Din Üzerine [5 ed.]
 9789757399490

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

1 . xpeıaaov -yap

oıı.ıcxı Tıt& A.a-rpEuEıv ıtETpa

rı ıta-rpı qıuvaı zrıvı ma-rav CX"fYEAoV.***

Prometeus, felsefe takvimindeki azizierin ve inanç kur­ banlannın en soylusudur. Berlin, Mart 1841 Karl Marx, Demokritos ile Epikuros'un Dojfa Felsefeleri, Sol Yayınlan, Ankara 2000, s. 9-12

* "Dinsiz olan, halkın tannlannı kovan degi.l, tannlara halkın düşün­ celerini yüldeyenlerdir. "7 ç ** "Açıkçası tannlardan nefret ediyorum."B -ç. *** "Açıkça bil ki, mutsuzluğumu "Sana hizmet etmek gibi uğursuz bir yazgıya degi.şmem "Bu kayanın uşağı olmak "Baba Zeus'un sadık bir uşağı olmaktan daha iyidir".9 ç -

.

-

9

.

UKll

KÖLNlSCHE ZElTUNGUN 1 79'UNCU SAYISININ BAŞYAZISI1° KARLMARX

I

KÖLNlSCHE ZElTUNGA bugüne değin "Renli aydın­ lann (Entelligenz) organı" olarak olmasa da, en azından Reniiierin "ilan gazetesi" ("Intelligenzblatt" ) olarak* saygı gösteriyorduk. Onun "politik başyazılar"ını, her şeyden önce , burada da, per aspera ad astra, ** politikadan istiridyeye*** kadar diye de ifade edilebilen yük.selişini, küçük ilanlar dün­ yası ile caniandıncı bir esinti içinde sabırsızlıkla sık sık da­ ğıttığı aklı ustaca kaynaştırdığı oranda, okuru politikadan efendice tİksindirmenin iyi seçilmiş ciddi bir aracı olarak gö­ rüyorduk. Ama Kölnische Zeitung'un bugüne degin politika ile küçük ilanlar arasında koroyabildiği güzel denge, son '" * Intelligenz (""aydınlar'") ve Intelligenzblatt ("ilan gazetesi ) arasında bir sözcük oyunu. -ç. ** Bozuk yollardan yıldızlara. -ç. *** Latince astra (""yıldızlar") ve Almanca Auster (""istiridye'") sözcükleri arasında sözcük oyunu. -ç. lO

dönemde "politika sanayisinin ilanlan" denebilecek bir ilan­ lar kategorisiyle bozuldu.* Başlangıçta bu yeni türün nerede yeralması gerektiği pek iyi bilinmediğinden, bir ilanın baş­ yazıya ya da başyazının ilana dönüşmesi önlenemedi; ilan dendiğinde, politik dünyanın dilinde bu "ihbar' anlamına ge­ lir, ama karşılığında para verilirse, tam bir "saflıkla" buna "haber' denir. Kuzeyde yavan yemeklerden önce, konuklara, leziz likör­ ler sunmak adettir. Kuzeyli konuğumuz karşısında, yemek­ ten önce içkiler sunma adetine karşı boynumuzu eğiyoruz; ve yemeğin kendisinde, yani Kölnische Zeitung un 179. sayısı­ nın sindirilmesi güç yazısında, hiçbir Spirutus** bulmadığı­ mız için önce içkimizi sunuyoruz. Bu nedenle Lucien'in Tan­ niann Kon uşm alan ndan bir sahne sunmakla başlıyoruz ve bu salıneyi "herkesin anlayabileceği"11 bir çeviri içinde veri­ yoruz, çünkü okurlanmız arasında Yunan olmayan en az bir kişi olacaktır. LUClEN: TANRILARIN KONUŞMALARI XXN. -HERMES'lN YAKINMALARI12

HERMES. - Gerçekten gökte benden daha mutsuz bir tann var

anne? MAYA. -Sakın böyle sözler söyleme Hermes. HERMES. -Niye söylemeyecekmişim? Bunca çok şey yapar­ ken, üzerimde bu kadar iş varken, bu kadar görev arasında yalnız ben yorulur ve boğulurken niye çekinecekmişim! Daha gün doğar­ ken kalkıp şölen salonunu süpürmem, meclis odasının yastıklannı yerleştirmem, herşeyi düzenlemem, sonra Zeus'u beklernem ve bü­ tün gün dere tepe koşarak mesajlannı götürmem ve döner dönmez toz toprak içinde yemeği vermem gerekiyor. Yeni satın aldığı şu saki gelmeden önce içkiyi de ben sunuyordum. Ama hepsinden da­ ha korkunç olan şey, tüm tannlar içinde yalnız ben gece bile uyu­ muyorum; o zaman bile, ölülerin ruhlannı Plüton'a götürmem, ölüını

* Bütün pasaj , Anzeige'nin ("ilan" ve "ihbar") ikili anlamı üzerine ku­ rulmuştur. -ç. ** Spirutus, İspirto/alkol ile espri arasında sözcük oyunu. -ç. ll

ler yargılamrken refakat işlerini yerine getirmem gerekiyor. Ken­ dim için gündüz çalışmam, spor alanlarında durmam, toplantılarda mesajcılık yapmam, hatipiere ders vermem yetmiyor: bir de ölüleri ilgilendiren herşeyde yönetime katıimam gerekiyor.

Olimpas'tan kovulduğundan beri , Hennes, eski alışkanlı­ ğın zorlamasıyla, "kölelik görevleri"ni yerine getinneyi ve ölülerin bütün işleriyle uğraşmayı sürdürüyor. 1 79'uncu sayının sıkıcı yazısım* yazan Hennes'in kendi­ si mi, yoksa oğlu, teke-tann Pan mı, karan okur verecektir; ama okur, Yunanlı Hennes'in belagat ve mantık tannsı ol­ duğunu unutmamalıdır. "Felsefi ya da dinsel düşünceleri gazeteler aracılığıyla yaymak ya da bunlarla gazetelerde savaşım vennek de bize kabul edilmez geliyor. " İhtiyar b u biçimde gevezeliğe başladığında, bize cansıkıcı bir vahiyler teranesi sıralamaya niyetli olduğunun farkına vardım; ama sabırsızlığımı yatıştınnak için kendi kendime, kendi evinde düşüncesini açıkça söyleyecek kadar bağımsız, anlayışlı bu adama nasıl inanmamalı dedim. Ve okumaya devam ettim. Ama mucize! Gerçekten en küçük bir felsefi düşüncenin bile bulunmadığı bu makale, en azından felsefi düşüncelerle savaşım vermeye ve dinsel düşünceler yaymaya eğilimli. Kendi öz varlık hakkım yadsıyan, kendi yetersizliği.ni ön­ ceden kendisi açıklayan bir makalenin bizim için ne önemi olabilir ki? Yazar bize yanıt vennek için sözü oldukça uzatı­ yor. Bize, tumturaklı yazılannın nasıl okunacağını anlatıyor. "Yanyana koyma ve bir araya toplama" işini "okurlann anla­ yışına" bıraktığı parçalar vennekle yetiniyor; bu, iş edindiği bu tür "ilanlar" için en geçerli yöntemdir. Biz de "yanyana koyma ve bir araya toplama" işini yapacağız, ama tesbih inci gerdanlığa dönüşmezse hata bizim değil. Yazar şunlan söylüyor: "Böyle yollar kullanınakla (yani

felsefi ve dinsel düşünceleri

*Almanca leitenderile leidender Artikel arasında sözcük oyunu. -ç.

12

gazetelerde yayan ve bunlarla savaşan) bir parti, bize göre, niyeti­ nin dürüst olmadığını ve kendisi için halkı eğitmenin ve aydınlat­ manın, başka amacı olduğunu açığa vurmaktan daha az kaygı duy­ duğunu gösteriyor."

Kendi görüşü böyleyse, sözkonusu yazımn, amacını açığa vunnaktan başka bir niyeti olamaz. Bu "açığa vurolan amaç­ lar", kendilerini göstermekte gecikmeyecekler. Yazımn devamı şöyle: devletin "yetkin-olmayan gevezele­ rin oyunlanm sona erdirmek" yalmzca hakkı değil, aynı za­ manda görevidir de. Açık ki, yazar, kendi kanısının hasımla­ nndan sözediyor; çünkü o, çok önce, kendisinin yetkin bir ge­ veze olduğuna kendisini inandırmıştı. Öyleyse dinsel konularda sansürün yeniden ağırlaşması, henüz rahat nefes almaya başlayan bir basma karşı yeni po­ lis önlemleri alınması sözkonusudur. "Bize göre, devlete, abartılmış bir sertlikten dolayı değil, daha çok bir hoşgörü fazlasından dolayı kusur bulunabilir."

Bununla birlikte, başyazı, düşünce değiştiriyor. Devlete kusur bulmak tehlikelidir; bu yüzden otoritelere başvuruyor, ve basın özgürlüğü suçlaması, sansürcülere karşı suçlamaya dönüşüyor; sansürcüleri, pek "az sansür" uygulamakla suç­ luyor. "Bu alanda da, devlet değilse bile, en azından bazı 'bireysel oto­ riteler, bugüne değin, yeni felsefi okulun, halk gazetelerinde ve tam olarak bilimsel olmayan bir okur kitlesine yönelik başka yayınlarda, hıristiyanlığa karşı en rezil saldınlara izin vermekle, ayıplanacak bir hoşgörü gösterdiler."

Yazar yeniden duraklıyor, bir kez daha düşüncesini değiştiriyor. Daha sekiz günden az bir zaman önce, sansür özgürlüğünün basın özgürlüğüne çok az izin verdiğini bul­ muştu, şimdi ise sansürcülerin baskısımn çok az sansüre yolaçtığını söylüyor. Bunu düzeltmek gerek: "Sansür varolduğu sürece, onun en ivedi görevi, son günlerde gözümüzün önünde yinelenen bir suç olarak çocukça bir küstah­ lığın iğrenç filizlerini temizlemektir." 13

Ne kadar utangaç bir görüş! Ne kadar utangaç bir gö­ rüş!* Ve "en utangaç görüş", yalnızca "geniş yı�nlann kav­ raması için hazırlanmış olan tek bir çözümden rahatsız ola­ caktır". Yumuşatılmış sansür, tiksindirici aşınlıklann yazılması­ na olanak veriyorsa, o zaman basın özgürlüğü ne verecek? Gözlerimiz, sansür edilmiş basının "kendine güven"e daya­ namayacak kadar zayıfsa, nasıl özgür basının cesaretine da­ yanacak kadar güçlü olabilecekler?** "Bir sansür varolduğu sürece, bu, onun en ivedi görevi­ dir." Ya varolmadığı zaman? Türnce şöyle yorumlanmalıdır: sansürün en ivedi görevi, olabildiğince uzun süre, kendi var­ lığını sürdürmektir. Ve yazar yeniden düşüncesini değiş�iriyor: "Savcı olarak davranmak bizim işimiz deitil, bu nedenle, kim oldu�u daha açık olarak belirtmekten uzak duraca�z."

Bu adam tam bir iyilik meleği! Daha açık olarak "belirt­ mekten" uzak duruyor ve ancak kendi düşüncesinin nereye gittiğini, çok kesin, çok açık imlerle kanıtlayabileceğini ve gösterebileceğini duyuruyor; yalnızca kuşku uyandıran belli belirsiz sözler söylüyor; onun işi savcı olmak değil, gizli suçlayıcı olmak. Görevinin liberal başyazılar yazmak olduğunu farkeden bu zavallı adam, düşüncesini, bir kez de, "basın özgürlüğü­ nün sadık yandaşı" rolünü oynamak gerektiği biçiminde değiştiriyor; yani yeni bir görüş benimsiyor. "Eiter rastlansal bir ihmalin sonucu de�lse, halkın gözü önünde basının özgürleştirilmesi hareketini kötülemekten; amaçlarına açık bir yolla ulaşmayı başaramamaktan korkan hasımlardan çıkar sağlayacak biçimde davranmaktan başka bir amacı olamayacak olan bu gidişe karşı çıkmamazlık edemezdik."'

Basın özgürlüğünün bu cesur olduğu kadar keskin görüş* Blöd

sözcüğüyle oyun . Bu sözcük, görüşten sözedildiğinde utangaç,

mahcup, çekingen, ürkek

laklıktır. --ç.

anlamına gelir; bir anlamı da aptallık, alıklık, sa­

** Übennut (küstahlık)

ve Mut (cesaret) arasında bir sözcük oyunu. -ç. 14

lü savunuru, eğer sansür " I sleep, wake me not"* yazıtım taşıyan İngiliz leopan değilse , o zaman basının özgürleştiril­ mesi hareketini halkın gözünden düşürmek için, bu "iğrenç" yöntemi benimsediğini, bize duyurmuş oluyor . Sansürün dikkatini "rastlansal ihmaller" üzerine çeken, ve kamuoyunda ününü "sansürcünün makası"ndan bekleyen bir basın hareketinin daha çok kötülenmesine gerek var mıdır? Nasıl ki, kimi zaman küstahlığın "özgür" olduğu söyle­ nirse, böyle bir hareket de "özgür" olarak nitelenebilir; ve özlü bir biçimde, iki jandarma ona destek olamazsa, basın, anında lağıma yuvarlanır derken, basının daha geniş bir ha­ reket serbestisinin savunucusu olarak geçinmek, küstahça bir budalalık ve ikiyüzlülük değil midir? Üstelik, felsefi basının kamuoyunun gözlerinde kendi kendini tehlikeye düşürdüğü doğruysa, sansüre ne gerek var, bu başyazıya ne gerek var? Kuşkusuz, yazar, hiçbir bi­ çimde "bilimsel araştırma özgürlüğünü" sınırlamak istemi­ yor. "Günümüzde, bilimsel araştırma, haklı olarak, en geniş, en sı­ nırsız alandan yararlanmaktadır."

Adamımızın bilimsel araştırmadan ne anlarlığına gelin­ ce, onu aşağıdaki ifade gösteriyor: "Ama, hıristiyanlıitm kendisine olsa olsa yarar getirecek bilim­ sel araştırma özgürlüğüDün gerektirdiği ile bilimsel araştırmanın sınırlanm aşan şeyler arasında kesin bir ayrım yapmak gerekir."

Bilimsel araştırmanın sınırlarını bilimsel araştırmadan başka kim belirleyecektir? Başyazının sözlerine bakılırsa bi­ lime sınırlar koymak gerekiyor. Demek ki, başyazı, bilimsel araştırmadan öğrenecek hiçbir şeyi olmayan, ama ona ders veren, bilgili tanrı kayrası olarak bilimsel bir sakaldan laik bir sakal yapabilecek olan her kılı ölçen "resmi bir sağdu­ yu"nun varlığım kabul etmektedir. Başyazı, sansürün bilim­ sel ilhamına inanmaktadır. Başyazının "bilimsel araştırma" üzerindeki bu "aptalca" * "Uyuyorum, beni uyandırmayın". -ç

15

zırvalanna devam etmeden önce, bir an bay H[ermes]in "din ­ sel felsefesı"'nin, kendi "öz bilimi"nin bazı numunelerinin ta­

dına bakalım! "Din devletin temelidir, üstelik yalnızca yüzeysel bir amaç gö­ zetmeyen her toplumsal grubun en gerekli koşuludur." Kanıt: "Din çocukça fetişizmin en kaba biçimi altında bile, insanı, belirli bir ölçüde, duyusal arzulannın üstüne yükseltmektedir; insan, kendi­ ni, salt duyusal arzulann baskısına bırakırsa, bunlar, onu hayvan düzeyine düşürür ve herhangi bir üst niyetini gerçekleşmeyi onun için olanaksız duruma getirir."

Başyazı, fetişizmi, dinin "en kaba biçimi" olarak adlandı­ nyor. Yani ister istemez, "bilimsel araştırma" yapan herkes için kesin bir şey olan, "hayvanlara tapm a nın, fetişizmden üstün bir dinsel biçim olduğu görüşüne hak veriyor; peki ya hayvaniara tapma insanı hayvanın altına düşürmüyor mu, hayvanı insan için tann yapmıyor mu? Şimdi de "fetişizm"e geçelim. Tam iki paralık magazin bilgisi. Fetişizm, insanı, arzunun üstüne yükseltmekten çok uzaktır, hatta tam tersine, fetişizm, "duyusal arzunun di­ ntdir. Arzudan doğan hayal, fetişiste, "cansız bir nesnenin" doğal niteliğini yitirerek, kendi aşın arzulannı onaylaya­ cakmış kuruntusunu verir. Bundan dolayıdır ki, fetişistin kaba arzusu, fetiş bu arzunun çok uysal hizmetçisi olmadığı an, fetişi kırar. "

"Üstün bir tarihsel öneme erişmiş uluslarda, halkın yaşamının doruğu dinsel anlayışlannın çok gelişmiş olmasıyla, büyüklük­ lerinin ve güçlerinin gerilemesi dinsel kültürlerinin gerilemesiyle örtüşür."

Yazar, tarihi, başaşağı anlamda koyuyor; doğru olan tam tersidir. Antikçağın halklan arasında Yunan ve Roma, en yüksek "tarihsel kültür"e sahip olanlardır. Yunan, en yüksek düzeye, içte Perikles, dışta İskender çağında erişti. Perikles çağında, sofistler, (ete kemiğe bürünmüş felsefe diyebile­ ceğimiz) Sokrates, sanatı ve retoriği, dinin elinden almışlar­ dı. İskender'in çağı, "bireysel" ruhun sonsuzluğu fikrini ve pozitif dinlerin tannsını reddeden Aristoteles'in çağı oldu.

16

Şimdi de Roma'ya gelelim! Çiçero'yu okuyun! Roma, tarihi­ nin doruğuna eriştiginde, epikürosçu, stoacı ya da kuşkucu felsefeler, kültürlü Romatılann dinleriydi. Antikçağiann devletlerinin yıkılması, bu devletlerin dinlerinin ortadan kalkışına neden oluyorsa, başka bir açıklama aramanın ge­ regi yoktur, çünkü antikierin "esas dini", "milliyetlerine", "devletlerine" tapmaydı. Antikçağın devletlerinin yıkılması­ na neden olan antik dinlerin yıkılınası degil, antik dinlerin yıkılmasına neden olan aıi.tikçağın devletlerinin yıkılması­ dır. Ve başyazının bilgisizliğini kamtladığı bir kişi, kendini "bilimsel araştırmanın yasa koyucusu:· olarak ilan ederek, felsefe için "kararname" çıkanyor. "Tüm antik dünya çökmeye yargılıydı, çünkü halidann bilimsel kültürü, zorunlu olarak, dinsel anlayışiann üzerine dayandığı bu­ lunduğu yaniışiann açığa çıkanlmasıyla birlikte gelişiyordu."

Böylece, başyazıya göre tüm antik dünya ortadan kalktı, çünkü bilimsel araştırma antik dinlerin yanlışlanm açığa çıkardı. Araştırma, dinlerin yanlışlannı sessizce geçiştirsey­ di, Lucretius ve Lucien'in yapıtlan, başyazının yazan tara­ fından Romalı otoritelerin sansürüne salık verilmiş olsaydı, antik dünya ortadan kalkmayacak mıydı? Bununla birlikte sayın H[ermes]'in derin bilgisine kısa bir not düşmekte kendimizi özgür sayıyoruz. Rheinische Zeitung N� 193, 12 Temmuz 1842

II

Antik dünyanın yıkılışının çok yakın olduğu bir zaman­ da, Yunan mitolojisinin "sonsuz gerçekligi"ni ve bunun "bi­ limsel araştırmanın sonuçlan"yla uygunluğunu bütün gü­ cüyle kamUarnaya uğraşan lskenderiye okuluı3 açıldı. lmpa­ rator Julien'in kendisi de, doğınakta olan zamanın zihniyeti­ ni görmemek için gözlerini kapayarak onu ortadan kaldıra­ cağım sanan bu eğilim içindeydi. Ama H[ermes] tarafından

17

elde edilen sonuçta duralımi Antik dinlerde "tannsalın belir­ siz önsezisi, yanlışın en kalın karanlıklanyla örtülüydü" ve bu nedenle, bu önsezi, bilimsel araştırmalara karşı koya­ mazdı. Hıristiyanlıkta bunun tam tersi olduğunu öne süre­ cektir mekanik düşünen herhangi biri. Gerçekten H[ermes] şöyle diyor: "Bilimsel araştınnanın en önemli sonuçlan, bugüne değin hıris­ tiyan dininin gerçeklerini onaylamaktan başka bir şeye yara­ madılar."

Dindar Malebranche'ın ve tanndan esin almış Jacob Böhme'nin felsefeleri de dahil olmak üzere, geçmişin tüm fel­ sefelerinin tannbilimciler tarafından hıristiyanlıktan ayni­ ınakla suçlanmalan olgusunu bir yana bırakıyoruz; Leib­ niz'in Brunswick . köylüleri tarafındaı;ı. "Löwenix"* (hiçbir şeye inanmayan) olarak İngiliz Clarke ve Newton'un öteki yandaşlan tarafından tanntammaz olarak suçlanması olgu­ sunu da bir yana bırakıyoruz; protestan tannbilimcilerin en yetenekli ve tutarlı kesiminin de doğruladığı gibi, hıristi­ yanlık ile mantık arasında uyum olamayacağı, çünkü "cis­ mani" akıl ile "tinsel" aklın birbirleriyle çeliştikleri olgusunu da -ki, bu olguyu, Tertullien klasik bir biçimde " venım est, quia absurdum est"** biçiminde ifade etmiştir- bir yana bırakıyoruz. Bütün bunlan bir yana bırakarak soruyoruz: bi­ limsel araştırınayla dinin uyumu, dinin yolunda görünme­ sine izin verip bilimsel araştırmanın da din içinde eritilmesi­ ni zorlamadan nasıl kanıtlanacaktır? Herhangi başka bir zorlama, her ne olursa olsun kanıt olmayacaktır. Kuşkusuz, daha ilk anda, bilimsel araştırma olarak yal­ nızca kendi görüş biçiminizi kabul ettiğiniz için, sizin açınız­ dan olacağı bilmek kolaydır; o zaman da savımz Vedas'ın14 kutsallığım, onlan okuma hakkım yalnızca kendisine sakla­ yarak kanıtlayan Hintli brahmamn savından nasıl daha ge­ çerli olur ki! * Leibniz adıyla, imansız anlamına gelen Glaubenichts'i.n deforme edil­ miş şekli olan Löwenix arasında Almanca sözcük oyunu. -ç. **Doğrudur, çünkü saçınadır. -ç. 18

H[ennes} "bilimsel araştınna" diyor. Ama hıristiyanlıkla çelişen her araştınna ya "yan yolda duruyor" ya da "yanlış yolda gidiyor". Kanıtlamayı daha rahat bir duruma getinnek olanaklı mı? Bilimsel araştınna, buluşiannın kapsamını "kendisine açıklamak" koşuluyla hiçbir zaman hıristiyanlığın gerçekle­ riyle çatışmaya ginneyecektir; ama aynı zamanda devlet, bu "açıklama"nın olanaksız olmasına dikkat etmelidir, çünkü bilim hiçbir zaman büyük kitlenin anlayışına hitap etmeme­ lidir, yani hiçbir zaman düşündüğünü kendi başına açıkla­ mamalı ve halk içinde yaygın bir duruma gelmemelidir. Bü­ tün krallık gazetelerinde, bilimsel-olmayan araştıncılar ta­ rafından saldınya uğı'asa bile alçakgönüllü kalmalı ve sus­ malıdır. Hıristiyanlık "her yeni çöküş" olanağını dışlıyor, ama po­ lis, filozof gazetecilerin bu çöküşe yol açmamalanna dikkat etmeli, ve en sıkı biçimde onunla uğı'aşmalıdır. Gerçeğe kar­ şı savaşımda başka bir güçle önünü almaya gerek kalmadan, yanlış, yanlış olarak anında görülmeli; ama devlet, bu gerçek savaşımını, "yanlış" şampiyonlannın ellerinden alamayacağı iç özgürlükten onlan yoksun bırakarak değil de, bu özgürlü­ ğe olanak tanıyan şeyi, varolma olanağını ellerinden alarak kolaylaştınnalıdır. Hıristiyanlık utkusundan emin, ama H[ennes}'e göre, po­ lis yardımını önemsemeyecek kadar da değil. lmanımza karşı olan her şey a priori yalansa ve yalan olarak karşılamak zorunluysa, sizin kendinizi beA"enmişliği­ nizin bir müslümanın kendini beA"enmişliğinden ya da başka herhangi dinden birinin kendini beğenmişliğinden ne farkı kalır? Felsefe, "başka ülke, başka adet" deyimi gereğince, dogmanın temel gerçekleriyle çatışmaya ginnemek için, her ülke için başka temel ilkeler mi kabul etmelidir; bir ülkede üç çarpı birin bir ettiğine, bir başkasında kadıniann ruhu ol­ madığına, üçüncüsünde cennette bira içildiğine mi inan­ malıdır? Bitkilerin ve yıldıziann evrensel bir niteliği olduğu gibi, evrensel bir insan niteliği yok mudur? Felsefe, kendine,

19

geçerli olan üzerinde değil, gerçek olan üzerinde soru sorar; kendine, birkaç kişi için doğru olanı değil, bütün insanlar için doğru olanı soru olarak sorar; onun metafizik gerçekleri siyasal coğrafyanın sınırlannı tanımazlar; onun siyasal ger­ çekleri "sınırlann" nerede başladığını, özel bir dünya ve halk anlayışının düşsel ufkuyla insan aklının gerçek ufkunu ka­ nştırmayacak kadar iyi bilirler. Hıristiyanlığın tüm savunu­ culan arasında H[ermes] en zayıfıdır. Hıristiyanlığın uzun zamandan beri varolması, onun le­ hine olan tek kanıttır: ama felsefe de Thales'ten günümüze kadar varolmadı mı, ve gerçekte H[ermes]in kendisi de, fel­ sefenin şimdi daha büyük savlar ortaya koyduğunu ileri sür­ müyor mu ve şimdiye kadar olduğundan daha önemli olduğu kanısında değil mi? Ensonu, H[ennes], devletin "hıristiyan" bir devlet oldu­ ğu, ve devletin amacının, manevi varlıklann özgür bir birliği yerine inananiann bir birliği olduğu, özgürlüğün gerçekleş­ mesi yerine dogmanın gerçekleşmesi kanıtını nasıl ileri sü­ rüyor? "Bütün Avrupa devletlerimizin temeli hıristiyanlıktır". Fransız devleti de mi? Anayasanını5 3. maddesi "her hıristi­ yan" ya da yalmzca "hıristiyan olan"ın değil de, "tous les

Français sont egalement admissibles aux emplois civiles et militaires"* der. Prusya medeni yasası, kısım Il, kesim XIII, vb. ise şöyle­ dir: ıs "Devlet başkanının ilk görevi, hem dışarda, hem içerde, huzuru ve güveni sağlamak ve her bireyi ve mallannı şidde­ te ve kargaşalıklara karşı korumaktır." Birinci paragrafa göre, devlet başkanı kendi kişiliğinde "devletin" tüm "görevlerini ve haklanm" birleştirir. Devlet başkanının ilk görevinin, sapkın inançlan bastınna ve öbür dünyanın mutluluğunu sağlama olduğu söylenmiyor. Ama birkaç Avrupa devletinin hıristiyanlık üzerine ku­ rulu olduğu doğruysa, bu devletler, kavramianna uygun dü* "Bütün Fransızlar eşit

olarak sivil ve askeri işlere girebilirler. 20

-ç.

şüyorlar mı? Bir şeyin "salt varlık" durumu, bu şeyin duru­ munun yasal olmasına yeter mi? H[ermes]'imize göre bundan kuşku duyulamaz, çünkü genç-hegeleilere şunu anımsatıyor: "Devletin en yüksek kesiminde yürürlükte olan yasalara göre,

dinsel açıdan kutsanmayan bir evlilik zina olarak görülür ve bu maddeden dolayı da polis tarafindan cezalandınlır".

Dolayısıyla, "dinsel açıdan kutsanmayan evlilik", Ren kıyılarında Napoleon yasalanna göre "evlilik" olarak, ve Spre kıyılannda Prnsya medeni yasasına göre "zina" olarak görülüyorsa, burada doğru olamn şurada yanlış olduğunu, evliliğin akla-uygun kavramının, bilimsel ve ahlaki kav­ ramının Napoleon yasalarına özgü değil de, Prnsya medeni yasasına özgü olduğunu kanıtlaması açısından, "polis"in ce­ zalandırması gereken, "filozof' için bir kanıt oluşturur. Bu "polis tarafından cezalandırma felsefesi" bir başka yerde inandıncı olabilir, Prusya'da değil. Prusya medeni yasasının hangi dereceye kadar zorla "kutsanmış" evlilikleri kabul et­ tirmek istediğini görmek için § 12, kısım II, kesim I'i okuy­ alım: "Buna karşın, ülkenin yasaları tarafından izin verilmiş bir evli­ lik, kilise yetkililerinin izni istenmemiş ya da izin verilmemiş ol­ masından dolayı medeni geçerlili�nden hiçbir şey yitirmez."

Burada da evlilik "kilise yetkililerinden" kısmen serbest bırakılmıştır ve evliliğin "medeni" geçerliği "dinsel" geçerli­ ğinden ayrılmıştır. Büyük ve hıristiyan devlet filozofurouzun devlet konu­ sunda "yüksek" bir düşüncesi yokmuş, bu açık. "Devletlerimiz yalmzca hakların savunulması için kurulmuş kooperatifler de�l, aynı zamanda, dikkatini, gençli�n e�timine ayrılmış kuruluşlann daha ötesine vb. yayan, gerçek eğitim kuru­ luşlan olduğu için, kamusal e�tim; tümüyle hıristiyanlık temeline dayanır.

Gençlerim izin okul eğitimi, din dersi kadar, antikçağ kla­ sikleri ve genel olarak bilimler üzerine de kurulmuştur. H[ermes]'e göre, devlet, bir çocuk yuvasından, içeriğiyle 21

değil de, yayıldığı alanla aynlıyor; devlet "dikkatini" daha uzağa yayıyor. Oysa, devletin gerçek "kamusal" eğitimi, her şeyden ön­ ce, devletin akla-uygun ve kamusal varlığındadır; devlet üyelerini, gerçek devlet üyesi yaparak, bireysel amaçlan ge­ nel amaçlar haline, kaba içgüdüyü ahlak eğilimi haline, do­ ğal bağımsızlığı entelektüel özgürlük haline getirerek, bireyi bütünün yaşamı içinde geliştirecek ve bütünü bireyin aklın­ da yaşatacak biçimde davranarak kendisi eğitir. Başyazı, buna karşılık, devleti, eğitimlerini karşılıklı ola­ rak yapan özgür insaniann birliği olarak değil de, öğrenim­ lerini yukardan alması ve "küçük" okuldan "büyük" okula geçmesi gereken bir yetişkinler yığını olarak algılıyor. Bu eğitim ve koruyuculuk teorisini, burada, basın özgür­ lüğünün bir yandaşı sergiliyor ve, bu 'güzele olan aşkından "sansürün ihmallerini" imliyor; "kitlenin anlaşıyını" gözler önüne tam zamanında sermeyi biliyor -{belki de kitlenin anlayışı, kısa bir süredir Kölnische Zeitung'a çok güvenilmez geliyor, çünkü kitle, artık "felsefi-olmayan gazete" nin değeri­ ni anlamıyor)- bilim adamianna bir sahne için ve bir de ku­ lis için fikir sahibi olmalannı öğütlüyor. Başyazı, devletin "bayağı" anlayışını gözler önüne serdiği gibi, şimdi, "hıristiyanlık"ın bayağı anlayışını da açıklaya­ bilir: "Dünyadaki bütün gazetelerin yazılan, tümüyle kendini tama­ men iyi ve mutlu duyumsayan bir topluluğu, umutsuz bir durumda olduğuna hiçbir zaman inandıramayacaktır". Öyleyse nasıl! Gönencin ve mutluluğun maddi duygusu, inancın çok mutlu ve parlak başansının verdiği güven, gaze­ telerin yazılanna karşı daha sağlam bir kanıttır! H[ermes] şarkı söylemiyor: "Tann, kalemiz, sığınağımızdır." Demek ki, "büyük kitle"nin gerçekten inançlı ruhu, "küçük grubun" ince laik kültüründen daha çok paslanmak durumunda kala­ cak! H[ermes] için "ayaklanmaya kışkırtmalar bile", "iyi dü­ zenlenmiş bir devlette", "iyi düzenlenmiş" üstelik "tann ru22

hu" tarafından gerçeğe yöneltilmiş "bir kilise içinde" oldu­ ğundan daha az korkunçtur. İyi bir müınin! Ve işte bunun nedeni!... Siyasal yazılar gerçekten kitlenin anlayabileceği biçimdeymiş, felsefi yazılar kitle için anlaşılmazmış! Sonuç olarak, başyazının, "son dönemde, genç-hegeleilere karşı alınan yan-önlemler, yan-önlemlerin alışılmış sonuçla­ nın verdi" biçimindeki gözkırpışı hegelcilerin son girişimle­ rinin kendileri için "çok fazla elverişsiz sonuçlan" olamaması konusundaki dürüst isteğe yaklaştınlırsa, Kral Lear'deki Comwall'ın sözleri de kavranmış olur.

"Tavnna bakılırsa, kimseye yaltakl anmıyor; "Namuslu ve tok sözlüdür; doğru bildiğini söylemesi gerekir. "Kabul ederseniz söylediklerini ne liHi; "Ama hoşunuza gitmezse, n'apalım, o görevini yapıyor. "Ben iyi bilirim böyle hilekarlan, "Bunlar açık sözlü geçinirler, "Ama yerlere kadar eğilerek "El etek öpmekte pek hünerli soytaniardan "Daha düzenbaz, çok daha tehlikelidirler ."ı7

Rheinische Zeitung okurlanmn eski rejime bağlı bir libe­ ralin, kendine uygun sınırlar içine atılmış "eski bir genç ada­ mın"ıs sunduğu ciddi olmaktan çok, komik gösterisiyle tat­ min olduklanna inansaydık, bu gazetenin okurlanna haka­ ret ettiğimizi düşünürdük; "aynı kon uda" birkaç söz söyle­ mek istiyoruz. llletli yazısına karşı polemiği sürdürmemiz, onun kendi kendini yıkmasına engel olduğu için yanlış olur­ du. Rheinische Zeitung N• 194, 13 Temmuz 1842

III Her şeyden önce şu soru ortaya çıkıyor: "Felsefe, dinsel konulan, gazete yazılannda da tartışmalı mı?" Bu soruya, ancak sorunun eleştirisi yapılarak yanıt veri­ lebilir.

23

Felsefe, özellikle Alman felsefesi, yalnızlığa eğilimi oldu­

ğu için, sistemli olarak yalmzlığı seçtiği için, kendi niteliği gereği serinkanlı olduğu için, kendi niteliklerini ancak ileti­ şim içinde gerçekleştiren, saldırmaya ve hemen karşılık ver­ meye hazır, günün olaylanyla dolu gazetelere, ilkin yabancı­ laşır ve giderek karşıt duruma gelir. Sistematik gelişimi içinde ele alınan felsefe popüler değildir; kendi içine kapalı gizemli eylemi, yabancı göz için zırva olduğu kadar pratik değerden de yoksun bir uğraş olarak görünür; felsefe, anlaşıl­ madığı için, büyülü sözleri, insana gösterişle dolu bir büyücü profesör olarak görünür. Felsefe, niteliği gereği, papazın çileli giysisi yerine, gaze­ telerin hafif geleneksel kılığına bürünmeye hiçbir zaman ya­ naşmadı. Şu da var ki, filozoflar mantar biter gibi bitmezler, onlar, felsefi düşüncelerde dolaşan çağlanmn, halklannın en ince, en değerli ve en görünmez özsulannın ürünüdürler. Fi­ lozoflann beyninde felsefi sistemler kuran akıl ile, işçilerin elleriyle demiryollan yapan akıl, aynı akıldır. Nasıl ki beyin, insanın midesinde olmadığı gibi insanın dışında değilse, fel­ sefe de o kadar dünyanın dışında değildir. Ama felsefe, doğal ki, ayaklannı toprağa basıp doğrulmadan önce, beyin aracılı­ ğıyla dünyada bulunmaktadır, oysa insan eyleminin başka birçok alanı, "kafa"nın da bu dünyanın bir parçası olduğun­ dan, ya da bu dünyanın kafanın dünyası olduğundan hiç kuşkulanmadan önce, uzun zamandan beri ayaklannı top­ rağa tamamen basmışlar ve elleriyle dünya meyvelerini top­ lamışlardır. Çünkü her gerçek felsefe çağının zihinsel özüdür; felsefe­ nin, tözüyle yalnızca içsel olarak değil, görünüşüyle dışsal olarak da çağının gerçek dünyasıyla ilişkiye gireceği ve onunla karşılıklı etkileşim içinde olacağı günler, zorunlu ola­ rak gelecektir. O zaman felsefe, başka belirli sistemlerin karşısında belirli bir sistem olmaktan çıkacak, dünyanın karşısında genel felsefe olacak, güncel dünyanın felsefesi ola­ caktır. Felsefenin bu öneme eriştiğini, kültürün canlı ruhu olduğunu, felsefenin dünyasal olduğunu ve "bu dünyanın"

24

felsefesi olduğunu gösteren dış belirtiler bütün çağlarda aynı olmuştur; herhangi bir tarih kitabı açılabilir ve orada felsefe­ nin salonlara ve papaz evlerine, gazetelerin yazıişleri oda­ Ianna ve saray avlulanna, çağdaş insaniann kin ya da sev­ giyle dolu gönüllerine girişini yanılmaya olanak kalmadan belirten en basit kurallann de�şmez bir bağlılıkla yinelen­ diği görülecektir. Felsefenin dünyaya girişi, düşüncelerin ateşiediği yangına karşı düşmanlannın yardım dileyen bağı­ nşlanyla, düşüncelerin kendilerine bulaştığını ele veren çığ­ lıklar tarafından kaydedilir. Felsefe için, düşmanlannın bu çığlıklan, kaygılı ananın kulağı için çocuğunun ilk viyakla­ ması kadar önemlidir. Felsefeye düşüncelerinin canlı oldu­ ğunu, eski sistemin oluşturduğu kusursuz hiyeroglifimsi dış kabuğunu çatlattıklannı, ve onlann dünya yurttaşlan duru­ muna geldiklerini duyuran çığlık, bu çığlıktır. Bebek Zeus'un doğuşunu büyük bir gürültüyle dünyaya duyuran Karlban­ tlar ve Kabirler, 19 önce felsefelerin dinsel yönüne karşı dönü­ yorlar; çünkü araştıncı içgüdünün en güvenilir biçimde da­ yanak bulacağını bildi� şey, halkın bu duygusal yanıdır; ve çünkü, felsefenin hasımlannın da içinde bulunduğu halk, fel­ sefi düşüncelere yalnızca düşüncel antenlerle erişebilir ve çünkü halkın hemen hemen maddi gereksinimler sistemi ka­ dar değer verdiği tek düşünceler alanı, dinsel düşünceler alanıdır; ensonu, çünkü din, belirli bir felsefe sistemine karşı değil de, belirli sistemlerin genel olarak felsefesine karşı po­ lemik yapmaktadır. Günümüzün gerçek felsefesi, geçmişin gerçek felsefeleri­ nin yazgısından farkli bir yazgıya sahip de�l. Bu yazgı, tersi­ ne, tarihin, felsefe gerçeğine borçlu olduğunun bir kanıtıdır. Ve altı yıldan beri Alman gazeteleri, karaçalmanın, ah­ lak bozukluğunun, çürümüşlüğün bütün araçlannı kullana­ rak, felsefenin din anlayışına saldırdılar.20 Augsburg Allge­ meine si yiğitlik türküleri söyledi, hemen hemen her giriş şu temayla başlıyordu: felsefe, benim gibi iffet dolu bir hanıme­ fendi tarafından yorumlanmaya değmez, o, yalnızca gençler için bir palavracılık, züppe çevreler için moda olan bir maka-

25

ledir. Evet, ama herşeye karşın, o bir türlü baştan savu­ lamıyordu ve sürekli olarak davul çalmaya devam ediliyor­ du; çünkü Augsburglu gazete, felsefe-karşıtı bu kakofoni içinde yalnızca bir tek alet, tekdüze büyük bir davul çalar. Bütün Alman gazeteleri Berliner Politisches Wochen­ blatt\;an Haroburger Correspondent'a, lahana yapraklanna* kadar, Kölnische Zeitung'a kadar, Hegel ve Schelling, Feuer­ bach ve Bauer, Deutsche Jahrbücher vb. adlarıyla çınladılar. Sonunda halk bu Leviathan'ı2ı kendisi görmek istedi; ve bu istek, yan-resmi makaleler, felsefeye, izlenmesi yasal olacak çizgiyi dikte ederek adalet bakanlığını tehdit ettikleri ölçüde canlı oldu; ve işte bu dönem, felsefenin gazetelerde tam boy gösterdiği andı. Uzun zamandan beri felsefe, aklın yıllar bo­ yunca sürdürdüğü incelemeleri, çalışkan ve özveriyle dolu bir içe kapanışın ürünlerini, düşünmenin, görünmeyen ama filozofun güçlerini yavaş yavaş kemiren bu düşünme savaş­ larının vardıkları sonuçlan, yavan birkaç türnceyle sabun köpüğü gibi bir solukta ortadan kaldırınakla böbürlenen kendini beğenmiş ve yüzeysel gazeteciler karşısında susmuş­ tu; felsefe, uygun olmayan bir alan olarak gördüğü gazetele­ re karşı protestoda bile bulunmuştu, ama sonunda, felsefe, sessizliğini bozmak zorunda kaldı, kendini gazete muhabiri yaptı, ve -görülmemiş bir şaşırtmaca- bir de görüldü ki, gazete müsveddelerinin geveze tüccarlannın aklına, birden­ bire, felsefenin gazete okuyan halkın kafası için bir besin ol­ madığı geldi ve felsefi ve dinsel sorunları gazetecilik alanına sokmanın ve bunu halkı aydınlatmak için değil, başka hedef­ lere erişmek için yapmanın dürüst olmadığı olgusuna, hükü­ metlerin dikkatini çekmekten kendilerini alıkoyamadılar. Felsefe, din konusunda ve kendisi için, sizin gazete çığ­ lıklannızın ona uzun zamandır yüklediği suçlardan daha kö­ tü ve daha havai ne söyleyebilir ki? O, sizin binlerce bilimsel tartışma sırasında yaptığınızı söylediğiniz şeyi yinelesin, en kötü şeyi söylemiş olacaktır, sizi gidi filozof olmayan dilenci * Burada feuilles sözcü�nün yaprak ve gazete anlamlan üzerine söz­ cük oyunu yapılıyor. -ç.

26

papazlar sizi! Ama felsefe, dinsel ve felsefi konularda sizin konuştuğu­ nuz gibi konuşmuyor. Siz incelemeden konuşuyorsunuz, o in­ celedikten sonra konuşuyor; siz duygulara sesleniyorsunuz, o akla sesleniyor; siz küfrediyorsunuz, o öğretiyor; siz yerleri gökleri vaadediyorsunuz, o yalnızca gerçeği vaadediyor; siz, sizin inancımza inanılsın istiyorsunuz, o kendi sonuçlanna inanılınasını istemiyor, kuşkuyla incelerneyi istiyor; siz kor­ kutuyorsunuz, o dindiriyor. Ve aslında, felsefe, dünyayı iyi tanımaktadır, kendi sonuçlannın hem bu dünyayı hem de öteki dünyanın zevk anlayışını ve bencilliğini övmediğini an­ layacak kadar iyi tanımaktadır. Ama, gerçeği ve bilgiyi biz­ zat gerçek ve bilgi adına seven halk, kendi yargısını ve ah­ lakını, cahil, uşak, tutarsız ve satılık kalem efendilerinin yargısı ve ahlakı ile karşılaştırmayı çok iyi yapabilecektir. Doğal ki, şu ya da bu okur, düşünce ve duygu darlığıyla, felsefeyi yanlış yorumlayabilir. Ama siz protestanlar, kato­ liklerin hıristiyanlığı yanlış yorumladıkianna inanmıyor musunuz, hıristiyan dininin 8. ve 9. yüzyıllann utanılacak dönemlerini,22 Saint-Barthelemy'yi ya da Engizisyonu23 yüz­ lerine vurmuyor musunuz? Protestan tannbilimin filozoflara karşı kini, büyük ölçü­ de, felsefenin mezhep konusunda gösterdiği hoşgörüden kay­ naklanmaktadır: bu olayın açık kanıtlan vardır. Feuerbach ve Strauss, hıristiyanlık dogmalannın aklın dogmalan olma­ dıklarını söylemekten çok, katolik dogmalan hınstiyan dog­ malar saydıklan için suçlandılar. Ama birkaç kişi modern felsefeyi sindiremiyor ve felsefi hazımsızlıktan ölüyorsa, bu, felsefeye karşı bir kanıt oluştur­ maz; arada sırada, bir buhar kazanının patıayarak birkaç yolcuyu havaya uçunnasının, makineye karşı bir kanıt oluş­ turmaması gibi. Felsefi ve dinsel sorunlann gazetelerde tartışılıp tartışı­ lamayacağı sorusu, bizzat sorunun değersizliğiyle çözümlen­ miş bulunuyor. Bu tür sorunlar, halkı, gazetelerde ele alınan sorunlar

27

olarak ilgilendiriyorsa, bu, onlann güncel sorunlar oltnasın­ dandır, o zaman onlann tartışılıp tartışılmayacağı sorusu so­ rulmaz; o zaman, bu sorunlann nerede ve nasıl tartışılacağı sorulur: aileleri içinde ve otellerde, okullarda ve kilisede tartışılmalı, ama basında tartışılmamalı mı? Felsefenin ha­ sımlan tartışmalı, ama filozoflar tartışmamalı mı? Özel dü­ şüncenin karanlık dilinde tartışılmalı, ama sorunları aydın­ latan halk mantığımn dilinde tartışılmamalı mı? O zaman gerçekte yaşayan bir şeyin basımn alanına girip girmediki sorusu sorulur; ama o zaman da, sorun, basının özel sorunu olmaktan çıkar, genel bir soruya dönüşür: basın gerçek bir basın, yani özgür bir basın olmalı mı? İkinci soruya gelince, onu, bütünüyle ilk sorudan ayıra­ cağız : "Siyaset, hıristiyan devleti denen bir devlette, gazete­ ler tarafından felsefi açıdan ele alınmalı mı?" Dinin siyasal bir niteliki varsa, din siyasetin bir konusu oluyorsa, artık öyle geliyor ki, gazetelerin siyasal konulan tartışmasının yalmzca hak değil, bir görev olduğunu söyle­ meye hemen hemen gerek kalmıyor. A priori öyle görünüyor ki, bu dünyanın bilgeliki olan felsefenin, bu dünyamn krallı­ ğıyla, yani devletle ilgilenmeye, öbür dünyanın bilgeliği olan dinden daha çok hakkı vardı. O zaman soru, devlet üzerine felsefe yapılıp yapılmamasının gereği üzerine bir soru dekil, devlet üzerine nasıl felsefe yapılacağı sorusu olur: iyi mi kö­ tü mü, felsefi olarak mı felsefe karşıtı olarak mı, önyargılı mı önyargısız mı, tam uyanıklıkla mı uyanık olmadan mı, tutar­ lılık düşünesiyle mi tutarsızlık düşüncesiyle mi, yüzdeyüz akılcılıkla mı, yarı-yanya akılcılıkla mı? Siz, dini, kamu hu­ kuku teorisine dönüştürürseniz, dinin kendisini bir tür felse­ fe yapmış olursunuz. Kiliseyi devletten ayıran, özellikle hıristiyanlık dekil midir?. Saint-Augustine'i, De Civitate Deı"yi* okuyun, kilise ba­ balarım24 ve hıristiyanlık ruhunu inceleyin, sonra da gelip bize "hıristiyan devletin" devlet mi, yoksa kilise mi olduğunu * Tann

kenti.

-ç.

28

söyleyin! Pratik yaşamımızın her anı, teorinizi yalanlamıyor mu? Aldatılırsanız mahkemeye başvurmayı haksızlık olarak mı kabul ediyorsunuz? Ama havari bunun bir hata olduğunu yazıyor. Sol yan�nıza vurolduğunda sağ yanağınızı mı uza­ tıyorsunuz, yoksa şiddete maruz kalmaktan dava mı açıyor­ sunuz? Ama İncil bunu yasaklıyor. Bu dünyada akla-uygun bir adalet istiyor musunuz, bir verginin biraz artınlmasına karşı homurdanmıyor musunuz, kişisel özgürlüğünüze karşı en küçük zararda kendinizden geçmiyor musunuz? Ama size, geçici acılann gelecekteki yaşamın görkemiyle karşılaştıni­ dığında birer hiç olduğu, acıya katianmanın ve mutluluğu umuda bağlamanın asıl erdem olduğu, söylenmedi mi? Açtığınız davalann en büyük bölümü ve medeni yasa­ lann en büyük bölümü mülkle ilgili değil mi? Ama size hazi­ nelerinizin bu dünyaya ait olmadığı açıkça söylendi. Ya da, Sezar'ın hakkını Sezar'a, tannnın hakkını tannya verin sö­ züne dayanıyorsanız, o zaman yalnızca altın tannsı Mam� mon'u değil, onun kadar bu dünyanın yöneticisi olan özgür aklı da tutun; biz, "özgür aklın eylemi"ni felsefe diye adlan­ dınyoruz. Başlangıçta Kutsal İttifak25 devletler arasında hemen hemen dinsel bir ittifak yapılmak istenince, ki böylece din Avrupa devletlerinin arması oluyordu, bu kutsal ittifaka katılmayı büyük bir sağduyu ve kusursuz bir tutarlılık gös­ tererek reddeden papa oldu; böyle yapmıştı, çünkü halklar arasındaki evrensel bağ, kilisedir, diplomasi değildir, devlet­ ler arasında geçici bir ittifak değildir diyordu. Gerçekten dinsel devlet teokratik devlettir; bütün devlet­ lerde egemen, ya yahudi devletinde olduğu gibi dinin tannsı büyük Yalıova olmalıdır, ya Tibet'te olduğu gibi tannnın temsilcisi Dalay Lama olmalıdır, ya da Görres'in son yapı­ tında26 hıristiyan devletlerden haklı olarak istediği gibi, hep­ si bir kiliseye boyun eğmelidir: bu kilise "yanılmaz bir kilise­ dir" , çünkü protestanlıkta olduğu gibi kilisenin yüce bir lide­ ri olmayınca, dinin otoritesi, otoritenin dininden, hükümetin iradesine tapınmadan başka bir şey değildir. 29

Bir devlet eşit haklara sahip birkaç mezhep hanndır­ maya başladığı an, bir başka mezhebe inananlan delalet mezhebine mensup gibi mahkum eden, her ekmek parçasım inanca bağlı kılan, dogmayı bireyler ile bu bireylerin yurttaş olarak varlıklan arasında bir bağ durumuna getiren bir kili­ se olmadan, özel dinsel mezheplere zarar vermeden, dinsel bir devlet olamaz. Gidin bunu "zavallı, yeşil Erin'in [İrlan­ da'nın]27" katolik halkına sorun, Fransız devrimi öncesinin protestanlanna28 sorun, onlar dinden yardım· istemediler, çünkü dinleri devlet dini değildi, ama "insan haklanndan" yardım beklediler; ve felsefe, insan haklarını yorumluyor ve devletin, insan doğasının devleti olmasını istiyor. Ama, inançsız olduğu kadar tannbilimci de olan, utan­ gaç, darkafalı rasyonalizmin önermalerine göre genel olarak hıristiyanlığın ruhu, mezhep farklılılclanna bakılmaksızın, devletin ruhu olmalıdır! Bu, dinin genel ruhunu, şu anda var olan dinden ayırmak için yapılmış en büyük dinsizliktir, bu dünyevi mantığın küstahlığıdır; dinin dogmalanndan ve ku­ rumlanndan aynimasını istemek, hukukun gerçek kurum­ lan ve belirli yasalan bir yana bırakılırsa, devlette genel yasa ruhu egemen olmalıdır düşüncesini öne sürmekle bir­ dir. Siz, dinin evrensel ruhunun, içinde dinin kendisini ta­ nımladığı olumlu kurumlardan ayırmaya hak kazanacak ka­ dar dinin üstüne yerleştiğİnizi ileri sürüyorsanız, o zaman, dinin evrensel ruhu hıristiyanlığın ruhu değil, insanlığın ru­ hudur diyerek bu aynlığı sonuna dek götüren ve yan yolda durmayan filozoflannı nasıl eleştiriyorsunuz? Hıristiyanlar siyasal yapılan farklı devletlerde bulunu­ yorlar, kimileri cumhuriyette, başkalan mutlak bir monarşi­ de, daha başkalan anayasal (meşruti) bir monarşide. Hıristi­ yanlık, yapılann hangi ölçüye göre iyi olduğuna karar ver­ miyor, çünkü o yapılar arasında bir fark tanımıyor; o, dinin yapması gerektiği gibi şunu öğütlüyor: otoriteye boyun eğin, çünkü her otorite tanndan gelir. Demek ki, yapıların doğru olup olmadıkianna hıristiyanlıktan hareketle değil, devletin

30

kendi doğasından, özünden, hıristiyan toplumun niteliğin­ den hareketle karar vermek zorundasınız. Bizans devleti tam bir dinsel devletti, çünkü orada dog­ malar devlet işiydi, ama Bizans devleti, devletlerin en kötü­ sü oldu. Eski düzenin devletleri, hıristiyan devletlerin en hıristiyanlan oldular, bu yüzden de "sarayın iradesi"ne bağlı devletler olmaktan çıkmadılar. "Sağduyunun" karşısında güçsüz kaldığı bir ikilem var. Ya hıristiyan devlet, özgürlüğün us yoluyla gerçekleş­ tirilmesi olan devlet kavramına uyar, o zaman da bir devle­ tin hıristiyan olması için gerekli tek istem onun ussal olma­ sıdır, o zaman da devleti sonuç olarak insan ilişkilerinin us­ sal niteliğinden türetmek yeterlidir, bu da felsefenin yapma­ ya uğraştığı şeydir. Ya da özgürlük devleti, ussal olarak hıristiyanlıktan türetilemez ve o zaman da hıristiyanlığın böyle bir türetmeye niyet bile etmediğine siz kendiniz hak vereceksiniz, çünkü hıristiyanlık kötü bir devlet isteyemez ve özgürlüğün ussal olarak gerçekleşmediği bir devlet, kötü bir devlettir. Bu ikileme istediğiniz yanıtı verebilirsiniz: devletin din­ den hareketle kurulmayıp özgürlüğün ussal niteliğinden ha­ reketle kurulması gerektiğine hak vermek zorundasınız. Devlet kavramının aldığı bu özerk nitelik teorisinin, modern filozoflann anlık bir fantezisi olduğunu savunabilmek, en koyu bilgisizlikten başka bir şey değildir. Felsefe, siyaset konusunda, fiziğin, matematiğin, tıbbın, her bilimin kendi alanında yaptığından başka bir şey yap­ madı. Verulamlı Bacon, tannbilimci fiziğin, tannya adanmış bir bakire ve kısır olduğunu söylemişti: fiziği tannbilimden kurtardı ve fizik döllendi.29 Doktora, mürnin olup olmadığını sormadığınız gibi, bu soruyu politikacıya da sormamalısınız. Gerçek güneş sisteminin, Kopernik'in büyük buluşuna önge­ len ve bu buluşu hemen izleyen dönemde, aynı zamanda dev­ letin de yerçekim yasası bulundu; ağırlık merkezinin kendin­ de olduğu bulundu ve çeşitli Avrupalı hükümetler bu buluşu, ilk kez uygulamaya koymadaki derin bilgi eksikliğiyle, ikti-

31

darlar dengesi sistemi içinde uygulamayı denediler; aynı biçimde ta Rousseau, Fichte, Hegel'e kadar, önce Machiavel, Campanella, daha sonra Hobbes, Spinoza, Hugo Grotius, devlete insan gözüyle bakmaya ve onun doğal yasalannı tannbilimden değil de, Yeşu'nun güneşe Gabaon üzerinde, aya da Ayyalon vadisinin üzerinde durmasını emretmesi olayına önem vermeyen Kopernik gibi, ustan ve deneyimden çıkarmaya çalıştılar. Modem felsefe, Herakleitos ve Aristote­ les'in başlattıklan işe devam etmekten başka bir şey yap­ madı. Yani siz modern felsefenin aklına karşı değil de aklın her zaman yeni olan felsefesine karşı polemik yapıyorsunuz. Doğal ki, devlet üzerine çok eski düşünceleri, Rheinische Zei­ tung ya da Königsberger Zeitung'a ilk olarak belki dün belki önceki gün bulduran bilgisizlik, tarihin düşüncelerini tek başianna kalmış kişilerin bir anda bulduğu fanteziler olarak ele alıyorlar, çünkü bu düşünceler bu gazeteler için yenidir­ ler. Ve onlara yenileyin ulaşmışlardır; bilgisizlik, en yüce yurttaşlık niteliğinin, dinsel erdem değil, siyasal erdem olduğunu söylemek hafifliğini gösterdiği için, Montesqu­ ieu'yü açıkça suçlamayı görev bilen Sorbonne'lu doktorun eski rolünü kendi kendine yüklandiğini unutuyor; o, alınya­ zısı öğretilsin, askerlerin firanna yolaçacağı, böylece askeri disiplinin gevşeyeceği ve sonunda devletin dağılacağı baha­ nesiyle Wolffu ihbar eden Joachim Lange'nin rolünü yüklen­ diğini unutuyor; ensonu, o, Prusya medeni yasasının tam da bu "kurt"un* felsefi okulundan çıktığını, Napoleon yasasının da Eski Ahit'ten30 değil, Voltaire, Rousseau, Condorcet, Mi­ rabeau, Montesquieu ve Fransız devriminden çıktığını unu­ tuyor. Bilgisizlik bir şeytandır; daha bir sürü trajedi ayna­ masından korkulur; en büyük Yunan şairleri, onu, Mycene ve Thebes'in kral ailelerinin korkunç dramlannda trajik yaz­ gının çizgileri altında temsil etmekte haklıydılar. Ama eskinin anayasa hukuku profesörleri, devleti, içgü­ dülerden, gerek tutkudan, gerek toplumculuktan, ya da us* "Kurt" Almancada Wolf demektir; burada kurt ile filozof Wolft'un adı

arasında bir sözcük oyunu vardır. -ç.

32

tan -doğal ki toplumsal ustan değil de kişisel ustan- kur­ muşlarsa, eh, daha derin olan modem felsefenin bakış tarzı, devleti, bütünlük düşüncesinden çıkarıyor. Felsefe, devleti, içinde hukuksal, törel ve siyasal özgürlüklerin gerçekleşmesi gereken ve içinde devletin yasalarına uyan her yurttaşın bunu yapmakla kendi öz aklının, insanlık usunun doğal ya­ salanna uymaktan başka bir şey yapmadı� büyük organiz­ ma olarak görüyor. Sapienti sat.* Sonuç olarak, K.ölniscbe Zeitung'a felsefi bir veda sözcü­ ğüyle bir kez daha sesleniyoruz. Kendi yönünden "geçmiş za­ man"ın bir liberaline sarılmakta akıllılık etmişti. En uygun biçimde hem liberal hem gerici olunabilinir; bunun için her zaman yalmzca Vidocq'un "mahpus ya da gardiyan" ikile­ minden başka bir şey tanımayan en yakın geçmişin liberalle­ rine seslenmek için yeterince becerikli olmak yeter. En yakın geçmişin liberalinin bugünün liberaliyle savaşım vermesi daha da akıllıca bir işti. Taraf olmadan evrim olmaz, aynlık olmadan ilerleme olmaz. 179. sayının başyazısımn K.ölniscbe Zeitung için yeni bir çağ, kişilik çağım başlattıAlın umarız. Rh einisch e Zeitung W 195, 14 Temmuz 1842.

*

Bu kadan bilgeye yeter.

-ç.

33

[ ÜÇ ] HEGEL'İN HUKUK FELSEFESİNİN ELEŞTİRİSİNE KATKI. GİRİŞ31

KARL MARX

Almanya için d.inin eleştirisi esas olarak sona erdi, ve di­ nin eleştirisi tüm eleştirinin başlangıç koşuludur. Yanlışın kutsal-olmayan varlığı, göksel oratio pro aris et focis'i* çürütülür çürütülmez, saygınlığını yitiriyor. Cennetin düşsel gerçekliğinde, insanüstü bir varlık arayan ve orada kendi yansısmdan başka bir şey bulamayan insan, kendi asıl gerçekliğini aradığı ve kaçınılmaz olarak aramak zorunda kaldığı yerde, artık yalnızca insan-olmayan bir varlığın ken­ di görünüşünü bulmak eğiliminde olmayacaktır. Din-dışı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din de­ ğil, dini yapan insandır. Gerçekte, din, henüz kendi düzeyine erişmemiş ya da daha önce kendini yitirmiş olan insanın öz­ bilinci ve öz-duyumudur. Ama insan, dünyanın dışında her­ hangi bir yere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, in­ sanın dünyasıdır , devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu top-

* Kutsal yerlerin ve ocaklann savunulması üzerine söylev, yani kendi savunmasını yapmak. -ç. 34

lum, tersine çevrilmiş dünya-bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onlann kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın

point d 'honne­ uiü, * coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, törensel

düzeyine indirgenmiş mantığı, onun manevi

bütünleyicisi, avuncu ve aklanmasının evrensel temelidir. Din, insani özün düşsel gerçekleşmesidir, çünkü insani öz asıl gerçekliğe sahip değildir. Dolayısıyla dine karşı savaşım vermek, tinsel kokusu din olan dünyaya karşı, dolaylı ola­ rak, savaşım vermektir. Dinsel açlık, bir yandan gerçek açlığın dışavurumu, bir yandan da gerçek açlığa karşı

protestodur. Yaratığı bunai­

tan içli bir ezgi olan din, tinin dışlandığı toplumsal koşulla­ nn tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. O, halkiann afjronudur (Sie ist das Opium des Volks. ) Dini, halkın b u aldatıcı mutluluğunu ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemektir. Onun durumu konu­ sunda yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, onun yanılsa ­ .

maları gereksinen bir durumdan vazgeçmesini istemektir. tohum olarak, halesi din olan bu gözyaşlan vadisinin eleştirisidir. Öyleyse, dinin eleştirisi,

Eleştiri, zincirlerin üstünü örten imgesel çiçeklerin yap­ raklanm yoldu; bunu, insanı imgelem gücü olmayan, umudu kıran, zincirler taşıması için değil, zincirlerini atması ve yaşa­ mın çiçeklerini derlernesi için yaptı. Dinin eleştirisi, insanın

yanılsamadan kurtulmuş ve akıl çağına gelmiş bir insan ola­ rak kendi gerçekliğini düşünmesi, kendi gerçekliğini etkile­ mesi, onu biçimiendirmesi için, kendi çevresinde, yani gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için insanı yanılsamadan kur­ tanr. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen yanılsamalı güneşten başka bir şey değildir. Öyleyse tarihin görevi, gerçekliğin ötesindeki dünya bir kez ortadan kalktıktan sonra, bu dünyanın gerçekliğini kur­

maktır. İnsanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçimi bir kutsal-olmayan biçimlerinde

kez açığa çıkanldıktan sonra, * Onur

sorunu.

-ç.

35

kendine yabancılaşmanın maskesini indirmek tarihin hizme­ tinde olan felsefenin doğrudan görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tannbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dö­ nüşür. Bundan sonraki -bu çalışmaya bir katkı olan- incele­ me,32 önce oıjinali değil de , bir kopyayı, Alman devlet ve hu­ kuk felsefesini ele alıyor; bunun tek nedeni de Almanya ile ilgili olmasıdır. Almanya statu quo'sunun* kendisinden yola çıkılmak is­ tenseydi, ve hatta bu, yalnız uygun bir biçimde, yani onu yadsıyarak yapılsaydı, sonuç her zaman bir tarihe aykınlık (Anachronismus) olarak kalacaktı. Bugünkü siyasal duru­ mumuzun yadsınması, reddi bile, şimdiden tozlu bir gerçek olarak modem halkların tarihsel sandık odasında sıralanmış bulunuyor. Pudralı perukaları kabul etmesem, ben gene de pudrasız peruklardan kurtulamıyorum. Almanya'nın 1843 '­ teki durumunu yadsısam, kendimi Fransız takvimine göre, ancak 1789'da buluyorum, oysa güncel zamanın kalbinde bu­ lunmam gerekiyor. Evet, Alman tarihi, tarihsel gökkubbede hiçbir halkı ör­ nek almamış ve hiçbir halkın örnek almayacağı bir devinim­ le övünüyor. Çünkü modem halkların devrimlerini paylaş­ madık, ama restorasyonlarım paylaştık. Biz restorasyonu ta­ nıdık, çünkü birincisi başka halklar bir devrim yapmaya ce­ saret ettiler, ve çünkü ikincisi başka halklar bir karşı-devri­ me uğradılar; birincisinde efendilerimiz korktukları için, ikincisinde efendilerimiz korkmadıkları için. Başımızda ço­ banlarımız, özgürlükle yalnızca bir tek gün birlikte olduk, o da toprağa verildiği gün . Bugünün alçaklığını dünün alçaklığıyla aklayan bir okul, eski çağiann kanıtı olan kırbaç, tarihsel ve kalıtsal bir kır­ baç olur olmaz, kırbaca karşı serlin en küçük çığlığını ayak­ lanma olarak niteleyen bir okul, tarihin, İsrail tannsının hizmetkan Musa'ya yaptığı gibi, yalnızca kendi a posterio* Güncel durum, statüko. -ç.

36

ri 'sini (sonsal) gösterdi� bir okul vardır: bu okul tarihsel hu­ kuk okuludur ;33 demek ki, kendisi Alman tarihinin bir bulu­ şu olmasaydı, Alman tarihini o bulmuş olacaktı. O, halkın kalbinden kopanlmış etin her libresi için, bu inancı kucakla­ yan ve bu inancın görünüşleri üzerine, tarihsel görünüşü üzerine, Alman-hıristiyan görünüşü üzerine ant içen bir Shylock'tur, ama uşak bir Shylock.34 Buna karşın� özgürlüğümüzün tarihini, kendi tarihimi­ zin ötesinde, en eski töton ormanlannda arayan, kanıyla tö­ tonsever ve kafasıyla liberal coşkulu kalenderler de vardır. Ama yalnızca ormanlarda bulunabiliyorsa, o zaman, özgür­ lüğümüzün tarihi ile yaban domuzunun özgürlüğü arasmda ne fark vardır? Ayrıca çı!tlıklanan sözleri, ormanın yalnızca yankıladı� çok iyi bilinir. Ö yleyse tötonlann eski orman­ lannı bırakalım, öyle kalsın! Almanya'nın konumuna Savaş/ Kuşkusuz! Bu konum ta­ rih düzeyinin altındadır, her eleştirinin altındadır, ama cani­ nin insanlık düzeyinin altmda olup da celladın ilgilenmesi gereken bir nesne olarak kalması gibi, bu konum da, eleştiri konusu olarak durmaktadır. Bu konuma karşı savaşımda eleştiri, kafanın tutkusu de�, tutkunun kafasıdır. Bir ana­ tomi neşteri de�l, bir silahtır. Konusu, çürütmek istedi� de­ ğil, yoketmek istedi� düşmamdır. Çünkü bu konumun zih­ niyeti artık çürütülmüştür. Artık kendinde ve kendisi için düşün ölmeye değer bir konu de�ldir, ama horgörülecek ol­ d$ kadar da horgörülen bir varlık oluşturmaktadır. Eleşti­ rinin, kendili�nden, bu konuyla tam bir uyum içinde olmaya gereksinimi yoktur, çünkü onunla ilişkileri açıklııta çıkanl­ mıştı. Artık kendiliğinden bir amaç olarak de�l, yalnızca, bir araç olarak geçiniyor. Onu canlandıran esas duygu öfke­ lenme esas görevi de muhbirliktir. Sözkonusu olan, yalnızca kendi değersizliği.ni hükümet yapan, her deıtersizliğin canlı olarak korunduğu bir hükümet sistemiyle hemen hemen tamamen çevrilmiş bulunan, kendi­ ni hem tanıyan hem tanımayan darkafalılı�n, genel ama edilgin bir hoşnutsuzlu�, toplumsal bütün alanların birbir-

37

leri üzerindeki boğucu baskısının bir tablosunu çizmektir. Ama ne tablo! "Önemsiz antipatileri, vicdani rahatsızlık­ lan ve kaba bayağılıklan nedeniyle birbirleriyle karşı karşı­ ya gelen, birbirlerine karşı açıkça ikircikli ve kuşkulu davra­ nan, değişik formalitelerle efendileri tarafından ayrıcalıklı yaratıklar oiarak muamele görseler bile, hepsi, aynksız, eşit­ lik isteyen çok çeşitli ırkiara sonsuz ve sürekli olarak bölünen toplum. Ve bunlar, egemen olma, yönetme, mülk sahibi olma olgusunu bile bir taıın ayrıcalığı olarak kabul etmek ve bunu itiraf etmek zorundalar! Öbür yandan da, büyüklükleri, on­ lann sayılanyla ters orantılı olan kendi hükümdarlan var! Böyle bir konumu ele alan eleştiri, tam kavga içinde bir eleştiridir, ve kavgada sözkonusu olan, hasmın soylu olup ol­ madığını, doğuştan sizinle eşit olup olmadığını bilmek değil, onu vurmaktır. Sözkonusu olan, Almanlara bir tek yanılma ve vazgeçme anı bırakmamaktadır. Gerçek baskıyı, buna baskının bilincini ekleyerek daha ağırlaştırmak, utancı açığa vurarak daha çok utanç verici duruma getirmek gerekir. Al­ man toplumunun her al anını , Alman toplumunun partie bonteuse 'ü* olarak çizmeli, bu taşiaşmış koşullan, ona kendi şarkısını söyleyerek, onu eyleme geçmeye zorlamalıdır! Hal­ ka cesaret vermek için kendi kendinden korkmasını öğret­ mek gerek. Böylece Alman halkının kaçınılmaz gereksinimi giderilecektir ve halkiann gereksinimleri, bunlann gideril­ melerinin arkasındaki kendi nedenleridir. Alman statu quo sunun sınırlı içeriğine karşı bu savaşım, modern halklar için bile ilgi duyulmayan bir olay olamaz, çünkü Alman statu quo'su a n c i e n r e g i m e'in** içten ger­ '

çekleşmesi, eski rejim de modern devletin kus urun un sak­ landığı yerdir. Almanya'da şimdiki siyasal duruma karşı sa­ vaşım, modern halkiann geçmişine karşı savaşırndır ve bu geçmişin anılan onlan hala rahatsız etmektedir. Onlar için, kendileri ile trajedisini gördükleri eski rejimin, bir Alman hayaleti olarak komedi oynamasını görmek öğreticidir. Ger* Utanç verici bölüm. -ç.

** "Eski rejim" deyimi bütün metinde Fransızcadır. -ç.

38

çekten de eski rejimin tarihi, eski rejimin dünyasımn önce­ den varolan gücü olduğu ve öte yandan da özgürlük kişisel bir kavram olduğu sürece, yani eski rejim bizzat kendi haklı­ lığına inandığı ya da inanmak durumunda olduğu sürece trajikti. Eski rejim, dünyanın varolan düzeni olarak, kendi­ sinden oluşacak bir dünyaya karşı savaşım verdiği sürece, kişisel bir yaniışı değil, evrensel tarihsel bir yaniışı temsil ediyordu. Bunun içindir ki, yıkılışı trajik oldu. Buna karşın, bugünkü tarihe aykın, evrensel olarak ka­ bul edilmiş bütün belitlerle apaçık çelişkide olan eski rejimin hiçliğini dünyanın gözleri önüne seren Alman rejimi, yairuz­ ca kendi kendine inandığım sanıyor ve dünyanın aynı ku­ runtuyu paylaşmasım istiyor. Kendi öz varlığına inansaydı, onu, yabancı bir varlığın görünüşü altında saklamayı düşü­ nür, kurtuluşunu ikiyüzlülükte ve safsatada arar mıydı? Mo­ dern eski rejim, artık gerçek kahramanlan ölmüş bir siyasal düzenin komedyeninden başka bir şey değildir. Tarih işinin ustasıdır, eskimiş bir biçimi toprağa koyduğu zaman, [bu biçim] pek çok aşamadan geçmiş olur. Dünya tarihinin aşıl­ mış bir biçiminin en son aşaması, onun kom edisidir. Aşil'in zincire vurulmuş Prometeus'unda trajik bir biçimde ölesiye yaralanmış olan Yunan tannlan, Lucien'in söyleşilerinde, yeni, bu kez komik bir ölüme daha katlanmak zorunda kal­ dılar. Tarih niçin böyle bir yol izler? Insanlığın, geçmişinden m utlu olarak ayrılması için. Tarihsel yazgı olan her mutlu­ luğu, biz, Alman politik gücü için istiyoruz. Bununla birlikte, modern politik ve toplumsal gerçeğin kendisi eleştirinin konusu olmaz, dolayısıyla, eleştiri gerçek­ ten insan sorunlarına yükselir yükselmez, kendini Alman statu q u o sunun dışında buluyor, yoksa, konusunu kendi ko­ nusunun altında arayacaktır. Bir örnek: sanayinin, genel olarak zenginlik dünyasımn politik dünyayla ilişkileri mo­ dern çağın temel bir sorunudur. Bu sorun, acaba Almanlan hangi biçim altında düşündürmeye başlıyor? Ulusal ekono­ minin korumacılığı, yasaklayıcı sistem biçimi altında. Töton­ tutkuculuğu madde uğruna insam bıraktı ve işte böylece pa39

mukçu şövalyelerimiz ve demir kahramanlanmız bir sabah yurtsevedere dönüşmüş olarak uyandılar. Dolayısıyla, Al­ manya'da, dışa karşı, tekele egemenlik verilerek, içerde, onun egemenliği tanınmaya başlanıyor. Bir başka deyişle, Almanya, Fransa'da ve İngiltere'de sona erdirilmeye hazırla­ nılan yerden başlamaya hazırlanıyor. Bu ülkelerin teorik olarak savaşım verdikleri ve bu ülkelerde artık yalnızca zin­ ciriere katlanıldığı gibi katlanılan eski kokuşmuş düzen, Al­ manya'da kurnaz* teoriden acımasız uygulamaya geçmeye bile ancak cesaret eden güzel bir geleceğin ışıldayan tanyeri gibi selamlanıyor. Fransa'da ve Ingiltere'de ortaya konan se­ çenek, ekonomi politik ya da toplumun zenginlik üzerinde egemenliği olduğu sırada, bu, Almanya'da ulusal ekonomi ya da özel mülkiyetin ulus üzerinde egem enliğidir Yani Fransa ve İngiltere'de sözkonusu olan, sonuçlannın en sonu­ na gitmiş olan tekelin ortadan kaldınlması, Almanya'da sözkonusu olan tekelin sonuçlannın en sonuna gidilmesidir. Orada sözkonusu olan çözümü bulmak, burada sözkonusu olan çatışmayı kışkırtmak. Bu, modem sorunlann Alman biçimi üzerinde yeterli bir örnektir; bu örnek, tarihimizin, nasıl, beceriksiz bir acemi gibi, şimdiye dek görev olarak, yalnızca ötekilerden sonra çok fazla yinelenmiş tarihsel de­ neyimleri yeniden vurgulamak olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Alman gelişmesi bütünlüğü içinde Al­ manya'nın siyasal gelişmesinin düzeyini aşmasaydı, bir Al­ man, güncel sorunlara, en çok, bir Rusun kanşabildiği kadar kanşabilirdi. Ama tek olarak birey, ulusun sınırlanyla bağlı değilse, ulusun genel olarak tümü, bir bireyin özgürleşme­ siyle henüz çok az özgürleşiyor. lskitlerin, Yunan kültürüne doğru bir adım atmalannın nedeni, Yunan filozoflan arasın­ da bir İskitin36 bulunmuş olması değildi . . Ne mutlu ki, biz Almanlar, Iskit değiliz. Antikçağın halklan kendilerinin tarih-öncesini mitoloji­ de imgelemle geçirdikleri gibi, biz Almanlar da tarihimizi .

* Kumaz, Alınaneada Jistig'dir; burada sözcük oyunu var.35 -ç.

40

Friedrich List adı

üzerinde bir

felsefede düşünmekle geçirdik Felsefi planda, tarihsel ola­ rak çağdaş olmamakla birlikte, güncelliğin ça�daşlanyız. Al­ man felsefesi, Alman tarihinin düşünsel devamı dır. Yani gerçek tarihimizin reuvres in comple tes'leri * yerine, düşünsel tarihimizin, yani felsefenin ölüm sonrası yapıtlannın eleşti­ risini yapsak, eleştirimiz , güncelliğin, that is the question** dediği sorunlann merkezinde bulunacaktır. llerlemiş halk­ larda modern politik durumla pratik çatışma oluşturan şey, böyle bir durum un daha hala varolmadı� Almanya'da, ilk planda böyle bir durumun felsefi yansısıyla eleştirel çatış­ madır. Alman hukuk ve devlet felsefesi, resmi modern güncelli­ ğin al pari [düzeyinde] bulunan tek Alman tarihidir. Yani Al, man halkı bu düş-tarihini de, bugün tanıdı� fiili duruma ek olarak hesaba katmak, ve yalnızca varolan durumu değil, onun soyut devamını da eleştiriye tabi tutmak zorundadır. Alman halkının geleceği, ne gerçekten yaşadığı siyasal ve hukuksal koşullann do�dan yadsınmasıyla ne de düşün­ dü� koşullann do�dan gerçekleştirilmesiyle sınırlana­ bilir, çünkü bu düşünd� koşullar gerçek yaşam koşullan­ nın doğrudan yadsınmasını gerektirmektedirler; düşündü� koşulların do�dan gerçekleştirilmesine gelince, bunu kom­ şu halklan gözlemleyerek, şimdiden nerdeyse geride bıraktı. Demek ki, Almanya'da pratik siyasal parti, felsefenin yad­ . sınmasmı istemekte haklı. Yanlışı, bu istek değil, gerçekleş­ tirmediği ve ciddi olarak gerçekleştiremeyeceği bir istekle yetinmesidir. Bu yadsımayı, felsefeye sırtını çevirerek ve bir horgörü edasıyla ona öfkeli ve beylik birkaç türnce savurarak gerçekleştireceğine inanıyor. Bu, bu partinin, felsefeyi Al­ man gerçeğinin bir parçası olarak saymadığını, ya da onu Al­ man pratiğinin ve dolayısıyla bu pratiğin kullandı� teorile­ rin altındaymış gibi düşündü�nü ortaya koyan tarihsel ufuk darlığıdır� Gerçek yaşam tohumlanndan başlamamızı istiyorsunuz, ama Alman halkının gerçek yaşam tohumunun * Tamamlanmamış yapıtlar. ** Işte sorun bu! -ç.

-ç.

41

bugüne değin yalnızca kafatasının içinde bulunan beyninde çoğaldığını unutuyorsunuz. Kısacası felsefeyi gerçekleştir­

meden ortadan kaldıramazsınız. Aynı yanlış, bu kez tersine çevrilmiş etkenlerle, hareket noktası felsefe olan teorik siyasal parti tarafından yapıldı. Bu parti, felsefenin Alman dünyasına karşı eleştirel sa­ vaşımını, yalnızca güncel savaşımı içinde gördü; o, gelenek­ sel bu dünyanın kendisine ait olduğunu, ve onun yalnızca düşünsel tamamlayanı olduğunu anlamadı. Felsefeyle aynı varsayımlardan hareket ederek ve felsefe tarafından elde edilmiş sonuçlarda durarak ya da başka yerlerden elde edi­ nilmiş istek ve sonuçlan felsefenin doğrudan istek ve sonuç­ lan olarak sunarak, sahibine karşı eleştirel, ama kendine karşı eleştirel olmayan bir tutum takınıyordu; oysa felsefe­ nin doğrudan istek ve sonuçlan -haklı olduklan kabul edi­ lirse- ancak bugüne değin felsefenin yadsınmasıyla, felsefe olarak felsefenin yadsınmasıyla bulunabilirdi. Bu partinin daha aynntılı bir tanımlamasını yapmayı düşünmüyoruz. Başlıca kusuru şöyle özetlenebilir: o, felsefeyi ortadan kal­

dumadan gerçekleştirebileceğini sandı. Hegelin en tutarlı, en zengin ve en sonuncu metnini ver­ miş olduğu Alman Devlet ve Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, hem modern devletin ve onunla ilgili gerçeğin eleştirel ince­ lenmesi, hem de Alman siyasal ve hukuksal bilincinden önce­ ki her tarzın kararlı yadsınmasıdır; kurgu] h ukuk felsefesi bu bilincin en üstün, en evrensel, bilim düzeyine çıkanlmış ifade­ sini oluşturmaktadır. Gerçeği ötelerde kalan (bu ötelerde yal­ nızca Ren'in ötelerinde de kalsa) modern devleti, böyle soyut, yüce bir biçimde düşünme, yani kurgul hukuk felsefesi, yal­ nızca Almanya'da doğabilirdi; ama tersine gerçek insanı hesa­ ba katmayan modern Alman devlet ideolojisi, modern devletin kendisi gerçek insanı hesaba katmadığı için ve hesaba kat­ madığı sürece, ya da eksiksiz insanı yalnızca imgelem tarzın­ da tatmin ettiği için ve ettiği sürece olanaklıydı. Politikada başka halklann yaptıklannı Almanlar düşündüler. Almanya onlann teorik manevi bilinçleriydi. Düşüncenin soyutlanması

42

ve gururunun yükselmesi her zaman Alman gerçekliğinin darlığı ve kabalığıyla birlikte gitti. Alman devlet sisteminin statu quo su eksiksiz eski rejimi ifade ediyorsa -bu, modem devletin etinin en derinine batınlmış dikendir-, Alman dev­ let biliminin statu quo su da, modem devletin, eksikliğini, onun kendi etinin kusurluluğunu ifade ediyor. Alman politik bilincinin geleneksel tarzının kararlı kar­ şıtı olarak da olsa, kurgul hukuk felsefesinin eleştirisi, sonu­ ca, kendisinde değil de, sorunlarda vanyor, dolayısıyla, çözü­ me ancak olanaklı olan tek bir araçla ulaşıyor: Pratikle. lşte sorusu: Almanya, a la bauteur de principes'te* bir pratiğe, yani onu yalnızca modem halkiann resmi düzeyine değil, aynı zamanda, bu halkiann çok yakın geleceği olan in­ sanlık yüceliğine yükselten bir devrime varabilir mi? Kuşkusuz, eleştirinin silahı silahiann eleştirisinin yerini alamaz, maddi güç ancak maddi güç tarafından yenilebilir, ama teori de, yığınlan sarar sarmaz maddi bir güç durumu­ na gelir. Teori, ad bominem** kanıtlar kanıtlamaz, yığınlan sarabilir, ve radikal duruma gelir gelmez de, ad bominem kanıtlarnalara başlar. Radikal olmak, işleri kökünden kavra­ maktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir. Alman teori­ sinin radikalizminin, dolayısıyla pratik eneıjisinin açık kamtı, hareket noktasımn kararlı ve olumlu bir biçimde di­ nin ortadan kaldınlması olmasıdır. Dinin eleştirisi, insan için en yüce varlık insandır öğretisine, yani insanı aşağılan­ mış, köleleştirilmiş, horgörülecek bir varlık haline getiren, köpekler üzerine bir vergi konması dolayısıyla bir Fransızın "Zavallı köpekler! Size insanlar gibi davranmak istiyorlar! " diyerek en güzel biçimde karakterize ettiği tüm toplumsal ilişkilerin devrilmesi için kesin buyruğa yolu açar. Tarihsel olarak da, teorik kurtuluşun Almanya için özgül pratik bir anlamı vardır. Almanya'mn devrimci geçmişi ger­ çekten de teoriktir, Reformdur. Eskiden rabibin beyninde ol­ duğu gibi, devrim şimdi de filozofun beyninde başlıyor. * likelerio düzeyinde. -ç. ** "Ad hominem" kanıtlamak, kanıtlamayı karşıdaki kişinin kendi söz ya da eylemlerine dayandırmak anlamına gelir. -ç. 43

Kuşkusuz, Luther, bağımlılıktan gelen köleliği, onun ye. rine inançtan gelen köleliği getirerek yendi. lnancın otorite­ sini canlandırarak, otoriteye inancı kırdı. Laikleri papazlara dönüştürerek papazlan laiklere dönüştürmüş oldu. Din duy­ gusunu insanın içinde oluşturarak, insanı dıştan gelen din duygusundan kurtardı. Beden zincirlerinden kurtanlmıştı, çünkü yürek zincire vurulmuştu. Her ne kadar, protestanlık gerçek çözüm olmadıysa da, sorun, doğru biçimde konmuş oldu. Artık sözkonusu olan, laik insanın, kendi dışında olan papaz ile savaşımı değil, ama kendi içindeki papaz ile, kendi papaz niteliği ile sava­ şımıydı. Ve nasıl ki, Alman laiklerinin papazlara dönüşümü -ki bu protestanlı�ın eseridir- bütün ayrıcalıklı ve darka­ falı burjuva papaz sınıflanyla birlikte şu laik papalan, prensleri özgürlüğe kavuşturmuşsa, papaz egemenliği yanlı­ sı Almaniann filozofik insanlara dönüşümü de halkı özgür­ lüğe kavuşturacaktır. Ama nasıl ki, kurtuluş prenslerle sı­ nırlı kalmayacaksa, menkul maliann laikleştirilmesi de, özellikle ikiyüzlü Prnsya'nın yapmış oldu� gibi, kilise soy­ gunuyla da sınırlı kalmayacak. Zamanında, Köylüler Savaşı, bu Alman tarihinin en radikal olayı, tannbilim tarafindan başansızlığa u�atılmıştı. Tannbilimin kendisinin de başan­ sızlığa uğradıltı bugün, Alman tarihinin en az özgür olayı, statu q uo' muz , felsefeye çarpıp kınlacaktır. Reformun öngü­ nünde, resmi Almanya, Roma'nın en sadık uşa(tıydı. Devri­ min öngününde resmi Almanya, Roma'dan daha önemsiz olanlann, Prnsya'nın ve Avusturya'nın, toprakbeylerinin ve darkafalı burjuvalann en sadık uşa�dır. Bununla birlikte, özsel bir güçlük, köklü bir Alman devri­ mini engelliyor gibi görünüyor. Devrimlerin, gerçekten de, edilgen bir öğeye, maddi bir temele gereksinimleri vardır. Teori, bir halkta, halkın gerek­ sinimlerinin gerçekleşmesi olduğu ölçüde gerçekleşir. Alman düşüncesinin istekleri ile Alman gerçekliğinin yanıtlan ara­ sındaki pek büyük karşıtlık, sivil toplum ile devlet arasında ve kendi kendisi arasında aynı karşıtlığa yol açmayacak mı?

44

Teorik gereksinimler hemen pratik gereksinmeler olacak mı? Düşüncenin kendini gerçekleştirmeye yönelmesi yetmez, gerçeğin kendisinin de düşünce olmaya yönelmesi gerekir. Oysa Almanya siyasal özgürlüA"e kavuşmanın ara basa­ rnaklanın modern halklarla aynı zamanda aşmadı. Teoride aştıA"ı basarnaklara bile pratikte henüz erişmedi. Nasıl ola­ cak da, yalnızca kendi öz engellerini değil, aynı zamanda mo­ dern halkiann engelleri, yani ona kendi gerçek engellerin­ den kurtulma gibi görünmesi gereken ve bu yüzden erişmeye çalışmak zorunda olduA-u engelleri de tek bir salto martale [ölüm sıçrayışı] ile aşacak? Köklü bir devrim, yalnızca köklü gereksinimierin devrimi olabilir; böyle bir devrimin de önko­ · şullan ve elverişli bir alanı yok görünüyor. Bununla birlikte, Almanya, modern halkiann evrimine, bu evrime damga vuran gerçek savaşırnlara etkin olarak ka­ tılmadan, düşüncesinin soyut etkinliğiyle eşlik etmekle ken­ disini sınırlaınış olsa da, bu evrimin zevklerini ve kısmi do­ yumunu tatmadan, acılarım paylaşmıştır. Bir yanın soyut etkinliğinin karşılıA"ı, öbür yanın soyut acısıdır. Onun için Almanya, Avrupa özgürlüğünün düzeyine hiç erişmeden ön­ ce, bir sabah kendisini Avrupa'nın çöküşünün başlangıç dü­ zeyinde bulacaktır. Onu hıristiyanlıA"ın hastalıklanyla kemi­ rilmiş bir fetişiste benzetrnek olanaklı olacaktır. İlkönce Alman hükümetlerini ele alırsak, bugünkü koşul­ lann, Almanya'nın konumunun, Alman kültürünün durumu­ nun ve ensonu kendi mutlu içgüdülerinin etkisiyle, yarar­ l arını pek bilmediğimiz modem siyasal dünyanın uygar ku­ surları ile bütünüyle yararlandıA"ırmz eski rejimin kötü olan barbar alışkanlıklannı birleştirmeye zorlandıklannı görürüz; dolayısıyla Almanya kendi statu quo'sunun dışındaki bu dev­ let biçimlerinin akıllılıA"tnı olmasa bile, akılsızlıA"ını her geçen gün biraz daha paylaşmak zorundadır. Örneğin dünyada, anayasal denilen Almanya'dan başka, anayasal rejimin ger­ çekliklerini paylaşmaksıznı bütün yanılgılannı bu denli saf­ lıkla paylaşan bir başka ülke var mıdır? Ya da basın özgürlü­ A'ünü koşul olarak kabul eden Fransız Eylül Yasalannın37 iş-

45

kencesini, sansür işkencesiyle birleştirme fikri zorunlu ola­ rak, bir Alman hükümetinin buluşu olması gerekmez miydi? Roma Panteon'unda bütün ulusların tanrılan bulunduğu gi­ bi, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunda da bütün hükü­ met biçimlerinin günahlan bulunacaktı. Bu seçınecilik bugü­ ne değin kuşku duyulmamış bir düzeye erişecektir: bunun ke­ fili özellikle bir Alman kralının38 politik-estetik oburluğudur; bu hükümdar, feodal ya da bürokratik, mutlak ya da anaya­ sal krallığın bütün rollerini oynamak istiyor; bunu halkın aracılığıyla değilse de en azından kendi öz kişiliğinde, halk için değilse en azından kendisi için yapmak istiyor. Almanya, dünyaya özgü bir duruma gelmiş bulunan bugünkü politik gerçekliğin eksikliklerini, bugünkü politik gerçekliğin genel engelini devirmeden, Alman'a özgü engelleri deviremez. Bu, Almanya için bir düş olan köklü devrim değil, insa­ nın evrensel kurtuluşu değil, daha çok, kısmi bir devrim, yalnızca politik bir devrim, yapımn direklerini ayakta bıra­ kan devrimdir. Kısmi, yalmzca siyasal olan bir devrim neye dayanır? Şuna: uygar toplumun bir bölümü bağlanndan kur­ tuluyor ve toplumun tümüne egemen olmayı başanyor; belir­ li bir sımf, özel durumundan başlayarak, toplumun genel olarak özgürlüğe kavuşmasına çalışıyor. Bu sınıf tüm toplu­ mu kurtanyor, ama bunu yalnız bütün toplumun bu sınıfın durumunda bulunması, yani paraya ve kültüre sahip olması, ya da bunlan istediği gibi elde edebilecek bir durumda olma­ sı koşuluyla kurtanyor. Uygar toplumun hiçbir sımfı, kendisinde ve kitle içinde coşkulu bir atılımın birleştirdiği ve birbirine yakınlaştırdığı, kanştırdığı ve bu toplumun genel temsilcisi olarak kendini duyurnsattığı ve kabul ettirdiği bir harekete yolu açmadan, istekleri ve haklan, gerçekten toplumun kendi istekleri ve haklan olan, gerçekten toplumsal ruh ve toplumsal yürek olan bir harekete yolu açmadan, bu rolü oynayamaz. Toplu­ mun genel haklan adına yalnızca özel bir sınıf, genel üstün­ lüğü üstlenebilir. Bu kurtancı konumunu ele geçirmek ve böylece kendi öz alanı yaranna toplumun bütün alanlannı

46

politik sömürüsü altına almak için, devrimci eneıji ve kendi zihni anlayışı yeterli olmuyor. Bir halkın devrimi ile buıjuva toplumun özel bir sınınnın özgürlüğe kavuşmasının örtüş­ ınesi için, toplumsal katmanlardan birinin tüm toplumun katmanı olarak kendini kabul ettirmesi, buna karşılık, top­ lumun bütün kusurlannın başka bir sınıfta toplanması gere­ kir; evrensel köleliğin somutlaşması, evrensel skandal düze­ ni gibi özel bir düzen olması gerekir; kendisinin evrensel öz­ gürlüğe kavuşması olarak görünen bu alandan kurtulacağı türde bütün toplumun apaçık suçun u temsil eden özel bir alanın olması gerekir. Tek bir katmanın, par excellence* öz­ gürlüğe kavuşturan katman olması için, başka bir katmanın da apaçık boyunduruk altına alan katman olması gerekir. Fransız soyluluğunun ve Fransız papaz sınıfının genel ve ne­ gatif önemi onlara en yakın olan ve onlara karşı olan sınıfın, buıjuvazinin genel ve pozitif önemini belirlemiş oldular. Oysa, Almanya'da her özel sınıfın eksikliği, yalnızca top­ lumun negatif orunlayıcılan olarak kabul edilebilecek olan tutarlılığın, sertliğin, yürekliliğin, katılığın eksikliği değildir. Her katmanın, bütün eksiklikler kadar, halkın ruhuyla bir an için olsa da kendi ruhunun özdeşleştiği bir yücelikten, po­ litik etkisi için maddi gücü coşturmamn başını çeken bu de­ hadan, ben hiçbir şey dejilim, ve her şey olmalıyım39 belgisi­ nin hasmına bir meydan okuma olarak ileri süren bu devrim­ ci yüreklilikten de yoksun olmasıdır. Bireylerin ve aynı za­ manda sırnilann Alman ahlakının ve dürüstlüğünün başlıca öğesini, gerçekte, kendi sımrlılığım ileri süren ve bu sırurlı­ lığın kendisine karşı kullanılmasım sessizce geçiştiren u tan ­ gaç bencillili oluşturur . Bunun içindir ki, Alman toplumu­ nun değişik kesimlerinin ilişkileri, dramatik degil, ama epik­ tir. İçlerinden herbiri, bir baskıyla karşı karşıya kalır kalmaz değil de, koşullar, hiçbir etkisi olmadan kendisinin baskı ya­ pabileceği daha aşağı bir toplumsal katman yaratır yaratmaz kendi kendinin bilincine sahip olmaya ve özel tutkulanyla ötekilerinin yaruna yerleşmeye başlıyor. Ahlaki planda Al* En üstün düzeyde.

-ç.

47

man orta sını.finın kendine güveni bile yalnızca bütün öteki sınıflann orta düzeyde darkafahlığının temsilcisi olma bilin­ cine dayanıyor. Tahta mal a propos* çıkan yalnızca Alman krallan değildir; utkulannı kutlamadan önce yenilgiyi tadan, onlan durduran engeli geçmeden önce kendi öz engellerini di­ ken, kendi cimri doğasını ileri sürmeden önce cömert doğası­ nı ileri sürebilmeyi gösteren uygar toplumun bütün kesimle­ ridir; öyle ki, büyük bir rol oynama fırsatı daha sezilmeden önce her zaman geçmiş oluyor, ve öyle ki, her sınıf kendi üs­ tündeki sınıfla savaşıma başlar başlamaz, kendini altındaki sınıfla karşı karşıya getiren savaşımın içine dalmış oluyor. Bunun içindir ki, prenslar krallığa karşı savaşıyorlar, bürok­ rasİ soyluluğa karşı savaşıyor, buıjuva onlann hepsine karşı, proleter de şimdiden buıjuvaya karşı savaşıma giriyor. Orta sınıfl0 kendi açısından özgürlüğe kavuşma fikrine henüz sa­ nlmışken, siyasal teorinin ilerlemesi gibi toplumsal koşulla­ nn evrimi, şimdiden bu görüş açısının eskimiş, ya da en azın­ dan çözümünün sorunlu olduğunu duyuruyor. Fransa'da her şey olmayı isternek için bir şey olmak ye­ terlidir. Almanya'da her şeyden vazgeçmek zorunda kalma­ mak için hiç bir şey olmamak gerekir. Fransa'da kısmi öz­ gürlüğe kavuşma, evrensel özgürlüğe kavuşmanın temelidir. Almanya'da evrensel özgürlüğe kavuşma her kısmi özgürlü­ ğe kavuşmanın conditio sine qua non'udur. * * Eksiksiz özgür­ lük, Fransa'da aşamalada özgürleşme gerçeğinden, Alman­ ya'da bunun olanaksızlığından doğacaktır. Fransa'da halkın her sınıfı siyasal bir idealisttir, ve kendi kendinin bilincine önce özel bir sınıf olarak değil de, genel olarak, toplumsal ge­ reksinimlerin temsilcisi olarak vanr. Özgürlüğe kavuşturo­ cu rolü, demek ki, dramatik bir hareketle, toplumsal özgür­ lüğü, artık insanın dışında olmakla birlikte insan toplumu tarafından yaratılmış bazı koşullan önceden yerine getiril­ miş varsayarak değil, tersine, insan varlığının tüm koşulla­ nnı toplumsal özgürlük temelinde örgütleyerek gerçekleşti* Damdan düşer gibi. -ç. ** Zorunlu koşul. -ç.

