, "adam değildir", i şte bu kadar. Bu da ban a doğru ve sağlam görün üyor. Bu sokak yasasına, bildiğim tek çıkardışı yasaya pek ço­ ğumuz bilin çsizce uyuyoru z hala. Ama ay nı za manda dükka ncının aktöresi yok burada . Pol islerle çevri l i bir adam görünce acıyan yüzler gördüm her zaman çev­ remde. Çalmış mıydı, adam mı öldürmüşt ü, yoksa yal ­ n ızca uydumcu olmayan biri miydi, dah a bunu öğren­ meden önce ��zavallı," ya da bir hayranlık ayrımıyla "Bu adam bir korsan," derlerdi . Gurur ve yaşam i çi n doğmu� halklar vardır. En ben­ zersiz sıkıntı iççağrısını b esleyenlerdir bunlar. Ölüm duygusu da bunlar için en tiksindirici duygudur. Duyu­ l arın sevinci bir yan a bırakılırsa, bu halkl arın eğlenceleri 41

budalac adır. B i r boules 'ciler1 topluluğu ve dernek şölen ­ leri, üç fran klık sinema ve bucak şen likleri yıllardır otu­ zunu aşmışları eğl endi rmeye yetiyor. Cezayi r'de pazar günl eri en sıkıcı günlerdendir. B u ruhsuz h alk yaşamının derin dehşetini nasıl söylen lerle giydi rir o zaman? Öl ü m­ le i lgili her şey gül ünç ya da iğrençtir burada . Bu dinsiz ve putsuz h alk, kalabalı k yaşayıp yaln ız ölür. Dünyanın en güzel görü n ü m lerinden biri karşısında, Bru Bulvarı' nın mezarlığından daha çi rkin bir yer bilmiyorum. Kara çevre süsleri arasın da bir beğenisizlik yığını ö lümün ger­ çek yüzü n ü gösterdiği bu ye rlerden korkunç bir h üzün yükseltir. "l-ler şey geçer, anıda n başka," der yürek için­ deki yazı lar. Ve hepsi bizi sevmiş olanların yüreğinin masrafsızca sağladığı bu gülünç durasızlıkta dayatır. Tüm umutsuzluklara aynı türnceler h iz met veri r. Ölüye seslen ir

ve

onunla iki nci tekil kişi ol arak konuşurl ar:

"An ını un utmayacağız," en fazla bir kara sıvı olana bir beden ve istekler vermekte başvurduğu muz sıkıcı yap ­ macık . B aşka yerde, insanı şaşkı na çeviren b i r mermer kuş ve çiçek halluğu içinde, şu gözüpek dilek: .. Mezann hiçbir zama n çiçeksiz kalmayacak .'' Ama çabucak güve­ ne gelir i nsan . Yazıt, yal ancı mermerden bir yaldızlı de­ meti çevrel er, bu da canlıl arın zamanı açısından çok ekon omikti r ( cafcaflı adlarını hal a tramvayl ara yürür­ ken binenierin minnetine borçlu olan şu ölmezçiçekleri gi bi) . Yüzyıl a uymak gerektiğinden , bazı bazı alışılmış tarlakuşunun yeri ni şaşkınlık verici bir uçak alır, uçağı da mantığa h iç kulak asılmadan bir çift görkemli kanatla donatılmış bir budala melek kullan ı r. Ama bu ölüm imgelerin in h içbir z aman yaşamdan ayrıl madığını nasıl anl atmalı? B urada değerler sıkı sıkıya (Fr.) iki oyuncu ya da takım arasında metal toplarla oynanan Fransız top oyunu. (Y.N.) 1.

42

bağlıdır birbirine. Cezayirli cenaze taşıyıcıl arın gözde şa­ kası, boş giderken yolda karşılaştı kları güzel kızlara, .. Gö ­ türeyim mi, canım?" diye b ağırmaktır. Can sıkıcı da olsa hiçbir şey bunda bir simge görmemize engel değil . Bir ölüm ilanı karşısında sol gözü kırparak, ıızavallıcık, artı k şarkı söyleyemeyecek!" ya da kocasını hiç sevmemiş olan şu O ran ' lı kadın gibi , "Tanrı verdi , Tanrı aldı," demek de kutsala saygısı zlık gibi görünebilir. Ama iyice düşünün­ ce, ölümün nesi kutsal olabilir, anlayamıyorum; tam ter­ sine, korkuyla saygı arası ndaki uzaklığı çok iyi seziyo­ rum. Burada h er şey, yaşama çağıran bir ülkede ölmenin dehşetini sol uyor. Gene de Bekourt 'un deli kanlılan ran­ devularını bu mezarlığın duvarları dibinde verir1 kızlar da öpüşlere ve okşamal ara bu duvarların dibinde sunar kendilerini. Böyle bir halkın herkesçe benimsen ememesi ni anla­ rım . B urada, İtalya'da olduğu gibi usa yer yoktur. Bu ırk tine ilgisizdir. B eden din i , beden hayranlığı vardır. Gücü­ nü, b ön a l aycılığını 1 ve sert bir biçimde yargılanması na neden olan çocuksu bir övüngen lik çıkarır bundan . Ge­ nel olarak "an layışı ", yani görme ve yaşama biçimi başı­ n a kakllır. Şurası da doğru ki, belli bir yaşam yoğunluğu h aksızlık olma dan olmaz . Gene de işte geçmişten, gele­ nekten yoksun; ama şii rden (am a niteliğini iyi bildiğim: sert, etsel , sevecenli kten uzak bir şiir, göklerinin şiiri . gerçekte beni eaşturan ve beni to pariayan tek şiir) yok­ sun olm ayan bir halk. Uygar bir halkın karşıtı, yaratıcı bir h al ktır. Plaj.}arda sere serpe uzanıp yatan bu ba rb ar­ l arın belki de ayrı mında olmadan insanın büyükl üğünün en sonunda gerçek yüzünü bulacağı bir ekinin yüzünü işiernekte oldukları gibi saçma bir umut taşıyorum. Tü-

1. Bkz.

s.

47'deki

"Not'' (Ç.N.)

43

m üyl e şimdiki zamanı na atı l mış bu h alk söylensiz, avun­ tusuz y aşamakta. Tüm varlıklarını bu yeryüzüne koy� muş, böyle olunca da ölüme karşı savunmasız kalıyor. Bedensel güzel liğin arm ağanları bol bol verilmiş ken ­ disine. Onlarla birlikte de b u geleceksiz zenginliğe her zaman eşlik eden benzersiz doym azlık. B urada yapıl an her şey, değişmezliği ve geleceğe aldı rmazlığı belirtiyor. Yaşamakta acele ediliyor. B urada bir sanat doğacak ol­ saydı Oorlar ilk sütun larını a ğaçtan yontın aya yöneltmiş olan şu süre kinine boyun eğerdi . Gene de, evet, bu h al ­ kın sert ve kı zgın yüzünde, karşısında tüm gerçeklerin söylenebileceği, üzerine hiçbir aldatıcı tanrının umudun ya

da gü nahtan kurtulmanın göstergelerini çizmediği bu

sevgiden boşalmış yaz göğünde bir aşmayla aynı zaman­ da bir ölçü bulun abilir. Bu gökle kendisi ne dönmüş bu yüzler arasında, bir söylen toplamı, bir yazın, bir aktöre ya da bir din tutturulabilecek h içbir şey yok; t aşl ar, ten, yıldızl ar ve elin dokunamadığı bu gerçekler var yalnızc a . •





