Bir İhtilal Daha Var 1908-1980 [1 ed.]
 9786051117720

  • 0 0 0
  • Like this paper and download? You can publish your own PDF file online for free in a few minutes! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Örsan Öymen 1mayıs1938'de Ankara'da doğdu. Babası, eğitimci Hıf­ zırrahrnan Raşit, annesi öğretmen Fatma Nezaket'tir. Gazeteciliğe 1955'te Tercüman gazetesinin Ankara Bürosu'nda başla­

dı. Sonra Dünya, Ulus ve

Öncü gazetelerinde devam etti. Ankara politi­

kasındaki gelişmelerle birlikte güldürücü olayları da yansıtan "Kulis" ya­ zılarıyla tanındı. 196l'den sonra Die Welt gazetesinde "konuk gazeteci" olarak çalışan Örsan Öymen, yine ayru dönemde Batı Alman Radyosu'na (WDR) programlar yaptı. 1969'dan sonra TRT'nin yapılanmasında önemli rol oynadı. TRT televizyonuna belgeseller hazırladı, naklen ya­ yınlar yaptı. 12 Mart döneminde ayrıldığı televizyondan sonra Anka Ajansı'nın kuruluşuna katkıda bulundu. Ajanstaki görevinin yanında

Günaydın gazetesine "06 Ankara" başlığı altında günlük yazılar yazdı.

1973 yılında Milliyet gazetesinde "Politika Kazanı" başlıklı yazılarını yazmaya başladı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki önemli olayları gazete­ ci-televizyoncu olarak izledi. MiUiyet'teki yazılarını Politika Kazanı

başlıklı kitabında topladı. Özgün bir araştırma eseri olan Bir ihtilal Da­

ha

Var adlı kitabı1986d ' a Milliyet Yayınları'ndan yayımlandı. 22 terrunuz

1987'te Bodrum'da geçirdiği bir kalp krizi sonucu 49 yaşında hayata veda etti.

BiR iHTiLAL DAHA VAR

Yazan: Örsan Öymen

I

Yayın hakları:

1. baskı

©

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

I

eylül 201O

Milliyet Yayınları, 1986

Doğan Kitap'ta 1. baskı Sertifika no: 1 1940

/

ISBN 978-605-111-772-0

Kapak tasarımı: Yavuz Korkut iç kapak karikatürü: Bedri Koraman Fotoğraflar ve belgeler: Ergin Konuksever arşivi Baskı: Mega Basım, Baha iş Merkezi. A Blok

Haramidere I Avcılar - ISTANBUL Tel. (212) 422 44 45

19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 1O, 3�360 Şişli - ISTANBUL Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

Tel. (212) 373 77

00 I

I

Faks (212) 355 83 16

www.dogankitap.com.tr

[email protected]

I [email protected]

Bir İhtilal Daha Var Örsan Öymen

�D�GAN -KiTAP

İçindekiler

Önsöz/

24 yıl sonra hfila güncel

. . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . 11 17 Giriş/ Yenişehir'de bir öğle vakti... 19

Sunuş

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Birinci bölüm I Enver Bey'in Babı8.J.i'den geçişi Enver Bey'in kuşkusu . .

.

Nazım Paşa'nın durumu

.

.

.

.

.

.

.

.

.

...

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Otomobilde

.

.

.

.. ..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

O sırada Mahmud Şevket Paşa'nın konağı "Meşrutiyet'i koruma ve kollama harekatı" Talat yalnız kalıyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Doğuştan örgütçü

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

...

.

.

.

Kamil Paşa namlu zoruyla istifa ediyor Poliste

.

25

31 34 35 38 39 42 46 48 49

Selanik'te Yonyo'nun meyhanesinde yeşeren ihtilal tohumları

.

Enver'in dağa çıkışı ...Ve ihtilal kararı Bir fotoğraf

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

..

.

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

İkinci bölüm I Bir karşı darbe girişimi: Mahmud Şevket Paşa'ya suikast .

.

.

.

Cemal Bey suikastta İngiliz parmağı buluyor "Siyaset meydanı"

. .

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

....

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Üçüncü bölüm I Savaşta bir barış davası Yakub Cemil'in cepheleri . Barış, barış, barış ..... . ... . .

.

.

.

.

.

.

Enver Bey'in basamakları Enver Bey'in apandisiti

.

.

Üniformalı aşk mektuplan

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. ..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. ..

.

.

.

.

.