48

ren sınıfa varmadan, Fransız halkının sırasıyla değişik sınıf­ Ianna düşmektedir. Buna karşın, pratik yaşamın akıldan yoksun olduğu kadar tinsel yaşamın da pratikten yoksun olduğu Almanya'da, uygar toplumun hiçbir sınıfı, şimdiki durumu, maddi zorunluluk ve kendi zincirleri tarafından zorlanmadan, genel özgürlüğe kavuşmayı yönetmeye ne ge­ reksinim duyuyor ve ne de onun bunu yapacak yeteneği var. Öyleyse Alman kurtuluşunun olumlu olanağı nerede bu­ lunuyor? Yanıt: bir sivil-buıjuva toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, bütün katmaniann erimesi olan bir kat­ manın, acılannın evrenselliğiyle evrensel bir nitelig-e sahip olan ve kendisine özel bir haksızlık gösterilmeyip haksızlıtın bizzat kendisi gösterildiği için özel hak istemeyen, artık ta­ rihsel bir unvanla değil yalnızca insancıl bir unvanla övüne­ bilecek, yalnızca sonuçlarla çelişkide olmayıp Alman siyasal rejiminin önceden varolan koşullanyla sistematik çelişkide olan bir toplum kesiminin, ensonu, kendini toplumun öteki bütün kesimlerinden özgürleştirmeden ve dolayısıyla toplu­ mun bütün kesimlerini özgürlüğe kavuşturınadan kendi öz­ gürlüğüne kavuşamayacak olan, kısacası, bir sözcükle, in­ sanın eksiksiz yıkımı olan ve bu yüzden insanın eksiksiz bir yeniden elde edilmesi olmadan kendini yeniden kazanama­ yacak bir toplum kesiminin, köklü zincirlere sahip bir sınıfın oluşmasında. İçinde toplumun bu çözülümünün gerçekleşe­ ceği özel katman, proletaryadır. Sanayisel hareketin kapıya dayanmasıyla, proletarya, or­ taya çıkmaya başlıyor. Çünkü doA"al olarak ortaya çıkan yoksullann ve hıristiyan-Germen serllerin giderek proletar­ yanın safianna kanştıklan kesin olmasına karşın, proletar­ yayı oluşturanlar, doğal olarak ortaya çıkan yoksullar değil, yapay olarak yoksullaştınlmış olanlardır; toplumun ağırlığı altında mekanik olarak ezilen insan kitleleri değil, toplumun acılı ve hızlı dağılmasıyla, ve özellikle de orta sınıfın dağıl­ masıyla ortaya çıkan insan kitlesidir. Dünyanın bugüne kadarki düzeninin datıJdığını duyu-

49

rurken, proletarya, kendi öz varlığının gizini açıklamaktan başka bir şey yapmıyor, çünkü o, dünyanın bu düzeninin gerçek dağılımının kendisi oluyor. Proletarya, özel m ülkiye­ tin yadsınmasını isterken toplumun proletarya için ilke ola­ rak koyduğunu, kişileştirdiğini, toplumun ilkesi düzeyine yükseltmekten başka bir şey yapmamıştır; bu, onun etkisi bile olmadan, toplumun negatif sonucu olarak onda daha ön­ ce somutlaşmıştır. O zaman gelecekteki dünyaya göre prole­ ter, varolan dünyaya göre attan kendi atı diye sözeder gibi, halktan kendi halkı diye sözederken, Alman kralıyla aynı hakka sahip olma durumundadır, kral, halkın kendi özel mülkiyeti olduğunu ilan ederken, özel mülk sahibinin kral olduğunu ifade etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Felsefenin proletaryada maddi silahlanın bulması gibi, proletarya da felsefede zihinsel silahla'nm buluyor, ve dü­ şüncenin yıldınmı bu hilesiz halk toprağının derinine vurur vurmaz, Almanlann özgürleşmesi insanlar olarak tamam­ lanmış olacaktır. Vanlan sonucu özetleyelim: Almanya'mn pratik olarak olanaklı tek kurtuluşu, in­ samn en yüksek varlık olan insan için olduğunu açıklayan teoriye göre kurtuluşudur. Almanya'da ortaçağdan kurtul­ mak, ancak, aynı zamanda, ortaçağın aşamalanndan kısmen kurtulmakla olanaklıdır. Almanya'da köleliğin hiçbir biçimi, bütün köleliğin her biçimi kınlmadan kınlamaz. Tamamıyla tam olgunlaşmış Almanya tepeden tırnağa devrim yapma­ dan, devrim yapamaz. Alman 'ın özgürlüğe kavuşması, insa­ nın özgürlüğe kavuşmasıdır. Bu özgürleşmenin başı felsefe­ dir, kalbi de proletarya. Felsefe, kendini, proletarya ortadan kalkmadan gerçekleştiremez, proletarya felsefeyi gerçekleş­ tirmeden kendini ortadan kaldıramaz. Tüm iç koşullar yerine geldiğinde, Alman dirilişinin günü, Galya horozunun * ötüşüyle duyurulmuş olacak. Karl Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Sol Yayınlan, Ankara 1997, s. 191-209 * Gallischen Hahns, le coq gaulois: Galya horozu (Fransa'nın simgesi). -ç.

50

[D ÖRT]

KUTSAL AlLE YA DA

ELEŞTl REL ELEŞTlRl 'NlN ELEŞT1R1 S l41 (VI . B Ö LüMDEN PARÇA) KARL MARX

d) FRANSIZ MATERYALlZMlNE KARŞI ELEŞTlREL SAVAŞ "Spinozacıhk, maddeyi töz durumuna getiren Fransız açındır­ masında olduğu kadar, maddeye daha tinselci bir ad veren tanncı­ lıkta da42 18. yüzyılı egemenliği altına almıştı. . . . Fransız Spinoza okulu ile tanncılık yandaşlan, onun [Spinoza'nm] sisteminin ger­ çek anlamı üzerinde tartışan iki tarikattan başka bir şey değildir­ ler . . . . Bu aydınlanma felsefesinin yazgısı, Fransız hareketiyle bir­ likte başlayan gericiliğe boyun eğmek zorunda kaldıktan sonra, düpedüz roman tizme batmak oldu."43

Eleştiri'nin dersleri böyle. Fransız materyalizminin eleştirel tarihine karşı, biz onun, kutsal-olmayan, "yoğun" tarihini çıkarmaya çalışaca­ ğız. Gerçekten geçmiş olan tarih ile, yeninin olduğu gibi eski­ nin de yaratıcısı, "Mutlak Eleştiri"nin buyruğuna göre oluş­ muş olan tarihi ayıran uçurumu saygıyla inceleyeceğiz. En­ sonu, Eleştiri'nin kesin buyruklanna uyarak, eleştirel tari-

51

hin "Niçin?", "Nereden?" ve "Neye doğru?" sorulannı, "derin­ liğine bir irdeleme konusu" durumuna getireceğiz. "Açıkça ve yalın anlamıyla söylemek gerekirse" : 18. yüz­ yıl Fransız Aydınlanma felsefesi, özellikle de Fransız mater­ yalizmi, yalnızca varolan siyasal kurumlara karşı, yalnızca varolan din ve tannbilime karşı savaşım vermekle kalma­ mış, ama bir o kadar da onyedinci yüzyıl metafiziğineW ve tüm metafiziğe, özellikle Descartes, Malebranche, Spinoza ve Leibniz metafiziğine karşı açık bir savaşım, açıklanmış bir savaşım vermişlerdir. Felsefe, metafiziğe karşıt çıkanldı; tıpkı Feuerbach'ın Hegel'e karşı ilk saldınsına başlar başla­ maz, kurgusal esrikliğe karşı bayağı felsefenin çıkanlması gibi. Yerini Fransız aydınlanma felsefesine ve özellikle 18. yüzyıl Fransız materyalizmin e bırakmak zorunda kalan 17. yüzyıl metafiziği, Alman felsefesinde ve özellikle 19. yüzyıl

kurgusal Alman felsefesinde utkun ve özlü bir yeniden kuru­ luş olanağı buldu. Sonra Hegel, bu metafiziği tüm gelenek­ sel metafizilde ve Alman idealizmiyle dalıice birleştirdi ve evrensel bir metafizik imparatorluğu kurdu; 18. yüzyılda ol­ duğu gibi, tannbilime karşı saldınnın yerini, kurgusal meta­ fi.ziğe karşı ve tüm metafiziğe karşı saldın aldı. Bu metafi­ zik, bizzat kurgunun işlenmesiyle tamamlanan ve insancılık (humanisme) ile örtüşen materyalizm karşısında her zaman yenik düşecektir. Feuerbach in insancılık ile örtüşen mater­ yalizmi, teori alamnda temsil etmesi gibi, Fransız ve İngiliz sosyalizmi ve komünizmi de, bunu pratik alanda temsil edi­ yorlardı. "Açıkça ve yalın anlamıyla söylemek gerekirse", Fransız materyalizmi iki eğilim içerir: biri Descartes'tan, öteki de Locke'tan kaynaklanır. Ikincisi en üstün derecede bir Fran­ sız kültür öğesidir ve doğrudan sosyalizme vanr; birincisi, mekanİst materyalizm, sonu, gerçek anlamıyla, Fransız do­ ğal bilimlerine vanr. tki eğilim, gelişmeleri boyunca kesişir­ ler. Biz , burada doğrudan Descartes'a kadar uzanan Fransız materyalizmini, Newton'ın Fransız okulu gibi, genel olarak Fransız bilimlerinin gelişmesini de irdeleyecek değiliz.

52

Öyleyse şu kadarla yetinelim:

Fizik'inde, Descartes, maddenin kendisinde yaratıcı bir güç yüklenmiş olduğunu düşünmüş ve mekanik hareketi onun yaşamsal eylemi olarak tasarlamıştı. Fizik'ini metafi­ zik'inden tamamıyla ayırmıştı. Fizi�nin içersinde madde bi­ ricik tözdür, varlığın ve bilincin biricik temelidir. Fransız .mekanik materyalizmi, Descartes'm metafizi�ne karşıt olarak, onun fizik'ine bağlanmıştır. Öğretilileri, mes­ lekten anti-metafizikçi, yani fizikçi olmuşlardır. Bu okul hekim Le Roy ile başlar, doruğuna hekim Caba­ nis ile erişir ve merkezinde de hekim La Mettrie vardır. Le Roy, ruhun, gövdenin ve fikirlerin mekanik hareketlerin bir tarzı (modus) olduğunu ileri sürerek, dekartçı hayvanal yapı­ yı -tıpkı 18. yüzyılda La Mettrie gibi- insanal ruh üzerine aktardığı zaman, Descartes da yaşıyordu. Hatta Le Roy, Des­ cartes'm asıl düşüncesini gizledi�ne inanıyordu. Buna, Des­ cartes karşı çıktı. 18. yüzyıl sonunda Cabanis, Rapports du physique et du moral de l 'homme ("lnsamn Fizik ve Tinsel llişkileri" ) adlı yapıtında, dekartçı materyalizme son biçimini verdi. Dekartçt'5 materyalizm, Fransa'da bugün de canlıdır. O büyük başarıl arını , "açıkça ve yalın anlamıyla söylemek ge­ rekirse", romantizmin pek bulaşmadığı mekanik doDa bili­ minde kazamr. Fransa için, özellikle Descartes tarafından temsil edilen 17. yüzyıl metafizi�nin, uzlaşmaz karşıtı, daha başlangıçta, mateıyalizm oldu. Descartes, onunla, kişisel olarak epiku­ rosçu materyalizmin canlandıncısı olan Gassendı"de karşıla­ şır. Fransız ve İngiliz materyalizmi, Demokritos ve Epikuros ile sıkı ilişkilerini her zaman sürdürmüşlerdir. Dekartçı me­ tafizik, Ingiliz materyalist Bobbes'un kişili�nde, bir başka karşıt bulmuştur. Gassendi ile Hobbes, ölümlerinden uzun zaman sonra, karşıtlan [Descartes] bütün Fransız okullann­ da henüz resmi erklik olarak egemenlik sürdüğü sırada, onu yenmişlerdir. Voltaire 18. yüzyıl Fransızlanmn, Cizvitler46 ile Jansen,

53

cileri47 karşı karşıya getiren tartışmalar karşısındaki ilgisiz­ liğine, felsefeden çok, Law'ın4B mali spekülasyonlannın ne­ den olduğunu belirtmiştir. Öyleyse, 17. yüzyıl metafiziğinin çöküşü, bu çağ, Fransız yaşamının aldığı pratik biçimlerin, bu hareketin kendi teorisiyle açıklanması gibi, ancak 18. yüzyılın materyalist teorisiyle açıklanabilir. Bu yaşam, şim­ diki zamana, bedensel zevke ve bedensel çıkarlara, kısacası, maddi dünyaya dönüktü. Tannbilim-karşıtı, metafizik-karşı­ tı materyalist pratiğe, zorunlu olarak, tannbilim-karşıtı, me­ tafizik-karşıtı materyalist teoriler tekabül ediyordu. Metafi­ zik, tüm saygınlığını pratik olarak yitirmişti. İşte bu teorik gelişmenin genel bir özeti. 17. yüzyılda, metafizik, (Descartes, Leibniz vb. anımsan­ sın) henüz pozitif, kutsal-olmayan bir içerik içindeydi. Mate­ matikte, fizikte ve onunla ilgili görünen öteki belirli bilimler­ de buluşlar yapıyordu. Ama 18. yüzyıl başlanndan sonra, bu görünüş ortadan kalktı. Pozitif bilimler metafizikten aynl­ mış ve özerk sınırlannı çizmişlerdi. Tüm metafizik zengin­ lik, tam da gerçek varlıklar ile dünyasal şeylerin bütün ilgiyi kendilerinde toplamaya başladıklan bir sırada, düşsel var­ lıklara ve göksel şeylere indirgenmiş bulunuyordu. Metafizik tatsızlaşmıştı. Helvetius ile Condillac, son büyük Fransız metafizikçileri Malebranche ve Arnauld'nun öldükleri yıl doğdular.49 Teori alanında, 17. yüzyıl metafiziğinin ve genel olarak her metafiziğin saygınlığım yıkan adam Pierre Bayle oldu. Silahı, metafiziğin kendi büyülü formüllerinin yardımıyla uy­ durulmuş kuşkuculuk (scepticisme) idi. Çıkış noktası dekart­ çı metafizik oldu. Kurgunun, tannbilimin son kalesini oluş­ turduğunu açıkça kavraması, Feuerbach'ı kurgusal tannbili­ me karşı savaşıma, kurgusal felsefeyle savaşmaya götürdü; çünkü onun, kaba ve tiksinç inanstan yeniden sözaçmak için tannbilimcileri kendi sözde-bilimlerini terketmeye zorlaması gerekiyordu; aynı biçimde, Bayle de, dinden kuşkulu olduğu içindir ki, bu inancı yayan metafizikten kuşku duymaya baş­ ladı. Bunun sonucu, metafiziği, onun tüm tarihsel evrimi

54

içinde, eleştiriden geçirdi. Ölümünün tarihini yazmak için, metafiziğin tarihçisi oldu. Özellikle Spinoza ve Leibnizi çü­ rüttü. Pierre Bayle, metafiziği kuşkuculuk aracılığıyla yokede­ rek Fransa'da materyalizm ve sağduyu felsefesini kabul et­ tirmeye katkıda bulunmaktan daha da iyisini yaptı. Salt tanntanıınazlardan oluşan bir toplumun varolabileceğini, bir tanntanımazın dürüst bir insan olabileceğini, insanın tanntanımazlık ile değil ama kör inanç ve puta tapma ile alçaldıgı.nı kanıtlayarak, varolmakta gecikmeyecek olan tan­ ntammaz toplumu haber verdi. Bir Fransız yazann sözüne göre Pierre Bayle, " 1 7. yüzyıl anlamında metafizikçilerin sonuncusu" ve " 1 8. yüzyıl anla­ mında filozoflann ilkı"' idi. 17. yüzyıl tannbilim ve metafiziğinin negatif çürütülme­ sinin yanında, pozitif bir anti-metafizik sistem gerekiyordu. Çağın canlı pratiğini sistemleştirecek ve ona teorik bir temel verecek bir kitaba gereksinim vardı. Locke un Insan Anlığı Üzerine Denem e5° adlı yapıtı, Manche ötesinden tam za­ manında geldi. Yapıt, sabırsızlıkla beklenen bir konuk gibi heyecanla karşılandı. Locke, acaba, Spinoza'nın bir öğretilisi değil miydi? Bu sorunun yanıtını "kutsal-olmayan" tarihe bırakalım: Materyalizm, doğası gereği, Büyük-Britanya'nın oğludur. Onun skolastiği,51 Duns Scot,52 daha önce kendine "madde düşünebilemez mi?"' diye soruyordu. Bu mucizeyi gerçekleştirmek için, o, Tannnın sonsuz­ gücüne başvurmuştu; bir başka deyişle, tannbilimin kendisi­ ne mateıyaliznıi sokmaya zorlamıştı. Üstelik adcı (nonıina­ liste) idi. İngiliz materyalistlerde, adcılık, genellikle, matery­ alizmin ilk dışavurumu olduğu gibi, başlıca bir öğesi olarak da görülüyordu. Ingiliz mateıyalizminin ve tüm modern deneysel bilimin gerçek atası, Bacon'dır. Doğa deneyine dayanan bilim, onun gözünde gerçek bilimi oluşturur ve duyulur fizik, gerçek bili­ min en soylu parçasıdır. Çoğu kez Anaksagoras'ın yetkisine '

55

ve hom.ı:eomereia'lanna ve Demokritos 'un yetkisine ve atom­ Ianna başvurur. Ö�etisine göre duyular yanılmaz ve bütün bilgilerin kaynağıdırlar. Bilim, görgül bilimdir ve duyulan ortaya çıkaran ussal bir yöntemin uygulanmasına dayamr. Tümevanm, çözümleme, karşılaştırma, gözlem, deneyim, us­ sal bir yöntemin başlıca koşullandır. Maddenin yaratılıştan özellikleri arasında hareket, yalnızca mekanik ve matematik hareket olarak degil, ama daha çok maddenin içgüdüsü ola­ rak, yaşamsal tini olarak, içgücü olarak, (Jacob Böhme'nin deyimini kullanmak gerekirse) acısı olarak da ilk ve en üs­ tün özelliktir. Bu maddenin ilksel biçimleri canlı, bireysel­ leştirici, içkin özsel güçlerdir ve özgül farklılıklan da onlar oluştururlar. Kurucusu Bacon'da, materyalizm, henüz doğal durumda, içinde evrensel bir gelişmenin tohumlan.nı taşır. Madde şür­ sel ve kösnül görkemi içinde insanın tüm varlığına gülüm­ ser. Buna karşılık, öğretinin özdeyişleri, henüz tannbilimsel tutarsızlıklarla doludur. Evriminin seyri içinde, materyalizm, kesin duruma gelir. Beykıncı materyalizmi, Hobbes sistemleştirir. Duyulur dün­ ya özgün çekicili�ni yitirir ve geometricinin soyut duyuluru durumuna gelir. Fizik hareket, mekanik ya da matematik harekete feda edilmiş; geometri başlıca bilim ilan edilmiştir. Materyalizm ürkürük (misanthrope) duruma gelir. Kendi öz ürkürük ve tenden aynk ( desincarn€) alanında savaşabil­ mek için materyalizm, kendi tenini köreltmek ve çileci ol­ mak zorunda kalmıştır. Kendini bir ustan bir varlık olarak gösterir, ama aklın kesintisiz düşünüşünü de acımasız geliş­ tirir. Hobbes, Bacon'dan yola çıkarak, şu kanıtlamaya girişir: insanlara bütün bilgileri, sezgiyi, düşünceyi, tasanmı vb. du­ yulan sağlıyorsa, bu, duyulur biçiminden az ya da çok sıynl­ mış cisme değgin dünyanın hayaletlerinden başka bir şey de­ ğildir. Bilim bu hayaletlerin çoğunu adlandırabilmeli. Birçok hayalete bir tek ve aynı ad verilmiş olabilir. Hatta, adların adlan bile olabilir. Ama bir yandan, bütün fikirlerin köken-

56

lerinin duyulur dünyadan çıktıklannı ileri sünnek ve öte yandan da bir sözcü� bir sözcükten daha çok bir şey oldu­ ğunu, hepsi tekil oluşmuş varlıklann dışında, genel varlık­ Iann da varolduğunu ileri sünnek, çelişik olurdu. Tersine, maddesiz (incorporelle) bir töz, maddesiz bir gövde kadar çe­ lişiktir. Gövde, varlık, töz - bunlann hepsi bir tek ve aynı gerçek fikirdir. Düşünceyi, düşünen bir maddeden ayınnak olanaksızdır. O bütün de�şikliklerin öznesidir. Sonsuz söz­ cüğünün, kafamızın sonsuz toplama yeteneğini aniatma dı­ şında bir anlamı yoktur. Yalnızca maddesellik algı ve bilgi yapabildi� içindir ki, Tanrının varlı� hiç bilinemez. Yalnız­ ca benim öz deneyimim kesindir. Her insan tutkusu, başla­ yan ya da biten mekanik bir harekettir. lçgüdülerin nesnele­ ri - işte iyilik. İnsan, doğanın aynı yasalanna bağımlıdır. Güç ve özgürlük, özdeştirler. Hobbes, Bacon'ı sistemleştinnişti; ama onun bilgi ve fi­ kirlerin kökenierinin duyulur dünyada olduklan yolundaki temel ilkesinin doğruluğunu daha belirgin bir biçimde temel­ lendinneksizin. Insan Anlığı Üzerine Deneme sinde Locke, Bacon ve Rob­ bes'in ilkesinin doğruluğunu gösterdi. Hobbes, beykıncı materyalizmin tanncı önyargılannı nasıl yıktıysa, Collins, Dodwell, Coward, Hartley, Priestley vb. de Locke duyumculuğunun son tannbilimsel engellerini öyle yıktılar. Materyalist için tanncılık, olsa olsa dinden kur­ tulmanın rahat ve uyuşuk bir yolundan başka bir şey de�l­ dir. Locke'un yapıtının Fransızlar için ne kadar zamanında geldi�ni daha önce belirtmiştik. Locke, bir yoldan, nonnal insan duyulanndan ve bu duyulara dayanan anlıktan ayn bir felsefe olmadığını ileri sürerek, bon sens* felsefesini kur­ muştu. Locke'un doğrudan öğretilisi, ve Fransız yorumcusu Con­ dillac, Locke duyumculuğunu hemen 17. yüzyıl metafiziğine karşı yöneltti. Fransızların bu metafizi�, imgelem ve tann'

* SaJlduyu -ç.

57

bilimsel önyargılann yamalı-bohçası olarak yadsımakta hak­ lı olduklannı kanıtladı. Descartes, Spinoza, Leibniz ve Male­ branche sistemlerine karşı bir çürütme yayınlandı.

Essai sur l 'origine des connaissances humaines [!nsan Bilgilerinin Kökeni Üzerine Deneme] adlı yapıtında, Loc­ ke'un fikirlerini açındırdı ve yalnızca ruhun değil ama duyu­ Iann da, yalnızca fikirler oluşturma sanatının değil ama du­ yulur algı sanatının da deney ve alışkanlık işi olduklannı kanıtladı. Öyleyse insanın tüm gelişmesi eğitime ve dış ko­ şullara bağlıdır. Fransız okullannda Condillac'ın yerini al­ mak için eklektik felsefenin yükselmesi gerekiyordu. Fransız materyalizmi ile Ingiliz materyaliznıinin farkı, iki ulusun farkıdır. Fransızlar, İngiliz materyaliznıini nükte ile, et ve kan ile, dil ustalığı ile donattılar. Ona onda eksik olan ateşliliği ve sevimliliği verdiler. Kibarlaştırdılar onu. Materyalizm özgül olarak Fransız niteliğini, gene Loc­ ke'dan yola çıkan Helvetius'ta kazanır. Helvetius onu herrien toplumsal yaşama göre düzenler. (Helvetius: De l 'homme ­ [!nsan Üzerine]). Duyulur özellikler ve öz-sevgi, zevk ve iyi kavranmış kişisel çıkar, tüm ahiakın temelidirler. İnsana! becerilecin doğal eşitliği, usun ilerlemesi ile sanayinin ilerle­ mesi arasındaki birlik, insanın doğal iyiliği, eğitimin sonsuz gücü - işte sisteminin başlıca öğeleri bunlardır. La Mettrie'nin yazılan, bize dekartçı materyalizm ile İngiliz materyalizminin bir bağdaşımını öneriyordu. Desear­ tes fiziğinden aynntılara kadar yararlandı La Mettrie. Onun L 'Homme-Machine'i [Makine-Insan], Descartes'ın makine­ hayvan'ının kopyasıdır. D'Holbach'ın Systeme de la natu­ re'ünde [Doğa Sistemı], tıpkı ahlaki bölümün özsel olarak Helvetius'ün ahlakı üzerine kurulmuş bulunması gibi, fizik bölüm de İngiliz ve Fransız materyalizmlerinin bir malga­ masıdır. Metafizik ile hala en çok bağı bulunan ve bu yüzden de Hegel'in övgülerini kazanan Fransız materyalist Robinet (De la nature [Doğa Üzerine]), açıkça Leibniz'e başvurur. Descartes fiziği ve İngiliz materyalizminden doğan Fran­ sız materyalizminin ikili kökeni ile Fransız materyalizminin

58

17. yüzyıl metafiziğine, Descartes, Spinoza, Malebranche ve Leibniz metafiziğine karşıtlığını kanıtlamış bulunduğumuz şu anda, Volneyler'den, Dupuisler'den, Diderotlar'dan vb. , fizyokratlardan daha fazla sözedecek değiliz. Bu karşıtlık Al­ manlara, ancak onlar da kurgusal metafizik ile karşıtlık du­ rumuna geçtikleri zaman görünebiiirdi Tıpkı dekartçı materyalizmin gerçek doğa bilimine ulaş­ ması gibi, Fransız materyalizminin öteki eğilimi de doğru­ dan sosyalizme ve komünizme açılır. İnsaniann kökensel iyiliği ve entelektüel yeteneklerinin eşitliği, deneyin, alışkanlığın, eğitimin, dış koşullann insan üzerindeki etkisi, sanayinin büyük önemi, zevkin haklılığı vb. üzerindeki materyalist öğretiler irdelenince, bu materya­ lizmi zorunlu olarak komünizme ve sosyalizme bag-layan bağlan bulgulamak için büyük bir görüş keskinliğine gerek kalmaz. İnsan tüm bilgiyi, duyuyu vb. , duyulur dünyadan ve bu dünya içindeki deneyden alıyorsa, demek ki önemli olan şey, deneysel dünyayı, insanın orada deneyim yapıp gerçek­ ten insanal olan şeyin alışkanlığını edineceği, kendi insan niteliğinin deneyimini yapacağı biçimde düzenlemektir. İyi kavranmış çıkar tüm ahiakın ilkesi ise, önemli olan şey, in­ sanın özel çıkannın insanal çıkar ile kaynaşmasıdır. İnsan materyalist anlamda özgür değilse, yani o şu ya da bu şey­ den kaçınma olumsuz gücü ile değil, ama kendi gerçek birey­ selliğini değerlendirme olumlu gücü ile özgürse, suçu bireyde cezalandırmak değil, ama toplum düzenine aykın suç yuva­ lanın yıkmak ve herkese kendi varlığımn özsel gerçekleşme­ si için zorunlu toplumsal alanı vermek gerekir. İnsan koşul­ lar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal olarak biçimlendirmek gerekir. İnsan, dog-a gereği toplumcul (socia­ ble) ise, o gerçek dog-asım ancak toplum içinde geliştirecek ve doğasımn gücü tekil bireyin gücü ile değil, ama toplumun gücü ile ölçülecektir. Bu teziere ve başka benzerlerine, en eski Fransız mater­ yalistlerde bile hemen hemen tıpatıp bir biçimde raslamr. Onları yargılamamn yeri burası değil. Materyalizmin sosya-

59

list egilimini niteleyen yapıtı, Locke'un oldukça eski İngiliz öğretilisi Mandeville'in Kötülüklerin Savunulması'dır. Man­ deville, kötülüklerin güncel toplumda zorunlu ve yararlı ol­ duklannı ileri sürer. Ve bu, güncel toplumun bir savunusu­ nu oluşturmaz. Fourier, doğrudan Fransız materyalistlerin öğretisinden yola çıkar. Baböfçüler53 kaba saha, kibarlaşmamış materya­ listler, ama gelişmiş komünizmin kökeni de, doğrudan Fran­ sız materyalizmidir. Bu materyalizm, Helvetius'ün ona ver­ miş bulunduğu biçim altında, gerçekte gene kendi anayurdu­ na, Ingiltere'ye döner. Bentham kendi iyi anlaşılmış çıkar sistemini, Helvetius'un ahlakı üzerine kurar; aynı biçimde Owen da İngiliz komünizmini Ben tham'ın sisteminden yola çıkarak kurar. İngiltere'de sürgün bulunan Fransız Cabet, yerli komünist fikirlerden esinlenir ve orada komünizmin en yüzeysel de olsa en tanınmış temsilcisi olmak üzere, gene Fransa'ya döner. En bilimsel Fransız komünistleri, Dezamy, Gay vb. , mateıyalizm öğretisini Owen gibi gerçek insanlık öğretisi ve komünizmin mantıksal temeli olarak geliştirirler. - F. Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştiri'nin Eleştirisi, Sol Yayınlan, Ankara 1994, s. 168- 176.

K. Marx

60

[BEŞ]

FEUERBACH ÜZERİNE TEZLER54 1. Feuerbach 'a Wşkin

KARL MARX

ı Şimdiye kadarki tüm materyalizmin (Feuerbach'ınki da­ hil) başlıca kusuru, nesnenin [Gegenstand], gerçekliğin, du­ yumluluğun [Sinnlichkeit], duyumsal insan faaliyeti, pratik [Praxis] olarak değil, öznel olarak değil, yalnızca nesne [ Ob­ ject] ya da sezgi [Anschauung] biçiminde kavranmasıdır. Bu­ nun içindir ki, etkin yön, soyut olarak, materyalizmin tersi­ ne, -gerçek duyumsal faaliyeti bu biçimiyle doğal olarak tanımayan- idealizm tarafından geliştirilmiştir. Feuerbach, duyumsal nesneler -düşünsel nesnelerden [ Gedankenobjec­ te] gerçekten ayrı nesneler- ister: ama insan faaliyetinin kendisini nesnel faaliyet olarak kavramaz. Bunun içindir ki, "Hıristiyanlığın Özü"nde, yalnızca teorik tutum, hakiki in­ san tutumu olarak görülür, pratik ise ancak iğrenç yahudice görünümüyle kavranır ve sabitleştirilir. Bu nedenle de, "dev­ rimci" , "pratik-eleştirel" faaliyetin önemini anlamaz.

61

2

Nesnel hakikatİn insan düşüncesine atfedilip atfedilme­ yeceği sorunu - bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kaıntlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliw ya da gerçeksizli­ ği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur. 3

Koşullann değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, koşullann insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur. Bu ne­ denle, toplumu -biri diğerinin üstünde yer alacak biçim­ de- iki kısma ayırmak durumunda kalır. Koşullann değiş[mesi] ile insan faaliyetinin ya da in­ samn kendisinin değişmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik biçiminde kavrarursa ussal olarak anlaşılabilir. 4

Feuerbach, dinsel kendine-yabancılaşma olgusundan, dünyamn biri dinsel dünya, ötekisi cismani dünya olmak üzere ikileşmesi olgusundan hareket eder. Onun uğraşı, din­ sel dünyayı, cismani temeline oturtmaktan ibarettir. Ama cismani temelin kendi kendinden koparak özerk bir krallık gibi bulutlara yerleşmesi, ancak bu cismani temelin içsel çekişınesi ve iç çelişkisiyle açıklanabilir. Öyleyse bu da, hem kendi içinde, hem iç çelişki olarak anlaşılarak, pratik içinde devrimcileştirilmelidir. Demek ki, örneğin, dünyevi ailenin, kutsal ailenin gizi olduğu bir kez keşfedilince, bu kez de bu birincisinin teorik ve pratik olarak yok edilmesi gerekir.

62

5

Soyut düşünceyle tatmin olmayan Feuerbach, sezgi ister; ama duyumluluğu, duyumsal-insanın pratik faaliyeti olarak kavram az. 6 Feuerbach, dinsel özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür. Gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla: 1. Tarihsel akıştan koparak dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut -yalıtılmı� bir insan bireyini ön­ cülleştirmek zorunda kalır. 2. Bu nedenle, bu öz, olsa olsa, "tür" olarak, birçok bireyi doğal biçimde birbirine bağlayan içsel, dilsiz genellik olarak kavranabilir. 7

lşte bu nedenledir ki, Feuerbach, "dinsel duygu"nun ken­ disinin bir toplumsal ürün olduğunu ve tahlil ettiği soyut bi­ reyin, belirli bir toplumsal biçime ait olduğunu görmez.

8 Her toplumsal yaşanı, özünde pratiktir. Teoriyi gizemci­ liğe götüren bütün giz'ler, ussal çözümlerini, insan pratiğin­ de ve bu pratiğin kavranmasında bulur. 9

Sezgisel materyalizmin, yani duyumluluğu pratik faali­ yet olarak kavramayan materyalizmin vardığı en üst nokta, tek tek bireylerin ve "sivil toplum"un sezgisidir.

63

lO

Eski materyalizmin bakış açısı, sivil toplumdur, yeni ma­ teryalizmin bakış açısı ise, insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır. ll

Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorum­

ladılar, sorun onu değiştirmektir. K Marx - F. Engels, Alman Ideolojisi, Sol Yayınlan, Ankara 1999,

s. 2 1-24.

[ALTI]

ALMAN lDEOLOJlSl55

KARL MARX - FRlEDRlCH ENGELS

DEMEK Kl, sözkonusu olgu şudur: belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan* belirli bireyler, bu belirli toplum­ sal ve siyasal ilişkilerin içine girerler. Her ayn durumda, ampirik gözlemin** toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki baw, ampirik olarak ve herhangi bir kurgu (spe­ culation) ve aldatmaca olmaksızın ortaya koyması gerekir. Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelmektedir; ama bu bi­ reyler kendilerinin ya da başkalarımn kafalarında canlan­ dırdıkları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan maddi üretim yapan, dolayısıyla belirli maddi ve kendi ira­ delerinden baWmsız sımrlılıklar, verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir.*** * [Elyazmasında çizili pasaj:] belirli üretim ilişkileri içindeki [Elyazmasında çizili pasaj:] yalmzca gerçek verilerle yetinen *** [Elyazmasında çizili pasaj:] Bu bireylerin zihinlerindeki fikirler, ge­ **

rek onlann doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralanndaki iliş­ kileri hakkındaki, gerekse kendi öz dojtalan hakkındaki fikirlerdir. Şurası

65

Fikirlerin, anlayışlann, ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan insaniann maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine ( Verkebr), gerçek yaşamın diline bağlıdır. İ nsaniann anlayışlan, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişki­ leri (geistige Verkebr), bu noktada onlann maddi davramşla­ nmn doğrudan ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalanmn, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. di­ linde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aym şey geçer­ lidir. Sahip olduklan anlayışlan, fikirleri, vb. üretenler in­ sanlann kendileridir,* ama bu insanlar, sahip olduklan üre­ tici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkin­ lik düzeyine tekabül eden -ve alabilecekleri en geniş biçim­ lere vanncaya kadar- karşılıklı ilişkilerinin ( Verkebr) ko­ şullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bi­ linçli varlıktan (das bewusste Sein) başka bir şey olamaz ve insaniann varlığı, onlann gerçek yaşam süreçleridir. İ nsan­ lar ve sahip olduklan ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki ca­ mera obscura daymış ** gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters dur­ malanmn onlann doğrudan fiziksel yaşam süreçlerinin yan­ sıması olması gibi, bu olgu da, insaniann tarihsel yaşam sü­ reçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir. Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka deyişle, etten ve ke­ mikten insanlara varmak için, ne insaniann söylediklerin'

besbellidir ki, bütün bu durumlann hepsinde, bu fikirler onlann gerçek iliş­ kilerinin, gerçek eylemlerinin üretimlerininin, karşılıklı ilişkilerinin ( Ver­ kehr), siyasal ve toplumsal örgütlülüklerinin -ister gerçek olsun, ister hay­ ali- bilinçli ifadesidirler. Bunun tersi bir varsayımı ileri sünnek, ancak maddi olarak koşullandınlmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir tini, özel bir tini varsayınakla mümkündür. Eller bu bireylerin gerçek ya­ şam koşullannın bilinçli ifadesi hayal ürünü ise, eller kendi kafalannda gerçeği başaşa!lı ediyorlarsa, bu olay da gene onlann sınırlı faaliyet biçimle­ rinin ve bundan dogan sınırlı toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.

* [Elyazmasında çizili pasaj:] daha kesin söylemek gerekirse, maddi ya­ şamlannın üretim tarzı ile, karşılıklı maddi ilişkileri ile ve toplumsal ve si· yasal yapı içinde onun daha sonraki gelişmesi ile koşullandınlan insan­ lardır. ** Karanlık oda. -ç.

66

den, imgelerinden, kavradıklanndan ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insanlardan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansırnatannın ve yankılannın gelişmesi de, insaniann bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle orta­ ya konulabilir. Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri (Nebelbildungen) bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insaniann yaşam süreçlerinin zorunlu yüceltmeleridir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideo­ lojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, artık o özerk görünümlerini yitirirler. Bunlann ta­ rihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini ( Verkehr) geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşünceleri­ ni, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır; gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır.* . . . BİLİNÇ, demek ki, daha baştan toplumsal bir üründür ve insanlar mevcut olduklan sürece böyle kalır. Elbette ki, bilinç, herşeyden önce, yalnızca en yakın duyumsal çevrenin bilincidir, ve bilinçlenmekte olan bireyin, kendisi dışında yer alan öteki şeyler ve öteki kişiler ile olan sınırlı bağlantısının bilincidir; bilinç, aynı zamanda, insaniann karşısına önceleri baştan aşağı yabancı, mutlak güçlü ve karşı çıkılamaz bir güç olarak dikilen, insaniann kendisine karşı düpedüz hay­ vanca bir davranış içinde bulunduklan ve insanlan da hay­ vanlan ürküttüğü kadar ürküten bir doğa bilincidir; o halde salt hayvansal bir doğa bilinci (doğa dini)* * -ve, öte yan* [Elyazmasında ilk biçim:] pratik eylemde bulunan o bireyin bilinci olarak bakılır. ** Hemen görülür ki, bu doğa dinini, ya da doğaya karşı bu belirli dav­ ranış biçimini belirleyen toplum biçimidir ve vice versa [bunun tersi]. Her yerde olduğu gibi, burada da, insanın ve doğanın özdeşliği, insaniann doğa

67

dan, çevresindeki bireylerle ilişki kurmak zorunluluğunun bilinci, toplum halinde yaşamakta olduğu bilincinin başlan­ gıcıdır. Bu başlangıç, hayvansaldır; basit bir sürü bilincidir, ve burada, insan, koyundan, yalmzca bilincin içgüdünün ye­ rini alması olgusuyla ya da içgüdüsünün bilinçli bir içgüdü olması olgusuyla ayırdedilir. Bu sürücül, ya da kabilesel bi­ linç, üretkenliğin artmasıyla, gereksinmeterin çoğalmasıyla ve daha önceki iki unsurun temeli olan nüfusun çoğalmasıy­ la orantılı olarak gelişir ve yetkinleşir. llkel durumunda cin­ se ilişkin eylem içindeki işbölümünden başka bir şey olma­ yan işbölümü, böylece gelişir ve ardından (örneğin bedensel güç gibi) doğal durumlar yüzünden, gereksinmeler, rasiantı­ lar vb. yüzünden kendiliğinden ya da "doğal olarak" işbölü­ mü haline gelir. * lşbölümü, ancak maddi ve zihinsel bir işbö­ lümü meydana geldiği andan itibaren gerçekten işbölümü halini alır.** Bu andan itibaren, bilinç, mevcut pratiğin bi­ lincinden başka bir şey olduğunu, gerçek bir şeyi temsil et­ meksizin bir şeyi gerçek olarak temsil ettiğini gerçekten sa­ nabilir. Bu andan itibaren, bilinç, dünyadan kurtulma ve "salt" teorinin, tannbilimin, felsefenin, ahiakın vb. oluşması­ na geçme durumundadır. Ama bu teori, bu tannbilim, bu fel­ sefe, bu ahlak vb. bile, mevcut ilişkilerle çelişki haline gir­ diklerinde, bu, ancak, mevcut toplumsal ilişkilerin mevcut üretici güçlerle çelişki haline gelmiş olmasından ileri gelebil­ mektedir; zaten, belirli bir ulusal ilişkiler çemberinde, bu du­ rum, çelişkinin bu ulusal alamn içinde değil, ama bu ulusal bilinç ile öteki uluslann pratiği arasında, yani bir ulusun ulusal bilinci ile evrensel bilinci arasında*** (halen Alman­ ya'da olduğu gibi) meydana gelmesinden olabilir, ancak ve o karşısındaki sınırlı davranışlanmn kendi aralanndaki sımrlı davramşlanm belirlemesi biçiminde, ve kendi aralanndaki sımrlı davramşlannın da, on­ ların doğa ile olan sımrlı ilişkilerini belirlemesi biçiminde kendini gösterir, çünkü doğa, tarih tarafından henüz pek az değişikliğe uğratılmışbr. * [Marx 'm elyazmasmda çizili kenar notu:] İnsanlar, bilinci, gerçek ta­ rihsel gelişme çerçevesi içinde geliştirirler. ** [ Marx'm kenar notu:] ldeologların ilk biçimi, elin adamlan, zaman­ daştır. *** [Marx'm kenar notu:] Din. Almanlar ve bu biçimi ile ideoloji. 68

halde, bu ulus için, bu çelişki, ancak ulusal bilincin bağnnda bir çelişki gibi açıkça kendini gösterdiğinden, savaşım, bu ulusal pislikle sırurlanmış görünür, kuşku yok ki, bu ulus kokuşmamn ta kendisi olduğu için böyle görünür. Üstelik, bilincin tek başına ne yaptığı o kadar önemli değildir; bütün bu çürüme, bize ancak şu sonucu verir: şu üç uğrak, üretici güç, toplumsal durum ve bilinç, birbirleriyle çelişkiye düşe­ bilirler ve düşmek zorundadırlar, çünkü işbölüm ü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, * keyif çatma ile çalışmamn, üretim ile tüketimin farklı farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunlann birbirleriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün ken­ disinin tekrar kaldınlmasıdır. Aynca besbelli ki, "hayalet­ ler", "ayaktakımı", "en yüce varlık", "kavram", "kuşkular" te­ kil bireyle sınırlı idealist, tinsel ifadeler, anlayışlardır, yaşa­ mın üretilme tarzının ve ona bağlı karşılıklı ilişki biçiminin ( Verkehrsfonn) içinde hareket ettikleri çok ampirik kısıtlı­ lıklar ve sınırlılıklar anlayışından başka bir şey değildir. * * . . . B U tarih anlayışı, demek ki, gerçek üretim sürecinin, yaşamın doğrudan maddi üretiminden başlayarak açıklan­ masına ve bu üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yara­ tılmış karşılıklı ilişki biçimlerinin, yani değişik aşamalann­ daki sivil toplumun, bütün tarihin temeli olarak kavranma­ sına; ve onun Devlet olarak eylemi içinde gösterilmesine, bü­ tün değişik teorik ürünlerinin ve bilinç, din, felsefe, etik, vb. , vb.*** biçimlerinin açıklanmasına v e bunlann kökenierinin ve gelişmelerinin bu temelde ele alınmasına dayanır; bu da, doğal olarak, işi bütünlüğü içinde göstermeye (ve değişik * [Elyazmasında çizili pasaj:] eylem ve düşünce, yani düşüncesiz eylem ve eylemsiz düşünce.

** [Elyazmasında çizili pasaj:]

Mevcut ekonomik sırurlann bu idealist

ifadesi, yalnızca salt teorik bir şey değildir, pratik bilinçte de mevcuttur,

yani özgür olan ve mevcut üretim tarzı ile çelişik hale gelen bilinç, yalnız dinleri ve felsefeleri oluşturmaz, devletleri de oluşturur.

*** [Elyazmasında ilk biçim:] sivil toplumu başka başka evrelerinde ve pratik-idealist yansıması içinde, yani devlet, aynı biçimde bütün çeşitli ürünler ve bilinç biçimleri, din, felsefe, ahlak, vb. içinde açıklamak.

69

yönlerinin karşılıklı etkisini incelemeye) olanak verir. * Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışı gibi, her dönemde bir kategori aramak zorunluluğunda değildir, ama o, her zaman tarihin gerçek zeminine basar; pratiği fikirlere göre açıkla­ maz, fıkirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar; bu yüzden de, bütün bilinç biçimlerinin ve ürünlerinin zihinsel eleştirisi sayesinde, · "özbilinç"e indirgerneyle, ya da "hortlak­ lar", "hayaletler", "cinler" halinde başkalaşmayla çözümlene­ meyecekleri, ama bu idealist saçmalan doğuran somut top­ lumsal ilişkilerin pratik olarak devrilmesiyle yok edilebile­ cekleri sonucuna vanr. Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindinci gücü, eleştiri değil, devrimdir. Bu tarih anlayışı, tarihin sonunun, "tinin tini" olarak "özbi­ linç"te erirnek olmadığını, ama her evrede, maddi bir sonu­ cun bulunduğunu gösterir: bir üretici · güçler toplamı, tarih­ sel olarak yaratılmış ve her kuşağa kendinden önce gelen kuşak tarafından aktanlmış, bireylerin doğa ile ve kendi aralanndaki bir ilişki; bir yandan yeni kuşak tarafından ger­ çekten değiştirilen, ama, öte yandan da, yeni kuşağa kendi yaşam koşullannı huyuran ve ona belirli bir gelişme, özgül bir nitelik veren bir üretici güçler, sermayeler ve koşullar kitlesi. Dolayısıyla, ortam ve koşullar insanlan yarattığı ka­ dar, insanlar da ortam ve koşullan yaratırlar. Her bireyin ve her kuşağın mevcut veriler olarak bulduklan bu üretici güç­ ler, sermayeler, toplumsal karşılıklı ilişki biçimleri toplamı, filozoflann "töz" olarak ve "insanın özü" olarak tasarladık­ lan, göklere çıkardıklan ya da savaştıklan şeyin somut te­ melidir: bu üretici güçler, filozoflar, "Özbilinç" ve "Birtek" diye onlara başkaldırdıklan halde, insaniann gelişmesi üze­ rindeki sonucu ve etkisi bakımından gene de sarsılmayan gerçek bir temeldir. Yine, tarihte dönemsel olarak meydana gelen· devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temelini devir­ meye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şey, çeşitli kuşaklann hazır olarak bulduklan yaşam koşullandır; ve eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi öğeleri, bir yandan *

[Marxin kenar notu:] Feuerbach.

70

mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne ka­ darki toplumun tekil koşullanna karşı değil, bu tekil koşul­ lan yaratan o güne kadarki "yaşamın üretimi"nin kendisine, bu "bütünselliğe" karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş Fikn"nin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin kanıt­ ladığı gibi, hiçbir önem taşımaz. Şimdiye kadar, her tarih anlayışı, ya tarihin bu gerçek temelini bir yana bırakmış ya da onu tarihin akışıyla hiçbir bağı olmayan ikincil bir şey saymıştır. Bu yüzden, tarihin, her zaman, kendi dışındaki bir ölçeğe göre yazılması gerekir. Yaşamın gerçek üretimi tarihin ta başlangıcında ortaya çı­ kar; oysa asıl tarihsel olan şey, olağan yaşamdan aynymış gibi, olağandışı ve yeryüzü-üstü bir şey gibi görünür. !nsan­ larla doğa arasındaki ilişkiler, bu yüzden, tarihten dışlanır, bu da, doğa ile tarih arasındaki karşıtlığı doğurur. Bu ba­ kımdan, bu tarih anlayışı, tarihte yalnız prensierin ve dev­ letlerin yapıp ettiklerini dinsel ve her türden teorik savaşım­ lan görebilmiştir, ve özellikle ele alınan her tarihsel çağ ko­ nusunda bu çağın yanılsamasım paylaşmak zorunda kalmış­ tır. Örneğin, bir çağ, kendisini belirleyen şeyin salt "siyasal" ya da "dinsel" güdüler olduğunu sanıyor olsun, "din" ve "siya­ set" o çağı hareket ettiren gerçek güdülerin aldıklan biçim­ lerden ibaret olduklan halde, o çağı kaleme alan tarihçi bu sanıyı paylaşır. Sözkonusu insaniann kendi pratiklerine iliş­ kin "sanılan", "anlayışlan", bu insaniann pratiğine hükme­ den ve onu belirleyen tek belirleyici ve etkin güç haline geti­ rilir. Hintlilerde ve Mısırlılarda, işbölümünün kendini gös­ terdiği ilkel biçim, eğer bu halkiann devletlerinde ve dinle­ rinde bir kastlar rejimine neden oluyorsa, tarihçi, kastlar re­ jiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğuna ina­ nır. Fransızlar ve İngilizler, hiç değilse, hala gerçeğe en yakın olan siyasal yanılsama ile yetindikleri halde, Alman­ lar, "salt Tin" alanında hareket ederler ve dinsel yanılsama­ yı tarihin devindinci gücü yaparlar. Hegelci tarih felsefesi, Almaniann bütün bu tarih yazma tarzının "en katıksız ifa-

71

desine" vardınlmış nihai ürünüdür, ve bu tarzda gerçek çı­ karlar, hatta siyasal çıkarlar da sözkonusu değildir, yalmzca salt fikirler sözkonusudur; öyleyse bu tarih, Aziz Bruno'ya, biri ötekini parçalayıp yutan ve sonunda "özbilinç"i içinde yok olup giden "düşünceler" dizisi gibi görünmekten geri ka­ lamaz ve gerçek tarih diye bir şeyden hiç haberi olmayan Aziz Max Stirner'e, tarihin bu akışımn, herhalde, basit "şövalyeler", haydutlar ve hayaletler öyküsü gibi görünmesi çok daha mantıklı bir şeydir ve Aziz Stirner, bunlan gör­ mekten, ancak "kutsal şeylere karşı saygısızlık eğilimi" saye­ sinde kurtulabilmektedir. * Bu anlayış, gerçekten dinsel bir anlayıştır, dinsel insamn, bütün tarihin başlangıç noktası olan ilkel insan olduğunu varsayar ve kendi imgeleminde geçim araçlanmn ve yaşamın kendisinin gerçek üretiminin yerine hayali şeylerin dinsel bir biçitnde üretimini koyar. Bütün bu tarih anlayışı, keza onun dağılıp parçalanması, ve bundan ileri gelen kuruntular ve kuşkular, salt Almanlara ilişkin ulusal bir sorundur ve yalmz Almanya için yerel bir önemi vardır, tıpkı örneğin yakın zamanlarda binlerce kez ele alınmış ve önemli bir sorun olan "Tannlar ülkesinden in­ sanlar ülkesine" gerçekten nasıl geçileceği sorunu gibi sanki "Tannlar ülkesi" insaniann imgeleminden başka bir yerde varolmuş gibi, ve sanki bu bilgin beyefendiler hiç far­ kında olmadıklan ve şimdi ona varmamn yolunu aradıklan bu "İnsanlar ülkesinde" yaşayıp durmuyorlarmış gibi, ve sanki bulutlar üzerinde bu teorik yapımn acayipliğini açıkla­ mak için düzenlenen bilimsel eğlence -çünkü bu, ondan öte bir şey değildir-, tersine, bu yapının gerçek yeryüzü ilişkile­ rinden nasıl doğduğunu göstermekten başka bir işe yanyor­ muş gibi.** Genellikle, asıl önemli olan, yalnızca bu teorik lafebeliğini mevcut gerçek ilişkilerle açıklamak olduğu hal-

* [Marx1n kenar notu:] Nesnel denilen tarih yazıını tarihsel ilişkileri eylemden ayn o l arak kavramaktan ibaretti. Gerici karakter. ** [Elyazmasmda ilk biçim:] ve sanki bu teorik bulutlar oluşumunun me­ ydana getirdiği garip olayı, gerçek yeryüzü ilişkilerinden yola çıkarak, aynntılanna kadar açıklamak ve onu tarutlamak, ancak çok yüksek düzeyde bilimsel bir oyalanma olabilirmiş gibi. ·

72

de, bu Almanlar için, boyuna, karşılaştıkları saçmalıklan başka bir kaçık hevese çevinnek, yani bütün bu anlamsızlı­ ğın ortaya çıkartılması, kısacası, özel bir anlamı olduğunu ileri sünnek sözkonusu oluyor. Bu lafebeliğinin gerçek pra­ tik çözümü, insaniann bilincindeki bu anlayışiann çıkarılıp atılması, yineleyelim ki, ancak koşulların değişmesiyle ger­ çekleşecektir, teorik çıkarsamalarla değil. İnsan yığınların­ da, yani proletaryada bu teorik anlayışlar mevcut değildir, dolayısıyla, bunlar için bu anlayışların yok edilmelerine de gerek yoktur ve eğer bu yığının din gibi bazı teorik anlayış­ lan olmuşsa, bunlar da, koşullar dolayısıyla çoktan yok olup gitmiştir. K Marx - F. Engels, Alman Ideolojisi, Sol Yayıiılan, Ankara 1999, s. 44-46, 55-57, 67-7 1 .

73

[YEDlJ

RHEINISCHER BEOBACHTERlN KOMÜN1ZMl56 [PARÇA] KARL

MARX

. . . PAPAZLAR meclisi sayın danışmanının anladıgt biçimde kom üniz mi anlatmak için, ge lir vergisi dışında baş­ ka bir yol daha var: "Hıristiyan inancın başlangıcı ve sonu nedir? İ lk günah ve kurtulma dogması. Ve insanlar arasındaki dayanışma

bağının doruğuna eriştiği yer işte burasıdır; bi rimiz hepimiz ve hepimiz birimiz için." Mutlu halk! İşte en önemli sorun sonsuzluğa değin böyle­ ce çözümlenmiş oldu. Proletarya, Prusya kartalının ve Kut­ sal Ruhun çifte kanatları altında iki tük.enmez yaşam kay­ nagt bulacaktır: ilki devletin, olağan ve olağanüstü gereksi­ nimler üzerinden gelir vergisi fazlası, sıfıra eşit bir fazla; ve ikincisi de, ilk günahın ve kurtulmanın göksel gelirleri, gene sıfıra eşit gelirler. Bu iki sıfır, varoluşunun temelinden yok­ sun halkın üçte biri için gözkamaştıncı bir temel, çökmekte olan ikinci üçte-bir için de güçlü bir destek olur. -

74

Kuşkusuz, imgesel abartılar, ilk günah ve kurtulma, hal­ kın açlığım, liberal milletvekillerinin uzun söylevlerinden farklı bir biçimde dindirecekler! Yazıya devam edelim: " 'Pater Noster'de ["Fatiha"da] şunu da i stiyoruz : 'bizi kötülük eğilimine itme'. Ve kendimiz için istediğimizi, yakınlanmız için de uygulamak zorundayız. Oysa bizim toplumsal koşullanmızın insanı kötülüğe meylettirdiği ve aşın yoksulluğun cinayete kışkırttıll't bilinir. ''

Ve biz, Prusya devletinin bürokrat, yargıç ve papazlar meclisi danışmanlan beyler, biz, bu bilge sözünü, zevkle, çark işkencesiyle öldürerek, kafa kestirerek, hapse attırarak ve kırbaçiatarak uyguluyor ve böyle yaparak proleterleri, bi­ zi daha sonralan çark işkencesiyle öldürmesi, kafalanmızı kestirmesi, hapse attırması ve kırbaçiatması için "kötülüğe kışkırtıyoruz". Bu da bir gün gelecek. "Böyle koşullan, diyor papazlar meclisi sayın danışmanı, hıristiyan bir devlet hoşgörmemelidir, bu duruma bir çare bul­ malıdır."

Evet, toplumun dayanışma görevleri üzerinde saçma şarlatanlıklarla, imgesel abartılara ve tann baba, tann oğul ve avanesi üzerinde kabul edilemez bezirganlıklara çare bul­ malı. "Aynı zamanda komünizm üzerine bütün bu sıkıcı geve­ zeliklerden de böylece kurtulabilir, " diye düşünüyor bizim gözlemci papazlar meclisi danışmanı. "Yeter ki eğilimi olan­ lar, hıristiyanlığın toplumsal ilkelerini geliştirsinler, komü­ nistler yakında susacaklardır." Hıristiyanlığın toplumsal ilkelerinin gelişmesi için şu an­ da onsekiz yüzyıl oldu ve papazlar meclisinin Prusyalı danış­ manlan tarafından yapılacak ayn bir gelişmeye gereksinim­ leri de yok. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri antik köleliği haklı çı­ kardı, ortaçağ sertliğini yüceltti ve hafif üzülmüş gibi bir ha­ vada olsalar da, gerektiğinde, proletaryanın ezilmesini sa­ vunmak için de hazırlar. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, ezen bir sınıf ile ezilen 75

bir sınıfın gerekliliğini öğütlüyorlar ve ezilen sımfa, ezen sı­ mfın lütfen merhametli davranması için dindar bir dilekten başka birşeyler vermiyorlar. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, damşmammızın sözü­ nü ettiği bütün rezilliklerin zaranmn karşılanmasını cenne­ te bırakıyor, böylece de bu dünyada sürmelerini haklı çıkan­ yor. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, ezenlerin ezilenlere karşı yaptıklan bütün aşağılıklann ya ilk günahın ya da başka günahiann haklı cezalandınlması, ya da tannmn, sonsuz bilgeliği içinde, bağışladıkianna uyguladığı sınavlar olduğunu bildiriyorlar. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, alçaklığı, insamn ken­ disine nefret duymasım, alçalmayı, köleliği, alçakgönüllü­ lüğü, kısaca ayaktakımımn tüm niteliklerini öğütlüyorlar; kendine ayaktakımı gibi davranılmasına izin vermek isteme­ yen proletaryamn ise, kendi cesaretine, özgüvenine, gururu­ na ve bağımsızlık ruhuna ekmeğinden de çok gereksinimi var. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, sinsi ve ikiyüzlü ilkelerdir, oysa proletarya devrimcidir. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri için bu kadar yeter. Devam edelim: "Toplumsal refonnda monarşinin en soylu yeteneğini tanıdık."

DoğTu mu? Bugüne değin bu, hiç sözkonusu olmamıştı. Ama olsun. Monarşinin toplumsal reformu neden ibarettir? Liberal basından çalıntı bir gelir vergisi koymaktan ibaret­ tir; maliye bakarorun hakkında hiçbir şey bilmediği bu vergi­ nin fazla gelir sağlaması gerekir; toplumsal reform, aynca if­ las etmiş olan tanm kredi bankalan kurmaktan, doğudaki Prusya demiryollanm yapmaktan, ve özellikle de ilk günah ve kurtuluştan oluşan kocaman sermayeden kar çıkarmak­ tan ibarettir! "Bu, krallığın kendi çıkannadır" - düşünün krallık ne duruma düşmüş! "Bu, toplumun yoksulluğu bunu gerektirir" - toplumun 76

yoksulluğu şimdilik dogınadan çok gümrük duvan gerekti­ riyor. "Bu, İncilin öğütlediği şeydir" - bunu her şey öğütlüyor, tek bir şey dışında: Prnsya devletinin kasalannın ürkütücü boşluğu, üç yılda çaresiz olarak onbeş Rus milyonunu yuta­ cak olan bu dipsiz uçurum. Aslında lncil çok şey öğütlüyor, bunlann arasında kendi üzerindeki toplumsal reformun ilk önlemi olarak iğdiş edilmesi de var (Mathieu 25). "Krallık, diyor bizim papazlar meclisi danışmanı, halkla yekvücuttur. " Bu anlatım, eski L 'Etat c 'est moi* söyleminin değişik bir biçiminden başka bir şey değildir, ve Louis XVI'nın 23 Hazi­ ran 1 789'da isyancı genelkurmaylannın karşısında kullandı­ ğı türncenin aynısıdır: emirlerime uymazsanız, sizi evlerinize göndereceğim et seul je ferai le bonheur de mon peuple. ** Krallığın böyle bir formül kullanmaya karar vermesi için şimdiden çok büyük bir sıkıntı içinde olması gerekir, ve bi­ zim papazlar meclisi danışmanı da, o çağda Fransız halkının Louis XVI'ya bu tümceyi kullandığı için nasıl teşekkür ettiğini bilecek kadar bilgilidir. -

"Taht, diye kesinliyor papazlar meclisi sayın danışmanı, halkın geniş tabanına dayanmalıdır, onun sağlamlığını güvence altına alan budur. "

Kuşkusuz, halkın, üstüne yüklenen bu üstyapıyı, geniş omuzlannı güçlü bir silkeleyişle dereye yuvarlayacağı zama­ na kadar. "Aristokrasi, diye bağlıyor papazlar meclisi sayın danışmanı, özsaygısını krallığa bırakıyor ve ona şürsel bir görünüş veriyor, ama ondan gerçek iktidan alıyor! Buıjuvazi ondan iktidan ve özsaygıyı alıyor ve ona yalnızca sivil bir liste veriyor. Halk, krallı­ ğın iktidannı, özsaygısını ve şürini elinde tutmasını sağlıyor. "

B u pasajda papazlar meclisi sayın danışmanı, n e yazık ki Frederick William'ın taht söylevinde halkına yaptığı palavra çağnyı fazla ciddiye alıyor. Son sözü şöyle: kahrolsun aris* Devlet benim. -ç. ** Ve halkırnın mutluluğunu tek başıma yapacağım. -ç.

77

tokrasi, kahrolsun buıjuvazi, yaşasın halka dayanan bir mo­ narşinin kurulması. Bu istemler salt fantezi olmasalardı, tam bir devrimi zo­ runlu kılacaklardı. Aristokrasinin, buıjuvazinin ve halkın birleşmiş güçleri olmadan yıkılamayacağı, aristokrasiyle buıjuvazinin hala yanyana yaşamakta oldu� bir ülkede, halk tarafından yö­ netimin salt bir saçmalık oldu� olgusu üzerinde durmak ge­ reksiz. Eichhom papazlar meclisinin bir danışmanının böyle zırvalanna karşıt ciddi görüşler geliştirilemez. Çıldırmış Prnsya krallığım, onu halkın ortasına yeniden düşürecek olan tehlikeli bir atlayışla kurtarmak isteyen bey­ lere birkaç iyi niyetli amınsatınayla yetineceğiz. Bir kral için, bütün siyasal öğeler arasında en tehlikelisi halktır. Ama bu, Frederic-Guillaume'tin sözünü ettiği, yediği bir tekme ve aldığı küçük bir gümüş para için gözlerinde yaşlarla teşekkür eden halk değildir; bu halk hiç de tehlikeli değildir, çünkü o yalnızca kralın hayalinde vardır. Ama, ger­ çek halk, proleterler, küçük köylüler ve avam, Robbes'un de­ diği gibi p uer robustus sed malitiosus,* güçlü ama kurnaz bir çocuktur, ve ne zayıf ne de göbekli kraliann kendisini al­ datmasına izin verir. Herşeyden önce bu halk, kraldan, genel oyla bir anaya­ sayı, örgütlenme özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ve başka cansıkıcı şeyleri koparacaktır. Ve bir kez bütün bunlan kazanınca, bunları olabildiğin­ de çabuk bir biçimde krallığın iktidanmn saygınlığını ve şi­ irsel güzelliğinin ne oldu�nu açıklamak için kullanacaktır. O zaman bu krallığın saygıdeğer elde tutucusu, halk onu Berlinli zanaatçılar birliği yanında bir işe, 250 talerlik bir yıllık ödenek ve her gün yarım litre beyaz birayla çığırtkan­ lık işine alırsa, kendini şanslı saymalıdır. Bugün Prnsya monarşisinin ve Rheinischer Beobach­ ter'in yazgılanna egemen olan sayın papazlar meclisi danış­ manlan bundan kuşku duyarlarsa, yalnızca tarihe bir gözat* Gürbüz ama kötü çoçuk. --ç.

78

sınlar. Tarih, başvuran krallar hakkında halklan n çok daha kaygı verici kehanette bulunduğunu bilir. İngiltere kralı Charles I de, kendi papazlan, soylulan ve avam meclisine karşı, kendi halkına başvurdu. Halkını par­ lamentoya karşı silaha çağırdı. Ama halk, kral karşısında yer aldı, parlamentodan halkı temsil etmeyen bütün üyeleri kovdu ve sonunda halkın gerçek temsilcisi haline gelmiş par­ lamento tarafından kralın başını kestirdi. İşte Charles I'in halkına çağrısı böyle sona erdi. Bu olay, 30 Ocak 1649'da meydana geldi ve 1849'da ikiyüzüncü yılı kutlanacak. Fransa kralı Louis XVI da kendi halkına çağrı yaptı. Üç yıl boyunca halkın bir bölümüne, diğer bölüme karşı çıkması için durmadan çağrı yaptı, kendi halkını, gerçek halkı, ken­ disi için heyecanla ayaklanmış halkı aradı ve onu hiçbir yer­ de bulamadı. Ensonu, onu Coblence'ta Prnsya ve Avusturya ordu sıralannın arkasında bulabildi. Ama Fransa'daki halkı bunu aşın buldu. 10 Ağustos 1792'de, çağrı yapanı Temple'­ a* kapattı ve kendisini bütün yönlerden temsil eden Ulusal Konvansiyonu topladı. Bu Konvansiyon eski kralın çağrısını yargılama yetkisi olduğunu ilan etti ve birkaç tartışmadan sonra çağrı yapan, Devrim Meydanına gönderildi, 21 Ocak 1793'te giyotinle idam edildi. İşte krallar halklanna çağrı yaptığı zaman olanlar! Pa­ pazlar meclisi danışmanlan demokratik bir monarşi kurmak istediklerinde ne olacağını bilmeye gelince, bunun için bekle­ mek gerek.

* Fransız devriminde devlet hapishanesi. -ç.

79

[SEKİZ]

KOMÜNlST PARTl MANlFESTOSU [Il. VE III. BÖLÜMLERDEN PARÇALAR]

KARL MARX - FRİEDRlCH ENGELS

II

KOMÜNlZME karşı dinsel, felsefi ve genel olarak ideolo­ jik açıdan yöneltilen suçlamalar, ciddiye alınıp incelenmeye değmez. İnsanın düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlanmn, tek sözcükle insanın bilincinin, maddi varlığının koşullann­ daki, toplumsal ilişkilerindeki ve toplumsal yaşamındaki her değişmeyle birlikte değiştigini kavramak için derin bir sez­ giye gerek var mıdır? Düşünce tarihi, zihinsel üretimin, maddi üretimin değiş­ mesiyle birlikte değiştiğinden başka neyi kanıtlar ki? Her dönemin egemen düşünceleri hep o dönemin egemen sımfı­ nm düşünceleri olmuştur. Bir toplumu tümüyle devrimcileştiren düşüncelerden sö­ zedildiğinde, eski toplum içersinde yeni toplum öğelerinin yaratılmış olduğundan, ve eski düşüncelerdeki çözülmenin eski yaşam koşullanndaki çözülmeyle atbaşı gittiginden baş-

80

ka bir şey ifade edilmiş olmaz. Antik dünya cançekişirken, antik dinler de, hıristiyanlık karşısında boyun eğdiler. Hıristiyan düşünceler, 18. yüzyılda usçu düşünceler karşısında yenik düştüklerinde, feodal top­ lum da o günlerin devrimci buıjuvazisiyle ölüm-kalım sava­ şına tutuşmuştu. Din ve vicdan özgürlüğü düşünceleri, ser­ best rekabetin bilgi alanındaki egemenliğinin ifadesinden başka bir şey değildir. "Kuşkusuz ki", denecek, "dinsel, ahlaki, felsefi ve hukuk­ sal düşünceler tarihsel gelişmenin akışı içersinde değişmiş­ lerdir. Ama din, ahlak, felsefe, siyasal bilim ve hukuk, bu de­ ğişmeler içersinde hep ayakta kalmışlardır. "Ayrıca, bir de, bütün toplum durumlannda ortak olan Özgürlük, Adalet vb. gibi ölümsüz doğruluklar vardır. Ama komünizm, ölümsüz doğruluklan kaldınyor, bunlan yeni bir temel üzerine oturtacağı yerde, her türlü dini ve her türlü ahlakı kaldınyor; dolayısıyla da, tüm geçmiş tarihsel geliş­ meye ters düşüyor. " Bu suçlama kendisini neye indirgiyor? Günümüze kadar­ ki tüm toplum tarihi, farklı dönemlerde farklı biçimler almış karşıtlıklar, sınıf karşıtlıklan temelinde devinir. Ama hangi biçimi almış olurlarsa olsunlar, bütün geçmiş çağlarda ortak olan bir olgu vardır ki, o da, toplumun bir bö­ lümünün ötekisi tarafından sömürülmesidir. Öyleyse, gös­ terdiği bütün çeşitliliğe ve farklılığa karşın, geçmiş çağlann toplumsal bilincinin, ancak sınıf karşıtlıklannın tümden or­ tadan kalkmasıyla tamamıyla çözülecek olan belirli ortak bi­ çimler ya da genel düşünceler içersinde hareket etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; gelişmesinin, geleneksel düşüncelerden en köklü kopuşu getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

III PAPAZ nasıl her zaman toprakbeyi ile elele olmuşsa kili-

81

se sosyalizmi de feodal sosyalizm ile her zaman elele olmuş­ tur.57 Hıristiyan çileciliğine sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktur. Hıristiyanlık özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yar­ dımseverliği ve yoksulluğu, evlenmemeyi ve nefse eza etme­ yi, manastır yaşamım ve kiliseyi vaaz etmemiş midir? Hıris­ tiyan sosyalizmi,58 rahibin, aristokratın kin dolu kıskançlı­ ğım takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir. Marx - F. E nge ls , Komünist Manifesto ve Komünizmin Ilkeleri Sol Yayınlan, Ankara 2002, s. 138-140, 145.

K.

Kom ünist Parti Manifestosu, Sol Yayınlan; Ankara 1998, s. 35-36, 4 1 .

82

[DOKUZ]

G. F. DAUMER'lN YEN! ÇAGIN D1N1 BIRLEŞME VE ÖZDEYIŞ ÜZERINE TEMEL DENEME, 3 CİLT, HAMBURG

1850,

KİTABININ RAPORU59

KARL MARX - FRlEDRlCH ENGELS

"NUREMBERG 'd e çok liberal ve yeni şeylere duyarlı bir adam, demokratik etkinliklere korkunç bir kin besliyordu. Ronge'a saygı duyuyor ve odasında onun portresini bulunduruyordu. Ama onun demokratlar yaronda olduğunu öğrenince, portreyi tuvalete astı. Bir kez şöyle dedi: yalmzca Rus kamçısı altında yaşasaydık, kendi­ mi ne kadar mutlu hissedecektim! Kanşıklıklar sırasında öldü, ve o zaman, yaşlı olmasına karşın, yalmzca olaylann gidişini görmenin kızgınlığımn ve acısımn onu mezara götürdüğünü düşünüyorum. " (c. IL s. 32 1-322.)

Bu zavallı Nurembergli darkafalı buıjuva, ölmek yerine, eski okul kitaplanndan ve dışanya kitap veren kitaplık için yazılmış yeni yapıtlardan Schiller ve Grethe'nin Correspon­

dent von und für Deutschland 'ından [Almanya Muhabiri, ve Almanya !çin Muhabir] alınmış düşünce kınntılan toplama­ ya koyulsaydı, kendini ölmekten ve bay Daumer'i de yorucu bir çalışmanın ürünleri olan birleşme ve özdeyiş üzerine te­ mel denemenin üç cildinden kurtarmış olacaktı. Ne var ki, o

83

zaman da yeniçağın diniyle ve onun ilk kurbanıyla böyle öğ­ retici biçimde tanışma olanağı bulamayacaktık. Bay Daumer'in kitabı iki bölümmüş, bir "başlangıç" bölü­ mü ve bir de "asıl bölüm" . Başlangıç bölümünde, Alman fel­ sefesinin sadık Eckart'ı iki yıldır düşünen ve kültürlü Al­ manların kendilerini düşüncenin değer biçilmez fetihlerini salt "dış" olan devrimci eylem çıkanna harcamaya bırakmış olmalannı görmenin derin acısını anlatıyor. Bu anın, bir kez daha, ulusun daha yüksek duygulanna çağrı yapmak için seçilmiş olduğunu düşünüyor; Alman yurttaşlığını tek başı­ na hala bir şey yapan tüm Alman kültürünün, düşünülme­ den terkedilmesinin ne anlama geldiğini gösteriyor. O, Al­ man kültürünün tüm içeriğini, kendisine okuma hazinesi su­ nan en güçlü özdeyişlerde topluyor, ve şurda burda bu kültü­ rün saygınlığını, Alman felsefesinden daha az gözden düşür­ müyor. Alman zihninin en yüce ürünlerinden oluşturduğu şiir derlemesi, bayağılıkta ve yavanlıkta, iyi aile kızlan için yazılmış en adi okuma kitabını bile geride bırakıyor. Goothe ve Schiller'in ilk Fransız devrimine karşı darkafalı buıjuva saldınlanndan, ( "aslanı uyandırmak tehlikelidir" klasiğin­ den)60 en yeni edebiyata kadar, yeni dinin büyük papazı, gayretle, eski somurtkan ve uykulu Alman sakaUannın ken­ dilerini iğrendiren bir tarihsel evrim karşısında öfkelendiği her pasajı anyor. Friedrich Raumer çapında yetkililer, Bert­ hold Auerbach, Lochner, Maurice Carriere, Alfred Meissner, Krug, Dingelstedt, Ronge, Nürnberger Bote, Max Waldau, Sternberg, Hermann Maurer, Louise Aston, Eckermann, No­ ack, Bliitter fiir literarische Unterhaltung, August Kunze, Ghillany, Thedore Mundt, Saphir, Gutzkow, "Gatterer ola­ rak doğmuş" bir hanım vb. , yeni dinin üzerine dayandığı di­ reklerdir. Burada bu kadar sesin aforoz ettiği devrimci hare­ ket, bay Daumer için, bir yandan, Almanya Muhabiri ve Al­ manya lçin Muhabirin himayesinde yapıldığı gibi en bayağı ticaret kahvehanesi politikasıyla, ve öte yandan da, bay Dau­ mer'in hakkında en inanılmaz düşüneeye sahip olduğu avam takımının aşınlıklanyla onurlanıyor. Burada yararlandığı

84

kaynaklar daha öncekiler kadar iyi görünüyorlar: daha önce belirtilmiş olan Nuremberg'in Correspondent i yanında Mü­ nih'in Bamberger Zeitung'u, A ugsburg'un Allgemeine Zei­ tung'u vb. yeralıyor. Her zaman proleterlerde yalnızca sefih ve ahlakı bozuk kopuklar görmek isteyen, ve bu "kopuk­ lar"dan 3.000'den fazlasının katledildi� Paris'teki 1848 Ha­ ziran katliamları haberi karşısında hoşnutlukla ellerini ovuşturan aynı darkafalı buıjuva baya�lığı, bu aynı bayağı­ lık, hayvanlan koruma derneklerine karşı yapılanlara sinir­ leniyor. " İnsanın zorba ve zalim eli altında zavallı hayvanın çektiW, kor­ kunç acılarla, diye bağınyor bay Daumer (c. I, s. 293), bu barbarlar 'ilgilenmiyorlar' ve onlara bakılırsa, hiç kimse de bunu kendine

tasa etmemeliymiş!"

Zamanımızın her sınıf savaşımı, bay Daumer'in gözüne ancak "barbarlı�n" "kültüre" karşı savaşımı olarak görünü­ yor. Bunu, bu sınıflann tarihsel koşullanyla açıklayacağı yerde, bunun nedenini, avam takımının aşağı açgözlülük­ lerini kültürlü sınıflara karşı kışkırtan birkaç külhaninin bozguncu düzeninde buluyor. "Bu demokratik reform hastalığı . . . toplumun aşağı sınıflarının kıskançlığını, kızgınlığını , açgözlülügünü üst sınıflara karşı kışkır­ tıyor; insanı daha soylu ve daha iyi yapmanın ve yeni ve daha yük­ sek bir kültür yaratmanın güzel yolu doğrusu." (c. I, s. 288-289. )

Bay Daumer, Nuremberg kültürü d e olsa bir "kültür"ü kabul etmek ve Daumer tipinde bir Moloch avcısı6 ı yarat­ mak için "toplumun alt sınıflannın üst sınıflara karşı" hangi savaşlan vermek zorunda olduğunu bile bilmiyor. İkinci "asıl" bölüm, yeni dinin olumlu yanını ortaya koyu­ yor. Burada, bir Alman filozofunun, hıristiyanlığa karşı sa­ vaşımlann unutulduğunu görmesinin, felsefenin dikkate al­ maya değer tek konu olan din karşısında halkın ilgisizliğini görmesinin bütün kızgınlığı dile geliyor. Rekabetin ortadan kaldırdığı mesleğine yeniden saygı kazandırmak için, bizim evrensel bilgemize, eski dine karşı dilediği kadar yaygara ko­ pardıktan sonra bir yenisini uydurmaktan başka bir çözüm 85

kalmıyor. Ama bu yeni din, a�rbaşlılıkla sürdürdüğü birinci bölümün şiir derlemesinin bir devamından başka bir şey de­ ğildir. Orada, hikmetler, aile albümleri için şiirler ve Alman darkafalı buıjuva kültürünün versus memoriales'i* toplan­ mış bulunuyor. Yeni Kuran'ın sureleri62 bir boş türnceler di­ zesinden başka bir şey değildir, ve bu surelerde, Almanya'­ daki mevcut düzen manen güzelleştirilmekte ve şiirleştiril­ mektedir. Bu boş türnceler de, doğrudan dinsel biçimleri so­ yulsa da, dine daha az içten bağlı değillerdir. "Tümüyle yeni bir dünyasal yapı ve yeni dünya koşullan, ancak yeni dinlerle do�abilir. Hıristiyanlık ve islam dini, dinlerin iktidan­ nın örnekleri ve kanıtlan olarak görülebilirler; soyut pol itikanın , herkese açık olmayan politikanın güçsüzlüğüDün ve etkisizli�nin çok canlı ve inandıncı kanıtını 1848'de gerçekleşen olaylar ortaya koymaktadır. " (c. I, s. 3 13. )

Bu anlamı zengin tümceler, bize, hemen, Almanya'daki, ve özellikle Bavyera'daki küçük "mart başarılarım", Avru­ pa'daki tüm 1848 ve 1849 hareketinin tamamı olarak kabul eden, ve giderek gelişen ve yoğunlaşan bir büyük devrim ha­ reketinin henüz çok yüzeysel olan kendiliğinden ilk patlama­ lanmn hemen "tümüyle yeni bir dünya yapısı ve dünya koşullan" yaratmalanın talep eden bu Alman "düşünür"ü­ nün baya�lı�m ve bilgisizliğini gösteriyor. Son iki yıl bo­ yunca Paris ve Debreczin, Berlin ve Palermo arasında bili­ nen ilk çarpışmalan ortaya çıkmış olan karmaşık toplumsal savaşımlar, evrensel bilge Daumer için, "Erlangen'in anaya­ sal toplumlannın umutlannın , 1849 Oca�nda belirsiz bir ta­ rihe ertelenmesi" (c. I, s. 3 12) olgusuna ve Hafız, Muhamme d ve Berthold Auerbach'la meşgul olan bay Daumer'i bir kez daha hoş olmayan bir biçimde rahatsız edebilecek yeni bir savaşım korkusuna indirgenmiştir. Aym utanmaz budalalık, bay Daumer'e, hıristiyanlı�n, antikça�n "dünysal yapısı"mn tümden yıkılmasından, hıris­ tiyanlı�n açıkça dışavururo olan çöküşten sonra geldiğini; "tümüyİe yeni bir yapının", bir iç evrim sayesinde hıristiyan*

Manzum hikmetler. -ç.

86

lığın sonucu değil de, ·yalnızca Hunlann ve Cerınenlerin "Ro­ ma İmparatorluğu cesedinin üstüne dışandan atıldıklan" za­ man doğmuş olduğunu; Cerınen istilasından sonra hıristi­ yanlığa göre "yeni yapı"nın değil, bu yeni koşullann her yeni aşamasında değişen biçimlenmenin, hıristiyanlık olduğunu tümüyle bilmezlikten gelmeye izin veriyor. Bay Daumer'in, aynca, bize, en yeğin · biçimde "dış ve soyut olarak siyasal" sarsıntılarla birarada olmaksızın, eski dünya koşullannın yeni bir din ile değiştirildiğinin bir örneğini vermesini ister­ dik. Toplumsal koşullann her büyük tarihsel altüst oluşu­ nun, aynı zamanda insaniann kavramlannda ve düşüncele­ rinde ve dolayısıyla onlann dinsel düşüncelerinde bir altüst oluşu harekete getirdiği açıktır. Ama bugünkü devrimle bü­ tün öncekiler arasındaki fark, bu tarihsel altüst oluş süreci­ nin gizinin sonunda aydınlanmış olmasında ve sonuç olarak bu "dış", pratik süreci yeni bir dinin üstün biçimi altında bir kez daha yüceleştirıne yerine her türlü dinin reddedilmesin­ de yatmaktadır. Yalmzca insanlarla ilişkiler üzerine değil de aynı zaman­ da hayvanlarla ilişkiler üzerine de bilinmesi gerekeni kapsa­ dıklan ölçüde Knigge'yi63 aşan yeni evrensel bilgeliğin hoş ahlaki öğretilerinden sonra, Süleyman'ın bilge sözlerinden sonra, işte yeni Süleyman'ın ilahisi: "Doğa ve ka dın insana ve erkeğe karşıt olarak gerçekten tann­ sal olandır ... İnsan kendini doğaya, erkek kendini kadına adamalı­ dır, işte gerçek, tek gerçek alçakgönüllülük, kendini adama, erdem, en üst ve hatta olabilen tek dindarlık budur." (c. Il, s. 257.) ,

Burada bir dinin spekülasyon yapan kurucusunun yü­ zeyselliğinin ve bilgisizliğinin belirgin bir korkaklığa dönüş­ tüğünü görüyoruz. Bay Daumer kendisini çok yakından teh­ dit eden tarihsel trajedi önünde sözde doğaya, yani saf köylü sevgisine sığınıyor; kendi, kadınsı boyun eğmesini gizlemek için kadına tapmayı öğütlüyor. Zaten bay Daumer'in doğaya tapması özel bir türdendir. Bay Daumer hıristiyanlığa göre bile gerici bir durum almayı 87

başarmıştır. Hıristiyanlık-öncesi eski doğal dini uygarlaştı­ nlmış bir biçim altında yeniden kurmayı deniyor. Böylelikle, doğa üzerine hıristiyan-cermen-patrik saçmalamasından başka bir yere varamıyor; işte bunun bir örneği: Tatlı, kutsal doi!a lzinde yürümeme i zin ver

Elimden tut ve beni

Bir çocu� yürütür gibi götür. "Böyle düşüncelerin modası geçmiştir; ama kültür, ilerleme ve insan mutlul$ bundan hiçbir şey kazanmadılar." (c. II, s. 157.)

Görülüyor ki, doğaya tapma, guguk kuşunun yabancı yu­ valara yumurtladığım görmenin (c. II, s. 40), gözyaşlanmn işlevinin gözün yüzeyini ısiatmak olduğunu kaydetmenin (c. Il, s. 73) vb. çocuksu şaşkınlığım belirte� ve çocuklanna kut­ sal titremelerle K.lopstock'un "llkyaza Şİir"ini söyleyen (c. Il, s. 23 ve devamı) bir taşralının pazar gezintileriyle smırlam­ yor. Modern sanayiyle bağlantılı olarak tüm doğayı altüst eden ve insanın doğa karşısındaki çocukça tutumuna ve aym zamanda başka çocukluklara da bir son veren modem doğa bilimleri, bütün bunlar, kuşkusuz sözkonusu edilmiyor. Bu­ nun yerine, bize, gizemli imalar, Nostradamus'un geleceği söyleyen yalvaçlıklan üzerine darkafalı buıjuvalann şaşkın önsezileri, lskoçyalılann ikinci görüşleri ve hayvan manye­ tizmi sunuluyor. Öte yandan, bu Bavyeralı köylü ekonomisi­ nin -bu alanda Daumer'ler ve papazlar yetişiyor- ataleti­ nin, en sonunda artık kesin olarak modem tanm yöntemleri ve modem makinelerle sarsılması ve altüst olması istenecek­ tL Kadına tapma da aynı doğaya tapma gibi ele alımyor. Kuşkusuz ki, bay Daumer, kadıniann bugünkü toplumsal durumlan üzerine bir şey söylemiyor, tersine sözkonusu etti­ ği salt kadındır. Kadınlan onlann acınacak toplumsal du­ rumlanndan dolayı, onlara boş olduğu kadar yalancı bir bi­ çimde gizemli boş tümeelere tapmayı göstererek avutmaya uğraşıyor. Onlara, yetenekleri evlilikle duruyorsa, bu daha sonra çocuklarla uğraşmalanndan geldiğini (c. II, s. 237), 88

altmış yaşına kadar bile çocuklan besleme gücüne sahip ol­ duklannı (c. II, s. 244) vb. söyleyerek onlan yatıştınyor. Bay Daumer, bunu, "erkeğe ait olanın kendini kadına ait olana adaması" diye adlandınyor. Kendini kadına ait olana ada­ mak için gereksinimi olduğu ideal kadın karakterleri kendi ülkesinde bulmak için, son yüzyıl aristokrasisinin birçok ha­ nımına sığınmak zorundadır. Kadına tapma bir kez daha, Wilhelm Meister64 gibi- güçten düşmüş edebiyatçılann say­ gın, iyiliksever bayanlada ilişkilerine indirgeniyor. Bay Daumer'in, gerileyişi üzerine can sıkıcı şikayetle­ rini sıraladığı kültür, imparatorluğun serbest kenti Nurem­ berg'in serpilme döneminde olduğu ve Nuremberg sanayisi­ nin, yani sanat ve zanaat arasındaki şu melez şeyin, önemli bir rol oynadığı dönemin kültürüdür, Alman küçük-buıjuva­ zisinin kültürüdür ve bu kültür, bu küçük-buıjuvaziyle bir­ likte ortadan kalkmaktadır. Şövalyelik gibi başka sınıflann gerilemesi büyük ve trajik sanat yapıtıanna konu sağlaya­ bildiyse, fanatik bir kötülüğün güçsüz gösterilerinden ve Sanço Panza'ya layık bir sözler ve kurallar derlemesinden başka bir şey üretmernek darkafalı küçük-buıjuvaya bütü­ nüyle uygun bir şeydir. Bay Daumer, Hans Sachs'ın, ama kuru ve nüktesiz bir Hans Sachs'ın devamıdır. Alman felse­ fesi, sütanası Alman darkafalı küçük-burjuvazisinin ölüm döşeğinde ellerini kavuşturmuş ağlayıp sızlanıyor; işte yeni­ çağın dininin gözlerimiz önüne serdiği acıklı tablo budur.

89

[ON]

KÖYLÜLER (Il.

SAVAŞJ65

BÖLÜM)

FRİEDRlCH ENGELS

O SIRALARDA sayısı o kadar çok olan zümrelerin, daha önemli birimler biçiminde biraraya gelmeleri, yerel ve eya­ letsel merkezcilik-yokluğu ve birbirinden bağımsız olması, çeşitli eyaletlerin kendi aralannda tecimsel ve sınai yalıtık­ lık ve ulaştınna yollannın kötü durumu nedeniyle, aşağıyu­ kan tamamen engellenmiş bulunuyordu. Bu biraraya geliş, ancak Refonnla, dinsel ve siyasal devrimci fikirterin yayıl­ ması ile gerçekleşir. Bu fikirlere katılan ya da onları iteleyen çeşitli sınıflar, ulusu, doğrusunu söylemek gerekirse tama­ men eğreti ve yaklaşık bir biçimde, üç büyük kamp içinde toplar: katolik ya da gerici kamp, buıjuva-refonncu Luther'ci kamp ve devrimci kamp. Ulusun bu büyük parçalanmasında pek bir mantık görülmezse, bazan ilk iki kampta da aynı ög-elere rastlanırsa, bu durum , ortaçaA-dan kalma resmi züm­ relerden çoğunun, o çağda içinde bulunduklan aynşma du­ rumu ve, çeşitli bölgelerde, aynı zümreleri bir an için karşıt yönlerde geliştiren merkezcilik-yolduğu ile açıklamr. Şu son

90

yıllarda, Almanya'da buna benzer olaylan saptama fırsatını o kadar sık bulduk ki, 16. yüzyılın çok daha karmaşık koşul­ lan içinde, zümrelerin ve sınıflann böyle görünür karmaka­ nşıklığı bizi şaşırtamaz. Şu son yıllardaki bunca deneyime karşın, Alman ideoloji­ si, ortaçağ savaşırolan içinde, zorlu tannbilimsel çekişmeler­ den başka bir şey görmemeye devam ediyor. Eğer o çağın in­ sanlan yalmzca göksel işler konusunda anlaşabilselerdi, bi­ zim tarihçilerimizin ve devlet adamlanmızın fikrince, dünya işleri üzerinde hiçbir tartışma nedenleri olmazdı. Bu ideolog­ lar, bir çağın kendi üzerine, ya da bir çağ ideologlanmn o çağ üzerine beslediği tüm kuruntulara, bel bağlayacak kadar saftırlar. Böyle insanlar, örneğin 1789 devriminde, anayasal krallığın, mutlak krallığa göre üstünlükleri üzerine pratik bir tartışmadan ya da Şubat devriminde, cumhuriyet mi krallık mı sorununu çözme girişiminden başka bir şey gör­ mezler. Bütün bu altüst oluşlar içinde kendi yolunu izleyen, ve savaşım durumundaki partilerin bayraklan üzerinde ya­ zılı siyasal lakırdılar kendisinin ifadesinden başka bir şey ol­ mayan sınıf savaşmılan, o sınıflar arasındaki savaşımlar, haberleri yalmzca dış ülkelerden yeterince belirgin bir bi­ çimde onlara kadar gelmekle kalmayıp, ülkemizdeki binlerce proleterin gürleme ve öfkesinde de yankılandığı halde, bizim ideologlanmızm, bugün bile, pek akıllanna gelmez. Hatta 16. yüzyılın din savaşlan adı verilen şeylerde bile, herşeyden önce, çok olumlu maddi sımf çıkarlan sözkonu­ suydu, ve bu savaşlar da, daha sonra İngiltere ve Fransa'da ortaya çıkan iç çatışmalar kadar, sınıf savaşımlanydı. Bu sı­ mf savaşımlan, o çağda, dinsel bir nitelik taşıyorsa, çeşitli sınıflann çıkar, gereksinim ve istemleri din maskesi altında gizleniyorsa, bu, hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşullan ile kolayca açıklanır. Ortaçağ, yola en ilk öğelerden çıkmıştır. Herşeye yeni baştan başlamak için, eski uygarlık, eski felsefe, eski politi­ ka, eski hukuk biliminden herşeyi silip süpürmüştü. Yitip gi­ den eski dünyadan, hıristiyanlık ile, tüm uygarlıklanndan 91

yoksunlaşmış, yan yanya yıkık birkaç kentten başka bir şey kalmamıştı. Sonuç şu oldu ki, gelişmenin tüm ilkel evrelerin­ deki gibi, rahipler, entelektüel kültür tekelini ellerine aldı­ lar, ve kültürün kendisi de herşeyden önce dinbilimsel bir ni­ telik kazandı. Rahiplerin elleri arasında, politika ve hukuk bilimi, tüm öbür bilimler gibi, yalınç tannbilim kollan ola­ rak kaldılar, ve tannbilimde yürürlükte olan ilkelere göre in­ celendiler. Kilise dogmalan, aynı zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümeeleri de, tüm mahkemelerde ya­ sa gücüne sahipti. Hatta ba�msız bir hukukçular sımfı oluş­ tuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tannbilimin egemenliği altında kaldı. Ve tüm entelektüel çalışım alanın­ da tannbilimin bu egemenliği, aynı zamanda, feodal egemen­ liğin en genel bireşimi ve onaylaması olan kilisenin zorunlu sonucuydu. Buna göre, genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldınlann, herşeyden önce kiliseye karşı saldınlar olacağı, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve herşeyden önce, tannbilimsel sapkınlıklar olacağı açıktır. Varolan toplumsal koşullara dakunabilmek için onlann kut­ sal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu. Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm ortaçağ bo­ yunca devam etti. Bu muhalefet, kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, ki­ mi zaman da silahlı ayaklanma biçimi altında gösteriyordu. Mistiğe ilişkin olarak, 16. yüzyıl reformlanmn ona ne kadar bağlı olduklan bilinir. Münzer de ona çok şey borçludur. Mezhep sapkınlıklan, ya Alp dağlan çobanlannın, ataerkil görü şlere, kendilerine kadar sokulan feodaliteye karşı tepki­ lerinin ( Vaudois'laı-66), ya kentlerin feodalizme karşı muhale­ fetinin (Albigeois'lar67, Arnold de Brescia, vb .) ya da yalınç köylü ayaklanmalanmn (John Ball, Pikardiya'daki Macar usta68, vb. ) ifadeleriydiler. Biçim ve içerik bakımından, tari­ hin hareketine karşıt gerici girişimler olduklan, ve yalmzca yerel bir öneme sahip bulunduklan için, Vaudois'lann ataer­ kil mezhep sapkınlıklan ile İsviçrelilerin ayaklanmasını bu-

92

rada bir yana bırakabiliriz. Öbür iki ortaçağsal mezhep sap­ kınlığı biçiminde, 12. yüzyılda, kentli muhalefet ile köylü­ halk takımı muhalefeti arasındaki, Köylüler Savaşının başlı­ ca başansızlık nedeni olan büyük bağdaşmazlığın habercile­ rini görüyoruz. Bu bağdaşmazlık, tüm ortaçağ boyunca sü­ rüp gider. Kentlerin mezhep sapkınlığı, -ve uyannca söylemek ge­ rekirse, bu, ortaçağın resmi mezhep sapkınlığıdır-, esas ola­ rak rabipiere karşı yöneliyor, yani zenginliklere ve siyasal konuma saldınyordu. Tıpkı burjuvazinin şimdi bir gouveme­ ment a bon marche'* istediği gibi, ortaçağ kentlileri de "ucuz bir kilise" istiyorlardı. Biçimi bakımından gerici olarak, kili­ senin ve dogmalann gelişmesinde bir yozlaşmadan başka bir şey görmeyen her mezhep sapkınlığı gibi, burjuva mezhep sapkınlığı da, kilisenin ilk düzeninin yeniden kurulmasım, ve salt din adamlan zümresinin ortadan kaldınlmasını isti­ yordu. Bu ucuz kurumun sonucu, keşişleri, yüksek din gö­ revlilerini, Roma sarayım, kısacası, kilisede pahalıya malo­ lan herşeyi ortadan kaldırmak olacaktı. Kraliann korunumu altında bulunmakla birlikte, aslında kendileri birer cumhu­ riyet olduklan için, kentler, papalığa karşı saldınlan ile, ilk kez olarak, genel bir biçim altında, o burjuva egemenliğinin normal biçiminin cumhuriyet olduğu gerçeğini ifade ediyor­ lardı. Kentlerin bir dizi kilise dogma ve yasalanna muhale­ fetleri, kısmen bundan önce söylenenlerle, kısmen de öbür yaşam koşullan ile açıklanır. Örneğin, kentlerin, rahiplerin bekarlığına karşı neden o kadar zorlu bir biçimde karşı çık­ tıklanm, hiç kimse Boccaccio'dan daha iyi açıklayamaz. İtal­ ya ve Almanya'da Arnold de Brescia, Fransa'nın güneyinde Albililer, İngiltere'de John Wiclef,69 Bohemya'da Huss ve ka­ likstenler,70 bu eğilimin başlıca temsilcileri oldular. Feoda­ lizme karşı muhalefet, kendini, burada yalnızca kilise feoda­ litesine karşı muhalefet olarak gösteriyorsa, bunun nedeni, yalmzca, her yerde, kentlerin daha şimdiden tanınmış bir zümre oluşturmalan, ve ayncalıklan, silahlan ya da zümre* Ucuz hükümet. -ç.