Bir toprağa bağların ı, birkaç kişiye aşkını duymak, her zaman yüreğin uyumunu b ul acağı bir yer old uğunu bilmek, işte tek bir insan yaşamı için şimdiden bol bol kesinlik. Ve h iç kuşkusuz bu kadarı yetmez. Ama ruhun bu yurdunda her şey belli d akikaları ister. "Evet, o raya dönmemiz gerekir." Plotinos ' un dilediği bu birliği, yer­ yüzünde yeniden b ulmakta ne tuhaflık var? Burada bir­ lik, güneş ve deniz sözleriyl e dile gelir. Yürek b unu, acı­ lığını ve büyüklüğünü oluşturan belirli bir ten tadından tanır. İ nsanüstü mutluluk b ulunmadığını, gün lerin eğrisi dışında durasızlık bulunmadığı nı öğrenirim. Beni yalnız­ ca bu önemsiz ve temel zen gi nlikler, b u görel gerçekler coşturur. Ruhum ötekileri, .. ülküsel"leri kapsayacak ka44

dar geniş değil . Anlamazlıktan gelmek gerektiğinden de­ ğil; ama meleklerin mutluluğunda bir anlam bulamıyo­ rum . Yalnızca göğün benden fazla süreceğini biliyorum . Ö lümümden sonra sürecek olana değil de neye durasız­ lık diyeceğim ki ! Yaratığın bir koşulundan hoşnutluğunu dile getirmiyoruro burada . O çok farklı bir şey. Bir insan olmak kolay değildir h er zaman, an bir insan ol maksa h i ç kol ay değildir. Ama arı olmak, dünyan ın akrabalığı­ nın duyulur olduğu , kanın vuruşlannın saat iki güneşinin azgın atışlanyla birleştiği şu ruh yurdunu yeniden bul­ maktır. Yurdun h er zaman yitirileceği anda tanındığı iyi bilinir. Kendiliklerinden fazla sıkıntılı olanlar için, ana­ yurt kendilerini yadsıyan yurttur. Kaba olmak istemem, abartılı görünmek de istemem . Ama, ne de olsa, bu ya­ şamda b eni yadsıyan şey, önce beni öldüren şeydir. Yaşa­ mı öven her şey, aynı zamanda onun anlamsızlığını artı­ rır. Cezayir yazında, bir tek şeyin acı çekmeden daha traj i k olduğu n u öğreniyorum, bu da mutlu bir insanın yaşamı. Ama, h ile yapmamaya götürdüğüne göre, daha büyük bir yaşamın yolu da olabilir. Gerçekten de çokları aşkın kendisine yan çizmek için yaşama aşkı n a kapılmış gibi yapar. Kişi haz duymak­ ta ve " deneyi m yapmakta" dener kendini . Ama bu tinin bir görüşüdür. Bir h az tutkunu olmak için az bulunur bir içç ağn gerekir. Bir insanın y aşamı tininin yardımı olnla­ dan, gerilemeleri ve ilerlemeleriyle, yalnızlığı ve varlıkla­ rıyla tamamlanır. Şu çalışan, eşierini ve çocuklarını savu­ nan Bekourt insanlarını gördükçe çoğu zaman hiçbir kusur yüklemeden, insanın gizli bir utanç duyabileceğini s anırım . Hiç kuşkusuz boş düşlere kapılmıyorum. Sözü­ nü ettiğim yaşaml arda fazla aşk yoktur. "Artık fazla aşk yoktur," desem daha iyi olacak. Ama hiç değilse, hiçbir şeye yan ç izmediler. Birtakım sözcükler var ki, hiçbir za­ man iyi anlayamadım, gün ah sözcüğü gibi. Oysa insanla45

nn yaşa ma karşı günah işlemediklerini bildiğimi sanıyo­ rum. Çünkü yaşama karşı bir gün ah varsa belki de bu gü nah, ondan umut kesrnekten çok, başka bir yaşam umut etmek, bir de onun acımasız büyükl üğünden kaç­ maktır. B u adamlar hile yapmadıJar. Yi rmi yaşında yaşa­ ma ateşleriyle ya zın tan rıları oldular, h a1 a da öyl el er, h er türlü umu ttan yoks un olarak . İkisinin öldüğünü gördüm . Korku dolu ama sessi zdi ler. B öylesi daha iyi . İnsanl ığın acı ları nın kayn aştığı Pandora 'nın kutusundan Yu nanl ılar bütün ötekilerden sonra h epsinin en korku ncu olan umudu çıkarmışlardı . B undan dah a duygu landırıcı si m­ ge bilıniyorum . Çünkü umut, inanıl anın tersine, boyun eğişle eşdeğerdedir. Yaşamaksa boyun eğmemektir. İşte en azından Cezayir yazlarının b uruk dersi . Ama şimdiden mevsim titriyor ve yaz bastırıyor. Eylülün ilk yağmurları , bunca şiddetten ve gerginli kten sonra kur­ tulmuş toprağın ilk gözyaşları gibi, san ki bi rkaç gün sü­ resince sevgiye burn unu sokarcas ın a . Oysa aynı dönem­ de keçiboynuzu ağaçlan tüm Cezayir' i bir aşk kokusun a gömer. Yağmurdan sonra, tüm dünyanın, karnı acıbadem kokulu bir tohumla ısianmış ol arak kendini bütün yaz güneşe vermek üzere dinlendiği akşam. İşte bu koku ye­ niden insanla dünyanın düğününü kutsuyor, bizde ger­ çekten erkekçe olan tek aşkı ; ölümlü ve cömert aşkı aya­ ğa kaldırıyor.

46

Not Ö rn ek olarak, şu Bul eyde'de işitil i p ol duğu gibi

ka­

ğıda geçiril miş kavga öyküsü. (Anlatıcı her zam an M usette' in Cagayous'su1 gibi konuşmaz . Buna şaşmaya­ lım . Cagayous dil i çoğu zaman yazınsal bir dil, yan i bir yeniden kurmadır. .. Çevre"den insanlar her zaman argo konuşmazlar. Argo sözcükler kullanırlar, bu da farklı bir şey. Cezayirli tipik bir sözcük dağarcığı ve özgül bir söz­ clizim kul l anır. Ama bu yaratımlar tatlarını Fransız diline girişleriyle bulurlar. ) O zaman Coco yürüdü, "D ur biraz, dur," dedi . Ö te­ ki de, "Ne var?" dedi . Coco da o zaman , .. Seni patakl aya­ cağım," dedi . .. Beni mi patakl ayacakmışın ?" O zaman elini arkasına attı . O zaman Coco, " Elini arkandan çek, çünkü 6-3 S 'i kaparım, ama gene de dayağı yersin." Ö teki elini arkaya atmadı . Coco da pati attı, bir tane, iki değil, bir tane. Ö teki yerdeydi . "U a, ua," diyordu . O zaman millet geld i . Kavga da başladı . Biri Coco 'ya doğ­ ru yü rüdü, iki , üç. Ben de .. Kardeşime mi vuracaksı n?" dedim. " Kardeşin kimmiş?" dedi . "Kardeşim deği lse de kardeşim gibi," dedi m . Bir tane patlattım. Coco vuruyor-

1 . Gazeteci Auguste Robinet, Musette imza sıyla 189 1- 1920 yıl ları arasında Cogoyous seriyalini yayımlar. (Y. N .)