Yakub da ihtilale karar veriyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Abdullah Efendi Lokantası'nda

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Gene Meserret Oteli

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Yakub komutan oluyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Enver Paşa'ya suikast raporu Tutuklamalar

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

Yakub Cemil'in son cephesi

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

54 58 62 64 68

73 . 76 79 87 89 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

96

99 104 .. 106 ... .110 ... 112 115 . 118 121 132 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Dördüncü bölüm/ 1916 eylülünden 1964 temmuzuna . . . . . . . . . . . . . Albay Talat'ın anı defteri

.

.. .

. . . . . . . . . . . . . .

. .

136

139 140 Örgütler çoğalıyor . . .. 144 Büyük baş arayışı . .. . . . . . 146 Bir "geriye dönüş" . . . . . .. 148 Örgütler tokuşuyor . . . . 149 Koçaş dışarıda kalıyor . ... . . . . . . 155 Savuruna bakanına ihtilal liderliği . . . 156 Dokuz Subay Olayı . . 159 Kuşçu Binbaşı ihbar ediyor . 162 Soruşturma, yargılama, aklanma . 168 Koçaş ihtilale "büyük baş"ı buluyor 174 "Saat kaç? Sadi kaç!" . . . .. .. .... 180 Uçak kazasından kurtulan evliya .. . . 184 Bitmeyen kavga: İhtilali kim yaptı? .. .. . .. . . 186 555 K 194 Paşalar kapısı . ... 197 Bir başka Cemal Paşa 198 Bir hapishane öyküsü . . . . . . .. . . 203 18 mayıs 1960: Manzara-yı umumiye... . .. .... . . . . . . . 208 Harbiye yürüyor . . . . . .. . . 211 23 mayısta iki ayrı Çankaya toplantısı . . . 214 O sırada Çankaya'da . . . . . 217 Eskişehir seferi . . . 221 İstanbul Radyosu . . 223 Batur, Menderes'i tutukluyor 225 Harbiye tuvaletinde tarihi karşılaşma . . 227 Celal Bayar'ın demokratik direnişi .. . . . .. 228 Gölgedeki adam

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.. . .. . .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. . . .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

...

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. . . . . . . . . . .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Hocaların zıtlaşması

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Komitenin parlamentolaşması . .. .

İhtilalcinin kuşkuculuğu

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Milli Birlik Partisi

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Aydemir'in dönüşü

Düdüklü düzen kurma alışkanlığı Operasyon uygulanıyor Erkanlı'nın postalanışı

. .

.

.

.

. .

.

.

. .

. .

. .

. . . .

.

.

. .

.

Hocaların fetvası ve milli ikilik .

.

.

. . .

.

. .. . ..

.. .. . . .

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Beşinci bölüm I Darbe içinde darbeler .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .

. .

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

241 245 247 253 . 256 .. . 258 262 266 . 268 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

234

.

.

.

.

.

.

.

.

Sessiz bir iç darbe daha

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

SKB cuntası kuruluyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Koçaş gene sahnede

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Albay Batur' un ilk jetli muhtıra eylemi

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Altıncı bölüm/ Demokrasiye geçiş ve vadeli ihtilal takvimleri .

.

.

Siyaset güdümlenirken İdamlar onaylanıyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .

. .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Yassıada'da bir havacı: "Deli Remzi"

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Demokrasiye geçileceeek...Geç!

.

.

.

.

.

.

.

İçleri rahat olmayanlar

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Yeni takvim:

.

.

.

Orgeneral Sunay'a hiyerarşik darbe önerisi

9 Şubat Protokolü

.

.

.

.

.

.

İhtilalciler arasında bir gazete sahibi

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Genelkurmay'da bir pazarlık

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

O sırada Köşk'te

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Yedinci bölüm/ İhtilale doymayanlar Çizmeli siviller!

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

İkinci İnönü-Aydemir savaşı

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

"Vatan Kurtarma Koordinasyon Kurulu"

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Aydemir ve Seyhan'ın sandık kavgası

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Gürsel de ihtilal istiyor

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Havada bir cunta

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Türkeş'in dönüşü

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Türkeş'in THKD örgütü

270 275 280 283

286

288 292 295 298 303 306 310 318 324 335

343

346 348 351 353 357 364 367 370

İkinci İnönü hükümetine karşı ikinci Aydemir harekatı

.

.

.

.

.

Vatan kurtaran Ali Yarbay Harp Okulu ateş altında! Gürcan'ın kaçışı

.

.

.

.

.

.

.

Genelkurmay'da rahatlık Sonsöz

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

"Bizimkiler"in albümünden Kaynakça

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

379 387 398 402 405 415 417 459

24 yıl sonra hala güncel

Bu kitap belgesel mi, roman mı, güldürü mü? .. Galiba üçü de. Belki şöyle denilebilir: "Belgesel mizahi roman" ...