93

ler meclislerinde, laik feodaliteye karşı savaşım vermek için yeterli araçlara sahip bulunmalandır. Küçük soyluluğun en büyük bölümünün, rahiplere karşı savaşımda ve mezhep sapkınlığında kentlerle bağlaştığını, Fransa'nın güneyinde, İngiltere'de ve Bohemya'da olduğu kadar, daha şimdiden, burada da görüyoruz - küçük soylu­ luğun kentler karşısındaki bağımlılığı ve prensler ve yüksek din görevlilerine karşı kentlerle olan çıkar dayanışması ile açıklanan olay; Köylüler Savaşında bunu gene göreceğiz. Köylü ve halk takımı gereksinimlerinin doğrudan anlatı­ mı olan ve hemen her zaman bir ayaklanmaya bağlı bulunan mezhep sapkınlığının niteliği ise bambaşkaydı. Bu mezhep sapkınlığı, aslında, buıjuva mezhep sapkınlığının, rahiplere, papalığa ve ilkel kilise düzeninin yeniden kurulmasına iliş­ kin tüm istemlerini içeriyordu, ama ondan sonsuz derecede ileriye de gidiyordu. İlkel hıristiyanlığın eşitlik koşullannın topluluk üyeleri arasında yeniden kurulmasını ve uygar top­ lum için kural olarak tanınmalannı da istiyordu. "İnsanlann tann karşısındaki eşitliği"nden, uygar eşitliği ve hatta kıs­ men daha şimdiden, servet eşitliğini çıkartıyordu. Soyluluk ile köylülerin, ayncalıklılann, ayncalıklı buıjuvalar ve halk­ tan kimselerin eşitliğini gerçekleştirmek, feodal angaryalan, efendi hakkını, vergileri, ayncalıklan ve, eninde sonunda, göze çok batan zenginlik farklılıklannı ortadan kaldırmak: ilkel hıristiyan öğretiden zorunlu olarak çıkan, az çok açık bir biçimde ortaya konan ve desteklenen istemler, işte bun­ lardı. Feodalizmin doruğuna vardığı bir çağda, örneğin Albi­ lilerde olduğu gibi, buıjuva mezhep sapkınlığından ayırde­ dilmesi henüz güç olan bu köylü-halk takımı mezhep sapkın­ lığı, 14. ve 15. yüzyıllarda, açıkça ayn bir parti programı du­ rumuna dönüşür, ve buıjuva mezhep sapkınlığı yanında ço­ ğu kez tamamen bağımsız bir biçimde görünür: lngiltere'de, Wyclef hareketi yanında, Wat Tyler ayaklanmasının71 vaizi John Ball gibi, Bohemya'da kalisktenler yanında, Taborit­ ler72 gibi. Almanya'da halk takımı temsilcileri tarafından 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başında yetkinleştirilen cumhuri-

94

yetçi eğilim, Taboritlerde, tannbilimsel süsler altında, daha o zaman ortaya çıkıyordu. Gericilik dönemlerinde de devrimci gelenekleri sürdüren flagellanflann 73, Jollardlann74 vb. mistik mezheplerin aşın etkinliği, bu mezhep sapkınlığı biçimine bağlanır. Halk takımından kişiler, o çağda, tamamen resmi toplum dışmda yeralmış tek sımfı .oluşturuyorlardı. Buıjuva toplulu­ ğunun dışmda olduklan gibi feodal topluluğun da dışmday­ dılar. Ne ayncalıklan vardı, ne de mülkleri, hatta köylüler ve küçük-burjuvalar gibi ağır yükümlülükler altına konmuş bir mülkleri bile yoktu. Nerden bakılırsa bakılsm, malsız mülksüz ve her türlü haktan yoksundular. Yaşama koşulla­ n, onlan o günün kendilerinden hiçbir haberleri olmayan kurumlar ile hiçbir zaman doğrudan bir buluşukluk duru­ muna getirmiyordu. Bunlar, feodal toplum ile burjuva !onca­ mn dağılmasının canlı simgesi ve, aynı zamanda, modem burjuva toplumun ilk habercileriydiler. Daha o çağda, halkçı bölüntünün, kendini neden yalmzca feodalizme ve ayncalıklı burjuvaziye karşı savaşım ile smır­ layamayacağım işte bu durum açıklar; bu bölüntü, en azın­ dan imgeleme yetisi alamnda, henüz doğmakta olan modem buıjuva toplumu aşmalıydı. Bu durum, her türlü mülkten dışianmış bu bölüntünün, sımf bağdaşmazlıklan üzerine da­ yanan tüm toplum biçimlerinde ortak olan kurumlan, görüş­ leri ve fikirleri, neden daha şimdiden tartışma konusu yapa­ cağım açıklar. llkel hıristiyanlığın chiliastique15 düşleri, bu­ nun için elverişli bir hareket noktası sunuyordu. Ama, aynı zamanda, sadece bugünü değil, hatta geleceği de aşan bu önceleme, ancak zorlu, fantastik bir niteliğe sahip olabilirdi ve, ilk gerçekleştirme girişiminde, gene çağın koşullan tara­ fından belirlenen dar sınırlar içine düşecekti. Özel mülkiyete karşı saldınlar, mallarda ortaklık istemi, kaba bir iyilik se­ verlik örgütü biçiminde dağılıp gideceklerdi. Belirsiz hıristi­ yan eşitliği, olsa olsa, yasa karşısında uygar eşitliğe varabi­ liyordu; her türlü yetkenin ortadan kaldınlması, sonunda, halk tarafından seçilmiş cumhuriyetçi hükümetlerin kurul-

95

masına yolaçtı. Komünizmi imgeleme yetisinde öncelemek, gerçeklikte, modem burjuva koşullann bir öncelenmesiydi. Gelecekteki tarihin bu zorlu, ama halk takımı bölüntüsü­ nün yaşama koşullan gözönünde tutulursa çok anlaşılır ön­ celemesine, ilkin Almanya 'da, Thomas Münzer ve yandaşla­ nnda rastlıyoruz. Daha önce Taboritlerde, ama yalnızca salt askeri düzeyde bir önlem olarak, bir tür chiliastique mal or­ taklığı vardı. Bu komünist çınlamalar, ancak Münzer'dedir ki, gerçek bir toplum bölüntüsünün özlemlerinin ifadesi du­ rumuna gelirler. Ancak ondadır ki, bu komünist çınlamalar belirli bir açıklıkla formüle edilmişlerdir, ve ondan sonra bu çınlamalan modem işçi hareketi ile kaynaşmaianna kadar, her büyük halk ayaklanmasında bir kez daha duyanz; tıpkı ortaçağda, özgür köylülerin, kendilerini gitgide ağlan içine alan feodaliteye karşı yürüttükleri savaşımlann, sertler ve angaryacılann, feodal egemenliği dipten doruğa yıkmak için yürüttükleri savaşırnlar ile kaynaşması gibi. Ulusun bölünmüş bulunduğu üç büyük kamptan birinci­ si, tutucu-katolik kamp, kurulu düzenin sürdürülmesinde çı­ kan bulunan tüm. öğeleri: imparatorluk iktidan, papaz sınıfi ve laik prensierin bir bölümünü, zengin soyluluğu, büyük din görevlileri ve kentler ayncalıklannı biraraya getirirken, Luther'ci-ılıman burjuva reform partisi, varlıklı muhalefet öğelerini, küçük soyluluk yığınını, burjuvaziyi, ve hatta, laik prenslerin, kilise mallannın zoralımı ile zenginleşmeyi uman ve imparatorluk karşısında daha büyük bir bağımsız­ lık kazanmak için tirsattan yararlanmak isteyen bir bölümü­ nü biraraya getiriyordu. Son olarak, köylüler ve halktan kimseler de, istemleri ve öğretileri en açık bir biçimde Tho­ mas Münzer tarafindan dile getirilen devrimci bir parti oluş­ turuyorlardı. Luther ve Münzer, öğretileri ile olduğu kadar, karakter ve eylemleri ile de, yönettikleri partileri hayranlık uyandıra­ cak bir biçimde temsil ederler. Luther, 1517'den 1525'e, modem Alman anayasacılannın 1846'dan 1849'a geçirdikleri evrimin tıpkısını geçirdi; bir an

96

hareketin başında bulunduktan sonra, bu hareket içinde, o zamana kadar kendisini destekleyen halkçı ya da proleter parti tarafından geride bırakıldığını gören her buıjuva parti­ sinin geçirdiği evrimin tıpkısını geçirdi. Luther, 1 5 17'de, ilkin Katolik Kilisesinin dogmalanna ve kuruluşuna saldırdığı zaman, muhalefeti henüz belirli bir ni­ telik taşımıyordu. Bu muhalefet, eski buıjuva mezhep sap­ kınlığının istemlerini aşmaksızın, daha radikal hiçbir eğilimi dışlamıyordu, ve zaten dışlayamazdı da. Çünkü, başlangıçta, tüm muhalefet öğelerini biraraya getirmek, en kararlı dev­ rimci erkeyi göstermek ve katolik ortodoksluk karşısında da­ ha önceki sapkın doktrinlerin tümünü temsil etmek gereki­ yordu. Sosyalist ve komünist olduklannı söyleyen ve işçi sı­ nıfının kurtuluşunu düşleyen bizim buıjuva liberallerimiz, 1847'de, işte tam da bu anlamda henüz devrimciydiler. Lut­ her'in güçlü köylü özlüğü, kendini en coşkun bir biçimde, çalışınıının bu birinci dönemi içinde gösterdi. "Saldınlannın kudurganlığı devam edecekse, diye yazıyordu Roma kilisesi rahiplerinden sözederken, bu kudurganlığı durdurmak için, sanının kraliann ve prensierin zora başvurduklannı, dünya­ yı zehirleyen bu uğursuz hayvan soyuna saldırdıklannı, ve girişimlerine, sözle değil, silahlarla bir son verdiklerini gör­ mekten daha iyi bir yol ve daha iyi bir çare herhalde olmaya­ cak. Tıpkı hırsızlan ip, katilleri kılıç, sapıklan ateş ile ceza­ landırdığımız gibi, bu uğursuz yıkım öğretmenlerine, papala­ ra, kardinallere, piskoposlara, ve tüm Roma Sodom'u sürü­ süne, neden elimizde olan bütün silahlar ile saldırmıyor, ve neden ellerimizi onlann kanlannda yıkamıyoruz?'76 Ama bu ilk devrimci ateş, uzun sürmedi. Luther'in indir­ diği yıldınm, yapacağını yaptı. Tüm Alman halkı harekete geçti. Bir yandan, köylüler ve halktan kimseler, onun rahip­ lere karşı savaşım çağnlannda, hıristiyan özgürlüğü üzerin­ deki vaazlannda, ayaklanma işaretini gördüler; öte yandan ılıman buıjuvalar ile küçük soyluluğun büyük bir bölümü, hatta kendileri ile birlikte bazı prensleri de sürükleyerek, onun yöresinde toplandılar. Birileri, tüm zorbalann hesabını

97

görmek için zamanın geldiğini sandılar; öbürleri ise yalnızca rahiplerin egemenliğine, Roma karşısındaki bağımsızlığa ve katolik hiyerarşiye bir son vermek, ve kilise mallannın zo­ ralımı sayesinde zenginleşmek istiyorlardı. Partiler birbirle­ rinden aynldılar ve kendi sözcülerini buldular. Luther, bu partiler arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Saksonya seçici prensinin korunuğu, Wittenberg Üniversitesinin üstün profesörü, bir günden öbürüne ün ve güç kazanan, kendisine canla başla bağlı bir insan ve dalkavuk sürüsü ile çevrili bu büyük adam, bir an bile duraksamadı. Hareketin halk öğele­ rine ihanet etti ve soyluluğun, burjuvazinin ve prensierin partisine katıldı. Roma'ya karşı kökünü-kazıma savaşı çağn­ lan yavaş yavaş söndü. Luther, şimdi, banşçı evrimi ve pasif direnmeyi salık veriyordu (örneğin bkz : Alman Soyluluğuna Çağ:rı, l520, vb. ) Ulrich von Hutten tarafından kendi yanına, ve Sickingen'den, soyluluğun din adamlan ve prensiere karşı hazırladıklan ayaklanmanın merkezi olan Ederburg'a gel­ mesi için yapılan çağnyı, Luther şöyle yanıtladı: "İncil davasının zorla ve kan dökerek kazanılmasından yana değilim. Dünya söz ile yenildi, kilise söz ile kuruldu, o, eski haline söz ile getirilecektir, ve Deccal onu, zor kullan­ madan eline geçirdiği gibi, zora başvurulmaksızın yıkılıp gi­ decektir. "77 Korunacak ya da reforma uğratılacak kurumlar ve dog­ malar yöresindeki o pazarlık, Augsburg itirafı78 ile sonuçla­ nan o çirkin diplomasi, ödünler, entrikalar ve uzlaşmalar oy­ unu, reforme edilmiş burjuva kilisesinin, sonunda alçakça anlaşmalar pahasına sağlanmış kuruluşu, işte Luther'in eğilimi bu biçimi aldığı, ya da daha doğrusu bu belgin biçim­ de saptandığı gün başlar. Alman ulusal meclislerinde, uyuş­ ma kurullannda, gözden geçirme dairelerinde ve Erfurt par­ lamentolannda, 79 siyasal biçim altında, daha bir süre önce, mide bulandınncaya kadar yinelenen şey, işte aynı sefil madrabazlığın ta kendisidir. Resmi reformun küçük-burjuva niteliği, kendini en açık bir biçimde, işte bu görüşmeler bo­ yunca göstermiştir.

98

Bundan böyle burjuva reforınun temsilcisi olarak tanı­ nan Luther'in, yasa çerçevesinde ilerlemeyi salık verınesinin sağlam nedenleri vardı. Kentlerin çoğu, ılıman reformdan yana çıkmışlardı, küçük soyluluk, giderek bu tutuma katılı­ yordu. Bazı prensler de bu tutuma katılmışlardı, öbürleri du­ raksama içindeydiler. Bu işin başansı, Almanya'nın hiç de­ ğilse büyük bir bölümünde sağlanmış demekti. !şler barışçı bir biçimde gelişmeye devam ederse, öbür bölgeler, uzun erimde, ılıman muhalefetin itişine direnemezlerdi. Ama her zorlu sarsıntı, ılıman partiyi, halk takımı ve köylülerin aşın partisi ile çatışma durumuna düşürecek, prensleri, soylu­ luğu ve bazı kentleri hareketten uzaklaştıracak, ve sonunda, ya burjuva partisinin, köylü ve halk takımı partisi tarafın­ dan geride bırakılması, ya da hareketin tüm partilerinin, Katolik restorasyon tarafından ezilmesinden başka bir seçe­ nek bırakmayacaktı. Ve burjuva partilerin, en küçük bir ha­ şan kazanır kazanmaz, yasa çerçevesinde ilerleme aracıyla, devrimin Scylla'sı ve restorasyonun Charybde'i arasında na­ sıl volta vurdugunu, son yıliann olaylan bize yeterince gös­ termiştir. Ça�n, toplumsal ve siyasal genel koşullan gereği, her türlü dönüşüm sonuçlan, zorunlu olarak prensler yaranna olacağı için, burjuva reform, halk ve köylü öğelerden daha açık bir biçimde aynldıkça, gitgide reforına uğramış prensie­ rin denetimi altına düşecekti. Luther'in kendisi de gitgide onlann hizmetkan oldu ve halk, onu da, öbürleri gibi prens­ Ierin uşağı durumuna gelmiş olmakla suçladığı, ve Orlamün­ de'de olduğu gibi, taşlayarak kovduğu zaman, ne yaptığım çok iyi biliyordu. Köylüler Savaşı patlak verdiği, ve gerçekte prensler ile soyluluğun katolik çoğunluk durumunda bulundukları böl­ gelerde patlak verdiği zaman, Luther arabulucu rolü oyna­ maya çalıştı. Hükümetlere korkusuzca saldırdı. Haksız vergi ödetmeleri ile, ayaklanmadan sorumlu olduklannı bildirdi. Onlara karşı ayaklananlar köylüler değildi, tannmn ta ken­ disiydi. Ama, öte yanda, ayaklanmanın dine aykın ve İncilin

99

kurallanna karşı olduğunu da söylüyordu. Sonunda, iki kar­ şıt partiye savaşmaktan vazgeçmelerini ve dostça bir anlaş­ maya varmalannı öğütledi. Ama, bu iyi dilekli aracılık önerilerine karşın, ayaklan­ ma hızla yayıldı, hatta prensler, soylular ve Luther yandaşı kentlerin yetkesi altında bulunan bölgelere bile yayıldı ve "ölçülü" buıjuva reform sınırlannı hızla aştı. Ayaklanmaia­ nn en kararlı bölüntüsü, Münzer'in yönetimi altında, karar­ gahını Thüringen'de Luther'in çok yakınlarında kurdu. Bir­ kaç başan daha kazandılar mı, tüm Almanya alevler içinde kalmış, Luther kuşatılmış, belki de hain olarak kılıçtan geçirilmiş, ve buıjuva reform, halk ve köylü devriminin ka­ barması tarafından süpürülüp götürülmüş olacaktı. Yani du­ raksamanın zamanı değildi. Devrim karşısında, tüm eski anlaşmazlıklar unutuldu. Roma Sodom'unun uşaklan, köylü çeteleri karşısında, tannnın suçsuz kuzulan, tatlı çocukla­ nydılar. Buıjuvalar ve prensler, soyluluk ve papazlar sınıfı, Luther ve papa, "yağmacı ve kıyıcı köylü çeteleri"ne karşı birleştiler. "Kudunnuş köpekleri gebertir gibi, gizlice ve açıktan açığa, bunlan parçalamak, bunlan boğmak, bunlan boğazla­ mak gerek! diye haykınr Luther. Bu nedenle, benim aziz beylerim, bunlan boğazlayın, bunlan gebertin, bunlan bo­ ğun, burasını, şurasını kurtann! Eğer bu savaşta ölürseniz, bundan daha kutsal bir ölüm olmaz! " Köylülere acıma yok! Tannnın acımadığı, tersine, ceza­ landırmak ve yoketmek istediği kimseleri bağışlayanlar da isyancılara katılmışlar demektir. Sonra, köylüler, eğer öbü­ rünü dinginlik içinde koruyabilmek için, ineklarinin birin­ den vazgeçme zorunda kalırlarsa, tannya şükretmesini öğre­ neceklerdir; ve ayaklanma da, prenslere, halkın ne kafada olduğunu, ancak zor kullanarak hükümet edilebileceğini gös­ terecektir. "Bilge der ki: Cibus, on us et virgam asino. Köylülerin ka­ fası yulaf samanı dolu; onlar tannnın sözlerini duymaz, on­ lar budaladırlar; bu nedenle, onlara kamçıyı, arkebüzü du-

1 00

yurmak gerek; bu onlara iyi gelecek. Boyun e�eleri için dua edelim. Yoksa, acıma yok! Arkebüzleri konuşturun, yok­ sa daha kötü olacak . " 80 Proletarya, Mart günleri ertesinde, zafer meyvelerinden payını Istediği zaman, bizim sosyalist ve insansever buıjuva­ lanmız da işte tastamam böyle konuşuyorlardı. Luther, Kutsal Kitap çevirisi ile, halkçı harekete güçlü bir silah vermişti . Kutsal Kitapta, çağın feodalleşmiş hıristi­ yanlığının karşısına, ilk yüzyıllann gösterişsiz hıristiyanlığı­ nı; aynşma durumundaki feodal toplumun karşısına, geniş ve ustalıklı feodal hiyerarşiyi bilmeyen bir toplum tablosunu çıkarmıştı. Köylüler, prenslere, soyluluğa ve papazlara kar­ şı, bu silahtan her anlamda yararlanmışlardı. Şimdi, Luther onlara karşı dönüyor, ve Kutsal Kitaptan tann tarafından kurulmuş yetkeler için, o zamana kadar hiçbir mutlak kral­ lık çanak-yalayıcısının yapamadığı biçimde gerçek bir övgü çıkartıyordul Prensierin tannsal hukuka dayanan iktidan, pasif itaat, hatta serflik, onun tarafından, Kutsal Kitap adı­ na onaylandı. Böylece, yalnızca köylülerin ayaklanması de­ ğil, ama Luther'in tinsel ve cismani yetkelere karşı tüm baş­ kaldırması da yadsınmış bulunuyordu. Böylece, yalnızca halk hareketi değil, ama burjuva hareket de, prensler yara­ nna, ihanete uğruyordu. Şu son yıllarda, bu kendi özgeçmişlerini yadsıma örnek­ lerini bir kez daha vermiş bulunan burjuvalann da adını an­ mak gerekir mi? Şimdi burjuva reformcusu Luther'in karşısına, halk dev­ rimeisi Münzeri koyalım. Thomas Münzer, 1498 yılına doğru, Harz'da, Stolberıfde do�uştu. Stolberg kontunun keyfi yönetimine kurban giden babası, asılarak öldürülmüştü. Münzer, daha onbeşinde iken, okulda, Halle'de Magdebourg başpiskoposu ve Roma ki­ lisesine karşı gizli bir demek kurdu. Çağın tannbilimindeki derin bilgisi, genç yaşta doktorluk aşaması ve Halle'deki ka­ dınlar manastınnın birinde, bir kilise papazlığı elde etmesi­ ni sağladı. Bu görevde kilise dogma ve ayinlerine karşı bü-

1 01

yük bir küçümseme ile davranıyor, baş ayinden (messe), ku­ das töreninde ekmekle şarabın isa peygamberin eti ile kanı­ na dönüşmesi ( transsubstantion) sözlerini tamamen çıkartı­ yor ve, Luther'in anlattığına göre, ayin sırasında dağıttığı ekmekleri kutsamadan yutuyordu. Herşeyden önce ortaçağ mistiklerini, özellikle de Kalabriyalı Joachim'in chiliastique yazılarını irdeliyordu. Bu yazann haber verip betimlediği bin yıllık krallık, yozlaşmış kilise ve bozulmuş dünyamn malıkurniyeti zamanı, refonıı ve çağın genel kaynaşması ile birlikte, Münzer'e gelmiş gibi göründü. Bölgede başanlı va­ azlar verdi. 1520'de, birincil İncil vaizi olarak Zwickau'ya gitti. Orada, birçok bölgede sessiz sedasız yaşamaya devam eden, ve alçakgönüllülük ve geçici sakınınalannın arkasın­ da, aşağı toplumsal katmanlann, kurulu düzene karşı büyü­ yen muhalefetlerinin gizlendiği o coşkun chiliastique tarikat­ lardan birini buldu; şimdi, büyüyen çalkantı ile birlikte, bu tarikatlar, gitgide daha açık ve daha direngen bir çalışım gösteriyorlardı. Bu tarikat, başında Nicolas Storch'un bulun­ duğu anabaptistler tarikatı idi. Anabaptistler, kıyamet günü ile bin yıllık krallığın yaklaştığım vaazediyorlardı; onların "keşifleri ( visions), esrimeleri ve enııişlik"leri vardı. Az za­ manda Zwickau Konseyi ile çatışmaya girdiler. Münzer, on­ lara hiçbir zaman tamamen katılmadan, ama onlan gitgide kendi etkisi altına alarak, bunlan savundu. Konsey, var gü­ cüyle bunlara karşı çıktı; kentten aynimak zorunda kaldılar - Münzer de onlarla birlikteydi. Bu iş, 152 1 sonunda olmuş­ tu. Münzer Prag'a gitti, ve Huss hareketinden artakalanlar ile ilişki kurarak orada tutunmaya çalıştı, ama konuşmalan, onu Bohemya'dan kaçmak zorunda bırakmaktan başka bir işe yaramadı. 1522'de, Thüringen'de Allstedt'e vaiz atandı. Orada, tapınışı refonııdan geçinneye başladı. Luther'in, işi araya vardınııayı göze almasından önce, Latince kullamlma­ sını tamamen kaldırdı, ve pazar ayinlerinde sadece İncilleri ve havarilerin mektuplannı değil, tüm Kutsal Kitabı okuttu. Aynı zamanda, bölgedeki propagandayı örgütledi. Halk,

1 02

dörtbir yandan ona koştu, ve az zamanda, Allstedt, tüm Thüringen'deki rahip düşmanı halk hareketinin merkezi du­ rumuna geldi. O sırada, Münzer, henüz herşeyden önce bir tannbilim­ ciydi; saldınlan, henüz yalnızca rahiplere karşı yöneltil­ mişti. Ama, Luther'in daha o zaman yapmaya başladığı gibi, gürültüsüz patırtısız tartışmalar ve banşçı evrim vaazetmi­ yordu. Luther'in eski zorlu vaazlannı sürdürüyor ve Sakson­ ya prensleri ile halkı, Roma rahiplerine karşı silahlı savaşı­ ma çağınyordu. " l sa: ben size banş değil, kılıç getirmeye geldim, demez mi? Ama siz, [Saksonya prensleri] bu kılıçla ne yapacaksı­ nız? Eğer tannnın iyi kullan olmak istiyorsanız, onu İncil yoluna çıkan kötüleri ortadan kaldırmak ve yoketmek için kullanımz. l sa, büyük bir ihtişamla şöyle buyurmuştur: ama üzerlerine kral olmarnı istemeyen o düşmanlanını buraya getirin, ve önümde boğun (lncil, Luka, 19, 27) .. . Tannnın kudretinin, bu işi sizin kılıcınızın yardımı olmaksızın da ya­ pacağı yolundaki o yavan saçmalıklarla bize karşı koymayın; yoksa o kılıç kınında paslanabilir. Çünkü tannmn esinine karşı gelen kimseleri, tıpkı Ezekiyas Keyhus, Yeşu, Daniel ve Elya'mn, Baal rahiplerini yokettikleri gibi, acımadan yok etmek gerekir. Başka türlü, hıristiyan kilisesini kaynağına döndürmek olanaklı değildir. Hasat zamanı, tann bağlannın kötü otl arını yolmak gerekir. Tann şöyle dedi (Musa, 5, 7): "Puta tapanlara acımayacaksınız. Gazabıma uğramak iste­ miyorsamz, onlann mezbahalannı yıkacak, kutsal resimleri­ ni parçalayıp yakacaksınız! "Bl Ne var ki, halk arasındaki devrimci kaynaşmanın gün­ den güne artmasına karşın, prensiere yapılan bu çağnlar hiçbir sonuç vermedi. Gitgide daha açık bir biçimde dile geti­ rilen fikirleri her gün daha atılgan bir duruma gelen Mün­ zer, o zaman buıjuva reformdan kesinlikle aynidı ve bundan sonra siyasal bir ajitatör rolünü oynadı. Tannbilimsel ve felsefi öğretisi, kısacası, yalnızca kato­ likliğin değil, ama hıristiyanlığın da tüm temel noktalanna

saldınyordu. Münzer, hıristiyan biçimler altında, modern spekülatif görüşlerle82 olağanüstü bir benzerlik gösteren, ve hatta zaman zaman, tanntammazcılığa yaklaşan bir kamu­ tanncılık (pantheisme) ög-retiyordu. Kutsal Kitabı, biricik ve yanılmaz esin (revelation) olarak reddediyordu. Gerçek yaşa­ yan esin, diyordu Münzer, her zaman ve bütün halklarda va­ rolmuş bulunan ve bugün de varolan akıl-esindir. Akla karşı Kutsal Kitabı çıkarmak demek, özÜ sözle öldürmek demek­ tir. Çünkü, Kutsal Kitabın sözünü ettiği Kutsal-Ruh, bizim dışımızda yoktur. Kutsal-Ruh, aklın ta kendisidir. lman, ak­ lın insanda ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey değil­ dir, ve bu nedenle, hıristiyan olmayanlar (payenler) de iman sahibi olabilirler. Bu iman, canlı duruma gelmiş bu akıl sa­ yesinde, insan tannsallaşıp kutsallaşır. Bu nedenle, cennet öbür dünyada olan bir şey değildir, onu kendi yaşamımızda aramak gerekir; ve iman sahiplerinin görevi de, bu cenneti, tannnın bu krallı�nı, yeryüzünde kurmaktan başka bir şey değildir. Nasıl ki, öbür dünyada cennet yoksa, tıpkı öyle, ce­ hennem ve sürekli cehennem azabı da yoktur. Aynı biçimde, insaniann kötü içgüdü ve kötü isteklerinden başka bir şey­ tan yoktur. lsa, öbür insanlar gibi bir insan, bir yalvaç ve bir öğretmendi, ve havarilerle birlikte yediği son yemek de (la cene), ekmek ve şarabm, bu yemeğe mistik hiçbir şey kat­ maksızın yenip içildikleri basit bir anma yemeği. Münzer bu öğretiyi, çoğu kez yeni felsefenin belirli bir süre gizlenmek zorunda kaldığı hıristiyan türnce kuruluşlan altında saklayarak öğretiyordu. Ama iyiden iyiye heretique (sapkın mezhepli) bir nitelik taşıyan düşünce, yazılarının her yamndan fışkınr, ve Kutsal Kitap maskesini, bugünün bir çok Hegel çömezinden çok daha az ciddiye aldığı görülür. Gene de, Münzer'i modern felsefeden üç yüzyıl ayınr. Siyasal öğretisi tamamen bu devrimci dinsel görüşe denk düşüyor, ve tannbilimi çağın dinsel görüşlerini ne kadar aşı­ yorduysa, o da varolan toplumsal ve siyasal ilişkileri o kadar aşıyordu. Münzer'in tannbiliminin tanntanımazcılığa yak­ laşması gibi, siyasal programı da komünizme yaklaşıyordu,

1 04

ve bir tek modem komünist tarikat, daha devrimin öngü­ nünde bile, 16. yüzyılın "münzerci" tarikatlannın teorik cep­ haneliğinden daha zengin bir teorik cephaneliğe sahip bu­ lunmuyordu. Çağın halktan kimselerinin istemlerinin bir sentezi olmaktan çok, bu halktan kimseler arasında tohum halinde bulunan proleter öğelerin kurtuluş koşullannın da­ hice bir öneelemesi olan bu program, tann krallığının, yal­ vaçlann bin yıllık krallığımn, kilisenin kaynağına dönmesi, ve sözde ilkel ama, gerçeklikte, yepyeni olan bu kilise ile çelişik durumda bulunan tüm kuruıniann ortadan kaldınla­ rak, yeryüzünde hemen kurulmasını istiyordu. Münzer'e gö­ re, tann krallığı, orada artık hiçbir sınıf aynlığı, hiçbir özel mülk, toplum üyelerine karşı çıkan hiçbir yabancı, özerkli devlet iktidanmn bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi. Varolan tüm yetkeler, eğer devrime boyun eğmeyi ve ona katılmayı reddederlerse, ortadan kaldırılmalıydı; tüm çalışmalar ve tüm mallar ortaklaşa olmalı, ve en tam bir eşitlik hüküm sürmeliydi. Bu programı gerçekleştirmek için yalmzca tüm Almanya'da değil, ama hıristiyanlık dünyası­ mn tümünde bir demek kurulmalıydı. Prensler ve soylular, bu derneğe katılmaya çağnlacaklardı. Katılmayı reddeder­ lerse, demek, ilk fırsatta, elde silah, ya onlan devirecek ya da öldürecekti. Münzer, bu derneği örgütlernek için, hemen işe koyuldu. Vaazlan daha da zonınlu bir devrimci niteliğe büründü. Ar­ tık yalmzca rabipiere saidırınakla yetinmeyerek, prenslere, soyluluğa, ayncalıklılara karşı da aynı atılganlıkla gürlüyor­ du. Varolan baskıyı en ateşli renklerle betimliyor, ve bunun karşısına, toplumsal ve cumhuriyetçi eşitliğin bin yıllık kral­ lığı düşsel tablosunu çıkanyordu. Aynı zamanda, birbiri ar­ dından devrimci yergi yazılan yayınlıyor, ve kendisi, derneği Allstedt ve yörelerinde örgütlerken, dört bir yana özel görev­ liler gönderiyordu. Bu propagandanın ilk sonucu, Allstedt yakınlarında, Me­ lerbach'taki Bakire Meryem kilisesinin: "ama onlara şöyle yapacaksınız : mezbahalannı yıkacaksınız, ve dikili taşlan

1 05

parçalayacaksınız, ve onların Aşerlerini balta ile keseceksi­ niz, ve onlann oyma putlarını ateşte yakacaksınız. Çünkü sen Allahın RABBE kutsal bir kavmisin (Tesniye, 7, 6)" buy­ ruğuna göre yıkılınası oldu. Saksonya prensleri, ayaklanma­ yı yatıştırmak için, Allstedt'e geldiler ve Münzer'i şatolanna çağırdılar. Gitti, ve orada onlara, Luther'in Münzer'in ona verdiği adla "yumuşak Wittenberg eti"nin ağzından o zama­ na kadar benzerini hiç duymadıklan bir vaaz verdi. Ineile dayanarak, dinsiz hüküındarlan, özellikle ineile bir sapkın­ lık olarak bakan rahip ve keşişleri öldürmek gerektiğini söyledi. Çünkü dinsizlerin hiçbir yaşama hakları yoktur, ve ancak saçilmişlerin kayrası ile yaşarlar. Eğer prensler din­ sizleri ortadan kaldırmayı reddederlerse, tanrı onlardan kılı­ cı geri alacaktır, çünkü kılıcın kudreti topluluğa aittir. Tefe­ ciliğin, hırsızlığın ve eşkiyalığın batağı, 'tüm canlı varlıklan: sudaki balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir. Sonra da, yok­ sullara: çalmayacaksıni buyruğunu vaazederler, ama kendi­ leri, ellerine düşen herşeyi kapar, köylü ve zanaatçının iliği­ . ni sömürürler; ama bir yoksul, neye olursa olsun, karşı çıkar çıkmaz, asılır, ve bütün bunlara, doktor "Lügner': Amin! der. "Yoksullann kendilerine düşman kesilmelerinden sorum­ lu olanlar, beylerin kendileridir. Ayaklanma nedenini orta­ dan kaldırmayı reddederlerse, ayaklanmanın kendisini orta­ dan kaldırmayı nasıl isterler? Ah! benim aziz beylerim, tann demir bir çubukla eski kapiann arasına ne de güzel vuracak! Eğer bana bu nedenle, asi olduğumu söylüyorsanız, ne ya­ palım, öyle olsun, ben bir asiyim!"83 Münzer vaazını bastırdı. Bu yüzden Allstedt'li basımcısı, Saksonya dükası Jean tarafindan, ülkeden aynimaya zor­ landı; Münzer'in kendisine gelince, yazılan bundan böyle zo­ runlu olarak Weimar hükümetinin sansüründen geçecekler­ di. Ama o, bu buyruğa hiçbir önem vermedi. Bundan hemen sonra, imparatorluk kenti Mulhausen'de, son derece sert bir bildiri bastırdı. Bu bildiride, halkın, "tanrıyı boyalı bir kukla durumuna getirmek için ona yeterince söven kodaman-

1 06

lanmızın kimler olduğunu herkesin aniayabilmesi için gözünü adamakıllı açma"sını istiyor, ve bildiriyi şu sözlerle bitiriyordu: "Bütün dünya büyük bir sarsıntıya hazır olmalı. Öyle bir sarsıntı olacak ki, dinsizler devrilecek ve yoksullar yükseleceklerdir." "Çekiçli Thomas Münzer" adlı bildirisinin en sonunda şöyle yazıyordu: "Dinle, söküp atasın, paramparça edesin, kınp geçiresin diye, yapasın ve dikesin diye, kendi sözlerimi senin ağzına koydum. Krallar, prensler, rahipler ile halk arasında demir­ den bir duvar çekildi. Dövüşsünler! Güçlü dinsiz zorbalann yıkımı için, zafer kesindir."84 Münzer'in Luther partisinden kopması, çoktanberi olup bitmiş bir işti. Luther, Münzer'in kendisine danışmadan, kendi başına yapmış bulunduğu bazı tapınma reformlannı kabul etmek zorunda kalmıştı. Münzer'in çalışımına, çok ile­ ri giden daha eneıjik bir devrimci parti karşısındaki ılıman reformcunun kuşkulu güvencesi ile bakıyordu. Daha 1524 ilkyazında, Münzer, Melanchton'a, o evde oturmasını seven darkafalı adam örneğine, onun da, Luther'in de, hareketten bir şey anlamadıklannı, hareketi, Kutsal Kitabın lafzına olan inanç içinde boğmaya çalıştıklannı yazmıştı. Tüm öğre­ tileri çürüktü. "Aziz kardeşler, bekleme ve duraksama yeter. Zamanı geldi. Yaz kapılanmıza vuruyor. Dinsizlerle dostluğunuzu kesin, onlar tann kelamının, tüm gücü ile etkili olmasını en­ gelliyorlar. Prensierinizi pohpohlamayın, yoksa onlarla bir­ likte kendinizi de yıkıma mahkum edersiniz. Tatlı bilginler, bana kızmayın, başka türlü konuşmak elimden gelmiyor. "85 Luther, Münzer'i, birçok kez sözlü tartışmaya zorladı, ama, ne zaman olursa olsun, halk önünde savaşım vermeye hazır olan Münzer, kendini, Wittenberg Üniversitesinin yan tutan dinleyicileri önündeki dinbilimsel bir tartışmaya kap­ tırmak için en küçük bir istek duymuyordu. "Kutsal-Ruha yalnızca üniversite önünde tanıklık etmek" istemiyordu.86 Eğer Luther içten olsaydı, savaşım basında özgürce devam edebilsin diye, Münzer'in basımcılanna karşı hileli davalan

107

durdurmak, ve yazılan üzerine çöken sansüre son vermek için, sahip bulunduğu etkiyi kullanmaktan başka bir şey yapmazdı. Bu kez, Münzer'in yukarda sözünü etmiş bulunduğumuz devrimci yergisinin yayınlanmasından sonra, Luther onu açıkça suçladı. Asi Zihniyete Karşı Saksonya Prenslerine Mektup'unda87, Münzer'in, şeytanın bir aleti olduğunu ilan etti, ve ayaklanma kışkırtıcılan kendi kötü öğretilerini yay­ makla yetinmediklerine, ama yetkelere karşı ayaklanma ve silahlı dirence çağırdıkianna göre, prenslerden, işe kanşıp bu kışkırtıcılan ülkeden kovmalannı istedi. Münzer, 1 Ağustos günü, prensler önünde ayaklanma suçlamasını yanıtlamak için Weimer şatosuna çağrıldı. 88 Aleyhinde son derece suçlandıncı bazı olaylar vardı. Gizli derneği bulunmuş, madencilerin ve köylülerin demeklerin­ deki çalışması meydana çıkarılmıştı. Onu ülkeden kovmakla tehdit ettiler. Allstedt'e döner dönmez, Saksonya dükası Ge­ orges'un onun kendisine teslim edilmesini istediğini öğrendi. Kendi eliyle yazdıgt demek mektuplan, içinde Georges'un uyruklannı, incil düşmanianna karşı silahlı dirence çağırdı­ ğı mektuplar, ele geçirilmişti.B9 Kentten zamanında aynlma­ saydı, konsey onu teslim ederdi. Bu arada, halk yığınlan ve köylüler arasındaki artan kaynaşma, Münzer'in bu iş için anabaptistler içinde çok de­ ğerli yardımcılar bulduğu propagandasını büyük ölçüde ko­ laylaştırmıştı. Belirli dogmalan olmayan, törelerinde çileci, yorulmak bilmez, bağnaz; ajitasyonu gözünü kırpmaksızın yürüten, yalnızca tüm egemen sınıflara ortak düşmanlık ile ikinci vaftiz ortak simgesinin biraraya getirdiği bu müritler topluluğu, gitgide Münzer çevresinde toplanmıştı. Kovuştur­ malar yüzünden belirli bir yerde oturmayan anabaptistler, bütün Almanya'yı dolaşıyor, ve Münzer'in kendilerine gerek­ sinim ve özlemlerinin bilincini vermiş bulunan yeni öğretisi­ ni her yerde yayıyorlardı. Aralannda çoğu işkenceye uğradı, odunlar üzerinde yakıldı, türlü biçimde öldürüldü, ama cesa­ ret ve dayanıklılıklan sarsılmadı, ve çalışmalannın başansı,

1 08

halkın artan kaynaşması nedeniyle, görülmemiş bir başan oldu. Thüringen'den kaçtığı anda, Münzer'in, alanı her yerde hazır bulmasını, işte bu durum açıklar. Münzer, bundan artık canının istediği yere gidebilirdi. llkin gittiği Nuremberg yakınlannda, daha bir ay kadar önce, bir köylü ayaklanması, tohum halinde iken bastınlmış bulunuyordu. Münzer burada gizli ajitasyon yaptı. Az sonra, onun, Kutsal Kitabın zorunlu olmayan niteliği ve kutsallaş­ tırma eylemlerinin hükümsüzlüğü üzerindeki en cüretkar tannbilimsel düşüncelerini savunan, ve lsa'nın bir insandan başka bir şey olmadığını söyleyen, cismani iktidan dine ay­ kın ilan eden adamlar çıktı ortaya. "Bu işte şeytanın, Alls­ tedt ibiisinin marifeti belli oluyor! " diye haykırdı Luther. Münzer, Luther'e yanıtını Nuremberg'de bastırdı. Onu doğ­ rudan, prensiere dalkavukluk etmek ve, duraksamalan ile, aslında, gerici partiyi desteklemekle suçluyordu. "Ama, diye ekliyordu, halk gene de kurtulacak ve, işte o zaman da, dok­ tor Luther kapana yakalanmış bir tilki gibi olacak. " Konse­ yin buyruğu ile, bu yazıya elkondu, ve Münzer de Nurem­ berg' den ayrılmak zorunda kaldı. Suab'dan geçen Münzer, Alsas'a, sonra İsviçre'ya uğradı ve, büyük ölçüde kendi anabaptist görevlileri tarafından ça­ buklaştırılan ayaklanmanın daha aylarca önce patlak vermiş bulunduğu Karaorman'ın güneyine döndü. Münzer'in bu pro­ paganda gezisi, halkçı partinin örgütlenmesine, istemlerinin açıkça saptanmasına ve son olarak da Nisan 1525 genel ayaklanm asına büyük bir katkıda bulundu. Münzer'in, bir yandan, kendisine o çağda anlaşılabilecek tek dil olan dinsel yalvaçlık dili ile yöneldiği halk için ve, öte yandan, kendileri ile gerçek erekleri konusunda açıkça konuşabildiği öğretililer (inities) için iki ayrı çalışması, kendini burada açıkça göste­ rir. Nasıl daha önce Thüringen'de, yalnızca halktan değil ama alt din adamları sınıfı içinden de çıkmış bulunan en gözüpekierinden bir grup adamı çevresinde toplamış ve on­ lann gizli derneğinin başına geçmiş ise, Karaorman'da da, güneybatı Almanya'nın tüm devrimci hareketinin merkezi

1 09

oldu. Frankonya ve Suab aracıyla, Alsas'a ve İsviçre sınınna kadar, Saksonya ile Thüringen arasında bağ kurdu, ve Waldshut'ta Hubmayer, Zürih'te Conrad Grebel, Griessen'de Franz Rabmann, Memmingen'de Schappeler, Leipheim'da Jacob Wehe, Stuttgart'ta doktor Mantel gibi, çoğu devrimci din adamı olan kimseleri, çömezleri ve güney Almanya aji­ tatörler derneği önderleri arasında topladı. Kendisi ise, ge­ nellikle Schaffiıouse kantonu sınınndaki Griessen'de eğleşi­ yor, buradan, Hegan, Klettgau vb. gibi yerlere devrimci uğ­ raş gezilerine çıkıyordu. Tedirgin prens ve beylerin, halkın bu yeni mezhep sapkınlığına karşı her yerde giriştikleri kanlı kovuşturmalar, ayaklanma ruhunun alevlenmesi ve derneğin güçlenmesine adamakıllı katkıda bulundu. Böylece, Münzer, güney Almanya'da, beş ay kadar bir süre boyunca, ajitasyon yaptı. Ayaklanma patlamadan' bir süre önce, ayak­ lanmayı yönetmek istediği, ve daha sonra onu gene orada göreceğimiz Thüringen'e döndü. Iki parti önderinin nitelik ve davranışının, partilerinin davranışını tam olarak ne ölçüde yansıttığını; Luther'in ka­ rarsızlığının hareketin ciddileşmesi karşısındaki korkusu­ nun, prensler karşısındaki gevşek köle ruhunun, buıjuvazi­ nin duraksamalı, ikircil siyasasına tam olarak nasıl uygun düştüğünü; ve Münzer'in devrimci erke ve sarsılmazlığımn, nasıl halk takımı ve köylülerin en ileri bölüntüsünün iktidar ve sarsılmazlığı olduğunu göreceğiz. Tek aynm şu idi ki, Luther, kendi sınıfının çoğunluğunun görüş ve özlemlerini dile getirmekle yetinir, ve böylece ucuz bir sevgi kazanırken, Münzer, tersine, köylüler ve halktan kimselerin düşünce ve ivedi istemlerini çok aşıyordu. Zaten devrimci öğelerin seç­ kin topluluğu ile, onun düşüncelerini paylaştığı ve onun er­ kesine sahip olduğu ölçüde, ayaklananlar yığım içinde ancak küçük bir azınlığı temsil eden bir parti oluşturdu. Friedrich Engels, Köylüler Savaşı Sol Yayınlan, Ankara 1999, s. 45-64

110

[ONBlRJ

YAZIŞMALARDAN PARÇALAR9o KARL MARX VE FRlEDRlCH ENGELS

ENGELS'TEN LONDRA'DAKl MARX'A [MANCHESTER, -26 MAYIS 1853]

. . . Sana sözünü ettiğim Arap yazıtlan hakkındaki kitabı* dün okudum. İlginç değil diyemem, ama başından sonuna, bezginlik verecek kadar rahip ve İncil savunusuyla dolup ta­ şıyor. En büyük başansı, Gibbon'un eski coğrafya konusun­ da bazı gaflar yaptığım kamtlaması; bundan Gibbon'un tan­ nhiliminin de itiraz edilir türden olduğu sonucunu çıkarma­ sı. Kitabı muhterem rahip Charles Forster yazmış; başlığı Arabistan 'ın Tarihsel Coğrafyası. Kitabın içeriği şöyle özet­ lenebilir: 1. Tekvin'de91 verilen Nuh'a, İbrahim'e vb. ilişkin soykü­ tük, o tarihlerdeki Bedevi kabilelerinin, derece derece lehçe akrabalıklanna göre, oldukça doğru biçimde sıralamşlandır. Bildiğimiz gibi Bedevi kabileleri, bugüne kadar kendilerini Beni Salid, Beni Yusuf, yani falamn filamn oğlu diye ad* Charles Foster, The Histarical Geography of Arabia; or, The Patriar­ chal Evidences ofRevealed Religion, vol. 1 and 2, London, 1844 -Ed. lll

landıragelmişlerdir. Eski ataerkil yaşama tarzından gelen bu tür adlandırma, sonunda böyle bir soykütüğe yolaçmıştır. Tekvindeki soykütük sıralamasını eski coğrafyacılar aşağı yukan doğrulamışlardır; daha yakın zamanlardaki gezginler de şiveye ilişkin değişikliklerle eski adiann büyük çoğunluk­ la süregeldiğini kanıtlamışlardır. Bundan çıkan sonuç şu: Yahudiler de, yerel koşullann, tanmın vb. öteki Bedevi kabi­ lelerinin karşısına koyduğu, küçük bir Bedevi kabilesinden başka bir şey değildir. 2. Daha önce konuştuğumuz büyük Arap istilasına, Bede­ vilerin, Mo�llar gibi, dönem dönem istila hareketlerine giriştikleri konusuna gelince, Asur İmparatorluğu -ve Babil İmparatorluğu- daha sonralan Bağdat halifesinin ortaya çıktığı yerde kurulmuştur. Babil İmparatorluğunun kurucu­ lan, Kaldeliler, aynı yerde bugün bile aynı ad altında, Beni Halid adı altında yaşamaktadırlar. Nineve ve Babil gibi bü­ yük kentlerin hızlıca kuruluşu, yalnızca 300 yıl kadar önce doğu Hindistan'da Mgan ve Tatar istilalanyla Agra, Delhi, Lahor ve Mutan gibi kentlerin kurulması türündendir. De­ mek ki, Muhammed'in giriştiği istilalann kendine özgü bir karakteri sözkonusu değildir. 3. Öyle görünüyor ki, kurduklan yapılardan anlaşıldığı­ na göre, Araplar, güneybatıda yerleştikleri bölgede, Mısırlı­ lar ve Asurlular kadar uygar bir halktılar. Bu, Muhammed'in istilalanndaki birçok şeyi de kanıtlamaktadır. Dinsel yalan­ larla ilgili olarak şu söylenebilir: küçük bir parçasını İbrani geleneğinin oluşturduğu eski geleneksel Arap tektanncılı­ ğımn (Amerika'dak.i kızılderili kabilelerinde olduğu gibi) ege­ men olduğu güneydeki eski yazıtlardan anlaşıldığına göre, Muhammed'in dinsel devrimi, her dinsel hareket gibi, eski basit gelenekiere dönme iddiası, biçimsel bir tepkidir. Yahudilerin Kitab-ı Mukaddes denen kitaplannın eski Arap din ve kabile geleneğinin kaydedilmesinden başka bir şey olmadığı, aynı kökenden gelen ama göçebe olan komşula­ nndan erkenden aynlan Yahudiler tarafından değiştirilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu nokta, şimdi bana çok açık görünüyor.

112

Yahudilerin farklı gelişmesini, Filistin'in Arabistan tarafımn Bedevi toprağı olan çölle çevrilmiş olması çok iyi açıklıyor. Ama eski Arap yazıtlann, geleneklerin ve Kuran'ın ve bütün soykütüklerin vb. artık kolaylıkla çözülebilmesi, esas özün Arap ya da daha çok Sami olduğunu gösteriyor. Buradaki durum , Edda ve Alman kahramanlık destanma oldukça ben­ zerlik göstermektedir. Sevgiler F. E.

MARX'TAN MANCHESTER'DEKI ENGELS'E [LONDRA1 2 HAZIRAN 1853

. . . lbranilerle Araplara ilişkin mektubun bana çok ilginç geldi. Konuyla ilgili olarak: 1) Tüm doğu kabileleri arasında, kabilelerin bir kısmımn yerleşik konuma geçmesiyle, bu sü­ recin başlamasından sonra, bunlarla göçebe yaşamım sürdü­ renler arasmda genel bir ilişki olduğu kamtlanabilir. 2) Mu­ hammed zamanmda Avrupa'dan Asya'ya uzanan ticaret yolu önemli ölçüde de�ştirilmiştir; Hindistan'la ticaretteki payı önemli olan Arap kentleri ticari bir çöküntü içindeydi, bu da değişimi hızlandırmıştır. 3) Dine gelince, soru, genel ve do­ layısıyla kolaylıkla yamtlanan bir noktada odaklaşıyor: do­ ğunun tarihi neden dinler tarihi olarak görünüyor? Doğu kentlerinin kuruluşuna gelince, (Aurung-Zebe'de dokuz yıl doktorluk yapan) François Bernier'nin Büyük Mo­ ğol'un Dominyonlanmn Tammını Içeren Geziler, vb. 'den* daha parlak, daha canlı, daha çarpıcı olarum bulmak zordur. Askeri sistemi, bu büyük ordulann beslenmesini vb. çok iyi anlatır. Bu iki noktada şöyle yazar: "Süvarİ ordunun ana bölümüdür; hizmetkarlar ve pazar­ dan ya da çarşıdan orduyu izleyen halkla askerler birbirine kanştınlmazsa, piyade, genel olarak söylenenin tersine, sü* F. Bernier, Voyages cantenant la description des etates du grand Mogol, de l'Indoustan, du Royaume de Cachemire, ete., tomes 1-11, Paris 1830 -Ed. 113

vari kadar büyük değildir. Örneğin hükümdann, başkentten uzun bir süre uzak kalacağının kesin olduğu durumlarda, ona eşlik eden ordunun 200.000 ya da 300. 000 kişiden ve ba­ zan daha çoğundan oluştuğunu belirtenierin haklı olduğu, ancak ordu ve eşlik edenler birlikte düşünülünce kabul edile­ bilir. Çadırlar, mutfaklar, giysiler, mobilya ve çoğu zaman kadınlar ve kuşkusuz bu kadar yükün doğal sonucu olarak filler, develer, öküzler, atlar, hayvan yemi tedarikçileri, le­ vazımcılar, her türden tüccar hizmetkıirlar - işte ordunun ardından götürdüğü bütün bu yükü ve insanlan bilenler için, ordulann büyüklüğüne ilişkin rakamlar şaşırtıcı değil­ dir. Bir ülkede tüm toprağın tek sahibi hükümdar ise, bunun zorunlu sonucu olarak Delhi ya da Agra gibi bir başkent, ne­ redeyse tümüyle yaşamını orduya borçluysa ve bu yüzden de hükümdar uzunca bir süre savaş alartlanna gittiği zaman onu izlemek zorundaysa, böyle bir ülkenin koşullannı ve yö­ netimini bilenler için, ordunun asker sayısına ilişkin yüksek rakamlar şaşırtıcı değildir. Bu kentler, açık arazide kurulan­ lardan biraz daha iyi ve rahat olmalan dışında, gerçekte as­ keri kamplardan başka bir şey olmadıklan için Paris vb. gibi birer kent değildirler ve öyle de olamazlar. " Büyük Moğol'un 400.000 kişilik bir orduyla Keşmir'e yü­ rüyüşü üzerine de Bernier şöyle diyor: "Güçlük, böyle büyük bir ordunun, böyle çok sayıda in­ sanın ve hayvanın arazide nasıl ve nereden beslenebile­ ceğidir. Doğru olan şudur: Hintliler gıda yönünden azla yeti­ nebilen insanlardır. Bunlann çoğu süvaridir; yirmide-biri bile yürüyüş sırasında et yemez. Gıdalan pirinç ve sebze ka­ nşımıdır. Fişirildiği zaman üstüne eritilmiş tereyağı döker­ ler. Bununla yetinirler. Aynca develerin büyük bir dayanma gücü vardır; açlığa ve susuzluğa direnebilirler; çok az gıday­ la yaşayabilirler ve herşeyi yiyebilirler. Ordu menziline va­ nnca deve sürücüleri, hayvanlan çayırlara salarlar; hayvan­ lar bulabildiği herşeyi yer. Aynca, Delhi'deki pazarda iş ya­ pan ticaret erbabı, harekat sırasında da ordunun yanında aynı işi yapmak zorundadır. Hayvan yemine gelince, tüm bu

114

yoksul insanlar ülkenin her yanını dolaşıp ne bulurlarsa satın alırlar ve böylece az bir kazanç sağlarlar. Ama daha çok yaptıklan şey, ellerinde malaya benzeyen ufak kürekler­ le araziyi dolaşmak, bulduklan yenebilir bitkileri toplamak, yıkayıp temizleyerek orduya satmaktır. . . "92 Bernier haklı olarak, doğudaki tüm fenomenterin teme­ linde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve Türkiye, İran ve Hindistan'a atıfta bulunur. Gerçek anahtar, hatta doğu cennetinin anahtan da budur.

ENGELS'TEN LONDRA'DAK! MARX'A MANCHESTER, 6 HAZİRAN [1853]

. . . Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğunun tümü için anahtar. Doğunun siyasal ve dinsel tarihi de bu noktaya dayanıyor. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçi­ minde de olsa toprak mülkiyetine varrnadılar? Bu, sanının iklimle ve onunla bağlantılı olarak, özellikle Salıra'dan Ara­ bistan'ı, İran'ı, Hindistan'ı ve Tatarya'yı [Orta Asya ve Tür­ kistan'ın bazı bölümleri,Tatari] geçerek yüksek Asya plato­ suna ulaşan büyük çöl parçalanyla kaplı toprağın yapısıyla ilgili. Burada yapay sulama tanının ilk koşulu; bu da ya ko­ münlerin, illerin ya da merkezi hükümetin işi. Bir doğu hü­ kümetinin hiçbir zaman üçten fazla dairesi olmadı: maliye (ülke içi yağma), savaş (ülke içi ve dışı yağma) ve bayındırlık (yeniden üretim için hazırlık). İngiltere hükümeti Hindis­ tan'da 1 ve 2 numaralı işleri çok darkafalı bir biçimde yürüt­ tü, 3 numaralı işi ise tümden bir kıyıya koydu. Hindistan ta­ nmı da bu yüzden haraboluyor. Serbest rekabet, orada kendi kendini tamamen itibardan düşürüyor. Sulama sistemi çürü­ meye terkedilince toprağın gübrelenmesinden hemen vazge­ çilmesi, başka türlü çok garip görünen bir gerçeği, bir za­ manlar, şahane biçimde ekilip biçilen bölgelerin şimdi nasıl birer çorak arazi parçası (Palmira, Petra, Yemen'deki harap yerler, Mısır, İran ve Hindistan'daki sayısız topraklar) duru-

1 15

muna geldiğini açıklıyor. Yıkıcı tek savaşın, bir ülkenin nüfusunu boşaltabileceğini ve uygarlıktan yüzyıllarca yok­ sunlaştırabileceğini gösteriyor. Sanınm senin çok doğru ola­ rak Muhammed devriminin temel öğelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed'den önce güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor. lsa'dan sonraki altı yüzyılın ticaret ta­ rihini iyi bilmiyorum. Bu nedenle de İran'dan Karadenize ve İran körfezinden Suriye ve Küçük Asya'ya uzanan ticaret·yo­ lunun, Kızıl Deniz yoluyla yapılan ticarete yeğ tutulmasına neden olan genel maddi durumu değerlendirecek durumda değilim. Ama, Sasaniler döneminde asayişi iyi olan İran lm­ paratorluğunda göreceli bir kervan güvenliği oluşunun etki­ leri herhalde yabana atılır gibi değildir. Buna karşılık lS 200-600 yıllan arasında Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir. Romalılar za­ manında gelişip serpilen güney Arabistan kentleri, yedinci yüzyılda çoraktaşmış ve haralıeye dönüşmüştü: beşyüz yılın içinde komşu Bedeviler tamamen efsanevi, pek güzel gele­ nekler benimsediler (Kuran'a ve Arap tarihçi Novairi'ye bak), o bölgedeki yazıtlann yazıldığı abeceyi bilmiyorlardı; gerçekte başka abece de yoktu ve yazı tamamen unutul­ muştu. Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareke­ tin daha bulunmuş olması gerekir ki, bunun da ancak Etyop­ yalılar tarafından girişilen istila hareketleri olduğu düşünü­ lebilir. Rabeşierin yöreden çıkanlıp atılması Muhamme d'­ den kırk yıl önce olmuştur; anlaşılıyor ki, Arap ulusal bilinci­ nin uyanışının ilk eylemi budur. Arap ulusal bilincini, kuzey­ den gelen ve neredeyse Mekke'ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Bizzat Muhammed'in yaşamıyla ilgili tari­ hi, gelecek birkaç gün içinde okuyacağım. Ama şimdiye de­ ğin okuduklanmdan çıkan sonuca göre, olay, bozuk bir juda­ izm ve bozuk bir hıristiyanlık anlayışı ile bozuk bir doğaya tapınma yaklaşımının karması olan dinleri de çözülme çığn­ na girmiş olan, ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir

116

Bedevi tepkisi niteliğini taşımaktadır. Bernier'nin materyali* gerçekten çok iyi. Uyanık, açık kafalı, çekici her zaman çivinin tam başına isabet ettiren, ama bundan haberdar değilmiş gibi görünen bir Fransızdan birşeyler okumak büyük zevk.

* Engels, Bernier'nin Voyages contenant la deseTiption desetats du Grand Mogol.. . kitabını imliyor. -Ed.

117

[ONlKlJ

KİLİSE ALEYHTARI HAREKET HYDE PARK'TA BİR GöSTERtgs KARL MARX LONDRA, 25 HAZİRAN 1855

TARlHlN eski bir dersidir: ayaklannın altında varlıklan­ nın temelleri uzun zamandan beri oyulmuş olmasına karşın, iktidann bütün niteliklerine sözde hala sahip olan -ve ölüm ilanı asılmadan ve vasiyetname açılmadan mirastan yarar­ lanınanın başlangıcı üzerinde varisler arasında daha şimdi­ den aynlıklar baş gösterdiği için bitkisel bir yaşam sürmeye devam eden- egemenliklerini yitirmiş toplumsal güçler, can çekişin son kavgasından önce bir kez daha yeniden kendileri­ ni toparlıyor; savunmadan saldınya geçiyor, geri çekilecek­ leri yerde kışkırtıyor, ve yalnızca tartışılan değil, ama şimdi­ den mahkum edilmiş öncüllerden aşın sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Bugün İngiliz oligarşisi için durum böyledir. İkiz kardeşi Kilise için de böyle. Resmi kilisenin bağnnda, yukan ve aşağı kilisede94 resmi kiliseden olmayanlada bir anlaşma zemini bulmak ve, böylece ulusun dindar olmayan kitlesinin karşısında bir bütün oluşturmak için, sayısız yeni-

118

den örgütleme girişimleri oldu; dinsel zorlayıcı önlemler hızla birbiri ardına geldi - eskiden lord Askley adı altında tamnan dindar kont Shaftesbury, yalnızca İngiltere'de 5 mil­ yon kişinin yalnız kiliseye değil aynı zamanda hıristiyanlığa yabancı duruma geldiğini, sızianarak yüce mecliste kaydetti. Resmi kilise şöyle yanıt veriyor: " Compelle intrare. "* Yemeyi tasarladığı kestaneleri ateşten çıkartma işini, lord Askley'e ve başkaldırmış, darkafalı, gözüdönmüş softalara bırakıyor. Dinsel zorlayıcı önlernin ilk aracı, tüm halk eğlence yer­ lerini, pazar günü, akşam saat 6-10 arası dışında kapatan Beerbill** oldu. Bu yasa, kaçak olarak, oturum sonunda mecliste kalabalık olmadığı bir sırada, yasa yaniılannın Lon­ dra'nın büyük bira satıcıianna yıllık kazanç vergisi sistemi­ nin, yani büyük sermayeler tekelinin korunacağına ilişkin güvence vererek onlann desteğini almasından sonra çıkanl­ dı. Sonra da Sunday Trading Billin*** sırası geldi; bu yasa, yakınlarda, Avam Ramarasının üçüncü müzakeresinde çıktı ve bu yasanın değişik koşullan parlamento komitesinde tar­ tışma konusu oldu. Bu yeni dinsel zorlayıcı önlem için de büyük sermayenin oyu sağlanmıştı, çünkü pazar günleri dükkanlanm açanlar yalnız küçük esnaftır ve büyük mağa­ zalar, pazar günleri, küçük qükkancılann rekabetini parla­ menter yoldan kaldırmaya tamamen hazırdılar. Her iki du­ rumda da kilisenin tekelci sermaye ile ortak komplosu var, ama her iki durumda da ayncalıklı sınıflann vicdanlanm ra­ hatsız etmemek için alt sımflara karşı dinsel ceza yasalan var. Beerbill aristokrat kulüplerine nasıl dokunmuyorsa, Sunday Trading BilJ de seçkinlerin pazar uğraşianna dokun­ muyor. İşçi sınıfı ücretini cumartesi akşamı geç saatte alır; öyleyse pazar günkü alış-veriş yalnızca onun için sözkonusu­ dur. Yalnızca o, küçük alış-verişlerini pazar günü yapmak zorundadır. Demek ki, yeni yasa, yalnızca ona karşı yöneltil­ miştir. 18. yüzyılda Fransız aristokrasisi şöyle diyordu: bi-. * Onlan ginneye zorla. -ç. ** Bira üzerine yasa. -ç. *** Pazar ticareti üzerine yasa.

-ç.

119

zim için Voltaire, halk için ayin ve aşar. 19. yüzyılda İngiliz aristokrasisi şöyle diyor: bizim için sofu sözleri, halk için hı­ ristiyan pratik. Hıristiyanlığın klasik azizleri kitlenin ruhu­ nun kurtulması için kendi bedenlerine eziyet ederlerdi; mo­ dem, kültürlü azizler, kendi ruhlannın kurtuluşu için kitle­ nin bedenine eziyet ediyorlar. Büyük bira sanayicilerinin ve tekelci büyük tüccarlann iğrenç hesaplanyla desteklenen kokuşmuş, düşkün ve zevk düşkünü bir aristokrasiyle kilisenin bu ittifakı, dün Hyde Park'ta, "Avrupa'nm ilk centilmeni" Georges IV'ün ölümün­ den beri Londra'nın görmediği bir kitle gösterisine neden oldu. Biz başından sonuna kadar seyirciydik, ve dün Hyde Park'ta Ingiliz devriminin başladığına güvence verirken abartmadığımızı sanıyoruz. Kınm'dan gelen son haberler bu "parlamenter olmayan", "parlamento-dıŞı" ve "parlamentoya karşı" gösterinin başlıca bir öğesini oluşturdular. Pazar ticareti üzerindeki yasanın öncüsü olan lord Ro­ bert Grosvenor, yasasının zengin sınıflara karşı değil, yal­ nızca yoksul smıflara karşı yöneltildiği itirazına şöyle yanıt vermişti: "Aristokrasi hizmetçilerini ve atlannı pazar günleri ça­ lıştırmaktan büyük ölçüde sakmıyor." Geçen haftanın son günlerinde Londra'nın bütün duvar­ lannda, büyük harflerle basılmış ve kaynağını çartistler­ den95 alan aşağıdaki afişi görmek olanaklıydı: " Yoksul halkın şimdilik hala yararlanabildi� gazeteleri, berbe­ ri, tütünü, içkileri ve yemekleri ve vücudun ya da aklın her çeşit be­ sinlerini ve eğlencelerini pazar günleri ortadan kaldırmak amacıyla yeni pazar yasası çıkanlıyor. Başkentin zanaatçılannın, işçilerinin ve "aşağı smıflannm" katılacağı bir açık hava mitingi pazar günü öğleden sonra Hyde Park'ta yapılacaktır; miting aristokrasinin hangi dinsel kafayla dua ve dinlenme gününe riayet etti�ni ve bu­ gün hizmetçilerini ve atlannı çalıştınnama konusunda ne kadar ti­ tiz olduğunu görmek için, lord Robert Grosvenor'un söylevindeki id­ dialan da görmek için yapılacaktır. Miting saat 3'te Kensington bahçelerinin yanmda Serpentine'in (Hyde Park'ta küçük bir çay) sağ yakasında olacaktır. Gelin! Ve karılarınızı ve ailelerinizi de bir-

120

likte getirin! Gelsinler ki " üstlerinin" kendilerine verdikleri örnek­ ten yararlansınlar!" Longchamp Paris sosyetesi için ne ise, Hyde Park'ın Ser­ pentine'i izleyen yolu, İngiliz haute volee 'si * için odur, - ü­ yelerinin öğleden sonra özellikle pazar günleri, lüks araba­ lannı ve tuvaletlerini gösterdikleri, uşak sürüleri tarafından izlenen süslü koşum takımlı görkemli atlannı ve arabalanm gösterdikleri yerdir. Yukardaki afişin metninden papaz ege­ menliğine karşı savaşımın İngiltere'deki bütün ciddi sava­ şımlannın niteliğini, yoksulun zengine karşı, halkın aristok­ rasiye karşı, " aşağı" durumdaki insaniann " yukan" durum­ dakilere karşı bir sınıf savaşımı niteliği aldığı görülüyor. Saat 3'te, yaklaşık 50.000 kişi belirtilen yerde, Serpenti­ ne'in sağ yakasında, Hyde Park'ın geniş çimleri üzerinde top­ lanmışlardı, ve sol yakadan da insanlar gelince, bu 50.000, yavaş yavaş en az 200. 000 oldu. Bir noktadan bir başka nok­ taya itilen küçük kümelenmeler görülüyordu. Oraya gönderil­ miş çok sayıda polis memuru, açıkça, mitingin düzenleyicileri­ nin ellerinden, Arşimet'in dünyayı kaldırmak için istediği, sağlanı bir dayanak noktası olmaya çalışıyorlardı. Sonunda daha önemli bir grup yerini aldı, ve grubun ortasında yüksek­ çe bir yerde çartist Bligh başkanlığa yerleşti. Söylevine henüz başlamıştı ki, havada coplar sallayan 40 polis memurunun başındaki polis müfettişi Banks, ona, parkın, krallığın özel mülkü olduğunu ve burada bir miting yapma hakkı bulun­ madığını bildirdi. Bligh parkiann kamu mülkiyetinde olduğu­ nu kanıtlamaya çalıştı ve Banks, Bligh'e karannda diretirse onu tutuklama emri bulunduğu yanıtını verdi; karşılıklı bir­ kaç konuşmadan sonra, çevredeki kalabalığın korkunç bağnş­ malan arasında Bligh şöyle bağırdı: "Majestenin polisi, Hyde Park'ın krallığın bir özel mülkü olduğunu ve majestenin arazisini, mitinglerini yapsın diye halka ödünç vermek istemediğini bildiriyor. Öyleyse biz de Oxford Market'e gidelim". Ve alaycı " God save the Queen!'** çığlığıyla grup Oxford * Yüksek sosyete. -ç.

121

Market yönünde d$ldı. Ama bu sırada, çartist merkez ko­ mitesi üyesi Finlen uzakta bulunan bir ağaca doğru koşmuş­ tu, kitleler onu izledi, göz açıp kapayıncaya kadar çevresini o kadar sık ve o kadar yoğun bir biçimde sardılar ki, polis ona ulaşma girişiminden vazgeçti. "Haftanın altı günü eziliyoruz, parlamento da yedinci gün sahip olduğumuz birazcık özgürlüğü bizden çalmak istiyor. lkiyüzlülükle gözlerini sağa sola çeviren papazlarla birleşen oligarşinin bu adamlan ve bu kapitalistler, Kınm'da kurban edilen halk çocuklarının dine aykın cinayetinin kafaretini ödemek için kendilerine değil de bize ceza vermek istiyorlar. " B u gruptan, bir başka bir gruba gitmek için aynldık; di­ ğerinde bir konuşmacı, boylu boyunca yere uzanmıştı ve ken­ dini dinleyenlere bu yatay durumda söylev veriyordu. Birden her yandan "Yola, arabalara! " çığlığı duyuldu. Bu arada ekip­ lere ve binicilere küfiirler yağmaya başlamıştı bile. Kentten durmadan takviye alan polisler gezinenleri yoldan kovdular. Böylelikle Apsleyhouse Rotten Row'dan başlayıp, Serpenti­ ne'in aktığı yönün tersine giderek, Kensington Gardens'a ka­ dar, yolun iki yanında insanlardan meydana gelmiş çeyrek fersahtan daha uzun iki yoğun çitin oluşmasına katkıda bu­ lundular. Seyircilerin yaklaşık üçte-ikisi işçilerden, üçte-biri orta sınıftan oluşuyordu, ve her iki kesim de kadınlı çocukluy­ du. Zoraki aktörler, yakışıklı baylar ve zarif bayanlar, "Avam ve Lordlar karnaraları milletvekilleri" , şurada burada, Porto şarabıyla ısınmış, atlar üzerinde belli yaştaki beyler, bu kez resmi geçitten geçmiyorlardı. Dayaktan geçiriliyorlardı. Kısa bir süre sonra bütün alaycı, kışkırtıcı ve kulağa hoş gelmeyen bir çığlıklar kasırgasının altında kaldılar; üstelik İngilizce, bu terbiyesiz sözler bakımından, bütün dillerden daha zengindir. Konser irticalen ortaya çıktığı için müzik enstrümansızdı. Do­ layısıyla koro kendi organlarından yararlanmak ve vokal mü­ zikle yetinmek zorundaydı. Ve konser, bir homurdanmalar, tıslamalar, ıslıklar, gürlemeler, ınırıldanmalar, sızıldanmalar, cıvıltılar, havlamalar, inlemeler, gıcırdamalar konseriydi. İn**

Tann kraliçeyi korusun!

-ç.

122

sanlan deli edecek, ölüleri uyandıracak bir müzik. Buna garip bir biçimde, gerçek eski-İngiliz nüktesinin ve uzun süre de­ vamlı kaynayan kızgınlığımn patlamalan kanşıyordu. " Go to the church!' ("kiliseye gidin!") sesi, ayırdedilebilen tek sözdü. Bir leydi, yatıştırma imi olarak, araharun kapısından dinsel esaslara uygun bir biçimde ciltlenmiş bir Prayer Book (Dua Kitabı) uzattı. "Give it to read to your horses!'("onu okumak için atlanmza verin!"), bin ağızdan hep birden yıldınm gibi gürleyen yamt oldu. Atlar ürkünce, şaha kalkıyorlar, ölümcül bir tehlike zarif yüklerini tehdit edince gemi azıya alıyorlardı, şakalar daha gürültülü, daha tehdit edici, daha acımasız olu­ yordu. Aralannda özel konsey bakarorun ve başkarorun eşi kontes Granville de bulunan soylu lordlar ve leydiler arabala­ nndan inmek ve kendi ayaklanm kullanmak zorunda kaldı­ lar. Kostümleri, özellikle geniş kenarlı şapkalan, inancım açıkça belirtmeye özgü duruşlanyla açığa vuran belirli yaşta­ ki centilmenler atlan üzerinde geçtiğinde, bütün öfkeli bağır­ tılar, buyrukla yatıştınlamayan bir kahkahaya boğuluyordu. Bu centilmenlerden biri, sabnm yitirdi. Mefistofeles gibi uy­ gun olmayan bir hareket yaptı, düşmana dilini çıkardı. "He is

a wordcatcher! A parliamentary man! He fights with his own weapons!' ("Bu bir geveze! Bir parlamenter! Kendi silahlany­ la savaşıyor!"), bu çığlık yolun bir yanından yükseldi. "He is a saint! he is salm singing!' ("Bu bir aziz! Mezamir96 okuyor! "),

karşı yamn karşılığı da böyle oldu. Bu arada başkentin elektrikli telgrafı bütün polis kara­ koHanna Hyde Park'ta bir kanşıklığın hazırlandığım duyur­ muş ve onlara olay yerine gitmeleri emrini vermişti. Bu yüz­ den, Apsleyhouse'dan Kensington Gardens'a iki insan çiti arasından sırayla geçen polis takımlan kısa aralıklarla bir­ birlerini izliyorlar, her seferinde şu halk şarkısıyla karşılam­ yorlardı: Where are gone the geese?

Ask the police! ("Kazlar nereye gitti? Onu polise sorun siz !")

123

Bu da, yakınlarda, Clerkerwell'de bir polis memuru tara­ fından işlenmiş herkesçe bilinen bir kaz hırsızlığını ima edi­ yordu. Bu skandal üç saat sürdü. Yalnızca İngiliz ciğerleri böyle bir güç gösterisi yapabilirler. Gösteri sırasında de�şik gruplardan şöyle sözler duyuluyordu: "Bu daha yalnızca baş­ langıç!", "Bu ilk adımdır! ", "Onlardan nefret ediyoruz ! " , vb . . İşçilerin yüzlerinde kızgınlık okunabilirken, orta sınıftan in­ sanlann yüzlerinde daha önce hiçbir zaman bu kadar hoş­ nut, bu kadar tatmin olmuş gülüş görmemiştik. Sondan bi­ raz önce gösterinin şiddeti arttı. Arabalar yönünde sopalar saliandı ve uyumsuz sesler " You rascals!' ( "Alçaklar!") ünle­ mi biçimine dönüştü. Üç saat süresince erkekli kadınlı çar­ tistler, kalabalı� dolaşıp bildiriler dağıttılar; bildiride büyük harflerle şunlar yazılıydı: " Çartizmin yeniden örgü tlendirilmesi! Başkentte çartiz­ min yeniden örgütlendirilmesi için yapılacak bir konferansa delegeler seçmek üzere, gelecek salı günü 26 Haziranda, Friar Street'te, Doktor Common'un edebi ve bilimsel ensti­ tüsünde büyük bir halk mitingi yapılacaktır. Giriş serbest­ tir." Londra basını bugün genellikle Hyde Park olaylannın ancak kısa bir raporunu veriyor. Lord Polmeston'un Morning Post'u dışında henüz başyazı yok. "Son derece utanç verici ve tehlikeli bir temsil, diyor, Hyde Park'ta geçti, yasanın ve geleneklerin açık bir ihlali yasama gücünün serbest işlemesine fiziki gücü müdahale et­ tirmek için yasadışı bir girişimdi. Tehdidi yapıldı� gibi, aynı sahne gelecek Pazar yinelenmemelidir. " Am a aynı zamanda ş u lord Grosvenor "fanatiğini" kan­ şıklığın tek "sorumlusu" olarak niteliyor ve "halkın haklı öfkesine" neden olduğunu belirtiyor. Sanki parlamento, lord Grosvenor'un yasasını üç müzakerede kabul etmemiş gibi! Yoksa o da mı "yasama gücünün serbest işleyişi üzerine bas­ kı yapmak için fiziki güç" kullanmış?

124

[ONÜÇ J

KAPlTAL KARL MARX

DİN dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir. Üreticilerin, genel olarak, ürünlerini meta ve değer olarak ele alarak birbirleriyle toplumsal ilişkilere gir­ dikleri ve böylece kendi bireysel özel emeklerini türdeş in­ san emeği ölçütüne indirgedikleri meta üretimine dayanan bir toplum için -böyle bir toplum için- soyut insan cul­ tus'u ile hıristiyanlık, ve hele onun buıjuva gelişimleri olan protestanlık, deizm vb. en uygun din biçimiydi. E ski Asya­ tik ve öteki antikçağ üretim biçimlerinde, ürünlerin metala­ ra dönüştürülmesi ve bu nedenle de insaniann metalar üre­ ticilerine dönüşmeleri ikincil bir yer tutar; ne var ki, bu il­ kel topluluklar dağılmaya yüz tuttukça bunun önemi de ar­ tar. Gerçek tüccar kavimler, Epiküros'un tannlannın küre­ ler arasında ya da yahudilerin Polonya toplumunun göze­ neklerinde yaşaması gibi, eski dünyanın ancak çatlaklann­ da yaşarlardı. Bu eski toplumsal üretim organizmalan, bur-

125

juva toplumuyla karşılaştınldığında, son derece basit ve saydamdı. Ama bunlar, ya ilkel kabile topluluğu içersinde birlikte yaşadığı kimselerle göbekbağını henüz kesip ata­ mamış olan insanın birey olarak henüz olgunluğa ulaşma­ mış gelişmesi üzerine, ya da doğrudan zorbalık ve kölelik ilişkileri üzerine kurulur. Ancak bunlar, emeğin üretkenlik gücünün gelişmesi düşük bir düzeyin üstüne çıkmadığı ve bu nedenle de maddi yaşam alanında insanla insan ve in­ sanla doğa arasındaki toplumsal ilişkilerin karşılıklı olarak sınırlı olduğu zamanlarda ortaya çıkabilir ve varolabilir. Bu sınırlılık, eskinin doğaya tapınınasında ve halk arasında yaygın dinlerin öteki unsurlannda yansır. Gerçek dünya­ nın, dinsel yansıması, kaçımlmaz olarak, günlük yaşamın pratik ilişkilerinin insana, onun öteki insanlar ve doğa ile ilişkilerini tam anlamıyla anlaşılır ve akla-uygun bir ilişki olmaktan öte bir şey sunmadığı zaman, ancak o zaman yi­ tip gider. Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik tülü, üretimin, serbestçe biraraya ge­ len insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir biçimde düzenleninesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz. Bu da toplum için, belli bir maddi temeli, ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendi­ liğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi varoluş koşulunun varlığını gerektirir. Ekonomi politik ne denli eksik olursa olsun, değer ve de­ ğer büyüklüğünü gerçekten tahlil etmiş ve bu biçimlerin al­ tında yatan şeyi açığa çıkarmıştır. Ama bir kez olsun, eme­ ğin, niçin onun ürün değeri ile ve emek-zamanımn bu değe­ rin büyüklüğü ile temsil edildiği sorusunu sormamıştır. Üre­ tim sürecinin insan tarafından denetimi yerine insana ege­ men olduğu bir toplum durumuna ait bulunduklan üzerle­ rine silinmez harflerle damgalanmış bulunan bu formüller burjuva anlayışına, tıpkı üretken emek olarak, doğanın yük­ Iediği apaçık zorunluluk olarak görünür. Bu nedenle, burju­ va-öncesi toplumsal üretim biçimleri, burjuvalarca, kilise ba-

126

balannm, hıristiyanlık-öncesi dinleri ele aldıklan gibi incele­ nir. [s. 88-90] *

. . . Eleştirici bir teknoloji tarihi, 18. yüzyılın buluşlann­ dan ne kadar azının, tek bir kimsenin eseri olduğunu ortaya koyabilir. Bugüne değin böyle bir kitap yazılmamıştır. Dar­ win, bizim ilgimizi, doğal teknoloji tarihine çekmiştir; yani, yaşamın sürdürülmesi için, üretim aracı olarak hizmet eden, bitki ve hayvan organlanmn oluşumuna dikkatimizi çekmiş­ tir. lnsamn üretici organlanmn, bütün toplumsal örgütün maddi temeli olan bu organiann tarihi, aynı türden dikkate layık değil midir? Ve Vico'nun dediği gibi, insanlığın tarihini doğa tarihinden ayıran şey, ilkini bizim yapmamız ve ama ikincisini yapmamamız olduğuna göre, böyle bir tarihin der­ lenınesi daha kolay olmaz mı? Teknoloji, insamn doğayı ele alış biçimini, hayatını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerinin oluşum biçimini ve bu ilişkilerden doğan kavramlan ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din ta­ rihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin hayali yara­ tıklanmn bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslın­ da, tersinden giderek, hayatm gerçek ilişkilerinden hareket ederek, bu ilişkilerin kutsallaştınlmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolayısıyla biricik bilimsel yöntemdir. Tarih ile tarihsel süreçleri dışarda bırakan, soyut doğal bilimsel materyaliz­ min zayıf noktalan, bunun sözcülerinin, kendi uzmanlık alanlannın dışına çıkar çıkmaz ortaya koyduklan soyut ve ideolojik kavramlardan derhal belli olur. [s. 360-361 not]

Eğer okur, bana, 1 798'de yayınlanmış olan "Essay of Po­ pulation" adlı yazımn yazan Malthus'u ammsatırsa, ben de, * Köşeli ayraç içindeki sayfa numaralan için bkz: Karl Marx, Kapital,

Birinci Cilt, Sol Yayınlan, Ankara 2000.

127

-Ed.

ona, bu yapıtın ilk şeklinin De Foe'dan, Sir James Steu­ art'tan, Townsend'dan, Franklin'den Wallace'dan vb. yapıl­ mış çocukça ve üstünkörü bir aşırmadan başka bir şey ol­ madığını ve kendisine ait tek bir tümceyi bile içermediğini anımsatınm. Bu broşürün neden olduğu büyük sansasyon, sadece parti çıkarlan ile ilgilidir. Fransız devrimi, Birleşik Krallık'ta ateşli savunucular buldu; 18. yüzyıl boyunca yavaş yavaş işlenen ve ardından büyük toplumsal bunalım sırasında, Condorcet'nin öğretilerine karşı şaşmaz bir panze­ hir olarak davul zurnayla ilan edilen "nüfus ilkesi", insanlı­ ğın ilerlemesi ve gelişmesi özlemlerini toptan yokedecek bir silah olarak İngiliz oligarşisi tarafından sevinçle karşılan­ mıştı. Bu başansına pek şaşıran Malthus, kendisini, gelişi­ güzel topladığı malzemeyi kitabına doldurmaya, kendisi ta­ rafından bulunmayıp sadece aşınlan yeni konulan eklerneye verdi. Şurasını da belirtelim: Malthus İ ngiliz devlet kilisesi­ ne bağlı bir papaz olduğu halde, protestan Cambridge Üni­ versitesine akademi üyesi (fellow) olmanın koşullanndan bi­ risi olan evlenınerne yeminini etmişti:"Socios collegiorum

maritos esse non Permittim us, ded otatim postquam quis uxorem duxerit, socius collegii desinat esse."* Bu durum Malthus'u diğer protestan papazlanndan, onun lehine olmak üzere ayınr; bunlar rahipliğin evlenme yasağı emrini bir yana iterek, "birleşiniz ve çoğalınız" sözünü İ ncilin kendileri­ ne verdiği özel bir görev diye kabullenmeyi o derece ileri gö­ türmüşlerdir ki, bir yandan işçilere "nüfus ilkesini" vaaze­ derken öte yandan da, nüfusun artışına gerçekten yakışıksız ölçülere varan genel bir katkıda bulunmuşlardır. Öğretinin bu hassas noktasını, ilk günahın bu ekonomik kılıfını, bu Adem babanın elmasını, "saygıdeğer" Townsend'in şakacı bir ifadeyle söylediği gibi, "şiddetli arzuyu" ve "Cupidon'un okla­ nnı körleten engelleri" (" the checks wich tend to blunt the shafts of Cupid'), saygıdeğer protestan teolojisinin ya da da­ ha doğrusu protestan kilisesinin, dün de, bugün de, tekelin* "Kolejlerin ö�etim üyelerinin [fellows] evlenınesine izin verıniyoruz, ama biri evlenir evlenmez kolej ö�tim üyesi olmaktan çıkar." -ç.

128

de bulundunnası çok ilgi çekicidir. Orijinal ve akıllı bir ya­ zar olan Venedikli rahip Ortes dışında, nüfus teorisyenleri­ nin çoğu protestan papazlandır. Örneğin modern nüfus teo­ rilerinin baştan sona incelendiği ve Quesnay ile öğrencisi Mirabeau arasındaki geçici kavgaya, aynı konu üzerinde fi­ kirler sağlamış bulunan Bruckner'ın Theorie du Systeme Animal, Leyde 1767, adlı kitabı; sonra, papaz Wallace, papaz Townsend, papaz Malthus ve öğrencisi başpapaz Thomas Chalmers ile, bu konuda kalem oynatan daha küçük rütbede bir yığın saygıdeğer din adamı. Başlangıçta, ekonomi politik, Hobbes, Locke, Hume gibi filozoflar, Thomas More, Temple, Sully, De Witt, North, Law, Vanderlint, Cantillon, Franklin gibi iş ve devlet adamlan, özellikle ve büyük bir başanyla da Petty, Barbon, Mandeville, Quesnay gibi tıp adamlannca in­ celenmiştir. Daha 18. yüzyılın ortasında zamanının dikkate değer iktisatçılanndan rahip Tucker, hala kendisini, kendi kutsal meleğinden bir adamın, Mammon'un97 işlerine kanş­ tığı için, özür dilemek zorunda sanıyor. Daha sonra, işte bu "nüfus ilkesi" ile protestan papazlannın günü gelmiş oldu. Nüfusa servetin temeli gözüyle bakan ve Adam Smith gibi papazlann açık sözlü düşmanı olan Petty, sanki bunlann be­ ceriksizce müdahalelerini sezmiş gibi şöyle der: "Hukukun en iyi gerçekleştiği yer, nasıl ki, avukatıann yapacak iş bula­ madıklan yer ise, dinin de en iyi serpilip geliştiği yer, papaz­ Iann nefislerine en çok çile çektirdikleri yerdir. " Bunun için, protestan papazlanna, bundan böyle Aziz Paul'ün yolunda gidip, evlenmeyerek "nefislerine eza" çektinnediklerine göre, "kilise vakıflannın geçimlerini sağlayabileceğinden fazla pa­ paz üretmemelerini" salık verir, "yani bugün eğer İngiltere ve Gal'de onikibin kişiye yetecek kadar yer varsa, 24.000 pa­ paz üretmek doğru olmaz, çünkü sonra bu açıkta kalan oniki bin kişi kendilerine bir geçim yolu arayacaklar ve bunu en kolay şekilde de, görevli onikibin papazın, halkın ruhlannı zehirlediklerini ya da açlıktan öldürdüklerini, cennete giden yolda onlara yanlış öncülük ettiklerini etrafa yayarak yapa­ caklardır. " (Petty, A Treatise of Taxes and Contributions,

129

London 1667, s. 57.) Adam Smith'in zamanının protestan ra­ hipleri ile ilişkisini aşağıdaki yazı göstermektedir. Norwich piskoposu Dr. Horne, A Letter to A. Smith, L. L. D. On the Life, Death, and Philosophy of his Friend, David Hume, by one of the People called Christians, 4. baskı, Oxford 1784, başlıklı yazısında Adam Smith'i, Mr. Strahan'a yazdığı bir açık mektupta, "dostu David'i [yani Hume'ü] nasıl mumya­ ladığını, ölüm yatağında Hume'ün iskarnbil ve briç oynaya­ rak kendisini nasıl eğlendirdiğini bütün dünyaya yaydığı" ve hatta Hume hakkında şunlan yazacak kadar saygısızlık ettiği için azarlamaktadır: "Ben, onu, gerek sağlığında ve ge­ rek ölümünden sonra, insan tabiatındaki zaafın izin verdiği . ölçüde, kusursuz bir bilgelik ve erdem idealine yaklaşan bir insan olarak gördüm. " Piskopos öfkeyle haykınr: "Din deni­ len ne varsa herşeye şifa bulmaz bir' antipatinin tutsağı olmuş, elinden gelse o ruhu insaniann belleklerinden silmek için vargücüyle çalışmış olan bir insanın kişiliğini ve tutu­ munu 'kusursuz bir bilgelik ve erdem' örneği diye bize sun­ maya ne hakkınız var efendim?" (l.c., s. 8.) "Ama hakikat aşıklan yılmasınlar. Dinsizliğin ömrü uzun olamaz." (s. 17.) Adam Smith, "Dinsizliği ülkeye yaymak için korkunç bir ah­ laksızlık gösterdi (yani, Theory of Moral Sentiments ile). Niyetinizin iyi olduğu anlaşılıyor Doktor, ama bu sefer sam­ nm başaramayacaksımz. David Hume ömeğiyle, bizi, dinsiz­ liğin alçak ruhlar için biricik ferahlatıcı, ölüm korkusuna karşı en iyi panzehir olduğuna inandırmak istiyorsunuz. . . . Harabeye dönen Babil'e gülüyor, taş kesilip Kızıldenize yu­ varlanan Firavun'u kutluyor olmalısımz." (l.c., s. 8, 1 7, 21, 22. ) Adam Smith'in kolej arkadaşlanndan ortodoks birisi, ölümünden sonra şöyle yazıyor: "Smith'in Hume'e duyduğu hayranlık . . . onun hıristiyan olmasım engelledi. . . . Sevdiği dürüst insanlarla karşılaştığında bunlann her söylediğine inanırdı. Değerli ve saf bir dost olarak, ayın, bazan berrak bir gökyüzünde araya bulut girmeden de kaybolacağına bile inanabilirdi. Politik ilkelerinde cumhuriyetçiliğe yaklaşırdı. " ( The Bee, by James Anderson, 18. cilt, c . 3 , s. 166, 165, Edin� 130

burgh 1 791-93 . ) Papaz Thomas Chalmers, Adam Smith'in "üretken olmayan işçiler" kategorisini, tannmn bahçele­ rindeki kutsal çalışmalanna karşın, sırf protestan papazlan için icat ettiği konusunda içinde bir şüphe taşır. [s.

588-589 not]

[ONDÖRT)

GÖ ÇMEN YAZlNJ98 [İKİNCİ MAKALEDEN PARÇA)

FRlEDRlCH ENGELS

. . . BlZlM blankicileriınizin99 bakunincilerle ı oo ortak yan­

lan, onlann en köklü eğilimi, hepsinden en uzağa giden e�­ limi temsil etmek istemeleridir. Bu nedenledir ki, blankici­ ler, amaçlarla ilgili olarak bakunincilere karşı çıkmakla bir­ likte, araçlar konusunda onlann göıiişlerine sık sık katılı­ yorlar. Dolayısıyla, tanntanımazlık için de, bütün öteki e�limlerden daha radikal olmak sözkonusudur. Neyse ki, bugün tanntanımaz olmak pek zor bir şey değil. Kimi Avru­ pa ülkelerinde, tannya inanmanın anti-sosyalist bir tutum olduğunu, ama Bakire Meryem'e inanmanın bambaşka bir şey olup her iyi sosyalistin doğal olarak buna inanması ge­ rektiğini düşünen şu İspanyol bakunincisinin tanntanımaz­ lığına benzer göıiişlere karşın, tanntammazlık, Avrupa işçi partilerinde hemen hemen kendiliğinden anlaşılıyor. Dahası, sosyal-demokrat Alman işçilerin büyük çoğunluğu için, tanntanımazlığın zamanım doldurduğu söylenebilir; salt 132

yadsıma artık onlara uygulanmıyor, çünkü onlar artık tann­ ya her türlü inançla teorik karşıtlık içinde değil, yalnızca pratik karşıtlık içindedirler; onlar, yalmzca tannyı başlann­ dan savdılar, gerçek dünya içinde yaşıyor ve düşünüyorlar ve dolayısıyla materyalisttirler. Kuşkusuz Fransa'da da du­ rum aynı. Ama durum böyle olmasaydı, o zaman durumun değişmesi için, son yüzyılın şahane Fransız materyalist yazı­ nının işçiler arasında geniş ölçüde yayılmasına özen göster­ mekten daha kolay bir yol olmazdı; bu yazın öz ve biçim açısından Fransız tininin zirvelerinden birini temsil etmekte ve -o zamari.ın biliminin durumu gözönünde bulundurulur­ sa- bugün bile, öz açısından, hala son derece yüksekte bu­ lunmaktadır, biçim açısından ise o zamandan beri hiçbir za­ man böyle bir yetkinliğe ulaşılmadı. Ama bu bizim blankici­ lerimizin işine gelemez. Herkesten daha çok radikal olduk­ lannı kanıtlamak için, ı793'teki gibi tannyı yasayla ortadan kaldınyorlar: "Komün, insanlığı artık kendi geçmiş yoksulluğunun ha­ yaletinden (tann), "bu nedenden" (varolmayan tann, bir ne­ den oluyor!), şimdiki yoksulluğundan sonsuza dek kurtara­ cak. Koroünde papazlara yer yok; her dinsel gösteri, her din­ sel örgütlenme yasaklanmalıdır. " Ve insanları par ordre du mouftl'yle* tanntanımaz hale getirmek iddiası koroünün iki üyesi tarafından imzalanmış­ tır; bununla birlikte bu iki üyenin, ilk olarak, kağıt üstünde yığınla emir verilebildiğini, ama böyle oldu diye bunlann uy­ gulanmasının gerekmediğini, ve ikinci olarak, zulmün hal­ kın tutmadığı inançlara güç vermenin en iyi yolu olduğunu öğrenmeleri için gerçekten yeterince fırsatlan oldu! Kuşku götüriDeyen bir şey varsa, o da, hala tannya yapılacak tek hizmetin, tanntanımazlığı dinin zorunlu ilkesi yapmak ve Bismarck'ın anti-katolik yasalarına, 101 Kulturkampfına, ge­ nel olarak dini yasaklayarak yeni şeyler eklemektir . . .

*

Müftünün fetvasıyla; yukardan emirle. -ç. 133

[ONBEŞ]

ALMAN İŞÇİ PARTİSİ PROGRAMINA

KENAR NOTLAR 102 KARL MARX

"1NANÇ özgürlüğü!" Eğer Kulturkampfın 103 şu anında, li­ beralizme kendi eski sloganlan anımsatılmak isteniyorsa, bu, ancak şöyle yapılabilirdi: "Herkes, polis bumunu sokma­ dan, dinsel ve bedensel gereksinimlerini yerine getirebilmeli­ dir. " Ama işçi partis i , burada, buıjuva "inanç özgürlüğü"nün, akla gelebilecek her türden dinsel inanç özgürlüğüDün hoş­ görüyle karşılanmasından başka bir şey olmadığının farkın­ da olduğunu ve partinin, kendi payına, inancı, dinin afsu­ nundan kurtarma çabasında olduğunu ifade edebilirdi. Ama, "buıjuva" düzeyin ötesine geçmemek yeğlenmiştir. 1°4 [s. 42]*

* Köşeli ayraç içindeki sayfa numarası için bkz: K. Marx, F. Engels, Gotha ve Eriurt Programlannın Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara 2002.