47

du, ben vuruyordum, Lucien vuruyordu . B i rini köşeye almıştım, son ra başımla: .. Güm, güm ." O zaman polis­ ler geldi . Kelepçeleri taktılar. Suratta utanç, B uleyde'yi bir baştan bir başa geçmem gereltiyordu . Gendernan 's Bar' ın önünde, arkadaşl ar

ve

kızlar vardı . S uratta utanç.

Ama son ra, L ucien 'in b abası, "İyi etmişsiniz," dedi .

48

ÇÖ L Jean Grenier'ye

Yaşamak, hiç kuşkusuz , dile getirm enin tersidir. Tes­ canalı büyük ustalara bakılırsa üç kez tanıklık etmektir, sessizlikte, ateşte ve kımıltısızlıkta. Tablolanndaki kişilere Floransa ya da Pisa sokaklann­ da her gün rastlandığını anlamak için ço_k zaman gerekir. Ama, ayn ı biçimde, çevremizdekilerin gerçek yüzlerin i görmeyi bilmez olduk. Çağdaşlanmıza balmuyoruz artık, onlarda yalnızca yönlenmemize yardımcı olan, davranışı­ mızı düzenleyen şeye dikiyoruz gözümüzü . Ama Giotto ya da Piero della Francesca 'ya geli nce, onlar bir insanın duyarlığının hiçbir şey olmadığını iyi bilirler. Yürek de ­ doğrusunu söylemek gerekirse- herkeste var. Ama yaşa­ ma aşkının çevrelerinde döndüğü basit ve ölümsüz büyük duygular, kin, aşk, gözyaşları ve sevinçler, insanın derinli­ ğinde büyür ve yazgısının yüzün ü biçimlendirir - Giotto' nun mezara konuluşunda, Meryem' in sıkılmış dişlerinin acısı gibi . Toscana kiliselerinin geniş

maesta 'lannda1 ,

yüz­

leri hep kopyalanıp çoğaltıl mış bir yığın melek görürüm; (it.) Duccio tarafı ndan Siena Katedrali için Çocuk isa, azizJe r ve melekler tasviri. (Y. N .) 1.

49

resmedil miş Meryem Ana ve

ama bu sessiz ve tutkulu yüzlerin her birinde, bir yalnız­ lığı tanırım . Gerçekten çekici görüntü, oluntu, ayrımlar ya da duygul anma söz konus u . Gerçekten şii r söz konusu. Önemli olan gerçek. Ve ben süregiden her şeye gerçek derim . Bu açıdan, açlığımızı yalnız ressamların dindire­ bileceğini düşünmekte yüce bir ders vardır. Ressamlar, beden in ro mancısı olma ayrıcalığını taşırlar da ondan . Şimdiki zaman denilen şu görkemli ve boş özdek ü zerin­ de çalışırlar da ondan . Şimdiki zaman da hep bir devini içinde çizilir. Bir gül ümsemeyi ya da geçici bir utancı, pişmanlık ya da bekleyişi deği l, kemik kabartısı ve kan sıcaklığı içinde bi r yüzün resmini yaparl ar. Ö lümsüz çizgil erde donmuş ol an bu yüzlerden tin in l anetini her zaman için kovmuşl ardır· u mut pah asına . Çünkü beden umudu bilmez. Yaln ızca kan ının vuruşlannı bilir. O n un durasızlığı ilgisizlikten oluşmuştur. Piero della Frances­ ca 'n ın şu

İsa 'nın Kamçılanması' nda oldugu gibi : B urada,

yen i yıkanmış bir avl uda, işkenceden geçirilmiş İ sa da ka­ lın kaslı cellat da duruşları n da aynı ilgisizliği sunar. Biraz da bu işkencenin sonu olmadığı için . Ve dersi tuvalin çer­ çevesinde durur. Yarını beklemeyen için heyecanlan m a­ nın ne nedeni olabilir? Umutsuz insanı n

bu duya rsızlığı

ve bu büyükl üğü, bu durasız şimdiki zaman, işte uyanık tanrıbilimcil eri n cehennem diye adlandırdıkları b udur. Ceh ennem de herkesin bildiği gibi, ayn ı zamanda acı çeken tendir. Toscan alılar b u tende dururlar işte, tenin yazgısında değil . Geleceği bilmeye yönelik resim yoktur. Umut etme neden lerin i müzelerde aramamak gerekir. Doğru, ruhun ölümsüzlüğü ince düşüncelileri çok uğraştırır. Ama kendilerine verilmiş olan ve bedenden b aşka bir şey olm ayan tek gerçeği dah a özsuyunu tüket­ meden geri çevirirler de ondan . Çünkü beden sorun çı­ karmaz ya da hiç değilse sunduğu tek çözümü bilirl er: so

Çürüyecek olan, bu nedenle de dosdoğru bakmayı göze alamadıkları bir acılık ve soyluluk kazanan bir gerçektir. İnce düşüncelHer şiiri ona yeğ tutar; çünkü şiir ruh alanı­ na girer. Sözcükler üzerinde oynadığım iyice seziliyor. Ama gerçek sözcüğüyle yalnızca daha yüksek bir şiiri : Cimabue 'den Francesca'ya İ talyan ressamların Tascana görünümleri içinde, görkemi ve ışığı kendisine durmama­ casın a var olmayan bir tanrıdan söz eden bir dünyaya atılmış insanın aydınlık görüşl ü karşı çıkışı olarak yük­ selttikleri kara alevi kutsamak istediğim de anlaşılıyor. İlgisizlik ve duyarsızlık sonucu, bazı bazı bir yüz, bir görün ümün madensi büyüklüğüne kavuşur. Kimi İspan ­ yol köylülerinin, sonunda toprakl anndaki zeytin ağaçla­ rına benzedikleri gibi, Giotto' nun yüzleri de ruh un orta­ ya çıktığı gülünç göl geden sıynlınca bol bol verdiği tek derste; coşku zararına bir tutku kull anımında, bir çile ve h az karışımında, dünya ile insanda ortak olan, toprak gibi insanı da düşkü nlükle aşkın yarı yolunda tanımlayan bir yan kı laşımında Tascana ' nın kendisine ul aşır sonunda . Yüreğe güven verecek gerçekler çok da fa zla deği ldir. Ben de ka ranlığın Floransa kırının bağlarını ve zeytin ağaçlarını kocaman bir sessiz keder içi nde boğmaya baş­ ladığı kimi akş amlarda, bu nu n apaçı klığı nı biliyordu m . Ama bu ülkede keder, güzelliğin bir yorumundan başka bir şey deği ldir. Ve akşam ın içinde hızla kayıp giden trende, içimde bi rşeylerin çözül düğün ü duyuyordum . Bugün, kederin yüzüyle birlikte, bunun gene de mutlu­ luk adını taşıdığından nasıl kuşku duyabil irim? Evet, insan larının örneklendirdiği dersi İtalya, görü­ nümleriyle de bol bol verir. Ama her zaman hak edilme­ miş olduğuna göre, mutluluğu elden kaçırmak kolaydır. İtalya için de böyle. Ve güzell iği, birdenbire de olsa her zaman dolaysız değildir. B aşka her ülkeden fazla, bir de­ neyimi , kendisinin tümüyle ilk kez başlatır göründüğü sı