Altan Öymen

Örsan Öymen'in kitabının 1 986'daki 6. baskısı.

Rahmetli kardeşim Örsan Öymen, bu kitabı, 1980'li yıllarda yazdı. Dönem, gene bir askeri yönetim dönemiydi. 12 Eylül 1980'de "emir ve komuta zinciri" içinde yönetime el koyan beş komutan, Meclis'in görevlerini üstlenmişti. Hükümeti, gene bir komutanın başkanlığında kurmuşlardı. Siyasi partileri kapatmışlardı. Liderlerine ve yönetici kadrolarına on yıllığı­ na siyaset yasağı koymuşlardı. Memleketi üç yıl süreyle bu düzen altında tuttuktan sonra, 1983'teki "vetolu seçim"le bir "demokrasiye geçiş" süreci başlatmışlardı. O geçiş döne­ mi de, 1987'ye kadar dört yıl sürmüştü. Örsan'ın amacı, gazeteci ola­ rak 12 Eylül dönemini de yaşa­ dıktan sonra, ülkemizdeki as­ keri müdahalelerin "askeri ta­ raf'ında olup bitenleri anlat­ maktı. Yani, müdahaleyi planla­ yan ve uygulayan askerler ara­ Örsan Öymen ( 1 938- 1 987) sında olup bitenleri...

12

Siviller... Tabü, bir de "sivil taraf' var. Sivillerin aynı süreçteki durwnlan, tuturnlan var... Müdahale öncesinde, sırasında ve sonrasında .. Örsan, tanığı olduğu müdahale olaylarındaki sivillerin duru­ munu daha önce yazmıştı. 27 Mayıs öncesinde beş yıllık gazeteciydi. 1938'de doğmuştu. 1955'te -17 yaşındayken- gazeteciliğe başlamıştı. 1960'ta döne­ min iktidarının muhalefete ve "bir kısım basın"a yönelik baskı önlemlerinin arttığı sırada Ulus gazetesinin muhabiriydi. Ulus, CHP sözcüsü olarak, iktidara muhalefet etmeye devam edebilen az sayıdaki basın organından biriydi. Yazı işleri müdürleri ve yazarları sık sık mahkemeye gider, bazısı da Ankara hapishane­ sinin "Ankara Hilton" diye anılan gazeteciler koğuşuna girerdi. Ga­ zetenin kendisi de zaman zaman "kapatılma cezası" alırdı. Örsan, gazetenin, olaylan o şartlar altında izleyen dört-beş mu­ habirinden biriydi. 1960'ta gerginliğin hızla tırmandığı nisan ve mayıs aylarında sivil kesimdeki olayları çok yakından izlemişti... Meclis görüş­ melerini, iktidar milletvekillerinden oluşan ünlü "Tahkikat En­ cümeni"nin kuruluşunu, adli yetkilerle donatılışını, her türlü si­ yasi faaliyetleri yasaklayışını, "bir kısım basın" hakkında tedbir­ ler alışını, bunlara tepki olarak yapılan gösterileri. . . iktidarın muhalefeti, muhalefetin iktidarı "darbecilik"le suçlayışını, sıkı­ yönetimin ilan edilişini. . . ve daha birçok olayı... Hepsinin notla­ rını tutmuştu. O notları günü gününe yayımlayamamıştı. Çünkü yayımlanma­ ları yasaktı. Ama bunlar, daha sonra gene Ulus gazetesinde ya­ yımlanan "Olur mu Böyle Olur mu, Kardeş Kardeşi Vurur mu?" başlıklı yazı dizisi içinde ayrıntılarıyla yer almıştı.

. . . Ve askerler O dizide, tabii, "ihtilalci askerler"in o sırada neler yaptıkları­ nın, girişimlerine nasıl hazırlandıklarının hikayeleri yoktu. Çün­ kü onları henüz kimse bilmiyordu. Bunlar, sonradan ihtilalci askerlerin kendi anlattıklarıyla orta­ ya çıktı. Bazıları bunları gazetelerin söyleşilerinde anlattılar, ba­ zıları anılarında yazdılar. O sırada şu da belli oldu: 27 Mayıs harekatına girişen askerle­ rin çoğu, daha önceki yıllarda, ayn ayn zamanlarda oluşmuş ör-