134

[ONALTI]

ANTl-DÜHRlNGı05

FRlEDRlCH ENGELS

HIR1ST1YANLIK, bütün insanlar arasında yalnızca bir eşitlikten, kendi köleler ve ezilenler dini olma niteliğine tas­ tamam uygun düşen eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımadı. Bunun yanısıra her ne denli en çok seçkin­ lecin eşitliği kabul ediliyorduysa da, bu eşitlik ancak ilk baş­ larda uygulandı. Gene yeni dinin ilk zamanlannda görülen mal ortaklığı izleri, gerçek eşitlik fikrinden çok, ezilenler arasındaki dayamşmaya bağlanabilir. Kısa sürede din adam­ lan ile laikler arasında bir karşıtlığın saptanması, bu hıristi­ yan eşitliğinin ilk izlerine bile son verdi. - Batı Avrupa'nın Germenler tarafindan istilası, toplumsal ve politik bir hiye­ rarşinin, adım adım, o zamana değin benzeri görülmemiş bir çapraşıklıkta kurulması yoluyla, bütün eşitlikçi görüşleri yüzyıllar boyu hertaraf etti; ama aynı zamanda, bu istila Batı ve Orta Avrupa'yı tarih hareketi içine çekti, ilk kez ola­ rak yoğun bir uygarlık bölgesi ve bu bölge içinde ilk kez ola­ rak birbirlerini etkileyen ve başansızlıkta birbirlerine daya­ nan ve her şeyden önce ulusal nitelikte bir devletler sistemi yarattı. Böylece bu istila, üzerinde daha sonraki çağlarda in-

1 35

sanal eşitlikten, insan haklanndan sözedilebildiği tek alanı hazırlıyordu. [s. 172]*

Oysa birey egemenliği, özsel olarak şuna dayanır ki "dev­ let karşısında birey, mutlak bir baskı durumu içinde bulu­ nur", ama bu baskı, ancak "doğal adalete gerçekten hizmet ettiği" ölçüde haklı gösterilebilir. Bu amaçla, "yasama ve yargı" olacak ama bunlar "topluluk ile birlikte kalacak"lardır; ayrıca kendini "orduda ya da iç güvenlik bakımından gerekli, yürüme kesimindeki dayanışma ile" gösteren bir savunma birliği, yani ordu, polis ve jandarma da olacaktır. Gerçekte bay Dühring, şimdiye değin ne yiğit bir Prusyalı olduğunu çok gösterdi! Burada da müteveffa bakan von Rochow'un o "jandarmasım kalbinde taşıyan" örnek Prusyalısımn ta ken­ disi olarak görünür. Ama geleceğin bu j andarması, bugünün "geriyecileri"** denli tehlikeli olmayacaktır. O, egemen bireye karşı ne türlü zor kullanırsa kullansın, egemen bireyin her zaman bir avuntusu var: "Özgür toplum tarafindan koşullara göre uğratıldığı haklılık ya da haksızlık, hiçbir z aman doğal durumun uğratacağından daha kötü bir şey olamaz! " Ve gene o kaçınılmaz telif haklan üzerinde bizi bir kez daha sendelettikten sonra bay Dühring, kendi gelecekteki dünyasında "baroya, kendiliğinden anlaşıldığı üzere, tama­ men özgür ve genel olacak bir giriş hakkı" bulunacağı konu­ sunda bize güvence verir. "Bugün tasarlanmış bulunan özgür toplum" , gitgide daha kanşık bir durum alır: mimarlar, nite­ liksiz işçiler, kalem-adamlan, jandarmalar ve üstüne üstlük, bir de avukatlar! Bu "sağlam ve eleştirel antelektüel krallık", çeşitli dinlerin, iman sahibinin dünyasal yaşamını kendisine tatlı kılan şeyi orada her zaman biçim değiştirmiş bir du­ rumda bulduğu çeşitli göksel krallıkianna tıpatıp benzer. Ve * Köşeli ayraç içindeki sayfa numarası için bkz: F. Engels, Anti­ Dühring, Sol Yayınlan, Ankara 1995 . ** Almanca "Zarucker", yığınla çatışmaya giren güvenlik güçlerinin agzından sık sık duyıılan "zurück" (geriye!) sözcü�den türetilmiş bir sözcük. -Ed.

1 36

bay Dühring de, "herkesin kurtuluşunu kendine göre sağla­ yabildiği"* devlete uyruk değil mi? Başka ne istenebilir? Aynca bizim isteyebildiğimiz şeyin önemi de yok. Önemli olan, bay Dühring'in istediği. Ve bay Dühring; Friedrich Il'den şu bakımdan aynlır ki onun gelecekteki devletinde, herkesin kurtuluşunu kendine göre sağlayabildiği hiç de doğru değildir. Bu gelecekteki devletin anayasası şöyle der: " Özgür toplumda tapmış (culte) olamaz; çünkü üyeleri­ nin her biri, doğamn arkasında ya da üstünde, kurban ya da dua yoluyla etkili olunabilecek varlıklar bulunduğu ilkel ve çocuksu kuruntusunu aşmıştır. Öyleyse, doğru olarak anla­ şılmış [bir] sosyalite sisteminin . . . kiliseye değin tüm gözbağ­ cılık aygıtını ve bunun sonucu bellibaşlı bütün din öğelerini ortadan kaldırması gerekir. " ı06 Din, yasaklanır. Nedir ki her din, insaniann günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onlann kafalanndaki düş­ lemsel yansımalanndan, dünyasal güçlerin içinde dünya­ üstü güçler biçimine büründükleri bir yansırnarlan başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlannda bu yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir. Bu ilk sürecin, karşılaştırmalı mitologya aracıyla Hint Veda'lannda, hiç olmazsa Hintli-Avrupalı halklar için kaynağına değin çıkılınış ve Hintler, lranlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Germenlerde ve yeterince belgeye sahip bulun­ duğumuz ölçüde de Keltler, Litvanyalılar ve Slavlarda bu sü­ reç, aynntılı bir biçimde gösterilmiştir. Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insaniann karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe kanşır ve onlan doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar. Başlan­ gıçta içlerinde yalnızca doğamn gizemli güçlerinin yansıdık* Prnsya'da kilise okullan sorunu üzerine yazılmış bir rapor konusun­ da Friedrich Il' nin düştüğü ünlü not. -Ed.

137

lan düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kaza­ nır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.*ıo1 Evri­ min daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tannla­ nn tüm do�al ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insa­ nın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tannya geçirilir. Tarihte, çöküş durumundaki baya� Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dörtbaşı bayındır ci­ simleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tannsı Ya­ hova'da bulan tektanncılık, işte böyle doğmuştur. Bu elveriş­ li, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim al­ tında din, insanlar o güçlerin egemenli� altında kaldıklan sürece onlan yöneten yabancı, do�al ve toplumsal güçlere göre dolaysız, yani duygusal biçim olarak varlıwnı sürdüre­ bilir. Oysa bugünkü burjuva toplumda insanlann, gene ken­ dileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendile­ ri tarafından üretilmiş üretim araçlan aracıyla, sanki ya­ bancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlı�nı sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenli�nin ne­ dense! ba�lantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalım­ lan önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir. Atasözü hep haklı: İnsan önerir, tann düzenler (tann, yani kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). Yalın bilgi, burjuva iktisadı bilgisinden daha ileri ve daha derine de gitse, toplumsal güçleri toplumun egemenliği altı­ na almaya yetmez. Bunun için her şeyden önce toplumsal bir eylem gerekir. Ve · bu eylem yerine getirildiği, toplum tüm * Tannsal kişiliklerin bu daha sonraki ikili niteli�, zamanla mitologya­ lara giren kanşıklı�n, tanrılann niteli�ni yalnızca do�al güçlerin yansıma­ lan olarak kabul eden karşılaştırmalı mitologyanın göremedi� bir nedeni­ dir. Böylece bazı Germen aşiretlerinde savaş tanns ı, lskandinavlann eski dilinde 7jtr, eski Almancada Zio adını taşır ve Yunanca Zeus ile Latince Diu piter yerine Jupiteie karşılık düşer; başka bazılannda Er, Eor adını taşır ve Yunanca Ares ile Latince Mars'a karşılık düşer. -Engels 'in Notu.

138

üretim araçlan üzerine elkonması ve planlı bir biçimde kul­ lanılması aracıyla, kendini ve bütün üyelerini şimdilik ken­ dileri tarafindan üretilmiş ama karşıianna ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarımn onlan egemenliği altmda tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yal­ mzca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduğu za­ man,· - işte ancak o zaman dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bu­ lunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de orta­ dan kalkacaktır. Tersine bay Dühring, dinin bu kendisine vaat edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarck'tan daha bismarkçıdır; yalmzca katolikliğe karşı değil, ama genel ola­ rak tüm dine karşı ağırlaştınlmış mayıs yasalan çıkanr, * gelecekteki jandarmalanm dinin izlenmesine gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine yükselmesine yardım eder ve ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgül Prusya sosyalizmi! [s. 442-446]

Eşitlik. Adalet. Eşitliğin, adaletin dışavurumu, yetkin si­ yasal ve toplumsal düzen ilkesi olduğu fikri, tamamen tarih­ sel biçimde doğmuştur. Doğal topluluklarda eşitlik yoktu ya da hiç değilse tikel bir topluluğun tüm haklanndan yararla­ nan üyesi için çok sınırlı bir biçimde vardı; kölelik ile leke­ lenmiş idi. Antik demokraside idem**. Yunanlı, Romalı ve Barbar, özgür insanlar ve köleler, ulusallar ve yabancılar, yurttaşlar ve korunuklar vb. , tüm insaniann eşitliği, antik kafası için yalmzca bir çılgınlık değil ama hatta bir suç idi ve bunun ilk başlangıcı hıristiyanlıkta mantıksal olarak zulme uğradı. Katoliklikte, ilkin tüm insaniann tann karşısmda günahkarlar olarak olumsuz eşitliği ve daha dar bir anlayış içinde de lsa'mn kayrası ve kanı aracıyla günahları bağış­ lanmış tann çocuklarımn eşitliği. Kölelerin, yurdundan sü* 1873 Mayıs yasalan, Bismarck'ın katoliklere karşı "Kulturkampf' adı altında tanınmış savaşımında çıkardığı ilk yasalardır. -Ed. ** de öyle idi. -ç.

139

rülmüşlerin, toplumdan kovulmuşlann, mazlumlann, ezilen­ lerin dini olarak hıristiyanlık rolünde, haklı iki anlayış. Hı­ ristiyanlığın utkusu ile bu konu ikinci plana geçti ve inanan ile hıristiyan olmayan, doğru yolda olan ile sapkın arasında­ ki karşıtlık, her şeyden önce gelen yön oldu. Kentlerin ve do­ layısıyla burjuvazi ve proletaryanın azçok gelişmiş öğeleri­ nin ortaya çıkması ile birlikte eşitlik istemi, burjuva yaşam koşulu olarak yavaş yavaş yeniden doğmaya başlayacak ve siyasal eşitlikten, mantıksal olarak toplumsal eşitlik sonucu­ nu çıkartan proleter anlayış bu isteme bağlanacaktır. Bu, el­ bette dinsel biçim altında, kendini ilk kez olarak Köylüler Savaşında açıkça dışavurdu. - Rousseau sayesinde ilk kez olarak kesinlikle ama henüz evrensel olarak insanal bir bi­ çimde formüllendirilen burjuva yön. Burjuvazinin tüm is­ temlerinde olduğu gibi proletarya burada da uğursuz bir göl­ ge gibi dikilir ve kendi sonuçlarını çıkartır (Babeuf). Burjuva eşitlik ile bundan mantıksal sonuçlar çıkarma proleter biçi­ mi arasındaki bu zincirlenişi açıklamalı. [s. 465-466]

Daha şimdiden, doğanın son derece güç gerçek yansıma­ sı, uzun bir deney tarihi ürünü. Doğa güçleri, ilkel insan için yabancı, gizemli, üstün bir şey. Tüm uygar halkiann geçtik­ leri belli bir aşamada, o onlan kişileştirerek, kendine benzeş­ tirir. Tannlan her yerde bu kişileştirme içgüdüsü yaratmış­ tır ve tannmn varoluşu ile ilgili cansensus gentiuın* yalnızca ve yalnızca bu kişileştirnıe içgüdüsünün zorunlu geçiş aşa­ ması olarak evrenselliğini, öyleyse dinin de evrenselliğini ta­ nıtlar. Ancak doğa güçlerinin gerçek bilgisi tanrılan ya da tanrıyı, bir konumdan sonra bir başkasından kovar (Secchi ve onun güneş sistemi). Bu süreç, şimdi öylesine ilerlemiştir ki teorik bakımdan bitmiş olarak düşünülebilir. Toplumsal olaylarda, yansı daha da güç. Toplum, ekono­ mik ilişkiler, üretim ve değişim tarafından ve daha önceki tarihsel koşullar tarafindan belirlenmiştir. [s. 470-471] *

Genel uzlaşma. -ç.

140

[ONYEDlJ

DOGANIN DlYALEKTlGl FRlEDRİCH ENGELS

GlRlŞ Antikitenin parlak doğal-felsefi sezgilerinin ve çok yanı ile sonuç alınmadan yitip giden ve son derece önemli ama dağınık Arap buluşlannın tersine, tek başına, bilimsel, sis­ temli ve çok yanlı bir gelişmeyi gerçekleştiren doğadaki mo­ dern araştırma doğadaki b u modern araştırma, bütün ya­ kın tarih gibi , ulusal talihsizliğin üzerimize çöktüğü bir za­ manda, biz Alınaniann Reformasyon diye adlandırdığımız, Fransızlann Rönesans, ltalyanlann Cinquecento diye adlan­ dırdığı ama bu terimierin hiçbirinin de yeterince ifade etme­ diği büyük bir çağda başlar. Bu, 15. yüzyılın ikinci yansında yükselmeye başlamış olan bir çağdır. Krallık, kentli buıjuva­ lann da desteğiyle, feodal soyluluğun gücünü kırmış, te mel­ de ulusçuluğa dayanan, içinde modern Avrupa uluslannın ve modern buıjuva toplumun gelişmeye b aşla dığı büyük monar­ şileri kurmuştur. Henüz kentlilerle soylular birbirleriyle sa-

141

vaşırken, Alman Köylü Savaşı, sahneye, yalnızca isyan ha­ lindeki köylüyü -artık bunun yeni bir yanı yoktu- değil, ama onlann ardından, ellerinde kızıl bayraklar, dudaktann­ da maliann ortak sahipliği isteği olan modern proletaryanın ilk örneklerini çıkararak, bir kahin gibi, gelecekteki sınıf sa­ vaşını işaret etmiştir. Bizans'ın düşüşünden kalan elyazma­ lan ve Roma harabelerinden çıkanlan heykeller, şaşırmış Batıya eski Yunan'ın yepyeni bir dünyasını açtı; bu dünya­ nın parlak biçimleri önünde, ortaçağın hayaletleri ortadan silinip gitmişti; İtalya'da klasik antikitenin yansımasını an­ dıran ve bir daha ulaşılmamış olan hayal edilemeyecek bir sanat doğdu. ltalya'da, Fransa'da ve Almanya'da yepyeni bir edebiyat, ilk modern edebiyat ortaya çıktı; bundan kısa bir süre sonra, İngiliz ve İ spanyol edebiyatının klasik dönemi sökün etti. Eski orbis terraııım ' un* sınırlan aşıldı, dünya, gerçekten ilk kez olarak keşfedildi ve daha sonraki dünya ti­ careti ile el zanaatlanndan manüfaktüre geçişin temelleri atıldı, manüfaktür de, büyük-ölçekli modern sanayinin baş­ langıcı oldu. Kilisenin, insaniann düşünceleri üzerinde kur­ duğu diktatörlük yıkıldı; bu diktatörlük, protestanlığı kabul eden Alman halkının çoğunluğu tarafından doğrudan kaldı­ nlıp atılırken, Latinler arasında Araplardan devralınan ve yeni yeni keşfedilen Yunan felsefesiyle beslenen özgür dü­ şüncenin neşe saçan havası giderek daha çok kök salmaya başladı ve 18. yüzyıl materyalizminin yolunu hazırladı. Bu, o zamana kadar insanlığın geçirdiği en büyük ilerle­ tici devrimdi; öyle bir dönem ki, devler istiyordu ve bu devle­ ri yarattı - düşünce, tutku ve karakter gücünde, evrensel­ likte ve öğrenmede devler. Buıjuvazinin modern egemenliği­ ni kuranlar, buıjuva sınırlamalannın dışında herhangi bir sınırlama tanımıyorlardı. Tam tersine, zamanın serüvenci niteliği, onlan az ya da çok etkiliyordu. O zamanın önemli kişileri arasında geniş ölçüde seyahat etmemiş, dört ya da beş dilden azını bilen, birçok alanda ün yapmamış olanını bulmak pek mümkün değildir. Leonardo da Vinci yalnızca * Dünya çevresi. -ç.

142

büyük bir ressam değil, aynı zamanda büyük bir matematik­ çi, fiziğin değişik dallannın önemli buluşlanm ona borçlu ol­ duğu bir mekanikçi ve mühendisti. Albrecht Dürer, ressam, oyınacı, heykeltraş ve mimardı, ve aynca da çok sonralan Montalembert ve modem Alman istihkam bilimi tarafından tekrar ele alınan pek çok fikirleri içeren bir istihkam sistemi yaratmıştı. Machiavelli, bir devlet adamı, tarihçi, ozan ve aynı zamanda, modem zamaniann dikkate değer ilk askeri yazanydı. Luther, yalmzca kilisedeki Aıigeas ahırlanm te­ mizlemekle kalmamış, Alman dilindeki Augeas ahırlanm da silip süpürmüştü; modern Alman nesrini yaratmış, 16. yüz­ yılın Marseillaise'i haline gelen ve zafere duyulan güvenle dolup taşan ilahinin sözlerini yazmış, müziğini bestelemişti. O zamanın kahramanlan, henüz, ardıllannda tekyanlılığa yolaçan sınırlayıcı etkilerini sık sık gördüğümüz işbölümü­ nün tutsağı olmamışlardı. Ama onlann karakteristiği, özel­ likle hemen hepsinin yaşadığı süre içinde eylemlerini çağdaş hareketler içinde pratik savaşımda sürdürmüş olmalandır; cephelerini belli etmişler, kimi konuşarak ve yazarak, kimi kılıçla, çoğu da her ikisiyle birlikte savaşa ·girmişlerdir. On­ lan eksiksiz adam yapan bu karakter gücü ve bu bütünlük­ tür. Gerçek yaşamdan kopuk bilginler enderdir - ikinci ya da üçüncü sıradan kişiler, ya da suya sabuna dokunmayan, darkafalı, temkinli kişiler. O sıralarda doğabilim de, genel bir devrimin içinde geliş­ miş ve bilimin kendisi de gitgide devrimcileşmiştir; gerçek­ ten bu bilim, kendi yaşama hakkım savaşım içinde kazan­ mak zorundaydı. Modem felsefenin kendileriyle birlikte baş­ ladığı büyük ltalyanlarla yanyana, doğabilim de, Engizisyo­ nun zindanlannda ve kazıklannda kendi şehitlerini ver­ miştir. Ve doğanın serbestçe incelenmesini cezalandırmakta, protestanlann, katoliklere bakarak, kraldan çok kralcı kesil­ meleri ilginçtir. Calvin, Servetus'un kandolaşımım bulma noktasına geldiğini anlayınca, onu, iki saat canlı canlı ateşte kızartmış, yaktırmıştı; bununla birlikte, Engizisyon, Giorda­ no Bruno'yu, yalmzca yakınakla yetinmişti.

1 43

Copernicus, ürkek de olsa, doğa sorunlannda, kilise oto­ ritesine, ölüm yataW.nda iken yayınlanan ölümsüz yapıtıyla kafa tutmuş, doğabilimin bağımsızlıW.m ilan eden bu dev­ rimci hareket ile, Luther'in Papalık Buyruğunu yakması sanki yinelenmiştir. 108 Doğabilimin tannbilimden kurtuluşu bu tarihten başlar, buna karşın, bazı karşılıklı iddialar gü­ nümüze kadar süregelmiştir ve birçok kafa hala tam bir açıklığa kavuşmuş değildir. Ne var ki, o zamandan beri, bi­ limlerin gelişmesi dev adımlarla olmuştur ve denebilir ki, hareket noktasından itibaren (zaman içindeki) uzaklıW.n ka­ resi oramnda güç kazanmıştır. Bundan sonra, organik mad­ denin en yüce ürünü olan insan beyni için, hareket yasası­ nın, değişen koşullar altında değerini yitirmediği, inorganik madde için ise bunun tersi olduğu, sanki dünyaya gösterile­ cekti. Şimdi artık kapılan açılmış olan doğabilimin bu ilk döne­ minde, temel sorun, o anda elde bulunan malzemeyi iyice öğ­ renmekti. Birçok alanda, işe, en baştan başlanınası zorun­ luydu. Antikite, Eukleides'P09 ve Ptolemaios'un 110 güneş sis­ temini; Araplar, ondalık sistemini, ilk cebir bilgilerini, mo­ dern sayılan ve simyayı miras bırakmışlardı; hıristiyan ortaçağ ise, hiçbir şey. Bu durumda, en temel doğabilimi olan yer ve gök cisimleri mekaniği, ve onunla birlikte, bu bi­ limin yardımcısı olan matematik yöntemlerin bulunması ve geliştirilmesi, zorunlu olarak ilk sırayı aldı. Bu alanda bü­ yük işler başanldı. Newton'la Linnaeus'un kişilikleriyle ka­ rakterize ettikleri bu dönemin sonunda, bu bilim dall arının belli bir yetkinliğe kavuşturulduğunu görüyoruz. Bellibaşlı matematik yöntemlerin, özellikle Descartes ile analitik geo­ metrinin, Napier ile logaritmanın, Leibniz ve belki de New­ ton ile diferansiyel ve entegral hesapiann temel özellikleri ortaya kondu. Aym şey, temel yasalan kesin olarak açıkla­ mış olan katı cisimler mekaniği için de geçerlidir. Ensonu güneş sistemi gökbiliminde Kepler, gezegen hareketi yasala­ nm buldu ve Newton, maddenin hareketi genel yasalan açı­ sından, bunlan formüle etti. Doğabilimin öteki dallan, bu ön

144

yetkinlikten bile uzak kalmıştı. Ancak dönemin sonlanna doğnı, akışkan ve gaz cisimler mekaniği tekrar ele alınmış­ tı.* Fizik, henüz ilk adımlannın ötesine geçmiş değildir. Op­ tik, bunun dışındaydı. Optiğin istisnai gelişimi, gökbilimin pratik gereksinmelerinden ileri gelmekteydi. Kimya, filojis­ tik teori sayesinde,ııı ilk defa olarak siroyadan kurtulmak­ taydı. Yerbilim, henüz gelişiminin başlangıcında olan mine­ ralbilimin ötesine geçememişti; bu durumda henüz paleonto­ loji diye bir şey varolamazdı. Ensonu, biyoloji alamnda, esas­ lı zihin çalışması, henüz, yalnızca bitkibilimsel ve hayvanbi­ limsel değil, ama aynı zamanda anatomik ve fizyolojik geniş }?ilgileri toplama ve onlan ilk ayıklama noktasındaydı. Çe­ şitli yaşam biçimlerinin kıyaslanmalanndan, bunlann coğ­ rafi dağılımlan ve iklimsel vb. varoluş koşullannın araştırıl­ masından henüz sözedilemezdi. Bu alanda, yalnızca bitkibi­ lim ve hayvanbilim aşağı yukan bir tamlığa ulaşmıştı ve bunu, Linnaeus'a borçluydu. Ama bu dönemi özellikle belirleyen şey, kendine özgü bir genel görüşü geliştirmesidir. Bu genel görüşün temel noktası doğanın mutlak değişmezliği anlayışı idi. Doğa, varlığa han­ gi şekilde kavuşmuş olursa olsun, bir kez varolduktan sonra, varlığı devam ettikçe, olduğu gibi kalmıştır. Başlıngıçta gi­ zemli bir "ilk itiş"le harekete geçirilen gezegenler ve onlann uydulan, sonsuza dek, ya da hiç değilse her şey sona erince­ ye dek, önceden kararlaştınlmış elipsleri [yörünge --ç.] üze­ rinde dönmeye devam ederler. Yıldızlar, "evrensel bir gravi­ tasyon"un etkisi nedeniyle, bir ötekini tutarak, bulunduklan yerde sabit ve hareketsiz olarak sonsuza dek kalırlar. Dünya ezelden beri, ya da yaratılışının ilk gününden bu yana (duru­ ma göre) değişmeksizin aynı kalmıştır. İnsan eliyle yapılan değişiklik ve nakiller dışında, bugünün "beş kıta"sı her za­ man varolmuştu, bu kıtalar aynı dağlara, aynı vadilere, aynı ırmaklara, aynı iklime, aynı bitki ve hayvanlara, her zaman sahip olmuştu. Bitki ve hayvan türleri, başlangıçtan beri ke* Elyazmasının kenanna Engels kurşun kalemle şu notu koymuştur: "Alp nehirlerinin kontroluna ilişkin olarak Torricelli." -Ed.

1 45

sin olarak değişmiyorlardı; tür, sürekli olarak kendi benzeri­ ni üretmişti, ve yeni türlerin şurada ya da burada, birbirine aşılanma sonucunda ortaya çıkabileceklerini kabul etmekle Linnaeus çok ileri gitmişti. İnsanlık tarihinin zaman içinde gelişmesine karşılık, doğa tarihi için ancak uzay içinde bir açılma saptanmıştı. Doğadaki bütün değişiklikler, bütün ge­ lişmeler görmezlikten geliniyordu. Başlıngıçta onca devrimci olan doğabilim, birdenbire, kendini, bütün bütün tutucu hale gelmiş bir doğa karşısında buluverdi. O doğada bugün bile, her şey, başlangıçta nasıl idiyse gene öyle idi ve her şey, dünyanın sonuna ya da sonsuza dek, başlangıçta nasıl idiyse öyle kalacaktı. 18. yüzyılın ilk yansmda doğabilim, bilgide ve hatta elde­ ki malzemenin gözden geçirilmesinde eski Yunan'dan daha üstün bir düzeydeydi, ancak bu malzeme üzerindeki teorik yetkinlik, yani genel doğa görüşü bakımından eski Yunan'ın altmda bulunuyordu. Yunan filozoflan için, dünya, aslında kaostan çıkmış, gelişmiş ve yaşama ulaşmış bir şeydi. Ele al­ dığımız dönemin doğa bilginleri için ise, dünya, kemikleşmiş, değişmez bir şeydi ve bunlann çoğuna göre de bir hamlede yaratılmıştı. Bilim, henüz tannbilimin ağı içindeydi. Her yerde sonal nedeni, bizzat doğamn kendisi tarafından açıkla­ namayacak bir dış itişte anyor, bir dış itişte buluyordu. Newton'un büyük bir azametle "evrensel gravitasyon" adım verdiği çekim, maddenin temel özelliği olarak aniaşılsa bile, o takdirde, gezegenlerin yörüngesini yaratan açıklanmamış teğetsel kuvvet nereden geliyordu? Sayısız hayvan ve bitki türleri nasıl çıkmıştı? Ve bütün bunlann hepsinin üstünde, ezelden beri varolmadığı kesin olduğuna göre, insan nasıl or­ taya çıkmıştı? Bütün bu tür sorulara, doğabilim, sık sık, her şeyden sorumlu bir yaratıcı ileri sürerek yanıt veriyordu. Bu dönemin başında, Copernicus tanrıbilimi kapı dışan etmişti; Newton, bu dönemi, ilahi bir ilk itiş postulatıyla kapattı. Bu doğabilimin ulaştığı en yüksek genel fikir, doğamn belli bir amaca göre düzenlendiği fikriydi. Wolffun bu yüzeyde kalan erekbilimine göre kediler fare yemek için, fareler kediler ta-

146

rafından yenmek için ve bütün doğa, yaratıcının bilgeliğine tanıklık etmek için yaratılmıştı. O zamanın felsefesinin yap­ tığı en saygın iş, kendisinin, çağdaş doğabilimin sınırlı duru­ mu tarafından yanlış yola saptınlmasına izin vermemesi ve -Spinoza'dan büyük Fransız materyalistlerine kadar- dün­ yayı, dünyanın kendisiyle açıklamakta direnmesi ve aynntılı yargılara varmayı geleceğin doğabilimine bırakmasıdır. 18. yüzyılın materyalistlerini de, ben, bu dönem içinde düşünüyorum. Çünkü onlann elinde, yukarda belirtilenlerin dışında kullanabilecekleri, doğaya ilişkin bilimsel malzeme bulunmuyordu. Kant'ın çağ açan çalışması, onlar için bir gi­ zem olarak kaldı ve Laplace onlardan çok sonra geldi. Unut­ mamalıyız ki, bilimin gelişmesiyle yavaş yavaş elenmiş olan, bu modası geçmiş do� görüşü, 19. yüzyılın ilk yansında ta­ mamen egemen olmuştu* ve aslında bugün bile bütün okul­ larda öğretilir. ** Bu taşlaşmış doğa görüşünde ilk gedik bir doğa bilimeisi tarafından değil, bir filozof tarafından açılmıştır. 1755'te Kant'ın Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Him­ mels adlı yapıtı yayınlanmıştı. İlk itiş sorunu ortadan kaldı­ nlmıştı; dünya ve tüm güneş sistemi zaman içinde varlaşan bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Eğer doğa bilginlerinin bü* Elyazmasının kenannda kurşun kalemle yazılmış şöyle bir not var: "Doğa üzerindeki eski görüşün katıldığı, bütün doğabilimlerin tek bir bütün olarak aniaşılmasına yolaçan eski inancın temellerini yaratmıştır. Hala salt mekanik Fransız ansiklopedistler; daha sonra, Hegel tarafından yetkinleşti­ riten St. Simon ve Alman doğa felsefesi." -Ed. ** Bilimsel başanlan, bu görüşü ortadan kaldırmak gerekirken, o bilim­ sel başanlanyla hayli önemli bir malzeme sağlamış olan bir insanın hatta 1861'de bu görüşe nasıl inatla sarılabileceği, şu klasik sözlerde görülebilir: "Güneş sistemimizin düzenlenişi, anlayabildiğimiz kadanyla, mevcut olan şeyi ve değişmez sürekliliği konıma amacına yönelmiştir. En eski zamanlar­ dan beri yeryüzündeki hiçbir hayvanın ve hiçbir bitkinin daha yetkin ya da herhangi bir biçimde farklı olmaması gibi, bütün organizmalarda birbirini izleyen değil, birbirinin yanısıra yeralan aşamalar bulmamız gibi, kendi so­ yumuzun vücutça her zaman aynı kalması gibi - birarada var olan göksel cisimlerdeki en büyük farklılıklar bile bize, bu biçimlerin yalnızca gelişme­ nin farklı aşamalan olduğunu düşünmemiz hakkını vermez; bu, daha çok yaratıtap her şeyin kendi içinde aynı derecede yetkin olmasıdır." (Mii.dler, Papulare Astronomie, Berlin 1861, 5. baskı, s. 3 16) [Engels 'in notu.]

147

yük çoğunluğu, Newton'un ifade ettiği, "Fizik, metafizikten kendini koru! " uyansı üzerinde düşünmekten biraz daha az tiksinselerdi, Kant'ın bu tek parlak buluşundan sonuçlar çı­ karmaya yönelebilirlerdi ve böylece sonsuz sapmalardan ve yanlış yolda harcanmış büyük bir zaman ve emek kaybından kendilerini korurlardı. Çünkü Kant'ın buluşu, daha sonraki bütün ileriemelerin hareket noktasını kapsamına almaktay­ dı. Eg-er dünya varlaşmış bir şey ise, o takdirde dünyanın şimdiki yerbilimsel, coğrafi ve iklim durumu, aynı şekilde bitkileri ve hayvanlan da varlaşmış bir şey olmak zorunday­ dı; onun yalmzca uzay içinde birarada oluşunun değil, aynı zamanda, zaman içinde sürekliliğinin de bir tarihi bulun­ mak zorundaydı. Eg-er bir kez bu yönde daha ileri inceleme­ lere kararlı olarak başlansaydı, şimdi dog-abilim, olduğun­ dan, dikkate deg-er ölçüde daha da ileri giderdi. Ama felsefe­ den ne yarar gelebilirdi ki? Yıllarca sonra Laplace ve Hers­ chel onun içeriğini açıklayıp bu içeriğe daha derin bir temel, ve böylelikle "bulutsu varsayımına"112 giderek saygınlık ka­ zandınncaya kadar, Kant'ın yapıtı ilk anda sonuçsuz kaldı. Daha sonraki buluşlar, bu varsayımı zafere götürdü. Bu buluşlann en önemlileri şunlardı: sabit yıldıziann kendine özgü hareketlerinin keşfi; evrensel uzayda bir direnç ortamı bulunduğunun · ortaya konuşu; evren maddesinin kimyasal özdeşliğini ve Kant'ın postulatma göre kor halindeki bulut­ sunun varlıg-ım ortaya koyan tayf aynştırması yoluyla des­ teklenmiş kamt. * Bir başka yerden destek alan, dog-anın salt varolmadığı, ama varlaştığı ve sonra öldüğü yolundaki kavram ortaya çı.k­ masaydı, dog-a bilginlerinin büyük bir kısmımn, değişen bir dünyamn değişmeyen organizmalar yaratmasındaki çelişki­ nin bilincine, kısa bir süre içinde vanp varamayacaklann­ dan kuşkuya düşmek gerekirdi. Yerbilim ortaya çıkmış ve yalmzca biri ötekinden sonra biçimlenmiş ve biri ötekinin üstüne gelmiş yersel katmanlan göstermekle kalmamış, ay* El yazmasının kenanna kurşun kalemle şu not konmuştur: "Yine Kant'tan, gel-gitin dönüşü geciktirdi@ ancak şimdi anlaşılmıştır." -Ed.

148

m zamanda, bu yersel katmanlar arasında artık soyu tüken­ miş hayvanıann iskeletleri ve kabuklan ve artık varolma­ yan bitkilerin gövdeleri, yapraklan ve meyveleri bulunduğu­ nu da ortaya koymuştur. Bir bütün olarak yalmzca dünya­ nın değil, aynı zamanda onun şimdiki yüzeyinin ve bu yü­ zeyde yaşayan bitki ve hayvanlann da zaman içinde bir tari­ hi olduğunu t�slim etmek üzere bir karar alınması gereki­ yordu. Bu kabul, önce, hayli gönülsüz olmuştur. Cuvier'nin, dünyamn değişmeleri teorisi sözde devrimci ama özde gerici idi. Cuvier, mucizeyi doğal bir gerekli unsur durumuna geti­ rerek, bir tek ilahi yaratılış yerine, birbiri ardınca gelen bir dizi yaratılış eylemini koymuştur. Lyell, yaratıcımn mizacı­ na bağlı ani değişiklik yerine, dünyamn yavaş yavaş dönüşü­ münün giderek artan etkilerini koyan ilk kez yerbilimi akla sokmuştur.* Lyell'ın teorisi, kendisinden önce gelenlerden herhangi birinin teorisine göre, değişmez organik türler varsayımı ile daha çok uyuşmazlık gösteriyordu. Yeryüzeyinin ve bütün yaşam koşullannın giderek dönüşümü, organizmalann gide­ rek dönüşümüne ve değişen çevreye uyarlanmalanna, türle­ cin değişebilirliğine doğrudan doğruya yolaçtı. Ama gelenek, yalmzca katolik kilisesinde değil, aynı zamanda doğabilirnde de bir güçtür. Lyell, yıllarca bu çelişkiyi görmedi, öğrencileri ise farkında bile değillerdi. Bu, yalmzca, bir süreden beri, doğabilime egemen olan ve her kişiyi, azçok kendi alam için­ de sınırlayan işbölümü ile açıklanabilir. O sıralar, kapsamlı bir görüşten yoksun olanıann sayısı pek azdı. Bu arada, fizik, güçlü ilerlemeler kaydetmişti. Doğabili­ min bu dalında yeni bir çığınn başlangıcı olan 1842 yılında, fiziğin vardığı sonuçlar, üç ayn kişi tarafından, hemen he­ men aynı anda toparlamp özetlenmişti. 113 Heilbronn'da Ma­ yer ve Manchester'da ise Joule, ısımn mekanik kuvvete ve * Lyell'ın görüşünün eksikliği -hiç değilse ilk biçiminde- dünyadaki hareket halinde olan kuvvetleri, hem nitelik, hem nicelik yönünden değiş­ mez olarak düşünmesindedir. Onun yönünden dünya sakin değildir, dünya belli bir yönde gelişmez, belli bir sonuca götürmeyen raslansal bir yolda de­ ği şir [Engels 'in notu.] .

149

mekanik kuvvetin ısıya dönüşümünü ortaya koydular. Isının mekanik eşdeğerliliğinin saptanması, bu sonucu kesinleştir­ di. Meslekten doğa bilgini değil, bir avukat olan İngiliz Gro­ ve114 da fiziğin o zamana kadar ulaştığı birbirlerinden ayrı sonuçlan düzenleyerek, fizik kuvvetler denen şeylerin, me­ kanik kuvvetin, ısının, ışığın, elektriğin ve magnetizmin, hatta kimyasal kuvvet denen şeyin, belli koşullar altında, herhangi bir kuvvet kaybına uğramaksızın birbirine dönüş­ tüğünü tanıtladı. Böylece, Descartes'ın dünyada mevcut ha­ reket niceliginin değişmez olduğu yolundaki ilkesini de fizik­ sel olarak tamtladı. Bununla, özel fizik kuvvetler, fiziğin güya değişmez "türleri", maddenin belli yasalara göre birbi­ rine geçen değişik, farklı hareket biçimlerine ayrıldı. Şu ya da bu bir dizi fizik kuvvetin varlığımn raslansal olduğu, bu kuvvetlerin içbağlantısı ve birinden ötekine geçişinin tamt­ lanmasıyla bilimden çıkanlıp atıldı. Kendisinden önce gökbi­ lirnde olduğu gibi, fizik, nihai karar olarak, hareket halinde­ ki maddenin sonsuz devrine zorunlu biçimde işaret eden bir sonuca vardı. Lavoisier'den ve özellikle Dalton'dan bu yana kimyamn olağanüstü bir hızla gelişimi, doğa hakkındaki eski görüşle­ re, bir başka yönden saldırdı. O zamana kadar yalmzca canlı organizma yoluyla üretilen inorganik bileşimierin yapılması, kimya yasalannın, organik varlıklar için olduğu kadar inor­ ganik varlıklar için de geçerli olduğunu kamtladı ve inorga­ nik ve organik doğa arasındaki uçuruma, Kant'ın bile aşıla­ maz gördüğü uçuruma, geniş ölçüde bir köprü kuruldu. Ensonu, biyolojik araştırma alanında da, geçen yüzyılın [ 18. yüzyılın] ortalanndan itibaren düzenlenen bilimsel gezi­ ler, Avrupa'mn dünyamn her yamndaki sömürgelerinde ya­ şayan uzmaniann daha derin araştırması ve bütün bunlann üstünde genellikle paleontoloji, anatomi ve fizyolojideki ge­ lişmeler ve özellikle mikroskobun kullamlması ve hücrenin keşfi, karşılaştırma yönteminin uygulanmasım olanaklı kı­ lan ve aynı zamanda vazgeçilmez hale sokan bir yığın malze­ menin toplanmasım sağladı.* Bir yandan, degişik bitki ve 1 50

hayvaniann yaşam koşullan karşılaştırmalı fiziki coğrafya yoluyla ortaya kondu, öte yandan homolog organiara göre, değişik organizmalar birbiriyle karşılaştınldı ve bu, organiz­ malann yalmzca olgunluk koşullannda değil, ama gelişmele­ rinin bütün aşamalannda yapıldı. Bu araştırma, daha derin ve daha kesin bir durum aldıkça, organik yapıya sıkı sıkıya yapışmış katı değişmezlik sistemi de giderek yıkıldı. Yairuz­ ca farklı bitki ve hayvan türleri gittikçe aynlmaz şekilde, birbirine kanşmış hale gelmekle kalmadılar, o zamana ka­ darki bütün sımflamalan anlamsız hale getiren Amphio­ xus115 ve Lepidosiren116 gibi hayvanlar da bulundu** ve en­ sonu, bitki ya da hayvan aleminden hangisine ait olduğu be­ lirlenemeyen organizmalara raslandı. Paleontolojideki boş­ luklar, bir bütün olarak organik dünyamn gelişim tarihi ile tek bir organizmanın gelişim tarihi arasında çarpıcı paralel­ liğin doğruluğunu, bitkibilim ve hayvanbilim içinde gittikçe kaybolacakmış gibi göründüğü labirentin çıkış yolunu göste­ ren Ariadne'nin ipinin*** hakkım verıneye en gönülsüzterin bile zorlanmasıyla, gittikçe daha zorlayarak dolduruldu. Ka.nt'ın, güneş sisteminin öncesiz ve sonrasız olduğuna sal­ dınya geçişiyle, hemen hemen aym yıllarda, 1759'da, C. F. Wolffun da türlerin sabitliğine karşı bir saldınyı başlatmış ve soy teorisini ortaya koymuş olması dikkat çekicidir. Ama onun davasında, parlak bir umut olan şey, Oken'in, La­ marck'ın ve Baer'in elinde kesin biçimini almış ve tam 100 yıl sonra 1859'da Darwin tarafından zafere ulaştınlmıştır. Hemen hemen aynı zamanda, bütün organizmalann sonal morfolojik unsurlan olduklan esasen ortaya konmuş olan protaplazma ile hücrenin, organik yaşamın en basit biçimi olduklan tanıtlanarak, bağımsız, canlı haldeki varlıklan gösterilmiştir. Bu, organik ve inorganik doğa arasındaki Elyazınasının kenanna "Embriyoloji" eklenmiştir. -Ed. Elyazmasının kenanna kurşun kalemle, "Ceratodus, keza Archaeop­ teryx, vb."l17 eklenmiştir. -Ed. ** * Ariadne'nin ipi Yunan mitolojisine göre, minos'un kızı Ariadne, The­ seus'u labirentten kurtarmak için, ona bir ip yumağı vermiş ve Theseus'la birlikte kaçmıştır, ancak Theseus Ariadne'yi terketmiştir. -ç. *

**

1 51

uçurumu asgariye indirmekle kalmamış, aynı zamanda, da­ ha önce, organizmalann soy teorisinin karşısına çıkan güç­ lüklerden en temel olanlardan birini kaldırmıştır. Yeni doğa görüşü bellibaşlı özelliklerinde tamdı: bütün katılıklar gide­ rilmişti, bütün sabitlik ortadan kaldınlmıştı, sonsuz olarak görülen bütün özgülük geçici hale gelmişti, doğanın tümü­ nün, sonsuz akım ve çevrimsel bir gidiş içinde hareketli bir şey olduğu gösterilmişti. ·

BÖYLECE , Yunan felsefesinin büyük kuruculannın görüş tarzına; en küçük unsurdan en büyüğüne, kum zerrecilderin­ den güneşlere, protistadan insana kadar, doğanın tümünün, öncesiz ve sonrasız yaşama geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bilmez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip olduğu görüşüne, bir kez daha dönmüş oluyoruz. Yal­ nızca temel bir fark var: Yunanlılarda parlak bir sezgi olan şey, bizim için, deneyle pekiştirilmiş kesin bir bilimsel araş­ tırmanın sonucudur ve daha kesin, daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu çevrimsel gidişin, görgücül kanıtının boş­ luklan olduğu doğrudur, ama kesinlikle ortaya konan şeyle­ re oranla bu boşluklar önemsizdir ve her geçen yıl biraz daha doldurulmaktadır. Ve bilimin en önemli dallannın ­ gezegenler-ötesi gökbilimin, kimyanın, yerbilimin- yalnızca bir yüzyıllık bilimsel bir varlığa sahip olduğu, fizyolojideki karşılaştırmalı yöntemin yalnızca elli yıllık bir geçmişi bu­ lunduğu ve hemen hemen tüm organik gelişmenin temel bi­ çimi hücrenin keşfinden bu yana kırk yıl bile geçmediği dü­ şünülürse, aynntılardaki kanıtlamada boşluklar olmasını olağan karşılamak gerekmez mi?* SAMANYOLUNUN en dışındaki yıldız halkalanyla çevre­ lenen, kor halinde dönen bir buhar kütlesinden soğuyarak ve biraraya gelerek oluşan, -ki bu oluşun hareket yasalan bel* Engels'in elyazmasında bu paragraf, bir üstteki ve bir alttaki parag­ ratlardan yatay çizgilerle aynlmış ve Engels'in başka yapıtlannda kullandı­ ğı paragraflarda yaptığı gibi çapraz bir çizgiyle çizilmiştir. -Ed. 1 52

ki de yüzyıllar süren gözlemlerden sonra açıklığa kavuşacak­ tır- bizim evren adamızdaki sayısız güneşler ve güneş sis­ temleri, bizim, yıldızlara özgü hareketi anlamamızı sağla­ mıştır. Bu gelişme, pek doğaldır ki, her yerde aynı hızda ol­ mamıştır. Gökbilim giderek, yalnızca gezegenleri değil, bi­ zim yıldız sistemimizdeki sönmüş güneşleri (Madler), ka­ ranlık varlıklann mevcudiyetini bilmeye zorlanıyor; öte yandan (Secchi'ye göre), bizim yıldız sistemimizde güneşler halinde bulunan bulutsulann bir kısmı henüz tamamen bi­ çimlenmemiştir. Madler'in iddia ettiği gibi, bu, öteki bulut­ sulann uzaktaki bağımsız evren adalan olduğu olasılığını, spektroskop aracılığıyla belirlenmesi gereken gelişmenin gö­ reli aşaması olduğu olasılığını ortadan kaldırmaz. Bir bulutsu kütleden bir güneş sisteminin nasıl gelişece­ ği, Laplace tarafından, artık aşılamayacak bir biçimde aynn­ tılanyla gösterilmiştir; daha sonraki bilim, giderek bunu doğrulamıştır. Böylece biçimlenen farklı varlıklarda -güneşlerde, geze­ genlerde ve uydularda- maddenin başlangıçta egemen olan hareket biçimi, bizim ısı dediğimiz şeydir. Güneşin şimdi sa­ hip olduğu gibi bir sıcaklıkta bile elementlerin kimyasal bile­ şimi sorunu olamaz: böylesine koşullar altında ısının elektri­ ğe ya da magnetizme dönüş ölçüsünü, sürüp giden güneş gözlemleri gösterecektir; esasen güneşte oluşan mekanik ha­ reketin, yalnızca ısı ve çekim gücü arasındaki çatışmadan doğduğu şimdiden tanıtlanmış gibidir. Cisimler ne kadar küçük olurlarsa, o kadar çabuk soğur­ lar, bizim ay'ımızın uzun zamandan beri sönmüş olması gibi, uydular, yıldızsılar ve göktaşlan da ilk sönen şeyler olmuş­ lardır. Gezegenler daha yavaş soğurlar, merkezi cisim en ya­ vaş soğuyandır. Soğumamn ilerlemesi ile birlikte, birbirine dönüşen fizik­ sel hareket biçimlerinin karşılıklı etkisi gittikçe önplana çı­ kar, en sonunda kimyasal eğilimin kendini göstermeye baş­ ladığı, o zamana kadar kimyasal bakımdan kayıtsız element­ lerin birbiri ardından kimyasal farklılaşma gösterdiği, kim-

153

yasal özelliklere kavuştuğu, birbirleriyle bileşikler haline girdiği noktaya erişilir. Bu bileşikler sıcaklığın azalmasıyla birlikte durmadan değişirler. Sıcaklık yalnızca her elementi de�il, aynı zamanda elementlerin her bileşiğini değişik ola­ rak etkiler. Bileşiklerin değişmesi, buna ba�lı olarak gaz bi­ çimindeki maddenin bir kısmının önce sıvı, sonra da katı du­ ruma geçmesi, böylece oluşan yeni koşullarla da olur. Gezegenin kabuğu sertleşir ve yüzeyinde su toplandı� zaman, onun kendi ısısının merkezi cisimden kendisine yol­ lanan ısıya oranla yavaş yavaş azalmaya başladı� zamana raslar. Gezegenin atmosferi, bugün anladı�mız anlamda meteorolojik olaylara sahne olur, üst yüzeyinde yerbilimsel değişmeler başlar. Bu değişmelerde atmosferik yoğunlaşma­ lann doğurduğu yı�ılmalar sıvı kor halindeki iç kısmın dışa do� olan ve yavaş yavaş zayıflayan etkilerine oranla git­ tikçe önem kazanır. Sonunda, sıcaklık, hiç değilse yüzeyin önemli bir kısmın­ da albüminin yaşama sınırlannı aşmayacak duruma gelince, öteki kimyasal önkoşullar elverişliyse, canlı protoplazma oluşur. Bu önkoşullann neler olduğunu bugün henüz bilmi­ yoruz. Bugüne kadar albüminin kimyasal formülünün belli olmaması, kimyasal bakımdan farklı ne kadar albüminin bu­ lunduğunu bile henüz bilmememiz, tamamen yapısız allıü­ minin yaşamın bütün temel işlevlerini, sindirim, boşaltım, hareket, büzülme, uyanmlara tepki, yeniden üretim gibi iş­ levleri yerine getirdiğinin de ancak on yıl kadar önce belli ol­ ması dolayısıyla buna şaşmamalıdır. ııs Bir sonraki gelişmenin oluşması, bu şekilsiz albüminin çekirdek ve zann oluşmasıyla ilk hücreyi ortaya koyduğu ko­ şullann gerçekleşmesine kadar binlerce yıl geçmiş olabilir. Ama bu ilk hücre tüm organik dünyanın morfolojik gelişimi için gerekli temeli de sa�lamıştır. Paleontolojik kayıtlann tam olarak karşılaştınlması sonucu vardı�mız kanıya göre, önce sayısız türde zarlı ve zarsız tekhücreliler geliştiler. Bunlardan bize kalan tek şey Eozoon canadense'dir. l19 Gene bunlardan birkaçı, giderek ilk bitkilere, ötekiler de ilk hay-

1 54

vanlara dönüşmüştür. tık hayvanlardan da, temeldeki yeni farklılaşma ile, hayvaniann sayısız sınıflan, takımlan, fa­ milyalan, cinsleri ve türleri; en sonunda da sinir sisteminin en yüce gelişmesine eriştiği biçim, omurgalı hayvanlar ve gene en sonunda omurgalılar arasında do�anın kendi bilinci­ ne eriştiği omurgalı, yani insan gelişti. İnsan da farklılaşma ile ortaya çıkar. Bunun, yalnızca bi­ reysel anlamda değil, tek · bir yumurta hücresinden do�amn oluşturduğu en karmaşık organizma haline geliştiği gerçek­ tir, - bu, tarihsel bakımdan da böyledir. Binlerce yıllık sa­ vaşımdan sonra, el, ayaktan aynldı, sonunda dik yürüyüş sa�landı, insan maymundan farklı oldu, heceli konuşmanın gelişmesi ve beynin büyük gelişmesi için temel atıldı, ondan bu yana da insanlarla maymunlar arasındaki aşılmaz boşluk ortaya çıktı. Elin uzmaniaşması alet demektir, alet de özgül insan faaliyeti, insanın do�a üzerindeki dönüştürücü tepkisi; üretim demektir. Daha dar anlamda hayvaniann da aletleri vardır, ama yalmzca bedenlerindeki organlar olarak: kann­ ca, an, kunduz; hayvanlar da üretirler, ama onlann çevrele­ rindeki do�a üzerindeki üretici etkisi do�aya göre hiç derece­ sindedir. Yalmzca insan, bitkilerin ve hayvaniann yerini de­ ğiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünü­ şünü, iklimini, hatta bitkileri ve hayvanlan, faaliyetinin sonuçlanm ancak yeryuvarlağımn tamamen yokolmasıyla ortadan silinebileceği biçimde değiştirerek, doğaya damgası­ m vurmayı başarmıştır. Her şeyden önce ve temelde, bunu elin yardımı ile başarmıştır. Doğamn değiştirilmesinde bu­ gün için insamn en güçlü aleti olan buharlı makine bile, bir alet olduğu için, eninde sonunda insan eline dayanır. Ama el ile birlikte adım adım beyin de gelişti. Ayn pratik yararlılık­ taki faaliyetler için gerekli koşullann bilinci doğdu, sonra da daha iyi durumdaki topluluklarda ve bu bilinçlilikten hare­ ketle, onlara egemen olan doğa yasalannı kavrayış gerçek­ leşti. Do�a yasalan konusunda hızla gelişen bilgi ile birlikte doğa üzerinde etkide bulunma araçlan da gelişti; insamn beyni, el ile birlikte ve onun yanında, kısmen onun sayesinde

155

aynı şekilde gelişmeseydi, tek başına el, buharlı makineyi asla ortaya koyamazdı. İnsan ile birlikte taribe gireriz. Hayvanların da bir tari­ hi, kökenierinin ve bugünkü durumianna kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar, ve bu tarihe, bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıklan ölçüde, kendi tarihlerini, bizzat, bilinçle yaparlar, umulmayan et­ kenlerin, denetlenmeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki et­ kisi o ölçüde azalır, tarihsel başarı önceden saptanmış ama­ ca o ölçüde tam olarak uygun düşer. Ancak bu ölçüyü, insan tarihine, günümüzün en gelişmiş topluluklannın tarihine uygularsak, burada, hala daha tasarlanmış amaçlarla varı­ lan sonuçlar arasında çok büyük bir oransızlık bulunduğu­ nu, önceden görünmeyen etkilerin üstüh çıktığını, denetlen­ meyen kuvvetlerin planlı olarak harekete getirilmiş kuvvet­ lerden çok daha güçlü olduğunu görürüz. İnsaniann en önemli tarihsel faaliyeti, onlan hayvanlıktan insanlığa yük­ selten, bütün öteki faaliyetlerinin maddi temelini oluşturan faaliyet, -yaşam gereksinmelerinin üretimi, yani bugünkü toplumsal üretim-, denetlenmeyen güçlerin tasarlanmamış etkilerinin karşılıklı hareketine bağlı bulunduğu, tasarlan­ mış amaca pek seyrek durumlarda ulaşıldığı, çoğunlukla bu­ nun tam tersi gerçekleştiği sürece başka türlüsü olamaz. En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altı­ na aldık ve insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sı­ nırsız olarak artırdık, öyle ki, bir çocuk, şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. Sonuç ne oldu? Daima artan aşın-çalışma ve yığınlann gitgide daha fazla yoksullu­ ğu ile her on yılda bir, büyük bir çöküntü. Darwin, serbest rekabetin, varolma savaşımımn, iktisatçıların en yüce tarih­ sel başan diye kutladıklan savaşımın bayvanlar dünyasının normal durumu olduğunu tamtlarken, insanlar konusunda, özellikle kendi yurttaşları konusunda ne kadar acıklı bir yer­ gi yazdığım bilmiyordu. Ancak üretimin ve dağıtırnın planlı olduğu bilinçli bir toplumsal üretim düzeni, bizzat üretimin

156

insanlan yükselttiği gibi, onlan, toplumsal açıdan, hayvan­ lar dünyasının üstüne yükseltebilir. Tarihsel evrim, böyle bir düzeni, her gün biraz daha zorunlu, biraz daha da ola­ naklı hale getiriyor. İnsanlığın ve onunla birlikte bütün faa­ liyet kollannın, özellikle de doğa biliminin, daha önceki her şeyi koyu gölgeler içinde bırakacak bir gelişme göstereceği yeni bir tarihsel çağ onunla başlayacak. Bununla birlikte, "varlaşan her şey, yokolmaya mahkum­ dur". ı2o Milyonlarca yıl geçmiş olabilir yüzbinlerce kuşak do­ ğup ölmüş olabilir; ama zayıflayan güneş ışığının kutuplar­ dan gelen buzlan eritıneye artık yetmeyeceği, ekvator çevre­ sinde durmadan toplanan insaniann yaşamak için gerekli sı­ caklığı artık orada da bulamayacağı, organik yaşamın son izinin de yavaş yavaş ortadan kaybolduğu ve dünyanın ay gibi ölü ve donuk bir yuvarlak halinde karanlıklar içinde ve gene kendisi gibi ölü duruma gelmiş güneş çevresinde gittik­ çe daralan bir yörüngede döneceği, sonunda çevresinde dön­ düğü güneşin içine düşeceği an, karşı konulmaz biçimde yak­ laşmaktadır. Başka gezegenler ondan önce bu duruma düşe­ cek, ötekiler de onu izleyecektir. Öğleleri uyumlu biçimde düzenlenmiş aydınlık, sıcak güneş sistemi yerine, yalmzca soğuk ve ölü bir yuvarlak uzay içinde kendi ıssız yolunu iz­ leyecek. Güneş sistemimizin başına gelen, ergeç evren ada­ mızın bütün öteki sistemlerinin de başına gelecek. O ışığı alacak tek bir insan bulunduğu sürece, ışığı dünyaya hiçbir zaman ulaşamayacak olan öbür sayısız evren adalannın da başına bu gelecek. Böyle bir güneş sistemi yaşam tarihini tamamlar, bütün ölümlülerin alınyazısı olan ölüme teslim olursa, ondan sonra ne olacak? Güneşin cesedi sonsuz uzay içinde sonsuza dek yuvarlanıp gidecek mi? Vaktiyle birbirinden çok farklı olan doğa kuvvetleri tek bir hareket biçimine, çekime mi dönüşüp kalacaktır? "Yoksa", Secchi böyle soruyor (s.8 10), "ölü siste­ mi başlangıçtaki akkor halindeki bulutsuya geri getirebile­ cek ve yeni bir yaşam uyandırabilecek kuvvetler doğada var mı? Bilmiyoruz . "12 1

157

Elbette bunu, 2 x 2 = 4 gibi, ya da maddenin çekiminin uzaklığın karesine göre çoğalıp azaldığını bildiğimiz gibi bil­ miyoruz. Ama doğa konusundaki görüşünü olabildiğince uyumlu bir bütün halinde kuran, ve günümüzde en kafasız görgücünün bile onsuz hiçbir yere varamayacağı teorik doğa­ bilim içinde, sık sık tam olarak bilinmeyen büyüklüklerle he­ sap yapmak zorundayız ve düşüncenin tutarlılığı her zaman bilgi yetersizliklerini aşmak zorundadır. Modern doğabilim, hareketin yokolmazlık ilkesini felsefeden devralmak zorun­ daydı; bu ilke olmaksızın daha fazla yaşayamazdı. Ancak, maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir. Maddenin, bütün sınırsız varlık süresi bo­ yıınca yalnızca bir kez, ve sonsuzluğuna oranla sonsuz dere­ cede küçük kısa bir süre için, kendisini, hareketini farklılaş­ tırabilecek ve dolayısıyla bu hareketin bütün zenginliğini or­ taya koyabilecek bir durumda bulunduğunu ve, bundan önce ve sonra, maddenin sonsuza kadar salt yer değişikliği ile sı­ nırlanmış olarak kaldığını söylemek, maddenin ölümlü ve hareketin geçici olduğunu savunmakla eşanlamlıdır. Hare­ ketin yokolmazlığı, yalnızca nicel olarak değil, aynı zaman­ da, nitel olarak da, kavranmalıdır; salt mekanik yer değiştir­ me, elverişli koşullar altında, ısıya, elektriğe, kimyasal eyle­ me, yaşama dönüşme olanağını da kapsamakla birlikte, bu koşullan kendiliğinden yaratamayan bir madde, hareketi yi­ tirmiştir; kendisine uygun düşen çeşitli biçimlere dönüşrnek yeteneğini yitirmiş bir harekette, henüz dynamis* bulun­ makla birlikte, energeia** yoktur ve böylece kısmen yok edil­ miş demektir. Ama bunlann her ikisi de düşünülemez. Şura­ sı kesindir: bir zamanlar, evren adamızın maddesi, en az 20 milyon yıldız (Madler'e göre) kapsayan güneş sistemlerinin gelişebildiği hareketi -ne türden olduğunu henüz bilmiyo­ ruz- ısıya çevirmişti; bu güneş sistemlerinin giderek yokol· * Güç. -Ed. ** Edim. -Ed. 158

duğu da kesindir. Bu dönüşüm nasıl oldu? Güneş sistemimi­ zin gelecekteki caput m ort u um unun* bir daha yeni güneş sistemlerinin hammaddesine dönüşüp dönüşmeyeceğini, biz de peder Secchi kadar az biliyoruz. Ama burada ya bir yara­ tıcıya yönelmek zorundayız, ya da şöyle bir sonuca varmaya zorlanıyoruz: evrenimizin güneş sistemlerinin kor halindeki hammaddesi, hareket halindeki maddenin özünde varolan hareket dönüşümleri ile doğal yoldan üretilmişti, bu dönü­ şümlerin koşullan, milyonlarca ve milyonlarca yıl sonra da olsa, azçok rasiantı halinde, ama aynı zamanda da rasiantı­ ya özgü bir gerekiilikle gene madde tarafindan yeniden üre­ tilrnek zorundadır. Böyle bir dönüşüm olanağı, giderek daha çok benimseni­ yor. Gökcisimlerinin alınyazısının birbiri içine düşmek oldu­ ğu görüşüne vanlıyor, hatta böylesi çarpışmalarda ortaya çıkması gereken ısı miktan hesaplanıyor. Gökbilimin bize verdiği bilgiye göre, yeni yıldıziann ansızın parlaması, eski­ den bilinenierin de ansızın daha çok aydınlanması, böylesi çarpışmalarla en kolay yoldan açıklanıyor. Aynca gezegenler grubumuz, güneşin çevresinde ve güneşimiz de evren adamı­ zın içinde hareket etmekle kalmıyor, bütün evren adamız da uzayda öteki evren adalanyla geçici, göreli denge içinde sü­ rekli olarak hareket ediyor. Çünkü serbestçe yüzen cisimle­ rin göreli dengesi bile ancak hareketin karşılıklı olarak sap­ tandığı yerde bulunabilir. Bazı kimseler, uzayda, sıcaklığın, her yerde aynı olmadığını varsayıyorlar; sonsuz küçüklükte­ ki bir bölümü dışta tutulursa, evren adamızın sayısız güneş­ lerinin ısısının uzayda kaybolduğunu ve uzayın ısısını mil­ yonda-bir santigrad derece bile yükseltmeyi sağlayamarlığını biliyoruz. Bu büyük ısı miktarı ne oluyor? Uzayı ısıtma çaba­ sı içinde sonsuz olarak boşa mı gidiyor, pratikte varlığını mı yitiriyor, bir derecenin on ya da daha çok sıfırla başlayan on­ dalığı ölçüsünde uzayın ısınması karşısında teorik varlığını mı sürdürüyor? Böyle bir varsayım, hareketin yokolmazlığı­ nı yadsır; gökcisimlerinin ardarda birbirlerinin içine düşme'

*

Ölü kalmtılan. -Ed. 159

siyle bütün varolan mekanik hareketin ısıya dönüştüğü ve bunun uzaya yayıldığı, böylece "kuvvetin yokolmazlığı"na karşın, genellikle bütün hareketin duracağı olasılığını kabul eder. (Burada hareketin yokolmazlığı yanında, kuvvetin yo­ kolmazlığı deyiminin ne kadar hatalı olduğu anlaşılıyor. ) O halde, ilerde bilimsel araştırmanın gösterıneyi amaçladığı bir yoldan, uzaya yayılan ısının, yeniden yığılıp etkin olabile­ ceği bir başka hareket biçimine dönüşmesi olanağına sahip olması gerektiği sonucuna vannz. Bununla, ömrü bitmiş gü­ neşlerin ateş halindeki buhara dönüşü karşısında bulunan başlıca güçlük kaybolur. Zaten sonsuz zaman içinde dünyalann sürekli olarak yi­ nelenen birbirini kovalaması, ancak sonsuz uzay içinde sayı­ sız dünyalann yanyana bulunuşunun mantıksal bir tamla­ masıdır - Draper'in teoriye aykın Yankee beynine bile ge­ rekliliğini zorla kabul ettiren bir ilke.* İçinde maddenin hareket ettiği şey sonsuz bir çevrim, yö­ rüngesini ancak dünyasal yılımızın uygun bir ölçü olamaya­ cağı zaman dönemleri içinde tamamlayan bir çevrim, içinde en yüksek gelişme zamanının, organik yaşam zamanının ve daha önemlisi doğanın ve kendi kendilerinin bilincine ermiş varlıklannın zamanının, yaşam ile özbilincinin geçerli ol­ duğu uzayın sınırlılığı kadar dar bir çevrimdir; ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir hayvan ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da aynşma olsun, eşit ölçüde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı, ama sonsuz olarak değiştiği, sonsuz olarak hareket eden, hareke­ tini ve değişimini yasalara göre yapan maddenin sonlu bi­ çimdeki varlığını içeren bir çevrimdir. Ama bu çevrim, za­ man ve uzay içinde ne kadar sık ve ne kadar amansızca ta­ mamlanırsa tamamlansın; kaç milyonlarca güneş ve dünya doğup kaybolursa kaybolsun; yalnız bir güneş sisteminde ve yalmz bir gezegende organik yaşam koşullan ortaya çıkınca* "Sonsuz uzay içinde dünyalann çokluğu sonsuz zaman içinde dünya­ Iann birbirini izlediği anlayışına götürür." (J. W. Draper, History of the In­ tellectual Development ofEurope, Vol. II, [s. 325 ] . ) [Engels 'in notu.]

1 60

ya dek ne kadar zaman geçerse geçsin; aralanndan düşüne­ bilen beyne sahip hayvaniann gelişmesine, ve kısa bir za­ man için yaşam koşullannın ortaya çıkıp sonra gene acıma­ sızca ortadan kaldınlmasına dek ne kadar çok organik var­ lıklar oluşup ve daha sonra gene yokolursa olsun - madde­ nin bütün dönüşümleri içinde, sonsuza dek aynı kalacağı, hiçbir niteliğinin hiçbir zaman kaybedilemeyeceği ve bu yüz­ den aynı zamanda da aynı sarsılmaz zorunlulukla yeryüzü­ nün en yüce yaratığı düşünen aklı yokedeceği ve başka yer­ de, bir başka zaman onu yeniden üreteceği konusunda kuş­ kumuz yoktur. [s. 3 1-51]* RUHLAR ALEMlNDE DOGABlLlM

Halkın bilincine giren diyalektik, aşın uçlann buluştu­ ğunu söyleyen eski bir deyimle dile gelir. Buna göre, hayalci­ liğin, safdilliğin ve boşinanın en yüksek derecesini, Alman doıta felsefesi gibi, nesnel dünyayı kendi öznel düşünce çer­ çevesine sokmaya zorlayan doıtabilimsel akımda değil, salt deneyimi överek düşüneeye karşı mutlak bir küçümseme ile bakan ve gerçekten düşüncesizliğin en ileri ucuna giden kar­ şıt akımda ararsak, pek yanılmış olmayız. Bu okul, İngilte­ re'de egemendir. Bu okulun babası olan, pek övülmüş Fran­ cis Bacon, herşeyden önce, insan ömrünün uzatılmasını, belli bir ölçüde gençleşmeyi, insan boyunun ve çizgilerinin değiş­ mesini, bedenin başka biçimlere dönüşmesini, yeni türlerin üretilmesini, hava üzerinde egemenliği ve fırtınalar çıkar­ mayı sait'lamak için kendisine ait olan yeni görgücül ve tü­ mevanm yönteminin uygulanması isteğini ileri sürmüştür. Bacon, böyle incelemelerin bırakılmış olmasından yakınır, Doğa Tarihi adlı yapıtında altın yapmak ve türlü mucizeler ortaya koymak için kesin reçeteler verir. Isaac Newton da, ömrünün sonuna doğru, St. John'un kutsal açıklamasının yo* Köşeli ayraç içindeki sayfa numaralan için bkz: F. Engels, Doğanın Diyalektigi, Sol Yayınlan, Ankara 2002. 1 61

rumu ile uzun uzun u�aşmıştı. O halde, son yıllarda İngiliz görgücülügünün, onu temsil edenlerin bazılarının kişilikle­ rinde -bunlar, hem de onların en kötüleri değildir- Ameri­ ka'dan ithal edilmiş tinselciliğin ve büyücül� onmaz kur­ bam durumuna düşmüş görünmesine şaşmamalıdır. Bu alanın ilk doğabilimcisi, doğal seçme yoluyla, türlerin değişimi teorisinin Darwin'le aynı zamanda ortaya koyan, seçkin zoolog ve botanikçi Alfred Russel Wallace'dır. Walla­ ce, On Miracles and Modern Spiritualism (London, Bums, 1875) adlı küçük yapıtında, doğabilimin bu dalı ile ilgili ilk deneylerinin, bay Spencer Hall'un hipnotizma ile tedavi ko­ nusundaki derslerine katıldığı ve bunun sonucu olarak öğ­ rencileri üzerinde benzeri deneyler yaptığı 1 844 yılında edi­ nildiğini anlatır. "Konu ile çok yakından ilgileniyor ve bunu üstün çabayla izliyordum." [s. 1 19] Wallace, organiann katı­ laşması olayı ve lokal duyumsuzluk yanında manyetik uyku oluşturmalda kalmıyor. Gall'ın organlanndan herhangi biri­ ne dokunarak bununla ilgili etkinliği manyetize edilen has­ tada yarattığı ve uygun biçimde canlı kıpırdanışlarla bunları gösterdiği için Gall'ın kafatası haritasının doğruluğunu da onaylıyordu. Aynca, hastasının, ona sırf dokunduğu zaman, operatörün bütün duyu algılanna katıldığını saptadı. Bir bardak suyla, onu, yalnızca bunun konyak olduğunu söyler söylemez sarhoş etti. Gençlerden birini, uyanık durumda iken bile, kendi adını unutacak kadar aptallaştırabiliyordu. Ama bunu, hipnotizmaya başvurmadan da yapan ustalar vardı. Örnekler böyle sürüp gidiyor. Sonra bir rasiantı oluyor ve ben, bu bay Spencer Hall'ı 1843- 1844 kışında, Manchester'da görüyorum. Kendisi, bir­ kaç rahibin koruyuculuğu altında ülkeyi gezen, tanrının var­ lığım, ruhun ölümsüzlüğünü ve o günlerde Owen'cılar tara­ fından bütün büyük kentlerde öğütlenen materyalizmin boş­ luğunu tamtlamak amacıyla genç bir bayan üzerinde manye­ tik-frenolojik gösteriler yapan çok bayağı bir şarlatandı. Kadın, manyetik uykuya sokuluyor, operatör onun kafatası­ nın Gall organına tekabül eden herhangi bir bölümüne doku-

1 62

nur dokunmaz, ilgili organının etkinliğini en iyi biçimde an­ latan çok gösterişli davranışlar ve pozlar takınıyordu. Örne­ ğin, çocuk sevgisi organı ile ilgili olarak, hayaldeki bir bebeği okşuyor ve öpüyordu vb . . . Bu arada yaman Hall, Gall'ın ka­ fatası coğrafyasını yeni bir Barataria122 adası ile zenginleş­ tirmişti; kafatasımn tepesinde sağda, dokunulduğu zaman hipnotize edilmiş genç kadının yere diz çöktüğü, dua eder gibi ellerini birleştirdİğİ ve şaşkınlık içinde bulunan darkafa­ lı seyircilere kendini duanın çekiciliğine kaptırmış meleği gösteren bir tapınma organı keşfetmişti. Gösterinin sonucu ve doruk noktası burasıydı. Tannnın varlığı tanıtlanmıştı. Benim ve bir tanıdığırnın üzerindeki etkisi, bay Walla­ ce'ın etkilenmesi gibiydi: olay bizi ilgilendirdi ve aynı şeyi hangi ölçüde yapabileceğimizi ortaya koymaya çalıştık. On iki yaşında açıkgöz bir oğlan, denek olarak kendini ortaya attı. Gözlerine yöneltilen tatlı bakışlar ve okşamalar onu ko­ layca hipnotize durumuna soktu. Ama daha az inançlı ve bay Wallace'tan daha az kendimizi bu işe verdiğimiz için çok de­ ğişik sonuçlara vardık. Sağlanması kolay, hafif bir kas katı­ lığı ile duyarsızlık dışında, son derece yüksek algı duyarlığı yanında tam bir irade pasifliği durumu gördük. Denek, bir dış dürtü ile uyuşukluktan kurtulunca, uyanık durumda ol­ duğundan çok daha fazla canlılık gösterdi. Operatörle gizem­ li bir ilişki bulunduğunu gösteren bir iz yoktu: uykudaki in­ sanı, herhangi bir kişi, kolaylıkla, aynı faaliyete getirebilir­ di. Gall'ın kafatası organlannı harekete geçirmek bizim için çok önemsizdi; biz, çok daha ileri gittik. Bunlan birbiriyle değiştirmekle ve onlan, bedenin herhangi bir yerine götür­ mekle kalmadık, istediğimiz çoklukta başka organlar, şarkı söyleme, ıslık çalma, boru öttürme, dansetme, boks yapma, dikiş dikme, yamama, tütün içme vb. organlan ürettik ve bunlan istediğimiz yere götürdük. Wallace, deneğini suyla sarhoş ediyordu, ama biz de büyük ayak başparmağında bir sarhoşluk organı keşfettik; en hoş sarhoşluk güldürüsünü oluşturmak için buna dokunmamız yetiyordu. Şurası iyice aniaşıimalı ki, kendisinden ne istendiği deneğe anlatılmcaya 1 63

kadar hiçbir organ bir etki izi göstenniyordu. Çocuk, çok geç­ meden, alıştırma sayesinde kendisini o denli yetkinleştirdi ki, en uzak bir uyan yeterli oluyordu. Böylece üretilen or­ ganlar, aynı yoldan değiştirilmedikleri sürece, daha sonraki uyutmalar için de geçerliliklerini koruyorlardı. Gerçekten deneğin iki belleği vardı; birincisi uyamklık durumu, ikincisi de tamamen değişik bir hipnotize durum içindi. İradenin pa­ sifliği ve üçüncü bir kişinin iradesine mutlak uyduluğu ile il­ gili olarak, bütün bu durumun deneğin iradesinin, operatö­ rün iradesine uymasıyla başladığını ve bu olmadan sağlana­ mayacağını akılda tutarsak, iradenin pasifliği mucize niteli­ ğini tamamen yitirir. Deneğin yüzüne karşı gülmeye başlar başlamaz, dünyanın en yaman manyetizmacısı bile kaynak­ lannı yitirmiş olur. Biz, saçma bir kuşkuculukla, manyetik-frenolojik şarla­ tanlığın temelinin, uyanıklık durumunun görüngülerinden çoğunlukla ancak derece bakımından farklı ve hiçbir mistik yoruma gerek göstenneyen bir dizi görüngüler buld�uz halde, bay Wallace'ın çabası kendisini bir dizi aldanmalara götürüyor; bunlarla o, Gall'ın kafatası haritasını bütün ay­ nntılanna kadar doğruluyor ve operatörle denek arasında gizemli bir ilişkinin bulunduğunu belirtiyordu. * lçtenliği saf­ lık ölçüsüne varan bay Wallace'ın hikayesinin her yerinde, açıkça görülüyor ki, şarlatanlığın gerçek zeminini araştır­ mak, her ne pahasına olursa olsun bütün görüngüleri yeni­ den oluştunnaktan onu çok daha az ilgilendiriyor. Başlan­ gıçta araştıncı olan bir kimsenin, basit ve kolay bir aldanışla kısa zamanda bir usta haline gelmesi için ancak böyle bir kafa yapısına gerek vardır. Bay Wallace, manyetik-frenolojik mucizelere iman eder, ve bir ayağım ruh alemine basar du­ ruma geldi. 1865 yılından sonra öteki ayağım da ruh alemine çekti. * Daha önce belirtildiği gibi, denekler, alıştırmayla kendilerini yetkin­ leştirirler. Bu yüzden, irade uyduluğu alışkanlık haline gelince, taraflann

ilişkisinin daha içtenlikli duruma gelmesi, bazı görüngülerin yo�aşması ve uyamk dunımda bile birazcık yansıması çok mümkündür. [Engels 'in

notu.] 1 64

Tropik ülkelerde yaptığı oniki yıllık gezilerden dönünce, masa döndürme denemeleri, onu, çeşitli "medyum" topluluk­ Ianna soktu. Ne kadar çabuk ilerlediğini, konuya ne kadar iyi egemen olduğunu, yukarda değinilen kitapçığı gösterir. O, bizden, Home'lann, Davenport kardeşlerin ve kendilerini azçok para için ileri süren, çoğu da sık sık dolandıncı olarak yakayı ele veren daha başka "medyum"larm bütün sözde mucizelerini geçerli şeyler olarak kabul etmemiz yanında, eski zamanlardan kalma sözde doğrulanmış cin peri masal­ lannı da kabul etmemizi bekler. Yunan kahinliğinin falcıla­ n, ortaçağın büyücüleri hep "medyum"du: Iamblichus, De di­ vinatione ["Kahinlik Üzerine"] adlı yapıtında "modern tinsel­ ciliğin en şaşırtıcı görüntülerini" [s. 229] aynen anlatır. Bu, bay Wallace'ın sözkonusu mucizelerin bilimsel ku­ rum ve kanıtlanm ne denli hafife aldığım gösteren örnekler­ den ancak biridir. Yukarda değinilen ruhiann kendi fotoğ­ raflanm çektirdiklerine inanmamız gerektiği elbette ki aşın bir varsayımdır. Ve doğrulukianna inanmadan önce böyle fo­ toğraflann hiç kuşku götürmeyen bir yoldan gerçek oldukla­ nnın tanıtlanmasını isternek de bizim hakkımızdır. Bay Wallace 187; sayfada, 1872 yılı Martında kızlık adı Nicholls olan önde gelen medyumlardan bayan Guppy'nin kocası ve küçük oğlu ile birlikte Notting Hill'de bay Hudson'a kendi fo­ toğrafını çektirdiğini, iki ayn fotoğrafta uzun boylu, beyaz tül elbiseye güzelce sannmış, biraz da doğulu çizgileri taşı­ yan, kutsama yapma pozunda bulunan bir kadın figürünün de onun ardında durduğunu anlatır. "Burada iki şeyden bir tanesi mutlak kesindir.* Ya canlı, düşünen, ama görünme­ yen bir varlık orda bulunuyordu, ya da bay ve bayan Guppy, fotoğrafçı ve dördüncü bir kişi, çirkin bir oyun tasarlariıışlar­ dı ve bu oyunu o andan beri sürdüregelmişlerdi. Oysa ben, bay ve bayan Guppy'yi çok iyi tanınm ve doğabilim alanında ciddi bir gerçek araştineısı gibi onun da böyle bir aldatma* Ruh alemi gramerden üstündür. Vaktiyle bir şakacı, gramerci Lind­ ley Murray'in ruhunu aynen almıştı. Kendisine, orada olup olmadı� sonı­ lunca I am yerine Amerikancı I are yanıtını vermişti. Medyum Ameri­ kalıydı. [Engels 'in notu.]

1 65

cayı yapamayacağına kesinlikle inanıyorum." [s. 188.] O halde ya aldatma ya da ruhun fotoğrafı sözkonusu. Ka­ bul. Eğer aldatma ise, ya ruh daha önceden fotoğraf I evhala­ n üzerindeydi, ya da dört kişi, 1875 Ocağında 84 yaşında iken ölen, zayıf akıllı ve ahmak, ihtiyar bay Guppy'yi bir yana bırakırsak (onu arka taraftaki paravanın ardına yolla­ mak yeterdi), üç kişi bu işe katılmış olmalıydı. Bir fotoğrafçı­ nın ruh için bir "model"i kolayca bulabileceğini söylemenin bile gereği yok. Ama fotoğrafçı Hudson, bundan kısa bir süre sonra, ruh fotoğraflanyla dolandıncılığı alışkanlık haline ge­ tirdiği için mahkemeye verildi. Bu durum karşısında bay Wallace durumu kurtarmak için şöyle diyor: "Bir şey açıktır; eğer aldatma sözkonusu olsaydı, bu, bizzat ruhçular tarafın­ dan derhal keşfedilirdi." [s. 189.] Demek ki, fotoğrafçılara pek güvenniemek gerekir. Geri­ ye bayan Guppy kalınca, dostumuz Wallace ona olan "mut­ lak inancını" belirtir ve ortada başka bir sorun kalmaz. Başka bir sorun kalmaz mı? Hiç de değil. Bayan Guppy'nin ne denli güvenilir olduğunu kendisinin şu iddiası gösteriyor: 187 1 Haziranının başlannda, bir akşam, Highbury Hill Park'taki evinden 69 Lambs Conduit Street'e -kuş uçuşu üç İngiliz mili- kendisini bilinçsiz bir halde havadan götürü­ yorlar ve sözkonusu 69 numaralı evde, bir ruh oturumunun ortasında masanın üstüne bırakıyorlar. Odanın kapılan ka­ palıymış ve bayan Guppy, Londra'nın en iri-yan kadınlann­ dan biri olduğu halde, -bu da kuşkusuz bir şeyler demek is­ tiyor- kendisinin ansızın içeriye girişi yüzünden ne kapılar birazcık aralanmış, ne de tavanda en ufak bir delik açılmış (Londra' da yayınlanan Echo'nun 8 Haziran 187 1 tarihli sayı­ sında bildiriyor). Gene de ruh fotoğrafçılığının doğruluğuna inanmayan varsa, artık onun için hiçbir şey fayda etmez. İngiliz doğabilimcileri arasında ikinci ünlü falcı, talyum kimyasal elementini123 ve radyometreyi (Almanya'da buna "Lichtmühle"124 de denir) keşfeden bay William Crookes'tur. Bay Crookes, tinselcilik gösterisini incelemeye 1871 dolayia­ nnda başladı ve bu iş için bir sürü fiziksel ve mekanik aygıt-

1 66

lar, aylı teraziler, elektrik hataeyalan vb. kullandı. Bu konu­ da gerekli olan asıl aygıtı, yani şüpheci eleştiri yapan kafayı kullanıp kullanmadığını, ya da işin sonuna kadar bunu çalı­ şır durumda koruyup korumadığını şimdi göreceğiz. Ama her şeye karşın bay Crookes, pek uzun olmayan bir dönem, bay Wallace kadar kaptırmıştı kendisini bu işe. "Birkaç yıldır", diye anlatır, "genç bir kadın, bayan Flo­ rence Cook, dikkate değer bir medyum niteliğini gösteriyor­ du, ki bu, son zamanlarda aslı ruh olan bir şeyden tam bir kadın biçimi alma durumuna yükseldi; şöyle ki, bu kadın bi­ çimi, siyah elbiseler giymiş, sımsıkı bağlanmış ve derin uy­ kuya dalmış halde bir kabİnede ya da bitişik odada yatar­ ken, ruh olarak çıplak ayakla ve beyaz elbiselerle görünüyor­ du." [s. 181.] Kendisine Katey diyen ve bayan Cook'a çok benzeyen bu ruhu, bir akşam ansızın bayan Guppy'nin şimdiki eşi bay Volckman, değişik kıyafette bayan Cook olup olmadığını an­ lamak için, belinden yakaladı. Ruh, yaman bir kadın olduğu­ nu gösterdi, kendini adamakıllı savundu, seyirciler müdaha­ le ettiler, lamba söndürüldü; kısa bir savaşırndan sonra ses­ sizlik yeniden sağlamp ve oda aydınlandığında ruh kaybol­ muştu. Bayan Cook ise köşesinde bağlı ve baygın olarak yatıyordu. Bay Volckman ise, bayan Cook'u yakaladığını ve bunun başkası olmadığını halen iddia ediyor. Bunu bilimsel olarak ortaya koymak için ünlü elektrikçi bay Varley, yeni bir deney dolayısıyla bir hataeyanın elektrik akımını, med­ yum bayan Cook'tan, akımı kesmeksizin ruh rolü yapamaya­ cağı biçimde geçirdi. Buna karşın, ruh göründü. Demek ki bu, gerçekten bayan Cook'tan değişik bir şeydi. Bunu daha da sağlamlaştırmak bay Crookes'un göreviydi. Attığı ilk adım, ruhçu kadının güvenini kazanmak oldu. Bizzat kendisi, Spiritualist'in 5 Haziran 187 4 günlü sayı­ sında, "Bu güven" diyor, "yavaş yavaş öyle büyüdü ki, düzen­ lenmesi benim tarafımdan* olmadığı takdirde bir seans yap­ mayı kabul etmedi. Her zaman yakınında ve kabininin biti*

ltalikler Engels'indir. -Ed. 1 67

şiğinde benim* bulunmarnı istedi. Bu güveni sağladıktan ve kendisini ona verdiğim bir sözü yerine getirmemezlik etme­ yeceğime* inandırdıktan sonra görüngünün geniş ölçüde kuvvetlendiğini, başka bir yoldan elde edilemeyecek kamtla­ nn kendiliğinden belirdiğini gördüm. Kendisi, o durumlarda bulunan kişiler ve onlara gösterilecek yerler konusunda sık sık bana danışıyordu*, çünkü son zamanlarda ötekiler ya­ mnda, dahi bilimsel araştırma yöntemlerinin, hatta zor uy­ gulanması gerektiği yolunda bazı sakat tavsiyelerde bulu­ nulduğu için pek sinirli olmuştu." Bu ruh bayan, lütufkar olduğu kadar bilimsel de olan bu güveni tam olarak ödüllendirdi. Hatta -bizim için artık bu bir sürpriz değildir- bay Crookes'un evinde bile göründü, onun çocuklan ile oynadı, onlara "Hindistan'daki serüvenle­ rinden amlar" anlattı, "geçmişteki yaşaınımn acı deneylerin­ den birkaçım" da bay Crookes'a aktardı, kendisinin açık nes­ nelliğinden emin olsun diye kolunu tutmasına izin verdi, da­ kikada nabzımn ne kadar attığım ve kaç kez soluk aldığım ona saydırdı, sonunda da bay Crookes'un yambaşmda fotoğ­ rafım çektirdi. "Bu figür", diyor bay Wallace, "onu gördükten ona dokun­ duktan, fotoğraftın çektikten ve onunla konuştuktan sonra, seyirci ile dolu bitişik bir odadan başka çıkış yeri olmayan küçük bir odadan tümüyle kayboldu." [s. 183.]. Bu, evinde böyle şeyler geçen bay Crookes'a seyircilerin, onun ruha gös­ terdiği güvenden daha az güven göstermeyecek kadar nazik olmalan koşuluyla büyük bir beceri değildi. Ne yazık ki, bu "tamamen tamtlanmış görüngüler" tin­ selciler için bile bu anda inarulacak şeyler değildir. Gerçek tinselci olan bay Volckman'ın ne denli somut bir elçabuklu­ ğuna başvurduğunu yukarda gördük. Sonra bir din adamı ve "İngiliz Tinselcileri IDusal Derneği"nin bir üyesi de, bayan Cook'un bir oturumuna katıldı ve kapısından ruhun geldiği ve kaybolduğu odamn dış dünya ile ilişkisini sağlayan ikinci bir kapısı bulunduğunu kolayca saptadı. Kendisi de orada * ltalikler Engels'indir. -Ed. 1 68

hazır bulunan bay Crookes'un davranışı, "bu gösterilerde bir oyunun bulunabileceği konusundaki inancıma son darbeyi vurdu" (Mystic London, by the Rev. C. Maurice Lavies, Lon­ don, Tinsley Brothers). Bütün bunlardan başka, "Katey­ ler'in" nasıl "gerçekleştirildikleri" Amerika'da günyüzüne çıktı. Holmes adlı evli bir çift, gene bir "Katey'nin göründü­ ğü ve inananlardan bol bol hediye topladığı oturumlan Fila­ delfiya'da gerçekleştirdi. Ama şüphecinin biri yiyip içmedi, sözü geçen ve bir defa paranın azlığı yüzünden grev yapan Katey'nin peşine düştü; sonunda onu bir pansiyonda, tam anlamıyla etten ve kemikten genç bir kadın olarak, ruha ve­ rilen hediyelerle birlikte keşfetti. Bu sırada kıta Avrupasının da kendi bilimsel ruhçulan vardı. Petersburg'da bilimsel bir kurum, -üniversite mi, yoksa akademi mi pek bilmiyorum- devlet damşmanı Aksa­ kov ile kimyager Butlerov'u, tinselci görüngülerin esasını in­ celemekle görevlendirdi, ama bundan, fazla bir sonuç çıkma­ dığı anlaşılıyor . 125 Öte yandan tinselcilerin gürültülü açıklamalanna inanı­ lırsa şimdi de Almanya, Leipzig'de Profesör Zöllner'in kişili­ ğinde, adamım buldu. Bilindiği gibi, bay Zöllner, yıllardır, uzayın "dördüncü bo­ yutu" üzerinde çok çalışıyordu ve üç boyutlu bir uzayda ola­ naksız olan birçok şeyin dört boyutlu bir uzayda çok doğal ol­ duklanm keşfetti. O halde dört boyutlu uzayda kapalı bir metal küre, bir yerinde delik açmaksızın eldiven gibi tersine çevrilebilir; bunun gibi uçlan bulunmayan ya da. iki ucu bir yere bağlı bir sicimde bir düğüm yapılabilir, hiçbirini açma­ dan iki kapalı halkayı birbirinin içine geçirmek mümkündür. Bunun gibi daha birçok malifetler var. Ruh dünyasından ge­ len son zafer raporlanna göre, şimdi Profesör Zöllner, bir ya da birkaç medyuma, onlann yardımı ile dördüncü boyutun konumu konusunda daha geniş bilgiler bulmak amacıyla başvurmuş. Başan şaşılacak gibiymiş. Elini masadan ayır­ maksızın koluyla yaslandığı koltuk kenan, durumdan sonra koluna yapışık halde kalmış, iki ucu masaya bitişik olan bir

1 69

sicime dört düğüm atılmış vb .. Kısacası, dördüncü boyutun bütün mucizeleri, ruhlar tarafından oyuncak gibi gerçekleş­ tirilmiş. Ama şunu akıldan çıkarmamalı: relata refero, ruh­ lar bülteninin doWuluğunu garanti edemem; bunlarda yan­ lış bir şey varsa, kendisine bunlan bildirme fırsatını verdi­ ğim için bay Zöllner'in bana teşekkür etmesi gerekir. Ama bunlar, bay Zölner'in deneylerini aynen yansıtıyorlarsa, ma­ tematikte olduğu gibi tinselcilik biliminde de yeni bir çaW,n başladıW-m gösteriyorlar demektir. Dördüncü boyut nasıl ruhların varlıW,m tamtlıyorsa, ruhlar da dördüncü boyutun varlıW,m tamtlıyor. Ve bu, bir kez saptandı mı, bilim için çok yeni ve sonsuz genişlikte bir alan açılıyor demektir. Şimdiye kadarki bütün matematik ve doğabilim, dördüncü ve daha yukan boyutlann matematiği, mekanik, fizik, kimya ve bu yüksek boyutlarda oturan ruhiann fizydlojisi için ancak bir hazırlık okulu oluyor. Bay Crookes, dördüncü boyuta geçer­ ken -şimdi elbette öyle diyebiliriz- masalann ve öteki mo­ bilyamn ne kadar ağırlık yitirdiğini bilimsel olarak ortaya koymadı mı, bay Wallace, orada, ateşin insan bedenine zarar vermediğini tamtlamadı mı? Demek ki, ruh-bedenlerin fizyo­ lojisi bile var! Soluk alıyorlar, nabızlan var, o halde akciğer­ leri, kalpleri ve dolaşım organlan var. Böylece, onlar da öte­ ki bedensel organlar bakımından hiç değilse bizim kadar iyi donatılmışlar. Çünkü soluk almak için akciğerlerde yanan karbonhidratlar gerekli, bunlar da ancak dışardan sağlana­ bilir. O halde mide, barsaklar ve bunlann öteherisi - bu ka­ dan olduktan sonra gerisi kolayca geliverir. Ama böyle or­ ganlann bulunması, hastalanına olanaW-m da getirir; o za­ man bay Virchow'un ruhlar dünyası ile ilgili bir hücre pato­ lojisi yazması zorunluluğu ortaya çıkar. Sonra, bu ruhların çoğu, yeryüzü yosmalannda doğaüstü güzellik dışında hiç ama hiçbir bakımdan farkı bulunmayan çok güzel ve genç bayanlar olduklan için, çok geçmeden "aşkın sıcaklığım du­ yan erkeklerle"ı26 ilişki kurabilirler; bay Crookes'un da "ka­ dın kalbinin bulunuşunu" nabız atışından ortaya koyması karşısında, doğal seçme için de, kötü sosyal-demokrasi ile

1 70

kanştınlmaktan korkmasına artık gerek bulunmayan bir dördüncü boyut açılıyor demektir. ı 2 1

YETER. Doğabilimden gizemciliğe giden en sağlam yolun hangisi olduğu apaçık anlaşılıyor. Bu, doğa felsefesinin aşın teorikliği değil, her teoriyi küçük gören ve hiçbir düşüneeye güvenmeyen en yüzeysel görgücülüktür. Ruhiann varlığım tamtlayan a priori bir gereklilik değil, Wallace, Crookes ve ortaklanmn görgücül gözlemleridir. Crookes'un talyum me­ talinin keşfine götüren tayf araştırması gözlemlerine, ya da Wallace'ın Malaya adalanndaki zengin hayvanbilimsel keşif­ lerine İnanacak olursak, bu iki araştırmacımn spirituel de­ ney ve buluşlanna da inanmamız istenecektir. İkisinin ara­ sında küçük bir fark bulunduğunu, yani bunlardan birini doğrulayabileceğimizi, ötekinin doğrulanamayacağım söyle­ diğimizde, tinselciler bize, bunun böyle olmadığı, ruh görün­ güsünün doğrulanması firsatım bize vermeye hazır bulun­ duklan yamtım veriyorlar. Gerçekten de diyalektik, cezalandınlamadığı için, horgö­ rülemez. Bir kimse her türlü teorik düşünceyi ne denli kü­ çümserse küçümsesin, gene de teorik düşünce olmaksızın iki doğal olguyu birbiriyle ilişki içine sokamaz, ya da onlar ara­ sında varolan bağı anlayamaz. Tek sorun bir kimsenin dü­ şüncesinin doğru olup olmadığıdır ve teoriyi küçümsemenin doğalcı düşünmenin ve bu yüzden de yanlış düşünmenin en güvenilir yoludur. Ama eski ve çok iyi bilinen bir diyalektik yasaya göre, yanlış düşünce, mantıksal sonucuna dek götü­ rüldüğünde, kaçımlmaz olarak çıkış noktasının karşıtma va­ nr. Böylece diyalektiğin görgücül küçümsenmesi, görgücüle­ cin en ağırbaşlılanm bile tüm boşinanlann en boşuna, mo­ dem ruhçuluğa götürerek cezasını bulur. Matematik için de aym şey sözkonusudur. Sıradan, me­ tafizikçi matematikçiler, bilimlerinin verdiği sonuçlann mut­ lak reddedilemezliğinden dolayı büyük bir kibirle övünürler. Oysa bu sonuçlar arasında, ancak bu yoldan bir tür gerçek­ Jik kazanan sanal (imagina.ry) büyüklükler de vardar .Y-l 'e .