bir deneyimi derin leştirmeye çağırır. Gerçeğini dah a iyi gizlemek için önce bol bol şiir dağıtır da ondan . İlk bü­ yüleri un utuş törenleridir: Monaco ' nun zakkum ağaçla­ rı, çiçekl erle ve balık kokulanyla dolu Cenova, Liguria kıyıları nın mavi akşamları . Sonra en sonunda Pisa ve onunla birli kte Riviera ' n ı n b iraz b ayağı büyüsünü yitir­ miş bir İtalya. Ama hal a kolaydı r ve neden kendimizi bir süre onun kösn ül güzelliği ne bırakmayalım? B urada olduğum zaman hiçbir şey zorlamaz beni (in dirimli bir bilet beni, ..yeğlediğim" kentte belli bir süre kalmak zo­ runda bıraktığı için de sıkışık yolcu sevinçlerinden yok­ sunum) , yorgun ve acı kmış durumda Pisa'ya girdiğim, istasyon caddesinde hemen herkesin genç olduğu b ir ka­ labalık üzerine dalga dalga romanslar boşaltan on güm­ bürtülü hoparlörle karşı landığım ilk akşamda sevme ve anlama sabnm sınırsız gibi gelir bana. Neyi beklediğimi şimdiden biliri m . Bu yaşam sıçramasından sonra, kahve­ ler kapanıp sessizlik birden geri dönünce kısa ve karanlık sokaklardan kentin merkezine doğru gideceğim eşsiz an gelecektir. Kara ve altın rengi Arno, sarı ve yeşil anıtl ar, ıssız kent, Pisa'nın gecenin onunda garip bir sessizlik, su ve taş dekoruna dönüştüğü bu öylesine beklenmedik oyunu n asıl betimlemeli? " B öyle bir gecede, Jessica! " B u biricik düzlüğün üstünde, işte tannlar Sh akespeare' in aşıklannın sesleriyle beliriyor. . . D üş kendini bize verdi­ ği zaman bizim de kendimizi düşe vermeyi bilmemiz gerek. Burada b ulmaya geldiğimiz en derin şarkının ilk uyumlarını daha şimdiden bu İ talyan gecesinin dibinde duyuyorum . Yarın, yalnız yarın, kır, sab aht a genişleye­ cek . Ama bu akşam, işte tanrılar arasında tanrıyım ve .. aşkın kızgın adımlanyla" kaçan Jessica' nı n önünde, se­ simi Larenzo ' nun sesine katıyorum . Ama Jessica b i r bah aneden başka bir şey değil, b u aşk atılışı o n u aşıyor. Evet, inanıyorum, Lorenzo onu sevdiğinden çok sev52

mesini sağladığı için minnet duyuyor ona. Ama bu ak­ şam ne diye Venedik Aşıkları' n ı düşünüp de Verona'yı u nutınalı ? B urada hiçbir şey de mutsuz aşıklan sevme­ ye çağırmıyor. Bir aşk için ölmekten daha boş bir şey olamaz . Yaşamak gerek. C anh Lorenzo toprak altındaki Romeo 'dan daha iyidir, hem de gül ağacın a karşın . O zaman b u canlı aşk şenliklerinde nasıl dans edil mez -öğ­ leden sonra, gezmeye n asıl olsa zaman bulacağımız an ıt­ lar ortasında, Katedral M eydanı ' nı n kısa otları üzerinde nasıl uyun maz, kentin suyu biraz ılık ama öylesi ne akıcı ol an çeşmelerin den n asıl içilmez, şu burnu uzun, ağzı ki­ birli gülen kadın yüzü n asıl yen iden görülmez . Ancak bu yetişimin dah a y üksek esinlenmelere h azırladığını anla­ mak gerek. Dionysos müriderini Eleusis' e götüren ışıltı lı alaylar bunl ar. İnsa n derslerini sevinç içinde hazırlar ve en yüksek sarhoşluk basamağına gelince ten bilinçlenir ve simgesi kara kan olan bir kutsal gizemle kaynaşma­ sını kutsar. Bu ilk İtalya ' n ı n ateşinden çıkan lmış kendi kendini u nutm a, işte bizi umuttan kurtaran ve kendi tari himizden koparan bu derse hazırlanmakta . Bedenin ve anın çifte gerçeği, n asıl bizi aynı zamanda hem büyü­ teyecek hem ölecek ol ana sarılır gibi yapışılmaz buna. • • •

En iğrenç özdekçilik, sandığımız özdekçil ik değildir, bize ölü düşünceleri canlı gerçekler, diye tanıtıp kendi­ mi zde her zaman için ölecek olana yönelttiğimiz inatçı ve aydınlık dikkati kısır söylenlere çevirtmek isteyenin özdekçiliğidir. Floransa 'da, ölüler manastınnda, Santi ssi­ ma Annunziata'da, birşeyler kendimden geçirmişti beni, üzüntü sanmıştım, yalnızca öfk.eydi . Yağmur yağıyordu . Mezar taşlan ve adaklar üzerindeki yazı tl arı okuyordum. Şu sevece n bir baba ve sadık bir koca olmuştu; şu öteki, 53

hem eşieri n en iyisi , h em de akıllı bir tüccardı . Genç bir kadın, tüm erdemierin örneği,

si come il nativo 1 Fransızca

konuşurdu . Şurada bir genç kız, ailesinin tüm umudu,

ma la gioia

e

pellegrina sulla te rra ydı 2 • Ama bunlardan '

h içbir şey ul aşmıyordu bana. Yazıtl ara bakı l ı rsa, hemen hepsi ölmeye boyu n eğmiştir; hiç kuşkusuz, öteki görev­ leri ni de benimsedikleri ne göre. Bugün, man astırı çocuk­ lar doldurın uştu , onların erdem lerin i sürdürmek isteyen taşlar üzerinde birdirb ir oyn uyorlardı . Karanlık çökmek­ teydi, bir sütuna sırtımı verip yere oturmuştum . Bir ra­ h ip, geçerken ban a gülümsem işti . Kili sede, org boğuk boğuk çalıyor, bazı bazı çoc ukların çığlığı ardında sıcak ren gi yeniden beli riyordu. S ütunun dibinde tek başıma, gırtlağı na yapışılmış ve son söz ol arak in ancını h aykıran birine benziyordu m . B enliği mde her şey, böyle bir bo­ yun eğişe karşı çı kıyordu . .. Gerekli," diyordu yazıtl ar. Ama hayı r, başkaldırım haklıydı . B u yeryüzünde bir h aç yoku su gibi ilgisiz ve dalgı n ilerleyen bu sevinci adı m adı m izlernem gerekiyordu. Gerisine gel ince, h ayır di­ yordum . Tü m gücümle h ayır diyordum . Taşlar bana bu­ nun yararsız ve yaşamı n

cal sol levante col sol cadente3

olduğunu gösteriyordu . Am a bugün de yararsızl ı k b aş­ kaldırımdan ne götürüyor, bilmiyorum ama ne eklediği­ ni çok iyi seziyorum . Şimdilik, söylemek istedi ğim b u değildi . O zaman başkal dırırnın odağında duyduğum bir gerçeği, Santa Mari a Novella Man astın , nın geç açmış güllerinden Flo­ ransa'da bu pazar sabahının göğüsleri h afif giysiler içinde, dudakl arı ıslak kadı n iarına giden bir gerçeği daha yakın­ dan kavram ak isterdim; bu, onun bir uzantısıydı yalnız1.