1 71

ya da dördüncü boyuta kafamızın dışında herhangi bir ger­ çeklik tanımaya alışılmışsa, bir adım daha ileri gidilmesi ve medyumlann ruhlar dünyasımn kabul edilmesi pek önemse­ necek bir konu de�ldir. Ketteler'in Döllinger için dedi� gibi, "Adam yaşamı boyunca o kadar çok saçmayı savunmuştu ki, neredeyse yanılmazlığını bile pazarlık konusu yapabilir­ di!"128 Aslında saf görgücülük, ruhçulann hakkından gelemez. Birincisi, "daha yüce" görüngüler her zaman, ilgili "araştır­ macının" -bizzat Crookes'un benzeri olmayan bir saflıkla anlattıgt gibi- yalnız görmesi gerekeni ya da görmek istedi­ ğini görebilecek kadar kendini kaptırdığı zaman gösterilir­ ler. İkincisi, yüzlerce sözde gerçeğin hilecilik olduğu ve düzi­ nelerce sözde medyumun rasgele düzenbazlar olduğunun or­ taya çıkışı ruhçularca önemsenmez. Her sözde mucize, teker teker çürütülmediği sürece tahrif edilmiş ruh fotoğraflan do­ layısıyla, Wallace'ın da açıkça söylediği gibi, onlar için yeteri kadar meydan var demektir. Tahrifatın varolması, gerçek olaniann gerçekli�ni tanıtlar. Böylece görgücülük, cansıkıcı ruhçulan görgücül deney­ Iere değil, teorik düşüncelerle çürütme ve Huxley ile birlikte şöyle demek zorunluluğunu duyar: "Tinselciliğin gerçekliğinin gösterilmesinde benim gördü­ ğüm tek iyi şey, intihara karşı yeni bir kanıt ortaya koyabil­ mesidir. Ölmekten ve oturumu bir liraya kiralanmış bir medyumun ağzından saçma-sapan konuşturulmaktansa çöp­ çü olarak yaşamak daha iyidir."129 [s. 62-73]

MAYMUNDAN İNSANA GEÇİŞTE EMEGlN ROLÜ [PARÇA]

Ve aslında her geçen gün bu yasalan daha doğru anla­ mayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız mü­ dahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına vanyoruz. Ö zellikle yüzyılımızda doğabilimin sağladıgt büyük ilerleme1 72

lerden sonra hiç değilse günlük üretim faaliyetlerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onlann farkına vara­ bilecek ve dolayısıyla onlan denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan içiçe durumlanm yalmzca sezmekle kalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa'da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktası­ na varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykın dü­ şüncesi bu ölçüde olanaksız duruma geliyor. [s. 199]

[NOTLAR VE PARÇALAR]

TARİHSEL MALZEME

Modern doğabilim -Yunanlılann çok parlak sezgileri ve Araplann birbirleriyle bağlantısız araştırmalan karşısında bilim özelliğinden sözedilebilecek tek alan- feodalizmin burjuvazi tarafından ezildiği o büyük çağ ile başlar. Kentle­ rin burjuvazisi ile feodal soylular arasındaki savaşımın arka plamnda bu çağ, ayaklanma halindeki köylüleri, köylülerin ardında da ellerinde kızıl bayrak ve dudaklannda komünizm ile modern proletaryamn devrimci başlangıçlanm gösteriyor­ du. Bu, Avrupa'da büyük monarşileri yaratan, papamn ma­ nevi diktatörlüğünü yıkan, Yunan eskiçağım yeniden yücel­ ten ve onunla birlikte yeni zamaniann en yüce sanat geliş­ mesini canlandıran, eski dünyamn sımrlanm kıran ve ilk kez dünyayı gerçekten keşfeden bir çağdı. Bu, dünyanın, o güne kadar gördüğü en büyük devrimdi. Doğabilim, o da, bu devrimin havası içinde yeşerdi ve gelişti, iliğine kadar devrimci oldu, büyük İtalyanlarm modern felse­ fesinin uyanmasıyla birlikte elele yürüdü ve zindanlara ve ölüm ocaklanna şehitler verdi. Katoliklerle protestanlarm onu baskı altına almak için yanşmalan ilginçtir. Protestan­ lar Servetus'u, katolikler Giordano Bruno'yu yaktılar. Bu, devler isteyen ve devler yaratan, bilgi, zeka ve karakter dev-

1 73

leri yaratan, Fransızlann doğru olarak, rönesans, ve protes­ tan Avrupa'nın ise tekyanlı bir önyargı ile, reformasyon de­ dikleri çağdı. Her ne kadar, başlangıçta, Luther'in ilk protestan olu­ şundan fazla bir şey değiidiyse de, doğabilim de, bu sırada bağımsızlığını ilan etmişti. Dinsel alanda Luther'in papalık fermanını yakması ne idiyse, doğabilim alanında da Koper­ nik'in büyük yapıtı oydu. Otuzaltı yıllık bir duraksamadan sonra ürkekçe ve örneğin, ölüm döşeğindeyken de olsa, Ko­ pernik, bu büyük yapıtıyla, kilisenin boşinanlanna meydan okudu. O zamandan beri, doğabilim, özde dinden kurtuldu; bununla birlikte, bütün aynntılara kadar tam bir hesaplaş­ ma günümüze kadar sürdü, bazı kafalarda bir sonuca var­ mış olmaktan bugün de uzaktır. Ama o andan itibaren bili­ min gelişmesi dev adımlarla ilerledi ve hatta, organik mad­ denin en yüce ürününün, insan zihninin hareketi için inorga­ nik maddenin hareketi ile ilgili yasanın tersinin geçerli olduğunu dünyaya göstermek istiyormuş gibi, çıkış nokta­ sından zaman içinde uzaklaştığı ölçüde bunun karesi kadar artan hızla gelişti. Modern doğabilimin ilk dönemi -inorganik alanda­ Newton ile son bulur. Bu, eldeki konunun üstesinden gelin­ diği dönemdir; matematik, mekanik ve gökbilim, statik ve dinamik alanlannda, özellikle Kepler ve Galilei sayesinde ki bunlann çalışmalanndan Newton sonuçlar çıkarmıştır­ büyük işler başanlmıştır. Ama organik alanda, ilk çalışma­ lardan öte bir ilerleme olmadı. Tarihsel bakımdan birbirini kovalayan ve birbirinin yerini alan yaşam biçimlerinin, bun­ lara tekabül eden değişen yaşam koşullannın incelenmesi paleontoloji ve yerbilim- henüz yoktu. Doğa hiç de, tarihsel olarak gelişen ve zaman içinde bir tarihe sahip olan bir şey olarak değerlendirilmiyordu; ancak uzay içinde yayılma he­ saba katılıyordu; çeşitli biçimler ardarda değil, yalnızca yan­ yana gruplandınlmıştı; doğa tarihi, gezegenlerin çizdikleri elips yörüngeler gibi bütün dönemler için geçerliydi. Organik yapının daha yakından incelenmesi için gerekli en başta ge-

1 74

len iki temel, yani kimya ile temel organik yapı, hücre bilgisi eksikti. Başlangıçta devrimci olan doğabilim, yavaş yavaş baştan sona tutucu bir doğa ile karşı karşıya bulunuyor ve burada her şey bugüne kadar dünyanın başlangıcındaki gibi kalıyor, dünyanın sonuna kadar başlangıçta olduğu gibi ka­ lacakmış sanılıyordu. Dikkati çeken nokta bu tutucu doğa görüşünün gerek in­ organik ve gerek organik alanda. [ . . . ]* Gökbilim Fizik Mekanik Kimya Matematik

Yerbilim Paleontoloji Minerol oj i

Bitki fizyolojisi Hayvan fizyolojisi Anatomi

Terapi Diagnostik

Birinci gedik: Kant ve Laplace. İkincisi: yerbilim ve pale­ ontoloji (Lyell, yavaş gelişme). Üçüncüsü: organik cisimler üreten ve canlı cisimler için kimyasal yasaların geçerliliğini gösteren organik kimya. Dördüncüsü: 1842, ısı mekanigi [te­ orisi], Grove. Beşincisi: Darwin, Lamarck, hücre, vb. (sava­ şım, Cuvier ve Agassiz). Altıncısı: anatomide karşılaştırmalı element, klimatoloji (izotermler), hayvan ve bitki coğrafyası ( 18. yüzyılın ortasından bu yana bilimsel inceleme gezileri), genel olarak fiziksel coğrafya (Humboldt), malzemenin iç­ bağlantılan içinde biraraya getirilmesi. Morfoloji ( embriyolo­ ji, Baer). Eski teleoloji, belasını bulmuştur, ama, şimdi kesinlikle ortadadır ki, madde sonsuz döngüsü içinde, belli bir aşama­ da -bazen orada, bazan burada- organik varlıklarda düşü­ nen kafayı zorunlu olarak üreten yasalara göre hareket et­ mektedir. Hayvaniann normal varlığı, onlann içinde yaşadıkları ve kendilerini uydurduklan çağdaş koşullar içinde vardır - in­ sanın normal varlığı da, insan dar anlamda hayvanlardan farklı duruma gelir gelmez, henüz yoktur ve ancak ilerdeki tarihsel gelişme ile ortaya çıkabilir. İnsan, salt hayvansal durumdan kendini çıkarabilen tek hayvandır - onun nor* Türnce tamamlanmamıştır. -Ed.

1 75

mal dunimu, onun bilincine uygundur, zorunlu olarak onun kendisi tarafindan yaratılmıştır. [s. 2 15-217]

Tannya karşı en kötü davrananlar ona inanmış doğa bil­ ginleridir. Materyalistler bu türden sözcüklere başvurmaksı­ zın, yalmzca olgulan açıklarlar, önce, bunu, katı inançlılar onlara tannyı zorla kabul ettirmeye kalkınca yaparlar ve, ya Laplace gibi kısaca şu yamtı verirler: Sire, je n 'avais pas, etc. ;ıao ya da Alman gezginci tacirler kötü mallanm kendile­ rine zorla vermeye kalkınca Rollandalı tüccarlann yaptığı gibi mallan geri çevirirken daha kabaca söyledikleri şu söz­ leri yinelerler: Ik kan die zaken niet gebruiken.* Ve sorun böylece kapanmıştır. Ama tann, onu savunanlann elinden neler çeker! Modern doğabilim tarihinde; tann, kendisini sa­ vunanlar tarafından, Friedrich Wilhelm lll'ün Jena seferi sı­ rasında generallerinden ve memurlanndan gördüğü muame­ leyi görmüştür. Ordunun tümenlerinden biri ötekinin ardın­ dan silahlan bırakır, bilimin ilerlemesi karşısında kaleler birbiri ardından teslim olur, sonunda doğanın tüm sonsuz alam fetbedilir ve ondan yaratıcı için artık bir tek yer kal­ maz. Newton, ona, hiç olmazsa "ilk dürtü" olma izni vermiş­ tir, ama güneş sistemine başka bir müdahalede bulunmasım yasaklamıştır. Rahip Secchi, ona, bütün saygısıyla bütün dinsel şerefleri tanıyor, ama bu yüzden fazla ileri gidip gü­ neş sistemine kanştırmıyor ve yalmzca ona ilk bulutsu ile il­ gili olarak bir yaratıcı eylem tanıyor. Bütün alanlarda böyle. Biyolojide onun son büyük Don Kişot'u Agassiz, ona olumlu bir saçmalık bile atfediyor; onun, yalmz gerçek hayvanlan değil, soyut hayvanlan yaratmış olması kabul edilmektedir, balıkta olduğu gibi. Son olarak Tyndall onun doğa alaruna girmesini tüm olarak yasaklıyor ve duygusal hareketler dün­ yasına yolluyor, yalmzca bütün bu şeyler (doğa) konusunda John Tyndall'dan ne de olsa daha çok şey bilen bir kimsenin bulunması gerektiği için ona inamyor. 131 Eski tanndan * Bunlar benim işime yaramaz. -Ed.

1 76

göğün ve yerin yaratıcısı, her şeyin desteği-, onsuz, baştan tek bir saçın bile düşerneyeceği tanndan nasıl bir uzaklaş­ ma! Tyndall'ın duygusal gereksinmesi hiçbir şeyi tanıtlamı­ yor. Chevalier des Grieux de, kendisini ve onu tekrar tekrar satan Manon Lescaut'yu sevmek ve ona sahip olmak gibi bir duygusal gereksinme içindeydi. Onun yüzünden hilebaz ve maquereau* oldu. Eğer Tyndall onu yerrnek isterse, o da, ona, "duygusal gereksinmesi" ile yamt verecektir. Tann = nescio;** ama ignorantia non est argumentum (Spinoza). *** 132 [s. 222-223]

* ** ***

Pezevenk. -ç. Bilmiyorum. -ç.

Rilisizlik bir özür değildir. -ç. 1 77

[ONSEKlZJ

BRUNO BAUER VE İLKEL HIRlSTlYANLIKıaa FRlEDRlCH ENGELS

13 NlSANDA, Berlin'de bir zamanlar filozof ve tanrıbilim­ ci olarak belirli bir rol oynamış olan, ama yıllardan beri yan­ yanya unutulan, ve ancak arada sırada yazın yaşamının "orijinal" bir tipi olarak kamunun dikkatini çeken bir insan öldü. Renan dahil resmi tannbilimciler, onun yazılanndan parçalar alıp, bu parçalan kendilerininmiş gibi gösteriyor­ lardı, bu yüzden de onun adını söylemernekte birlik içindey­ diler. Bununla birlikte, Bauer, bizi, biz sosyalistleri de ilgi­ lendiren alanda, hıristiyanlığın tarihsel kökeni sorununda, onlardan daha değerliydi ve onlardan daha çok iş yaptı. Ölümü, sorunun güncel durumunu ve Bauer'in sorunun çözümüne katkısını kısaca anlatmak için bir fırsat olsun. Bütün dinleri, dolayısıyla hıristiyanlığı da, sahtecilerin işi gibi gösteren, ve ortaçağın özgür düşünürlerinden 18. yüzyı­ lın aydınlanma felsefecilerine (bu ikinciler dahil) kadar ege-

1 78

men olan görüş, Hegel felsefeye dünya tarihinde bir ussal ev­ rim gösterme görevi yükledikten sonra artık yetersizdi. Açıktır ki, zencilerin fetişizmi ya da Arilerinıa4 ilkel dini gibi doğal dinler, bu işte, sahtecilik rol oynamadan doğuyor­ sa, bunlann daha sonraki gelişmeleri, papazlann sahteciliği­ ni gereği gibi açıklıyor. Yapay diniere gelince, uyandırdıklan içten dinsel coşkular yanında, hemen kuruluşlanndan başla­ yarak tarihi çarpıtmaktan ve sahtecilikten kendilerini al­ mazlar, ve Bauer'in Yeni Ahit'in eleştirisinde göstermiş oldu­ ğu gibi, hıristiyanlığın kendisinin de daha başlangıcından itibaren bu alanda sunacağı oldukça iyi sonuçlan vardır. Ama bu, yalnızca burada sözkonusu olan özel durumu açık­ lamak değil, genel bir olgunun saptanmasıdır. 1800 yıl uygar insanlığın en büyük kısmını egemenliği altında tutmuş ve Roma dünyasını boyunduruğu altına al­ mış bir dinin sahteciler tarafından dokunmuş bir saçmalık­ lar kumaşı olduğunu söylemek, bu dinin sona ermesine yet­ medi. Bu dinin üstesinden, ancak doğduğu ve egemen din haline geldiği zaman varolan tarihsel koşullardan hareketle kökeni ve gelişimi açıklanabiliniyorsa gelinebilir. Bu, hıris­ tiyanlıkla ilgili olarak özellikle doğrudur. Burada, ihtiraslı Constantine, bu usdışı dini yaymanın Roma dünyası üzerin­ de hüküm sürebilmesinin en iyi yolu olduğunu kavrayıncaya değin, kölelerin ve ezilmişterin aynca yaydığı bu usdışılığı, Roma İmparatorluğunun halk yığınlannın bütün öteki din­ Iere yeğlemelerinin nedenini çözerek aydınlığa kavuştur­ maktır sözkonusu olan. Bu sorunun çözümünde Bruno Bauer'in katkısı, başka herhangi birinden çok daha önemlidir. Dilin incelenmesiyle Wilke, İncilin bölümlerinin zaman içinde birbirlerini izledik­ lerini ve birbirlerine bağlı olduklanm kanıtlamıştı. 1849'u izleyen gericilik dönemindeki yan-inançlı tannbilimciler Bauer'in girişimine karşı çıkmak istemelerine karşın, Bruno Bauer, bu kez İncilin içeriğinden yola çıkarak, b:unu çürü­ tülemez biçimde yeniden kanıtladı. Herkese İncildeki öykü­ lerde hoşuna giden şeyi tarihsel olarak ele alma rahatlığını 1 79

tamyan Strauss'un söylenceler üzerindeki belirsiz teorisinin bilime karşı niteliğini açıkça gösterdi. Ve bu işte İncillerin bütün içeriğinden hemen hemen hiçbir şeyin tarihsel olarak do�lanmasının olanaklı olmadığı ortaya çıkmışsa -o ka­ dar ki, bir lsa'mn varlığından bile kuşku duyulabilir­ Bauer bunu yaparak yalmzca şu soruyu yamtlamak için engelleri kaldırdı: hıristiyanlıkta bir çeşit sistem olarak top­ lanmış olan tasanmlann ve düşüncelerin kökeni nedir ve bu tasanmlar ve düşünceler dünyaya egemen olmaya nasıl erişmişlerdir? Bauer sonuna dek bu soroyla uğraştı. Araştırmalan şu noktada doruğuna ulaştı: lS 40 yılında hAlA yaşayan, ama o zaman çok yaşlı olan lskenderiyeli yahudi Filan, hıristiyan­ lığın gerçek babasıdır ve Romalı stoacı Seneca da onun, hani şöyle diyelim, amcasıdır. Bize aktanlart ve Filon'un olduğu öne sürülen çok sayıda yazı, gerçekten de rasyonalist ve alle­ gorik bir görüş içinde yorumlanmış yahudi gelenekleriyle Yunan felsefesinin, özellikle stoacı felsefenin kaynaşmasm­ dan doğmuştur. Batı ve doğu kavramlanmn bu uzlaşması, özünde, daha o zaman bütün hıristiyan düşünceleri kapsa­ maktadır: günahın insanda doğuştan varolduğu; tann ile in­ san arasında aracı olan, tannda olan, ve bizzat tann olan Kelam, Logos; hayvaniann kurban edilmesiyle değil de, ken­ di kalbinin tannya sunulmasıyla elde edilen diyet; ensonu şu başlıca çizgi, dünyanın daha önceki düzenini yıkan, öğretile­ rini yoksullar, sefiller, köleler, paryalar arasında arayan ve zenginleri, güçlüleri, ayncalıklılan horgören ve buradan bü­ tün geçici zevklerin horgörüsünü ve bedene eziyeti kural ola­ rak koyan yeni dinsel felsefe. Öte yandan, Augustus, yalmzca "tann-insan"ın değil, aynı zamanda sözde "günahsız gebeliğin" 135 devletin yaran için emredilen türnceler olmasına daha o zaman dikkat et­ mişti. Yalmzca Sezar'ı ve kendini tannlar olarak onurlandır­ ınakla kalmadı, aym zamanda, kendisinin, Augustus Sezar Divus'un, yani tannsalın, yeryüzündeki babasımn oğlu ol­ madığı ve annesinin kendisine tann Apolion'dan gebe kaldı-

1 80

ğı masalım yaydırdı. Umalım ki, bu tann, Heinrich Reine'ın şarkısım söylediği Apollon'un akrabası olmamış olsun ı ı a s Görülüyor ki, hıristiyanlığın başlıca çizgilerinde tamam­ lanması için geriye yalmzca kilit taşı kalmıştır: yani, Kela­ mın belirli bir kişide cisimleşmesi ve günahkar insanlığın kurtulması için bu kişinin çarmıhta günah ödeyici olarak kurban edilmesi. Bu kilit taşı Filan'un stoacı öğretileri içine tarihsel ola­ rak nasıl girmiştir? Bu noktada gerçekten inarulacak kay­ naklar bizi yolda bırakıyor. Ama kuşku duyulmayacak bir şey varsa, bunun, Filan'un öğretilileri ya da stoacılar tara­ fından yapılmadığıdır. Dinler, kendileri dinsel bir gereksi­ nim duyan ve kitlelerin dinsel gereksinimlerini anlayan in­ sanlar tarafından kurulur ve genel kural olarak, bu, okul fel­ sefecilerinin işi değildir. Buna karşılık, herşeyin dağıldığı dönemlerde -örneğin bugünlerde de- dinsel felsefenin ve dinsel dogmalann bütün derinliklerini yitirdiklerini, ve hal­ ka malolduklanm, ve her yere yayıldıklanm görüyoruz. Kla­ sik Yunan felsefesi son biçimlerinde -özellikle epikürosçu okul durumunda- tanntammaz materyalizme varmışsa, Yunan halk felsefesi de tek tann ve ruhun ölümsüzlüğü öğ­ retisine götürür. Yabancılann ve yan-yahudilerin temasıyla ve onlann etkisi altında halka yayılmış ve akılcı duruma gel­ miş yahudi dininde aynı şey meydana gelmişti; yahudi dini, dinin ayinlerini ihmal etmeye, önceden yalmzca yahudi ulu­ sal tannsı* olan tannyı, göğün ve yerin yaratıcısı -tek ger­ çek tann- bir tannya dönüştürmeye, ve yahudi dininin ya­ bancı kökeninde bulunan ruhun ölümsüzlüğünü kabul etme­ ye başlamıştı. Böylelikle tektannlı halk felsefesiyle ona ha­ zır bir tektann sunan halk dini arasında bir noktada buluşma oldu. Böylelikle, Yahudiler arasında herkesin anla* Ewald'ın kanıtladığı gibi, Yahudiler, noktalanınış (yani sesli harfler ve noktalama imieri bulunan) elyazmalannda, telaffuzu yasak olan Jahveh adının sessiz harfleri altına, Adonay sözcüğünün sesli harflerini yazıyorlardı ve Jahveh yerine Adonay okuyorlardı. Bunu da, daha sonraki kuşaklar Ya­ hova olarak okudu. Dolayısıyla bu sözcük bir tannnın adı değil, yalnızca ka­ ba bir gramer yanlışıdır: İbranicede büsbütün olanaksızdır. -Engels 'in notu.

181

yacağı duruma getirilmiş olan Filan'un kavramlannın, işlen­ mesiyle hıristiyanlığı oluşturacak zemin hazırlanmış oluyor­ du, din bir kez oluşunca hem Yunanlılar hem Romalılar açı­ sından kabul edilebilir olacaktı. Hıristiyanlık doğrudan Fi­ lon'un yazılanndan değil, Filan'dan alınmış ve halkın anla­ yacağı bir biçime sokulmuş düşüncelerinden doğmuştur; bunun kamtı, Yeni Ahit'in, Filan'un yazılanmn başlıca bölü­ münün, yani Eski Abit'in öykülerinin felsefi-alegorik yoru­ munu, hemen tümüyle ihmal ettiği olgusudur. Bu, Bauer'in yeterince hesaba katmadığı bir yöndür. Hıristiyanlığın ilk biçimi altında ne olduğu hakkında bir fikir edinmek için Aziz Yusufun Vahiy Kitabı okunabilir. Burada görülen şudur: kendinden geçmiş ve bulamk bir fa­ natizm; dogma olarak yalmzca tamamlanmamış şeyler; hı­ ristiyan ahlakı denen şeyden yalmzca ' bedene eziyet; buna karşılık yığınla hayal ve kehanet. Dogmalann ve ahiakın ke­ sin olarak hazırlamşı daha sonraki bir dönemin işidir; İnci� lin bölümleri ve Havari Mektuplan denen şeyler bu dönemde yazılmıştır. Ve o zaman -hiç olmazsa ahlak için- hiç umursamadan stoacı felsefe ve özellikle Seneca'mn felsefesi kullamldı. Bauer, mektuplann, Seneca'nın felsefesini bazan sözcüğü sözcüğüne aşırdıklanm göstermiştir; bu olay, ger­ çekten daha önce müminlerin gözüne çarpmıştı, ama onlar Yeni Ahit'i kopya edenin Seneca olduğunu iddia ediyorlardı - ne var ki, o zaman yeni Ahit henüz yazılmamıştı. Dogma­ lar, bir yandan, o zaman hazırlanmakta olan İsa'mn İncilde­ ki efsanesiyle bağıntılı olarak, öte yandan Yahudi kökenli hıristiyanlarla kökeni putatapanlar olan hıristiyanlar ara­ sındaki savaşım içinde gelişti. Hıristiyanlığın utkusuna ve egemenligini dünyaya yay­ masına izin veren nedenlere gelince, Bauer burada da çok değerli tarihler veriyor. Ama burada, Alman felsefesine özgü idealizmi geliyor ve Bauer'in görüşünün çok açık ve söylemi­ nin belirgin olmasım engelliyor. Şu ya da bu kesin noktada, olayın yerini çok kez boş bir türnce alıyor. Bu yüzden Bau­ er'in görüşlerinin aynntısına girmek yerine, bu noktada,

182

Bauer'in çalışmalanna ve kişisel incelemelere dayanan ken­ di görüşümüzü s unmayı yeğliyoruz . Roma istilasıyla, boyunduruk altına alınan bütün ülke­ lerde, önce doğrudan eski siyasal yapı, sonra da dolaylı ola­ rak eski toplumsal yaşam koşullan parçalandı. İlk olarak es­ ki kastlar bölümünün yerine (kölelik bir yana bırakılırsa) Romalı yurttaş ve yurttaş olmayan ya da uyruk arasındaki basit aynlığı koyuyordu. Ikinci olarak, ve özellikle, Roma' devleti adına haraç istemeleri getiriyordu. Imparatorluk, devletin kendi çıkan için konsül yetkisi olan valilerin ken;, dinden geçmiş açgözlülüğüne bir son vermek üzere elinden geleni yapmışsa da, bu açgözlülüğün yerine imparatorluk hazinesi için alınan ve halk üzerinde giderek daha ağır ba­ san vergiler konmuştu - ve bu sömürünün aşın ve bir dere­ cede yıkıcı bir etkisi oldu. Ensonu, üçüncü olarak, adalet, her yerde Roma hukuku gereğince Romalı yargıçlar tarafindan yerine getirildi, yerli toplumsal yönetmelik bu yüzden Roma hukukunun kurallanyla çakışmadığı ölçüde geçersiz ilan edildi. Bu üç aracın çok büyük bir düzleyici etkisi olması gerekti, özellikle de, en sağlam öğeleri, istiladan önce, onun­ la aynı zamanda ya da hatta istilayı izleyen savaşlar sırasın­ da öldürülen ya da köle yapmak için götürülen topluluklara karşı birkaç yüzyıl boyunca kullanıldıklan için. Eyaletlerin toplumsal koşullan giderek başkentin ve İtalya'nın toplum­ sal koşullanna yaklaştılar. Halk, giderek birbiriyle uyumsuz öğelerden ve ulusal-topluluklardan oluşan üç sınıfa bölündü: aralarında çok sayıda azadediimiş köle ( c.f. Petronius), bü­ yük toprak sahipleri, tefeciler ya da hıristiyanlığın amcası Seneca gibi hem toprak sahibi hem tefeci olan zenginler; Roma'da devlet tarafindan beslenen ve eğlendirilen -eyalet­ lerde kendi kendilerine bırakılan- özgür proleterler; ve en­ sonu büyük kitle, köleler. Ilk iki sınıf, devlet, yani imparator karşısında, nerdeyse kölelerin efendileri karşısında olduğu kadar haktan yoksundular. Özellikle Tiberius'tan Neron'a kadar, zengin Romalılan servetlerine elkoymak için ölüme mahkum etmek bir kural oldu. Hükümetin büyük dayanağı,

1 83

maddi olarak daha o zaman, köylülerden oluşan eski Roma ordusundan çok, bir paralı askerler ordusuna benzeyen ordu, ve -manevi olarak- bu durumdan çıkmak için hiçbir ola­ nak olmadığı, şu ya da bu imparator değişse bile, askeri ege­ menlik üzerine kurulmuş imparatorluğun değişmez bir zo­ runluluk olduğu düşüncesiydi; bu ise, genellikle yaygın bir düşünceydi. Bu düşüncenin daha çok hangi maddi olgulara dayandığım incelemenin yeri burası değil. Bu haklardan genel olarak yoksunluğa ve daha iyi bir durum yaratma umudunun yokluğuna, genel bir gevşeklik ve genel bir maneviyat bozukluğu uygun düşüyordu. Hala varolan Roma soylusu tavırlı ve soylu zihniyetli az sayıdaki Romalı da sürüldü ya da azalarak tükendiler; onlar arasında en sonuncusu Tacitus'tur. Ötekiler tümüyle kamu yaşantısı­ mn dışında kalabilmekten çok hoşnuttular; zengin olmak ve bu zenginlikten yararlanmak, işte özel dedikodular ve özel entrikalarla birlikte onların yaşamlanın bu dolduruyordu. Roma'da devletin durumundan yararlanan özgür proleterte­ rin eyaletlerdeki durumları iyi değildi. Çalışmak zorunday­ dılar ve üstelik kölelerin çalışma rekabetiyle uğraşmak du­ rumundaydılar. Ama yalmzca kentlerde bulunuyorlardı. On­ lann yamnda eyaJetlerde hala köylüler, özgür toprak sahip­ leri (şurada burada kuşkusuz hala ortak topraklar bulunu­ yordu) ya da Galya'da olduğu gibi büyük toprak sahiplerine borç yüzünden yan-köle olmuş insanlar vardı. Bu sınıf, top­ lumsal altüst oluştan en az etkilenen sımf oldu; aynı zaman­ da dinsel altüst oluşa en uzun direnci gösteren de bu sımf ol­ du.* En sonunda haklardan ve özgürlüklerden yoksun köle­ lerin, Spartaküs'ün yenilgisinin daha önce kamtladığı gibi, kurtulmalan olanaksızdı; ama bununla birlikte, büyük bir bölümünü meydana getirenler, eskiden özgür insaniardı ya da özgür doğmuş insanların çocuklanydı. Dolayısıyla, yaşam koşullarına karşı büyük bir kin, canlı bir kin, dış görünüşte güçsüzlüğe dönüşmüş olmasına karşın, gene onlar arasında * Fallmeryer'e göre, Peloponez'de 9. yüzyılda köylüler hala Zeus'a kurban veriyorlardı. 137 -Engels 'in notu. 1 84

varolmak zorundaydı. Bu dönemin ideologlannın niteliği de bu durumla örtü­ şür. Filozoflar, ya bu mesleği yaşamlanın kazanmak için ya­ pan sade öğretmenierdi ya da zengin şenlikçilecin buyru�n­ da soytanlardı. Birço� da köleydi. Bay Seneca'mn örneği, bize, her şey iyi gittiği zaman onlara neler oldu�nu gösteri­ yor. Erdemliliği ve perhizi savunun bu stoacı, Neron'un sara­ yında baş entrikacı idi, Neron'a kulluk etmeden duramazdı; kendine armağan olarak para, mal, bahçeler, saraylar sun­ durdu, ve yoksul insana İncil'in Lazarus'unuıas önerdiği za­ man da, gerçekte kendisi o meseldeki zengin adamdı. Ne za­ man ki Neron, onun yakasına yapıştı, ancak o zaman felsefe­ sinin kendisine yettiğini söyleyerek, imparatordan bütün ar­ mağanlanm geri alması için yalvardı. Yalmzca Persins gibi tümüyle bağlantısız filozoflar, taşlamamn kırhacım soysuz­ laşmış çağdaşlan üzerine sallama cesaretine sahiptilar. Ama ikinci tip ideologlara, hukuk uzmanıanna gelince, onlar yeni toplumsal koşullann heyecanlı yandaşlanydılar, çünkü bü­ tün kast ayrılıklannın silinmesi onlara sevgili medeni hu­ kl,lklanm ayarlamalan için tam davramş özgürlüğü sağlıyor­ du; bu medeni hukuk karşılığında daha sonra imparator için, o zamana kadar hiçbir zaman görülmemiş kölece bir anayasa hukuku yaptılar. Roma İmparatorluğu, halklann siyasal ve toplumsal özelliklerini yıkarak, onlann özel dinlerini de yıkmaya ken­ dini adamıştı. Antikçağın bütün dinleri, her halkın toplum­ sal ve siyasal durumundan doğmuş ve onlara sımsıkı bağlı olan, aşiretlerin ve daha sonra uluslann doğal dinleriydiler. Bir kez temeller yıkılınca, bir kez geleneksel toplumsal bi­ çimler ve siyasal örgütlenme ve ulusal bağımsızlık sallamn­ ca, bu kurumlarla birleşmiş olan dinin çökmesi kendiliğin­ den oldu. musal tannlar, başka ulusal tannlann üstlerinde değil, kendi yanlannda olmasım hoşgörürler, ve bu, antik­ çağda kural oldu. Do� dinleri Roma'ya nakledildikleri za­ man, bu, Roma dinine zarar vermekten başka bir şey yapma­ dı, ama Doğu dinlerinin gerilemesini geciktiremedi. Ulusal 1 85

tannlar, uluslannın bağımsızlığının ve egemenliğinin koru­ yucu patronlan olamadıklan an, kendi boyunlannı kendileri kırarlar. Her yerde böyle oldu (özellikle dağlardaki köylüler dışında). Roma'da ve Yunanistan'da vülger felsefenin, volter­ cilik diyecektim, yapıtı olan şey, eyaletlerde Roma'ya kölece bağlılık, ve özgür ve özgür olmaktan gurur duyan insaniann yerine boyuneğmiş uyruklar ve bencil dolandıncılann konul­ ması oldu. Maddi ve ahlaki durum böyleydi. İçinde bulunulan za­ man çekilmezdi, gelecek, olursa, daha da tehdit ediciydi. Çı­ kış yoktu. Yalnız umutsuzluğa düşmek ya da en bayağı zev­ ke sığınmak vardı bunlara sığınanlar da en azından ola­ nağı olabilenlerdi, ve onlar da küçük bir azınlıktı. Yoksa ka­ çınılmaz olana bitkin bir başeğmeden başka şey kalmıyordu. Ama bütün sınıflar içinde, maddi bit kurtuluştan umut­ lannı kesen, bunun karşılığında manevi bir kurtuluş -onla­ n tam bir umutsuzluktan koroyabilecek bilinç alanında bir teselli- arayan belirli bir sayıda insan bulunması gerekiyor­ du. Stoa felsefesi de, Epiküros okulu da, bu teseliiyi sağlaya­ mazlardı, çünkü onlar felsefeydiler ve bu nitelikleriyle, halk bilincinin geleceği değildiler ve çünkü öğretililerinin davra­ nışlan, bu okullann öğretisinin değerini düşürüyordu. Bu aranan teselli, yitirilmiş felsefenin yerini değil, yitirilmiş di­ nin yerini almalıydı; o çağda ve 17. yüzyıla kadar kitleleri ele geçinnek zorunda olan her kavram gibi, bu teselli de, din­ sel bir biçim altında ortaya çıkmalıydı. Kuşkusuz, bilinç düzeyindeki bu teselliye, dış dünyadan iç dünyaya doğru bu kaçışa canatanların çoğunluğunun zo­ runlu olarak . . . köleler arasından toplanması gerektiğini be­ lirtmeye hemen hemen hiç gerek yoktur. İşte bu evrensel, ekonomik, siyasal, entelektüel ve ahlaki çözülme durumundadır ki, hıristiyanlık ortaya çıktı. Daha önceki bütün diniere kesin olarak karşı çıkıyordu. Daha önceki bütün dinlerde, törenler esastı. Bir dine bağlılık ancak kurban törenlerine ve ayinlere katılarak, ayn­ ca doğuda perhizi ve temizliği ilgilendiren en aynntılı huy-

1 86

ruklara uyarak ortaya konulurdu. Roma ve Yunanistan bu yönden hoşgörülüyken, doğuda bir dinsel yasaklar düşkünlü­ ğü hükmü sürüyordu, ki bunun da son gerilerneye az katkısı olmadı. İki farklı dine bağlı bulunan insanlar (Mısırlılar, İranlılar, Yahudiler, Kaldeliler) birlikte ne yiyebilir, ne içebi­ lirler, ne birlikte herhangi bir günlük iş yapabilirlerdi. İn­ sanlar arasındaki bu ayrım, eski doğu dünyasının ortadan kalkmasının büyük nedenlerinden biridir. Hıristiyanlık, bir ayrıma yer veren bu törenleri tanımıyordu, aynı zamanda klasik dünyanın kurban törenlerini ve ayinlerini de tanımı­ yordu. Böylece bütün ulusal dinleri ve onlarda ortak olan tö­ renleri reddederek, ayrım yapmaksızın bütün halklara hitap ederek, kendisi benimsenebilir ilk evrensel din haline geli­ yordu. Yahudi dini de, kendi yeni evrensel tannsıyla, evren­ sel dine doğru bir adım atmıştı; ama İsrailoğullan her za­ man inananlar ve sünnetliler arasında bir aristokrasİ olarak kalıyorlardı; ve gerçekten evrensel bir din haline gelebilme­ den önce, hıristiyanlığın kendisinin önce (Saint Jean'ın Va­ hiy kitabında hala egemen olan), yahudi kökenli hıristiyan­ ların üstünlüğü düşüncesinden kurtulması gerekti. Öte yan­ dan islamlık, özellikle doğulu olan tören usullerini koruya­ rak, kendi yayılma alanını doğuyla ve Arap bedevileri tara­ fından istila edilen ve yeniden insan yerleştirilen kuzey Afri­ ka'yla sınırladı: buralarda egemen din haline gelebildi, batı­ da bunu başaramadı. İkinci olarak, hıristiyanlık, pek çok yürekte duyarlı ol­ ması gereken bir teli titretti. Zamaniann uğursuzluğu ve maddi ve manevi evrensel yıkım üzerine olan bütün yakın­ matan, hıristiyan günah bilinci şöyle yanıtlıyordu: böyledir, ve başka türlü olamaz ; dünyanın ahlak bozukluğunun so­ ruınlulan sensin, sizsiniz, her bir kişinin ahlak bozukluğu­ dur! Buna hayır diyebilecek insan neredeydi! Mea culpa!* Genel uğursuzlukta herkesin suçluluğunun payını kabul et­ meyi reddetmek olanaksızdı ve bu, aynı zamanda, hıristi­ yanlığın bildirdiği manevi kurtuluşun da önkoşuluydu. Ve * Benim suçum! -ç. 187

bu manevi kurtuluş öyle düzenlenmişti ki, bütün öteki eski dinsel topluluklann mürninleri bunu kolayca anlayabilirler­ di. Bütün bu eski dinler için, onuruna dokunulan tannyla hanşmak bir kurbanla olanaklydı; bu günah ödeyici kurban kavramı alışılmış bir kavramdı; kendisinin kurban edilme­ siyle insanlığın günahlanın kesin olarak silen aracı düşün­ cenin uygun bir alan bulması kaçınılmazdı. Öyleyse kişisel günah bilinci kavramıyla, insaniann evrensel uğursuzluktan kendilerinin sorumlu olduğuna ilişkin genellikle yaygın duy­ guya açık bir anlam kazandırarak, ve aym zamanda yargıcı­ mn özverisiyle, dünyanın ahlak bozukluğundan içsel olarak kurtulmamn genel isteğini tatmin eden bilinç alamnda her­ kesin erişebileceği bir avunm a biçimi sağlayarak, hıristiyan­ lık, evrensel bir din durumuna ve tam da günün dünyasına uygun gelen bir din durumuna gelme yeteneğinde olduğunu yeniden kamtlıyordu. Bu nedenledir ki, o zaman, çölü, din konusunda sayısız yeniliklerle dolduran binlerce peygamber ve vaizden, yairuz­ ca hıristiyanlığın kuruculan başan gösterebildiler. Yalmzca Filistin değil, bütün doğu, düşünceler plamnda varolmak için aralannda gerçekten darvinci bir savaş veren bu din ku­ ruculanyla kaymyordu. Yukarda açıklandığı gibi, suçlann bağışlanması öğeleri sayesinde hıristiyanlık bunu kazandı. Onun, mezheplerin birbirleriyle savaşımında ve putatapan dünyaya karşı savaşımda, doğal seçmeyle nasıl yavaş yavaş evrensel din niteliğini geliştirdiğini de ilk üç yüzyılın kilise tarihi, aynntılanyla öğretiyor.

1 88

[ONDOKUZ]

VAHlY KlTABP39 FRİEDR1CH ENGELS

1NC1L1N tarih ve dil açısından eleştirisi, Yeni ve Eski Ahit'i oluşturan çeşitli yazılann çağım, kökenini ve tarihsel değerini inceleyen bilimi, olabildiğince gizli tutmaya çalışan birkaç liberal tannbilimci dışında, bu ülkede hemen hemen hiç kimse bilmez. Bu bilim hemen hemen yalmzca Almandır. Aynca Al­ manya'mn sırurlanın aşan küçük bir bölümü de pek yetkin değildir; önyargısız, tamamlayıcı ve aynı zamanda hıristiyan olmakla övünen bu eleştiridir. Kitaplar, diyor bu eleştiri, tam olarak Kutsal Ruhun vahiyleri değil, insamn kutsal­ ruhunun aracılığıyla gelen tannsalin vahiyleridir vb . . Bunun içindir ki Tübingen okulunun temsilcileri140 (Bauer, Gfrörer, vb. ) İngiltere'de olduğu kadar Hollanda ve İsviçre'de de beğe­ nilmektedirler; ve daha ileri gidilmek istenirse, Strauss da izlenebilir. Alman eleştirmenlerin zavallı bir aşırmacısından

1 89

başka bir şey olmayan ünlü Emest Renan'da egemen olan şey, aynı hoşgörücü, ama tam tarihe karşı düşünüştür. Bü­ tün yapıtlannın açığa vurduğu, düşüncelerin estetik duygu­ sallığı ve tümünü kaplayan dil cilası dışında hiçbir şey ken­ disinin değildir. Bununla birlikte Emest Renan iyi bir formül buldu: " llk hıristiyan topluluklann ne olduğu konusunda doğru bir fikir edinmek istiyorsanız, onlan günümüzdeki din toplu­ luklanyla karşılaştırmayınız; bunlar daha çok Uluslararası Emekçiler Birliğinin yerel şubelerine benzerler. " Ve bu doğrudur. Hıristiyanlık, yığınlan, bugünkü sosya­ lizmin yaptığı gibi, çoğu mezhep biçimi altında ve daha çok da -kimileri daha açık, kimileri daha belirsiz ve belirsiz olaniann büyük çoğunluğu oluşturduğu- çelişkili bireysel görüşler kanalıyla ele geçirdi; ama bunlann tümü de egemen sisteme, "varolan güçler"e düşmandı. Örneğin Vahiy Kitabımızı alalım; onun daha karanlık ve daha gizemli olmadığını, Yeni Ahit'in tümünün en yalın ve en açık kitabı olduğunu göreceğiz. Şimdilik okurdan, yavaş yavaş kanıtlayacağımız şeye, yani onun l S 68 yılında ya da Ocak 69'da yazıldığına ve bu yüzden onun yalnızca Yeni Ahit'in, tarihi gerçekten bilinen tek kitabı değil, aynı zaman­ da bu Ahit'in en eski kitabı olduğuna inanmasını isternek zo­ rundayız: bu kitapta, 68'deki hıristiyanlığın yüzünü bir ay­ nada görüyor gibiyiz. llkin mezhepler ve gene mezhepler. Yedi Asya Kilisesine Mektuplarda en azından üç mezhebin sözü ediliyor, ve bun­ lar hakkında başka hiçbir şey bilinlİliyor: Nikolayitler, Bala­ amitler, ve burada Jezabel adıyla simgelenmiş bir kadının müritleri. Bu üç mezhebin, kendi üyelerine, putlara kurban ettikleri şeyleri yemeyi vaadettikleri, ve kendilerini ah­ laksızlığa verdikleri iddia edilir. Her büyük devrimci devi­ nimde "serbest aşk" sorununun ilk planda ortaya çıkması dikkate değer bir olaydır; insaniann bir bölümü için artık hiçbir gerekliliği kalmayan eski geleneksel zincirlerin atıl­ ması devrimci bir ilerlemedir; başka bir bölümü için de, er1 90

kek ve kadın arasındaki her türlü ahlak gevşekliğini örtrnek için hoş karşılanan ve çok elverişli bir ögretidir. Bu sonuncu­ lar, yani darkafalılar, burada kısa bir süre sonra üstün ol­ muş gibi görünüyorlar; çünkü, her zaman, yahudilere ve hı­ ristiyanlara sert bir biçimde yasaklanan "zina", geri çevir­ menin tehlikeli ya da en azından tatsız olabileceği "putlara kurban edilen ürün"ü yemek olayı ile bağlantılı olarak ko­ nulmuştur. Bu da apaçık gösterir ki, burada sözü edilen ser­ best aşkın çömezleri, genel olarak herkesin dostu olmaya çabalıyorlardı ve onların hiç de şehit olma yetenekleri yoktu. Bütün öteki büyük devrimci devinimler gibi, hıristiyan­ lık da yığınlann eseridir. Filistin'de yeni mezheplerin, yeni dinlerin, yeni peygamberlerin yüzlercesinin ortaya çıktığı bir çağda, bizim hiç bilarnediğimiz bir biçimde doğdu. Gerçekte sözkonusu olan yalmzca bu mezheplerin en ilericilerinin kar­ şılıklı sürtünmesinden kendiliğinden doğan, daha sonra ls­ kenderiyeli yahudi Filan'un tearamlerinin eklenmesiyle ve daha sonra da geniş çapta stoacı sızmalarla bir öğretiye dö­ nüşen ortalama bir olaydır. Öğreti ele alındığında, gerçekten de, Filan hıristiyanlığın babası diye adlandınlıyorsa, Seneca onun amcası oldu. Yeni Ahit'in bütün olarak birçok bölümü, onun yapıtlanndan hemen hemen sözcüğü sözcüğüne kopya edilmiş gibi görünüyor. Öğretiyi ilgilendiren bütün bu öğe­ lerden bizim Vahiy Kitabında iz bile yok. Orada hıristiyan­ lığı, bize saklanmış en ilk biçimi altında buluyoruz. Orada vurguianmış olarak dogmanın tek bir noktasından başka bir şey bulunmuyor: o da, inananların lsa'nın kurban edilmesiy­ le kurtuldukları. Ama nasıl ve niçin, bu, tümüyle açıklana­ mayan bir şey. Buradaki tannnın ya da tannlann kurban­ larla kazanılabileceği düşüncesi, yahudilerin ve putatapan­ ların eski düşüncesinden başka bir şey değildir; bu düşünce, burada, lsa'nın ölümünün büyük, kesin olarak yeterli kur­ ban olduğu (hıristiyanlığı gerçekten bir evrensel din yapan) özgül hıristiyan düşüncesine dönüşmüştür. lik günahtan hiçbir iz yok. Teslisı4ı üzerine bir şey yok. lsa "kuzu"dur, ama tannmn buyruğu altındadır. Gerçekten

1 91

de bir paragrafta ( 15 , 3) lsa, Musa ile aynı planda konul­ muştur. Biricik bir kutsal ruh yerine, "tanrımn yedi ruhu" (3, 1 ve 4, 5) vardır. Katledilen azizler (şehitler) tanndan, on­ lann intikamım almasını isterler: "Ey kutsal ve gerçek efen­ di, yeryüzünde olanlan yargılamayı ve onlardan kammızın intikamım almayı ne kadar erteleyeceksin?" (6, 10) � böyle bir duygu, daha sonra, hıristiyanlığın teorik ahlak yasasın­ dan özenle çıkarıldı, ama uygulamada hıristiyanlar putata­ panlara üstün gelir gelmez bir o kadar şiddetle de uygu­ landı. Doğası gereği hıristiyanlık, yahudi dininin bir mezhebin­ den başka bir şeyi temsil etmez. Böylece Yedi Kiliseye mek­ tuplarda şöyle deniyor: "kendilerine yahudi diyen" (hıristi­ yan diyen değil) "ama yahudi olmayıp şeytamn bir sinagogu olaniann saygısızlığım biliyorum" (2, 9); gene (3, 9) " sana şeytamn sinagogundan olup da kendilerinin yahudi olduk­ lannı iddia eden ve yahudi olmayanlardan kimilerini teslim ediyorum" . Yazanmız, lS 69'da, devrimin başlıca öğelerinden biri olmaya aynlmış dinsel evrimin yeni bir aşamasım teslim ettiğini hiç bilmiyordu. Bundan dolayı, azizler, tannmn tahtı önüne çıktıklan zaman, önce oniki aşiretin herbirinden 12.000 olmak üzere 144.000 yahudi geçiyor, ve ancak onlar­ dan sonra, yahudi dininin bu yeni aşamasına katılan putata­ panlar huzura alınıyor. İşte, Yeni Ahit'in en eski ve gerçekliği kuşkuya yer ver­ meyen tek kitabının anlattığı biçimiyle 68 yılında hıristiyan­ lığın görünüşü böyleydi. Bu kitabın yazannın kim olduğunu bilmiyoruz. Jean bile "havari"lik taslamıyor, çünkü ''Yeni Kudüs"ün temellerinde "lsa'mn oniki havarisinin adlan" bu­ lunuyor (2 1 , 14). Öyleyse kitabı yazdığı zaman onların daha önceden ölmüş olmalan gerekiyordu. O, yahudiydi, bu Yeni Ahit'in öteki kitaplannda olduğundan daha çok gramer yan­ lışıyla kaynayan Yunancasımn her yerinde görülen İbrani şivesi açıkça ortaya çıkıyor. lçerdikleri bütünüyle çelişkili öğretiler tarafından daha önce karotlanmadığı durumda, dil "Jean'ın lncili"nin, Jean'ın mektuplannın ve bu kitabın en

1 92

azından üç ayn yazan olduğunu besbelli bir biçimde göste­ riyor. Hemen hemen bütün Vahiy'in konusu olan anlaşılmaz kerametleri ( vision), genellikle sözcüğü sözcüğüne Eski Ahit'in klasik peygamberlerinden ve kendilerinden sonra ge­ len taklitçilerinden alınmıştır - bu taklitçiler de (İÖ yakla­ şık 190'da yazılmış ve birkaç yüzyıl önce olmuş olayların ke­ hanetini yapan) Daniel'in kitabından başlayarak lsa'dan he­ men önce yazılmış gerçekliği kuşkulu grekçe bir yapıt olan "Enoch'un Kitabı"na kadar gider. Kitabın orijinal düzeni, hatta aşınlan kerametierin zincirlenişi son derece zayıftır. Profesör Ferdinand Benary 184 1'de Berlin Üniversitesinde bir dizi ders verdi; bundan sonrasım o derslerden alıyorum: Benary, bu derslerde, yazanmızın sözde kerametierini ner­ den aldıgım bölüm bölüm ve satır satır gösteriyordu. Öyleyse bizim "Jean"ın tüm budalaca buluşlannı izlemenin bir yaran yok. Dikkate değer bir kitabın gizemini açıklayan noktaya hemen gelmek daha iyi. Binsekizyüz yıldan daha sonra hala kehanetlerinin ger­ çekleşmesini bekleyen bütün ortodoks yorumculanyla tam bir çelişki içinde, "Jean" şunlan söylemeyi bırakmıyor: "Za­ man yakındır, bütün bunlar kısa bir süre sonra olacak". Ve bu da, özellikle önceden haber verdiği ve kuşkusuz seyretme­ yi umduğu bunalımla ilgili. Bu bunalım, başkalanmn adlandırdığı biçimiyle, tanny­ la "Deccal" arasındaki kesin büyük çarpışmadır. Belirleyici bölümler 1 3 . ve 17. bölümlerdir. Yararsız süsleri bir yana bı­ rakalım: "Jean" yedi başlı ve on boynuzlu (boynuzlar bizi il­ gilendirmiyor) bir hayvamn denizden çıktıgım görüyor. "Baş­ lanndan birisi ölesiye yaralanmış görünüyordu; bu ölümcül yara iyileşti". Bu hayvan Tann ve lsa yanında kırkiki ay sü­ reyle (yedi kutsal yılın yansı), yeryüzünde efendi olarak hü­ küm sürecek ve bu zaman içinde bütün insanlar bu hayva­ mn imini ya da adımn sayısım sağ ellerinde ya da alınlann­ da taşımak zorunda olacaklardı. "İşte bilgelik. Zeki olan bay­

van sayısını hesaplasın; çünkü sayı, bir insan sayısıdır ve sa1 93

yısı altıyüzaltmışaltıdır. "

İkinci yüzyılda, lrene, yaralanmış ve iyileşmiş hayvanın lmparator Neron'u imlediğini de biliyordu. Neron hıristi­ yanlann ilk büyük zalimi oldu. Ölümünde, özellikle Ak­ ya'da 1 42 ve Asya'da, onun ölmediği, yalmzca yaralandığı ve bir gün yeniden ortaya çıkacağı ve terörü bütün dünyaya ya­ yacağı söylentisi yayıldı (Tacitus, Hist. 1 1 -8). 143 Aynı zaman­ da, lrene, başka bir yorum biliyordu; buna göre ad, 666 yeri­ ne 6 1 6 sayısını veriyordu. 17. bölümde yedi başlı hayvan, bu kez , üzerinde, iyi bili­ nen un renkli kadın olarak yeniden ortaya çıkıyor; okurun kendisi kitapta bu kadının gönül alıcı betimlemesini bulabi­ lir. Bir melek Jean'a şöyle der: "Görmüş olduğun hayvan varoldu ve o, artık yok . . . Yedi baş, üzerinde kadının oturduğu yedi dağdır. Aynı zamanda yedi kraldır. Beşi düştü, geriye bir tane kaldı, ve diğeri de hen üz gelmedi. Geldiği zaman, az zaman kalmış olacak. Ve eskiden olan ve artık olmayan hayvamn kendisi sekizincidir ve o yedi tanedir Ve görmüş olduğun kadın yeryüzü kralla­ n üzerinde hüküm süren büyük kenttir. " . Bu pasaj bize iki açık bilgi sağlıyor: 1. lal rengi bayan, dünyanın krallan üzerinde hüküm süren büyük kent, Roma' dır, 2. kitabın yazıldiğı dönemde, altıncı Roma impara­ toru hüküm sürmektedir, ondan sonra kısa bir süre hüküm sürecek bir başkası gelecektir, sonra da gizemli sayımn adım içerdiği ve lrene'nin de onun Neron olduğunu bildiği "yedi­ lerden biri", yaralanmış ama iyileşmiş biri geri dönmüş ola­ caktır. Augustus'la başlarsak, Augustus, Tibere, Kaligula, Ciau­ de ve beşinci olan Neron var. Altıncısı, varolan Galba'dır, ve Galba'nm. tahta çıkışı, özellikle Galya'da, Galba'mn ardılı Othon tarafından yönetilen bir lejyonlar ayaklanmasımn imi oldu. Öyleyse kitabımızın 9 Haziran 68'den 15 Ocak 69'a ka­ dar hüküm süren Galba'mn hükümdarlığı altında yazılmış olması gerekiyor. Kitap, Neron'un geri dönüşünü çok yakın olarak önceden haber veriyor. . . .

1 94

Ama şimdi sıra kesin kanıtta - sayıda. Bu da Ferdinand Benary tarafından bulunmuş ve o zamandan beri, bilim dün­ yasında hiç kimse bu buluşu yadsımamıştır. lsa'dan yaklaşık üç yüzyıl önce, yahudiler harflerini sayı­ lann simgeleri olarak kullanmaya başladılar. Kendilerini kurguya vermiş halıarnlar bunda mistik bir yorum yöntemi, Tevrat'ın yorumlanmasını görüyorlardı. Kapsadıklan harfle­ rin sayısal değerlerinin toplamı olan sayıyla gizemli sözcük­ ler anlatılıyordu. Bu yeni bilimi, Ghematriah, geometri diye adlandırdılar. Bizim "Jean"ın burada kullandığı bilim de işte budur. İki şeyi kanıtlamamız gerekiyor: 1. sayının bir insa­ nın adını içerdiğini ve bu adın Neron olduğunu, ve 2. çö­ zümün 666 ifade biçimi kadar 6 16 veren eski ifade biçimi için de geçerli olduğunu, İbrani harflerini ve değerlerini alalım: (nun)

n

( resch)

r

(vau) için (nun)

o

(keph) (saınech)

k (q) s

(resh)

r

n

50 = 200 =6 = 50 100 = 60 200 =

=

=

Neron Kesar, imparator Neron, Yunanca Neron Kaiser. Demek ki, eğer Yunan yazımını kullanmak yerine, latince Nero Caesar'ı İbrani harflerle yazarsak, Neron'un sonundaki nun ortadan kalkar ve onunla birlikte 50 değer de azalır. Böylece öteki eski değere, 6 16'ya vanyoruz, ve kanıtlama her açıdan eksiksizdir. * Böylece bu gizemli kitabın içeriği bizim için bütünüyle açık. "Jean" önceden Neron'un yaklaşık 70 yılında geri döneceğini ve kırkiki ay boyunca, yani binikiyüzaltmış gün terör hükmü sürdüreceğini haber veriyor. Bundan sonra tan­ n ortaya çıkacak, Deccal'ı yenecek, büyük kenti ateşle yıka* Yukardaki yazılış, ikinci noun'la ya da onsuz, Talmud'un yazısına uyuyor, dolayısıyla aslına uygundur. -Engels 'in notu.

1 95

cak ve şeytam bin yıl için zincire vuracak. Bin yıllık impara­ torluk başlayacak vb . . Bütün bunlar, kıyamet gününü hesap­ lamaya çalışan bilisizler dışında bugün bütün anlamını yitir­ miştir. Bununla birlikte, üyelerinden biri tarafından çizilmiş hemen hemen bir ilkel hıristiyanlığın gerçek tablosu olarak, Yeni Ahit'in bütün öteki kitaplannın hepsinden daha değer­ lidir.

1 96

[YlRMlJ

LUDWlG FE UERBACH VE KLASIK ALMAN FELSEFESİNİN SONU 1 44 FRlEDRlCH ENGELS

ÖNSÖZ

Marx'ın 1859'da Berlin'de yayınlanan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın "Önsöz"ünde, her ikimizin, 1845'te Brüksel'de, "Alman felsefesinin ideolojik anlayışı ile bizim görüş tarzımız [özellikle Marx tarafından işlenen materya­ list tarih anlayışı sözkonusu idi] arasındaki uzlaşmaz karşıt­ lığı ortaya koymaya" nasıl karar verdigimize deginir: "Bu, gerçekte, bizim geçmişteki felsefi bilincimizle hesaplaşma­ mızdı. Bu planımız, Hegel-sonrası felsefenin bir eleştirisi bi­ çiminde gerçekleşti. Elyazması, formalar halinde, iki cilt ola­ rak, Vestfalya'daki yayınevi sahibinin elindeydi ki, yeni ge­ lişmelerin, kitabın basılmasını olanaksız kıldığını öğrendik. Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacı­ mıza vardıgunız için, elyazmasımı45 farelerin kemirici eleşti­ risine seve seve terkettik. "* * Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Anka­ ra 1993, s. 24-25. - Ed.

197

O dönemden beri, kırk yıldan fazla bir zaman geçti, ve ikimizden biri yeniden bu konuya dönme fırsatını bulama­ dan Marx öldü. Hegel ile olan ilişkilerimiz konusunda çeşitli nedenlerle düşüncelerimizi açıkladık, ama bu açıklamalar, hiçbir yerde sorunu tamamlayıp, konuyu kapatıcı nitelikte değildi. Hiçbir zaman Feuerbach konusuna yeniden değin­ medik, bununla birlikte Feuerbach, pek çok bakımdan hegel­ ci felsefe ile bizim anlayışımız arasında bir ara halka idi. Bu arada, Marx'ın dünya anlayışı, Almanya'mn ve Avru­ pa'nın sımrlarımn çok ötelerinde ve dünyanın bütün uygar dillerinde yandaşlar buldu. Öte yandan, klasik Alman felse­ fesi, şimdi, yabancı ülkelerde bir yeniden doğuş yaşamakta­ dır, özellikle İngiltere, İskandinavya ve hatta Almanya'da, öyle görünüyor ki, insanlar, oralarda üniversitelerde felsefe diye sunulan değişik sistemlerden alımİnş ö�elerden meyda­ na gelen, alıcı bulamayan popüler kitaplardan nsanmaya başlıyor. Durum böyle olunca, Hegel felsefesi ile ilişkilerimiz ko­ nusunda, bizim bu felsefeden nasıl çıktı�mız ve ondan nasıl ayrıldı�mız üzerine kısa ve sistematik bir inceleme yazısı gitgide bana daha zorunlu göründü. Ve aynı şekilde, bana öyle geldi ki, yerimizi bulmadan önceki kaynaşma dönemi­ mizde, Feuerbach'ın, Hegel-sonrası herhangi başka bir felse­ feciden daha fazla üzerimizde etkili olduğunu tamamen tes­ lim ederek bir onur borcunu da ödemek zorundaydık. Onun için, Neue Zeit gazetesinin yazı kurulunun, Starcke'nin Feu­ erbach konusundaki kitabı üzerine bir eleştiri yazmamı iste­ mekle bana verdiği fİrsatı kaçırmadım. Çalışmam, bu dergi­ nin 1886 yılında çıkan 4 ve 5. fasikililerinde yayınlandı ve gözden geçirildikten sonra burada yeniden ayrı bir baskı ola­ rak çıkıyor. Bu satırları baskıya yollamadan önce, eski 1845- 1846 el­ yazmasım yeniden çıkardım ve bir kez daha baktım. Feuer­ bach üzerine olan bölüm bitirilmemiş. Kaleme alınan kısım, bizim ekonomik tarih üzerine o zamanki bilgilerimizin ne kadar eksik oldu�u tamtlayan bir materyalist tarih anla-

1 98

yışı açıklamasından ibaret. Burada Feuerbach öğretisinin bile eleştirisi bulunmadığı için, şimdiki amacım bakımından elyazmasından yararlanamazdım. Buna karşılık, Marx'ın eski bir defterinde, burada ek olarak yayınlanan, Feuerbach üzerine onbir tezi yeniden buldum. Bunlar, sonradan işlen­ rnek üzere çabucak kağıt üzerine çiziktirilivermiş, hiç de baskı için hazırlanmış olmayan yalın notlardır, ama yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge olarak ölçülemeyecek bir değer taşıyorlar. Londra, 2ı Şubat ı888

I. HEGEL'DEN FEUERBACH'A Bu yapıt,* bizi, zaman içinde bizden bir kuşaklık bir arayla ayrılan, ama bugün Almanya'da yaşamakta olan ku­ şak için, sanki yüzyıl öncesinin tarihini taşıyormuşçasına ya­ bancı olan bir döneme götürüyor. Ama gene de bu dönemde Almanya'nın 1848 devrimine hazırlanışı çağı yaşandı: o za­ mandan beri bizde bütün olup bitenler 1848'in bir devamın­ dan, yalnızca devrimin vasiyetinin yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. Tıpkı 18. yüzyılda Fransa'da olduğu gibi, 19. yüzyılda Al­ manya' da da, felsefedeki devrim siyasal çöküşü de hazırladı. Ama ne büyük farklılık bu ikisi arasındaki! Fransızlar, bü­ tün resmi bilime karşı, kiliseye karşı, hatta sık sık devlete karşı, açık savaşım halindeydiler, yapıtlan sınıriann ötesin­ de, Hollanda'da, İngiltere'de basılıyor, kendileri ikide-bir Bastille'de hapsedilme tehdidi altında bulunuyorlardı. Al­ manlarda ise, tersine, gençliğin hocalan, devlet tarafından atanan profesörlerdi, yapıtlan öğretim elkitaplan olarak ta­ nınıyordu, ve bütün gelişmeyi taçlandıran sistem, Hegel'in sistemi, şu ya da bu biçimde Prusya krallığının devlet felse­ fesi katına yükselmişti! Bu profesörlerin ardına, onlann bil­ giç ve karanlık sözlerinin ardına, onlann ağır ve sıkıcı uzun * C. N. Starcke, Ludwig Feuerbach, Stuttgart, Ferd. Encke, 1885. -Ed.

199

tümeelerinin içine bir devrimin gizlenebilmesi mümkün müydü? O sıralar devrimin temsilcileri olarak görülen adam­ lar, liberaller, insaniann kafalannı kanştıran bu felsefenin en amansız düşmanlan değiller miydi? Ama ne hükümetin, ne liberallerin göremediğini, en azından, bir adam, daha 1833'te gördü, ve bu, Henri Heine'denı46 başkası değildi. Bir ömek alalım. Hiçbir felsefi sav, Hegel'in ünlü "Ger­ çek olan her şey ussaldır, ussal (rationnel) olan her şey gerçektir"ı47 savı kadar, yeteneksiz hükümetlerde bu denli şükran duygulan ve onlardan daha az yeteneksiz olmayan liberallerde de bu denli öfke uyandırmamıştı. Bu, açıkça, va­ rolan her şeyin kutlulaştınlması, despotluğun, polis devleti­ nin, keyfi adaletin, sansürün onaylanması değil miydi? İşte böyle yorumladı bunu Friedrich Wilhelm III, onunla birlikte de uyruklan. Oysa, Hegel'e göre elbette; varolan her şey, hiç de başka bir kayıt olmaksızın gerçek değildir. Gerçeklik sanı, Hegel'de, ancak, aynı zamanda zorunlu olana aittir, "gerçeklik açılıp ortaya çıkışında zorunluluk olarak kendini ortaya koyar" ;ı48 onun için Hegel, ne olursa olsun her türlü hükümet önlemini -bizzat Hegel "belli bir vergi düzenleme­ si" ömeğinden sözeder- gerçek saymaz. Ama zorunlu olan, son aşamada, aynı şekilde ussal olduğunu da gösterir, ve o zamanın Prusya devletine uygulanınca, Hegel'in savı, bu devlet, zorunlu olduğu ölçüde ussaldır, usa tekabül eder an­ lamından başka bir anlama gelmez ; bununla birlikte, bu devlet bize kötü görünüyorsa ve kötü olduğu halde gene de varolmakta devam ediyorsa, bu hükümetin kötü niteliği, kanıtım ve açıklamasını, uyruklann buna kötü düşen nite­ liğinde bulur. O zamanın Prusyalılan layık olduklan hükümete sahiptiler. Oysa, Hegel'e göre, gerçeklik, hiçbir şekilde, herhangi bir siyasal ya da toplumsal duruma, her koşulda ve her zaman yüklenebilen bir san (a ttribut) değildir. Tam tersine. Roma Cumhuriyeti gerçekti, ama onun yerini alan Roma İmpara­ torluğu da aynı şekilde gerçekti. 1 789'da Fransız monarşisi, o kadar gerçek-dışı, yani tüm zorunluluktan yoksun, o kadar

200

usa aykın olmuştu ki, Hegel'in her zaman büyük bir coşku ile sözünü ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılmalıydı. Bu­ nun sonucu olarak, burada, monarşi gerçek-dışı, devrim ise gerçek olandır. Ve böylece, gelişmesi sırasında, daha önce gerçek olan her şey gerçek-dışı olur, zorunluluğunu yitirir, varolma hakkını , ussallığım yitirir; cançekişen gerçekliğin yerini, yeni ve yaşayabilir bir gerçeklik alır; ve bu eğer eski, savaşım vermeden ölüme gidecek kadar usçul olursa banşçıl yolla, yok eğer zorunluluğa karşı direnirse zor yoluyla olur. Ve böylece Hegel'in savı, gene hegelci diyalektiğin oyunuyla kendi karşıtma döner: insan tarihi alanında gerçek olan her şey, zamanla, usa aykın olur, demek ki, gelecek, yazgısı ge­ reği, daha önceden usa aykındır, önceden usa aykınlıkla le­ kelenmiştir; ve insaniann kafasında ussal olan ne varsa ger­ çek olmaya adaydır, görünüşe göre varolan gerçeklikle ne kadar çelişik olursa olsun. Her gerçek olamn ussallığı savı, hegelci düşünme yönteminin tüm kurallan ile uyum içinde, şu başka sava dönüşür: Varolan her şey, yok olmayı hake­ der. * Ama Hegel felsefesinin asıl anlamı ve devrimci niteliği (burada Kant'tan beri süregelen hareketin sonucu olarak He­ gel felsefesinin bu yönüyle sınırlı kalmak zorundayız) insan düşüncesinin ve insan eyleminin bütün sonuçlarını n son ve kesin olma niteliğine artık kesin olarak son vermesindedir. Felsefede kabul edilmesi sözkonusu olan gerçek, Hegel'de, bir kere keşfedildikten sonra artık yalmzca ezbere öğrenil­ mesi gereken bir dogmatik ilkeler dermesi değildi artık; ger­ çek, bundan böyle, bizzat biliş sürecinin içinde, sözde bir mutlak gerçeğin bulunuşu ile artık daha öteye gidilemeyen, ulaşılan mutlak gerçek karşısında kollan kavuşturup ağzı açık seyretmekten başka yapacak bir şey bulunmayan bir noktaya hiçbir zaman varmaksızın bilginin alt basamakla­ nndan gittikçe daha üst basamakianna yükselen bilimin uzun tarihsel gelişmesinde yatıyordu. Ve felsefi bilgi alanın­ da böyle olan bütün öteki bilgi ve pratik eylem alanlarında * Grethe, Faust, Erster Teil, Studierzimmer. - Ed.

201

da böyleydi. Bilgi kadar tarih de, insanlığın ülküsel olarak eksiksiz bir durumu içinde son ve kesin tamamlaınşa varamaz; eksik­ siz bir toplum, eksiksiz bir "devlet", ancak imgelernde varola­ bilen şeylerdir; tam tersine, tarih içinde ardarda birbirini iz­ leyen durumlar, insan toplumunun aşağıdan yukanya doğru giden sonsuz gelişmesi içinde ancak geçici birer aşamadırlar. Her aşama zorunludur ve bu yüzden de çağına göre ve köke­ nini borçlu olduğu koşullara göre meşrudur; ama bu aşama­ nın kendi bağnnda yavaş yavaş gelişen daha üst düzeydeki yeni koşullann karşısında hükümsüz ve haksız olur; daha üst düzeyde bir aşamaya yer vermesi gerekir, ki bu yeni aşa­ ma da sırası gelince gerileme ve ölme devresine girer. Nasıl buıjuvazi, geniş-ölçekli sanayi, rekabet ve dünya pazan ara­ cılığıyla, pratik içinde, bütün eski, dayanıklı ve saygın ku­ rumlanı49 bozup yokederse, aynı şekilde bu diyalektik felse­ fe de, bütün sonal, mutlak gerçek kavramlarını ve bu gerçe­ ğe uygun düşen insanlığın mutlak durumlan kavramlanın geçersizleştirir. Bu diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonal, mutlak, kutsal değildir; bu felsefe her şeyin geçici ka­ rakterini, ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkanr, ve onun karşısında, kesintisiz oluş ve yok oluş sürecinden, daha aşağıdakinden daha yukandakine sonsuz çıkış sürecinden başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz, o kendisi de bu sürecin düşünen beyindeki yansısından başka bir şey değildir. Şura­ sı da doğrudur ki, onun bir de tutucu yam vardır; o, bilginin ve toplumun gelişmesinin belli aşamalannın kendi çağianna ve kendi koşullanna göre meşruluğunu kabul eder; ama daha ileri gitmez, bu görüş tarzının tutuculuğu görelidir, onun devrimci niteliği ise mutlaktır - zaten hüküm sürme­ sine izin verdiği tek mutlak olan da budur. Burada, bu görüş tarzının doğabilimin bugünkü durumu ile tam bir uyum içinde bulunup bulunmadığı sorusunu tar­ tışmanın gereği yoktur: doğabilim yeryüzünün kendi varlığı konusunda mümkün olabilecek bir sonun önceden görülme­ sini sağlarsa da, buna karşılık yeryüzünün oturulabilirliğine

202

ilişkin oldukça kesin bir sonu önceden söyleyebilınekte ve bu yüzden de insanlık tarihine yalnız yükselen bir soy dalı de­ ğil, ama aynı zamanda aşağı. doğru inen bir soy dalı da ver­ mektedir. Herhalde, insanlık tarihinin inişe geçeceği dönüm noktasından henüz oldukça uzakta bulunuyoruz ve Hegel felsefesinden, çağlnda, doğabilimin henüz gündemine alma­ dığı. bir konu ile uğraşmasını isteyemeyiz. Ama şunu söyleyebiliriz , ki, aslında, yukanda gösteril­ miş olan gelişme, Hegel'de burada gösterildiği kesinlikte de­ ğildir. Bu gelişme, onun yönteminin zorunlu bir sonucudur, ama Hegel'in kendisi bu sonucu hiçbir zaman bu kadar açık seçik olarak çıkarmamıştır. Ve bu, salt, Hegel'in bir sistem kurmak zorunda olması yüzünden, ve bir felsefe sisteminin de geleneksel gerekiere göre her ne biçimde olursa olsun mutlak gerçek sonucuna varmak zorunda olması yüzünden­ dir. Demek ki, Hegel, özellikle Mantık'ında, bu öncesiz ve sonrasız gerçeğin, mantıksal, ya da tarihsel, sürecin kendi­ sinden başka bir şey olmadığını ne kadar kuvvetle ifade ederse etsin, gene de kesinlikle bir yerde sisteminin sonuna varması gerektiği için, kendisini, bu sürece bir son vermek zorunda görüyor. Kendisi de , Man tık'ta, bu sonu yeniden bir başlangıç yapabilir; şu anlamda ki, burada sonuncu nokta, Mutlak Fikir (!dea) -zaten bu da, Hegel'in, onun hakkında bize söyleyecek hiçbir şeyi olmadığı için mutlaktır- "yaban­ cılaşır" , yani doğaya dönüşür ve daha sonra tinde (esprit), yani düşüncede ve tarihte kendisine geri döner. Ama, bütün felsefenin sonunda, böyle başlangıç noktasına geri gelişin an­ cak bir tek yolu vardır; o da tarihin ereğinin, insanlığın ke­ sinlikle bu Mutlak Fikrin bilgisine varmasında yattığını var­ saymak ve bu Mutlak Fikir bilgisine Hegel'in, felsefesinde ulaşılmış olduğunu açıklamaktır. Ama bununla Hegel'in sis­ teminin, bütün dogmatik içeriği mutlak gerçek olarak ilan edilmiş olur, bu dogmatik içerik Hegel'in dogmatik olan ne varsa hepsini geçersizleştiren diyalektik yöntemi ile çelişki halindedir, bu yüzden Hegel'in öğretisinin devrimci yanı, onun tutucu yanının ağırlığı altında ezilip boğulmuştur. Ve

203

felsefi bilişe uygulanabilir olan, tarihsel pratiğe de uygula­ nabilirdir. Hegel'in kişiliğinde, Mutlak Fikri hazırlayıp işle­ rneyi başaran insanlık, pratikte, bu Mutlak Fikri gerçeğe ge­ çirebilecek durumda olmalıdır. Dolayısıyla Mutlak Fikrin çağdaşlannın karşısına çıkardığı pratik siyasal gereklilikie­ rin gözü fazla yükseklerde olmamalıdır. Ve işte böylece, Hu­ kuk Felsefesı"nin sonunda şunu buluyoruz: Mutlak Fikrin, Friedrich-Wilhelm III'ün başanya ulaşmaksızın, uyruklanna inatla vaadettiğiı50 şu temsili monarşide, yani o zamanki Al­ manya'nın küçük-burjuva koşullanna uyarlanmış mülk sahi­ bi sınıflann dolaylı, sınırlı ve ılımlı bir egemenliğinde ger­ çekleşmelidir; bu da, aynca, soyluluğun zorunluluğunu bize kurgusal olarak tanıdamak için elverişli bir durumdur. Demek ki, sistemin iç zorunluluklan, kendi başianna de­ rinliğine devrimci olan bir düşünme yönteminin niye çok ılımlı bir siyasal sonuç ürettiğini açıklamaya yetiyor. Zaten bu sonucun özgül biçimi Hegel'in Alman olmasından ve kafa­ sının arkasında, tıpkı çağdaşı Geethe gibi bir parça darkafalı saçörgüsü sallanmasından geliyordu. Goethe de, Hegel de, herbiri kendi alanında, Olimposlu Zeus idiler, ama ne biri ne de öteki, hiçbir zaman Alman darkafalılığından tamamıyla sıynlamadı. Bununla birlikte, bütün bunlar, Hegel sisteminin, kendi­ sinden önceki herhangi başka bir sistemden kıyaslanamaya­ cak kad�r daha geniş bir alanı kucaklamasına ve bu alanda bugün bile halA insanı şaşırtan bir düşünce zenginliği geliş­ tirmesine engel olmadı. Tinin Görüngübilimi (ki buna, tinin embriyoloji ve paleontolojisinin bir paraleli denilebilirdi: in­ san bilincinin tarihsel olarak geçtiği evrelerin kısaca yeni bir kopyası olarak kavranılan bireysel bilincin geçirdiği değişik evreler boyunca gelişmesi) Mantık, Doğa Felsefesi, Tin Fel­ sefesi, bu sonuncusu kendi içinde tarihsel alt bölümler halin­ de işlenmiştir: Tarih, Hukuk, Din Felsefeleri, Felsefe Tarihi, Estetik vb. - bütün bu değişik tarihsel alanlarda, Hegel, gelişmenin iletken telinin varlığını bulmaya ve tanıtlamaya çalışır ve o, yalnızca yaratıcı bir deha olmayıp aynı zamanda

204

derin ansiklopedik bilgiye sahip bir adam olduğundan bütün bu alanlarda ça�-açıcı bir rol oynamıştır. Besbelli ki, bir "sis­ tem" zorunlulu� sonucu, o, küçük çaplı hasımlannın üzeri­ ne bugün hala gürültü kopardıklan zorlama yapılara baş­ vurmak zorunda kalır. Ama bu yapılar, onun yapıtının an­ cak çerçevesi ve iskelesidirler; boş yere bu yapılar üzerinde durulmayıp, güçlü yapı içersinde daha derinlere dalınırsa, orada, bugün bile bütün de�erlerini koruyan sayısız hazine­ ler bulunur. Bütün felsefecilerde "sistem" kesinlikle geçici olandır, çünkü o, insan aklının hiç de geçici olmayan bir ge­ reksinmesinden, yani bütün çelişkilerin üzerinden aşmak ge­ reksinmesinden ortaya çıkar. Ama bütün bu çelişkiler kesin olarak ortadan kaldınldı mı sözde mutlak gerçe�e vannz: dünya tarihi sonuna varmış bitmiştir, bununla birlikte her ne kadar artık yapacak bir şeyi kalmamışsa da, gene de de­ vam etmesi gerekir: dolayısıyla çözümlenmesi olanaksız yeni bir çelişki ortaya çıkar. Böyle konulunca, felsefenin ödevinin, ancak bütün insanlığın ileriye doğru gelişmesi içinde yapabi­ leceğini tek başına bir felsefecinin gerçekleştirmesini iste­ rnekten başka bir anlama gelmediğini anlar anlamazı5ı hiç kimse bunu anlamada bize Hegel'den daha çok yardım etmemiştir - evet bunu anladığımız zaman, sözcü�e şimdi­ ye değin verilen anlamda bütün felsefenin de işi bitmiş olur. Artık bu yoldan ve herhangi bir kimsenin tek başına ulaş­ ması olanaksız olan her türlü "mutlak gerçek"ten vazgeçilir, ve bunun yerine diyalektik düşüncenin yardımıyla, pozitif bi­ limler ve bu bilimlerin sonuçlannın sentezi yoluyla ulaşıla­ bilir göreli gerçeklerin ardına düşülür. Felsefenin genel ola­ rak sona erişi Hegel iledir; gerçekten, o, sisteminde, bir yan­ dan felsefenin tüm gelişmesini en görkemli bir tarzda özet­ lerken, öte yandan bilincinde olmasa da, sistemler lahiren­ tİnden çıkıp, dünyanın gerçek, pozitif bilgisine götüren yolu bize gösterdi. Hegel'in bu sisteminin, Almanya'nın felsefe kokan havası üzerinde ne denli büyük bir etki yapacağını anlamak güç değildir. Bu, on yıllarca süren ve Hegel'in ölümüyle bile hiç

205

duraklamayan görkemli bir yürüyüş oldu . Tam tersine "He­ gel hayranlığı" Hegel'e karşı olanlara bile azçok bulaşarak, özellikle 1830- 1840 yıllan arasında hüküm sürdü. Ve işte ke­ sinlikle bu dönemdedir ki, hegelci görüşler, bilerek ya da bil­ meyerek, en değişik bilimiere en geniş biçimde geçerek yayıl­ dı ve ortalama "kültürlü" bilincin zihinsel besinini sağladığı gündelik yazma ve günlük basma bile işledi. Ama bütün çiz­ gi boyunca gerçekleşen bu zafer bir iç savaşımın ön belirti­ sinden başka bir şey değildi. Hegel'in öğretisi bir bütün olarak alındığında, daha önce de gördük, çok farklı taraflann pratik görüşlerini koyabilece­ ğiniz oldukça geniş boşluklar bırakıyordu; ve o zamanki teo­ rik Almanya' da, her şeyden önce iki şey pratikti: din ve siya­ set. Daha çok Hegel'in sistemi üzerinde duran bir kimse, bu iki alanda da oldukça tutucu olabiliyordu; buna karşılık, di­ yalektik yöntemi esas alan ise, dinde olduğu kadar siyasette de en aşın muhalefete katılabiliyordu. Hegel'in kendisi de, yapıtlannda sık sık raslanan devrimci öfke patlarnalanna karşın, sonunda tutucu yana daha çok eğilir görünüyordu. Sistemi, Hegel'e "zorlu bir kafa emeği" bakımından, yönte­ minden daha pahalıya malolmamış mıdır? 1830-1840 yıllan­ nın sonlanna doğru, hegelci okuldaki bölünme, gitgide daha belirgin olarak kendini gösterdi. Sol-kanat, yani "genç­ hegelciler" denilenler, pietist tarikatından kuralcı protestan­ lara ve feodal gericilere karşı savaşımlannda, o zamana de­ ğin öğretilerine devletin hoşgörü ve hatta koruyuculuğunu sağlamış olan, günün canalıcı sorunlan karşısında aynı za­ manda hem felsefi hem de kibarca ölçülülüğü yavaş yavaş bıraktılar; ve 1840'ta, Friedrich Wilhelm IV ile birlikte ku­ ralcı sofuluk ve mutlakiyeıçi feodal gericilik tahta çıktığı za­ man, açıkça yan tutmak artık kaçınılmaz oldu. Savaşım, gene felsefi silahlarla yürütülmeye devam edildi, ama artık bu kez soyut felsefi amaçlar uğruna değil; şimdi doğrudan geleneksel dinin ve mevcut devletin yıkılması sözkonusu idi. Ve Alman Yıllıklan'nda 1 52 pratik sonal amaçlar, çoğunlu­ ğuyla hala bir felsefi kılık biçiminde görünüyor idiyse de,

206

genç-hegeleHer oku;J.u 1842 yılının Rheinischer Zeitungunda yükselen radikal buıjuvazinin felsefesi olarak kendini açıkça ortaya koydu ve ondan sonra felsefi maskesini, ancak sansü­ rü kaldırmak için kullandı. Ama o dönemde siyaset güçlüklerle dolu bir alan oldu­ ğundan başlıca savaşım dine karşı yürütüldü. Bu savaşım, öte yandan, dolaylı da olsa, özellikle 1840'dan bu yana, siya­ sal savaşım değil miydi? Ilk çıkışı, lsa 'nın Yaşamı ( 1835)153 ile Strauss yapmıştı. Daha sonra, Bruno Bauer, İncildeki bir dizi anlatının, bizzat onlan anlatanlar tarafından uydurol­ muş olduklannı ortaya koyarak, bu yapıtta, İncildeki mitle­ rin meydana gelişi üzerine geliştirilen teoriye karşı çıktı. Bu iki akım arasındaki savaşım "özbilinç" ile "töz" arasındaki çatışma gibi bir felsefi örtü altında yürütüldü. İncil'in tan­ sıklı öyküleriııin, gelenekler yoluyla bilinçsiz olarak toplulu­ ğun bağnnda mitlerin biçimlenmesinden mi doğduğu, yoksa havatilerin kendilerince mi uydurulduklan sorunu, şişirile şişirile, dünya tarihinin kesin devindinci gücünü oluşturan şeyin "töz" mü, yoksa "özbilinç" mi olduğu sorunu haline ge­ tirildi. Ve, en sonu, bugünkü anarşizmin yalvacı -Bakuııin ona çok şey borçludur- Stimer geldi ve kendi egemen "ego"su ile egemen "özbilinç"iııi aştı_ 154 Hegel okulunun parçalanma sürecinin bu yönü üzerinde fazla durmayacağız. Bizim için daha önemli olan şudur: en kararlı genç-hegeleiletin çoğunluğu pozitif dine karşı sava­ şımlannın pratik zorunluluklan yüzünden İngiliz-Fransız materyalizmine geri sürüklendiler. Ve burada kendi okulla­ nnın sistemi ile çatışma haline girdiler. Materyalizm, doğa­ yı, tek gerçeklik olarak kabul ederken, Hegel'in sisteminde doğa, Mutlak Fikrin yabancılaşmasından, denebilir ki Fikrin bir alçalmasından başka bir şey değildir; her durumda dü­ şünme ve onun ürünü Fikir, burada önde gelen başat öğe, doğa ise, kısacası, ancak Fikrin alçakgönüllülüğü sayesinde varolan, ondan türemiş bir öğedir. Ve bu çelişki içinde iyi kötü debelenip duruldu. İşte o sıradadır ki Feuerbach'ın Hıristiyanlığın Özü adlı

207

kitabı çıktı. Kitap, bir çırpıda, materyalizmi, içtenlikle yeni­ den tahta çıkararak, bu çelişkiyi toz etti. Doğa her türlü fel­ sefeden bağımsız olarak vardır; doğa, biz insanlann, doğamn ürünleri olan bizlerin üzerinde büyüdüğümüz temeldir; do­ ğanın ve insanın dışında hiçbir şey yoktur, ve bizim dinsel imgelemimizin yarattığı üstün varlıklar bizim kendi özvarlı­ ğımızın hayali yansısıdırlar ancak. Büyü bozulmuştu; "sis­ tem" parçalanmış ve bir kenara atılmıştı, çelişki çözümlen­ mişti, çünkü yalnız imgelernde vardı. Bu kitap hakkında bir fikir edinmek için, onun özgür kılıcı etkisini bizzat yaşamış olmak gerekir. Coşku herkesi sardı: biz hepimiz, birdenbire "foyerbahçı" olduk. Kutsal Aile'yi okurken, Marx'ın yeni gö­ rüş tarzını nasıl bir coşkuyla selamladığı ve -bütün eleştiri­ ci kayıtianna karşın- ondan ne derecede etkilendiği görüle­ bilir. Kitabın kusurlannın bile anındaki başansına katkısı oldu. Kitabın yazılmış olduğu edebi ve hatta yer yer alıart­ malı biçem, ona büyük bir okur kitlesi sağladı, ve her ne olursa olsun, kitap, bu uzun, soyut ve çapraşık Hegel tutkun­ luğu yıllanndan sonra bir canlılık kaynağı idi. "Saf akıl''ın dayanılmaz duruma gelen egemenliği karşısında, kendini haklı gösteremese de hiç değilse kendini bağışlatan, sevginin aşın ölçüde ululaştınlması için de aynı şey söylenebilir. Ama şunu unutmayalım: 1844'ten bu yana "eğitimli" Almanya üzerinde bir salgın gibi yayılarak bilimsel bilginin yerini süslü sözlerle, üretimin ekonomik dönüşümü yoluyla prole­ taryanın kurtuluşunun yerini "sevgi" yoluyla insanlığın öz­ gürlüğe kavuşmasıyla dolduran, kısacası, B. Karl Grün'ün en tipik temsilcisi olduğu bu yazın ve mide bulandıran bu duygusal lafazanlık içinde kaybolan "gerçek sosyalizm", ke­ sinlikle, Feuerbach'm bu iki zaafina bağlanır. Şunu da unutmamak gerekir ki, hegelci okul çözülme ha­ linde idiyse de, eleştiri, hegelci felsefenin üstesinden geleme­ mişti. Strauss ve Bauer, herbiri, hegelci felsefenin bir yönü­ nü alıyor ve polemik biçiminde birbirlerine karşı kullanıyor­ lardı. Feuerbach ise bütünüyle sistemi parçaladı ve tam bir

208

yalınlıkla bir yana bıraktı. Ama bir felsefenin yanlışlı�nı ilan etmekle yetinerek, onun üstesinden gelinmiş olmaz. Ve Hegel felsefesi kadar güçlü bir yapıt, ulusun düşünsel geliş­ mesi üzerinde bu kadar büyük bir etki yapmış olan bir yapıt, safça ve açıkça bilmezlikten gelinerek baştan savılamazdı. Onun anladığı anlamda onu "aşmak" , yani eleştirel yolla onun kabuğunu kırmak, ama onunla kazanılan yeni içerigi kurtarmak gerekirdi. Daha ilerde bunun nasıl yapıldıgını gö­ receğiz. Ama bu arada, 1848 devrimi, Feuerbach'ın Hegel'e gös­ terdiği aynı umursamazlıkla her türlü felsefeyi bir yana attı. Ve bu yüzden Feuerbach'ın kendisi de arka plana itildi. Il. 1DEAL1ZM VE

MATERYALİZM

Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur. İnsanlar, kendi bedenlerinin yapısı konusunda tam bir bilgisizlik için­ de ve düşlerindeki görüntülerin* dürtüsü altında bulunduk­ lan en eski zamanlardan beri kendi düşünceleri ile duyum­ lannın kendi öz bedenlerinin bir eylemi olmadığı, ama bu be­ dende oturan ve ölüm anında bu bedenden aynlan ayn bir ruhun işi olduğu düşüncesine varmışlardır - bu andan son­ ra da bu ruhun dış dünya ile ilişkileri üzerine kendilerine birtakım fikirler yaratmak gerekmiştir. Eğer, ölüm anında, bu ruh bedenden aynlıyor ve kendi yaşamını sürdürüyorsa, ona ayn özel bir ölüm yakıştırınak için hiçbir neden yoktu; ve böylece gelişmenin o aşamasında, hiç de bir avunma gibi degil, ama tersine, kendisine, karşı elden hiçbir şey gelme­ yen bir yazgı, hatta sık sık, özellikle Yunanhlarda, gerçek bir kötü yazgı, bir felaket gibi görünen ruhun ölümsüzlüğü fikri * Bugün bile yabanıllarda ve aşagı barbarlarda, düşlerinde kendilerine görünen insan biçimlerinin, bir an için kendi bedenlerinden aynlmış bulunan ruhlar olduklan yolundaki anlayış hüküm sürmektedir. Bunun içindir ki, gerçek insan, düşteki görüntüsünün bu düşleri görenlere karşı işledigi eylemlerden sorumlu tutulur. Ömegin, lmthum, 1884'te Gııyan yerlilerinde bunu saptamıştır. ı ss

209

doğdu. Dinsel avunç isteği değil de, bir kez varlığı kabul edil­ miş bulunan bu ruhun bedenin ölümünden sonra ne yapaca­ ğı konusundaki genel bilisizlikten ortaya çıkan bu şüphe, ge­ nel olarak, kişisel ölümsüzlüğün o cansıkıcı anlayışına yolaç­ tı. Buna tamamıyla benzer bir biçimde, doğa güçlerinin kişi­ leştirilmesiyledir ki, dinin daha sonraki gelişmesi sırasında, gitgide daha dünya-dışı bir biçim alan, en sonu bir soyutla­ ma sürecinin, diyebilirim ki, hemen hemen zihinsel gelişme boyunca varlık kazanan bir damıtma sürecinin sonucunda, azçok sınırlı güçte ve birbirlerine karşı sınırlayıcı olan sayı­ sız tannlar insaniann zihninde, tektannlı dinlerin tek başı­ na bir tek tann fikrini yaratıncaya değin, ilk tannlar doğdu­ lar. Düşüncenin varlığa, tinin doğaya ilişkisi soİ"Ununun, bü­ tün felsefenin bu en yüksek sorununun ktikleri, tıpkı her din­ de olduğu gibi, yabanıllık çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışla­ nndandır. Ama bu sorun, ancak Avrupa toplumu, hıristiyan ortaçağın uzun kış uykusundan uyandığı zaman bütün ke­ sinliğiyle konabilir ve ancak o zaman bütün anlamını kaza­ nabilirdi. Ayrıca ortaçağın skolastiğinde büyük bir rol oyna­ mış olan düşüncenin varlığa göre durumu sorunu, tinin mi yoksa doğanın mı, hangisinin esas öğe olduğu sorunu, bu so­ run, kilise bakımından, şu keskin biçimi aldı: dünya tann ta­ rafından mı yaratılmıştır, yoksa bütün öncesizlik boyunca var mı idi? Bu soruyu yanıtlayışlanna göre filozoflar iki büyük kam­ pa ayrılıyorlardı. Tinin doğaya göre önce gelme özelliğini ile­ ri sürenler ve buna göre de, son aşamada, ne cinsten olursa olsun dünya için bir yaratılmayı kabul edenler -bu yaratıl­ ma çok kez, filozoflarda, örneğin Hegel'de, hıristiyanlıkta ol­ duğundan çok daha karmaşık ve çok daha olanaksızdır­ bunlar, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı esas öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullannda yer alıyorlardı. Başlangıçta, iki deyim: idealizm ve materyalizm, bundan başka bir anlama gelmiyordu, biz de, burada, onlan başka

21 0

bir anlamda kullanmayacağız. Eğer bu iki deyime başka an­ lamlar yü.klenirse nasıl bir kanşıklık doğacağını aşağıda gö­ receğiz. Ama düşüncenin varlıkla ilişkisi sorununun bir başka yönü daha vardır: bizim çevremizdeki dünya hakkındaki dü­ şüncelerimiz ile bizzat bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncemiz gerçek dünyayı bilebilecek durum­ da mıdır? Gerçek dünyaya değgin tasanmlanmızda ve kav­ ramlanmızda gerçekliğin doğru bir yansısım verebilir miyiz? Bu soru, felsefe dilinde düşünce ile varlığın özdeşliği sorunu diye adlandınlır ve filozoflann büyük çoğunluğu bu soruya olumlu biçimde yanıt verirler. Örneğin Hegel'de bu olumlu yamt kendiliğinden ortaya çıkar; çünkü gerçek dünya üze­ rinde bizim bildiğimiz şey, kesinlikle, onun, düşünce­ içeriğidir ki dünyayı Mutlak Fikrin ilerleyici bir gerçekleş­ mesi yapar; o Mutlak Fikir ki, bütün öncesizlik boyunca, dünyadan bağımsız olarak ve dünyadan önce bir yerde varol­ muştur. Ama, apaçıktır ki düşünce, daha önceden düşünce­ içerik olan bir içeriği bilebilir. Gene apaçıktır ki, burada ta­ mtlanması gereken, örtük olarak zaten öncülün içindedir. Ama bu, Hegel'in, düşüncenin ve varlığın özdeşliği yolundaki tamtından şu öteki vargıyı çıkarmasına engel olmuyor: onun felsefesi, kendi düşüncesine göre doğru olduğundan, bundan böyle tek doğru felsefe de odur ve düşünce ile varlığın özdeş­ liği, insanlığın onun felsefesini hemen teoriden pratiğe geçir­ mesi ve tüm dünyayı hegelci ilkelere göre dönüştürmesi ile doğrulanmalıdır. Bu da Hegel'in azçok bütün filozoftarla paylaştığı bir yamlsamadır. Ama daha bir dizi başka filozof da vardır ki, dünyayı bil­ menin, ya da en azından dünyamn tüketici bilgisinin olanak­ lı olup olmadığım sorgularlar. Modemler arasında Hume ve Kant bunlardandır, ve bunlar, felsefenin gelişmesinde çok büyük bir rol oynamışladır. Bu görüş tarzını çürütmek üzere söyleneceklerin özü, idealist görüş açısından olanaklı olduğu ölçüde, daha önce Hegel ı56 tarafından söylenmiştir; Feuer­ bach'ın materyalist açıdan buna eklediği, derin olmaktan çok

21 1

zekicedir. Bu felsefi sapiantının en çarpıcı çürütülmesi, bü­ tün öteki sapiantılarda olduğu gibi, pratiktir, özellikle dene­ yim ve sanayidir. 157 Eğer biz, doğal bir süreç hakkındaki an­ layışımızın doğruluğunu, bu süreci biz kendimiz yaratarak, onu koşullarından çıkarıp varlık haline getirerek ve onu ken­ di amaçlanmıza hizmet ettirerek tanıtlayabiliyorsak, Kant' ın bilinemez "kendinde-şey"inin işi biter. Bitkisel ve hayvan­ sal organizmalarda üretilen kimyasal tözler, organik kimya birbiri ardından onları birer birer yapmaya koyuluncaya ka­ dar, böyle "kendilerinde-şeyler" olarak kaldılar; ama kimya onları yaptı mı, "kendinde-şey", bizim-için-şey haline gelir, tıpkı örneğin, artık kızılkök halinde tarlalarda yetiştirmeyip çok daha kolaylıkla daha ucuza taş kömürü katramndan çı­ kardığımız alizarin gibi. Kopernik'in güneş sistemi, üçyüz yıl boyunca, bir varsayım oldu; bunun üzerinde . bire karşı yüz, bin, onbinle de bahse girişilse, gene de varsayımdı; ama Le Verrier, bu sistemden çıkanlan veriler yardımıyla, yalnız, bi­ linmeyen yeni bir gezegenin varlığının zorunlu olduğunu de­ ğil, ama aynı zamanda bu gezegenin gökyüzünde bulunması gereken yeri hesaplayınca ve daha sonra Galle onu gerçek­ ten buluncal58 Kopernik'in sistemi tanıdanmış oldu. Bunun­ la birlikte, yeni-kantçılar Almanya'da Kant'ın düşüncelerine, bilinemezciler ise İngiltere'de Hume'un düşüncelerine (bu düşünceler İngiltere'de hiçbir zaman ortadan kalkmadı) yeni bir canlılık vermeye uğraşıyorlarsa da, bu, bilimsel açıdan, bunların çok zaman önce yapılmış olan teorik çürütülmeleri­ ne oranla bir geriye gidiştir, pratikte ise materyalizmi açık­ tan açığa geri çevirirken, gizlice, utangaç bir biçimde kabul etmektedir. 159 Ama, Descartes'tan Hegel'e, Robbes'dan Feuerbach'a gi­ den bütün bu dönem boyunca, filozoflar, sanıldığı gibi hiç de saf aklın gücüyle ileri itilmemişlerdir. Tersine, gerçekte on­ ları ileri iten şey, özellikle doğabilimdeki ve sanayideki gitgi­ de daha coşkunlaşan büyük ilerlemedir. Materyalistlerde, bu, hemen yüzeyde kendini gösterir, ama idealist sistemler de gitgide daha çok olmak üzere materyalist bir içerik ka-

212

zanmışlar ve kamutanncı (pantheiste) görüş açısından tin ile madde arasındaki aykınlığı o şekilde uzlaştırmaya çalış­ mışlardır ki, Hegel'in sistemi, yöntemine ve içeriğine göre, idealist bir biçimde başüstü konulmuş bir materyalizmden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, Starcke'nin, Feuerbach'ı nitelendirirken, il­ kin Feuerbach'ın düşüncenin varlıkla ilişkisi temel sorunun­ daki tutumunu incelemesi anlaşılabilirdir. Daha önceki filo­ zoflann, özellikle Kant'tan sonrakilerin, felsefi anlayışlan­ nın gereksiz yere ağdalı bir dille açıklandığı; ve Hegel'in, yapıtlanndan alınmış belirli pasajlara fazla biçimsel bir biçimde takılıp kalındığından, hakkının verilmediği kısa bir girişten sonra, foyerbahçı metafiziğin, filozofun ilgili yapıtla­ nnın ardarda sıralanışından çıkan sonuca göre gelişmesini aynntılı bir biçimde açıklayan bir çalışma geliyor. Bu açıkla­ ma özenli ve açık bir biçimde yapılmış; ne yazık ki, bütün ki­ tap gibi bu açıklama da, çok kez kaçınılması olanağı bulunan bir sürü felsefi deyimler yığınıyla doldurulmuş, öylesine işi güçleştinci bir yığın ki, yazar, hiç de tek ve aynı okulun ya da hatta Feuerbach'ın kendisinin deyiş biçimiyle yetinmeyip felsefi olmak iddiasındaki en çeşitli akımlann, özellikle de bugün ortalığı sarmış olaniann deyimlerini kitabına kattığı ölçüde büsbütün cansıkıcı bir durum alıyor. Feuerbach'ın, gelişmesi, bir hegelcinin -doğrusunu söy­ lemek gerekirse hiçbir zaman kurallara tam bağlı olmayan bir hegelcinin- materyalizme doğıu gelişmesidir; belli bir aşamada, öncelinin idealist sistemiyle ilişkileri toptan kapar­ mayı zorunlu kılan bir gelişmedir. Ensonu, Hegel'in "Mutlak Fikir"inin, dünyadan önce varolmasının "mantık kategorile­ ri"nin evrenden önceki "önvarhğı"nın, yukanda bir yaratıcı inancının gerçeksiz bir kalıntısından başka bir şey olmadığı; duyularla algılanabilir maddi dünyanın, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddi dünyanın tek gerçeklik olduğu; ve bize ne kadar yüce görünüderse görünsünler bilincimizin ve dü­ şüncemizin, maddi, bedensel bir organın, beynin ürünlerin­ den başka bir şey olmadıklan kavrayışı, karşı durolmaz bir