(it.) Ana dili gibi. (Ç.N.)

2.

(it.) Ama yeryüzünde mutluluk geçicidir. (Ç.N.) (it.) Doğan güneşJe batan güneşJe. (Ç.N.)

3.

54

ca. O pazar her kiliseni n köşesi nde, dolgun ve parl ak, su­ larla ineilenmiş çiçek sergileri yükselmekteydi . O zaman bunda bir ödülle birlikte bir tür 11Safl ık" buluyordum . B u kadınlarda olduğu gibi b u çiçeklerde d e cömert bir gö­ nen ç vardı ve berikileri istemenin ötekilere göz dikmek­ ten çok farklı olabileceğini sanmıyordum. Aynı arı yürek yetiyordu buna. Bir insan, yüreğinin arılığını çok da sık sezmez . Am a en azından bu anda görevi, kendisini böy­ lesine görülmedik biçimde arıtmış olan şeyi gerçek diye adl andırmaktır, o gün düşündüğüm şey için olduğu gibi bu gerçek, bir kutsala saygısızlığa benzese bile. O sabahı Fiesole 'de, defne kokularıyla dolu bir Fransisken man as­ tırında geçi rmiştim . Uzun dakikalar boyunca kırmızı çi­ çekl erle, güneşle, sanlı -karalı anlarla kabarmış küçük bir avluda kalmıştım . Bir köşede, yeşil bir sulama kovası du­ ruyordu. Gelmeden önce keşişlerin hücrelerini gezmiş, bir kurukafayla süslü küçük masal arını görmüştüm. Şim­ di, bu bahçe esinleri ne tan ıklık ediyordu. Tüm servileriy­ le sunulan kente doğru inen tepe boyunca Floransa 'ya doğru gelm iştim . Dünyanın bu görkemi, bu kadınlar ve bu çiçekler, ban a öyle gel iyordu ki, insanların doğrula­ ması gibiydi . Yoksu lluğun bir uç noktasının her zaman d ünyanın lüksüne ve zenginliğine ulaştığını bilen tüm insanların da doğrulaması ol duğun dan emin değildim. S ütunlar ile çiçekler arasına kap a n m ış bu Fransiıkenlerin yaşamıyla Cezayir'de bütün yılı güneşte geçiren Fadova­ ni Plaj ı gençleri nin yaşamı arasında, ortak bir yankılaşı ın seziyordum . Üstlerindeki leri atıyorlarsa, da h a büyük bir yaşam için atıyorlar (başka bir yaşam için değil) . Hiç de­ ğilse "yoksunlaşma" sözcüğünün tek geçerl i kull anımı bu . Çıplak olmak her zaman bir bedensel özgürlük anl�mı saklar ve el ile çiçekleri n bu uyumu: insansaldan sıyrıl­ mış insanla toprağın bu aşk dolu anlaşması . Ah ! Dinim şimdiden bu din olmasa bu di n e girerdim . Hayır, bu bir 55

saygısızlık olamaz - Giotto ' nun Aziz Francesco'lannın iç gülümsemesinin mutluluktan ho�lananlan doğruladığını söylemem de. Öyle ya, şiir gerçeğe göre neyse söylenler de dine göre odur: yaşama tutkusunun üstüne konulmuş gülünç m askeler. Daha öteye gideyim mi? Fiesole 'de kırmı zı ç içekler önünde yaşayan adamların hücrelerinde düşünürolerini besleyen kurukafa var. Pencereleri nde Flora nsa, m asala ­ rının üstünde ölüm . Umutsuzlukta belli bir süreklilik, sevinci doğurabilir. Ve yaşamın belli bir ısısın da, ruh ve

kan birbirine karışmış ol arak inanç karşısında olduğu ka­ dar görev karşısında da ilgisiz durumda, çelişkiler üze­ rinde rahat rahat yaşayabi lir. O zaman rahat bir elin tu­ haf onur anl ayışını Pisa 'da bir duvarda şöyle özetlemiş olmasına şaşmam :

Alberto fa f'amore con la mia sorella.

ı

İtalya' nın akrabayl a cinsel ilişkilerin yurdu olması­ na, hiç değilse bu dah a da anlamlı, açıklanan akrab a iliş­ kilerinin yurdu olmasına şaşmıyorum artık . Çünkü gü­ zel likten ölümsüzlüğe giden yol dolamb açlıdır ama ke­ sindir. Güzel l iğe dalınca us hiçli kle karn ını doyuru r. Bü­ yüklüğü soluk kesen bu görünümler karşısında, düşün­ celerin her biri, insan üstüne çe kilen bir çizgidi r. S gı:ıra çok geçmeden bunca ezici kanıyla yadsınmış, örtülmüş, yeniden örtül müş , karartılmış olarak dünya karşısında artık gerçeği yalnızca edilgen, ya rengi ya güneşi biçi­ minde tanıyan şu biçimsiz lekeden başka bir şey değildir. Böylesine arı görünümler ruhu kurutur, güzelliklerine de katlanılmaz. Bu taş, gök ve su incilinde, hiçbir şeyin

1.

(it.)

"

Ai be rto

kız kardeşimle yatıyor." (Ç.N.) 56

dirilmediği söylenmiştir. B undan böyle yürekte, bu gör­ kemli çölün dibinde, bu ülkelerin insanları için baştan çıkma b aşlar. Yüce ruh l ar soyluluğun gösterisi karşısında, güzelliğin azalmış h avası içinde, büyüklüğün iyilikle bir­ l eşebileceğine kolay inan amaziarsa bunda şaşılacak ne var? Kendisini tamamlayan tanrısı ol mayan bir us kendi­ sini yadsıyanda bir tanrı arar. Borgia, Vatikan a gelince, ·

" Şimdi Tanrı bize papalığı verdi ğine göre, elimizi çabuk tutup h emen tadın ı çıkarmalıyız," diye h aykırır. Dediği gibi de yap ar. Elini çabuk tutmak, güzel söylemiş doğru­ s u . Ve burada şimdiden öylesine h er şeyi elde etmiş var­ l ıkl ara özgü umutsuzluk sezilir. Belki de yanılıyorum . Çünkü ne de olsa Florans a'da mutlu oldum, benden önce de daha niceleri mutl u oldu . Ama mutluluk, bir varlıkla sürdüğü yaşam arasındaki ba­ sit uyumdan b aşka nedir? Ve hangi uyum bir insanı, süre isteğiyl e ölüm yazgısının çifte bilinci nden dah a yasal bir biçimde yaşama bağl ayabilir? B urada h iç değilse hiçbir şeye güven memeyi ve şimdiki zamanı bize .. fazladan " ve­ rilen tek gerçek ol arak görmeyi öğreniri z . Söyleneni anlı­ yorum : İ talya, Akdeniz, her şeyin insan ölçüsünde oldu­ ğu eskil topraklar. Ama nerede ? Bana yolu göstersinler. Bırakın da ö lçümü ve doyumumu bulmak içi n gözlerimi açayım ! D ah a doğrusu, h ayı r, görüyoru m : Fiesole, Cemi­ le ve güneş içinde li man lar. İ nsanın ölçüsü mü? Sessizlik ve ölü taşlar. Geri kalan ne varsa hepsi tari h in malı. • * •