213

güçle kendisini ona kabul ettiriyor. Madde, tinin bir ürünü değildir, ama tinin kendisi maddenin en üstün ürününden başka bir şey değildir. 160 İ şte bu, elbette ki, salt materya­ lizmdir. Bu noktaya gelince, Feuerbach birdenbire duruyor. Ö teden beri süregelen, maddeye değil ama materyalizm söz­ cüğüne ilişkin felsefi önyargıyı aşamıyor. Şöyle diyor: "Materyalizm, bana göre, insan özünün ve bilgisinin ya­ pısının temelidir; ama bana göre, bir fizyoloğa, sözcüğün dar anlamında bir doğacıya, örneğin Moleschott'a, göre olduğu gibi ve onlann özel ve mesleki görüş açılanndan zorunlu ola­ rak görüldüğü gibi, bu yapının kendisi değildir. Ben, geride baştan sona materyalizmle aynı görüşteyim, ama ileride de­ ğil. " 16 1 Feuerbach, burada, madde ile tin arasındaki ilişkileri an­ lamanın belirli bir tarzına dayanan gene'l dünya anlayışı ola­ rak materyalizm ile, bu dünya anlayışının belirli bir tarihsel evrede, yani 18. yüzyılda, ifade edilmiş olduğu özel biçimi birbirine kanştınyor. Dahası, materyalizmi, 18. yüzyıl ma­ teryalizminin bugün doğabilirncHerin ve doktorlann kafala­ nnda varlığını sürdüren ve Büchner, Vogt ve Moleschott'un 1850- 1860 yıllannda ortalığa yaydıklan kaba, sığ biçimi ile kanştınyor. Ama, nasıl idealizm bütün bir dizi gelişme evre­ lerinden geçmişse, materyalizm de geçmiştir. Materyalizm, doğa bilimleri alanında çağ açan her yeni buluş ile kaçınıl­ maz olarak biçimini değiştirmek zorundadır; ve tarihin ken­ disi de materyalist bir yoruma tabi tutulalı beri burada da yeni bir gelişme yolu açılmaktadır. Geçtiğimiz yüzyılın materyalizmi herşeyden çok meka­ nikçi idi, çünkü bu çağda, bütün doğa bilimleri arasında yal­ nız mekanik ve henüz ancak -yeryüzündeki ve gökyüzünde­ ki- katı cisimlerin mekaniği, kısaca, yerçekimi mekaniği, belli bir olgunlaşma durumuna ulaşmıştı. Kimya, henüz ço­ cuksu, filojistik biçimiyle vardı.162 Biyoloji, henüz kundaktan çıkmamıştı; bitkisel ve hayvansal organizmalar ancak kaba­ ca incelenebilmişti ve ancak salt mekanik nedenlerle açıkla­ nıyorlardı; Descartes için hayvan nasıl bir makine ise, 18. 21 4

yüzyılın materyalistlerine göre de insan öyle bir makineydi. Mekanik yasalann da elbette ki işlediği, etkili olduğu, ama daha üst sıradan yasalarca daha geri plana atıldıklan kim­ yasal ve organik yapıdaki olaylara da yalnız tek başına me­ kaniğin uygulanması, klasik Fransız materyalizminin özgül, ama o dönem için kaçınılmaz darlıklanndan biridir. Bu materyalizmin ikinci özgül darlığı, evreni bir süreç olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliğidir. Bu, o çağda doğa bilimlerinin ulaşmış olduklan düzeye ve bu doğa bilimlerine bağlı olan metafizik, yani anti-diyalektik felsefe tarzına uygun düşü­ yordu. Doğanın aralıksız sürüp giden bir hareket içinde ol­ duğu biliniyordu. Ama, çağın fikirlerine göre, bu hareket, ge­ ne aynı şekilde aralıksız sürüp giden bir çember çiziyordu ve bu yüzden de hiç ilerlemiyordu; daima aynı sonuçlan veri­ yordu. Bu görüş tarzı o zaman için kaçınılmazdı. Güneş sis­ teminin oluşumunun kantçı kuramı henüz formüle edilmişti ve ancak basit bir merak konusu gibi kabul ediliyordu. Yer­ yüzünün evriminin tarihi, jeoloji, henüz hiç biliniDiyordu ve bugünkü canlı varlıklann, yalından karmaşığa doğru evrim gösteren uzun bir dizinin sonucu olduklan düşüncesi, o za­ man bilimsel olarak konamıyordu. Bu durumda, tarihsel ol­ mayan doğa anlayışı kaçınılmazdı. Bu anlayışla Hegel'de de karşılaşıldığına göre, 18. yüzyıl filozoflan bu yüzden o kadar kınanamaz. Hegel'de, doğa, Fikrin yalın bir "yabancılaşması" olarak, zaman içinde hiçbir gelişmeye yetenekli değildir, yal­ nızca çokluğunu uzay içinde açıp yayma olanağına sahiptir, öyle ki, içerdiği bütün gelişme derecelerini eşanlı olarak ve birbiri yanısıra yayıp serer ve hep aynı süreçleri aralıksız durmadan yinelemeye mahkum bulunur. Ve işte uzay içinde, ama zamanın -her türlü gelişmenin temel koşulunun- dı­ şında bir gelişme saçmalığını, Hegel, doğaya dayatıyor, üste­ lik jeolojinin, embriyolojinin, bitkisel ve hayvansal fizyoloji­ nin, organik kimyanın gelişmekte olduğu ve bu yeni bilimle­ rin temeli üzerinde daha sonra gelecek olan evrim teorisinin deha dolu önsezilerinin, her yanda (örneğin Grethe ve La-

215

marck'ta) göiiinmekte olduğu bir zamanda. Ama sistem bu­ nun böyle olmasını gerektiriyordu ve yöntem, sistem aşkına, kendi kendine ihanet etmek zorundaydı. Tarihe aykın bu görüş, tarih alanında da geçerliydi. Bu­ rada, ortaçagın kalıntılanna karşı savaşım, görüşü sımsıkı sınırlandınyordu. Ortaçağ, tarihin, bin yıllık genel barbarlık tarafından basit bir kesintiye uğratılması sayılıyordu; orta­ çag-daki büyük ilerlemeler -Avrupa'da uygarlık alamnın genişlemesi, orada uzun ömürlü, yaşama şansı olan ulus­ Iann yanyana oluşması, son olarak 14. ve 15. yüzyılın büyük teknik ilerlemeleri- bütün bunlardan hiçbiri göze görünmü­ yordu. Oysa, böyle yapmakla, büyük tarih zincirinin ussal bir biçimde kavramlmasına engel olunuyordu ve tarih, olsa olsa, filozoflann kullammına sunulmuş bir örnekler ve belge­ ler açıklaması hizmetini görüyordu. Almanya'da, 1850'den 1860'a kadar materyalizmi halka yayan seyyar satıcılar163 hiçbir yönden hocalarının bu sımrlı görüş açılanm aşaınadılar. O zamandan beri doğabilirnde yapılmış bütün ilerlemeler, onlara yaratıcımn varlıgı inancı­ na karşı yeni kanıtlar hizmeti görmekten başka bir işe yara­ madı; ve aslında üstlendikleri şey, hiç de teoriyi daha ileri doğru geliştirmek değildi. ldealizm etkinliğini yitirmiş ve 1848 devriminden öldürücü darbeyi yemiş idiyse de, gene de, materyalizmin bir an için daha da aş$lara düştüğünü görmenin hoşnutluğunu tadabilmiştir. Feuerbach, bu mater­ yalizmin sorumluluğunu üzerinden atmakta yerden göğe haklıydı; ancak materyalizmin seyyar vaizlerinin öğretisi ile genel olarak materyalizmi birbirine kanştırmaya hakkı yok­ tu. Bununla birlikte burada iki noktaya dikkati çekmek ge­ rekir. Birincisi, Feuerbach'ın zamarnnda bile, doğa bilimleri henüz yoğun bir kaynaşma sürecinin tam ortasındaydı, bu süreç, ancak, son onbeş yıl içinde durulmuşluğuna ve göreli bir tamamlaroşa kavuştu; yeni bilgi malzemesi duyulmadık bir biçimde yıgılıp birikiyordu, ama birbirini izleyen bu yeni buluşlar kargaşası içinde sıralı bir bağlantımn, dolayısıyla

21 6

bir düzenin yerleşmesi ancak şu son zamanlarda olabildi. Gerçi, Feuerbach, şu üç kesin buluşa da ulaşmıştı - hücre­ nin bulunuşu, eneıjinin dönüşümünün bulunuşu ve darvinci­ lik adı altında bilinen evrim teorisinin bulunuşu. Ama, kır ortasında tek başına bir filozof, bilginierin kendilerinin bile o dönemde ya hala karşı çıktıkları ya da doyurucu bir biçimde kullanmasını bilmedikleri buluşların değerini takdir edecek kadar bilimdeki gelişmeleri yeterli bir biçimde nasıl izleyebi­ lirdi? Bunun suçu, kendilerini kanş kanş aşan Feuerbach, küçük bir köyde köylüleşrnek ve tozlanıp örümceklenmek zo­ runda kalırken, kurnaz ve seçmeci (eclectiques) kılı kırk yar­ ınakla vakit geçirenlerin felsefe kürsülerine el koymalanna yolaçan Almanya'nın içler acısı koşunanndadır yalmzca. De­ mek ki, Fransız materyalizminde tek yanlı ne varsa hepsini çıkanp atan, ve o zaman artık mümkün hale gelmiş olan ta­ rihsel doğa anlayışı Feuerbach için ulaşılmaz kaldı ise bu­ nun kusuru onun değildir. Ama, ikinci olarak, Feuerbach, yalmz doğa bilimleri ma­ teryalizminin "insan bilgisinin yapısının kendisini değil, bu yapının temelini" oluşturduğunu söylemekte yerden göğe haklıdır. Çünkü biz, yalmzca doğada değil, aynı zamanda in­ san toplumu içinde yaşıyoruz, ve insan toplumunun da tıpkı doğa gibi kendi gelişme tarihi ve kendi bilimi vardır. Do­ layısıyla, toplumun bilimini, yani tarihsel ve felsefi denilen bilimlerin tümünü, materyalist temel ile uyumlaştırmak ve bu temele dayanarak onlan yeniden kurmak sözkonusuydu. Ama bu, Feuerbach'a nasip olmadı. Feuerbach, burada, "te­ mel"e karşın, geleneksel idealistçe bağiann tutsağı kaldı ve "ben ilerdeki değil, gerideki materyalistlerle aynı görüşte­ yim" derken de bunu kabul ediyordu. Ne var ki, toplumsal alanda, "ileri doğru" bir tek adım atamayan ve 1840 ya da 1844'teki görüşünü aşmayan bizzat Feuerbach oldu ve bu da, gene, özellikle onun, tecrit edilmiş durumundan ileri geldi, bu durum onu, -başka herhangi bir filozoftan çok daha faz­ la toplumla ilişkiler kurmak, fikir alışverişinde bulunmak için yaratılmış olan Feuerbach'ı,- kendi değerindeki insan-

21 7

larla işbirliği ya da çatışma içinde fikirler yaratacak yerde, inzivaya çekilmiş beyninden fikirler çıkartmak zorunda bı­ raktı. Onun ne ölçüde bu idealist alanda kaldığını daha ileri­ de ayrıntılanyla göreceğiz. Burada bir de şuna dikkati çekmek yeter: Starcke, Feu­ erbach'ın idealizmini olmadığı yerde anyor. "Feuerbach idea­ listtir, insanlığın ilerleme·sine inanıyor. " (s. 19.) "Her şeyin temeli, altyapısı, gene de idealizm olarak kalıyor. Bize göre, gerçekçilik, düşüncel (ideale) eğilimlerimizi izlerken yoldan sapmalara karşı bir koruma çaresinden başka bir şey değil­ dir. Acıma, sevgi, gerçek ve hak yolunda coşku hep düşüncel güçler değiller midir?" (s. vııı) Bir kere, idealizmin burada, ülküsel (ideale) erekleri izle­ mekten başka bir anlamı yoktur. Oysa bu sonuncular, olsa olsa Kant'ın idealizmine ve onun "kesihlikli buyrultu"suna ("categorical imperative"), girerler; oysa Kant'ın kendisi fel­ sefesine transendental idealizm adını veriyordu; ve bu, Starcke'nin de anımsayacağı gibi, felsefesinin ahlaki ülküler­ le de ilgilenmesinden dolayı değil, bambaşka nedenlerdeydi. Felsefi idealizmin ahlaki ülkülere, yani toplumsal ülkülere inancın çevresinde döndüğü boşinanı, felsefenin dışında, kendilerine gerekli birkaç felsefi kültür kınntısını Schiller'in şiirlerinde ezberleyen Alman darkafalılannda oluşmuştur. Hiç kimse, Kant'ın güçsüz -güçsüz, çünkü olanaksızı ister, ve dolayısıyla · gerçek hiçbir şeye varamaz- "kesinlikli buy­ rultu"sunu, özelli.kle, yetkin bir idealist olan Hegel'den daha keskin bir biçimde eleştirmedi ve hiç kimse, Schiller'in aşıla­ dığı gerçekleşmez ülkülere karşı darkafalı düşkünlüğü ile Hegel'den daha acımasızca alay etmedi (örneğin, Görüngübi­ lim e bakınız). İkinci olarak, insanlan harekete geçiren herşeyin beynin aracılığıyla duyulan bir açlık, bir susuzluk duyumu ile başlayan ve gene beynin aracılığı ile hissedilen bir doyum duygusu ile sonuçlanan yemek yemenin ve içmenin bile- zo­ runlu olarak onlann beyinlerinden geçmesi olgusundan kur­ tulamayız. Dış dünyanın insan üzerindeki etkileri onun bey-

218

ninde kendilerini ifade ederler ve orada duygular, düşünce­ ler, içgüdüler, istemler, kısacası, "düşüncel (ideale) eğilim­ ler" olarak yansırlar ve bu biçimde "düşüncel güçler" haline gelirler. Eğer insanın genellikle " düşüncel eğilimleri" izleme­ si ve "düşünce! güçler"in kendi üzerinde etkili olmalarına izin vermesi, onun bir idealist olmasına yetiyorsa, normal olarak gelişmiş her insan, bir çeşit doğuştan-idealisttir ve bu durumda nasıl olur da hiilii materyalistler varolabilir? Üçüncü olarak, insanlığın, hiç değilse şu anda, genel bir biçimde, ilerleme doğrultusunda hareket ettiği inancının, materyalizm ile idealizm arasındaki uzlaşmaz karşıtlıkla ke­ sin olarak hiçbir ilgisi yoktur. Fransız materyalistleri, tıpkı yaradancı ( deist) Voltaire ve Rousseau kadar, hemen hemen bağnazlık derecesinde bu inançta idiler, ve hatta sık sık bu inançlan uğruna büyük kişisel özverilerde bulundular. Ama, bütün yaşamını "gerçek ve hak aşkı"na -söz iyi anlamında alınmıştır- adamış biri varsa, o da örneğin, Diderot olmuş­ tur. Bu bakımdan, eğer Starcke, bütün bunlann idealizm olduğunu ileri sürerse, bu yalnız ve yalnız materyalizm söz­ cüğünün olduğu gibi, bu iki yönelim arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, onun için her çeşit anlamını yitirdiğini tanıtlar. Gerçek şu ki, Starcke, belki bilmeyerek olsa da, burada, materyalizm sözcüğüne karşı darkafalının önyargısına, kö­ kenini köy papazlarının eski iftiralanndan alan bu önyargı­ ya bağışlanmaz bir ödün vermektedir. Darkafalı, materya­ lizm dendiği zaman, pisboğazlık, ayyaşlık, arsızlık, ten zevk­ leri ile şatafatlı bir yaşam sürdürmeyi, açgözlülük, cimrilik, doymak bilmezlik, çıkar peşinde koşmayı ve borsa oyunlannı ve kendisinin gizliden gizliye kölesi olduğu bütün bu iğrenç kusurları anlar; ve idealizm sözcüğünden ise, başkalan önünde göklere çıkardığı, ama kendisi ancak her zamanki "materyalist" aşınlıklarının zorunlu sonucu olan sıkıntı dö­ nemlerini ya da bunalımlan atiatması söz konusu olduğu sürece inandığı, erdeme, insanlığa ve genellikle "daha iyi bir dünya"ya imanı anlar ve durmadan pek sevdiği şu nakaratı yineler: "İnsan dediğin de nedir ki? Yan-hayvan yan-melek! "

219

Zaten Starcke, Feuerbach'ı, halen Almanya'da filozof adı altında kurum satmakta olan öğretim görevlilerinin saldın­ Ianna ve onlann temel kurallanna karşı savunmak için bü­ yük zahmetlere girişiyor. Bu, kuşkusuz, klasik Alman felse­ fesinin ölümünden sonra yetim doğan bu eciş bücüş dölleri ile ilgilenenler için önemlidir; bu Starcke'nin kendisine de gerekli görünmüş olabilir. Biz, okurlanmızı böyle bir sıkıntı­ dan bağışlayacağız.

III. FEUERBACH'TA DIN FELSEFESl

VE

TÖREElLİM

Feuerbach'ın gerçek idealizmi, onun din felsefesini ve tö­ rebilimini ele aldığımızda hemen kendini gösterir. O, hiçbir şekilde dini ortadan kaldırmak istemez, onu yetkinleştirmek ister. Felsefenin kendisi de dinde soğunilmalıdır. "İnsanlığın geçirdiği dönemler ancak dinsel özelliğin de­ ğişiklikleriyle birbirlerinden ayırdedilirler. Ancak insan kal­ binde kök salan hareketler, derin tarihsel hareketlerdir. Kalp dinin bir biçimi değildir ki, bunun için de dinin de yeri olsun; kalp, dinin özüdür" (Starcke tarafından aktanlıyor, s. 168). Din Feuerbach'a göre, şimdiye değin "gerçekliğin gerçek­ siz bir yansısında -insan niteliklerinin gerçeksiz yansılan olan bir ya da bir çok tannnın aracılığında- kendi gerçeğini arayan ve şimdi artık onu doğrudan ve aracısız olarak "sen" ile "ben" arasındaki sevgide bulan, insaniann kendi arala­ nndaki sevgi ilişkisi, kalp ilişkisidir. Ve işte böylece, Feuer­ bach'ta, cinsel sevgi eninde sonunda kendi yeni din pratiği­ nin, eğer en yüksek biçimi değilse, en yüksek biçimlerinden biri haline gelir. Oysa, insanlar arasındaki duygusal ilişkiler, özellikle iki cins arasındaki ilişkiler insanlar varolduğundan beri varol­ muşlardır. Cinsel sevgi, özellikle son sekiz yüzyıl boyunca gelişti ve kendisini bu dönem boyunca, her şiirin kaçınılmaz ekseni haline getiren bir yer elde etti. Bugünkü pozitif din­ ler, cinsel sevginin devlet tarafından düzenlenmesine, yani

220

evlenme yasalanna, yüce onaylannı vermekle yetindiler ve hemen yann ortadan kalksalar, sevgi ve dostluk pratiginde en küçük bir degişiklik olmaz . İşte böylelikledir ki, hıristi­ yan dini, Fransa'da 1793'ten 1798'e kadar fiilen öylesine or­ tadan silinmişti ki, Napoleon'un kendisi bile dirençle, güç­ lüklerle karşılaşmadan onu geri getiremedi ve aradaki za­ man içinde Feuerbach'ın anladığı anlamda dinin yerini tuta­ cak bir şeye hiçbir gereksinme duyulmadı. Burada, Feuerbach'ın idealizmi, cinsel sevgi, dostluk, acıma, özveri, vb. gibi karşılıklı egilimlere dayanan insanlar arası ilişkileri, Feuerbach'ın kendisine göre de geçmişe ait olan özel bir dinin anımsamalan olmaksızın ancak kendile­ rinde olduklan gibi düşünüp değerlendirmekten değil, tersi­ ne, bu ilişkilerin, ancak, dinin adını kullanarak kendilerine yüce bir onay verildigi anda tam değerlerine ulaştıklannı ile­ ri sürmekten ibarettir. Ona göre esas olan, salt insansal olan bu ilişkilerin varolmalan degildir, ama bunlann, yeni, ger­ çek din gibi kavranılmalandır. Onlar, ancak, dinin damgası­ nı yedikleri zaman tam değerlerine sahip olmalıdırlar. Din (religion) latince religare [bağlamak, birleştirmek] sözünden gelir ve ilk anlamıyla birlik demektir. Buna göre iki insan arasındaki her birlik bir dindir. Işte bunlar, idealist felsefe­ nin en son sığınağı, sözcük kökenine ilişkin hokkabazlık oyunlandır. Üstün gelmesi gereken, sözcüğün gerçek kulla­ nımının tarihsel evrimine göre ne anlama geldiği degil, ama kaynaksal kökenine göre ne anlama gelmesi gerektiğidir. Ve işte böylece, idealistçe anısı o kadar. değerli olan din sözcüğü, özellikle dilden yitip gitmesin diye, cinsel sevgi ve cinsel bir­ lik, bir "din" mertebesine yükseltilmişlerdir. İşte tastamam böyle açıklıyorlardı düşüncelerini 1840 ile 1850 arası, Louis Blanc egilimli Parisli reformistler: dinsiz bir insanı ancak bir canavar gibi tasanmlayabiliyorlardı ve bize "Done l 'athe­ isme, c 'est votre religionf'* diyorlardı. Feuerbach, esas ola­ rak materyalist bir doğa anlayışı temeli üzerine gerçek bir din oturtmak isterse, bu, gerçekte, modern kimyayı sanki *

"Öyleyse sizin dininiz de tanntanımazlık!" 221

-

ç.

gerçek simya imiş gibi kavramakla aynı kapıya çıkar. Eğer din, kendi tannsından geçebilirse, simya da kendi simya taşından geçebilir. Zaten simya ile din arasında çok sıkı bir bağ vardır. Simya taşımn hemen hemen tannsal pek çok özelliği vardır, ve l sa'dan sonra ilk iki yüzyılın Yunan-Mısır simyacılanmn, K.opp ve Berthelot'nun sağladıklan verilerin de tamtladığı gibi, hıristiyan öğretisinin hazırlaınşında pay­ lan vardır. Feuerbach 'ın "insanlı� dönemlerinin ancak dinsel değişiklerle birbirlerinden ayırdedildikleri" yolundaki iddiası tamamıyla yanlıştır. Dinsel değişimler ancak, şimdiye kadar varolmuş üç büyük dünya dini, budizm, hıristiyanlık, müslü­ manlık sözkonusu olduğunda, tarihin büyük dönüm nokta­ Ianna eşlik etmişlerdir. Doğal bir biçimde oluşmuş olan eski kabile ve ulus dinlerinin hiçbir yayılml:\ eğilimleri yoktu, ve kabilelerin ve uluslann bağımsızlığına son verildiği zaman bütün direnme yeteneklerini yitiriyorlardı: Cermenlerde, ge­ rileme döneminde olan Roma İmparatorluğu ile ve bu impa­ ratorluğun henüz benimsediği ve kendi ekonomik, siyasal ve ideolojik durumuna uyarlanmış olan evrensel hıristiyan dini ile basit bir temas, buna yetiyordu. Ancak, az çok yapma bir biçimde doğmuş olan büyük evrensel dinler için, özellikle hıristiyanlık ve müslümanlık içindir ki, genel tarihsel hare­ ketlerin dinsel bir damga taşıdıklanm gözlemliyoruz, ve hat­ ta hıristiyanlık alanında bile bu dinsel damga, gerçekten ev­ rensel önemde devrimler için, 13. ve 17. yüzyıllar arasında buıjuvazinin özgürleşme savaşımının ilk evreleriyle sımrlı­ dır. Ve Feuerbach'ın sandığı gibi insan kalbiyle ve din gerek­ sinmesiyle açıklanamaz, kesinlikle dinden ve tannbilimden başka ideoloji biçimlerini tarumayan ortaç� daha önceki tüm tarihi ile açıklanır. Bununla birlikte, 18. yüzyılda buıju­ vazi de sımf görüşüne uygun kendi öz ideolojisine sahip ola­ cak kadar güçlendiği zaman, yalmz hukuksal ve siyasal fi­ kirlere başvurarak, din ile ancak kendisi için bir engel oldu­ ğu ölçüde ilgilenerek, kendi büyük ve kesin devrimini, Fran­ sız devrimini yapb. Ama eskisinin yerine yeni bir din koy-

222

maktan iyice sakındı; Robespierre'in bunda nasıl yenilgiye uğradığı bilinir . ı64 Diğer insanlarla ilişkilerimizde salt insanca duygular duymamız olanağı, daha şimdiden içinde yaşamak zorunda olduğumuz, uzlaşmaz karşıtlık ve sınıf egemenliği üzerine kurulu toplum tarafından zaten yeterince bozulmuştur; bu duygulan bir din düzeyine yükselterek daha da fazla bozma­ mızın hiçbir nedeni yoktur. Ve aynı şekilde, halen özellikle Almanya'da geçerli olan tarih yazım tarzıyla, tarihteki bü­ yük sunf savaşımiarını kavramamıza zaten yeterince gölge düşürülmüştür, bir de sınıflar savaşımını din tarihinin basit bir eklentisi haline dönüştürerek bu kavrayışın büsbütün olanaksız kılınmasına hiç gerek yoktur. Daha bu noktada, bugün artık Feuerbach'tan ne kadar uzaklaşmış olduğumuz ortaya çıkıyor. Onun, bu yeni sevgi dinini kutlamaya aynl­ mış olan "en güzel pasajları" bugün artık büsbütün okuna­ maz olmuştur. Feuerbach'ın ciddi bir biçimde incelediği tek din, tek tan­ nhlık üzerinde kurulu, hıristiyanlıktır, batının dinidir. O, hıristiyan tannsının, fantastik insanın bir imgesi, bir yansısı olduğunu gösteriyor. Ama bu tann uzun bir soyutlama süre­ cinin ürününün kendisi, daha önceki kabile ve uluslann sa­ yısız tannlanmn özünün özüdür. Ve bu nedenle, imgesi bu tanndan başka bir şey olmayan insan da, gerçek bir insan değildir, o da pek çok sayıda gerçek insanın özünün özüdür, soyut insandır, b� nedenle de o da zihinsel bir imgedir. Her sayfasında duyulardan gelen haziara düşkünlü� vaaz eden, somuta, gerçekliğe gömülmeye çağıran aynı Feuerbach, in­ sanlar arasındaki salt cinsel ilişkilerden başka ilişkilerden sözetmeye sıra geldi mi, baştanaşağı soyut olur. Bu ilişkiler, ona ancak bir tek yönleriyle görünürler: ah­ lak. Ve bu noktada gene, Feuerbach'ın, Hegel'e oranla şaşır­ tıcı kısırlığı karşısında donakalıyoruz. Hegel'in törebilimi ya da ahlak öğretisi, hukuk felsefesidir ve 1. soyut hukuku; 2. öznel ahlakı; 3 . nesnel ahlakı içerir, bu sonuncusu da kendi içinde aile, sivil toplum ve devletten olmuştur. Biçimi ne ka223

dar idealistse, içeriği o kadar gerçekçidir. Ahiakın yanısıra bütün hukuk, ekonomi ve siyaset alanı, burada biraraya top­ lanmıştır. Feuerbach'ta bunun tam tersidir. Biçim bakımın­ dan o, gerçekçidir, hareket noktası olarak insanı alır: ama bu insanın içinde yaşadığı dünya kesinlikle söz konusu değil­ dir, onun için de bu insan, din felsefesinde uzun, tumturaklı sözler söyleyecek o hep aynı soyut insan olarak kalır. Çünkü bu insan anasının karnından doğınamıştır, tek tannlı dinle­ rin tannsından meydana çıkmıştır, demek ki, tarihsel olarak oluşmuş, belirlenmiş gerçek bir dünyada da yaşamaz; öteki insanlarla pekala ilişki içindedir, ama bu öteki insaniann herbiri onun kadar soyuttur. Din felsefesinde, hiç değilse, henüz kadınlar ve erkekler vardı, ama törebiliminde, bu son aynm da ortadan kaybolur. Doğrusunu isterseniz, Feuer­ bach'ta uzun aralarla şu cinsten tümcelerle karşılaşılır: "Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü." - "Eğer açlık, yoksulluk yüzünden bedeninde besleyici bir şey yoksa, kafanda, usunda, kalbinde ahlak için besleyici bir şey yoktur." - "Siyasetin bizim dinimiz olması gerekir", 165 vb .. Ama Feuerbach bu sözlerden ne yapacağını hiç bilmez, bunlar onda basit bir söyleyiş biçimi olarak kalırlar ve Starc­ ke bile, siyasetin, Feuerbach için aşılmaz bir sınır ve "top­ lumbilimin onun için terra incognita* olduğunu" itiraf etmek zorunda kalır. Feuerbach, iyi ile kötü arasındaki çatışkıyı işleyiş biçi­ minde de, Hegel ile karşılaştınldığında, daha az sığ görün­ müyor bize. Hegel şöyle yazıyor: " İ nsan doğal olarak iyidir dendiği zaman büyük bir gerçeğin dile getirildiği sanılıyor, ama unutuluyor ki, insan doğal olarak kötüdür dendiğinde daha büyük bir gerçek dile getirilmektedir."ı66 Hegel'de, kötü, tarihsel gelişmenin devindinci gücünün kendini ortaya koyuş biçimidir. Ve, doğrusu istenirse, bu türncenin ikili bir anlamı vardır, şöyle ki, bir yandan her yeni ilerleme, zorunlu olarak, kutsal olan bir şeye karşı büyük bir suç, gerileyip son bulma yolunda olan ama alışkanlıkla kutsanmış şeylerin * Bilinmez ülke.

-

ç.

224

eski durumuna karşı bir başkaldırma olarak görünür; öte yandan uzlaşmaz sınıf karşıtlıklanmn ortaya çıkışından beri, insaniann kesinlikle kötü tutkulan, -açgözlülük, ege­ men olma isteği-, tarihsel gelişmenin kaldıraçlan olmuşlar­ dır, ve örne�n feodalitenin ve buıjuvazinin tarihi, bunun süregelen bir tamtından başka bir şey değildir. Oysa, bu ah­ laki kötülüğün tarihsel rolünü incelemek Feuerbach'ın hiç aklına gelmez. Genel olarak, tarih, onun için, içinde rahatsız olduğu, kendini güvenli hissetınediği bir alandır. "Doğadan çıkan ilkel insan yalmzca basit bir doğal varlıktı, bir insan değildi. İnsan, insanın, kültürün, tarihin bir ürünüdür. " 167 ünlü bildirisi, bu bildiri bile, Feuerbach'ta tamamıyla kısır bir açıklama olarak kalır. Bunun içindir ki, Feuerbach'm ahlak konusunda bize söyledikleri son derece yetersiz şeyler olabilirler ancak. Mut­ luluğa doğru dürtü doğuştandır insanda ve bu yüzden de bü­ tün ahiakın temelini oluşturmalıdır. Ama mutluluğa doğru dürtü ikili bir düzelticiye tabidir. Birincisi, davramşlanmı­ zın doğal sonuçlanndan dolayı: sarhoşluğu baş ağnsı, alış­ kanlık halini almış aşınlığ'ı hastalık izler. İkincisi, davramş­ lanmızın toplumsal sonuçlanndan dolayı: eğer biz, başkala­ nmn aym mutluluk dürtülerine saygı göstermezsek onlar kendilerini savunurlar ve bu savunmalan ile bizim kendi mutluluk dürtümüzü rahatsız ederler. Bundan çıkan sonuca göre, kendi dürtümüzü tatmin etmek için, kendi davramşla­ nmızın sonuçlanm adil bir biçimde değerlendirecek durum­ da olmamız, öte yandan da, sözkonusu bu aynı dürtüyü baş­ kalan için de kabul edecek durumda olmamız gerekir. Baş­ kalanyla olan ilişkilerimizde kendi kendimize koyduğumuz ussal sınırlama ve sevgi -hep sevgi!- demek ki, Feuer­ bach'ın ahlakının temel kurallanm oluşturur ve bütün öteki kurallar bunlardan çıkar. Ve ne Feuerbach'm en ustaca ya­ pılmış açıklamalan, ne de Starcke'nin en büyük övgüleri, bu birkaç tümcenin zavallılığım ve sığlığ'ım örtemez. Eğer birey sırf kendi kendisiyle uğraşıyorsa, mutluluk dürtüsü, ancak çok aynksın durumlarda tatmin olunur ve

225

bunun ne kendine, ne de başkasına yaran olur. Tersine, bu eğilim, dış dünya ile ilişkileri ve tatmin olma araçlannı ge­ rektirir, dolayısıyla da, besin gerektirir, karşı cinsten bir bi­ reyi, kitaplan, karşılıklı konuşmalan, tartışmalan, eylemde bulunmayı, tüketim nesnelerini ve çalışmayı gerektirir. Feu­ erbach'ın ahlakı, ya bu tatmin araç ve nesnelerinin her insa­ na birden verilmiş olduklannı varsayar, ya da bu ahlak, in­ sana, yalnızca uygulanması olanaksız iyi bir ders verir, dola­ yısıyla bu araçlardan yoksun olanlar için beş para etmez. Ve Feuerbach'ın kendisinin kupkuru açıkladığı da budur: "Bir sarayda başka türlü düşünülür, bir kulübede başka türlü. Eğer açlık, yoksulluk yüzünden bedeninde besleyici bir şey yoksa, kafanda, usunda, kalbinde de ahlak için besleyici bir şey yoktur." Başkalan için de mutluluk dürtüsü hakkının eşitliği söz­ konusu olduğunda, işler daha mı iyi görünür? Feuerbach bu hak istemini mutlak bir biçimde, her çağda ve bütün koşul­ larda geçerli olarak koyar. Ama bu istem ne zamandan beri üstün gelmektedir? Acaba, antikçağda köleler ile efendilerin, ortaçağda serller ile baronlann mutluluk dürtüsü hakkının eşitliği hiç sözkonusu olmuş mudur? Ezilen sınıfın mutluluk dürtüsü her zaman acımasızcasına ve "yasa uyannca" ege­ men sınıfın mutluluk dürtüsüne feda edilmemiş midir? Evet, denecektir, bu ahlaka aykın idi, ama şimdi hakiann eşitliği tanınmıştır. Buıjuvazi, feodaliteye karşı savaşımında ve ka­ pitalist üretimin gelişme seyri sırasında, kendini, bütün kast ayncalıklannı, yani bütün kişisel ayncalıklan yıkmak ve il­ kin bireyin özel hukuk, sonra yavaş yavaş medeni hukuk ol­ mak üzere hukuksal bakımdan eşitliğini getirmek zorunda hissettiğinden beri ve böyle hissettiği için, sözde tanınmıştır. Ama mutluluk dürtüsü, manevi haklarla ancak sınırlı ölçü­ de, maddi araçlarla ise en büyük ölçüde süregider. Oysa ka­ pitalist üretim, eşit haklardan yararlanan kişilerin büyük çoğunluğunun, ancak geçinmek için gerekli şeyleri elde et­ mesine dikkat eder ve dolayısıyla çoğunluğun mutluluk dür­ tüsü hakkının eşitliğine, köleci ya da feodal toplumun gös-

226

terdiği saygıdan, eğer gerçekten daha fazlasım gösterirse, bu pek az bir fazladır. Ya durum , mutluluğun zihinsel araçlan, kültür araçlan bakımından daha mı iyidir? Sadowa okulu öğretmeninin kendisi bile, bir efsane değil midir?168 Ama dahası var. Foyerbahçı ahlak teorisine göre hisse senedi borsası ahiakın en yüce tapınağıdır . . . ancak her za­ man doğru bir biçimde oynanması koşuluyla. Eğer benim mutluluk dürtüm beni borsaya götürüyorsa ve eğer ben ora­ da kendi işlemlerimin sonuçlanm, benim için yalmz elverişli durumlar sağlayacak, hiçbir üzücü durum yaratmayacak ka­ dar doğru bir biçimde tartıyorsam, yani sürekli olarak kaza­ myorsam, Feuerbach'ın öğüdü yerine gelmiş olur. Böyle yap­ makla bir başkasımn aynı mutluluk dürtüsüne de bir zarar vermiş olmam, çünkü bu başkası da benim kadar gönüllü olarak borsaya gitmiştir ve benimle birlikte borsa oyunu işi­ ni sonuca bağlarken, gene tıpkı benim gibi, kendi mutluluk dürtüsüne uyarak hareket etmiştir. Ve eğer o, parasım kay­ bederse, onun eylemi, kesinlikle bu yüzden ahlaka aykın ol­ duğunu ortaya koyar, çünkü yanlış hesaplanmıştır, ve ben, ona hakettiği cezayı verirken, hatta gururla bir çeşit modem Rhadamante169 olmakla öğünebilirim. Sevgi, yalmzca duygu­ sal bir söz olmadığı ölçüde, borsada da hüküm sürer, çünkü her biri, kendi mutluluk eğiliminin tatminini başkasında bu­ lur. Sevginin yapması gereken şey ve pratikte kendini ortaya koyuş biçimi de bu değil midir? Eğer ben, işlemlerimin so­ nuçlanna değgin şaşmaz bir öngörü ile, dolayısıyla başan ile oynarsam Feuerbach ahlakının en sıkı gereklerinin hepsini yerine getiririm ve üstelik daha da zenginleşirim. Başka te­ rimlerle söyleyecek olursak, Feuerbach ahlakı, kendisi bunu hiç istemese de, ya da bunun hiç farkında olmasa da, bugün­ kü kapitalist toplumun ölçülerine göre biçilmiştir. Ama sevgi! - Evet, sevgi, her zaman her yerde, iyilikçi, sevindirici bir tanndır ve bu tann, Feuerbach'ta, pratik ya­ şamın bütün güçlüklerinin üstesinden gelmeye yardım et­ mek durumundadır - ve bunu, birbirine taban tabana kar­ şıt çıkarlan olan sınıflara bölünmüş bir toplumda yapacak-

227

tır. Bununla da felsefenin devrimci niteli�nin en son kalıntı­ sı da felsefeden kaybolur ve geriye artık eski tekerlerneden başka bir şey kalmaz: Birbirinizi seviniz! - Cins ve mevki ayrımı yapmaksızın kucaklaşınız! - Evrensel barış düşü! Özet olarak, Feuerbach'ın ahlak kuramı, bütün kendin­ den önce gelenler gibidir, bu kurarn da, bütün zamanlara, bütün halklara, bütün koşullara uygulanır ve kesinlikle bu yüzdendir ki, hiçbir zaman ve hiçbir yerde uygulanabilir de­ ğildir ve gerçek dünya karşısında Kant'ın kesinlikli buyrul­ tusu kadar güçsüz kalır. Gerçekte, her sınıfın ve hatta her mesle�n kendi özel ahlakı vardır, ve bu ahlakı cezalandınl­ madan çi�eyebildi� yerde çi�er, ve herkesi birleştirmesi gereken sevgi, kendini savaşlarda, çatışmalarda, davalarda, karı-koca kavgalannda, boşanmalarda ve birinin öteki tara­ fından olabildiğince sömürülmesinde ortaya koyar. Ama nasıl olabildi de, Feuerbach'ın verdi� güçlü itki, kendisi için bu kadar kısır kaldı? Salt şu yüzden, Feuerbach, ölesiye nefret ettiği soyutlama aleminin dışına çıkamıyor ve canlı gerçeğin yolunu bulamıyor. O, bütün gücü ile doğaya ve insana sımsıkı tutunur, ama doğa ve insan onun için basit sözlerden ibaret kalır. Ne gerçek dünya konusunda, ne ger­ çek insan konusunda bize kesin olarak hiçbir şey söyleye­ miyor. Oysa, Feuerbach'm soyut insanından yaşayan gerçek insanlara, ancak bu insanlar tarih içinde eylem halinde dik­ kate alındığı zaman geçilebilir. Ama Fel!erbach buna yanaş­ maz ve bunun içindir ki, anlamamış olduğu 1848 yılı, onun için ancak gerçek dünya ile kesin bir kopma ve yalnızlığa çekilme anlamına gelmiştir. Bunun sorumluluğu, bir kez da­ ha, onu acı bir biçimde yıkıma terkeden Almanya'nın koşul­ lanndandır. Ama Feuerbach'ın hiç atmamış olduğu adıının atılması kaçınılmazdı; foyerbahçı yeni dinin merkezini tutan soyut in­ san inanışının yerini, zorunlu olarak, gerçek insanların ve on­ ların tarihsel gelişmelerinin bilimi almalıydı. Feuerbach'ın görüş açısının bu daha sonraki, Feuerbach'ın kendisinin de ötesindeki gelişmesini, Marx, 1845'te Kutsal Aile'de başlattı.

228

IV.

DlYALEKTlK MATERYALlZM

Strauss, Bauer, Stimer, Feuerbach, felsefe alanını ter­ ketmedikleri ölçüde, hegelci felsefenin uzantısı oldular. Strauss, lsa 'nın Yaşamı ve Dogmatik'ten sonra artık yalnız felsefe edebiyatı yaptı ve Renan'vari din tarihi yazdı; Bauer kayda deg-er olmasına karşın yalnızca hıristiyanlıg-ın kökeni­ nin tarihi alanında bir şey yapmayı başardı; Stimer yalnızca ilgi çekici bir tip olarak kaldı, hatta Bakunin, onu, Proudhon ile barınaniayıp bu harmana da "anarşizm" adını verdikten sonra bile. Yalnız Feuerbach, filozof olarak dikkate de�er kaldı. Ama yalnız, bütün özel bilimlerin üzerinde· durdug-u ve onlann bir bireşimini yaptıg-ı iddia edilen bilimlerin bilimi felsefe, onun için aşılmaz bir engel, dokunulmaz bir kutsal kutu olarak kalmadı; o kendisi de filozof olarak yolun orta­ sında durdu ve altı materyalist, üstü idealist oldu; He­ gel'den, onu eleştirerek kurtulmayı bilemedi, basitçe işe ya­ ramaz diye bir yana attı, oysa kendisi, Hegel sisteminin an­ siklopedik zenginlig-iyle karşılaştınldıg-ında, şişirilmiş bir sevgi dininden, zavallı ve güçsüz bir ahlaktan başka olumlu hiçbir şey gerçekleştirmedi. Ama, Hegel okulunun parçalanıp dag-ılmasından bir baş­ ka eg-ilim daha çıkmıştır; gerçekten meyve veren tek eg-ilim­ dir bu ve esas olarak Marx'ın adına ba�lıdır. * Hegel felsefesinden kopuş, burada da materyalist görüşe * Burada kişisel bir açıklama yapınama izin verilsin. Son zamanlarda birkaç kez bu teorinin hazırlanışındaki payım ima edildi, onun için bu nok­ tayı aydınlatacak birkaç söz söylemekten kendimi alakoyamam. Marx ile kırk yıllık ortak çalışınam sırasında ve ondan önce teorinin hazırlanışında olduAll kadar özellikle geliştirilmesinde de benim belli bir kişisel payım ol­ duAunu yadsıyam.am. Ama özellikle iktisat ve tarih alanında yön verici te­ mel fikirlerin büyük ço�uA'u ve özellikle de bu fikirlerin kesin ifadelendi­ rilişleri, Marx'ın işidir. Benim teoriye katkımı, olsa olsa birkaç özel bilgi dalı dışında, Marx, bensiz de gerçekleştirebilirdi. Ama Marx'ın yaptığını ben yapamazdım. Marx, bizim hepimizi aşıyordu; Marx, hepimizden daha uz�, daha geniş ve daha çabuk görüyordu. Marx bir deha idi; biz ötekiler ise olsa olsa yetenekli kişiler. O olmasaydı, teori bugün bulunduAll yerden çok geri­ lerde olurdu. Dolayısıyla teori haklı olarak onun adım taşıyor.

229

dönmenin sonucudur. Bu, gerçek dünyayı, -doğa ve tarihi-, kendisini, basmakalıp idealist tuhaflıklardan annmış herke­ se nasıl sunarsa öyle kavramaya karar verilmesi demektir; düşsel ilişkiler içinde değil, ama kendi öz ilişkileri içinde değerlendiren olgularla uyuşması olanaksız bütün idealistçe tuhaflıklann acımasızca kurban edilmesine karar verilmesi­ dir. Ve işte materyalizmin de gerçekte bundan öte bir anlamı yoktur. Yalmz, ilk kezdir ki materyalist dünya anlayışı ger­ çekten ciddiye alınıyor ve tutarlı bir biçimde bilginin dikkate alınan bütün alanianna -hiç değilse genel çizgileriyle- uy­ gulamyordu. Hegel basitçe bir yana konulmadı, tersine, onun yukan­ da açıklanan devrimci yönünden, diyalektik yöntemden yola çıkıldı. Ama bu yöntem, hegelci biçimiyle yararlamlamaz du­ rumdaydı. Hegel'de diyalektik, kendi kendine gelişen Fikir­ dir. Mutlak Fikir, yalmzca bütün sonsuzluk boyunca -bilin­ mez bir yerde- varolmakla kalmaz, ama aynı zamanda va­ rolan bütün dünyamn yaşayan gerçek ruhudur. Mutlak Fi­ kir, Mantık'ta uzun uzun işlenen ve hepsi de kendi içinde bu­ lunan bütün hazırlayıcı evrelerden geçerek yeniden kendi kendine dönmek üzere gelişir. Sonra, doğaya dönüşerek "ya­ bancılaşır", orada kendinin bilincinde olmaksızın, doğal zo­ runluluk kılığına bürünmüş olarak yeni bir gelişmeden daha geçer, ve ensonu insanda özbilincine geri döner. Bu özbilinç de, Mutlak Fikir, Hegel felsefesinde tamamıyla kendi kendi­ ne dönünceye kadar, tarih içinde işlenip anmr. Hegel'de, doğada ve tarihte kendini gösteren diyalektik gelişme, yani zikzak halindeki bütün hareketler ve bütün ani geri çekilme­ ler boyunca kendini ortaya çıkaran aşağıdan yukanya doğru ilerlemenin nedensel zincirlenişi, demek ki, Fikrin, bütün sonsuzluk boyunca nerede olduğu bilinmeyen, ama her du­ rumda, düşünen her insan beyninden bağımsız olarak süre­ giden özerk hareketinin kopyasıdır (Abklatsch) ancak. İşte çıkanlıp abiması sözkonusu olan, bu ideolojik ters-yüz olma durumuydu. Biz yeniden beynimizin fikirlerini, onlan Mut­ lak Fikrin şu ya da bu derecede yansılan olarak, gerçek nes-

230

neler sayaca�mız yerde, onlan materyalist açıdan nesnele­ rin yansılan olarak kavradık. Bundan ötürü, diyalektik, dış dünya için olduğu kadar insan düşüncesi için de hareketin genel yasalannın -temelde özdeş olan ama ifadede birbirin­ den aynlan, insan beyni onlan bilinçli olarak uygulayabil­ diği halde, do�ada ve şimdiye dek büyük bölümüyle insan ta­ rihinde de bu yasalann yalnız bilinçsiz olarak, görünüşte sonsuz bir dizi rasiantılar içinde dış zorunluluk biçiminde kendilerine yolaçmalan anlamında birbirinden aynlan iki yasalar dizisinin- bilimine indirgeniyordu. Ama bu yoldan Fikrin kendisinin diyalektiği, gerçek dünyanın diyalektik hareketinin yalnızca basit bir bilinçli yansısı haline geldi ve böylelikle Hegel'in diyalektiği başı yukarıda olmak üzere do�tuldu, ya da daha do� bir deyişle, başının üzerinde dururken yeniden ayaklan üzerine kondu. Ve yıllardan beri bizim en iyi çalışma aracımız ve en etkili silahımız olan bu materyalist diyalektik, ne dikkate de�er bir şeydir ki, yalnız­ ca bizim tarafımızdan de�il, aynca bizden ba�msız, hatta Hegel'den bile ba�msız olarak Joseph Dietzgen* adlı bir Al­ man işçisi tarafından yeniden bulundu. Ama böylelikle, Hegel felsefesinin devrimci yanı alınmış ve aynı zamanda da, Hegel'de, felsefesinin tutarlı uygulama­ sını önlemiş olan idealist şatafatından bu felsefe anndınl­ mıştır. Dünyanın bir tamamlanmış

şeyler karmaşası olarak

de�il de, görünüşte durolmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zi­ hinsel yansılan olan kavramlar gibi kesintisiz bir oluş ve yo­ koluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün görünüşte­ ki raslantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladı� bir s üreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği düşüncesi, bu büyük temel düşünce özellikle Hegel'den beri günlük bi­ lince öyle derinlemesine işlemiştir ki, bu genel biçimiyle ar­ tık hemen hemen hiçbir itirazla karşılaşmaz. Ama onu sözde kabul etmekle, onu pratikte, aynntılı olarak, araştırmaya * Bkz: Bir Kol işçisi Taralindan Anlatılan Insanın Kafa Çalışmasının Özü, Saf ve Pratik Aklın Eleştirisi, Hamburg, Meissner, 1869. 231

tutulan her alanda uygulamak ayn ayn şeylerdir. Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler isternekten kesin olarak vazgeçilir; her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde, kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının bilincinde olunur; hala geçerli olan eski metafıziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderile­ mez karşıtlıklannın zorunlu etkisinden de kaçınılabilir artık; bilinir ki bu karşıtiıkiann ancak göreli bir değerleri vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayılır olduğu gibi; ve gene bilinir ki, zorunlu olduğu ileri sürülen şey, salt ı'aslantılardan mey­ dana gelmiştir ve sözde raslantı, zorunluluğun altında giz­ lendiği biçimdir - ve bu böyle sürer gider. Hegel'in "metafizik" yöntem dediği, verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen ve şeylerin incelenmesiyle uğraş­ ınayı yeğleyen ve kalıntılan hala zihinlere musaHat olan eski araştırma ve düşünme yönteminin doğruluğu, zamanın­ da, tarihsel olarak ortaya çıkmıştı. Süreçleri incelemeden önce, şeyleri incelemek gerekiyordu. Bir şeyde meydana ge­ len değişiklikleri gözlemlerneden önce, şu ya da bu şeyin ne olduğunu bilmek gerekiyordu. Ve bu, doğa bilimlerinde böyle oldu. Şeyleri kesin biçimleriyle meydana gelmiş şeyler ola­ rak ele alan eski metafizik, ölü ve canlı şeyleri kesin biçimle­ riyle meydana gelmiş olarak inceleyen bir doğabilimin ürünü idi. Ama bu inceleme tarzı, kesin bir ilerlemenin, yani bizzat doğanın bağnnda bu şeylerde meydana gelen değişmeterin sistemli bir biçimde incelenmesine geçişin olanaklan ya­ ratılıncaya kadar geliştiği zaman, işte o anda, felsefe alanın­ da da eski metafiziğin ölüm çanlan çalmaya başladı. Ve ger­ çekten, geçen yüzyılın sonuna dek, doğabilim, herşeyden çok olgulan toplayan bir bilim, bir tamamlanmış şeyler bilimi ol­ masına karşın, yüzyılımızda, temel olarak bir bölümleme (sı-

232

mflama) bilimi, bir süreçler bilimi, bu şeylerin kökeni ve gelişmesinin bilimi ve bu do�al süreçleri bir büyük bütün ha­ linde birbirine ba�layan ba�lantının bilimidir. Bitkisel ve hayvansal organizmalardaki olaylan inceleyen fizyoloji, her organizmanın embriyondan, olgunlu�a kadar gelişmesini in­ celeyen embriyoloji, yeryüzü yüzeyinin aşama aşama oluş­ masını inceleyen jeoloji, hep yüzyılımızın çocuklandırlar. Ama do�al süreçlerin ardarda zincirienişine de�gin bilgi­ mizi dev adımlarla ileri götürmüş olan, özellikle üç büyük buluştur: Birincisi, her bitkisel ve hayvansal organizmanın, kendisinden başlayarak ço�alma ve farklılaşma yoluyla ge­ liştikleri birim olarak hücrenin bulunuşu; dolayısıyla, yal­ nızca bütün üst organizmalann gelişmesi ve büyümesinin tek bir tümel yasaya göre meydana geldi� tanınınakla ka­ lınmadı, ama hücrenin dönüşme yetene�nin, organizma­ lann da hangi yolla türlerini de�şikli�e uwatabildiklerini ve dolayısıyla bireysel olmaktan öte bir gelişmeyi tanıyabil­ diklerini gösterdi� de kabul edildi. - İkincisi, eneıjinin dö­ nüşümünün bulunuşu: bu buluş, en başta inorganik do�ada etkin olan bütün sözde güçlerin, mekanik kuvvetin ve ta­ mamlayıcısı potansiyel denilen eneıjinin, ısının, ışınımın (ışıyan ışık ya da ısının), elektri�n, manyetizmin, kimyasal eneıjinin hepsinin bir takım belli nicel oraniara göre birin­ den ötekine geçen evrensel bir hareketin de�şik gösterileri olduklannı göstermiştir, öyle ki, bu eneıjilerden, ortadan kalkan birinin belli bir miktarı karşılı�nda ötekinde belli bir miktar yeniden ortaya çıkar ve do�anın bütün hareketi, böylece, bu, kesintisiz olarak bir biçimden bir başka biçime dönüşme sürecine indirgenir. - Ensonu, ilk kez Darwin'in yaptı� tümü kapsayan tanıtlama, ki buna göre, halen çevre­ roizi kuşatan bütün do�a ürünleri, insanlar da içinde olmak üzere, hepsi başlangıçta az sayıda tekhücreli tohum özünden başlayan uzun bir gelişme sürecinin ürünüdürler, ve bu tek­ hücrelilerin kendileri ise kimyasal yolla oluşmuş bir prota­ plazmadan ya da albüminimsi bir cisimden oluşmuştur. Bu üç büyük buluşun ve do�a bilimlerindeki çok büyük 233

ileriemelerin sayesinde, bugün, yalnızca ayn ayn ele alınan değişik alanlardaki doğa görüngüleri arasındaki ardarda zincirleme sıralanışı değil, ama başka başka alanlar arasın­ daki bağiantıyı da gösterebilecek ve böylece, ampirik doğa bilimin bize sağladığı olgular yardımıyla, doğanın zincirie­ nişinin bir bütün halinde tablosunu hemen hemen sistema­ tik bir biçimde sunabilecek d urumdayız. Eskiden bu bütün halinde tabioyu bize vermek, doğa felsefesi denilen şeyin işiydi. Doğa felsefesi, bu işi ancak, henüz bilinmeyen gerçek bağlantılann yerine imgesel, düşsel bağlantılar koyarak, eksik olan olgulan düşüncelerle tamamlayarak ve gerçekte varolan boşluklan ancak imgelernde doldurarak yapabiliyor­ du. Böyle davranırken, bu felsefe binlerce dahiyane fikirler yarattı, daha sonraki çok sayıda buluşun önsezilerini getirdi, ama bu arada, bir hayli anlamsızlıklar da üretti, başka türlü de yapamazdı. Çağımız için doyurucu bir "doğa sistemi"ne varmak için doğanın diyalektik olarak, yani kendine özgü zincirtenişi doğrultusunda incelenmesinin sonuçlannı yo­ rumlamanın yeterli olduğu bugün ve bu zincirleme gidişin diyalektik niteliğinin kendilerini isteseler de, istemeseler de, metafizik okulda yetişmiş bilginierin beyinlerine bile kendini kabul ettirdiği bugün, doğa felsefesi kesin olarak bir yana bı­ rakılmıştır. Bu felsefeyi yeniden diriltmek yolunda her türlü girişim, yalnız gereksiz olmakla kalmaz, geriye bir gidiş

olur. Ama doğa için doğru olan, bu yüzden de tarihsel bir ge­ lişme süreci olarak kabul edilen şey, bütün dallan içinde toplum tarihi ve insansal (ve tannsal) şeyleri işleyen bilimle­ rin tümü için de doğrudur. Burada da gene, tarih, hukuk, din vb. felsefesi, olaylar arasındaki tamtlanması gereken gerçek bağlantının yerine, filozofun beyninin türettiği bağ­ Iantıyı koymaya, tarihi, bütünü içinde olduğu gibi değişik bölümlerinde de, fikirlerin, elbette ki yalnız filozofun kendi­ sinin gözde tuttuğu fikirlerin gitgide gelişen gerçekleşmesi olarak kavramaya dayanıyordu. Böylece, tarih, bilinçsiz, ama zorunlu olarak, önsel olarak saptanmış belli bir ülküsel

234

erek doğrultusunda işliyordu, bu erek, örneğin Hegel'de, kendi Mutlak Fikrinin gerçekleşmesi idi, ve bu Mutlak Fikre doğru geri dönüşü olmayan gidiş tarihsel olayiann iç zincir­ lenişini oluşturuyordu. Henüz bilinmeyen gerçek zincirleni­ şin yerine böylece yeni bir -bilinçsiz ya da yavaş yavaş ken­ di özbilincine varan- gizemli bir tann konuyordu. Öyleyse, burada da, tıpkı doğa alanında olduğu gibi, gerçek zincirle­ nişleri açığa çıkararak, yüzeysel, yapma zincirienişleri dışta­ lamak sözkonusuydu; bu iş de, sonu sonuna, insan toplumu­ nun tarihinde egemen yasalar olarak kendilerini kabul etti­ ren genel hareket yasalanın bulmaya dayanıyordu. Ne var ki, toplumun gelişme tarihi, bir noktada, doğanın gelişme tarihinden temelde değişik olarak kendini ortaya ko­ yar. Doğada -insanlann doğa üzerinde yaptığı karşı etkiyi bir yana bıraktığımız ölçüde- birbirleri üzerinde etki mey­ dana getirenler, yalmzca bilinçsiz ve kör etmenlerdir ve ge­ nel yasa bu etmenlerin değişken oyunlan içinde belirir. Bü­ tün bu olanlardan hiçbir şey -ister yüzeyde gözlemlenebilen sayısız görünür rasiantılarda olsun, ister bu rasiantılarda iç­ kin olan ve düzenliliği doğrulayan sonal sonuçlarda olsun­ bilinçli, istenen bir erek olarak meydana gelmez. Buna kar­ şılık, toplum tarihinde, etkin olanlar, yalmz, bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiçbir şey bilinçli bir maksat ol­ madan, istenen bir erek bulunmadan meydana gelmez. Ama bu aynm, tarihsel araştırma bakımından, özellikle çağlar ve olaylar tek başlarına ele alındıklarında ne kadar önemli olursa olsun, tarihin akışının genel iç yasalannın hükmü altında olduğu gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Çünkü, burada da, bütün bireyler tarafından bilinçli olarak izlenen ereklere karşın, genel bir biçimde, yüzeyde, görünüşte hü­ küm süren raslantıdır. Ancak istenen erek çok seyrek olarak gerçekleşir; çoğunlukla, izlı;ınen ereklerin çoğu birbirleriyle çaprazlaşır ve birbirlerine karşı dururlar, ya kendileri önsel gerçekleşemez ereklerdir, ya da onlan gerçekleştirecek araç­ lar henüz yetersizdir. Böyle olduğu içindir ki, sayısız bireysel

235

irade ve eylemlerin çatışmalan tarihsel alanda, bilinçsiz doğa alanında hüküm sürmekte olana tıpatıp benzer bir du­ rum yaratır. Eylemlerin erekleri istenmiş ereklerdir, ama bu eylemleri gerçekten izleyen sonuçlar istenen sonuçlar değil­ lerdir, ya da başlangıçta gene de güdülen amaca uyar gibi görünseler de, sonunda istenmiş olanlardan bambaşka so­ nuçlara vanrlar. Böylece tarihsel olaylar da, aynı şekilde bü­ yük çapta raslantılann hükmü altında görünürler. Ama ras­ lantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç ya­ salann emri altındadır ve iş, yalmzca bu yasalan bulup orta­ ya koymaktır. İnsanlar, herbiri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçla­ nm izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi ta­ rihlerini yaparlar, ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunlann dıŞ dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse bura­ da da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade, tutku ile ya da düşünme ile belirlenir. Ama, kendileri de doğrudan tutkuyu ya da düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik nite­ liktedir. Bunlar, gerek dış nesneler, gerek ülküsel nitelikte güdüler, yani hırs, "gerçek ve adalet düşkünlüğü" , kişisel kin ya da her çeşitten salt kişisel hevesler olabilirler. Ama bir yandan tarih üzerinde etkili olan çok sayıda, bireysel irade­ nin, çoğunlukla, niyetlanilen sonuçlardan büsbütün başka sonuçlara -sık sık doğrudan karşıt sonuçlara- götürdükle­ rini, ve dolayısıyla, bunlann güdülerinin, vanlan sonal sonuç bakımından ancak ikincil bir önemleri olduğunu gör­ dük. öte yandan, bu güdülerin de arkasında gizli olan devin­ dinci güçlerin neler olduğunu ve etkin insaniann beyinlerin­ de hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine sorabilir insan. Bu soruyu, eski materyalizm hiçbir zaman ortaya koy­ madı. Bunun içindir ki, onun tarih anlayışı, bir tarih anlayı­ şı olduğu ölçüde, özünde kılgıcıdır (pragmatique); herşeyi ey­ lemin güdülerine göre yargılar, tarihsel bir etki meydana ge­ tiren insanlan soylu olan ve soylu-olmayan ruhlar olarak

236

ayınr, ve sonra da düzenli olarak soylulann hep aldandıkla­ nnı, soylu olmayaniann da galip geldiklerini saptar, eski materyalizme göre tarihin incelenmesinden hiçbir ders alı­ namayacağı düşüncesi de bundan ileri gelir, ve bize göre ise, tarih alanında, eski materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici güçlerin ardında ne oldugunu, de­ vindirici güçlerin kendi devindiricilerinin de neler olduk­ l annı inceleyeceğine, tarihte etkin ülküsel (ideales) devindi­ nci güçleri son nedenler olarak alır. Tutarsızlık, ülküsel devindinci güçleri tanımakta değildir, ama onlann belirleyi­ ci nedenlerine kadar daha ilerilere gitmemektedir. Buna karşı-lık, tarih felsefesi, özellikle Hegel tarafından sunul­ duğu biçi-miyle, görünürdeki güdülerin ve ayrıca tarihte in­ sanlann eylemlerini gerçekten belirleyen güdülerin tarihsel olayiann hiç de son nedenleri olmadıklannı ve bu güdülerin gerisinde başka belirleyici güçlerin bulunduğunu ve asıl bun­ lann araştınlmasının sözkonusu oldugunu kabul eder; ama o, bunlan, tarihin kendisinde araştırmaz, onlan daha çok dışa-ndan, felsefi ideolojiden alır, tarihe sokar. Hegel, örneğin, Eski Yunanlılann tarihini kendi öz iç zincirlanişi ile açıkla-yacağı yerde, kısaca, bu tarihin, "güzel kişiliğin biçimleri"nin işlenip hazırlanm asından ve "sanat yapıtı"nın sanat yapıtı olarak gerçekleşmesinden başka bir şey ol­ madığını söyler. Bu nedenle, Eski Yunanlılar üzerine pek çok güzel ve derin şeyler söyler, ama bu, bizim, bugün, bir sözden fazla bir şey olmayan böyle bir açıklamayla artık ye­ tinemememize engel olmaz. Dolayısıyla, insaniann tarihsel eylemlerinin güdüleri ar­ dında - bilerek ya da bilmeyerek, belirtmek gerekir ki çok kez bilmeyerek- bulunan ve gerçekte tarihin sonal devindi­ rİcİ güçlerini meydana getiren devindinci güçleri araştırmak sözkonusu ise de, ne kadar ünlü, ne kadar sivrilmiş olurlar­ sa olsunlar, bireylerin güdüleri, büyük yığınlan, tümüyle halklan ve her halk içinde de bütün kitlesiyle sınıflan hare­ kete geçiren güdüler kadar ve gene bu geniş yığınlan geçici bir kaynaşmaya, çabucak sönen saman alevi gibi parlamaya

237

değil de kalıcı, sürekli büyük bir tarihsel dönüşümle sonuç­ lanan bir eyleme götüren güdüler kadar sözkonusu olamaz­ lar. Burada, açık ya da bulanık bir biçimde, do�dan ya da ideolojik ve hatta tannsallaştınlmış bir biçimde, eylem ha­ lindeki yığınlaniı ya da onlann liderlerinin -büyük adam denilenler bunlardır- düşüncesinde bilinçli güdüler olarak yansıyan devindinci nedenleri aydınlığa çıkarmak - işte bizi başka başka çağlarda ve başka başka ülkelerde olduğu gibi tarihin tümü üzerinde de egemen olan yasalann izi üzerine götürebilecek tek yol budur. İnsanlan harekete geçi­ ren ne varsa, hepsi zorunlu olarak onlann beyninden geçer, ama bunun beyinde alacağı biçim, koşullara çok bağlıdır. İş çiler, 1848'de, Ren bölgesinde yaptıklan gibi makineleri ar­ tık basitçe kınp dökmüyorlar, ama o günden bu yana kapita­ list makineleşmeyle hiç de uzlaşmış değildirler. Ama, daha önceki bütün dönemlerde, tarihin bu devindi­ nci nedenlerinin araştıniması -bağlann ve bunlann etkile­ rinin içiçe geçmiş olmalan durumundan ve örtülü nitelikleri yüzünden- hemen hemen olanaksız olduğu halde, çağımız, bu zincirienişleri o kadar yalmlaştırmıştır ki, bilmece çözüle­ bilmiştir. Geniş-ölçekli sanayinin utkusundan beri, yani en azından 1815 banş antlaşmalanndan bu yana, İ ngiltere'de bütün siyasal savaşımın, iki sınıfın, toprak aristokrasisi (landed aristocracy) ile buıjuvazinin (middle class) egemen­ lik iddialannın çevresinde döndüğü hiç kimse için bir sır değildir. Fransa'da, Bourbonlann geri dönüşü iledir ki, aynı olgunun bilincine vanlmıştır; Thierry'den, Guizot, Mignet, ve Thiers'e kadar, Restorasyon döneminin tarihçileri, her yerde, bunu, ortaçağdan bu yana bütün Fransız tarihini an­ lamaya izin veren anahtar olarak gösterirler. Ve, 1830'dan beri de, işçi sınıfı, proletarya, bu iki ülkede iktidar için sava­ şan bir üçüncü rakip olarak tanınmıştır. Durum o kadar ya­ lınlaşmıştı ki, bu üç büyük sınıfın savaşırolannda ve onlann çıkarlannın çatışmasında modern tarihin devindinci gücünü -hiç değilse bu en ileri iki ülkede- görmemek için kasıtlı olarak gözlerini kapamak gerekiyordu.

238

Ama bu sımflar nasıl oluşmuştu? lık bakışta, önceden fe­ odal olan büyük toprak mülkiyetinin kökeni, hala -hiç de­ ğilse başlangıçta- siyasal nedenlere, zor yoluyla kendine maletmeye atfedilebilirse de, bu, burjuvazi ve proletarya için geçerli değildi. Burada, iki büyük sımfin kökeni ve gelişmesi, açık ve elle tutulabilir bir biçimde, salt ekonomik nedenler­ den ileri gelmiş olarak görünüyordu. Ve toprak mülkiyeti ile burjuvazi arasındaki savaşımda, bir o kadar burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımda da, en başta ekonomik çıkariann sözkonusu olduğu da besbelliydi; siyasal iktidar, ancak bu çıkariann gerçekleşmesine basit bir araç olarak hizmet etmek durumundaydı. Burjuvazi ve proletarya, her ikisi de, ekonomik koşullann, daha dogTusu üretim tarzımn dönüşümü sonucu oluşmuşlardı. Bu dönüşüm, ilkin lonca tezgahından manüfaktüre, manüfaktürden de makineler kullanan, su buhan ile işleyen ve bu iki sımfı geliştirmiş olan geniş-ölçekli sanayiye geçiştir. Bu gelişmenin belli bir aşamasında, burjuvazi tarafından harekete geçirilen yeni üretici güçler -en başta işbölümü ve pek çok sayıda dağımk işçilerin bir tek manüfaktür içinde biraraya toplanmalan-, bu güçler tarafindan yaratılan değişim koşullan ve gerek­ sinmeler, tarihten gelen ve yasalann onayladığı mevcut üre­ tim düzeniyle, yani feodal toplumsal düzenin lonca ayncalık­ lanyla ve sayısız kişisel ve yerel (ayncalıklı olmayan kat­ manlar için de o ölçüde engel meydana getiren) ayncalıklar­ la bağdaşmaz duruma geldiler. Burjuvazi tarafindan temsil edilen üretici güçler feodal toprak sahipleri ve lonca ustalan tarafindan temsil edilen üretim düzenine karşı ayaklandılar. Sonuç biliniyor: feodal bağlar, İngiltere'de derece derece, Fransa'da bir hamlede kopanldı, Almanya'da süreç henüz tamamlanmadı. Ama nasıl ki gelişmenin belli bir aşamasın­ da, manüfaktür, feodal üretim tarzı ile çatışmaya girdiyse, şimdi de aym şekilde, geniş-ölçekli sanayi, feodal üretimin yerini alan burjuva üretim düzeni ile çatışmaya girmiştir. Bu düzenle, kapitalist üretim tarzımn dar çerçevesiyle bağ­ lanmış bulunan bu sanayi, bir yandan tümüyle halkın büyük

239

yığımmn gittikçe artan proleterleşmesine yolaçarken, öte yandan gittikçe daha önemli miktarda sürümü olanaksız ürün yaratır. Aşın üretim ve yığınlann yoksulluğu, herbiri ötekinin nedeni olmak üzere, işte üretim tarzının sonucu olan ve kaçımlmaz olarak onun dönüşmesi yoluyla üretici güçlerin özgürlüğünü gerektiren anlamsız çelişki budur. Öyleyse, hiç değilse modem tarihte, bütün siyasal sava­ şımlann sımf savaşımlan olduklan ve sımflann bütün kur­ tuluş savaşımlannın, zorunlu olan siyasal biçimlerine karşın -çünkü her sınıf savaşıını bir siyasal savaşımdır- son tah­ lilde ekonomik kurtuluş sorunu çevresinde döndükleri tamt­ lanınıştır. Dolayısıyla, devlet -siyasal düzen- hiç değilse burada, ikincil öğeyi, ve sivil to plum -ekonomik ilişkiler alam- belirleyici öğeyi oluşturur. Hegel'in de onayladığı es­ ki geleneksel anlayış, devleti belirleyici öğe, sivil toplumu ise bu birincisi tarafından belirlenen öğe olarak görüyordu. Gö­ rünüşte böyledir. Nasıl ki tek başına bırakılmış bir insanda, faaliyetlerinin bütün devindinci güçleri, onu harekete geçir­ mek için zorunlu olarak beyninden geçmeli, onun iradesinin dürtülerine dönüşmeliyse, aynı şekilde sivil toplumun bütün gereksinmeleri de -iktidardaki sınıf hangisi olursa olsun­ herkese kendilerini yasa biçiminde dayatmalan için devletin iradesinden geçmelidirler. İşin kendiliğinden anlaşılan bi­ çimsel yanı budur; sorun, yalmzca salt biçimsel olan bu ira­ denin -bireyin olduğu gibi devletin iradesinin de- içeriği­ nin ne olduğu ve bu içeriğin nereden geldiğini, neden özellik­ le şu şeyin değil de bu şeyin istendiği sorunudur. Eğer bu­ nun nedenini arayacak olursak, modem tarihte, devlet irade­ sinin, bütünü içinde, sivil toplumun değişken gereksinmeleri ile, şu ya da bu sınıfın üstünlüğüyle, son tahlilde, üretici güçlerin ve değişim ilişkilerinin gelişimiyle belirlendiğini bu­ l uruz . Ama eğer bizim modem çağımızda bile, devlet, çok bü­ yük üretim ve iletişim araçlanyla, bağımsız bir gelişmesi olan bağımsız bir alan oluşturmuyorsa, ve eğer tersine, onun gelişmesi gibi varlığı da, son tahlilde, toplumun ekonomik

240

varlığının koşullanyla açıklanıyorsa, bu durum, insaniann maddi yaşamının üretiminin henüz bu zengin kaynaklardan yararlanamadığı ve dolayısıyla bu üretimin zorunluluğunun insanlar üzerinde daha da büyük bir egemenlik kurmuş bu­ lunduğu bütün daha önceki dönemler için çok daha doğru ol­ malıdır. Eğer, bugün hala geniş-ölçekli sanayi ve demiryol­ lan çağında, devlet, özünde, üretim üzerinde egemen olan sı­ nıfın ekonomik gereksinmelerinin yoğunlaşmış biçimde yan­ sısından başka bir şey de�ilse, bir insan kuşağının maddi ge­ reksinmelerinin karşılanması için bütün yaşamının bugün bizim verdi�mizden çok daha büyük bir bölümünü ayırmak zorunda olduğu ve dolayısıyla ekonomik gereksinmelere bu­ gün bizim olduğumuzdan daha da bağımlı bulunduğu dö­ nemde, egemen sınıfın ekonomik gereksinmelerinin daha bü­ yük ölçüde bir yansısı olmalıydı. Geçmiş ça�lann tarihinin incelenmesi, konunun bu yönüyle ciddi olarak u�aşıldığında bunu gere�nden fazla doğTul.ar. Ama açık ki, bunu şimdi bu­ rada işleyemeyiz. Eğer devlet ve kamu hukuku, ekonomik ilişkilerle belir­ lenmiş iseler, aslında belli koşullar içinde bireyler arasında varolan normal ekonomik ilişkileri onaylamaktan başka bir şey yapmayan medeni hukuk için de bu durum elbetteki ay­ nıdır. Ama bunun oluş biçimi çok çeşitli olabilir. İngiltere'de olduğu gibi, bütün ulusal gelişmeye uygun olmak üzere, eski feodal hukuk biçimleri, büyük bölümüyle onlara buıjuva bir içerik vermek, hatta doğrudan feodal adına buıjuva bir an­ lam yakıştırmak suretiyle alakonulabilir, ama aynca, batı Avrupa kıtası üzerinde olduğu gibi, dünyada meta üreticisi bir toplumun ilk dünya hukuku olan Roma hukuku. basit meta sahipleri arasındaki bütün belli başlı hukuksal ilişkile­ ri (satıcı ve satın alıcı, borçlu ve alacaklı, sözleşme, hisse se­ nedi vb. ) kıyaslanamayacak kadar hassas işleyişi ile birlikte temel olarak alınabilir. Bunu yaparken de henüz küçük­ buıjuva ve yan-feodal bir toplumun yaran için, bu hukuk, ya adli uygulama yoluyla basit olarak bu toplumun düzeyine getirilir (kamu hukuku), ya da sözümona bilgili ve ahlakçı

241

hukukçulann yardımıyla yeniden elden geçirilir ve o toplum­ sal duruma uygun düşen, bu koşullarda hukuk açısından bile kötü olacak ayn bir yasa haline getirilebilir (Prusya hu­ kuku). Ama bir de, büyük bir buıjuva devrimden sonra, gene tam bu Roma hukuku temel alınmak üzere, Fransız medeni yasası kadar klasik olan bir buıjuva toplum yasası hazırla­ nabilir. Dolayısıyla, buıjuva hukukunun hükümleri, toplu­ mun ekonomik varlık koşullannın hukuksal bir biçimde ifa­ desinden başka bir şey değilse de, bu, koşullara göre, iyi ya da kötü bir şekilde yapılabilir. Devlet, kendini insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar bize. Toplum, dış ve iç saldınlara karşı ortak çıkarla­ nnı savunmak üzere kendisi için bir organizma yaratır. Bu organizma devlet iktidandır. Devlet daha doğar doğınaz, kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın orga­ nizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğ­ rudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur. Ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı savaşımı, zorunlu olarak siyasal bir savaşım haline, ilkin bu sınıfın siya­ sal egemenliğine karşı yürütülen bir savaşım haline gelir; bu siyasal savaşımın ekonomik temeli ile olan ilişkisinin bilinci bulanıklaşır, ve hatta büsbütün kaybolabilir. Bu savaşıma katılanlarda tamamıyla kaybolmasa bile, tarihçilecin kafa­ sında hemen hemen her zaman kaybolur. Roma Cumhuriye­ tinin bağnndaki savaşırnlara ilişkin bütün eski kaynaklar içersinde, gerçekte sözkonusu olan şeyin toprak mülkiyeti ol­ duğunu bize açıkça ve kesinlikle söyleyen tek kaynak Ap­ pien'dir. Şu var ki, devlet bir kez toplum karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de, artık yeni bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku kuramcılan, özel hu­ kukçular, gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağiantıyı hiley­ le örtbas ederler. Her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklanndan, ve aynı zamanda, daha önceden yü­ rürlükte olan bütün hukuk sistemini hesaba katmak gerek-

242

·

tiğinden, hukuksal biçim her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır. Kamu hukuku ve özel hukuk, kendi bağımsız tarihsel gelişmeleri olan, kendi başia­ nna sistemli bir açıklamaya elverişli ve bütün iç çelişkilerin tutarlı bir biçimde elenmiş olmalan nedeniyle böyle sistemli bir açıklamadan vazgeçemeyen özerk alanlar olarak ele alı­ nırlar. Daha da yüksek, yani kendi maddi ekonomik temellerin­ den daha da uzaklaşmış ideolojiler, felsefe ve din biçimini alırlar. Burada, tas arımiann kendi maddi varlık koşullan ile bağlantısı, aracı halkalar yüzünden, gittikçe daha karmaşık, gittikçe daha karanlık bir durum alır. Ama, gene de bu bağ­ lanb vardır. Nasıl ki, bütün Rönesans çağı, 15. yüzyılın orta­ lanndan bu yana, kentlerin, dolayısıyla buıjuvazinin özsel bir ürünü olduysa, o zamandan beri uykusundan uyanmış olan felsefe de aynı şekilde buıjuvazinin ürünü olmuştur. Felsefenin içeriği, aslında büyük buıjuvazi haline gelen kü­ çük ve orta buıjuvazinin gelişmesine uygun düşen fikirlerin felsefi ifadesinden başka bir şey değildi. Ekonomi politikçi ol­ duklan kadar felsefeci de olan son yüzyılın İngiliz ve Fran­ sızlannda bu durum açıkça ortaya çıkar, ve Hegel okulunun durumuna gelince, bunu daha yukanda göstermiştik. Bununla birlikte, din üzerinde biraz daha duralım, çün­ kü maddi yaşamdan en uzak olan ve ona en yabancı görünen dindir. Din, henüz ağaç üzerlerinde yaşadıklan çok eski çağ­ larda, insanlann, kendi doğalanna ve kendilerini kuşatan dış doğaya ilişkin en ilkel yanılgılanyla dolu tasanmlann­ dan doğmuştur. Ama her ideoloji, bir kere oluştuktan sonra, verilmiş belli tasarİm öğeleri temeli üzerinde gelişir ve on­ lan işlemeye devam eder; yoksa o bir ideoloji olamazdı, yani fikirleri, bağımsız bir biçimde gelişen ve yalnız kendi öz ya­ salarına bağlı olan özerk kendilikler olarak ele alamazdı. Be­ yinleri içinde bu zihinsel sürecin sürüp gittiği insanlann maddi yaşam koşullannın, sonunda, bu süreci belirlediği, bu kişiler için zorunlu olarak bir bilinmez olarak kalır, yoksa bu, bütün ideolojinin sonu olurdu. Bundan dolayı, akraba

243

her halk grubu için çoğu kez ortak olan bu ilkel dinsel ta­ sanmlar, bu grubun bölünmesinden sonra, her halk, kendi payına düşen varlık koşuHanna göre, özel bir biçimde gelişir, ve bu süreç, bir dizi halk gruplannın, özellikle de ari grubun (Hint-Avrupa grubunun) karşılaştırmalı mitolojileri ile ay­ nntılı bir biçimde ortaya konmuştur. Her halkta bu biçimde oluşan tannlar, egemenlikleri, korumak zorunda olduklan ulusal topraklann smırlannı aşmayan ulusal tannlardı ve bu ulusal topraklarm sınırlan ötesinde başka tannlar itiraz kabul etmeyen bir egemenliğe sahiptiler. Bu tannlar da, an­ cak, ulus varlığını sürdürdüğü sürece tasarımda yaşamlannı sürdürebiliyorlardı; ve ulusla birlikte onlar da kayboldular. Eski uluslann bu yok oluşuna, Roma imparatorluğunun or­ taya çıkışı yolaçtı; biz, burada, Roma imparatorluğunun ku­ ruluşunun ekonomik koşullanm inceleme durumunda deği­ liz. Eski ulusal tannlar, yalnızca Roma sitesinin dar sınıria­ nna göre yontulmuş olan Roma tannlan bile, geçersiz hale geldiler. Dünya imparatorluğunu evrensel bir dinle tamam­ lamak gereksinmesi, Roma'ya, yerli tannlann yanında, bi­ razcık saygıya değer bütün yabancı tannlan da kabul ettir­ mek ve onlara birer tapmak sağlamak ereğiyle yapılan giri­ şimlerde açıkça kendini gösteriyordu. Ama yeni bir evrensel din, bu şekilde, imparatorluk kararnameleri ile yaratılamaz. Yeni evrensel din, hıristiyanlık, daha o zamandan, genelleş­ miş doğu tannbilimi, özellikle musevi tannbilimiyle, bir de halk arasmda yayılmış biçimiyle Yunan felsefesinin, özellik­ le de stoacılığın birleşmesi sonucu gizli olarak oluşmuştu bile. Hıristiyanlığın başlangıçtaki görünümünü bilmek için, herşeyden önce, çok ayrıntılı, titiz araştırmalara girişrnek gerekir, çünkü hıristiyanlığın bize aktanlan resmi biçimi, onun devlet dini haline geldiği ve İznik Konsili 170 tarafından bu amaca uyarlandığı zaman aldığı biçimiydi. Tek başına, doğuşundan ancak 250 yıl sonra devletin dini haline gelmiş olması bile, onun, çağının koşullanna uygun düştüğünü ta­ mtlamaktadır. Hıristiyanlık, ortaçağda, feodalite geliştikçe, tam bir feodal hiyerarşi ile birlikte feodaliteye uygun düşen

244

bir din haline dönüştü. Ve buıjuvazi ortaya çıktığı zaman, il­ kin Fransa'nın güneyinde Albi bölgesi halkı arasında, bu bölge kentlerinin en büyük bir gönenç içinde bulunduklan bir çağda, feodal katolikliğe karşı bir sapkınlık olarak pro­ testanlık gelişti. Ortaçağ, bütün öteki ideoloji biçimlerini : fel­ sefeyi, siyaseti, hukuk bilimini, tannbilimin bir eki haline getirmiş, bunlan tannbilimin birer altbölümü yapmıştı. Böy­ lece her toplumsal ve siyasal hareketi tannbilimsel bir biçim almaya zorluyordu; büyük bir fırtına koparmak için, yığınla­ nn yalmzca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlanm din­ sel bir kisve altında sunmak gerekiyordu. Nasıl ki, daha baş­ langıçtan itibaren, buıjuvazi, kentlerde mülk sahibi olmayan ve bilinen hiçbir katmana ait bulunmayan ve gelecekteki proletaryamn habercileri olan bir plebyenler, gündelikçiler ve her türlü hizmet görevlileri ordusunu yarattı ise, aym şe­ kilde, bu ilk mezhep de, bir ılımlı buıjuva mezhebi ve bir de bu buıjuva mezhebinden olaniann bile nefret ettikleri dev­ rimci plebyenler mezhebi olarak çabucak ikiye bölündü. Protestan mezhebinin yıkılmazlığı, yükselen buıjuvazi­ nin yenilmezliğine uygun düşüyordu; buıjuvazi yeteri kadar kuvvetlenince, o zamana kadar hemen hemen yerel bir nite­ liği olan feodal soyluluğa karşı savaşımı da ulus çapında bo­ yutlara varmaya başladı. İlk büyük eylem Almanya'da oldu; bu eyleme Reform adı verildi. Buıjuvazi, ayaklanan öteki katmanlan: kentlerin plebyenlerini, kırlann küçük soylu­ lanın ve köylüleri, ne kendi sancağı altında toplayabilecek kadar güçlü, ne de yeterince gelişmiş idi. llk yenilen soylu­ luk oldu; köylüler, bütün bu devrimci hareketin en yüksek noktasım meydana getiren bir isyanla ayaklandılar; kentler onlan yalnız bıraktı ve böylelikledir ki, devrim, prensierin ordulan karşısında dayanarnayıp ezildi, durumdan en büyük yaran da bu prensler elde ettiler. Bundan böyle, Almanya, üç yüzyıl boyunca tarihte özerk bir biçimde rol alan ülkeler safından silinecektir. Ama, Alman Luther'in yamnda bir de Fransız Calvin vardı. Calvin, tam bir Fransız katılığı ile Re­ formun buıjuva niteliğini ön plana koydu ve kiliseyi cumhu-

245

riyetleştirdi ve demokratlaştırdı. Lutherci reform, Alman­ ya'da olduğu yerde sayar ve ülkeyi yıkıma götürürken, kal­ venci reform, cumhuriyetçilere; Cenevre'de, Hollanda'da, İs­ koçya'da bir bayrak olarak hizmet etti. Hollanda'yı, İspan­ ya'nın ve Alman İmparatorluğunun boyunduruğundan kur­ tardı ve İngiltere'de gerçekleşmekte olan Buıjuva devrimi­ nin ikinci perdesinin ideolojik giysisini sağladı. Burada kal­ vencilik, çağın buıjuvazisinin çıkarlarının gerçek bir dinsel kılıfı olarak belirir, onun için 1689 devrimi, soyluluğun bir bölümü ile buıjuvazi arasında bir uzlaşmayla sonuçlandığı zaman, kalvencilik bütünüyle kabul edilmedi. İngiliz ulusal kilisesi, kralın papa olduğu daha önceki kataliklik biçimiyle değil de bir hayli kalvenleştirilmiş olarak yeniden kuruldu. Eski ulusal kilise, katoliklerin neşeli pazannı kutlamış ve kalvencilerin hüzünlü pazan ile savaşıiııştı, buıjuvalaşmış yeni kilise bugün hala İngiltere'yi süslemekte olan kalvenci pazan getirdi. Fransa'da, kalvenci azınlık, 1685'te ezildi,171 katolikliğe döndürüldü ya da ülkeden sürüldü. Ama bu neye yaradı? Daha o dönemde özgür düşüneeli Pierre Bayle işbaşındaydı, ve 1694'te Voltaire doğdu. Louis XIV'ün despotça tutumu, Fransız buıjuvazisi için, devrimini dine bulaşmadan salt si­ yasal bir biçimde, yani gelişmiş buıjuvaziye yaraşan tek bi­ çimde gerçekleştirmesini kolaylaştırmaktan başka bir işe ya­ ramadı. Ulusal meclislerde yer alanlar protestanların yerine özgür düşüncelHer oldu. Böylece hıristiyanlık son aşamasına girmiş bulunuyordu. Herhangi ilerici bir sınıfın özlemlerine gelecekte ideolojik bir kılıf hizmeti görecek yetenekten yok­ sun bir hale gelmişti; gitgide egemen sınıflann tekellerinde olan bir mülkiyet oldu, ki bu sınıflar, onu aşağı sınıfların diz­ ginlerini elde tutmak için basit bir yönetim aracı olarak kul­ lanıyorlardı. Şunu da kaydedelim ki, değişik sınıflann herbi­ ri kendine uygun gelen dini kullanır: toprak aristokrasisi ka­ tolik cizvitliğini ya da protestan ortodoksluğunu, liberal ve radikal buıjuvazi rasyonalizmi - ve bu baylann her birinin kendi dinlerine inanmalan ya da inanmamalan hiçbir şeyi

246

değiştirmez. Öyleyse görüyoruz ki, bütün ideolojik alanlarda gelenek büyük bir tutucu güç olduğu gibi, din de bir kez oluştuktan sonra, her zaman geleneksel bir öz içerir. Ama, bu özde mey­ dana gelen değişiklikier, sınıf ilişkilerinden, dolayısıyla bu değişiklikleri yapan insanlar arasındaki ekonomik ilişkiler­ den ileri gelir. Bu kadarı burada yeter. Buraya kadar söylediklerimizde, besbelli ki, ancak mark­ sist tarih anlayışının genel bir taslağını çizmek ve olsa olsa bazı aydınlatmalar yapmak sözkonusu olabilir. Bunun tanıt­ lanmasını gene tarihin kendisine dayanarak yapmak gerekir ve bu konuda şunu pekilla söyleyebilirim ki, başka yazılar bu anlayışı daha şimdiden yeterince sağ"lamlaştırmışlardır. Ama bu anlayış, tarih alanında felsefeye son vermiştir, tıpkı diyalektik doğa anlayışının da her çeşit doğa felsefesini ge­ reksiz olduğu kadar olanaksız kılması gibi. Her alanda, ar­ tık, kafasında birtakım zincirienişler kurup tasadamak de­ ğil, ama onlan olayların içinde bulup çıkarmak sözkonusu­ dur. Böyle yapılınca, doğ"adan ve tarihten sürüp atılan felse­ feye, ancak salt düşünce alanı, demek ki, düşünme sürecinin kendi yasalannın ögretisi, yani mantık ve diyalektik kalıyor, o da salt düşünce alanının hala varlığ"ını sürdürmesi ölçü­ sünde. 1848 devrimi ile birlikte "kültürlü" Almanya, teoriye yol verdi ve pratiğe geçti. El emeğine dayanan küçük sanayi ve manüfaktürün yerini, gerçek geniş-ölçekli sanayi aldı. Al­ manya dünya pazan üzerinde yeniden ortaya çıktı. Yeni kü­ çük Alman İmparatorluğu, 172 hiç değilse en göze batan bo­ zuklukları ortadan kaldırdı, bu bozukluklar yüzünden, o za­ mana kadar, küçük devletler sistemi, feodalitenin kalıntılan ve bürokratik ekonomi, bu gelişmeyi engellemişlerdi. Ama kurgu (speculation), tapınağ"ını hisse senedi borsasına kur­ mak üzere filozofun Çalışma odasından gitgide daha çok uzaklaştıkça, kültürlü Almanya, en büyük siyasal gerileme döneminde Almanya'nın şam olmuş olan o büyük teorik an-

24 7

layışını -elde edilen sonuç pratikte yararlanılabilir olsun ya da olmasın, polis yönetmenliğine karşı olsun ya da olmasın, salt bilimsel araştırma anlayışını- yitiriyordu. Kuşkusuz, resmi Alman doğabiliıni, özellikle ayrıntılı araştırmalar alanında, çağının düzeyinde kalmaktadır, ama daha şimdi­ den, Amerikan Science dergisi, haklı olarak, şimdiki halde, tek tek olguların büyük zincirienişleri ve bunlann yasa ola­ rak genelleştirilmesi alanındaki kesin ilerlemelerin, eskiden olduğu gibi artık Almanya'da değil, İngiltere'de çok daha faz­ la yapıldığına işaret ediyor. Ve felsefe de dahil, tarihsel bi­ limler alanında, eski uzlaşmaz teorik zihniyet, klasik felsefe ile birlikte, boş bir seçmeciliğe, karlyer ve gelir kaygıianna yer vermek, ve en bayağı bir ikbal avcılığına kadar düşmek üzere gerçekten tamamıyla yok oldu. Bu bilimin resmi tem­ silcileri, buıjuvazinin ve bugünkü devletin ilan edilmiş ideo­ logları oldular - ama buıjuvazinin de, devletin de, işçi sınıfı ile açıkça muhalefet. halinde olduklan bir dönemde. Ve ancak işçi sınıfı içindedir ki, Alman teorik zihniyeti dokunulmamış olarak durmaktadır. Onu oradan çıkanp at­ mak olanaksızdır; orada karlyer düşüncesi, kar peşinde koş­ ma düşüncesi, yukannın iyilikçi koruyuculuğu düşüncesi yoktur; tersine, bilim, ne denli uzlaşmazlıkla ve önyargısız olarak iş görürse, işçi sınıfının çıkarlan ve özlemleri ile o ka­ dar uyum içinde bulunuyor. Bütünüyle toplum tarihini anla­ maya olanak veren anahtarı, emeğin gelişmesinin tarihinde bulan yeni eğilim, hemen işçi sınıfına sesienmeyi yeğledi, resmi bilirnde ne aradığı ne de umduğu kavrayışı işçi sınıfında buldu. Alman işçi hareketi, klasik Alman felsefesi­ nin mirasçısıdır. F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınlan, Ankara 1992, s. 7-58.