Gene de durulması gereken yer burası değil . Çünkü mutluluğun ille de iyimserlikten ayrılmaz olduğu söy­ lenmemiştir. Aşka bağlıdır - bu da aynı şey değildir. Ye ben mutluluğun vaadi kendisine yeğlenecek kadar acı olduğu saatler ve yerler biliri m . Am a bu saatlerde ya da 57

bu yerlerde sevecek, yani vazgeçmeyecek kadar istekli değildim . Burada söylenınesi gereken şey, i nsanın bu dünyanın ve güzelliğin şen l i klerine girişidir. Çünkü bu daki kada, son örtül erin i bırakan yeni dindar gibi, tanrısı­ nın önü nde kişiliğinin bozuk parasını bırakır. Evet, için­

de mutl u l uğun boş göründüğü dah a yüksek bi r m utl u­ luk vardır. Floransa'da, Bobali Bahçeleri ' n in ta yukarısı­ na, Monte Oliveto 'nun ve kenti n yüksek yerlerin i n çev­ rende göründüğü taraçaya çıkıyordum . Bu tepelerin her birinde, zeyti n ağaçl arı ufak dumanlar gibi solgundu ve ol u�turduğu h afif sisin içi nde daha katı servi demetleri seçiliyordu; en yakın dakil er yeşil, uzaktakiler karaydı . Derin mavi göğe kocaman bul u tl ar lekeler konduruyor­ d u . İ kindiden sonra, gümüş rengi bir ışık iniyor, için de her şey sessi zlik ol uyordu . Tepelerin doruğu önce bulut­ l arı n içi ndeydi . Ama bir meltem çıkmıştı , esintisin i yü­ zümde duyuyordum. Onunla ve tepel eri n ardın da! bu­ l utlar açılan bi rer perde gibi aralandı . Ayn ı anda, tepede­ ki serviler birden ortaya çıkan mavili kte bir çırpıda bü­

yür gibi oldu . Onlarla birlikte, tü111 tepe ve zeytin ağaç­ lan ve taşlardan oluşan görünüm ağır ağır yüksel di . B aş­ ka bulutlar geldi . Perde kapandı . Ve tepe serviieri ve ev­ leriyle yeniden aşağıya indi . Sonra yeniden -ve uzakta gittikçe dah a silik tepeler üzeri nde- burada b ulutl arın kalın kıvrıml arını açan meltem orada kap atıyordu. Dün­ yanın bu zorlu solumasında, birkaç saniye aral ıkla aynı esinti gerçekleşiyor ve dünya çapında b i r fü gün, taş ve h ava i zleğini arada bir yeniden ele alıyordu . H er seferin­ de, izlek b i r perde alçal ıyordu: Onu biraz u zaktan izle­ yin ce, biraz daha yatışıyordum . Ve yüreğin iyice duydu­

ğu bu görünü mün sonuna gelince, tepelerin bu hep bir­ likte soluyarak kaçışını, onunla birlikte de tüm dünyanın şarkısı gibi bir şeyi bir b akışla kucaklıyordum . Biliyordum, milyonl arca göz seyretmişti b u görünü58

mü, beni m içinse göğün ilk gülümsernesi gibiydi . Sözcü­ ğün derin anlamıyla "kendimden çıkarıyordu" ben i . Bana aşkın ve taşın bu güzel h aykırışı olmadıkça her şeyin ya­ rarsız olduğunu kesinliyordu. D ünya güzeldir ve onun dışında hiç kurtuluş yoktur. B an a sabırla öğrettiği büyük gerçek, tinin, h atta yüreğin h içbir şey olmadığıydı . Bir de güneşin ısıttığı taşı n ya da açılan göğün büyüttüğü servi­ nin "h aklı olma.,nın bir anlam taşıdığı tek evreni: insansız doğayı sınırladığını . Bu dünya hiçe indiriyor ben i . Son u­ na dek götürüyor. Ö fkesizce yadsıyor ben i . Floransa kırı­ n ı n üstü n e inen b u akşamda, h er şeyin önceden fethedil­ diGi bir bilgeliğe doğru yol alıyordum, gözleri m yaşlarla dolmamış olsa, içimi dolduran zorlu şiir h ıçkırığı bana dünyan ı n gerçeği ni unutturmamış olsaydı . •

*



İ şte b u duraksama üzerinde durmalı : tinselliğin ak­ töreyi kovduğu , m utluluğun umut yokluğundan doğdu­ ğu, ti nin mantığın ı bedende bulduğu benzersiz an üze­ ri nde. Her gerçeğin kendi içi n de acılığını da taşıdığı doğ­ ruysa h er yadsıman ın bir "evet" çiçeklen işi içerdiği de aynı ölçüde doğru . Ve izleyim den doğan bu umutsuz aşk şarkısı eylem kurallarının e n etkilisin i de canlandırabilir. Piero della Francesca ' n ı n

Ölün1den Sonra Diriliş i n d e '

m ezardan çıkışta bi r insan yüzü yoktur. Yüzüne m utlu hiçbir şey işleomemiştir - bir yaşama kararı olarak gör­ mekten kendimi alamadığım yabanıl ve ruhsuz bir bü­ yüklük işlenmiştir yalnızca . Çünkü budala gibi b ilge de az şey anlatır. B u dönüş beni kendimden geçirir. Ama bu dersi İ talya'ya mı borçluyum, yoksa yüre­ ğimden mi çıkardı m? O rada göründü bana kuşkusuz. Ama İtalya -başka ayrıcalıklı yerler gibi- bana içinde in­ sanlann gene de öldükleri bir güzelliğin görüntüsünü su59

nar. Burada da gerçeğin çürümesi gerekir ve bundan daha eaşturucu ne olabilir? İstesem bile, çürümeyecek olan bir gerçeği ne yapacağım? Benim ölçümde değil . Ve onu sevmek aldatıcı bir şey olur. İ nsanın yaşamını oluşturan şeyi ancak umutsuzlukla bırakması ender olarak anl aşılır. Çı lgın davranışlar ve umutsuz luklar başka yaşarn lara doğru götürür ve yaln ızca yaşamın derslerine karşı coş­ kulu bir bağlılığı gösterir. Ama belli bir açık görüşl ülük basamağı nda, bir adam ın yüreğinin kapalılığın ı duyduğu ve başkaldırmada n , hiçbir h ak istemeden, o zamana dek yaşamı sandığı şeye, yan i çırpınışına sırtını çevirdiği ola­ bil ir. Rimbaud, tek satır yazmadan gözleri ni H abeşista n 'da yumduysa serüven tutkusun dan d a, yazar vazgeçişi n den de yummadı . ·· su böyl edir" ve sonunda, bilincin belli bir uç noktasında, hepimizin kendi iççağrısına göre anlama­ ya çabaladığımızı benimsediğimiz içindir. Burada belirli bir çöl ün coğrafyasına girişmenin söz kon us u olduğu an­ laşılıyor. Ama b u ben zersiz çölü burada a nc ak susuzluğu­ nu hiç aldatm adan yaşayabilecekl er duyabilir. İşte o za­ man , yal nız o zaman, çöl kaynak sulanyla dolar. Boboli Bahçeleri'nde, elimi uzatınca tutab ileceği m yakınlıkta, kocaman , altın rengi hurmalar sarkıyor, ç at­ lamış etlerinden koyu bir şurup sızıyordu . . B u h afif te­ peden bu sulu meyvelere, b eni dünyaya uyduran gizli kardeşlikten beni elimin üstündeki portakal rengi ete yönei ten açlığa, kimi insan ları çileden ergiye ve yoksun­ luktan h azda bolluğa götüren duraksamayı kavrıyordum . Dünyada insanı birleştiren b u b ağa, içinde yüreğimin işe karışahileceği ve dünyanın o zaman kendini bitirebilece­ ği ya da yok edebileceği bir sınıra dek m utluluğunu zorl a benimsetebileceği b u çifte yansım aya hayran oluyordum, şimdi de h ayran ım . Floransa! Avrupa'da, başkaldınmın odağında onamarnın uyuduğun u duyduğum ender yer­ lerden biri . Gözyaşları ve güneşe b atmış b u gökyü zün60

de, yeryüzüne razı olmayı ve şenliklerinin koyu alevinde yanmayı öğreniyordum . Duyuyordum . . . Ama hangi söz­ cük, hangi ölçüsüzlük, �kla başkaldınnın uyumunu nasıl kutsamalı ? Yeryüzü ! Tannların bırakıp gittiği bu büyük tapınakta, tüm putlarıının ayakl an kilden .

61



BIR ALMAN D O STA MEKTUPLAR

Sunuş Albert Camus ' nün ya�amında Fransız Direniş eyleminin ne büyük bir yer tuttuğu bilinir. Almanların Fransa'ya girmele­ rinden ve h er dediklerini kölece yerinP. getirecek bir kukla hü­ kümeti i şbaşına getirmelerinden sonra kimi yazarlar, şu ya da bu nedenle, ülke dışına çıkmak için yollar ararken, ki mileri egemen güçlerle işbirliğine girmekte bir sakınca görmezken o, savaştan topu topu bir yıl önce geldiği Fransa'da direnişçiler arasında yer almayı seçer. Felsefe öğreniminin ve h em yazar hem oyuncu olarak yürüttüğü birtakım tiyatro denemelerinin ardından, Cezayir'de gazeteci liğe başlamıştır; İkinci Dünya Sa­ vaşı patl ayıp Almanlar, Fransa ' ya girdikleri zaman, aynı etkin­ liği Paris 'te sürdürmektedir. Direniş eylemine de gazeteci ola­ rak katılır. Kurtuluşta, dönemin en ünlü gazetelerinden Combat' nın başyazandır. l 958 'de Actuelles lll adı altında top­ ladığı yazıların büyük çoğunluğu, onun onurlu, ödünsüz ama her zaman ölçülü direnişçi kimliğine tanıklık eder. Ancak önemi ne olursa olsun, Direniş serüveni Camus ' nün yaşamında yalnızca bir evredir; oysa yapıtındaki yeri, ilk bakışta belli olmasa bile, çok d aha geniş kapsamlıdır, çok daha ilerilere ve derinlere uzanır. Bilindiği gibi, Veba öncelikle bu serüvenin ürünüdür. Bir yandan yazarın düşüncesinin eklem­ leniminde "saçma"dan "anlam''a geçişi sergilerken bir yandan da Direniş serüveninin, bir korkunç salgın görüntüsü altında yeniden canlandınlmasıdır. Veba'nın tanrısız bir ermişlikten söz eden ilginç kahramanlan, anlamsızlığın en somut biçimde boy gösterdiği bir ortamda, bilinçli ve istemli direnişleriyle 65

gökyüzüyle hiçbir ilintiye girmeden insan ve toplum düzle­ minde kalan anlamı kurarlar. Elimizde tuttuğumuz küçük ki­ tapsa Direniş'in bütün yoğunluğuyla yaşandığı dönemde, onun, onun aracılığıyla da insa nın ve yaşamın anlamını kurma çabası olarak n itelenebilir. Öyle ya, Bir Alman Dosta Mektuplar, kitap olarak ancak savaşın bitiminden birkaç yıl sonra, 1948 'de yayımianmış ol­ makla birlikte, Direniş eyleminin içinde oluşmuş; do layısıyla varlığı Diren iş 'in varlığıyla karışm1ş bir yapıttır. Ama Camus ' nün bütün yapıtlarında karşılaştığımız "saçma" ve ''anlam" kar­ şıtlığını burada da bulur, böylece hem yazarımızın Direniş'in içinde de hu karşıtlığın getirdiği sorunlarla uğraştığını, hem de Direniş olgusunun "saçma " ve " anlam " sorununu daha belirgin bir biçimde ele almayı sağladığm 1, B�kaldıran İnsa n da ve başka yapıtl arda ikide bir önemle vurgulanacak çözümü ner­ deyse elle tutulur kıldağını görürüz . Öyle ya daha ilk mektubun girişinde, genç Alman ' ı n d a tıpkı Albert Camus gibi "saçma"dan , dünyanın anlamsi zlığın­ dan yola çıktığını öğreniriz: '

Ü lkemin büyüklüğünün d eğe ri hiçbir şey l e ölçülemez. Onu ba­ şanya götüren her şey iyidir. Ve artık hiçbir şeyin anlamı bulunmayan

gi b i uluslannın yazgısına bir anlam her şeyi ona kurban etmelidir. ,

bir dü nyada, biz genç Alm an la r bulma şansına

eriş m iş

olanlar,

Ne var ki , Sisifos Söyleni nde Camus' nün daha n ice "saç­ ma" ya da "uyumsuz" felsefecisinin yapmasından yakındığı m antıksal "sıçrama"yı o da yaparak anlamsızlık bilincinden bu bilincin hiç de gerektirmediği bir şeye, yüz kızartıcı bir ulusçu­ luk biçimine atlar. Mektubun yazarıysa bu tutuma karşı çıkar: '

Ö yl e yollar vardır ki, bağışlanamaz. Ben ülkemi aynı zamanda adal eti de severek sevebilmek iste rim.

Böylece, sekiz yıl öncesinden, Başkaldıran İnsan ın başla­ rında kölenin bir sınırın varlığını kesinleyen ııh ayır"ından söz eden Camus'nün gözlemini öncelemiş, orada olduğu gibi bu­ rada da bizi "anlam"a götürecek yolu açmış olur. Yalnızca kitabın bu ilk satırlarında değil, başka yerlerinde '

66

de sık sık ka�ımıza çıkar bu konu, her çıkışında dah a göz ka­ maştırıcı açıklık kazanır. Her iki dost da uzun zaman "bu dün­ yanın üstün bir nedeni bulunmadığına" inanmış, ancak "aynı ilkeden farklı aktöreler" çıkarmışl ardır: Biri, mektuplarda ses­ lenilen kişi, dünyanın nedeni (ya da anlamı) bulunmadığı i nancından her şeyin eşdeğer olduğu, iyilikle kötülüğün işimi­ ze geldiği biçimde tanımlanabileceği sonucunu çıkararak " güç­ lülük serüven i"ni, ,.fetihlerin gerçekçiliği.ni seçip "tanrıların yanına" geçer ve insanı ezmeye yönelir; öteki, bir gün Veba' yı ve Başkaldıran lnsan'ı yazacak insanla özdeşleşir görünen an­ Jatıcı, dünyanın üstün bir anlamı bulunmadığına hep inandığı ­ nı kesinler ama hemen arkasından şöyle der: Ama onda bir şeyin anlamı bulunduğunu biliyorum. Bu da insan. çünkü anlamı bulunmasını zorunlu gören tek varlık

o.