248

[YlRMlBlRJ

HUKUKÇULAR SOSYALlZMtı7a FRİEDRlCH ENGELS

ORTAÇAGDA dünya anlayışı temelde tannbilimciydi. As­ lında içerde varolmayan Avrupa dünyası birliği, dışarda or­ tak düşman Sarrasin'lere* karşı hıristiyanlık tarafından ger­ çekleştirildi. Evrimleri süresince sürekli karşılıklı ilişkide bu­ lunan halklar grubu olan Avrupa dünyası birliğinin potası, katoliklik oldu. Bu tannbilimci toplaşma, düşünceler alanıyla sımrlanmadı. Y almzca birliğin monarşik merkezi olan papa­ mn kişiliğinde değil, aynı zamanda, herşeyden önce feodal ve hiyerarşik biçimde örgütlenmiş, ve toprağın yaklaşık olarak üçte-birinin sahibi olması sıfatıyla, her ülkede feodal örgüt­ lenme içinde çok büyük bir siyasal gücü elinde bulunduran kilise içinde de gerçek bir varlığı vardı. Feodal topraksahip­ liğiyle kilise, çeşitli ülkeler arasındaki gerçek bağdı, feodal örgütlenmesi dinsel olmayan feodal devlet sistemini dinsel olarak kutsuyordu. Ayrıca papazlar sımfı, tek eğitilmiş sımf* Ortaçağda Avrupalılann, Avrupalı ve Afrikalı müslümanlara verdik­ leri ad. -ç. 249

tı. Öyleyse her düşüncenin hareket noktasının ve temelinin kilise dogması olması gereği, do�al bir şeydi. Hukuk, do�abi­ limi, felsefe, her bilgiye uygulanan ölçü aynıydı: içeriği kilise­ nin öğretimleri ile uyuşuyor muydu, uyuşmuyor muydu? Ama feodalitenin bağrında burjuvazinin gücü gelişiyor­ du. Büyük toprak sahiplerine karşı yeni bir sınıf sahneye çı­ kıyordu. Kentlerin burjuvaları herşeyden önce ve yalmz ola­ rak meta üreticileriydi ve meta ticaretiyle geçiniyorlardı, oy­ sa feodal üretim tarzı esas olarak dar bir çemberin içinde oluşturulan ürünlerin doğrudan tüketimine dayamyordu bu tüketiciler, kısmen üreticilerden, kısmen de haraç alan fe­ odallerden oluşuyordu. Feodalizmin ölçülerine göre biçilmiş katolik dünya anlayışı, bu yeni sınıfa ve onun üretim ve de­ ğişim koşuHanna artık yeterli gelemezdi. Bununla birlikte, o da oldukça uzun bir zaman mutlak güçlü tannbilimin tutsa­ � olarak kaldı. ünüçüncü yüzyıldan onyedinci yüzyıla ka­ dar, dini sloganlar altında yürütülen bütün reformlar ve savaşımlar, teorik yönden, eski tannbilimci dünya anlayışım yeni ekonomik koşullara ve yeni sınıfin durumuna uygun du­ ruma getirmek için burjuvazinin ve kent halkımn ve bunla­ nn müttefikleri olan isyancı köylülerin yinelenmiş girişimle­ rinden başka bir şey değildiler. Ama bu yürümüyordu. Din­ sel sancak İngiltere'de son kez olarak 17. yüzyılda dalgalan­ dı ve, ancak elli yıl sonra buıjuvazinin klasik yeni kavramı hukuksal dünya anlayışı Fransa'da açıkça sahneye çıktı. Bu anlayış, tannbilimci anlayışın dünyasallaştınlmasıy­ dı. Dogmanın, tannsal hukukun yerini insan hukuku, kilise­ nin yerini devlet alıyordu. Kilise onlara onayım veriyor diye, eskiden kilise ve dogma tarafından yaratılmış gibi kabul edi­ len ekonomik ve toplumsal ilişkiler, şimdi hukuk üzerine ku­ rulmuş ve devlet tarafından yaratılmış olarak kabul ediliyor­ du. Metaların özellikle avans ve kredi vererek toplum ölçe­ ğinde ve tam gelişme içinde kolaylaştınlan değişimi, karşı­ lıklı sözleşmeye dayanan karmaşık ilişkiler doğuruyor, ve dolayısıyla ancak topluluk tarafından belirlenebilecek genel düzeyde kurallar -devlet tarafından saptanan hukuksal 250

normlar- gerektirdiki. için, bu hukuksal normlann kaynağı­ mn ekonomik olgular olmadığı, onlann devlet tarafından resmi olarak ortaya konulduğu samlıyordu. Ve, serbest meta üreticileri arasındaki ilişkilerin temel biçimi, en büyük dü­ zenleyici rekabet olduğu için, yasa önünde eşitlik, buıjuvazi­ nin savaş çıg-lığı haline geldi. Bu yükselen sınıfın, feodal bey­ lere ve o zaman onlan korumakta olan mutlak monarşiye karşı savaşımı, her sınıf savaşımı gibi zorunlu olarak siyasal bir savaşım, devlete sahip olmak için bir savaşım olmak zo­ rundaydı, ve bu zorunlu olarak hukuksal taleplerin yerine getirilmesi için bir savaşımdı: bu olgu, hukuksal dünya an­ layışının sag-lamlaşmasına katkıda bulundu. Ama buıjuvazi, kendi negatif eşini, proletaryayı, ve onunla birlikte daha siyasal iktidan bütünüyle eline geçir­ meden patlak veren yeni bir sınıf savaşımını yarattı. Nasıl ki eskiden burjuvazi, soyluluğa karşı savaşımında geleneğe uygun olarak tannbilimci dünya anlayışını belli bir süre da­ ha beraberinde sürüklediyse, başlangıçta proletarya da has­ mından hukuksal kavramlan aldı ve buıjuvaziye karşı bura­ dan silahlar sag-lamaya çalıştı. lık proleter siyasal oluşumlar gibi bunlann teorisyenleri de, salt "hukuksal olan" üzerinde durdular: tek fark, onlann hukuksal alanlannın buıjuvazi­ ninkiyle aynı olmayışıydı. Bir yandan eşitlik istemi genişle­ tilmişti: hukuksal eşitlik toplumsal eşitlikle tamamlanma­ lıydı; öte yandan, Adam Smith'in önerilerinden -ki Smith'e göre bütün zenginliki-n kaynağı emektir, ama emeki-n ürünü, emekçiyle toprak sahibi ve kapitalist arasında pay edilmeli­ dir- bu paylaşmanın haksız olduğu ve, ya kaldınlması ya da en azından emekçiler lehine değiştirilmesi gerektiki. sonu­ cu çıkanlıyordu. Ama bu sorunu, yalnız "hukuk" alanında bırakarak, burjuva-kapitalist üretim tarzı, yani geniş-ölçekli sanayiye dayanan üretim tarzı tarafından oluşturulmuş kö­ tülüklerin hiç de ortadan kaldınlamayacağı duygusu, daha o zaman ilk sosyalistlerde -Saint-Simon, Fourier ve Owen­ en önemli kafalan hukuksal-siyasal alanı tümüyle bir yana bırakınaya ve bütün siyasal savaşımın verimsiz olduğunu

251

ilan etmeye götürdü. Bu anlayışlardan ne biri, ne de öteki, işçi sınıfının ekono­ mik durumunun doğurduğu kurtuluş özlemlerini tatmin edici bir biçimde ifade etmeye ve bütünüyle özetlemeye yetiyordu. Emeğin tüm ürününün istemi gibi eşitlik istemi de, hukuksal alan üzerinde, onlar ayrıntılı olarak formüle edilmeye çalışı­ lır çalışılmaz içinden çıkılmaz çelişkiler içinde kayboluyorlar ve sorunun dügümüne, üretim tarzının değişmesine ya hiç değinmiyarlar ya da çok az değiniyorlardı. Büyük ütopyacı­ lar, siyasal savaşımla birlikte, sınıf savaşımını da reddediyor­ lar, ve buradan, çıkarlannı savunduklan sınıf için olanaklı olan tek hareket biçimini de reddetmiş oluyorlardı. Bu iki an­ layış, varlıklannı borçlu olduklan tarihsel arka-planı hesaba katmıyordu; ikisi de duygulara ça�da bulunuyordu; birisi hukuk duygusuna, öteki insanlık duygus\ına ça�da bulunu­ yordu. İkisi de istemlerini sofuca dilekler biçiminde sunuyor­ lardı; bu dilekierin niçin bin yıl önce ya da bin yıl sonra değil de, tam o zaman gerçekleşeceğini kimse söyleyemezdi. Feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüş­ mesiyle üretim araçlan üzerinde bütün mülkiyetten soyut­ lanmış olan, ve bu soydan geçme proleterleşme durumu için­ de kapitalist üretim sisteminin mekanizmasıyla durmadan yeniden üretilen işçi sınıfı için, buıjuvazinin hukuki yanılsa­ ması işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetemez. İşçi sınıfının kendisi, ancak, şeylere kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmış gözlükler olmadan bakarsa, bu durumu tam olarak tanıyabilir. İşte Marx, materyalist tarih anlayışıyla, insaniann bütün hu­ kuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlil­ de onlann ekonomik yaşam koşullanndan, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiklerini kanıtlayarak, işçi sımfina bu iş için yardım etti. Burada, proletaryaya, yaşam ve sava­ şım koşullanna uygun düşen dünya anlayışını sağlıyordu; emekçilerin mülk yokluğuna ancak kafalannda hayal yok­ luğu uygun gelebilirdi. Ve bu proleter dünya anlayışı, şimdi dünya turu yapıyor . . .

252

[YIRMtlKl] JOSEPH BLOCH'A MEKTUPı74 (LONDRA, 2 1-22 EYLÜL 1890)

FRlEDRlCH ENGELS

Sayın Bay, 3 Eylül günlü mektubunuz , ardımdan Folkestone'a geldi, ama sözkonusu kitap elimde olmadığı. için mektubunuzu ya­ mtlayamadım. 12'sinde eve döndüğümde, orada o kadar bü­ yük ivedi işler yığı.myla karşılaştım ki, size, ancak bugün birkaç satır yazabiliyorum. Bunlan, gecikmemi açıklamak için yazıyor ve beni bağı.şlamanızı diliyorum. Ad. L İlkin Köken inı75 19. sayfasında şunu göreceksiniz: orada, Punalua ailesinin gelişme süreci o kadar yavaş olarak gösterilmiştir ki, bu yüzyılda, Hawai'de krallık ailesi içinde (aynı anadan doğma) erkek ve kızkardeşler arasında evlilik­ ler olmuştur. Ve bütün antikçağda, örneğin, Ptolemenlerde, erkek ve kızkardeşler arasında evlilik örnekleri buluyoruz. Ama daha sonra analan tarafindan kardeş erkek ve kız olan­ larla babalan tarafin dan kardeş erkek ve kız olanlar arasın-

253

da aynrn yapmak gerekiyor; Yunanca "adelphos", "adelphe"* " delphos tan, yani dölyatağından gelmektedir, ve başlangıç­ ta yalnızca ana aynı, baba ayn dölyatağına ilişkin erkek kar­ deşler ve kızkardeşler anlarnındadır. Ve, aynı anadan ayn babalardan olan çocuklann, aynı babadan ayn analardan olan çocuklardan daha yakın akraba olduğu duygusu, anaer­ kil dönernden sonra uzunca bir süre kendini korudu. Ortak­ laşa aile biçimi, yalnızca aynı anadan ayn babalardan olan çocuklar arasındaki evlilikleri yasaklar; o zamanın düşünce­ lerine göre (analık hukuku kurallan benimsenmiş olduğu için) hatta hiç akraba sayılınayan aynı baba ayn analardan olma çocuklar arasındaki evlilikleri yasaklarnaz. Bildiğim kadanyla, eski Yunan'da ortaya çıkan erkek ve kız kardeş arasındaki evlilik dururnlan, ya o kişilerin analannın ayn olduğu durumlarla, ya da aynı anadan olma olgusunun bilin­ ınediği, öyleyse o da kural-dışı olmayan durumlarla, dolayı­ sıyla ortaklaşa aile adetiyle hiç de çelişkiye düşmeyen du­ rumlarla sınırlıdır. Sizin özellikle gözönünde tutmayı unut­ tuğunuz şey, ortaklaşa dönem ile Yunan tekeşliliği arasında, olayı önemli bir biçimde değiştiren anaerkillikten ataerkil­ liğe olan atlayıştır. Wachsrnuth'un Hellenische Alterthümer adlı kitabına göre, ı76 Yunanistan'ın kahramanlık çağında, "ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkiler hariç, evlilerin çok yakın bir ak­ rabalığıyla ilgili titizlik izi bile yoktur" (Il. bölüm, s. 157). "Kendi öz kızkardeşiyle bir evlilik Girit'te uygunsuz bir şey değildir" (lbid. , s. 170). Sonuncusu, Strabon'un X. kitabın­ dandır, ama kötü bölümleme nedeniyle şu anda pasajı bula­ mıyorum. ı 77 Öz kızkardeşle, tersi kanıtlanana değin baba ta­ rafından kızkardeşleri anlıyorum. Ad. II. Birinci, asıl tümcenizi şöyle niteliyorurn. Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici et­ ken, sonal olarak, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üreti­ midir. Ne Marx, ne de ben, hiçbir zaman daha fazlasını ileri sürrnedik. Sonradan, herhangi biri, ekonomik etken belirle"

* Erkekkardeş, kızkardeş. -ç. 254

yici tek bir etkendir dedirtmek için bu önerınenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama, çeşitli üstyapı öğeleri -sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçlan- savaş bir kez kazamldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırla­ nan anayasalar vb. - hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımiara katılaniann beynindeki yansımalan, si­ yasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışlan ve bunlann daha sonraki dogmatik sistemler halinde gelişmeleri, hepsi de tarihsel savaşımiarın gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda a�r basarak onun biçimini belirlerler. Bütün bu öğeler arasında bir etkileşim vardır, bu etkileşim de bütün sonsuz ilinekler (accidents) (yani aralanndaki içbağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız oldu­ ğundan yok sayılan ve aınınsanmayan şeyler ve olaylar) yı�­ m arasında, ekonomik devinim, sonunda kendisini olurla­ mak zorundadır. Yoksa, teorinin herhangi bir tarihsel döne­ me uygulanması, kanımca, birinci dereceden basit bir denk­ lemi çözmekten daha kolay olurdu. Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz , ama herşeyden önce belirli öncüllerle birlikte ve belirli koşullar içinde. Bu koşullar arasında en sonunda belirleyici olanlar, ekonomik koşullardır. Ama siyasal koşullar vb. , hatta insaniann beyin­ lerine musaHat olan gelenek bile, kesin olmasa da, gene bir rol oynar. Prusya devletini oluşturan ve onun gelişmesini sürdüren de, gene tarihsel ve son aşamada ekonomik neden­ lerdir. Ama, bilgiçlik taslamadan, kuzey Almanya'nın bir sürü küçük devleti arasında, kesinlikle Brandenburg'un, daha başka etkenlerle değil de (herşeyden önce Prnsya'ya sa­ hip olmak yüzünden Brandenburg'un Polonya işlerine sü­ rüklendiği ve Polonya işleri dolayısıyla Avusturya sarayının gücünün oluşmasında da kesin rol oynayan uluslararası si­ yasal bağlantılara girdiği koşullar yüzünden değil de) ekono­ mik zorunluluk dolayısıyla, ekonomide, dilde ve Reformdan beri de dinde, kuzey ile güney arasındaki aynlı�n kendisin­ de cisimleştiği büyük bir güç haline gelmeye aday olduğunu

255

ileri sürmek kolay olmayacaktır. Her küçük Alman devleti­ nin geçmişteki ve bugünkü varlı�nı ya da Südet sıradallan zincirinin oluşturduğu coğrafi sınır çizgisini ta Tunus'a ka­ dar uzatan, bu çizgiyi bütün Almanya'yı kesen gerçek bir çatlak durumuna getirecek kadar genişleten kuzey Alman lehçesindeki de�şmenin kökeni, gülünç olmadan, kolay ko­ lay ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Ama, ikinci olarak, tarih, öyle ki, sonal sonucun her za­ man sayısız büyük bireysel iradelerin çatışmalannın açıg-a çıkmasıyla gerçekleşir, bu iradelerin herbiri de, o bulunduğu haliyle, bir yı�n özel varlık koşullan tarafından yaratılmış­ tır; demek ki, burada karşılıklı olarak birbirlerine karşı ko­ yan pek çok güç vardır, bu güçlerin meydana getirdikleri sonsuz bir paralelkenar grubu vardır, ki buradan, bir bütün olarak bilinçsiz ve kör bir biçimde işleyen bir gücün ürünü gibi görülebilecek bir bileşke -tarihsel olay- ortaya çıkar. Çünkü her bireyin istedig-i şeyi, başka herhangi bir birey en­ geller ve sonuçta ortaya çıkan şey, hiç kimsenin istememiş olduğu şeydir. lşte böyle, tarih, günümüze dek, bir dog-a sü­ reci gibi akar gelir ve, öz olarak, dog-a ile aynı hareket yasa­ lanna bag-h bulunur. Ama -herbiri kendi fizik yapısının, dış koşulların, son aşamada ekonomik koşulların (ya kendi kişi­ sel koşullarının ya da genel toplumsal koşullann) kendisini itti� şeyi isteyen- çeşitli iradelerin istedikleri şeye ulaşa­ mayıp genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaşmala­ nndan, bunlann sıfıra eşit olduklan gibi bir sonuç çıkarma­ ya hakkımız yoktur. Tam tersine, onlann herbiri bileşkeye katkıda bulunur ve bu sıfatla onda içerilmiş durumdadır. Ayrıca, sizden, bu teoriyi ikinci elden deg-il de kendi asıl kaynaklarından incelemenizi rica ederim, gerçekten bu çok daha kolay bir şey. Marx, bu teorinin rol oynamadı� herhan­ gi birşeyi pek seyrek yazmıştır. Ama, özel olarak, Louis Bo­ naparte in 18 Brumaire 'i bu teorinin uygulanışımn baştan aşa� kusursuz bir öme�dir. Kapital 'de, sık sık bu uygula­ maya başvurulur. Daha sonra da, izninizle, size kendimden önereceg-im: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor [An ti-

256

Dühring] ve Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi­ nin Sonu, ki bunlarda, bildiğim kadanyla, tarihsel materya­ lizmin en aynntılı açıklamasını yaptım. Gençlerin, zaman zaman, işin ekonomik yanına gerek­ tiginden daha büyük bir ağırlık vermelerinin sorumlulu�­ nu, Marx ve ben, kısmen taşımak zorundayız. Hasımlanmı­ zın karşısında, onların yadsıdıklan ilkeyi özellikle belirt­ mek, altını çizmek gerekiyordu ve o zaman, karşılıklı etkiye katılan öteki etkeniere de kendi yerlerini verecek ne zamanı, ne yeri, ne de fırsatı bulabiliyorduk. Ama, bir tarih dilimi s unmak, yani pratik uygulamaya geçmek sözkonusu olur ol­ maz iş değişti, artık yanılgı olanağı yoktu. Ama ne yazık ki, sık sık, yeni bir teorinin temel ilkeleri benimsenir benimsen­ mez, o teorinin baştan sona kusursuz olarak anlaşılabildiği ve güçlüklerle karşılaşmadan kullanılabileceği sanılıyor, bu, her zaman doğru değildir. Bizim yeni "marksistler"imizden birço�u bu sitemin dışında tutamayacağım, ve şunu da söylemek gerekir ki, olmadık şeyler yapılmıştır. Birinci noktayla ilgili olarak, dün Schremann'da (bunu 22 Eylülde yazıyorum) aşağıdaki, belirleyici, ve çizmiş oldu­ � tabioyu onayiayan şu pasajı da buldum ( Griechische Al­ terthümen Berlin 1835 , I, s. 52): "ama ayn analardan dogan erkek ve kız yan-kardeşler arasındaki evlilikler, Yunanis­ tan'da daha sonra zina olarak görülmüyordu" . Kısa yazmak istediğim için, kalemime takılan korkunç kanşıklıklann sizi çok rahatsız etmeyecegini umanm. Sizin F. Engels

257

[YlRMlÜÇJ CONRAD SCHMIDT'E MEKTUP17 8 (LONDRA, 27 EKİM 1890)

FRİEDRİCH ENGELS

Sevgili Schmidt, Serbest kaldığım ilk saatimi size yazmaya ayırıyorum. Zürih'teki görevi kabul etmekle iyi yapacağımzı samyorum. Orada, özellikle Zürih'in hiçbir zaman üçüncü dereceden bir para ve spekülasyon piyasasından başka bir şey olmadığım, ve bunun sonucu olarak elde edilen izlenimlerin iki-üç kez yansıdıktan sonra zayıflamış, ya da rastlansal olarak bilinçli bir biçimde tahrif edilmiş olduklarım akılda tutarsamz , eko­ nomik görüş açısından her zaman çok şey öğrenebilirsiniz. Ama orada mekanizmayla pratik olarak tanışacaksınız ve Londra, New York, Paris, Berlin, Viyana borsa kurlarım ilk elden izlemek zorunda kalacaksınız, ve böylece, dünya paza­ rı, sizin için dünya pazarımn yansıması olan para ve senet­ ler piyasası görünümü altında aydınlanacaktır. Ekonomik, siyasal ve başka yansımalar, insan gözündeki yansımalar gi­ bidir; bunlar dışbükey bir mercekten geçerler ve dolayısıyla başüstü, tersine biçimlenirler. Tek fark, bunların tasarımın-

258

da, bunlan yeniden ayaklan üstüne oturtan bir sinir siste­ minin olmayışıdır. Dünya pazanmn insam, sanayinin ve dünya pazannın çalkantılannı ancak para ve senetler piya­ sasının tersine çevrilmiş yansısı biçiminde görür, o zaman da, onun zihninde, neden, sonuç durumuna gelir. Bunu daha önce 40 yıllannda Manchester'de gördüm: periyodik maksi­ ma ve minimasıyla sanayinin ilerleyişi için, Londra borsası­ mn kurlan hiç yararlanılmaz durumdaydı, çünkü bu baylar, herşeyi, kendileri semptomlardan başka bir şey olmayan pa­ ra piyasasının bunalımlanyla açıklamak istiyorlardı. O za­ man sözkonusu olan sanayi bunalımlannın doğuşunun geçici bir aşın-üretimle hiçbir ilgisi olmadığını ve olayın, aynca, hile yapmaya isteklendiren, gerçek amacı gizli bir niteliği olduğunu kanıtlamaktı. Bugün bu öğe ortadan kalkıyor hiç olmazsa bizim için kesin olarak- ve aynca, para piya­ sasının da kendi özel bunalımlan olabileceği ve bu durumda doğrudan sanayi içindeki kanşıklıklann bağımlı bir rol oy­ nayacağı ya da hatta hiç rolü olmayacağı bir gerçektir; bu alanda, özellikle son yirmi yılın tarihi içinde, üzerinde çalışılacak ve incelenecek hala çok şey var. Toplumsal ölçekte işbölümü olan yerde, kısmi işlerin bir­ birlerine karşı bağımsızlığı da vardır. Üretim son aşamada be­ lirleyici etkendir. Ama ürünlerin ticareti, tam anlamıyla üretimden bağımsız duruma gelirken, ticaretin kendi hareke­ tine bağlanır; kuşkusuz, bu harekete, genel olarak üretim sü­ reci egemendir, ama aynntıda, ve bu genel bağımlılığın içinde, kökenieri bu yeni etkenin doğasında olan kendi evrelerine sa­ hiptir ve kendi yönünden üretim sürecini etkiler. Amerika'nın bulunuşunu, 14. ve 15. yüzyıllarda çok güçlü bir gelişme gös­ termiş Avrupa sanayisi ve ona uygun ticaretin gerektirdiği yeni değişim araçlannı -1450'den 1550'ye kadar büyük para ülkesi- Almanya sağlayamadığı için, daha önce Portekiziileri Afrika'ya doğru itmiş olan altına susamışlığa borçluyuz. (cf: Soetbeer, Değerli Madenlerin Üretimi.) 1500'den 1800'e, Hin­ distan'ın Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler tarafından isti­ lasının amacı, Hindistan'dan yapılan dışalımdı, hiç kimse bu

259

ülkeye dışsatımı düşünmüyordu. Bununla birlikte, yalnız tica­ ri çıkarlardan doğan bu buluşlann ve bu istilalann karşılıklı olarak sanayi üzerine çok büyük bir etkisi olmuştur - büyük sanayiyi yaratan ve geliştirenler, bu ülkelere doğrudan dışsa­ tım amacından doğan gereksinimlerdir. Para piyasası için de durum aynıdır. Para ticareti, meta ticaretinden ayrılırken, -üretim ve meta ticaretinin koydu­ ğu belirli koşullar altında ve bu sınıriann içinde- kendi evri­ mine sahiptir, kendi doğası tarafından belirlenen özel yasala­ ra uyar, özel evreler tanır. Buna, bir de, bu yeni evrim arasın­ da, para ticaretinin senetler ticareti olarak genişlemesi, bu se­ netlerin yalmzca devletten çekilen tahviller olmayıp aynı za­ manda sanayi ve taşıma şirketlerinin hisse senetleri olduğu, kısacası para ticaretinin (bu ticarete kabaca egemen olan) üretimin bir bölümü üzerinde doğrudan iktidar sahibi olduğu eklenirse, para ticaretinin karşılık olarak üretim üzerindeki etkisinin daha güçlü ve daha karmaşık olduğu anlaşılır. Para ticareti yapanlar, demiryollan, madenler, demir-çelik fabrika­ lanmn vb. sahipleridir. Üretim araçlan ikili bir görünüm alır­ lar: bu araçların kullamlması, kimi zaman doğrudan üretimin çıkarlarına, ama kimi zaman da, para ticareti yaptıklan ölçü­ de pay sahiplerinin gereksinimlerine uygun olmak zorunda­ dır. İşte en çarpıcı örnek: kuzey Amerika deİniryollannın işle­ tilmesi bütünüyle şu ya da bu zamanda Jay Gould'un, Van­ derbilt'in, vb. yaptıklan borsa oyunlarına bağlıdır; bu oyun­ lar, özel olarak demiryollanna ve ulaşım aracı olarak onlara yararlı olan şeylere tamamen yabancıdır. Burada, İngiltere'de bile, on yıllar boyunca demiryolu şirketlerinin kendi araların­ da, birbirlerinin zararına olan alanların ele geçirilmesi için savaşım içinde olduklanm gördük; bu savaşım sırasında çok büyük miktarlar harcandı, ama üretimin ve ulaşırnın çıkarla­ n için değil yalmzca genellikle hisse sahiplerine ve para tica­ reti yapanlara borsa oyunlanna olanak tammaktan başka bir amacı olmayan bir rekabet yüzünden. Üretimin meta ticaretiyle ve bunların para ticaretiyle ilişkileri konusundaki anlayışım üzerine bu birkaç bilgiyle

260

birlikte, genel olarak, tarihsel rnateryalizrne ilişkin soru­ lanmzı da yanıtlarnış oldum. Konu, en kolay işbölümü açısından kavranılır. Toplum, kendini yükümlü görrnekten kaçamayacağı bazı ortak görev­ ler yaratır. Bu görevlere atanan kişiler, toplumun bağnnda, işbölürnünün yeni bir dalım meydana getirirler. Böylece ken­ di koruyucuianna karşı özel yararlar elde ederler, onlar kar­ şısında bağımsız olurlar, ve . . . işte devlet. Artık, metalann ti­ caretinde olduğu gibi, para ticaretinde de olaylar böyle geli­ şir; yeni bağımsız güç, esas olarak üretim hareketini izler­ ken; kendi içinde varolan, yani kendisine verilmiş olan ve gi­ derek gelişıneye devarn eden göreli bağımsızlık gereğince, kendisi de, koşullar üzerinde ve üretirnin gidişi üzerinde et­ kili olur. Birbirine eşit olmayan iki gücün, bir yandan ekono­ mik hareketin, öte yandan da olabilecek en büyük siyasal bağımsızlığa özlem duyan ve bir kez kurulduktan sonra, ken­ disi de kendine özgü bir harekete sahip olan yeni siyasal gü­ cün karşılıklı etkileri vardır; ekonomik hareket, genellikle kendi yolunu kendi açar, ama o da, kendisinin meydana ge­ tirdiği, ve göreli bir bağımsızlığa sahip siyasal hareketin tep­ kisine, yani bir yandan devlet iktidanmn, bir yandan da kendisi ile aynı zamanda oluşan muhalefetin karşı tepkisine uğramak zorunda kalır. Nasıl ki, para piyasasmda, sanayi piyasasının hareketi, kaba çizgileriyle, daha yukarda göste­ rilen kayıtlar altmda ve doğal olarak ters doğrultuda yansır­ sa, aynı biçimde, hükümet ile muhalefet arasındaki savaşım­ da da daha önceden varolan ve savaşmakta bulunan sımfla­ rm savaşırolan yansır, ama gene ters doğrultuda, doğrudan değil, ama dolaylı bir biçimde, bir sımf savaşıını olarak değil de, siyasal ilkeler uğruna savaşım gibi yansır, ve o kadar ter­ sine yansır ki işin gizini bulrnarnız için binlerce yıl gerekir. Devlet erkinin ekonomik gelişme üzerindeki etkisi üç çeşit olabilir. Bu etki aynı doğrultuda işleyebilir, o zaman her şey daha hızlı gider; ekonomik gelişmenin tersine bir doğrul­ tuda etki yapabilir, ve zarnamınızda bu ters etki her büyük halkta, belirli bir zaman sonunda fiyaskoyla sonuçlanrnak-

261

tadır; ya da ekonomik gelişmeye kimi yollan kapar, başka yollan açar - bu durum, sonunda daha önceki ikisinden biri­ ne vanr. Ama, açıktır ki, ikinci ve üçüncü durumda, siyasal erk, ekonomik gelişmede çok büyük bir zarara yol açabilir ve çok büyük bir gücü ve maddeyi boşa harcamış olabilir. Buna bir de fetih ve ekonomik kaynaklann kabaca yıkıl­ ması durumu da eklenir, geçmişte bu gibi durumlarda, bazı koşullar altında bütün bir yerel ya da ulusal ekonomik geliş­ me yokolabilmiştir. Bugün, bu olayın, çoğu kez, hiç değilse büyük halklarda ters etkileri vardır: yenilen, kimi zaman, ekonomik, siyasal ve ahlaki bakımdan, zamanla, yenenden daha çok şey kazanır. Hukuk için de aynı şey sözkonusudur: Yeni işbölümü zo­ runlu durunıa gelip, profesyonel hukukçulan yaratır yarat­ maz, bu kez de bağımsız yeni bir alan açılır ki, bu alan da ge­ nel bir biçimde üretime ve ticarete bağımlı olmakla birlikte, bu alanlara karşı özel bir tepki yeteneğine sahip olmaktan da geri kalmaz. Modern bir devlette hukukun, yalmz genel eko­ nomik durunıa uygun düşmesi ve onun ifadesi olması gerek­ mez, aynı zamanda, kendi iç çelişkileri yüzünden kendi kendi­ ni yaralamayacak sistemli bir ifade de olması gerekir. Ve ba­ şannın bedeli şudur ki, ekonomik ilişkilerin yansısının aslına uygunluğu giderek yokolur. Ve bir yasamn sınıf egemenliği· nin kaba, uzlaşmaz ve gerçek ifadesi olması durunıu çok daha seyrek görüldüğünden bunun özellikle böyle olması gerekir: böyle olmasaydı bu durumun kendisi "hukuk anlayışı"na ters düşmez miydi? 1792'den 1796'ya kadarki devrimci buıjuvazi­ nin saf, tutarlı hukuk anlayışı, bildiğimiz gibi, Napoleon yasa­ lannda birçok yerde adanmıştır, ve bu anlayış, yasalarda ye­ raldığı zaman bile, proletaryanın artan gücünden ötürü her gün türlü kısıtlamalara uğramak zorundadır. Ama bu Napale­ on yasalannın, dünyanın her yanında bütün yeni yasa sistem­ lerinin kurulmasında temel olma görevini yerine getirmesine engel olmuyor. Bu, ''hukukun gelişme"si büyük bir ölçüde, il­ kin ekonomik ilişkilerin doğrudan hukuksal ilkelere çevrilme­ sinden doğan çelişkilerin giderilmesinden ve uyumlu bir hu-

262

kuksal sistemin kurulmasına çalışılmasından ve sonra da, daha sonraki ekonomik gelişmenin etki ve baskısıyla bu siste­ min tuz buz edildiğinin ve yeni çelişkilere sürüklendiğinin an­ laşılmasından başka bir şey değildir (burada, herşeyden önce, medeni hukuktan sözediyorum). Ekonomik ilişkilerin hukuksal ilkeler biçiminde yansı­ masımn da, zorunlu olarak işleri başaşağı koymak gibi bir sonucu vardır: bu sonuç, etkin olanlar bunun bilincinde ol­ maksızın oluşur; hukukçu önsel önermelerle iş gördüğünü samr, oysa bunlar, gene de ekonomik yansımalardan başka bir şey değildirler - ve bunun içindir ki, her şey başaşağı konmuş durumdadır. Aniaşılmadığı sürece ideolojik bir görüş açısı dediğimiz şeyi oluşturan bu tepetaklak duruşun, kendisinin de ekonomik temel üzerinde etki yapması ve bazı ölçüler içinde onu değiştirebilmesi olgusu bana göre apaçık birşeydir. Miras hukukunun temeli, ailenin gelişme evresi­ nin aym kaldığı varsayılırsa, ekonomiktir. Bununla birlikte, lngiltere'de, öme� sınırsız bir vasiyet bırakma özgürlüğü ile Fransa'da vasiyet bırakmanın büyük ölçüde sımrlandınl­ mış olmasının bütün özelliklerinin yalmzca ekonomik neden­ lere dayandığım kamtlamak güç olacaktır. Ama, çok önemli bir bölümüyle, her ikisi de, servetin bölüşülmesini etkileme­ leri bakımından ekonomi üzerinde etkin olurlar. Henüz daha yüksek havalarda dolaşan din, felsefe vb. ideolojik alanlara gelince, bunlar, -tarih-öncesine uzanan ve tarihsel dönemde bulunmuş ve yarar sağlamış olan­ günümüzde budalaca diyebileceğimiz bir kalıntı oluşturur­ lar. Doğanın , insanın kendi doğasımn, ruhlann, büyülü güçlerin ve benzerlerinin çeşitli yanlış tasanınlanmn teme­ linde, çok kez, yalmzca negatif bir ekonomik öğe vardır; ta­ rih-öncesi ekonomik gelişmenin cılızlığımn tamamlayıcısı ve kısmen koşulu ve hatta nedeni doğanın yanlış tasanmı ol­ muştur. Her ne kadar ekonomik gereksinim doğamn bilin­ mesiyle birlikte ilerlemenin başlıca içgücünü oluşturduysa, ve giderek de oluşturuyorsa, bundan dolayı ilkel saçmalığın tümünde ekonomik nedenler aramaya kalkışmak bilgiçlik

263

taslamak olur. Bilim tarihi, bu saçmalıktan adım adım kur­ tulmanın ya da daha doğrusu onun yerine yeni ama daha az anlamsız bir saçmalık konmasının tarihidir. Bu işi üzerle­ rine alan insaniann kendileri de işbölümünün yeni alan­ lanyla ilişkilidirler ve bağımsız bir alanda çalıştıklanm samrlar. Ve, toplumsal işbölümünün bağrında bağımsız bir grup oluşturduklan ölçüde, onlann üretimleri ve onlann ya­ mlgılan, bütün toplumsal gelişme üzerinde, hatta ekonomik gelişme üzerinde etkin olur. Ama bütün bunlara karşın, ken­ dileri de ekonomik gelişmenin egemen etkisi altında olmak­ tan uzak değildirler. Bu durum, örneğin burjuva dönemi için en kolay bir biçimde felsefe alamnda kamtlanabilir: Robbes ( 18 . yüzyıl materyalisti anlamında) ilk modern materyalist­ ti, ama aym zamanda, mutlak monarşinin bütün Avrupa'da en parlak çağım yaşadığı ve İngiltere' de' halka savaş açtığı bir sırada, mutlakiyetçiydi. Locke, politikada olduğu gibi, dinde de, 1688 sınıf uzlaşmasının oğlu oldu. İngiliz yara­ dancılan ve onlann en tutarlı ardıllan Fransız materyalist­ ler, burjuvazinin has filozoflanydılar - aynı biçimde Fran­ sızlar da burjuva devriminin. Alman darkafalılığı, Kant'tan Hegel'e değin Alman felsefesinde, kimi kez olumlu, kimi kez de olumsuz bir biçimde ortaya çıkar. İşbölümünde belirli bir alan olarak, her çağın felsefesi, kendisinden önce gelen felse­ feterin devrettikleri ve kendisinin çıkış noktası olarak aldığı belirli bir düşünce materyalini varsayar. Ekonomik bakım­ dan geri ülkelerin, felsefede gene de başrol oynayabilmeleri­ nin nedeni budur: 18. yüzyılda, felsefesine dayandığı İngilte­ re'ye göre Fransa, ve daha sonra her ikisine göre Almanya. Ama Almanya'da olduğu gibi Fransa'da da bu çağda genel olarak bütün yazının açılıp gelişmesinde olduğu gibi felsefe de ekonomik bir canlamşın ürünüdür. Ekonomik gelişmenin sonal üstünlüğü, bana göre, bu alanlarda da aymdır, ama bu, sözkonusu alanın bizzat gerektirdiği koşullarda kendini gösterir; örneğin, felsefede, öncellerden devralınmış, varolan felsefi materyal üzerindeki (genellikle işlevlerini ancak poli­ tik vb. kılığa bürünerek yerine getiren) ekonomik etkenierin

264

etkisiyle. Ekonomi burada yeniden hiçbir şey yaratmaz, ama varolan düşünca malzemesinin değiştirilme ve daha da ge­ liştirilme yolunu çoğunlukla da dolaylı olarak belirler; çünkü felsefeye doğrudan en büyük etkiyi yapan, politik, hukuksal, ahlaki yansımalardır. Din konusunda, söylenınesi zorunlu olam, Feuerbach ko­ nusundaki son bölümümde söyledim. Dolayısıyla Barth, ekonomik hareketin siyasal yansırna­ lannın vb. , bu hareketin kendisi üzerindeki bütün tepkisini neredeyse yadsıdığımızı öne sürerken, yel değirmenlerine karşı savaşmaktan başka bir şey yapmıyor. Hemen hemen yalmzca, siyasal savaşımiann ve olaylann, doğal olarak eko­ nomik koşullara genel bağımlılıklan sınırı içinde aynadıkları özel rolü konu edinen Marx'ın 18 Brumaire'ine baksın yeter. Ya da Kapital 'e, öme� pekMa siyasal bir eylem olan yasa­ lar sisteminin köklü bir biçimde etkin olduğu işgünü konu­ sundaki bölüme. Ya da buıjuvazinin tarihi konusundaki bö­ lüme (24. bölüm). Peki öyleyse, siyasal iktidar ekonomik bakımdan güçsüzse ne diye proletaryanın siyasal diktatörlü­ ğü uğruna savaşım veriyoruz? Zor (yani devlet iktidan), o da, ekonomik bir güçtür! Ama şimdi kitabın eleştirisini yapacak zamanım yok. llkin III. kitabını79 çıkması gerek, ve ayrıca örneğin Bem­ stein'ın bu işi pekala yapabileceğini samyorum. Bütün bu baylarda eksik olan diyalektiktir. Her zaman, şurada yalmz neden, burada da yalmz sonuç görüyorlar. Bu­ nun boş bir soyutlama olduğunu, gerçek dünyada buna ben­ zer metafizik kutupsal karşıtlıkların ancak bunalımlarda va­ rolduğunu; ama şeylerin ileriye doğru bütün büyük akışımn, güçlerin, kuşkusuz hiç de eşit olmayan güçlerin, etki ve tep­ kisi biçiminde meydana geldiğini - bu güçler içinde ekono­ mik hareketin de oranlanmayacak ölçüde en güçlü, en başta gelen, en kesin güç olduğunu, burada mutlak diye bir şey ol­ madığım, herşeyin göreli olduğunu, bütün .bunları, ne ya­ palım ki, bu baylar görmüyorlar; onlar için Hegel, yaşamadı.

265

[YlRMlDÖRTJ ÜTOPlK SOSYALlZM VE B İ LİMSEL SOSYALlZM18o FRlEDRlCH ENGELS

SUNUŞ Bu çalışma, daha büyük bir bütünün bir bölümüdür. 1875'e doğru, Berlin Üniversitesinde Privatdozent* olan Dr. E. Dühring, sosyalizmi benimsediğini birdenbire ve bir hayli şamata yaparak açıkladı, ve Alman halkına, toplumun yeni­ den-örgütlenmesinin uygulamalı tam bir planım içeren ek­ siksiz bir sosyalist teori sundu: gereği gibi, öncellerine var­ gücüyle yüklendi; özellikle de Marx'a kudurganca saldıra­ rak, onu onurlandırdı. Bu, Alman Sosyalist Partisinin iki fraksiyonunun Eisenach grubu ile lasalcılann- henüz birleştikleri, 1 8 1 ve bundan dolayı, yalmzca güçlerin birleşerek daha fazla geliş­ melerinin değil, aym zamanda, daha da önemlisi, ortak düş­ mana karşı bu gücü ortaya koymanın olanağı sağlandı� sı­ rada meydana geldi. Sosyalist Parti, Almanya'da, hızla bir güç durumuna gelmek yolundaydı. Ama bir güç durumuna

* Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan ögı-etim görevlisi. -ç. 266

gelmek için, yeni kazanılmış birliğin tehlikede olmaması ge­ rekirdi. Oysa Dr. Dühring, kendi çevresinde, ayrı bir parti­ nin çekirdeği olacak bir kliği, açıkça oluşturmaya başlamış­ tı. ıs2 Dolayısıyla, bizim düelloyu kabul etmemiz ve, ister is­ temez, savaşıma katılmamız zorunlu olmuştu. Sorun, öyle fazla zor değildi, ama uzun zaman ve çaba gerektiriyordu. Herkesin bildiği gibi, biz Almanlar bir başka­ yız, allameyi cihanız ya da cihanın allamesiyiz -nasıl ister­ seniz öyle deyin-, çok koyu Gründlichkeit* ömekleriyiz. Bizden biri, ne zaman yeni bir teori olarak algıladığı bir şey ortaya koyacak olsa, bunu, bütün dünyayı kucaklayan bir sistem olarak işleyerek başlamak zorundadır. Mantığln ilk ilkelerinin ve evrenin temel yasalarının ezelden beri, yalnız­ ca, bu yeni bulunan ve her şeyi kapsayan teoriye ulaşmak için varolduğunu göstermesi gerekir: bu bakımdan Dr. Düh­ ring en yüksek ulusal dehadır. Biri, tinsel, ahlaksal, ·doğal ve tarihsel " Tam Felsefe Sistemt, biri " Tam Ekonomi Politik ve Sosyalizm Sistemt ve ensonu biri de "Ekonomi Politiğin Ta­ rihsel Eleştirisı"'ydi - içeriği biçiminden ağır olan üç koca kitap, genel olarak daha önceki bütün fılozoflara ve ekono­ mistlere, özel olarak da Marx'a karşı harekete geçirilmiş us­ lamlamalardan oluşan üç savaş birliği, gerçekte tam bir "bi­ limi altüst etme" girişimi, - işte yüklenmem gerekenler bunlardı. Zaman ve uzay kavramlarmdan bimetalizme** ka­ dar, maddenin ve devinimin kalımlılığından ahlaki fikirleri­ mizin doğasının kalımsızlığına kadar, Darwin'in doğal seç­ mesinden gelecek bir toplumda gençliğin eğitimine kadar tümünü ve daha başka konulan da ele alıp işlemeliydim. Bu­ nunla birlikte, hasmımın sistematik kapsayıcılığı, Marx'ın ve benim bu çok çeşitli konular üzerindeki düşüncelerimizi, ona karşı, ilk kez birbirleriyle bu kadar bağlantılı olarak ge­ liştirmek olanağlnı bana sağladı. Üstelik, sevimsiz olan bu işe girişmeyi üstlenmemin başlıca nedeni bu oldu. Yanıtım, ilkin Leipzig'de, sosyalist partinin başlıca yayın * Derinlik. -ç. ** tki değerli madeni (albn ile gümüşü) ölçüt alan para (sikke) sistemi. -ç. 267

organı Vorwiirts'te bir dizi yazı olarak, daha sonra Herrn Eu­ gen Dührings Umwiilzung der Wissenschaft [Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor] başlıw altında, bir cilt olarak yayınlandı. Ikinci bir baskısı, 1886'da, Zürih'te yapıldı. Dostum Paul Lafargue'ın* isteği üzerine, bir kitapçık oluşturmak için yeniden elden geçirdiğim bu kitabın üç bölümünü, ısa Lafargue çevirdi ve 1880'de Socialisme utopi­ que et socialisme scientifique adıyla yayınladı. ıs4 Bu Fran­ sızca metinden, bir Lehçe ve bir Ispanyolca baskı hazırlandı; ama 1883'te Alman dostlanmız kitapçıw özgün dilinde ya­ yınladılar; o günden bugüne Almanca metinden yapılan Ital­ yanca, Rusça, Danca, Hollandaca ve Romence çevirileri ya­ yınlandı, öyle ki şimdi bu Ingilizce yayınıyla, bu küçük kitap, on dilde yayınlanmış oluyor. Başka herhangi bir sosyalist yapıtın, Komünist Manifesto muzun ( 1848) ve Marx'ın Kapi­ talinin bile bu sıklıkla çevtildiğini bilmiyorum: Almanya'da, toplam 20.000 adet, dört kez basıldı. "Die Mark" ekiıss, Almanya'da toprak mülkiyetinin doğu­ şu ve evrimi üzerine belirli temel bilgileri içeren bu kısa ta­ nıtma yazısı, Alman Sosyalist Partisi içinde dağltılmak ama­ cıyla yazılmıştı. Kent işçilerinin Alman Sosyal-Demokrat Partisi tarafından birleştirilmelerinin olumlu bir yolda ta­ mamlandıw ölçüde, tanm işçileri ve köylülerle ilgilenmenin partide gözetilmesi gereken bir görev olduğu bu dönemde, bu gerekli görünüyordu. Bu ek, bütün Töton kabilelerde ortak olan toprawn tasarrufunun ilkel biçimleri, ve bunlann fark­ lılaşma tarihi, lngiltere'de, Almanya'da olduğundan daha da az bilindiği için, yayınlanan metne eklendi. Metni, Maksim Kovalevski'nin son günlerde ileri sürdüğü varsayıma dokun­ madan, ilk biçiminde bıraktım; ona göre [toprawnl ekiminin ve çayırlann bir markın üyeleri arasında bölüşülmesi, bu toprağın, (h§ld varolan Güıiey Slovanya Zadrugası örneğinde görüldüg-ü gibi) ancak birçok kuşaw kucaklayan büyük bir ataerkil aile tarafından ortaklaşa olarak ekimine başl anma'

* İngilizcede, aynca: "şimdi Fransız Yasama Meclisinde Lille temsilcisi olan" -ç. 268

sının ardından gerçekleşmişti. Daha sonra, topluluk, bir kez çoğalmaya başladığı, işletmenin ortaklaşa bakımı açısından çok fazla kalabalıklaştığı zaman, topraklar komün içersinde paylaşılmış oldu. Kovalevski, her bakımdan, tamamen haklı­ dır, ama sorun hala sub judice* bulunuyor. Bu kitapta kullanılan iktisadi terimler, yeni olduğu ölçü­ de, Marx'm Kapitalinin İngilizce baskısındaki terimiere denk düşmektedir. Biz, malların üretiminin yalnızca üretici­ nin kullanımı için değil aynı zamanda değişim amacıyla, ya­ ni kullanıın-değeri olarak değil meta olarak üretildiideri eko­ nominin bu evresini "meta üretimi" olarak adlandınyoruz. Bu evre, değişim için üretimin ilk başlangıcından günümüze kadar uzanır; tam gelişmesine, ancak, kapitalist üretimle, yani üretim araçlan sahibi kapitalistin, kendi emek-gücün­ den başka tüm üretim araçlanndan yoksun bırakılmış insan­ lan, işçileri, bir ücret karşılığında çalıştırdığı, ve ürünlerin satış fiyatının kendi giderlerinin üstündeki fazlasını cebe in­ dirdiği kapitalist üretim koşullannda ulaşır. Biz, ortaçağdan bu yana sınai üretimin tarihini, üç döneme ayınyoruz: 1 o Zanaatçılık - küçük usta-zanaatçı ile birkaç kalfa ve çırak, her işçi bir malın tümünü yapar. 2° Manüfaktür - büyük bir atelyede gruplaşmış daha çok sayıda işçi, işbölümü ilkesine göre, tüm ürünü üretir, ürün bütün eller arasından ardarda geçtikten, her işçi işlemin an­ cak bir kısmını gerçekleştirdikten sonra tamamlanır. 3° Modern sanayi - ürün motorla işleyen makine tarafın­ dan yapılır, işçinin işi mekanik aygıtın yaptığı işi gözetmekle ve düzeltmekle sınırlıdır. [İNGİLTERE, MATERYALlZMlN BEŞlGl]

Bu çalışmanın, İngiliz halkının pek büyük bir kısmı ta­ rafından olumlu olarak karşıianmayacağım çok iyi biliyo­ rum. Ama eğer biz Kıtalılar, İngiliz sayguilığımn önyargıla­ nm biraz olsun dikkate alsaydık, bu durumumuzdan daha *

lncelemede. -ç. 269

kötü bir konumda bulunurduk. Bu kitapçık, bizim "tarihsel materyalizm" olarak adlandırdığımız şeyi savunuyor ve ma­ teryalizm sözcüğü İ ngiliz okurlann büyük çoguıılugunun ku­ laklannı tırmalar. Bilinemezcilik [agnosticisme]l86 hoşgörü­ lebilir, ama materyalizm kesin olarak benimsenmez. Ve bununla birlikte, 1 7 . yüzyıldan beri, modem materya­ lizmin beşiği, İ ngiltere'den başka bir yer değildir. "Materyalizm, Büyük Britanya'nın gerçek oğludur . İngi­ liz skolastiği Duns Scotus, daha o zaman 'maddenin düşün­ mesinin olanaksız olup olmadığını' sormuştu. "Bu mucizeyi gerçekleştirmek için tannmn mutlak kud­ retine başvurdu; başka deyişle, tannbilimin [ theologie] ken­ disini materyalizm telkin etmeye zorladı. Üstelik o adcıydı [nominaliste]. İ ngiliz materyalistlerde adcılıkı B 7 temel bir öğedir, ve genel olarak materyalizmin 'ilk dışa vurum unu oluşturur. "Ingiliz mateıyalizminin ve tüm modem deneysel bilimin gerçek atası, Bacon'dır. Doğa felsefesi, onun gözünde, tek gerçek felsefeyi oluşturur, ve duyulann deneyimine dayanan fizik, doğa felsefesinin en önemli bölümüdür. O, sık sık Anaksagoras'a ve homeomen"lerine, Demokritos a ve ataınia­ nna başvurur. Ö ğretisine göre, duyular yanılmazdır ve tüm bilginin kaynağıdır Tüm bilim deneye dayanır ve duyulada elde edilen verilerin ussal bir yönteme tabi tutulmasım içe­ rir. Tümevanm, çözümleme, karşılaştırma, gözlem, deney, böyle bir ussal yöntemin başlıca koşullandırlar. Maddeye içkin olan nitelikler arasında, devinim, yalnızca mekanik ve matematik devinim biçiminde değil, ama esas olarak bir iç­ güdü, bir yaşamsal tin, bir gerilim, -ya da Jakob Böhme'nin terimini kullanmak gerekirse bir iç sıkın tısı [qual]- biçi­ minde, ilk ve önde gelen niteliktir. Maddenin ilkel biçimleri, canlı, bireyselleştirici, maddeye içkin özsel güçlerdir, ve öz­ gül farklılıklan oluşturanlar da bunlardır. 'Yaratıcısı Bacon'da, materyalizm, henüz çokyanlı bir gelişmenin tohumlanın içinde taşımaktadır. Madde, şiirsel duyarlığının panltısıyla insanın bütünsel varlığına gülüm'

.

270

ser; öte yandan, özdeyişsel öğreti, bu tannbilimsel tutarsız­ lıkla doludur. "Materyalizm, evriminin devamında, tekyanlılaşır. Ba ­ con'ın materyalizmini sistemleştiren Hobbes tur Duyulara dayanan bilgi özgün çekiciliğini yitirir ve matematikçinin so­ yut deneyimine girer. Fizik devinim, mekanik ya da mate­ matik devinime feda edilir; geometri temel bilim ilan edilir. Materyalizm insandan-kaçar duruma gelir. Insandan-kaçan ve etten-kemikten kurtulmuş ruhu, kendi alanında yenebii­ rnek için, materyalizm kendi teninden kurtulmak ve çileci ol­ mak zorunda kalır. O usun varlığı olarak ortaya çıkar, ama anlığın katı mantığını da geliştirir. "Bacon'ı izleyerek Hobbes, şunu kanıtlamaya çalışır: İn­ sanlara, tüm bilgilerini duyulan sağlıyorsa, o zaman sezgi, fikir, tasanm vb. , duyulur biçiminden az ya da çok yoksun bırakılmış gerçek dünyanın hayaletinden başka bir şey de­ ğildirler. Bilimin yapabileceği, bu hayaletiere ancak bir ad vermektir. Birçok hayalete bir ad verilebilir. Adiann adlan bile olabilir. Ama, eğer bir yandan, tüm fikirlerin kökeninin duyu dünyasında olduğunu, öte yandan, bir sözcüğün bir sözcükten daha fazla bir şey olduğunu savunsaydık; yani du­ yulanmızla bildiğimiz varlıklann, tekil varlıklann yanısıra evrensel varlıklann da varolduğunu ileri sürseydik, bu bir çelişki olurdu. Tersine, cismi-olmayan bir töz, cismi-olmayan bir cisim kadar çelişiktir. Cisim, varlık, töz, hepsi, bir ve aynı gerçekliğin kavramlarıdır. Düşünceyi, düşünen bir maddeden ayırmak olanaksızdır. O, bütün değişikliklerin öz­ nesidir. Zihnimizin sonu olmayan toplama yeteneğini belirt­ ınesi dışında, sonsuz sözcüğünün anlamı yoktur. Yalnızca maddi şeyler algı ve bilgi nesnesi olabildiği içindir ki, tann­ nın varlığı konusunda hiçbir şey bilmeyiz. Yalnızca benim kendi varoluşum kesindir. Her insani tutku, bir başı ve bir sonu olan, mekanik bir devinimdir. İyilik dediğimiz, içgüdü­ nün amaçlandır. İnsan, doğayla aynı yasalara tabidir. Güç ve özgürlük, özdeştirler. "Hobbes, Bacon'ı sistemleştirmişti ama, onun bilgilerin '

271

.

ve fikirlerin kökeni duyulur dünyadadır biçimindeki temel il­ kesini daha kesin olarak temellendirmemişti. "Locke, Insan Anlığı Üzerine Deneme'sinde, Bacon ve Robbes'un ilkesini temellendirdi. "Nasıl ki Hobbes, beykıncı materyalizmin tanncı önyar­ gılannı yıktıysa, aynı biçimde Collins, Dodwell, Coward, Hartley, Priestley vb. de, Locke'un duyumculuğunu kuşatan son tannbilimsel engeli düşürdüler. Materyalist için, yara­ dancılık, olsa olsa, dinden kurtulmanın kolay ve uyuşuk bir yolundan başka bir şey değildir." 188 Marx, modem materyalizmin Britanya kökeni konusun­ da böyle yazıyordu. Bugünkü İngilizler, atalannın hakkının teslim edilmesinden pek hoşnut değillerse, onlar için yazık olur. Bacon, Hobbes ve Locke'un, 18. yüzyılı, karada ve de­ nizdeki bütün savaşlan Almanlara ve İngilizlere karşı kay­ betmelerine karşın, sonuçlannı hala Almanya'ya ve İngilte­ re'ye uyarlamaya çalıştığımız Fransız Devrimiyle taçlandır­ madan bile önce, tam anlamıyla bir Fransız yüzyılı yapan Fransız materyalistlerinin parlak okulunun babası olduklan yadsınamaz. Şu da yadsınamaz : yüzyılın ortalannda, İngiltere'de yer­ leşmiş olan her kültürlü yabancıyı şaşırtan şey, "saygın" İn­ giliz orta sımfının aptallığım ve dinsel yobazlığını, dikkate almak zorunda kalmasıydı. Bu dönemde hepimiz materya­ listtİk ya da en azından çok ileri özgür düşüncelilerdik, ve hemen hemen bütün kültürlü insanlann, olanaksız olan her çeşit mucizeye inanabiimiş olmalan, Buckland ve Manteli gibi yerbilimcilerin bile, Yaratılış söylenceleriyle çok fazla çelişkiye düşmernek için belirli biçimde kendi bilimlerinin verilerini değiştirmeleri, bizim için akıl almaz şeylerdi; oysa, din konusunda kendi zihinsel yeteneklerini kullanma yürek­ liliği gösteren insanlarla görüşüp konuşmak için, great Uli­ washed [ayak takımı -ç.] 1 89 olarak adlandınlan egitimsiz in­ sanların arasına, emekçilerin arasına, özellikle ovıncı sosya­ listlerin arasına girmek gerekiyordu.

2 72

[lNGlLlZ BlLlNEMEZClLlGl, UTANGAÇ MATERYALlZMJ

Ama, İngiltere, o zamandan beri "uygarlaştı" . 185 1 sergi­ si, adanın dışına kendisini kapayışın sonuna işaret etti: bes­ lenmesi, adetleri ve düşünceleri giderek uluslararası bir ni­ telik aldı, o kadar ki, bazı İngiliz gelenek ve göreneklerinin, öteki Kıtasal geleneklerin burada yayılması gibi, Kıta üze­ rinde yayılmış olmasım dilemeye başladım. Her neyse, 185 1'den önce yalmz aristokratlarm kullandıAı salata yaA"ırun yayılmasına, dinsel alanda da Kıtasal kuşkuculugun uğursuzca yayılması eşlik etti, ve bilinemezcilik, henüz İngi­ liz Kilisesiyle bir tutulmasa da, saygınlık açısından, vaftizci­ likleı90 aym düzeyde ve hiç kuşkusuz Selamet Ordusununı9ı üstünde bir yere kadar geldi. Bu "yeni moda kavramlar"ın, gündelik olarak kullanılan pek çok nesne gibi yabancı kö­ kenli ve Alman yapımı de�il, ama hiçbir kuşkuya yer bırak­ maksızın, Old Englan da [Eski İngiltere'ye] ait oldugunu, ve iki yüzyıl önce bunlan yaratan İngilizlerin, torunlanmn şim­ di cesaret edebileceklerinden daha ileriye gittiklerini, bu ko­ şullarda dinsizli�n gelişmesine . içtenlikle üzülen ve bunu kargışlayan birçok insamn ö�enmesinin, kendileri için avu­ tucu olaca�na inanmaktan kendimi alamam. Gerçekte, bilinemezcilik, utangaç bir materyalizm de�­ se nedir? Bilinemezci do�a kavrayışı, tamamen materyalist­ tir. Doğal dünya tümüyle yasalar tarafından yönetilir ve bir dış etkenin kanşmasım dışlar; ama bilinemezci önlemini alır: "Biz, bilinen evrenin ötesinde bir yüce varlı� varol­ dugunu doWulayacak ya da yanlışlayacak herhangi bir ara­ ca sahip de�iliz. " Laplace'ın, Mecanique celeste inde niçin ya­ radamn adım bile anmadı�m soran Napoleon'a, övünçle "Je n 'avais pas besoin de cette hypotese! "* yanıtını verdi� dönemde, bu iyi bir gerekçe olabilirdi. Ama bugün, evreni ev­ rimci kavrayışımızın yanında, bir yaradana ya da bir düzen­ leyiciye artık kesin olarak yer yoktur; ve tüm varolan evre­ nin dışına konmuş bir yüce varlıktan sözetmek, terimlerde '

* "Bu varsayıma gereksinim duyınad.ım." -ç. 273

bir çelişki içerir ve bana öyle geliyor ki, bu, inananiann duy­ gulanyla gereksiz yere oynamaktan başka bir şey değildir. Bilinemezcimiz, bütün bilgimizin duyulann sağladığı ve­ rilere dayandığını da kabul eder; ama eklemeden duramaz : "Duyulanmızın bize, kendileri aracılığıyla algıladığımız nes­ nelerin doğru imgelerini verdiğini nereden biliyoruz?" Ve o, bizi bilgilendirerek sürdürür ki, nesnelerden ya da onlann ni­ teliklerinden sözettiği zaman, gerçekte, bu nesneleri ve bu ni­ telikleri değil -bunlann kesin bilgisi olamaz-, yalnızca on­ lann kendi duyulan üzerinde oluşturduğu izlenimi kasteder. Işte kamtlamalarla, bu tür bir anlayışa karşı savaşmak, kuş­ kusuz, güç gibi görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem vardı. Im Anfang war die Tat. * Ve insan eylemi, insan ince­ düşünceliliği onu bulmadan çok önce, güçlüğü çözmüştü. The proof of the pudding is in the eating. ** Bu nesneleri, onlarda algıladığımız niteliklere göre, kendi yaranmız için kullanma­ ya başladığımız andan itibaren, duyu-algılanmızın doğrulu­ ğunu ya da yanlışlığını yanılmaz olarak sınamış da oluruz. Eğer bu algılar yanlışsa, bir nesnenin sokulabileceği kullam­ ma ilişkin tahminimiz de yanlıştır; dolayısıyla girişimimizin de başansız olması gerekir. Ama eğer biz amacımıza varmayı başanrsak, eğer nesne ile onun bizdeki tasanınının birbirine uygun düştüğünü saptarsak, nesne kullanımından bekle­ diğimizi verirse, bu, bu sınırlar çerçevesinde, nesnenin ve ni­ teliklerinin bizdeki algısı ile bizim dışımızdaki gerçekliğin birbiriyle örtüştüğünün olumlu kanıtıdır. Ve eğer buna kar­ şın başansızlığa uğrarsak, başansızlığımızın nedenini bul­ mamız, genel olarak, uzun sürmez; girişimimizin temeli olan algının, ya kendisinin eksik ve yüzeysel olduğunu, ya da bu algıya, gerçeği açıklayamayacak bir biçimde başka algıların karıştığını anlarız. Duyularımızı doğru eğitmeye ve onlardan yararlanmaya ve doğru alınan ve doğru kullamlan algılan­ mızla eylemimizi içermesine, gerekli sınırlar içersinde, ne ka­ dar çok özen gösterirsek, eylemimizin sonucunun, algılanan * Gaıthe'nin Faust'undan: "Başlangıçta eylem vardı." -ç. ** Pudingin [varlığının] kanıtı, yenmesindedir. -ç.

nesnelerin nesnel doğasıyla algılanmızm uygunluğunu gösterdiğini o kadar çok görürüz. Şimdiye dek, bilimsel ola­ rak denetlenmiş duyu-algılanmızm, zihnimizde, dış dünyaya ilişkin, doğalan gereği gerçeklikle uyuşmayan fikirler ya­ rattığı, ya da dış dünya ile duyu-algılanmız arasmda içkin bir bağdaşmazlık olduğu sonucuna varmamıza yolaçacak tek bir örnek yoktur. Ve yeni-kantçı bilinemezci işte burada ortaya çıkıyor, ve diyor ki: "Kuşkusuz bizim bir nesnenin niteliklerini doğru al­ gılayabilmemiz olasıdır, ama bir şeyin kendisini, duyulann ya da düşüncenin hiçbir süreciyle kavrayamayız. Kendinde­ şey bizim anlamamızm dışındadır." Hegel, çok önceleri, daha o zaman yamtlamıştı: "Siz, bir şeyin bütün niteliklerini bili­ yorsanız, şeyin kendisini de bilirsiniz; geriye kalan, sözkonu­ su şeyin sizin dışınızda varolduğu olgusundan başka bir şey değildir, ve duyulannız size bu olguyu öğrettiği.nde, kendin­ de-şeyin, Kant'm ünlü bilinemez Ding an sich'ininı 92 , son ka­ lamnı da kavramışsımzdır." Eklemek yerinde olur ki, Kant'­ m zamanmda doğal nesneler konusundaki bilgimiz öylesine parça bölüktü ki, her biri hakkındaki az bilgimizin ötesinde, gizemli bir "kendinde-şey" olduğunu tasariamanın doğru ol­ duğunu sanabilirdi Ama bu bilinerneyen şeyler birbiri ardı­ na bilindiler, çözümlendiler, ve aynca, bilimin çok büyük ilerlemesiyle yeniden-üretildiler: üretebildiğimizi, bilinemez olarak sayınayı ileri süremeyiz. Organik maddeler, yüzyılın ilk yansmda, kimya açısından gizemli nesnelerdi; bugün, biz, onlan, birbiri ardına, hiçbir organik sürecin yardımı ol­ madan, kimyasal elementleriyle yapmayı öğreniyoruz. Mo­ dem kimyacılar, herhangi bir cismin kimyasal bileşimi bili­ nir bilinmez, elementleriyle yapılabileceği.ni açıklıyorlar. En yüksek organik maddelerin, albüminimsi cisimlerin bileşimi­ ni bilmekten hala uzağız; ama uzun zaman gerekli donanım­ lada yapılacak araştırmalardan sonra, yapay albümin üret­ meye ulaşacağımızdan, bu bilgiye varacağımızdan umutsuz­ luğa düşmek için bir neden yoktur. Buna ulaştığımız zaman, organik yaşamı da yapabileceğiz, çünkü yaşam, en basit bi-

275

çimlerinden en yüksek biçimlerine, albüminimsi cisimlerin normal varoluş tarzından başka bir şey değildir. Bununla birlikte, bizim bilinemezcimiz, saf biçime ilişkin kayıtlannı düşer düşmez, aslında ait olduğu materyalist saf­ tan konuşur ve davranır. Şöyle diyecektir: "Bizim bildiğimiz kadanyla, madde ve devinim -şimdi dendiği gibi eneıji- ne yaratılabilir ne yokedilebilir, ama şu ya da bu anda ya­ ratılmış olmadığına ilişkin, hiçbir kamtımız yoktur." Ama siz bu itirafı, herhangi bir özel durumda ona karşı kullanma­ yı denerseniz, o, sizi reddetmekte ve susturmakta duraksa­ mayacaktır. Eğer o tinselciliğin [spiritualisme] olanaklı oldu­ ğunu in abstracto* kabul ederse, bundan in concreto** söze­ dildiğini işitmek istemez. Size şöyle diyecektir: "Bildiğimiz ve bilebildiğimiz kadanyla, evrenin yaratıcısı ve düzenleyici­ si yoktur; bizi ilgilendirdiği kadanyla, madde ve eneıji, ne yaratılabilir ne yokedilebilir; bizim için düşünce, bir eneıji biçimi, beynin bir işlevidir; bütün bildiğimiz, maddi dünya­ nın değişmez yasalarla yönetildiğidir, vb .. " Öyleyse, o, bir bi­ lim adamı olduğu, herhangi bir şey bildiği ölçüde, bir mater­ yalisttir; ama biliminin dışında, hiçbir şey bilmediği alanlar­ da, bilisizliğini Grekçeye çevirir, ve buna, bilinemezcilik adı­ m verir. Her durumda, bir şey açıktır; bir bilinemezci olsaydım bi­ le, besbellidir ki, bu küçük kitapta özetleneo tarih anlayışı­ nı, "tarihsel bilinemezcilik" olarak adlandıramazdım. Dindar insanlar benimle alay ederdi ve bilinemezciler kızar ve bana kendilerini gülünç duruma mı düşürmek istediğimi sorar­ lardı. Bütün önemli tarihsel olayiann büyük devindinci gücünü ve ilk nedenini toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim tarzlannın dönüşümünde, bunun sonucu olarak toplumun sınıflara bölünmesinde, ve bu sımflann bir­ birleriyle savaşımlannda arayan tarih anlayışını adlandır­ mak için, tarihsel mateıyalizm sözünü, başka birçok dilde yaptı�m gibi, lngilizcede de kullamrsam, Britanyalı "saygın* Soyut olarak. ---ç. ** Somut olarak. --ç. 276

lığım" incitmeyecegimi umanm. Tarihsel materyalizmin, Britanyalı saygınlığının yaran­ na olabileceğini gösterirsem, bana bu izni daha kolayca vere­ ceklerdir. Bundan kırkbeş yıl kadar önce İngiltere'ye yer­ leşen kültürlü yabancıyı, saygın orta sınıfın dinsel baWı.az­ lığı ve budalalığı denen durum un şaşırttığım daha önce be­ lirtmiştim. Şimdi, o dönemin lngilteresi'nin saygın orta sım­ fının, akıllı yabancıya göründüğü kadar budala olmadığım gösterecegim. [Bu orta sınıfın -ç.] dinsel eğilimleri açıkla­ nabilir. [BURJUVAZİNİN TOPLUMSAL BÜYÜMESİ]

Avrupa ortaçağdan çıktığı zaman, kentlerin giderek bü­ yüyen buıjuvazisi, kendi içinde devrimci öğeyi oluşturuyor­ du. Feodal örgütlenme içinde elde ettiği konumu, genişleme gücüne, daha şimdiden çok dar geliyordu. Orta sınıfın, buıju­ vazinin özgür gelişmesi, feodal sistemin sürdürülmesi ile bağdaşmaz hale gelmişti: öyleyse feodal sistem yıkılmalıydı. Feodalizmin uluslararası büyük merkezi, Roma katolik kilisesiydi. O, iç savaşlara karşın, şizmatik Greklere karşı olduğu kadar, müslüman ülkelere karşı da batının bütün fe­ odal Avrupası'm birleştiriyordu. Tannsal kutsama halesiyle, feodal kurumlan taçlandınyordu. Kendi hiyerarşisini feodal model üzerinde örgütlemişti, ve katolik dünyamn topraklan­ mn en az üçte-birinin sahibi, en güçlü feodal senyör durumu­ na gelmişti. Feodalizme her ülkede tek tek saidırmadan ön­ ce, kutsal merkezi örgütünün yıkılınası gerekiyordu. Üstelik, buıjuvazinin yükselişine koşut olarak, bilim de büyük ilerleme gösteriyordu; astronomi, mekanik, fizik, ana­ tomi ve fizyoloji yeniden geliştiriliyordu. Buıjuvazi, sanayi üretiminin gelişmesi için, doğal nesnelerin fizik niteliklerini ve doğa güçlerinin etkinlik çeşitlerini inceleyen bir bilime ge­ reksinim duyuyordu. O zamana değin, inancın koyduğu sı­ mrlan aşmasına asla izin verilmeyen bilim, kilisenin küçük hizmetkanndan başka bir şey degildi; bir bilimden başka her 277

şeydi. Bilim, kiliseye başkaldırdı; bilim olmadan hiçbir şey yapamayacağından, buıjuvazi, ayaklanmaya katıldı. Bu açıklamalar, gelişen buıjuvazinin kururolaşmış din ile zorunlu olarak çarpışmasının yalnızca iki noktasına de­ ğinmekle birlikte, ilkin katolik kilisenin gücünün konumuna karşı savaşımda dogrudan çıkan olan sınıfın buıjuvazi oldu­ ğunu, ve ikincisi, feodalizme karşı her savaşın, o dönemde zorunlu olarak, dinsel bir kılığa büründüğünü ve öncelikle kiliseye karşı yöneldiğini göstermesi bakımından yeterli ola­ caktır. Savaş çığlığını üniversiteler ve kentlerin tüccarlan attıysa da, bunun, ruhani ve dünyevi feodal senyörlerine karşı, her yerde kendi varoluşlan için savaşım vermek zo­ runda olan kırsal nüfusun yığınları arasında, köylüler ara­ sında, güçlü bir karşılık bulacağı kesindi ve gerçekte buldu da. Buıjuvazinin feodalizme karşı uzun savaşımı, büyük ve kesin sonuca götüren üç 'savaşla damgalandı. [BURJUVAZİNİN KURTULUŞU]

[1 o Protestan Reformu]

Birincisi, Almanya'da protestan reformudur. Luther'in kiliseye karşı savaş çığlığını, politik iki ayaklanma yanıtladı: Franz von Sickingen tarafindan yönetilen küçük soylu ayak­ lanması ( 1523) ve büyük Köylüler Savaşı ( 1525). Her ikisi de, özellikle, bunda en çok çıkan olan olmalarına karşın kentlerin buıjuval arının kararsızlıkları yüzünden yenik düş­ tüler; bu kararsızlığın nedenini, burada araştırmak duru­ munda değiliz. Bu andan başlayarak, savaş, yerel prensler ile imparatorun merkezi iktidarı arasında bir kavga olarak yozlaştı, ve bu, Almanya'nın iki yüzyıl boyunca, politik ola­ rak etkin Avrupa uluslan arasından dışlanmasıyla sonuç­ landı. Gene de, lüterci reform, yeni bir din, tam tamına mut­ lak monarşinin gereksindiği bir din doğurdu. Kuzeydoğunun Alman köylüleri lüterciliği kabul eder etmez, özgür insandan

278

serfe dönüştürüldüler. Ama Luther'in başansızlığa uğradığı yerde, Calvin utku kazandı. Kalvenci dogma, dönemin en ilerlemiş buıjuvazisi­ nin gereksinimlerine yanıt veriyordu. Onun yazgıcı öğreti­ si, ıga ticari rekabet dünyasında, başannın ve başansızlığın, insanın çalışmasına ya da becerisine değil, onun denetimin­ den bağımsız koşullara bağlı olduğu olgusunun dinsel ifade­ siydi. Bu koşullar, isteyenin ve çalışanın değil, bilinmeyen üstün ekonomik güçlerin lütfuna bağlıydılar; ve bu, bütün eski ticaret merkezlerinin ve bütün ticari yollann yerini baş­ kalannın aldığı, Hindistan'ın ve Amerika'nın dünyaya açıldı­ ğı, ve ekonomik imanın en kutsal mallan -altın ve gümü­ şün karşılıklı değeri- sallanmaya ve yıkılmaya başladığı bir ekonomik devrim döneminde özellikle doğruydu. Aynca Cal­ vin'in kilisesinin kuruluşu, kesin olarak demokratik ve cum­ huriyetçiydi, ve tannmn krallığının cumhuriyetleştirildiği yerde, bu dünyanın krallıklan, hükümdarlann, piskoposla­ nn ve feodal beylerin egemenliği altında kalamazdı. Alman lüterciliği, küçük Alman prenslerinin elleri arasında uysal bir alet haline gelirken, kalvencilik, Hollanda'da bir cumhu­ riyet ve İngiltere'de ve özellikle İskoçya'da etkin cumhuri­ yetçi partiler kurdu. [2° ingiliz Devrimi; Materyalizmin Doğuşu]

Buıjuvazi, ikinci büyük ayaklanması olan kalvencilikte, kendi ölçüsüne göre biçilip dikilmiş bir öğreti buldu. Patla­ ma İngiltere'de oldu. ı94 Hareketi ilkin kentlerin orta sınıflan başlattı, ve yengiyi, kırlann yeomamy'sP95 sağladı. Buıjuva­ zinin üç büyük devriminde de, savaşı sürdürmek için ordula­ n sağlayan köylülüğün, utkunun ekonomik sonuçlan bakı­ ınından kesinlikle en çok yıkıma uğramış olan sınıf olması oldukça ilgi çekiciydi. Cromwell'den bir yüzyıl sonra, İngilte­ re'nin yeomanıy'si hemen hemen ortadan kalkmıştı. Böyle olmakla birlikte, bu yeomanıy ve kentlerin plebyen unsur­ lan olmasaydı, buıjuvazi, asla girişilen savaşı, kendi gücüyle

279

utkuya kadar sürdüremez ve Charles I'i darag-acına çıkara­ mazdı. Buıjuvazinin, olgunlaşmış ve devşirmeye hazır duru­ ma gelmiş kazanımlannın güvence altına alınabilmesi için, -tıpkı ı 793'te Fransa'daki ve ı848'de Almanya'daki gibi­ devrimin amacından çok ileri götürülmesi gerekiyordu. Öyle görünüyor ki, burjuva toplumun evrim yasalanndan biri de budur. Devrimci etkinlig-in bu aşırılıg-ını, lngiltere'de, kaçınıl­ maz olarak gericilik izledi, o da, kendi başına gidebileceg-i noktadan daha ileriye gitti. Bir dizi kararsızlık, yeni bir ağırlık merkezine erişilmesiyle son buldu ve bu, yeni bir çı­ kış noktası oldu. "Saygınlıg-ın" "büyük ayaklanma" adını ver­ dig-i İngiliz tarihinin büyük dönemi, ve bunu izleyen savaş­ lar, liberal tarihçilerin "şanlı devrim" adını verdig-i, öncekiyle karşılaştınldıg-ında önemsiz olan olayla sdna erdi. Yeni çıkış noktası, yükselmekte olan buıjuvazi ile eski fe­ odal toprak sahipleri arasında bir uzlaşmaydı. Bu sonuncu­ lar, bugün oldug-u gibi , aristokrasİ olarak adlandınlmakla birlikte, uzun zamandan beri, Fransa'da Louis-Philippe'in çok sonra oldug-u gibi, "krallıg-ın birinci burjuvası" olma yo­ lundaydılar. İngiltere'nin şansına bakın Güller Savaşlan196 boyunca birbirlerini öldürenler bu yaşlı feodal baronlardı. Onlann ardıllan, genel olarak, aynı eski ailelerden gelmekle birlikte, tamamen yeni bir topluluk oluşturarak, geldikleri yakın kollardan uzaklaşmışlardı; alışkanlıklan ve düşünce­ leri, feodalden çok buıjuvaydı; paranın deg-erini tam olarak biliyorlardı ve küçük çiftçilerin yüzlercesini kovarak ve yer­ lerine koyunlan koyarak toprak rantlannı hemen artırmaya başlamışlardı. Henry VIII, kilise topraklanın bag-ışiayarak dağıtmış, saçıp savurmuş, yeni bir burjuva toprak sahipleri toplulug-u yaratmıştı; ondan sonra bütün ı 7 . yüzyıl boyunca, sayısız büyük araziye elkonulup, tam ya da yan sonradan­ görmelere dag-ıtılması aynı sonucu dog-uracaktı. Bunun için­ dir ki, Henry VII'den başlayarak Ingiliz aristokrasisi, sınai üretimin gelişmesine karşı koymak bir yana, tersine, bun­ dan dolaylı olarak yararlanmaya çalıştı; ve aynı biçimde,

280

ekonomik ve politik nedenlerden dolayı, sanayi ve finans buıjuvazisinin leaders'ı* ile işbirliği yapmak isteyen önemli sayıda büyük toprak sahibi her zaman bulundu. Dolayısıyla 1689 uzlaşması kolayca gerçekleşti. Politik ganimetler mevkiler, arpalıklar, büyük ihaleler-, ticaret, sanayi ve fi­ nans buıjuvazisinin çıkarlan dikkate alınmak koşuluyla, bü­ yük soylu ailelere bırakılmıştı. Ve bu ekonomik çıkarlar, o dönemde, ulusun genel politikasını belirlemeye yeterli güç­ teydi. Sorunlann aynntılannda birçok anlaşmazlık vardı, ama aristokratik oligarşi kendi ekonomik gönencinin kesin olarak sanayi ve ticaret buıjuvazisine ba�lı oldu�nu çok iyi biliyordu. Bu andan başlayarak, buıjuvazi, İngiltere'nin egemen sı­ nıflannın · -öteki fraksiyonlanyla arasında, ulusun büyük işçi yı�nının ba�mlılı�ın sürdürülmesinde, ortak bir çıka­ n vardı-, alçakgönüllü ama resmi olarak tanınan bir ö�esi haline geldi. Tüccann ya da imalatçının kendisi, efendi, ya da, son zamanlara kadar dendiği gibi, kendi işçileri, memur­ lan ve hizmetçileri karşısında "do�al üst" konumundaydı. Onlann emeklerini, olabildiği kadar tam sızdırmaya çalış­ ması çıkan gereğiydi; bunun için, onlan, yeterince boyun e�­ meye alıştırmak gerekiyordu. Kendisi dine inanıyordu, krala ve senyörlere karşı altında savaştı� bayrak din olmuştu; kendilerinin başa geçmelerini tannnın istediğini, bunun akılla kavranamayacağını, onların do�al olarak aşağı olduk­ larını ve efendilerin buyruklanna boyun eğmelerini zihinle­ rine işlernek için, gene aynı dinden yararlanmanın yarar­ l arını keŞfetmeleri uzun sürmedi. Kısacası, İngiliz buıjuvazi­ si, "aş$ sınıflar"ın, ulusun büyük üretici kitlesinin ezilme­ sinde kendi payına düşeni yaptı, ve baskı araçlanndan biri, dinin etkisi oldu. Bir başka olgu, buıjuvazinin dinsel eğilimlerini güçlen­ dirmeye yardım etti: İngiltere'de materyalizmin doğuşu. Bu tanntanımaz yeni öğreti, orta sınıfin dindarca duygularını sarsmakla kalmadı, aynı zamanda, kendini, buıjuvazinin de * Liderleri. -ç. 281

içinde yeraldığı eğitilmemiş büyük yığınlar için yeterince iyi olan dine karşıt olarak, ancak bilgililere ve dünyanın eğitil­ miş insaniarına uygun düşen bir felsefe olarak sundu. Hob­ bes ile birlikte, materyalizm, krallığın mutlak iktidannın ve ayncalıklannın savunucusu olarak, sahnede görünüverdi; bu puer robustus sed malitiosus'u* yani halkı boyunduruk altında tutahilrnek için mutlak monarşiyi yardıma çağırdı. Bu, Hobbes'un ardıllan ile, Bolingbroke, Shaftesbury vb. ile aynen sürdü; materyalizmin yeni yaradancı biçimi, aristok­ ratİk ve içrek bir öğreti olarak, dolayısıyla hem dinsel sap­ kınlığı hem anti-buıjuva politik bağlantılan nedeniyle, bur­ juvazi için iğrenç bir öğreti olarak kaldı. Dolayısıyla, Stuar­ tlara karşı savaşta bayrağını ve savaşçıları sağlamış olan protestan mezhepleri, bu aristokratik yaradancılığa ve ma­ teryalizme karşıt olarak, ilerleyen orta Sınıfın başlıca gücü­ nü oluşturmayı sürdürdüler ve bugün de "büyük liberal par­ ti"nin omurgasını oluşturdular. [3° 1 8. Yüzyıl Mateıyalizmi ve Fransız Devrimıl

Bu sırada, materyalizm, İngiltere'den Fransa'ya geçti, burada, kartezyanizmden doğan bir başka materyalist felsefi okulla tanıştı ve onunla birleşti. Fransa'da da, ilk başta, yal­ nızca aristokratik bir öğreti olarak kaldı; ama devrimci nite­ liği kendini göstermekte gecikmedi. Fransız materyalistleri, eleştirilerini yalnızca dinsel sorunlarla sınırlamadılar, za­ manlannın bütün bilimsel geleneklerine ve politik kurum­ larına saldırdılar; ve evrensel olarak uygulanabilirliğini kanıtlamak için daha kısa bir yol izlediler ve daha sonra adıyla anılacaklan dev bir yapıtta -Encyclopedie'de- öğre­ tilerini bütün bilgi konulanna yüreklice uyguladılar. Böylece iki biçiminden -ilan edilmiş materyalizmden ya da yara­ dancılıktan- biriyle ya da ötekiyle bu materyalizm, Fran­ sa'da eğitilmiş bütün gençlerin dünya görüşü haline geldi, öyle ki büyük devrim patlak verdiğinde, İngiltere'de kralcı* "Gürbüz, ama kötücül çocuk", G. Hobbes, De homine. -ç. 282

lar tarafından dünyaya getirilen felsefi öW"etiden, Fransız cumhuriyetçilerine ve teröristlerine teorik bayrak ve İnsan Haklan Bildirgesinin metnine kaynak çıktı. Büyük Fransız Devrimi, buıjuvazinin üçüncü ayaklan­ ması oldu; ama gülünç dinsel kılıktan tümüyle sıynlan ve bütün kavgasını açıkça politik alanda veren ilk ayaklanma­ ydı; savaşanlardan birinin, aristokrasinin, silinmesine kadar ve ötekinin, buıjuvazinin, tam yengisine kadar savaşı götü­ ren de ilk ayaklanma oldu. İngiltere'de devrim-öncesi ve dev­ rim-sonrası kuruıniann korunması ve büyük toprak sahiple­ ri ile kapitalistler arasındaki uzlaşma, daha önceki hukukun devam etmesinde ve yasanın feodal biçimlerinin dokunma­ dan korunmasında kendini açığa vurmuş bulunuyordu. Fransız Devriminde, geçmişin geleneklerinden tam bir kop­ ma oldu, feodalizmin son kalıntılannı süpürdü ve eski Roma hukukunun modern kapitalizm koşuHanna esaslı bir uyarla­ ması olan Code civili yarattı; bu, Marx'ın meta üretimi adını verdiği ekonomik gelişme aşamasına tekabül eden hukuki ilişkilerin hemen hemen tam ifadesiydi; Fransa'nın bu dev­ rimci yasası, öylesine esaslı bir yasadır ki, bugün bile, İngil­ tere dahil, bütün ülkelerde, mülkiyet hukuku reformunda mqdel olarak yararlanılmaktadır. Ama unutmayalım ki, eğer İngiliz hukuku, kapitalist toplumun ekonomik ilişkilerini, ifade edilen şeye tıpkı İngilizce telafuzun İngiliz imlasına te­ kabül ettiği kadar -bir Fransız VOUS ecrivez Landres et VOUS prononcez Constantinople* demişti- tekabül eden feodalite­ nin o barbar dilinde ifade etmeyi sürdürüyorsa da, kişisel öz­ gürlüğün, yerel özyönetimin, ve mahkemeler dışında tüm dış müdahaleden bağımsızlığın, kısacası, Kıta Avrupasında mutlak monarşi dönemi boyunca kaybolan, ve henüz hiçbir yerde yeri tamamen doldurulmuş olmayan, eski cermenik özgürlüklerin en iyi yanlannı, çağlar boyunca muhafaza eden, ve Amerika'ya ve kolonilere taşıyan tek hukuk da o aynı İngiliz hukukuydu.

* Londra yazıyorsunuz ve İstanbul okuyorsunuz. -ç. 288

[lNGİLlZ BURJUVAZİSİ MATERYALİZME VE DEVRİME KARŞI]

İ ngiliz buıjuvamıza dönelim. Fransız Devrimi, ona, Fran­ sız deniz ticaretini Kıta monarşilerinin desteğiyle ortadan kaldırması, Fransız sömürgelerini ilhak etmesi, ve Fran­ sa'nın deniz rekabetinde son iddialannı kırması için çok büyük fırsat verdi. Onun devrime karşı savaşmasının neden­ lerinden biri budur. Öteki, bu devrimin yöntemlerini son de­ rece iğrenç bulmasıydı. Yalnızca terörizmini değil, buıjuva egemenliğini sonuna kadar götürme girişimini de "iğrenç" bu­ luyordu. Kendisine görgü kurallannı (bir şeye yaramasa da) öğreten, onun için modalar türeten, içerde düzeni sağlamak için orduya, yeni sömürgeler ve yeni pazarlar fethetmek için donanmaya subay yetiştiren aristokrasisi olmadan İngiliz buıjuvazisi ne yapardı? Gerçekte, buıjuvazinin ilerici bir azınlı� vardı, ve çıkarlan bu uzlaşmayla pek gözetilmemişti; esas olarak daha az zengin orta sınıf içinde toplanan bu ke­ sim devrimden yana olmuştu, ama parlamentoda güçsüzdü. Böylece, materyalizm, Fransız Devriminin amentüsü ha­ line gelirken, tann korkusuyla yaşayan İ ngiliz buıjuvası di­ nine daha sıkı sanldı. Paris'te Terör Dönemi, yığınlann din­ sel duygulannı yitirdiği zaman, nereye vanlacağını göster­ memiş miydi? Materyalizm, Fransa'dan komşu ülkelere ya­ yıldıkça, benzer teorik akımlar tarafından, özellikle de Al­ man felsefesi tarafından desteklendikçe, materyalizm ve öz­ gür düşünce, Kıtada, zihinsel olarak eğitilmiş herkesin ge­ rekli niteliği durumuna geldikçe, İngiltere'nin orta sınıfı da pek çok dinsel mezhebe o ölçüde sıkı sanldı. Bu mezhepler birbirlerinden farklıydılar, ama hepsi de kesin olarak dinsel ve hıristiyan mezheplerdi. Fransa'da, devrim, buıjuvazinin politik utkusunu sağ­ lamlaştınrken, l ngiltere'de, Watt, Arkwright, Cartwright l97 ve başkalan, ekonomik gücün a�rlık merkezinin yerini tü­ müyle değiştiren bir sanayi devrimi başlatıyorlardı. Buıjuva­ zinin zenginliği, toprak aristokrasisininkinden alabildiğine

284

daha büyük bir hızla büyüyordu. Aynı buıjuvazi içinde, fi­ nans aristokrasisi, bankerler, vb. , imalatçılar tarafından ikinci plana atılınışlardı. Buıjuvazinin yaranna yapılan ted­ rici değişikliklerden sonra bile, 1689 sözleşmesi, sözleşme ya­ pan taraflann göreli konumlarına artık uygun düşmüyordu. Aynı zamanda bu tarafların niteliği de değişmişti; 1830'un buıjuvazisi , önceki yüzyılın buıjuvazisinden çok farklıydı. Siyasal iktidar, onu yeni sanayi buıjuvazisinin isteklerine di­ rennıek için kullanan aristokrasinin elinde kalmıştı, ve yeni ekonomik çıkarlarla bag'daşmaz hale gelmişti. Aristokrasİ ile, ancak yeni ekonomik gücün utkusuyla sona erebilecek olan yeni bir savaş kendini dayatmaktaydı. llkin, 1830 Fran­ sız Devriminin bastırmasıyla, Reform Act bütün engellemele­ re karşın meclisten geçti. Bu, buıjuvaziye parlamentoda güç­ lü ve sayılır bir konum sağladı. Ardından, Tahıl Yasalan­ nml98 yürürlükten kaldınlması, buıjuvazinin, ve özellikle de en etkin kesiminin, fabrika sahiplerinin, toprak aristokrasisi üzerindeki üstünlüğünü sonal olarak sağladı. Bu, buıjuvazi­ nin en büyük utkusuydu; bu, yalmzca kendi çıkan için ka­ zandığı son utku oldu. Daha sonra kazandığı bütün utku­ lann yararlanm, önce bağlaşığı sonra rakibi olan yeni bir toplumsal güçle paylaşmak zorunda kaldı. [İNGlLlZ PROLETARYASININ ORTAYA ÇIKIŞI]

Sanayi devrimi, yalmzca güçlü bir sanayi kapitalistleri sımfi değil, daha kalabalık bir sa,nayi işçileri sımfi da doğur­ muştu. Bu sınıf, sanayi devrimi üretimin bütün kollanm kapladıkça büyüdü, ve büyüdüğü oranda güçlendi. Bu güç kendini , daha 1824'te, işçilerin birliğini yasaklayan yasa­ ların yürürlükten kaldınlmasına karşı koyan bir parlamen­ toyu zorlayarak gösterdi. Reform Act için ajitasyon sırasın­ da, işçiler, reform yaniılannın radikal kanadım oluşturdu­ lar; 1832'nin Reform Act'i onlann oy hakkım kabul etmediği için, Halkın Bildirgesinde [People 's Charter] hak isteklerini dile getirdiler ve büyük buıjuva partisine* muhalif olarak,

285

modern zamaniann ilk işçi partisini, Çartist Partiyi, bağım­ sız olarak örgütlediler. Kıtada 1848 Şubat-Mart devrimleri patladığı sırada, bu devrimlerde işçi topluluğu baskın bir rol oynadı ve kapitalist toplumun bakış açısından kesinlikle kabul edilemez olan is­ teklerini, en azından Paris'te dile getirdi. Ve o zaman genel tepki geliverdi. ı99 llkin, 10 Nisan 1848'de çartistlerin bozgu­ nu; sonra, Haziranda, Parisli işçilerin ayaklanmasının ezil­ mesi; sonra, ltalya'da, Macaristan'da, Güney Almanya'da 1849 bozgunlan, ve son olarak, 2 Aralık 185 l'de, Paris üze­ rinde Louis Bonaparte'ın utkusu. Ensonu, bir süre için, işçi­ lerin isteklerinin korkuluğu devrildi, ama ne pahasına! İşçi sınıfı içinde dinsel zihniyeti sürdürmenin gerekliligine daha önceden ikna olmuş olan İngiliz buıjuvazisi, bütün bu dene­ yimlerden sonra bu gerekliligi daha zorlayıcı olarak ne ka­ dar çok hissetmiş olmalı! İngiliz buıjuvazisi, Kıtalı ortak­ lannın alaylanna aldırmaksızın, alt sınıflann hıristiyanlaş­ tınlması için, her yıl, milyonlar üstüne milyonlar harcamayı sürdürdü; kendi dinsel aygıtı yetmedi, John Bull,** çağın en usta dinsel girişim örgütleyicisi olan Jonathan Biraderi200 yardımına çağırdı, Amerika'dan revivalism'i2oı, Moody ve Sankey202 ve benzerlerini ithal etti, ve son olarak, ilkel hıris­ tiyanlığın propagandasını yeniden canlandıran, yoksullann cennete gidecegini ileri süren, kapitalizmle kendi dinsel tar­ zıyla savaşan ve dolayısıyla, bir ilkel hıristiyan sınıf uzlaş­ mazlığı öğesi banndıran, ve onlara şimdi sermaye sağlayan varlıklılar için bir gün tehlikeli olabilecek Selamet Ordusu­ nun tehlikeli yardımını kabul etti. Buıjuvazinin politik gücü, ortaçağda feodal aristokrasİ­ nin özel bir tarzda sürdürmüş olduğu gibi, hiçbir Avrupa ül­ kesinde -en azından yeterince uzun bir zaman için- ege­ menligi altına alamaması, tarihsel gelişmenin bir yasası ola­ rak görünüyor. Feodalitenin tümüyle kökünün kazındığı Fransa'da bile, buıjuvazi, sınıf olarak, ancak kısa dönemler * İngilizcede: "Tahıl Yasası karşıtı büyük buıjuva partiye". -ç. ** İngiliz. -ç. 286

süresince, iktidan elinde bulundurdu. Louis-Philippe'in yö­ netimi ( 1830- 1848) sırasında, yalnızca buıjuvazinin pek kü­ çük bir kesimi, çok yüksek bir cens'ten* dolayı pek büyük sayıda bir kesimin oy vermesinin engellenmesi sonucu203, egemen oldu. İkinci Cumhuriyette ( 1848- 1851), buıjuvazi bir bütün olarak egemen oldu, ama yalnızca üç yıl; beceriksizliği İmparatorluğa yolu açtı. Buıjuvazi; yalnızca Üçüncü Cum­ huriyette, iktidan yirmi yıldan fazla bir süre bütünüyle elin­ de bulundurdu; ve daha şimdiden çöküşün güçlü belirtilerini verdi204. Buıjuvazinin sürekli egemenliği, ancak, feodalite­ nin olmadığı ve toplumun doğrudan buıjuva temel üzerine kurulduğu Amerika gibi ülkelerde olanaklı oldu. Bununla birlikte Amerika'da, Fransa'daki gibi, buıjuvazinin ardıllan, işçiler, daha şimdiden kapıya vuruyorlar. UNGİLİZ BURJUVAZİSİNİN KÖLECE BAGLILIGI]

Buıjuvazi, İngiltere'de, hiçbir zaman tek başına iktidara sahip olamadı. 1832 utkusu bile, hükümetteki yüksek görev­ lerin hemen hemen tümünü, bu görevleri tekelinde bulundu­ ran toprak aristokrasisine bıraktı. Bu durumu sürdürmeyi kabul eden zengin orta sınıfın uysallığı, liberal büyük fabri­ katör Bay W. A. Forster'm halka bir söylevinde Bradfordlu gençlere dünyada ilerlemeleri için Fransızca öğrenmelerini söylediğini işitinceye dek, benim için anlaşılmaz olarak kal­ mİştı; o, kendi deneyimini örnek olarak vermiş ve, bakan ola­ rak, ansızın içinde bulunduğu bir sosyetede, kendisini ne ka­ dar aptallaşmış gördüğünü, Fransızcanın en azından İngiliz­ ce kadar gerekli olduğunu anladığını söylemişti. Gerçekte İngiliz buıjuvazisi, o dönemde, genel kural olarak, tamamen kültürsüz sonradan-görmelerden oluşuyordu; ve ticari kur­ nazlıkla çeşnilendirilmiş adalı sınırlılıktan ve adalı kendini beğenmişlikten başka niteliklere sahip olmamn gerekli oldu­ ğu yerde, ister istemez, hükümetin yüksek makamlanm aristokrasiye bırakmaktan başka bir şey yapamazdı.** Bu* Cens: Seçmek ya da seçilmek için ödenmesi gereken belirli vergi. -ç. 287

gün bile burjuvazinin eğitimi üzerine basındaki sonu gelmez tartışmalar, İngiliz orta sınıfımn yüksek bir eğitim için ken­ dini yeterince elverişli durumda görmediğini, ve herhangi daha basit bir şey istediğini bir çok kez ortaya koydu. Böyle­ ce, Tahıl Yasalanmn kaldınlmasından205 sonra da, Cobden­ ler, Brightlar, Forsterlar gibi başan sağlamış insanlann, ül­ kenin resmi yönetimine katılmamn dışında bırakılınalan işin gereği olarak kabul edildi; bakanlık kapılanın onlara açacak olan yeni bir Reform Act'i206 yirmi yıl beklemeleri ge­ rekti. İngiliz burjuvazisi, bugün de, törenlerle kutlanan her durumda ulusu gerektiği gibi temsil etmesi için, kendi gider­ lerinden ve halkın sırtından süslü tembel bir sımfı besleyen ve sonuçta kendisi tarafından türetilmiş olan bu özel kuru­ lun üyelerinden biri olarak kabul edilmesine engel çıkanl­ madığı zaman, kendini son derece saygın biri olarak algıla­ yan toplumsal aşağılık duygusuyla doludur. Dolayısıyla, sınai ve ticari orta sımf, yeni bir rakip, işçi sınıfı ortaya çıktığı zaman, toprak aristokrasisini siyasal ik­ tidardan uzaklaştırmayı henüz başaramamıştı. Çartist hare­ keti ve Kıta devrimlerini olduğu gibi, İngiliz ticaretinin ** Ve ticarette bile, ulusal şovenizmle şişinme, kötü bir kılavuzdur. Geçtiğimiz günlere kadar, sıradan İngiliz fabrikatörü, kendi dilinden başka bir dili konuşmayı bir İngiliz saygınlığının altına düşmek olarak algılıyor ve ürünlerini yabancı ülkelere pazarlama sıkıntısından kurtulmak için, "za­ vallı yabancı şeytanlar"ın İngiltere'ye yerleşmesinin daha iyi olacağını düşünüyordu. Çoğu Alman olan bu yabancıların, İngiltere'nin dış ticareti­ nin, ithalatının ve ihracatının, geniş bir bölümünü böyle ele geçirmeleri, İngiliz do!trudan dış ticaretinin, sömürgelerle, Çin'le, Birleşik Devletler'le ve GüneyAmerika'yla sınırlı hale gelmesi, onun hiçbir zaman sorunu ol­ mamıştı. Bu Almanlann, tüm yeryüzünde yavaş yavaş eksiksiz bir ticari sömürgeler ağı örgütlemiş olan yurtdışındaki öteki Almanlarla ticaret yaptıklannı da farketmedi. Ama Almanya, yaklaşık kırk yıl önce, ciddi ola­ rak ihracata yönelik imalata başladığında, bu ağ, kısa sürede, tahıl ihraç eden ülke durumundan önde gelen bir sanayi ülkesi durumuna dönüşme­ sinde şaşılacak derecede işe yaradı. Sonunda, on yıl kadar önce, İngiliz fab­ rikatör korktu ve büyükelçilerine ve konsoloslarına, müşterilerini artık elin­ de tutarnamasının nedenini sordu. Yanıtlar aynıydı: ı o Siz müşterilerinizin dilini öğrenmiyorsunuz, tersine, sizin dilinizi öğrenmelerini bekliyorsunuz; 2° Siz, alıcılarınızın gereksinimlerini, alışkanlıklarını ve zevklerini karşıla­ maya çalışmıyorsunuz, ama sizinkileri kabul etmelerini bekliyorsunuz. 288

1848'den 1866'ya kadar (genel olarak yalmzca serbest ticare­ te atfedilen, ama daha çok demiryollannın, buharlı gemile­ rin ve genel olarak ulaşım araçlannın çok büyük gelişmesine bağlı olan) görülmemiş gelişiriesini izleyen gericilik, işçi sım­ fını, bir kez daha çartist-öncesi dönemlerde radikal kanadım oluşturduğu liberal partinin bağımlılığı altına girmeye zor­ laınıştı. İşçiler için oy hakkı isteği, giderek karşı konulmaz bir durum aldı; liberal partinin Whig liderleri bundan ürktü­ ğü halde, Disraeli, Torileri, fırsattan yararlanmaya, seçim bölgelerinde bir değişiklik yapmaya ve kentsel bölgelerde ko­ nuta göre (özel bir evde oturan kim olursa olsun oy verebil­ meliydi) oy hakkım genişletmeye zorlayarak üstünlük sağla­ dı. Sonra gizli oy geldi ve, 1884'te, konuta göre oy, bütün bölgelere, (nüfusa göre) kırsal bölgelere de genişletildi ve bunlar, yeni bir düzenlemeyle hemen hemen eşitleştirildi. Bu önlemler, işçi sınıfımn seçim gücünü büyük ölçüde artırdı, 150 ile 200 arasındaki noktada, seçmenler topluluğu içinde, işçiler şimdi oy verenlerin çoğunluğunu oluşturuyor­ lar. Ama parlam.entarizm, geleneğe saygıyı öğreten eşsiz bir okuldur; burjuvalar, lord Manners'ın şakayollu dediği gibi "bizim yaşlı soylulanmız"a nasıl büyük bir haYı-anlıkla ve dinsel bir saygıyla bakıyorlarsa, işçi yığım da, "üst"leri ola­ rak görmeye alıştıklan burjuvalara "üstün sınıf' olarak say­ gı ve hürmetle bakıyorlar. Bir onbeş yıl kadar önce, İngiliz işçisi, efendisinin konumuna duyduğu saygı ve haklanm is­ temedeki utangaçlığı ile, bizim "kürsü sosyalistleri"mizin207 kendi uluslanmn proletaryasının onmaz komünist ve dev­ rimci eğilimlerinden duyduğu kaygıyı yatıştıran, örnek işçiydi. [HALK İÇİN BİR DİN GEREK]

Ama, iş bilen insanlar olan İngiliz burjuvalan, Alınan profesörlerden daha uzak görüşlüydüler. İsterneyerek de ol­ sa, iktidarlanm, işçi sımfıyla paylaşmışlardı. Çartizm döne­ minde, bu puer robustus sed m alitiosus un, * halkın, ne yapa'

289

bileceğini anlamışlar, ve ondan sonra da, Halkın Bildirgesi­ nin çok büyük bir kısmım kabul etmek ve Büyük Britanya yasalanna almak zorunda kalmışlardı. Şimdi, her zaman­ kinden daha çok, halkı, manevi yollarla dizginlemek gerek­ tiği zaman, din, yığınlar üstünde, ilk ve başlıca etkileme aracı olmuş ve hala da olmaya devam etmektedir. School boardlarda208 kilise temsilcilerinin çoğunlukta olmasımn ne­ deni buradadır; burjuvazinin, ayİncilikten [ritualisme] Sela­ rnet Ordusuna kadar her türden sofuca demagojiyi teşvik et­ mek için zorunlu olan giderlerinin durmadan artmasının nedeni buradadır. Ve İ ngiliz saygınlığının, özgür düşüneeye ve Kıta burju­ valanmn dinsel gevşekliğine karşı utkusu işte böyle geldi. Fransa'mn ve Almanya'run işçileri, isyancı oldular. Baştan sona sosyalizme bulaştılar; iktidan kazanmaya izin veren araçlann yasallığı konusunda önyargılan olmaması için ye­ teri kadar nedenleri vardı. Puer robustus** günden güne da­ ha malitiosus*** oldu. Fransız ve Alman burjuvazisine, son çare olarak, gemiye binerken kasılan genç adamın deniz tut­ tuğu zaman sigarasını sessizce suya bırakması gibi, kendi özgür düşüncelerini, ancak, bordanın altından yavaşça bırakmak kalmıştı: yerleşmiş inançlara karşı gelenler, biri ötekinin ardından, kiliseden, dogmalanndan ve kaçmama­ dıklan ölçüde katıldıklan ayinlerinden saygıyla sözederek, görünüşte dindarlığı beniıiısediler. Fransız burjuvazisi cuma günü maigre**** yaptı, ve Alman burjuvalar pazar günü bit­ mez tükenmez protestan vaızlanm dindarca dinlediler. Ma­ teryalizmleriyle onlar yollanın şaşırmıştılar. Die Religion muss dem Volk erhalten werden -halk için dini korumak gerekir-, tüm yıkımdan toplumu yalmzca o kurtarabilirdi. Onlann talihsizliği, bunu ancak, dini sonsuza dek tanı ola­ rak yıkmaya çalıştıktan sonra anlamış olmalanndaydı. Ve, şimdi, İngiliz burjuvazisi öcünü alabilir ve haykırabilirdi: Gürbüz, ama kötücül çocuk. -ç. Gürbüz çocuk. -ç. *** Kötücül. -ç. **** Perhiz. -ç. *

**

290

"Budalalar! İki yüzyıl önce, bunu size söyleyebilirdim!" Bununla birlikte, korkanın ki, ne İngiliz buıjuvasının dinsel saçmalığı, ne de Kıtalının post festum* dönmesi, pro­ letaryanın yükselen dalgasının karşısında bir engel olabile­ cek. Gelenek büyük bir yavaştatıcı güçtür, o tarihin vis iner­ tiae'sidir;** ama yalnızca edilgin olduğundan yenik düşmesi kaçınılmazdır; din, kapitalist toplum için sürekli bir koruyu­ cu da olmayacaktır. Hukuksal, felsefi ve dinsel fikirlerimiz, belirli bir toplumda egemen olan ekonomik koşullann az ya da çok doğrudan ürünleri olduğuna göre, bu koşullar bir kez tümden dönüştürüldükten sonra bu fikirler de sonsuza dek durumlannı koruyamazlar. Ve do�aüstü bir vahye inanma­ dıkça, hiçbir vaazın, bir toplumu yıkılınaktan kurtarmaya yetmeyecewni de kabul etmemiz gerekir. [İNGİLİZ PROLETARYASI HER ŞEYE KARŞIN KENDİNİ ÖZGÜR KlLACAKTlR] İngiliz işçi sınıfı, yeniden harekete geçiyor. O, her tür ge­ lenek tarafından engellendi. Buıjuva gelenekleri: yaygın ina­ nışa göre, yalnızca iki partiye, muhafazakarlara ve liberalle­ re yer vardı, ve işçi sınıfı, ancak büyük liberal partinin209 yardımıyla özgürlü�ne kavuşabilirdi. lık bağımsız eylem girişimlerinin kalıtı olan işçi gelenekleri: bu da, sendikalann ( trade-union) her biri tarafından kendi grev kıncılannı ya­ ratmasına yolaçan, yönetmeli�e uygun olarak çıraklık döne­ minden geçmemiş her işçinin birçok eski sendikadan çıkanl­ masıydı. Bütün buna karşın, işçi sınıfı harekete geçiyor; pro­ fesör Brentano'nun, "kürsü sosyalisti" meslektaşianna üzü­ lerek rapor etmek zorunda kaldığı gibi. O harekete geçiyor, İngiltere'deki her şey gibi yavaş ve ölçülü adımlarla, burada duraksayarak, orada az ya da çok başanlı sonuçlara vara­ rak; o, burada ve orada, sosyalizmin özünü soğururken, bu­ rada ve orada sosyalizm sözcüğünün verdiw aşın kuşkuyla * Bayramdan sonra, iş işten geçtikten sonra. �­ ** Atıl gücü. �291

harekete geçiyor ve hareket, bir işçi katmanının ardından öteki katmana yayılıyor ve onları kendisine katıyor. Daha şimdiden Londra'nın East-End'inde çalışanlan uyuşuklukla­ nndan uyardı ve, biz hepimiz, bu yeni güçlerin ona nasıl eneıjik bir itki verdigini gördük. Hareket, bazılanmn sabır­ sızlığını gideremeyecek kadar yavaşsa da, unutmayalım ki, İngiliz karakterinin en iyi niteliklerini koruyan ve yaşatan bu işçi sınıfıdır, ve İngiltere'de bir alan bir kez kazanıldığı zaman, kural olarak bir daha asla kaybedilmez. Eğer, daha yukarda belirtilen nedenlerden dolayı, eski çartistlerin oğul­ lan, durumun üstesinden gelecek yetenekte olmadılarsa da, torunlan, atalanna yaraşır olduklannın haberini veriyorlar. , Ama Avrupa işçi sınıfının utkusu, yalmzca İngiltere'ye bağlı olmayacak: bu, en azından İngiltere'ni;n, Fransa'mn ve Almanya'mn elbirligiyle elde edilebilecek: Bu son iki ülkede, işçi hareketi, İngiltere'dekinden çok ileridedir. Almanya'da, başanyla arasında daha şimdiden ölçülebilir bir mesafe var­ dır: yirmibeş yıldır benzersiz bir ilerleme göstermiştir; sü­ rekli artan bir hızla da ilerlemektedir. Alman buıjuvazisi, politik yeteneklerden, disiplinden, cesaretten, dirençten ve dayanıklılıktan içler acısı bir biçimde yoksun olduğunu gös­ termiştir ama Alman işçi sınıfı bütün bu niteliklere sahip olduğunu sayısız kez kanıtlamıştır. Yaklaşık dört yüzyıl önce, Almanya, Avrupa buıjuvazisinin ilk ayaklanm asının hareket noktası oldu; şimdiki duruma bakarak, Avrupa pro­ letaryasının ilk büyük utkusuna da sahne olmasımn ola­ naklı olmadığı söylenebilir mi? Londra, 20 Nisan 1892 F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınlan, Ankara 1998, s. 7-35.