Bu d ü nya en azı ndan ı nsanın gerçeğini taşıyo r. bızim gö re vimiz

de yazgı nın kendisine karşı ona ussal gerekçelerini vermek.

Alben Camus bir kez daha anlamsızl ığın saptannıasından anlamın kesinlenmesine gelir böylece. Bu kesinlerneyi de ileri­ de Başkaldıran İnsan da yapacağı gibi, nerdeyse sürekli bir bi­ çimde " adalet" kavramıyla, ..adalet" tutkusuyla birlikte ele alır, " B en ülkemi adaleti de severek sevebilmek isterim," türncesinin içeriğini değişik biçimlerde yineleyip durur. Ülkesin i, adaleti de severek sevebil mekse okudukça daha iyi anl arız; adaleti her şe­ yin üstünde tutmak, ülkesiyle bütünleşm eyi o ülkenin ada lete bağlılığı koşuluna bağl amak, bunun sonucu olarak, gerekince kendi ülkesini de yargılama ve suçl ama hakkı ndan vazgeçme­ mektir. Kısacası, dönüp dolaşıp bağnaz ulusçuluk anlayışlarını yadsıy an, cömert bir düşüneeye gelir. Bu nedenle Alman dost da hemen yapar değerlendirmesini : "Hadi canım, siz ülkenizi sevmiyorsunuz." Deni lebilir ki, Bir Alman Dosta Mektuplar bi­ raz da bu tür suçlamalara verilmiş bir yanıt niteliğindedir. Albert Camus, yanıtını geliştirirken hiç kuş�usuz İkinci Dünya Savaşı 'nın oluntulannı, Fransa 'n ın bu savaşın hemen başında uğradığı büyük yenilgiyi, yaklaşan kurtuluşunda bağ­ taşlannın katkısını unutma mıştır; ama tarihsel ayrıntılara gir­ meden, karşıtlığı .. siz'' ve "biz" karşıtlığına, savaşı da öncelikle bir aktöre sorununa indirger. Bir yanda kendi ülkesinin çıkan '

67

söz konusu olunca her yolu yasal sayarak kendi gücünü, kendi büyüklüğünü, kendi egemenliğini kesiniemek amacıyla insanı "sakatlama •yı, insan ti nini öldürmeyi seçen, böylece bir "mülk", bir kışla, bir "buğday amban" ya da bir "yumuşak başlı uluslar sürüsü" olarak gördüğü Avrupa ' yı üzerinde milyonlarca cese­ din, dumanı tüten bir yıkım alanına dönüştüren ,.siz" vardır, öbür yandaysa, ,.i nsan sevgisi "ni, "barışçıl yazgı düşüncesi"ni, hiçbir utkunun bir kazanç sağl ayamarlığına ilişkin derin inan­ cını yenmek zoru nda kaldığı için "gerçek kuşkusunun usu, dostluk kuşkusunun yüreği geçmek zorunda bıraktığı dolarn­ haçlı yol"dan dolaşmak durumunda kaldığından, saldırıya ya­ nıt vermekte geciken, başlangıçta yenik düşmüş gibi görünen, ama sonuçta savaşı kazanacağı kuşku götürmeyen "biz• " Biz" ile "siz"in kapsa mını Camus, " Birinci mektup"un so­ nunda açık bir biçimde koyar: Fransa ile Almanya, Fransız ulu­ su ile Alman ulusu : Ben yanlışlannın ve zayıflıklannın ötesinde, b ütün büyüklüğünü oluşturan ve halkının

her zaman,

seçkinlerinin de bazı bazı d aha iyi

tanımlamaya çabaladığı düşünceyi hiçbir zaman gözden kaçırmam ış olan hayranlık venci ve direşken bir

ulusun üyesiyim. Dört yıldan beri.

bütün tarihin izlediği yolu baştan yürümüş olan ve yıkı ntılar arasında. dingin mi dingin, güvenli mi güvenli, bir başka tarih yapmaya ve koz­ dan yoksun olarak girdiği bir oyu nda şansını denemeye hazırlanan bir ulusun üyesiyim. Bu ülke, benim güç beğenen ve çok şey isteyen aş­ kımla sevilm eyi hak etti. Sizin ulusunuısa tam tersi ne. yalnızca hak ettiği aşkı gördü oğullanndan, kör bir aşkı. Her aşk. lı ·çıkarmaz. Sizi yıkan da

bu işte.

tutumumuzu hak­

Siz daha en b ü yük utkulannızda ye­

niktiniz, i lerleyen bozgunda ne yapacaksınız ?

Camus' yü ve Fransa 'yı ne denli seversek sevelim, burada ister istemez birtakım sorular takılır usumuza. Her zaman öl­ çülülüğü savunmuş olan yazarımız, Fransız ulusunu böyle ay­ rıcalıklı bir yere getirirken ne ölçüde haklıdır? Fransız ulusu hep insansal değerlerin savunucusu mu olmuştur? Hiç kuşku­ suz tartışmaya açık konular bunlar. Temel i nsansal değerlerin yaşam pahasına savunulması ulusal düzlemde de çoğunlukla Başkaldıran İnsan'ın "Hayır!" diyen kölesinin başlattığı biçim­ de başlar belki, belki eyleme geçmekte çabuk ya da ağır dav 68

randığımız zamanlar vardır. Örneğin Camus' nün Combat'da yazılarını yayımladığı bir başka Fransız yazarı Georges Bema­ nos, Fransa' nın Avrupa'da gittikçe güçlenen faşizme karşı koy­ makta gecikmekte olduğunu Almanların Fransa'ya girmesin­ den çok önce, sık sık vurgulamıştır. Şu var ki , elimizdeki mek­ tuplar birer savaş yazısıdır, ''kör bir savaşı biraz olsun aydınlat­ mak" ve kendi savaşımını daha anlaşılır ve onu "daha etkin" kılmak için yazılmışlardır; Camus' nün uzun aynntılara girme­ si beklenemez ama, yeri geldikçe bu konularda da çok güzel aydınlatır bizi . Örneğin birinci mektupta şöyle der: H ayır, sevdiğimiz şeyde ' 'adil'' olmayanı göstermek sevmemek­ se, sevi len varfığın kendisi konusunda taşıdığımız en güzel imgeye denk olmasını i sternek sevmemekse ben de ülkemi sevmiyordum.

Ve ikinci mektupta çok güzel belirtir bunu: Halkımız içsavaşı, inatçı ve ortak çarpışmayı. yorumsuz ö zveri ­

yi se çti Kendi kendine verdiği savaş bu, budala ya da korl