292

[YlRMlBEŞ] İLKEL HIRlSTlYANLIGIN TARlHlNE KATKI2 ıo FRİEDRlCH ENGELS

I İLKEL hıristiyanlık tarihinin, modem işçi hareketiyle il­ ginç ortak noktalan var. İşçi hareketi gibi hıristiyanlık da, başlangıçta, ezilenlerin hareketiydi: ilkin kölelerin ve azatlı­ lann, yoksullann ve haklardan yoksun insanların, Roma ta­ rafından boyunduruk altına alınmış ya da darmada� edil­ miş halklann dini gibi göründü. İşçi sosyalizmi kadar hıris­ tiyanlık da, ikisi de, kölelikten ve yoksulluktan gelecekte bir kurtuluşu öğütlerler; hıristiyanlık bu kurtuluşu öte dünya­ ya, ölümden sonraki bir yaşama, cennete bırakır; sosyalizm, kurtuluşu, bu dünyaya, toplumun bir dönüşümü içine yer­ leştirir. Birileri dinin, ailenin, insan ırkımn düşmanlan ola­ rak, ötekiler devletin düşmanlan, toplumsal düzenin düş­ manlan olarak, her ikisi de kovuşturulur ve kovalamr, üye­ leri sürgün edilir ve özel yasa konusu olurlar. Ve bütün has­ kılara karşın, ve hatta bu haskılann dogrudan yardımıyla,

293

her ikisi de başanlı, karşı konulmaz bir biçimde yollannı açarlar. Doğuşundan üç yüzyıl sonra, hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunun devlet dini olarak kabul edilmiştir: altmış yıldan az bir zamanda, sosyalizm kesin olarak zafere ulaşa­ cağı bir konum kazanmıştır. Dolayısıyla, sayın Profesör A. Menger, Emeğin Bütün ÜTününe Hak adlı yapıtında, Roma imparatorlan . altında mülkierin geniş merkezileşmesi ve en büyük kesimi köleler­ den oluşan emekçi sınıfın sonsuz acılan gözönüne alındığın­ da, "batıda Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra sos­ yalizmin gelmemesinden" dolayı şaşınyorsa, bu, onun, o çağda olabildiği ölçüde bu "sosyalizmin" fiili olarak hıristi­ yanlıkta varolduğunu ve iktidara hıristiyanlıkla geldiğini görmediğindendir. Ne var ki, bu hıristiyanlık, tarihsel koşul­ lann gerektirdiği bir biçimde, toplumsal · dönüşümü, bu dün­ yada değil, öteki dünyada, cennette, ölümden sonraki sonsuz yaşamda, çok yakın bir gelecekte, millenium l:la* gerçekleşe­ ceğine inanıyordu. Daha ortaçağda, ezilmiş köylülerin ve özellikle kent hal­ kının ilk ayaklanmalan sırasında iki olayın koşutluğu, ken­ dini ortaya koyuyor. Ortaçağdaki bütün yığın hareketleri gi­ bi bu ayaklanmalar da, zorunlu olarak, dinsel bir maske taşıdılar; büyüyen bir soysuzlaşma, sonunda, ilkel hıristi­ yanlığın yeniden caniandıniması olarak görünüyor;** ama * Kıyametten önce banş ve selametin hüküm süreceği kabul edilen bin yıllık dönem. -ç. ** İslam dünyasının ayaklanmalan, özellikle Afrika'da garip bir karşıtlık oluştururlar. İslamiyet, doğuluların, özellikle de Araplann yani bir yandan ticaret ve sanayiyle uğraşan kentlilerin, öte yandan göçebe Bedevi­ lerio ölçülerine göre oluşmuş bir dindir. Ama bu dinde periyodik bir çatışmanın tohumu vardır. Zenginleşen ve tantanalı bir yaşayışa kavuşan kentliler, "yasa''ya uymada gevşeklik gösterirler. Yoksul, ve yoksulluklan nedeniyle katı töreleri olan Bedeviler, bu zenginliklere ve bu zevklere arzu ve açgözlülükle bakarlar. Imansızlan cezalandırmak, dinsel törenler yasası­ nı ve esas imanı yerleştirmek, ve ödül olarak imansıziann servetlerine el­ koymak için bir peygamberin, bir mehdinin yönetiminde birleşirler. Kuşku­ suz, yüzyıl sonra cezalandırdıklanyla aynı noktaya vanrlar; yeni bir temiz­ lik gereklidir. Bu, Mrikalı Almoravidlerin ve Almohadlann Ispanya'daki is­ tila savaşlanndan, Ingilizlere çok başanlı bir biçimde meydan okuyan son 294

dini ululamanın arkasında düzenli olarak bu dünyanın pek çok maddi çıkan gi.zleniyordu. Bu, zafer anısıyla dolu Jean Zizka zamanında Bohemya taburlannın örgütlenmesinde ge­ niş bir biçimde ortaya çıkıyordu: ama bu çizgi, 1830'dan son­ ra komünist işçilerde yeniden ortaya çıkmak için Alman­ ya' da Köylüler savaşından sonra yavaş yavaş ortadan kaybo­ luncaya kadar bütün ortaçağ boyunca sürüp gitti. Renan,

"Ilk hıristiyan topluluklan hakkında bir fikir edinmek isti­ yorsanız, Uluslararası Emekçiler Birliğinin yerel bir şubesi­ ne bakın. " sözlerini söylemeden çok önce, Fransız devrimci komünistler, özellikle Weitling ve kendilerine katılanlar, il­ kel hıristiyaıılığı övmüşlerdi. Alman İncil eleştirisinin, modem gazetecilikte bile örne­ ği olmayan, alaya alınması sayesinde, Hıristiyanlığın Kö­ kenleri adlı kilisenin tarihi üzerine romanını hazırlayan Fransız yazın adamı, bu tümcesinde, neyin doğru olduğunu hiç de bilmiyordu. Eski entemasyonalisti, en azından bir noktasında, kendisinde eski yaralar yeniden açılmadan, ör­ neğin Paul'e ait olduğu söylenen ikinci Koren tlilere Mektubu okuma becerisini görmek isterdim. Bütün Mektup, VIII. bö­ lümden sonra, ne yazık ki bilinen sonsuz yakınınayla çınlı­ yor: "les cotisations ne rentren pas" .* Kimbilir kaç gayretli propagandacı, 1865'e doğru, bu mektubun yazanmn -yazar kim olursa olsun- sevimli bir anlayışla elini sıkar ve kulağı­ na: "Demek bu senin de başına geldi kardeş!" diye fısıldardı? Bizler de bu ödenmeyen aidatlar konusunda, elle tutulama­ yan ve Tantaı2ı2 gözlerimiz önünde uçuşan aidatlan üzerine çok şey söyleyebilirdik -bizim birliğimizde de Korentliler Hartum meclisine kadar böyle oldu.211 İran'daki ve başka islam ülkelerindeki kanşıklıklarda da böyle ya da hemen hemen böyle oldu. Bun­ lar dinsel bir kılıf taşımalanna karşın, ekonomik nedenlerden doğan hare­ ketlerdi. Ama başardıklan zaman bile, ekonomik koşullara dokunmuyorlar. Dolayısıyla, hiçbir şey değişmiyor, çatışma p eriyo dik duruma geliyor. Buna karşılık, hıristiyan Batının halk ayaklanmalarında, dinsel kılıf, geçersiz hale gelmiş bir ekonomik düzene karşı saldınlara, yalmzca bayrak ve örtü olarak hizmet ediyor: sonunda, bu düzen devriliyor; yeni bir düzen kurulu­ yor, ilerleme oluyor, dünya yürüyor. * "Aidatlar ödenmiyor. -ç. 295

kum gibi kaynıyordu- ama Enternasyonalin ünlü milyon­ ları tam da buradaydı. lık hıristiyanlar üzerine en iyi kaynaklarımızdan biri, her türlü dinsel boş inanca karşı kendisi de kuşkulu bir tutu­ mu koruyan, ve bundan dolayı -ne putatapan inançla, ne siyasetle- hıristiyanları herhangi başka bir dinsel birlikten farklı ele alması için bir nedeni bulunmayan klasik an­ tikçağın Voltaire'i, Lucien de Samosate'tır. O, Jupiter'e ta­ panlarla olduğu gibi lsa'ya tapanlarla da, tümüyle, boş inançlan yüzünden alay eder: kendi yüzeysel rasyonalist görüş açısından boş bir inanç türü bir başkası kadar budala­ cadır. Her durumda tarafsız olan bu tanık, başka şeylerin yamsıra, kendisini Hellespontus'taki Parium kökenli Prote­ us diye adlandınlan Peregrinus adlı bir serüvencinin biyog­ rafisini anlatır.213 İşte bu Peregrinus, Ermenistan'da, gençli­ ğinde eşini aldatmaya başladı, suçüstü yakalandı ve ülkesi­ nin adeti gereğince linç edildi. Şansı varmış, kurtulmayı ba­ şardı, Parium'da yaşlı babasım boğdu ve kaçmak zorunda kaldı. "Filistin'de hıristiyan papazlanndan ve vaazlarından birkaçma katılarak, hıristiyanların hayranlığa değer dini içinde kendini ye­ tiştirtmesi bu döneme doWu. oldu. Bakın size ne diyeceğim? Bu adam, kısa bir süre sonra, onlara çocuktan başka bir şey olmadıkla­ nnı gösterdi; sırasıyla peygamber, kilise mütevelli heyeti üyesi, si­ nagog üstadı olarak hıristiyanlann kitaplannı yonımlayarak, on­ lan açıklayarak, bizzat kendisi yazarak, bulunduğu yerde sivrildi. Bu yüzden çok sayıda insan, ona, insanlar arasına bu yeni dini ge­ tirdiği için çarmıha gerildiği Filistin'de onurlandınlan kişiye eşit bir tann, bir kurucu, bir papaz olarak bakmaya başladılar. Bu ne­ denle tutuklanan Proteus hapse atıldı . . . . Tutsak olduğu andan iti­ baren onun şahsında kendilerine vunılduğunu kabul eden hıristi­ yanlar, onu kaçırmak için herşeyi kullandılar; ama bunu başara­ mayınca, yonılmaz bir gayret ve saygıyla, en azından ona her türlü hizmeti yaptılar. Sabahtan itibaren hapisanenin çevresine diziimiş bir yığın yaşlı kadın, dul ve yetim görülüyordu. Mezhebin en önemli !iderleri, gardiyanları ayarladıktan sonra geceyi onun yanında geçiriyorlardı; yemeklerini oraya getiriyorlar, kutsal kitaplarını orada okuyorlardı; ve erdemli Peregrinus, hala adı Peregrinus'tu,

296

onlar tarafından yeni Sokrates diye çaW!lıyordu. Hepsi bu değil; birçok Asya kenti ona yardım etmek, destek olmak, avukat ve avundurucu sajtlamak için hıristiyanlar adına vekiller gönderdiler. Böyle durumlarda gösterdikleri saygı inanılacak gibi değil; herşeyi bir sözcükle söylersek hiçbir şey onlara ağır gelmiyor. Bundan do­ layı, hapislik bahanesi altında Peregrinus, büyük miktarlarda para geldiğini gördü ve kendine büyük bir servet yaptı. Bu zavallılar ölümsüz olduklannı ve sonsuzca yaşayacaklannı düşünüyorlar, ve bundan dolayı eziyetleri küçümsüyor ve gönüllü olarak kendilerini ölüme veriyorlar. İlk kuruculan, onlan, hepsinin kardeş olduklan­ na da inandırmıştı. Bir kez din değiştirir değiştirmez, Yunanlılann tannlanndan vazgeçiyorlar ve yasalannı izledikleri çarmıha geril­ miş safsatacıya tapıyorlar. Aynı zamanda, bütün servetleri horgö­ rüyor ve onun sözlerine olan tam inanç üzerine servetlerini bir­ feştiriyorlar. Öyle ki, aralanndan bir sahtelmr, usta bir ikiyüzlü çıkarsa, bıyıkaltından basitliklerine gülerek çok çabuk zengin ol­ makta hiç güçlük çekmiyor. Bu arada Peregrinus kısa bir süre son­ ra Suriye hükümeti tarafından tutsaklıktan kurtanlıyor. " Daha başka serüvenlerden sonra şöyle deniyor:

"Avare koşusunda ona uyduluk yapan ve gereksinimlerini bolca karşılayan bir hıristiyanlar alayının refakat ettiği Peregrinus yeni­ den gezginci yaşamına başlıyor. Kendini bir süre böylece besletti. Ama sonra aniann kurallanndan bazılannı çijtnediğinden (sanıyo­ rum, yasak bir et yediği görülmüştü) kendisiyle birlikte olan grup tarafından terkedildi ve kötü bir duruma düşürüldü." ( Talbot çevi­ risi. )

Lucien'in bu pasajını okuyunca, bende ne kadar gençlik amsı uyamyor. İşte hepsinden önce, yaklaşık olarak 1840'tan başlayarak ve birkaç yıl boyunca, İsviçre'deki Weit­ ling'in komünist topluluklanın -deyimin gerçek anlamıy­ la- az güvenilir hale getiren "peygamber Albrecht" , dünya­ nın kurtuluşunun kendi yeni lncili için, ardında bir dinleyici kitlesi İsviçre'yi yaya kateden, uzun sakallı, iri ve güçlü bir adamdı. Zaten oldukça zararsız bir beceriksizdi, ve erken öl­ dü. İşte halefi, daha az zararsız, Holstein'lı "Dr. " George Kuhlmann; o, Fransız lsviçresi'nin komünistlerini

kendi ln­

ciline döndürmek için Weitling'in hapiste olmasından yarar­ landı ve, bir süre, bu işte o kadar başan sağladı ki, komü-

297

nistlerin arasındaki nükteci ve en bohem olan August Bec­ ker'i bile kazandı. Müteveffa Kuhlmann, 1845'te Cenevre'de, Yeni Dünya ya da Yeryiiz ünde Ruhun Krallığı, Haber başlığı altında yayınlanan konferanslar veriyordu. Ve bütün olası­ lıkların Becker tarafindan kaleme alındığı bu kitabın giri­ şinde şu yazılı: "Bütün acılanmızın, bütün umutlanmızın ve özlemleriınizin, bir sözcükle, zamanımızı en derin bir biçimde kanştıran herşeyin ağzımızda bir ses bulaca� bir insan eksikti . . . . Çağımızın bekledigi bu adam ortaya çıktı. Bu, Holstein'lı Dr. George Kuhlmann'dır. Yeni dünyanın ya da gerçeklik içindeki ruh krallığının öğretisiyle birlikte belirdi. "

Bu yeni dünya öğretisinin, Lamennais tarzında yan- Incil biçiminde bir dile çevrilmiş ve bir peygamber kibiriyle söyle­ nen en bayağı duygusallıktan başka bir şey olmadığını söyle­ meye gerek var mıdır? Ama bu, Asya hıristiyanlannın Pereg­ rinus'un üzerine titredikleri gibi, Weitling'in iyi öğretilileri­ nin bu şarlatanın üzerine titremelerine engel olmuyordu. Genellikle, her okul öğretmenine karşı, her gazeteciye karşı, kol işçisi olmayan herkese karşı, kendilerini sömürmeye çalı­ şan "bilginlermiş" gibi sönmeyen kuşkular besieyecek kadar son derece demokrat ve eşitlikçi olan onlar, melodram kostü­ mü içindeki Kuhlmann tarafından, "yeni dünyada" en bilge­ nin, id est* Kuhlmann'ın, tasarruflann dağıtımını düzenle­ yeceğine ve, dolayısıyla, eski dünyada öğretiiiierin tasarruf­ larını tenekelerle en bilgeye vermeleri ve kendilerinin kınn­ tılarla yetinmeleri gerektiğine inandırıldılar. Ve Peregrinus­ Kuhlmann bu durum sürdüğü sürece.. . neşe ve bolluk içinde yaşadı. Gerçeği söylemek gerekirse bu durum hiç uzun sür­ medi; kuşkulananlann ve inanmayanlann artan hoşnutsuz­ luğu, Vand hükümetinin kovuşturma tehditleri, Lozan'daki ruh krallığına son verdiler; Kuhlmann ortadan kayboldu. Avrupa'da işçi hareketinin başlangıcım kendi deneyimiy­ le tanıyan herhangi bir kişinin aklına benzer örnekler düzi­ nelerle gelecektir. Şimdi en azından büyük merkezlerde, bu * Yani.

-ç.

298

ölçüde aşınlıklar olanaksızlaştı; ama hareketin eline bakir bir arazi geçirdiği gözden uzak yerlerde bu tarzda bir küçük Peregrinus hala geçici ve göreli bir başanya pekala inanabi­ lir. Ve nasıl ki bütün ülkelerde resmi dünyadan umut edecek birşeyleri kalmayan ya da bu resmi dünya ile ipleri kopar­ - mış olan bütün ö�eler -aşıya karşı olanlar, vejetaryenler, canlı hayvanlar üzerinde teşrih yapılmasına karşı olanlar, ilaç olarak bitkiden yapılan tababetten yana olanlar, cema­ atlan kaçmış olan mezhep-dışı topluluklann vaazlan, dün­ yanın kökeni üzerine yeni teorilerin yazarlan, başansızlı�a uwamış ya da mutsuz buluşçular, bürokrasinin "yararsız mızmızlar" diye adlandırdığı gerçek ya da hayali iltimaslann kurbanlan, dürüst ahmaklar ve namussuz sahtekarlar gi­ bi- işçi partisine doğru akıyorlarsa, hıristiyanlarda da aynı şey oluyordu. Eski dünyanın feshi sürecini kurtardığı, yani kapı dışan ettiği bütün ö�eler, birbirleri arkasından, bu fes­ hetmeye karşı direnen �kü hıristiyanlık zorunlu olarak bu fesbin tümüyle özel bir ürünüydü- ve bundan dolayı, öteki ö�eler efemender* duruınundayken varlığını koruyan ve büyüyen tek öğe olan hıristiyanlığın çekim alanına çekili­ yorlardı. Genç hıristiyan topluluklar yanında şansını dene­ memiş ve geçici olarak ve bazı bölgelerde, dikkatli kulak­ lann ve uysal inananiann karşılaşmadığı hiçbir coşkunluk, zırvalık, delilik ya da dolandıncılık yoktur. Ve bizim ilk top­ luluklanmızın komünistleri gibi, ilk hıristiyanlar da, öweti­ lerine uygun görünen herşeye karşı akılalmaz bir saflık için­ deydiler, öyle ki Peregrinus'un hıristiyanlık için yazdığı çok sayıda yazıdan bizim Yeni Abit'in içine şurda burda bir par­ çanın kaymadığım pozitif olarak bilmiyoruz. II

Şimdiye değin ilkel hıristiyanlığın tarihi konusundaki bilgimizin tek bilimsel temeli olan Alman İncil eleştirisi, ikili bir eğilim izledi. * Kısa ömürlü sinekler sınıfı. -ç. 299

Bu egilimlerden biri, geniş anlamında D. F. Strauss'un da dahil oldugu Tübingen okulu tarafından temsil edilmek­ tedir. Eleştirel incelemede tanrıbilimci bir okulun gidebile­ ceği kadar ileriye gitmektedir. Dört lncilin, görgü tanıklan­ nın raporlan olmayıp, koybolmuş yazılann daha sonra yapı­ lan düzeltmeleri olduğunu, ve aziz Paul'e atfedilen

Mektup­

lar'dan en çok dördünün gerçek olduğunu vb. kabul etmekte­ dir. Bütün mucizeleri ve bütün çelişkileri kabul edilmez şey­ ler olarak tarihin anlatısından siler; geri kalandan "kurtan­ labilecek herşeyi kurtarmaya" çalışır, ve tanrıbilimci okul ni­ teliği burada ortaya çıkar. Ve büyük ölçüde bu okula daya­ nan Renan, aynı yöntemi uygulayarak daha çok "kurtarma" yapabilmiştir. Yeni Ahit'in kuşkuludan da öte çok sayıda an­ latısından başka, bize, tarihsel bakımdan, gerçekliği saptan­ mış olarak bol miktarda şehit söylencesiiii zorla kabul ettir­ mek istiyor. Tübingen okulunun her durumda gerçekliği kuşkulu ya da düzmece olarak Yeni Ah.it'ten fırlatıp attıgı her şey, bilim tarafından kesin olarak dışianmış kabul edile­ bilir. Öteki eğilim tek bir insan tarafından temsil edilmekte­ dir: o da Bruno Bauer'dir. Büyük degeri, İncilleri ve Havari Mektuplannı acımasızca eleştirmiş olması, yalnızca yahudi ve Yunanlı-lskenderiyeli değil , aynı zamanda, hıristiyanlıgın evrensel bir din haline gelmesine izin veren Yunanlı ve Yu­ nanlı-Romalı ögelerin incelenmesini ciddiye alan ilk kişi ol­ masıdır. Bütünüyle yahudi dininden dogmuş, büyük hat­ lannda belirlenmiş esaslan ve bir ahlak bilimiyle dünyayayı ele geçirmek için Filistin'den hareket eden hıristiyanlık söy­ lencesi, Bruno Bauer'den sonra olanaksız hale geldi; artık bu söylence en fazla bilimin zaranna da olsa, tanrıbilim fakülte­ lerinde ve "dini halk için korumayı" isteyen insaniann kafa­ sında bitkisel bir yaşam sürmeye devam edebilir. Hıristiyan­ lıgın, Konstantin tarafından devlet dini mertebesine yüksel­ tildiği biçime ulaşmasında lskenderiyeli Filan'un okulunun ve -platonik ve özellikle stoacı- Greko-Romen halk felsefe­ sinin büyük bir payı oldu. Bu pay, ayrıntılannda saptan-

300

maktan çok uzaktır; ama olay kanıtlanmıştır ve bu da özel­ likle Bruno Bauer'in yapıtıdır; hıristiyanlığın dışardan, Filis­ tin' den ithal edilmemiş, ve Greko-Romen dünyaya zorla ka­ bul ettirilmemiş oldu�un ve, hiç olmazsa evrensel din ola­ rak büründüğü biçim altında, bu dünyamn en gerçek ürünü old�un kamtımn temellerini atmıştır. Kuşkusuz bu çalış­ mada, kökleşmiş önyargılarla savaşan herkesin başına gel­ diği gibi, Sauer de, hedefini fazlasıyla aştı. Yazınsal açıdan bile, doğmakta olan hıristiyanlık üstünde Filon'un ve özellik­ le Seneca'nın etkisini belirlemek, ve Yeni Ahit'in yazarları­ mn bu filozoflardan aşırma yaptıklanm açıkça göstermek için, yeni dinin ortaya çıkışını bir yarım-yüzyıl . geciktirmek, Romalı muhalif tarihçilerin anlatılanm reddetmek ve, genel olarak, tarih yazımından

(histography) kurtulmak gerekiyor­

du. Ona göre, bu sıfatla hıristiyanlık ancak Flavien impara­ torlar* altında, Yeni Ahit yazım, ancak Hadrien, Antonin ve Marc-Aurele altında ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu ola­ rak, Bauer'de Yeni Ahit'in lsa'ya ve mürltierine ilişkin anla­ tılan için her türlü tarihsel zeminin kaybolduğu görülür; bu anlatılar, ilk topluluklann iç gelişme aşamalannın ve ahlaki çatışmalanmn yer değiştirdiği ve azçok hayali kişilere atfe­ dildiği söylenceler haline gelirler. Bauer'e göre yeni dinin doğum yerleri ne Galiçya'dır ne de Kudüs, İskenderiye ve Roma'dır. Dolayısıyla, nasıl ki, Tübingen okulu, Yeni Ahit'in tarihi­ nin ve yazınının itiraz etmediği kalıntılannda, bize, bilimin, bugün bile tartışma konusu olarak kabul edebileceği nokta­ Iann en fazlasım sunmuşsa, Bruno Bauer de, bu kalıntilarda itiraz edebildiği noktalann en fazlasım getiriyor. Gerçek, bu uçlar arasındadır. Bugünkü araçlanmızla bunun belirlene­ bilmesi, oldukça karmaşık görünüyor. Özellikle Roma'da, doğuda ve herşeyden önce Mısır'daki yeni buluşlar, gerçeğin bulunmasına her eleştiriden daha çok katkıda bulunacaktır. Oysa Yeni Ahit'te, yazılış tarihi birkaç aylık bir farkla * Roma lmparatorlan (69-79), Titus (79-81) ve Domisyon'un (87-96) da­ hil olduklan aile. -ç. 301

saptanabilecek tek bir kitap vardır; kitap 67 Haziranıyla 68 Ocak ya da Nisanı arasında yazılmış olsa gerekir; dolayısıyla bu, ilk hıristiyanlık zamanianna ait olan, bu çağın düşünce­ lerini en saf bir içtenlikle ve buna uyan bölge dili içinde yan­ sıtan bir kitaptır; ki, bundan dolayı, ilkel hıristiyanlığın ger­ çekten ne oldu�nu belirlemek bakımından, bu kitabın Yeni Ahit'in çok daha sonra yazılmış olan bütün geri kalanından bana göre ayrı bir önemi vardır. Bu, Jean'ın Vahiy Kita bı diye adlandınlan kitaptır; ve üstelik, görünüşte bütün İ nci­ lin en karanlık kitabı olan bu kitabın tümü bugün Alman eleştirisi sayesinde en anlaşılır ve en saydamı olması nede­ niyle, bu kitaptan sözetmek istiyorum. Yalnızca yazarın değil, aynı zamanda, yazann yaşadığı "ortamın" büyük karmaşa durumu konusunda bir kanıya varmak için bu kitaba bir gözatmak yetet. Vahiy Kitabı'mız, zamanının ve türünün tek kitabı değildir. Bize ulaşan ilki­ nin -Daniel'in kitabı- tarihi olan lö 164 yılından Commo­ dien'un2 ı4 .Karmen'inin yaklaşık tarihi olan lS 250 yılına ka­ dar, Renan, daha sonraki taklitleri hesaba katmadan, bize kadar ulaşan en aşağı 15 klasik

Vahiy Kitabı sayıyor. (Re­

nan'ı belirtiyorum, çünkü onun kitabı, uzmanlar dışında en erişilebilir ve en tanınan kitaptır. ) Bu öyle bir zaman oldu ki, Roma'da ve Yunanistan'da, ama daha çok Küçük Asya'da, Suriye'de ve Mısır'da, en değişik halkiann en kaba batıl inançlannın kesinlikle rastlansal bir kanşımı, herhangi bir inceleme olmadan kabul ediliyor, ve dindarlık maskesi altın­ da hile ve doğrudan bir şarlatanlıkla tamamlanıyordu; bura­ da, mucizeler, kendinden geçmeler, hayaller, kahinlik, sim­ ya, kabala2 1 5 ve başka gizli büyücülükler başrolü alıyordu. İ lkel hıristiyanlığın içinde doğdu� ortam böyle bir ortamdı, ve bu da, bu hayallere herkesten daha çok açık olan halkın bir sınıfı içinde oldu. Çünkü Mısır'ın hıristiyan gnostizm ta­ raflıları, 216 başka şeylerin yanında, Leyde papirüslerinin ka­ nıtladıkları gibi, lS 2. yüzyılda kendilerini adamakıllı simya­ ya verdiler, ve öğretilerine simya kavramları kattılar. Ve bü­ yü yüzünden Claudius ve hatta Vitellius zamanında, Roma'-

302

dan iki kez kovulan Kaldeli ve yahudi mathematicı"ler, ken­ dilerini geometri "inceliklerine" veriyorlardı; ve biz , bu ince­ likleri, Jean'ın Vahiy Kitabı'nın bizzat kalbinde buluyoruz. Buna, bütün vahiy kitaplannın, okurlannı aldatma hak­ kını benimsedikleri ekleniyor. Yalnızca, genel kural olarak, sözde yazarlanndan -çogunlukla daha modern- bambaşka kişiler tarafından yazılmakla kalmamışlardır (örneğin Da­ niel'in kitabı, Enoch'un kitabı, Esdras'm, Baruch'un, Jude'­ nin vb. Vahiy Kitaplan, kehanet kitaplan, ama aslında uzun bir süre önce meydana gelmiş ve gerçek yazan tarafından çok iyi bilineli şeylerin kehanetini de yapmaktadırlar. Böyle­ likledir ki, Antiokhus Epiphanes'in* ölümünden az önce, 1 64 yılında, Daniel'in kitabının yazan, Nabuchodonosor'un** çağında yaşadığı kabul edilen Daniel'e, İran'ın ve Makedon­ ya'nın hegemonyasının yükselişini ve gerileyişini, ve Roma dünya imparatorluğunun başlangıcını söyletiyor; yukardaki kanıt ile, okurlannı, kendisinin kahinliğine inandırarak, on­ lan, son kehanetini, İsrail halkının bütün acılannı yeneceği ve en sonunda zafere erişeceği kehanetini kabul etmeye ha­ zırlıyor. Dolayısıyla, Jean'ın Vahiy Kitabı, gerçekten ileri sü­ rülen yazann kitabı olsaydı, vahiy kitabı literatüründe tek istisna olacaktı. Yazarlık tasiayan Jean, her ne olursa olsun, Küçük AP.ya hıristiyanlan arasında çok değer verilen bir insandı. Yedi ki­ liseye mektuplann tonu, bize bunu kanıtlıyor. Öyleyse bu ki­ şi, tarihsel varlığı tümüyle kanıtlanmamışsa, en azından bü­ yük bir olasılıkla havari Jean olabilir. Ve bu havari gerçek­ ten yazar ise, bu, ancak, bizim savımıza daha uygun düşerdi. Bu durum , bu kitaptaki hıristiyanlığın, gerçek, esas ilkel hıristiyanlık olduğunun kanıtı olurdu. Geçerken söyleyelim, Vahiy Kitabı'yla Jean'a atfedilen İncilin ya da üç Mektubun yazannın aynı olmadığı da kanıtlanmıştır. Vahiy Kitabı bir dizi hayalden oluşur. Birincisinde, lsa büyük-papaz giysisi içinde Yedi AP.ya kilisesini temsil eden * Babil kralı. - ç. ** Seletki kralı. -ç.

303

yedi altın şamdan arasında yürürken görünür ve "Jean"a, bu Asya "kiliselerinin" "meleklerine" mektuplar yazdınr. Daha başlangıçtan itibaren, bu hıristiyanlıkla, İznik konsülü tara­ fından formüle edilen Konstantin'in evrensel dini arasındaki farklılık kendini çarpıcı bir biçimde gösterir. Teslis, yalmzca bilinmeyen bir şey değil, burada bir olanaksızlıktır. Daha sonraki biricik Kutsal-Ruhun yerine, halıarnlar tarafından lşaya'dan* yorumlanan "Tannnın Yedi Ruhu" var, [bölüm] XI, 2; İsa tannmn oğludur, ilk ve sonuncu, alfa ve omegadır, ama hiç de kendisi tann ya da tannmn eşiti değildir: tersi­ ne, o, "tannnın yaratışının başlangıcıdır" , bunun sonucu ola­ rak, daha yukarda söylenmiş yedi ruh gibi, ezelden beri va­ rolan tannmn kendini gösterınesidir, ama tannya bağlı ola­ rak. Bölüm XV, 3'te, cennetteki şehitler, tannyı övmek için "tannmn hizmetkan Musa'nın ilahisini; ve lsa'mn ilahisini söylüyorlar" . İsa, burada, yalnızca tannya bağlı değil, belirli bir biçimde Musa'yla aym plana konmuştur. lsa Kudüs'te çarmıha gerilmiştir (Xl, 8), ama yeniden canlanmıştır (1, 5, 18), o, dünyanın günahlan için kurban edilen ve kanıyla, bü­ tün halklann ve bütün dillerin mürninlerinin tannya olan günahlannı bağışlatan "kuzu"dur. Burada hıristiyanlığın ev­ rensel din olarak gelişmesine olanak sağlayan temel anlayışı görüyoruz. İnsaniann hareketleriyle gazaba gelen tannlann kurbanlarla yatıştınlabileceği düşüncesi, Sarnilerin ve Avru­ palılann bütün dinlerinde ortak bir kavramdı; hıristiyanlı­ ğın (Filon okulundan alınan) ilk temel devrimci düşüncesi, bir aracının, gönüllü, büyük, biricik kurbamyla; mürninleri için, bütün zamanlardaki bütün insanların günahlannın ke­ sinlikle ödenmiş olacağıydı. Böylece daha sonraki her türlü kurbanın gerekliliği, ve bunun sonucu olarak da birçok din­ sel törenin temeli ortadan kalkıyordu. Oysa, değişik inançta insanlarla ticareti engelleyen ya da yasaklayan törenlerden kurtulmak, evrensel bir dinin ilk koşuluydu. Ama bununla birlikte, kurban etme alışkanlığı, halk adetlerinde öylesine pekişmişti ki, -çok sayıda putatapan adetleri yeniden ele *

lö 2. yüzyılda yaşamış yahudi peygamberi � -s. 304

alan- katoliklik, bu adetleri için hiç olmazsa ayin sırasında sembolik kurban etme törenini yararlı gördü. Buna karşılık kitabımızda doğuştan gelen günah dogmasından hiçbir iz yok. Bütün kitabı olduğu gibi, bu mektuplan da özellikle nite­ leyen şey, kendisini ve dindaşlannı yahudi olmaktan başka bir adla belirtmeyi, yazann, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ak­ lına getirmemesidir. Karşısına dikildiği İzmir ve Alaşehir softalannın yüzüne şunu vuruyor. "Kendilerine yahudi di­ yorlar ve yahudi deJliller, ama şeytan topluluğudurlar" ; Ber­ gama softalanna da şöyle diyor: "Putlara kurban edilen etlerden yesinler ve kendilerini iffetsizliğe versinler diye, lsrail'in çocuklanna her türlü güç­ lük çıkarmayı Balak'a* öJlreten, Balaarn'ın öJlretisine baJllı­ dırlar." Demek ki, burada, işimiz, bilinçli hıristiyanlarla değil, kendilerini yahudi sayan insanlarladır; onlann yahudi dini, kuşkusuz, eskisinden gelişen yeni bir aşamadır: işte bu yüz­ den de tek gerçek olan odur. Ve işte bu nedenledir ki, tann huzuruna çıkma sırasında, ilk olarak, 12.000'i her kabileden olmak üzere 144.000 yahudi geliyor, ve bunu yalnızca bu ye­ nilenmiş yahudi dönmüş dinine olan sayısız putatapanlar kalabalıılı izliyor. Yazanmız, lS 69 yılında, dinsel evrimin, insan aklının tarihinde en devrimci öğelerden biri haline gel­ meye adanmış yeni bir aşamasım temsil ettiğinden kuşku duymaktan çok uzaktaydı. Öyleyse, görülüyor ki, henüz kendi bilincine sahip olma­ yan o zamanın hıristiyanlığı, dogma açısından, İ znik meclisi tarafından kararlaştırılmış evrensel dinden bin fersah öte­ deydi; o zamanın hıristiyanlığını, evrensel din içinde tam­ mak ise olanaksız. Daha sonraki hıristiyanlığın ne iman esaslarına, ne de ahlak bilimine orada raslanmıyor; buna karşılık, bütün bir dünyayla savaşım içinde olunduğu ve bu savaşırndan zaferle çıkılacağı duygusu var; bu, günümüzdeki hıristiyanlarda bütünüyle kaybolmuş ve artık yalnızca toplu* Moab kralı. -ç.

305

mun öteki kutbunda sosyalistlerde raslanan kavgacı bir kız­ gınlık ve bir kazanma inancıdır. Gerçekte, başlangıçta avantaja sahip olan bir dünyaya karşı savaşım ve yenilik getirenierin kendi aralarındaki eş­ zamanlı savaşımı, erken hıristiyanlarda ve sosyalistlerde or- . tak bir savaşımdır. İki büyük savaşım da -peygamberler ne birinde, ne diğerinde eksik olmasa da- liderler ve peygam­ berler tarafından yapılmamıştır; bunlar yığınların hareketle­ ndir. Ve her yığın hareketi, başlangıçta, zorunlu olarak kar­ makanşıktır; karmakanşıktır, çünkü, önce her yığın düşün­ cesi açıklıktan ve bağlantıdan yoksun olduğu için çelişkiler içinde hareket eder; gene karmakarışıktır, başlangıçlarda peygamberlerin oynadıklan rol yüzünden. Bu karmakanşık­ lık, kendini, kendi aralannda en az dışardairi ortak düşma­ na karşı verdikleri savaşım şiddetinde savaşım veren çok sa­ yıda mezhebin oluşmasında gösterir. lik hıristiyanlıkta böyle oldu; birlik olanaklı değilken birliği öven iyi niyetli insanlar için bu ne kadar elem verici olduysa, sosyalist hareketin baş­ lannda da böyle oldu. Örneğin Enternasyonalin birliğini, birlikçi bir dogmaya mı borçluyuz? Hiç de değil. Orada, kendileri de değişik nü­ anslar temsil eden 1848 öncesi Fransız geleneğinden komü­ nistler; Weitling okulundan komünistler; yeniden örgütlen­ miş Komünist Birliğe üye başkalan; Fransa'da ve Belçika'da ağır basan öğeler olarak prudoncular; blankiciler; Alman İşçi Partisi; sonunda, bir an İspanya'da ve İtalya'da üstünlüğü ellerine geçirmiş olan bakunin ci anarşistler vardı; ve bunlar, yalnızca, başlıca gruplardı. Anarşistlerle aynlığın kesin ola­ rak ve her yerde gerçekleşmesi için, ve hiç olmazsa en genel ekonomik görüşlerde ve birliğin yerleşmesi için, Enternasyo­ nalin kuruluşundan sonra çeyrek yüzyıl geçmesi gerekti. Ve bu, bizim ulaşım araçlanmız, demiryollan, telgraflar, dev sa­ nayi kentleri, basın ve düzenlenen halk toplantılanyla ger­ çekleşti. lik hıristiyanlarda da aynı sayısız mezheplere bölünme var; ve bu bölünme, tartışma açmak ve daha sonraki birliği

306

elde etmek için bir araçtır. Bunu daha o zamandan, kuşku­ suz hıristiyanlığa ait en eski belge olan bu kitapta buluyo­ ruz, ve yazanmız bu bölünmeye karşı, hıristiyan olmayan günahkarlar dünyasına karşı olan aynı yatışmak bilmeyen tavırla parlıyor. İşte ilkin Efes ve Bergama'da nikolayitler; İzmir ve Alaşehir'de kendilerine yahudi diyen, ama şeytan topluluğu olanlar; Bergama'da Balaarn adı verilen yalancı peygamberin öğretisine katılanlar; Efes'te kendilerinin pey­ gamber olduğunu söyleyip de peygamber olmayanlar; en so­ nunda Akhisar'da Jezabel denen yalancı kadın peygamberin yandaşlan. Bu mezhepler üzerine daha kesin bir şey bilmi­ yoruz ; yalmzca Balaarn ve Jezabel'in halefieri için putlara kurban edilen etleri yedikleri ve kendilerini iffetsizliğe ver­ dikleri söyleniyor. Bu beş mezhep Paul'ün hıristiyanlan olarak, ve bütün bu mektuplar da sahte havari Paul'e, sözde Balaam'a ve "Ni­ kola"ya karşı yöneltilmiş olarak gösterilmeye çalışıldı. Zaten az savunulabilir bu nokta üzerine kamtlar, Renan'ın Saint Paul adlı kitabında toplanmış bulunuyor (Paris, 1869, s. 303305-367-370). Bu kamtlann hepsi, mektuplanmızı, Havarile­ rin Belgeleri'yle ve Paul'e ait olduğu söylenen Mektuplarla açıklamaya yanyorlar; bu yazılar, en azından bugünkü bi­ çimleriyle, Vahiy Kitabı'ndan altmış yıl sonra yazılmışlardır, ve bu mektuplarla ilgili veriler yalmzca son derece kuşkulu değil, kendi aralannda da kesin olarak çelişiktirler. Ama ke­ sin olan şey, yazanmızın tek ve aynı mezhebe beş ayn ad vermeyi aklına getirmemiş olmasıdır: tek Efes için iki (sahte havariler ve nikolayitler ), ve iki de Bergama için (balamitler ve nikolayitler) ve bunu da isteyerek her durumda iki ayn mezhep gibi adlandırarak yapmıştır. Bununla birlikte, bu mezhepler arasında, bugün Paul'e ait mezhepler olarak ka­ bul edilebilecek öğelerin bulunmuş olabileceğini yadsımayı düşünmüyoruz. Aynntılara inilen iki pasaj da, suçlama, put­ lara kurban edilen etierin yenmesiyle ve iffetsizlikle sımrla­ myor; bu iki nokta, yahudilerin -eski yahudilerin olduğu gibi hıristiyan yahudilerin de-, dönmüş putatapanlarla

307

sürekli olarak kavga ettikleri noktadır. Putatapanlann kur­ ban etme törenlerinden gelen et, yalmzca sunulan yemekleri reddetmenin uygun olmayacağı hatta tehlikeli olabileceği şölenlerde ikram edilmiyor, aym zamanda, bakınakla etin murdar olup olmadığım ayırdetmenin hiç de olanaklı olma­ dığı halk pazarlannda da satılıyordu. İffetsizlikten, bu aym yahudiler, yalmzca evlilik-dışı cinsel ilişkiyi değil, aynı za­ manda, Yahudi Yasası tarafından yasaklanan derecede ak­ rabalar arasındaki evliliği, ya da yahudilerle putatapanlar arasındaki evliliği anlıyorlardı, ve Havari Belgelerinde (XV, 20 ve 29) bu sözcüğe, genellikle bu anlam verilir. Ama bizim Jean'ın, ortodoks yahudilere izin verilen cinsel ilişki hakkın­ da bile kendine özgü bir görüş tarzı var. Cennetlik 144.000 yahudi için şöyle diyor (XIV, 4): "Bunlar kadınlar tarafından kirletilmemiş olanlardır, çünkü onlar bakirdirler." Ve fiili olarak bizim Jean'ın cennetinde tek bir kadın bile yok. De­ mek ki, o ilke hıristiyanlığın öteki yazılannda da ortaya çı­ kan ve cinsel ticareti genel olarak günah kabul eden bu eği­ limle ilgilidir. Eğer aynca Jean'ın Roma'yı, dünya krallan­ mn onunla birlikte kendilerini iffetsizliğe verdikleri ve onun iffetsizlik şarabıyla sarhoş olduklan büyük fahişe diye ad­ landırdığı -ve Roma tüccarlannın Roma lüksünün gücüyle zenginleştikleri- olayı hesaba katılırsa, bizim için, mektup­ lar sözcüğünü, mektuplardan yalmzca Yeni Ahit'in başka pa­ sajlanm doğrulamak amacıyla dini savunan tannbilimci ki­ taplann ona vermek istedikleri dar anlamıyla anlamamız olanaksızdır. Tam tersine. Mektuplann bu pasajlan derin­ den sarsılan bütün dönemlerin ortak olayım, açıkça belirt­ mektedirler: bütün engeller sarsıldığı zaman, cinsel ilişkinin geleneksel bağlan da aşılmaya çalışılır. llkel hıristiyanlığın yüzyıllannda da, bedene eziyet veren çilecilik yanında, er­ kekle kadın arasında azçok serbest olan ilişkilere hıristiyan serbestisini yayma eğilimi oldukça sık bir biçimde ortaya çı­ kar. Modem sosyalist harekette aym şey meydana gelmiştir. Sen-simoncu bedene namusunu geri verme, o zamamn Almanya'sında -Heine'ın söylediği gibi şu "dindar çocuk yu308

vası"nda- 1830'dan sonra hangi kutsal hoşnutsuzluğu do­ ğurınadı! En tiksinç olanı, o çağda egemen olan (o tarihte bizde daha sınıflar yoktu) ve kırdaki malikanelerinde olduğu kadar, Berlin'de de, bedenlerinin namusunu her zaman yeni­ den geri verıneden yaşayamayan aristokrat düzenlerdil Bu namuslu insanlar, beden için çok başka oyun perspektifini sunan Fourier'yi tamsalardı ne derlerdi! Bir kez ütopyacılık aşılınca, bu aşırılıklar, yerlerini, daha ussal ve gerçekte çok daha köklü kavrarnlara bıraktı­ lar, ve Almanya, Heine'ın dindar çocuk yuvasından, sosyalist hareketin merkezi haline geldiği günden beri, dindar aris­ tokrat dünyanın ikiyüzlü hoşnutsuzluğu kimsenin urourun­ da olmadı. Mektupların bütün dogmatik içeriği böyle. Geri kalana gelince, onlar, arkadaşlan, eneljik propagandaya, karşıtlan­ nın yüzüne onurla ve cesaretle inanlarını itirafa, dış ve iç düşmana karşı aralıksız savaşıma kışkırtıyorlar; ve bu bö­ lüm üzerine mektuplar, Entemasyonalin peygamberi olmasa da, pekala herhangi coşkulu bir kişi tarafından da yazıla­ bilirdi.

III Mektuplar, Küçük Asya'nın yedi kilisesine ve, onlar ara­ cılığıyla, daha sonra hıristiyanlığın çıktığı 69 yılının reforme edilmiş yahudiliğine bizim Jean'ın mesajının asıl konusuna girişten başka bir şey değillerdir. Ve burada ilk hıristi­ yanlığın en içten tapınağına giriyoruz. lik hıristiyanlar hangi halk arasından çıkmışlardır? Dev­ rimci bir öğeyle örtüştüğü gibi, esas olarak, halkın en alt katmanlan olan "emekçiler ve ezilenler" arasından. Ya bu katmanlar kimlerden oluşuyordu? Kentlerde, düşkün özgür insanlardan - Güneyin köleci devletlerinin mean whites'ı­ na, * sömürge ve Çin liman kentlerinin Avrupalı serüvencile­ rine ve serserilerine benzeyen her türden insanlardan, daha sonra azat edilmişlerden ve özellikle kölelerden; İtalya, Si-

309

cilya ve Afrika'nın geniş malikanelerindeki kölelerinden; ey­ aletlerin yönetim altına giren kırsal bölgelerde borçlanarak zamanla köleleşen küçük köylülerden oluşuyordu. Bu kadar değişik öğeler için, hiçbir ortak kurtuluş yolu yoktu. Tümü için, cennet yitirilmiş, onlann gerisinde kalmıştı; düşkün özgür insan için, cennet polisti, ** atalannın eskiden özgür yurttaşlan olduğu, kent ve devletin bütünüydü; savaş tutsa­ ğı köleler için cennet, uyruk edilmeden ve tutsaklıktan önce­ ki özgürlük dönemiydi; küçük köylü için cennet, yıkılmış [Romalı -ç.] soy toplumu ve [ortak] toprak topluluğuydu. İstilacı Romalının eşitleyici demir eli, bütün bunlan yere yıkmıştı. Antikçağın yaratabildiği en önemli toplumsal grup­ laşma, kabile ve akraba kabileler birliğiydi; bu gruplaşma, Barbarlarda aynı kandan olaniann birliği üzerine, kent ku­ ruculan Yunanlarda ve İtalyotlarda*** bir ya da birkaç ak­ raba kabileyi kapsayan polis [kent] üzerine kurulmuştu. Phi­ lippe ve İskender, Helen yanınadasına siyasal birliği verdi­ ler, ama sonuç olarak, bundan bir Yunan ulusu oluşmadı. Uluslar, ancak Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra olanaklı duruma geldiler. Roma İmparatorluğu küçük grup­ laşmalara kesin olarak son verdi; askeri güç, Roma hukuku, vergileri toplama aygıtı, geleneksel iç örgütlenmeyi bütünüy­ le parçaladılar. Bağımsızlığın ve geleneksel örgütlenmenin çözülüşüne, asker ve sivil yetkililer tarafından yapılan yağ­ ma eklendi; bunlar, önce boyunduruk altında tuttuklannın servetlerini ellerinden alıyor, ve sonra yeni haraçlar verebil­ meleri amacıyla bu servetleri tefeci faizleriyle yeniden onla­ ra borç olarak veriyorlardı. Doğal ekonominin tek başına ya da çok geniş bir ölçüde hüküm sürdüğü bölgelerde, bu duru­ mun sonucu olarak vergilerin ağırlığı ve para gereksinimi köylülerin yazgısını giderek daha çok tefeciterin eline bırakı­ yor, servetlerde büyük bir oransızlık yaratıyor, zenginleri daha zengin ve yoksullan tam yoksul yapıyordu. Ve tek başianna olan küçük kabilelerin ya da kentlerin Roma'nın * Zavallı beyazlar. -ç.

* * Kent . -ç. *** Orta ltalya'mn

ilkel toplulukları. -ç. 310

dev gücüne karşı her direnişi umutsuzdu. Buna nasıl çare bulunacaktı, köleleştirilenler için, ezilenler için, yoksullaştı­ nlmışlar için hangi kurtuluş kapısı vardı, birbirinden ayn­ lan ya da hatta karşıt çıkarlan olan bu değişik insan grup­ lan için hangi ortak çıkış noktası bulunacaktı? Ne de olsa bir tane bulmak gerekiyordu, tek bir büyük devrimci hareketin bütün bunlan kucaklaması gerekiyordu. Bu çıkış yolu bulundu; ama bu dünyada değil. Ve, o za­ manın koşullarında, yalmzca din böyle bir çıkış yolu sunabi­ Iirdi Yeni bir dünya keşfedildi Bedenierin ölümünden sonra ruhun yaşaması, yavaş yavaş bütün Roma dünyasında kabul edilen önemli bir konu oldu. Ü stelik yaşadığı zaman yaptığı işlere göre, ruh için bir ceza ve ödül biçimi, her yerde giderek daha çok benimseniyordu. Gerçekte, ödüller için pek bir şey yok gibi görünüyordu; antikçağ, gerçek yaşama, ölüler ülke­ sindeki yaşamdan sonsuzca büyük bir değer vermemesi ba­ kımından, fazlasıyla kendiliğinden materyalistti; Yunanlar­ da ölümsüzlük daha çok bir kötü yazgı olarak geçiyordu. Öbür dünyadaki cezalan ve ödülleri ciddiye alan ve cennet ve cehennemİ yaratan hıristiyanlık geldi; bu gözyaşlan vadi­ sinin emekçilerinin ve ezilenlerinin sonsuz cennete götürüle­ ceği yol böylece bulunmuş oldu. Gerçekten de, Filon'un stoacı okulunun dünyadan vazgeçme görüşünü ve çileciliğini, ezi­ len yığınlan sürükleyebilecek evrensel yeni bir dinin temel ahlak ilkesi düzeyine çıkarmak için, öteki dünyada bir ödüllendirme umudu gerekliydi. Bununla birlikte, ölüm, bu cenneti inananlara hemen aç­ mıyor. Yeni Kudüs'ün başkenti olduğu tann krallığının, an­ cak cehennem güçleriyle şiddetli savaşırnlar sonucunda elde edildiğini ve açıldığım göreceğiz. Oysa, ilk hıristiyanlar, bu savaşımiarı eli kulağında olarak tasarlıyorlardı. Daha baş­ langıçtan itibaren, bizim Jean, kitabını, "yakında meydana gelmesi gereken şeylerin" açığa vurulması olarak belirtiyor; biraz sonra, 3. ayette şöyle diyor: "Mutlu odur ki, vahiyin sözlerini okuyan ve dinleyenlerdir, çünkü zaman yakındır" ; Alaşehir topluluğuna lsa şöyle yazdınyor: " Yakında geliyo-

31 1

rum". Ve son bölümde, melek, Jean'a, "yakında olması gere­ ken şeyleri" açıkladığını söylüyor ve ona şu emri veriyor: "bu kitabın vahiy sözlerini hiç mühürleme, çünkü zaman yakın­ dır", ve lsa'nın kendisi de iki kez 12. ve 30. ayetlerde " Yakın­ da geliyorum. " diyor. Bu gelişin ne kadar yakında beklen­ diğini daha ileride göreceğiz. Yazann şimdi gözlerimiz önünden geçirdiği vahiy keşifle­ rinin tümü, genellikle sözcüğü sözcüğüne, daha önceki mo­ dellerden alınmıştır. Kısmen Eski Ahit'in klasik peygamber­ lerinden, özellikle Ezehyel'den,* kısmen de Daruel'in kitabı­ nın ve özellikle, o dönemde en azından bir bölümü yazılmış olan Enoch'un kitabının ilkörneğine (prototype) göre yazıl­ mış olan daha sonraki yahudi vahiy kitaplanndan alınmış­ tır. Eleştirmenler en küçük aynntısına kadar, bizim Jean'ın, her tasviri, her uğursuz tahmini, inanmayan insanlığa ceza olarak verilen her musibeti, kısaca kitabın malzemelerinin tümünü nereden çıkardığını kamtlamışlardır; öyle ki, Jean, yalnızca pek az rastlanan bir akıl yokluğu göstermiyor, aynı zamanda, sözde keşiflerini ve vecdlerini, onlann anlattığı biçimiyle imgelaminde bile yaşamadığının kanıtını kendisi veriyor. İşte birkaç sözcükle bu görüntülerin ilerleyişi. Önce Jean, elinde yedi mühürle damgalanmış bir kitapla tannyı tahtında otururken görüyor; onun önünde boğazlanmış, ama yeniden canlanan ve mühürleri açmaya layık bulunan kuzu [l sa] var. Mühürlerin açılışını, her türden mucizevi tehdit­ kar işaret izliyor. Beşinci mühürde, Jean, tannya ait kur­ ban edilme yerinde, tann kelamı yüzünden öldürülmüş lsa'nın şehitlerinin ruhlannı görüyor: 'Yüksek sesle bağırarak şöyle dediler: kutsal ve gerçek efendi, dünyada oturanlan kammız için yargılamayı ve kanı­ mızın intikamını almayı ne kadar geciktireceksin?" Bunun üzerine, herbirine beyaz bir cübbe veriliyor ve hepsi, öldürülmesi gereken kurbaniann sayısının tamamlan* Ezehyel (ya da Hezekiel) Tevrat'taki büyük peygamberlerden biri (altıncı yüzyıl). -ç.

312

masına kadar biraz daha sabretmeye davet ediliyor. Öyleyse burada hiç de "sevgi dini" , "sizden nefret edenleri sevin, sizi lanetleyenleri kutsayın" vb. henüz sözkonusu de�il, burada açıkça intikam, hıristiyanlara zulmedenlerden alınacak, ku­ rallara uygun, dürüst intikam öğütleniyor. Ve bütün kitap boyunca aynı şeyler var. Bunalım yaklaştıkça, gökten daha sık afetiere kargışlar yağıyor, ve bizim Jean da şunlan haber vermekten o kadar keyifleniyor: insaniann ço�, günahlan için hdld pişmanlık duymuyor ve bu günahlar için günah çıkartınayı reddediyorlar; tannnın yeni afetleri onlann üze­ rine atılmalıdır; lsa onlan demir bir değnekle yönetmeli ve mutlak güçlü tannnın öfke cenderesinde ezmelidir; ama gene de, imansıziann yürekleri yumuşamıyor. Bu, savaşanın her türlü ikiyüzlülükten uzak, doğal duygusudur, ve 8. la guerre comme a la guerre. * Yedinci mühürün açılmasıyla trampetli yedi melek görünür: bir mele�n her trampet çalışında yeni büyük korku imieri oluşur. Trampetin yedinci gürültüsünden sonra, tannnın kızgınlığının yedi kadehini taşıyan yedi yeni melek sahneye girer; kadehler dünyanın üstüne dökülür, ve yeniden afetler, kargışlar yağar, esas ola­ rak daha önce çok sayıda olanın yorucu bir yinelenmesi. Son­ ra, kadın, Babil, ldl ve erguvan renkli bir giysiye bürünmüş, sular üzerine oturmuş, azizierin kanıyla ve lsa'nın şehitleri­ nin kanıyla sarhoş büyük fahişe geliyor, bu yeryüzü kral­ lannın üzerinde krallık kuran yedi tepe üzerindeki büyük kenttir. Kadın yedi başlı, on boynuzlu bir hayvanın üzerine oturmuştur. Yedi baş yedi tepe, aym zamanda yedi "kral"dır. Bu krallardan beşi ölmüştür, bir tanesi yaşamakta, yedincisi gelecektir, ve ondan sonra ilk beşten, ölecek derecede yara­ lanmış ama iyileşmiş olan biri geri gelecektir. Bu dünya üstünde kırk iki ay (yedi yıllık haftanın yansı) ya da üç­ buçuk yıl hüküm sürecek, müminlere ölesiye zulüm edecek ve dinsizli� zafere ulaştıracaktır. Sonra kesin büyük savaş veriliyor, Büyük Fahişe Babil'in ve onun bütün yandaşlan­ nın, yani insaniann büyük ço�nlu�un ortadan kaldınl*

Her şeye katlanmak gerek. -ç. 313

masıyla, azizierin ve şehitlerin intikamlan alınıyor; şeytan uçuruma yuvarlanmış ve orada bin yıl için zincire vurul­ muştur; bu bin yıl süresince dirilmiş şehitlerle lsa hüküm sürecektir. Bin yıl geçince, şeytan serbest bırakılır: bunu da ruhiann son bir savaşı izler, ve şeytan bu savaşta kesin ola­ rak yenilir. İkinci bir diriliş olur, ölülerin geri kalanı dirilir ve tannnın tahtı önüne çıkarlar (İsa'nın tahtı olmadığına iyi dikkat edin) ve mürninler sonsuz yaşam içinde yeııi .bir cen­ nete, yeni bir toprağa ve yeni bir Kudüs'e girerler. Nasıl ki bu iskele, salt yahudi ve hıristiyanlık öncesi malzemelerle kurulmuşsa, aynı biçimde hemen hemen yal­ nızca, salt yahudi kavramlan sunmaktadır. İsrail halkı için işler kötüye gitmeye başladığından beri, Asur ve Babil' e ha­ raç verme durumuna geldiğinden beri, İsrail ve Juda krallık­ larının yıkılışından Seletkilere uyruk ohmcaya kadar, yani lsa'dan Daniel'e kadar, talihin ters olduğu zamanda hep tan­ ndan gelen bir kurtancı vahiy yoluyla haber verdi. Daniel'in kitabının XII , 1 , 3 bölümünde, yahudileri büyük sıkıntılar­

dan kurtaracak olan yahudilerin koruyucu meleği, Mikail'in

gökten ineceği haberi var: "Birçok ölü yeniden dirilecek" ; bir çeşit kıyamet günü olacak, "ve adaleti kalabalığa öğretmiş olanlar her zaman ve sonsuza dek yıldız gibi parlayacaklar" . Burada, hıristiyanlığa ait olarak, yalnızca lsa'nın krallığının hemen geleceği üzerinde ve dirilen müminlerin, özellikle şe­ hitlerin mutluluğu üzerinde ısrarla durulması var.

O dönemin olaylarıyla ilişkili olduğu ölçüde bu kehanetin yorumlanmasını Alınan

eleştirisine,

ve

özellikle

Ewald,

Lücke ve Ferdinand Benary'ye borçluyuz. Bu eleştiri, Renan sayesinde, tanrıbilim çevrelerinden başka ortamiara da gir­ di. Büyük Fahişe Babil'in anlamının, yedi tepeli şehir, Roma olduğu görüldü. Onun üstünde oturduğu hayvan hakkında şöyle deniyor (XVII, 9,

l l):

''Yedi baş, kadının üzerinde otur­

duğu yedi tepedir. Bunlar aynı zamanda yedi kraldır: beşi öl­ dü, biri yaşıyor, diğeri henüz gelmedi, ve o gelince az bir sü­ re kalacak. Ve varolmuş olan ve artık varolmayan hayvanın kendisi sekizinci bir kraldır, ve hayvan yedi sayısındadır, ve

31 4

yıkıma gitmektedir" . Öyleyse hayvan, yedi imparator tarafından temsil edilen Roma dünya egemenliğidir; bu imparatorlardan birisi ölesiye yaralanmıştır ve artık hüküm sürmemektedir; ama iyileşip sekizinci kral olarak tannya karşı küfür ve isyan hükümdar­ lığım kurmak için geri gelecektir. "Ve ona, aziziere karşı savaşması ve onları yenmesi bildirildi. Ve ona, her kabile, her halk, her dil ve her ulus üzerinde yetke ve­ rildi; ve yeryüzünde oturaniann hepsi, kurban edilen kuzunun ya­ şam kitabında, dünyanın kuruluşundan itibaren adlan yazılmanuş olanlar, ona tapacaklar. Ve o öyle yaptı ki, büyük-küçük, zengin­ yoksul, özgür-köle, herkes, sağ ellerinin ya da alınlannın üstünde bir işaret taşımaya başladılar ve işarete, hayvanın adına ya da adı­ nın sayısına sahip olmadan ne satabildiler, ne de satın alabildiler. . Bilgelik işte burada. Zekası olan, hayvanın sayısını hesap etsin. Çünkü bu, bir insan sayısıdır ve sayısı 666'dır. " (XIII, 7- 18.) Boykotun, burada, yalmzca, Roma iktidan tarafından hı­ ristiyanlara karşı kullamlacak bir önlem olarak söylendiğini -dolayısıyla açık olarak bir şeytan buluşu olduğunu- kay­ dedelim, ve daha önce hüküm sürmüş, ölesiye yaralanmış olan ve Deccal rolünü oynamak üzere dizinin sekizincisi ola­ rak geri gelen bu imparatorun kim olduğu sorusuna geçelim. Birinci olan Augustus'tan sonra şu imparatorlar geliyor: 2. Tiberius ; 3. Kaligula; 4. Cladius; 5. Neron; 6. Galba. "Beşi öldü, biri yaşıyor. " Demek ki, Neron henüz ölmüştü. Galba yaşıyor. Galba 9 Haziran 68'den 15 Ocak 69'a dek hüküm sürdü. Ama tahta çıkar çıkmaz, Ren lejyonlan Vitellius ko­ mutasında başkaldırdılar, bu sırada başka eyaletlerde başka generaller de askeri ayaklanmalar hazırladılar. Roma'da da muhafız erleri ayaklandılar, Galba'yı öldürdüler ve Othon'u imparator ilan ettiler. Bundan, bizim Vahiy Kitabı'mn Galba İmparatorluğu al­ tında, büyük bir olasılıkla imparatorluğunun sonlanna doğ­ ru, ya da daha sonra, yedinci imparator Othon'un hüküm­ darlığımn ilk üç ayında ( 15 Nisan 69'a kadar) yazıldığı sonu­ cu çıkar. Ama yaşamış olan ve şimdi yaşamayan sekizinci

31 5

kimdir? Bize bunu 666 sayısı öğretecektir. O dönemin Samileri -Kaldeliler ve Yahudiler- arasın­ da, harflerin ikili anlamı üzerine kurulmuş bir büyü sanatı rağbetteydi. İ Ö yaklaşık üç yüzyıldan beri, İbrani harfleri aynı zamanda sayı olarak da kullanılıyordu: a = 1, b = 2, g = 3, d = 4 vb . . Oysa, Tevrat yorumcusu kahinler bir adın harf­ lerinin sayısal değerlerini topluyorlar,* ve böylece elde edi­ len toplam yardımıyla, örneğin, bu adı taşıyan kişinin gele­ ceği üzerine sonuçlar çıkarmaya izin veren eş bir sayısal değerde sözcükler ya da sözcük bileşimleri oluşturarak keha­ nette bulunmaya çalışıyorlardı. Aynı biçimde, gizli sözcükler bu rakamlandınlmış dilde ifade ediliyordu. Bu sanat, Yu­ nanca bir adla, ghematriah, geometri diye adlandınlıyordu; bunu bir meslek olarak yapan ve Tacitus'un mathema ticller diye adlandırdığı Kaldeliler, öyle görünüyor ki, "ağır suç" işledikleri gerekçesiyle, Cladius zamanında, ve bir kez de Vi­ tellius zamanında Roma'dan kovuldular. 666 sayısının meydana getirilmesi de işte bu matematik aracılığıyla oldu. Sayının arkasında ilk beş Roma imparato­ runun birinin adı saklı. Oysa, l l . yüzyılın sonunda İrenaeus, 666 sayısından başka, o da rakamiann bulmacasının bilindi­ ği bir zamandan kalan 616 değişik biçimini biliyordu. Çözüm iki sayıya da uygun düşerse, olay kanıtlanmış demekti Belki de, Ferdinand Benary bu çözümü buldu. Ad, Ne­ ron'dur. Sayı, Neron Kesar üzerine kurulmuştur; Neron Ke­ sar ise -Talmud'un ve Palmira yazıtlannın tanıklık ettikle­ ri gibi- Yunanca Neron, Kaisarın İbranice yazılışıdır; Ne­ ran Kaysar, yani imparator Neron yazısı, imparatorluğun doğusundaki eyaletlerde basılan Neron parasının üzerindeki yazıydı. Böylece: n (nun) = 50; r (resch) = 200; o yerine v ( van) = 6; n (nun) = 50; k (koph) = 100; s (samech) = 60; ve r (resch) = 200; toplam 666'dır. Oysa, esas olarak latince biçim, Nero Caesar alınırsa, ikinci n (nun ) = 50 ortadan kal­ kar ve böylece 666-50 = 616'yı, İrenaeus'un değişik biçimini elde ederiz. * Ebced hesabı. -ç. 316

Gerçekten de Galba zamanında bütün Roma İmparator­ luğu tam bir kanşıklık içindeydi. Galba'nın kendisi, İspanya ve Galya lejyonlannın başında Neron'u devirmek için Roma üzerine yürümüştü; Neron kaçmış, ve azadediimiş birisi de onu öldürmüştü. Ama Galba'ya karşı, yalnızca Roma'daki muhafızlar değil, aynı zamanda eyaletlerdeki komutanlar komplo hazırlıyorlardı; her yerde lejyonlanyla başkente doğru yönelmeye hazırlanan taht üzerinde iddia sahipleri çı­ kıyordu. Imparatorluk iç savaşın eline teslim olmuş görünü­ yordu. Yıkılışı çok yakın görünüyordu. Bu yetmezmiş gibi, bir de özellikle doğuda, Neron'un ölmeyip yalnızca yaralan­ mış olduğu, Partiara sığındığı, Fırat'ı geçip silahlı bir güçle daha da kanlı yeni bir terör hükümdarlığını başlataeağı söylentisi yayıldı. Özellikle Akay ve Asya, böyle söylentilerle çalkalandılar. Ve tam Vahiy Kitabı'nın yazılmış olması gere­ ken dönemde, oldukça kalabalık bir grupla Ege denizinde, Patmos ve Orta Asya yakınında, Cythnos adasına (şimdiki Thermia) yerleşen ve Othon'un hükümdarlığı altında öldü­ rülene dek orada kalan sahte bir Neron ortaya çıktı. Ne­ ron'un ilk büyük zulmüne uğramış hıristiyanlar arasında, Neron'un Deccal olarak yeniden geleceği düşüncesinin; geri dönüşünün ve genç mezhebin kanlı bir biçimde yeni ve daha ciddi bir yoketme girişiminin, cehennem güçlerine karşı zafe­ re erişecek büyük savaşa kesin olarak geleceği düşüncesinin, şehitlerin ölüme sevinerek gitmelerini sağlayan "yakında" yerleşecek bin yıllık hükümdarlığa ait lsa'nın öncü belirtisi ve geleceğe ait bildirisi olduğu düşüncesinin yayılmasında şaşılacak ne var. lık iki yüzyılın hıristiyan literatüro ve hıristiyanlıktan esinlenen literatür, 666 sayısının gizinin uzun süreden beri bilindiğinin yeterince belirtisi olduğunu gösteriyor. Şu da var ki, lrenaeus, bunu, henüz bilmiyordu, ama buna karşılık l l . yüzyıl sonuna dek birçok başka insan gibi, Vahiy Ki­ tabı'ndaki hayvanın geri gelen Neron olduğunu biliyordu. Sonra bu son iz kayboluyor ve bizim Vahiy Kitabı ortodoks kahinierin hayali yorumuna teslim ediliyor; bizzat ben, yaşlı

31 7

Johann Albrecht Bengel'in hesapianna göre dünyanın sonu­ nu ve kıyamet gününü 1836 yılı için bekleyen yaşlı insanlar taındım. Kehanet, ilan edilen tarihte gerçekleşti. Yalınz kı­ yamet günü, günahkarlar dünyasına değil de bizzat Vahiy Kita bı nın sofu yorumculanna erişti. Çünkü, bu 1836 yılın­ da, F. Benary, 666 sayısının analıtanın buldu ve böylelikle bütün bu kahinliğe ait hesaba, bu yeni ghematriah'a bir son verdi. Müminlere aynlmış gökyüzü krallığı üzerine bizim Jean ancak çok yüzeysel bir tasvir sunuyor. O çağ için Yeni Kudüs kuşkusuz oldukça geniş bir plan üzerine kurulmuştur: çev­ resi 12.000 stad,217 yani 2.227 kilometre olan bir kare, yani yaklaşık beş milyon kilometrekarelik bir alan, Amerika Bir­ leşik Devletleri'nin yansından fazla bir alan; ve salt altın ve değerli taşlarla yapılmıştır. Tann orada' kendine ait olan­ Iann arasında oturur ve onlan güneş yerine aydınlatır; ora­ da artık ne ölüm, ne acı, ne sıkıntı vardır; kentin içinden bir kaynak suyu akar, bu nehrin kıyılannda, meyvesini her ay veren ve oniki kez meyve ·veren yaşam ağacı yetişir, ve ağacın yapraklan "dinsizieri iyileştirmeye" yarar (Renan'a göre tıbbi bir çay gibi: L 'Antechrist, s. 542). Orada azizler yüzyıllann yüzyıllannda yaşarlar. Hıristiyanlık Küçük Asya'da, başlıca odağında, 68 yılına doğru, bilebildiğimiz kadanyla böyleydi. Bir Teslis'ten hiç belirti yok; buna karşılık yahudi ulusal tannsından biricik tann düzeyine yükseldiği yerde gerileyen yahudi dininin bir ve bölünmezi eski Yalıovası var; hıristiyanlığa dönenlere suçlanın bağışlamayı ve asileri merhametsizce yok etmeyi vaadederek, böylece antik parcere subjectis ac debellare su­ perbos'a* sadık kalarak, tüm halklar üzerinde hüküm sür­ meyi ileri sürdüğü yerde yerin ve göğün en üstün tanrısı var. Böylelikle son yargılamaya başkanlık eden, İncillerin ve Mektupların daha sonraki öykülerindeki gibi lsa değil, biz­ zat bu tanndır. Gerileyen yahudi dininde bilinen, İran Su'

* Boyun ejtenlere zarar vermemek ve kendini bejtenmişlere boyun ejtdirmek. -ç.

318

dur öl!retisine uygun olarak, lsa, ezeli tanndan gelen kuzu­ dur; varlıklanm yanlış anlaşılmış bir şiir bölümüne (İşaya XI, 2) borçlu olan "tannnın yedi ruhu" için de, bunlar daha aşağı bir düzeyde bulunsalar bile, aym şey sözkonusudur. İkisinden hiçbiri ne tanndır ne tannmn eşitidir; ikisi de ona bağlıdır. Kuzu kendisini isteyerek dünyanın günahlan için, günah ödeyici kurban olarak sunuyor, ve bu yüce olay yü­ zünden cennette alelacele terfi ettiğini görüyor; bütün kitap­ ta, bu gönüllü özveri onun hesabına zorunlu olarak kendi varlığının en derininden gelen bir hareket değil de, olağan­ üstü bir hareket sayılıyor. Tavrat'taki melaike sınıfının, meleklerin ve azizierin bütün eskilerin göksel sarayı kuşkusuz eksik değil. Din ol­ mak için, tektanncılık, Zendavesta'dan2ı8 beri, çoktanncılığa her zaman ödünler verrnek zorunda kalmıştır. Yahudilerde, put ve nefis tannlannın depreşmesi, İran tipi göksel sarayı, sürgünden sonra dini halk hayaline daha uygun bir biçime getirinceye kadar, müzmin bir biçimde sürer. Hıristiyanlığın kendisi de, yahudilerin sonsuzluğa kadar değişmez tannsı­ mn yerine, kendinde ayırdedilen gizemli teslis tannsını koy­ duktan sonra, kitleler arasında antik tannlara tapmayı an­ cak aziziere tapmayla ortadan kaldırrnıştır. Böylece, Fallma­ rayer'e göre, Jupiter'e tapma, Peloponez'de, Mayna'da ve Arkadya'da ancak 19. yüzyıla dol!ru sönmüştür.2ı9 Sıralan gelince azizleri de aradan çekenler ve en sonunda ayırdedil­ miş tektanncılığı ciddiye alanlar da yalnızca modern buıju­ va çağı ve onun protestanlığıdır. Bizim Vahiy Kitabı, ilk günah dogmasını ve imanla gü­ nahtan annmayı da tanımıyor. Bu ilk savaşçı topluluklann inam, daha sonraki zafere erişen kilise inanından baştan­ başa farklıdır; kuzunun günah ödeyici olarak kurban edilme­ sinin yanında, lsa'nın yakında geri dönüşü ve bin yıllık hü­ kümdarlığın çok yakında geleceği, bu inanın temel içeriğini oluştururlar, ve bu inanın kendini gösterdiği şey, iç ve dış düşmana karşı etkin propaganda ve durmaksızın savaşım, putatapan yargıçlar önünde devrimci inançlannın gururlu

319

itirafı, zaferin kesinliği içinde cesaretle dayanan şehittir. Yazanmızın M.la yahudiden başka bir şey olduğunun ayırdında olmadığını gördük. Bunun sonucu olarak, bütün kitapta vaftize hiç ima yok; zaten vaftizin ikinci hıristiyan döneminin bir kurumu olduğunu gösteren çok sayıda belirti var. 144.000 mürnin yahudi, vaftiz edilmiş değil, "mühürleıi­ mişlerdir". Cennetteki azizler hakkında şöyle deniyor: "Bun­ lar uzun cübbelerini kuzunun kanında yıkayıp temizleyen­ lerdir" ; vaftiz suyundan tek bir sözcük yok. Deccal'in ortaya çıkışını izleyen iki peygamber de (Bölüm Xl) vaftiz etmiyor­ lar ve XIX, 10 Bölümde lsa'nın tanıklık ettiği vaftiz değil, peygamberlik ruhudur. O zaman kurulmuş olsaydı, bütün bu fırsatlarda vaftizden sözetmek doğal olurdu. Öyleyse so­ nuç olarak, yazanmızın vaftizi bilmediğini ve vaftizin, hıris­ tiyanların ancak yahudilerle kesin olarak ayrıldıklannda or­ taya çıktığını hemen hemen kesinlikle söylemeye iznimiz var. Yazanmız aynı zamanda daha sonraki ikinci kutsal­ laştırmadan - ökaristiden220 de haberi yok. Luther'in met­ ninde, lsa, inanında direnmiş her Thyatirien'e kendi evine girmeyi ve onunla birlikte şaraplı ekmek yeme ayinini yap­ mayı vaadediyorsa, bu, metnin yanlış bir aydınlatmasını ve­ riyor. Yunanca deipneso okunuyor, (onunla birlikte) akşam yemeği yiyeceğim, ve sözcük İngiliz İncilinde doğru bir bi­ çimde verilmiştir: "J shall sup with him." Anma töreniyle il­ gili şölen olarak yapılan törenden burada hiç sözedilmiyor. Böyle özel bir biçimde doğrulanmış tarihiyle (68 ya da 69), kitabımızın bütün hıristiyan literatürünün en eski ki­ tabı olduğu su götürmez. Başka hiçbiri İbrani şivesiyle, ola­ naksız kuruluşlarla, gramer yanlışlanyla kaynayan bu ka­ dar barbar bir dilde yazılmamıştır. Yalnızca meslekten olan tannbilimciler, ya da başka tarih yazımcılar, hala İncillerin ve Havari Belgelen'nin bugün artık kaybolmuş ve küçük ta­ rihsel çekirdeği artık söylencesel biçem zenginliği altında kaybolan yazıların gecikmiş düzeltmeleri olduğunu reddedi­ yorlar; hatta Bruno Bauer'in gerçek olduğunu ileri sürdüğü

320

üç ya da dört havari Mektubu bile, daha sonraki bir dönemin yazılanndan başka bir şey değildir, ya da en fazla, bilinme­ yen yazariann çok sayıda ek ve aktarmalarla düzeltilmiş ve güzelleştirilmiş daha eski yazılandır. Bizim için, kitabımı­ zın, yazılı tarihinin bir aylık bir yakınlıkla saptanabilmiş ol­ ması kadar, bize hıristiyanlığı en ilkel biçimi altında göste­ ren bir kitap olması da o kadar önemlidir; bu ilkel biçime göre, hemen hemen Tacitus'un Cermenlerinin hala hocala­ yan mitolojisi, hıristiyan ve antik öğelerin tümüyle işlendiği Edda mitolojisine göre neyse, temel ilkelerinde ve mitoloji­ sinde tamamlanmış 4. yüzyıl devlet dinine karşı hıristiyan­ lık odur. Evrensel dinin tohumu buradadır, ama bu tohum, daha sonraki sayısız mezhepte gerçekleşen binbir çeşit geliş­ me olanağını henüz ayırdedilmemiş bir durum da içermekte­ dir. Hıristiyanlığın işlenme sürecinin en eski parçası bizim için apayn bir değer taşıyorsa, bu, onun, -İskenderiye ta­ rafından büyük ölçüde etkilenmiş- yahudi dininin hıristi­ yanlığa getirdiğini bütünü içinde vermiş olmasındandır. Bundan sonraki her şey, batı, Greko-Romen katmasıdır. Yu­ nan halk felsefesinin derin bilgili tektanncılığına, kitleleri etkileyebileceği tek biçimin altına sokmak için tektanncı ya­ hudi dininin aracılığı gerekiyordu. Bu aracılık bir kez bulu­ nunca, gelişmeye devam ederek, ·sonunda Greko-Romen dün­ yanın elde ettiği düşünceler varlığında erirnek üzere, ancak bu dünya içinde evrensel din haline gelebilirdi.

321

[YlRMlALTil [FRANSA'DA SINIF SAVAŞIMLARI'NAJ GlRlŞ22ı [PARÇA]

FRlEDRlCH ENGELS

AMA, başka ülkelerde ne olursa olsun, Alman sosyal­ demokrasisinin özel bir durumu vardır ve bu bakımdan da, hiç değilse kısa vadede özel bir görevi vardır. Alman sosyal­ demokrasisinin sandık başına gönderdiği iki milyon seçmen,

onlann ardındaki seçmen olmayan gençler ve kadınlar, ulus­ lararası proletarya ordusunun en kalabalık, en sıkı örülmüş kitlesini, kesin "vurucu grubunu" oluşturur . Bu kitle, daha şimdiden, kullamlan oylann dörtte-birinden fazlasım sağla­ mıştır; ve kısmi Reichstag seçimlerinin, çeşitli ülkelerin Diet seçimlerinin, belediye meclisi ve işçi-patron arası hakem ku­ rullan seçimlerinin gösterdiği gibi durm adan artmaktadır.

Bu yığımn büyümesi, tıpkı bir doğal süreç kadar kendiliğin­ den, o kadar duraksamadan, o kadar karşı durulmaz bir bi­ çimde ve aym zamanda o kadar telaşsızca olmaktadır. Bu büyürneyi engellemek için hükümetin yaptığı bütün müda­ haleler, güçsüzlüğünü ortaya koymuştur. Bugünden iki mil-

322

yon ikiyüzelli bin seçmene bel b�layabiliriz . E�er bu böyle giderse yüzyılın sonuna kadar, toplumun orta katmanlan­ nın, küçük.-buıjuvazinin ve küçük köylülerin büyük bölümü­ nü elde ederiz ve ülkenin içinde belirleyici bir etkinliği olan, bütün öteki güçlerin, ister istemez karşısında eğilrnek zorun­ da olacağı bir güç haline gelinceye kadar büyürüz. Bu büyü­ me temposunu, iktidardaki hükümet sisteminden kendiliğin­ den daha güçlü duruma gelinceye kadar sürdürmek, günden güne güçlenen bu "vurucu grubu" öncü kavgalanyla yıprat­ mamak, ama son kesin an gelinceye kadar hiçbir saldınya uğratmamak, işte başlıca görevimiz budur. Yoksa, Alman­ ya'daki dövüşken sosyalist güçlerin sürekli büyümesini geçi­ ci olarak durdurabilecek ve hatta onu bir süre geriletebilecek bir tek yol vardır, o da, askeri birliklerle büyük çapta bir ça­ tışma ve 1871'de Paris'te oldu� gibi kan dökülmesidir. Uzun vadede bunun da üstesinden gelinecektir. Milyonlarla sayılan bir partiyi, tüfek ateşiyle yeryüzünden silip atmaya, Avrupa ve Amerika'mn bütün rnekanizmalı tüfekleri yetmez. Ne var ki normal gelişme felce uğrar, "vurucu grup" kritik anda belki de yararlamlamaz durumda olur, son ve kesin kavga gecikmiş, uzatılmış olur ve daha $r özverileri birlik­ te getirir. Dünya tarihinin ironisi her şeyi başaşağı çeviriyor. Biz, "devrimciler" , "yıkıcılar" , legal yollarla, illegal yollarla ve kargaşa ile oldu�dan çok daha iyi gelişiyoruz . Kendi ken­ dilerine verdikleri adla düzen partileri kendi yarattıklan le­ gal koşullar altında yokolup gidiyorlar. Onlar, Odilon Bar­ rot'un $ından umutsuzlukla bağınyorlar: legalite bizi öl­ dürüyor, oysa biz, bu legalite içinde, kaslanmızı sa�lamlaştı­ nyor, yanaklanmızı pembeleştiriyor ve sonsuz gençliği solu­ yoruz. Eiter biz, onlan hoşnut etmek için bizi sokak çatışma­ sına sürüklernelerine izin verecek kadar sağduyudan yoksun değilsek, en sonunda, kendileri için artık o kadar ölümcül bir hale gelen bu legaliteyi gene kendi elleri ile kırmaktan baş­ ka yapacak bir şeyleri kalmayacaktır. Bu arada, kargaşaya karşı yeni yasalar yapıyorlar. Her

323

şey yeniden başaşağı çevrildi. Bugünün bu fanatik kargaşa­ karşıtlan, dünün kargaşacılan değiller midir sanki? Acaba 1866 iç savaşını biz mi kışkırttık? Hannover kralını, Hesse elektörünü, Nassau dükünü, babalanndan kalma meşru ül­ kelerinden biz mi kovduk, bu soydan gelme ülkeleri biz mi il­ hak ettik? Ve, tannnın inayeti ile Alman Bundunun ve üç tahtın bu yıkıcılan, yıkıcılıktan mı yakınıyorlar? Quis tulerit Gracchos de seditione querentes?* Bismarck'ın hayranlan­ na, yıkıcılığa dil uzatma iznini kim verebilir ki? Bununla birlikte, onlar, gene de devrime karşı yasa ta­ sanlannı pekala çıkartabilirler, bunlan daha da ağırlaştıra­ bilirler, bütün ceza yasalannı kauçuğa döndürebilirler, güç­ süzlüklerinin yeni bir kanıtını vermekten başka bir şey yap­ mış olmayacaklardır. Ciddi bir biçimde sosyal-demokrasiye saidırmalan için bütün öteki önlemlere de başvurmalan ge­ rekecektir. Onlar, şu anda yasalara uymakla çok iyi bir iş yapan sosyal-demokrat devrimin, ancak yasalan çiğnemeden yaşayamayan düzen partisinin çıkaracağı kargaşalıkla hak­ kından gelebilirler. Prusyalı bürokrat bay Rössler ve Prusy­ alı general bay von Boguslavski, sokak savaşianna sürük­ lenme oyununa ne yazık ki gelmeyen işçileri altedebilmenin belki de hala geçerli tek yolunun ne olduğunu onlara göster­ diler. Anayasanın çiğnenmesi, diktatörlük, mutlakiyete dö­ nüş, regis voluntas suprema lex!** Demek ki, biraz yürek ge­ rek baylar, artık yapar gibi yapmak değil, gerçekten yapmak sözkonusu. Ama unutmayınız ki, Alman imparatorluğu, bütün kü­ çük devletler gibi ve genel olarak bütün modem devletler gi­ bi, bir sözleşmenin ürünüdür, ilkin, prensierin kendi arala­ nnda yaptıklan sözleşmenin, ve sonra, prensierin halkla yaptıklan sözleşmenin. Eğer taraflardan biri sözleşmeyi bo­ zarsa, bütün sözleşme hükümsüz kalır; ve o zaman öteki ta­ raf da bağlı sayılmaz, Bismarck'ın 1866'da bize pek güzel ör* "Gracchus'lann bir başkaldınnadan yakınm.alanm kim dinler?" (Ju­ venal, Satire Il) -Ed. ** Kralın istenci en yüce yasadır! -ç. 324

neğini gösterdiği gibi. Demek ki, eğer siz, imparatorluk ana­ yasasını çiğnerseniz , sosyal-demokrasi size istediğini yap­ makta serbest olur. Ama sonra ne yapacağını size bugünden söyleyecek değil. Bundan hemen hemen tam onaltı yüzyıl yıl önce Roma imparatorluğunda da tehlikeli bir devrimci parti ortalığı ka­ sıp kavuruyordu. Bu parti, dinin ve devletin bütün temelleri­ ni oyuyordu; imparatorun iradesinin en yüce yasa olduğunu açıkça reddediyordu; vatansızdı, entemasyonaldi; Galya' dan Asya'ya kadar bütün imparatorluğa yayılıyor, imparatorlu­ ğun sınırlarından ötelere taşıyordu. Bu parti, uzun zaman yeraltında gizli baltalama eyleminde bulunmuştu; ama uzunca bir süreden beri gün ışığına çıkacak kadar güçlü olduğuna inanıyordu. Hıristiyan adı altında tanınan bu yı­ kıcı parti orduda da güçlü bir biçimde temsil ediliyordu; lej­ yonlar tümüyle hıristiyandı. Putatapıcı ulusal dinin resmi törenlerine katılmaları emredildiğinde, yıkıcı askerler küs­ tahlıklarım zırhlı başlıklarına, protesto ettiklerini belirten özel işaretler -haçlar- takmaya kadar vardınyorlardı. Üst­ lerinin kışlalarda adet halini alan hır çıkarmalan da bir işe yaramıyordu. Ordusunda düzenin, itaatin ve disiplinin nasıl baltalandığıru gören imparator Diocletianus artık daha fazla kendini tutamadı. Hala zaman varken eneljik bir biçimde işe el koydu. Sosyalistlere-karşı -pardon, hıristiyanlara­ karşı demek istiyorum- bir yasa çıkardı. Yıkıcılann top­ lantıları yasaklandı, lokalleri kapatıldı ya da yıkıldı, hıristi­ yan işaretleri, haç, vb., Saksonya'da kırmızı mendillerin ya­ saklandığı gibi yasaklandı. Hıristiyanlar devlet görevlerinde çalışamaz oldular, askerlikte onbaşı olmalanna bile izin ve­ rilmedi. Bay von Köller'in yıkıcılığa-karşı yasa taslağının varsaydığı biçimde "bireye saygı" ile eğitilmiş yargıçlar o dö­ nemde olmadığından, hıristiyanların mahkemelerde adalet arama hakları düpedüz yasaklanmıştı. Hıristiyanlara özel bu yasa da etkisiz kaldı. Hıristiyanlar, yazılı yasayı, duvar­ lardan alay ederek söküp attılar. Dahası var, söylendiğine göre, İznik'te (Nicomedie) hıristiyanlar, imparatorun oturdu-

325

ğu sarayı ateşe verdiler. Bunun üzerine imparator, lS 303 yı­ lında hıristiyanlara karşı büyük kıyım ile öç aldı. Bu, bu tür kıyııniann sonuncusu oldu. Ve o kadar etkili oldu ki, onyedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu hıristiyanlardan oluşu­ yordu ve Roma imparatorluğunun Diocletianus'tan sonra ge­ len yeni hükümdan, papazlann Büyük adım taktıklan Kon­ stantin, hıristiyanlığı devlet dini ilan ediyordu. Londra, 6 Mart 1895. Karl Marx, Fransa 'da SınıfSa vaşımlan 1848-1850

Sol Yayınlan, Ankara 1996,

s.

26-30.

326

AÇIKLAYICI NOTLAR

1 İlk kez Franz Mehring tarafından yayınlanan Karl Marx­ Friedrich Engels ve Ferdinand Lassalle'm