13

gütlerin mensuplarıydı. Son sıralarda bir araya gelmişlerdi. (27 Mayıs'tan sonra da aralarında gene anlaşmazlıklar çıkacaktı. İhti­ lalin 38 üyeli ilk komitesi, olaylı bir şekilde bölünecekti.) Bunlar hep onların kendi söyleşilerinde, anılarında -tabii, ken­ di bakış açılarına göre -anlattıklarından izlenebilmeye başladı. 27 Mayıs'tan sonra, ordu içindeki diğer bölünmelerin 1962 ve 1963'te İsmet Paşa hükümetlerine karşı ihtilal girişimlerinin hika­ yeleri de öyle . . . Onları da, o hareketlerin içindeki askerlerin an­ lattıklarından öğrenmek mümkün oldu. Örsan, işte bu kitap için onların anlatıklarını esas aldı. "İhti­ lal"lerin "asker tarafı"nda neler olduğunu bu anlatımlara dayandıracaktı. Adlarına ister "ihtilal" diyelim, ister "darbe", ülkemizin yakın geçmişi, askeri müdahaleler açısından hayli "zengin"dir. Bazısı gerçekleşmiş, bazısı teşebbüs halinde kalmıştır, bazısı da niyet­ lenme halinde... Ama her birinin -tabii, bıraktıkları izler ölçüsün­ de- tarihimizde yeri vardır. Örsan bütün bunları, 1913'teki "Babıfili Baskını"ndan başlaya­ rak yazacaktı. Planı öyleydi. 1950 öncesindeki örgütlenmelerden, 1950 sonrasındakilere gelecekti. Sonra 1960'taki "27 Mayıs"ı ve "13 Kasım"ı anlatacaktı. . . Daha sonra da, Albay Talat Aydemir'in 1962'deki "22 Şubat'', 1963'teki "21 Mayıs" girişimleri... 1971'deki "12 Mart" Muhtırası. Ve nihayet 1980'deki "12 Eylül" yönetimi... Hepsinin "askeri tarafı"nın özelliklerini yazacaktı.

Hepsi sığmadı. ..

Birkaç işi birlikte yapıyordu. Gündüzleri, Milliyeı!e günlük yazılarını yazıyordu. Radyo ve televizyon yayınları yapıyordu...

Onu bu kitabın çalış­ maları sırasında sık sık görürdüm. Birkaç işi bir­ likte yürütüyordu. Gün­ düzleri Milliyet'e "Politi­ ka Kazanı" başlıklı yazıla­ rını yazıyordu, "Batı Al­ manya Radyo ve Televiz­ yonu"na yayınlar hazırlı­ yordu. Onlardan vakit kaldıkça da, önemli bul­ duğu olayların peşinde muhabirlik yapıyordu.

14

Önemli olayların peşinde muhabirlik yapıyordu... (Fotoğraf, l 987'nin ocak ayında gittiği Filipinler'deki iç savaş sırasında çekilmişti.)

Gecelerini ise, bu kitap işine ayırmıştı.

O işi yaptığı yer eviydi. Akşam, eşi Gisela, çocukları Örsan Kunter ve Yasemin'le birlikte yemeğini yer, sonra da çalışma oda­ sına geçerdi. Çalışma odasında masa­ sının üstü ve arkasındaki kütüphane, okuyup işaret­ lediği kitaplar, yazılar, foto­ kopilerle doluydu. Evinde buluştuğumuz akşamlarda beni o odaya alır, "ihtilaller tarihi" koleksiyonu içinde keşfettiği ilginç ayrıntıları -kaynaklarını da göstere­ rek- anlatırdı.

Sanının o sıralarda, yaptı­ ğı çeşitli işler arasında en fazla, bu kitap üzerinde ça­ lışmaktan memnundu. Bu kitaba, programına al­ dığı olayların ancak bir bö­ lümünü sığdırabildi. ve

12 Mart 12 Eylül müdahalelerini

örsan Öymen, eşi Gisela, çocukları Örsan Kunter ve Yasemin'le birlikte evinde...

15

ikinci bir kitapta anlatacak­ tı.

O kitabın da hazırlıklarına

başlaımştı. Ama ömıii yet­ medi. 1987'de, 49 yaşınday­ ken, Bodrum'da geçirdiği bir

kalp krizi sonunda aramız ­ dan aynldı.

Ecevit'in yorumu "Bir İhtimal Daha Var" şarkısından esinlenerek Bir

ihtilal Daha Var adını koy­ duğu kitabın ilk baskısı, 1986'nın eylül ayında o za-

Yaptığı çeşitli işler arasında en fazla bu

manki Milliyet Yayınları ara-

kitap üzerinde çalışmaktan memnundu.

sında yayımlandı. Büyük ilgi gördü. Birçok baskısı yapıldı. Bu bir belgesel miydi, güldürü müydü, roman mıydı? .. Bu soruya herhalde "üçü de" diye cevap verilebilir. İçinde alıntılar çoktu. "İhtilalci" askerlerin anılarından alıntı­ lar, belgeler, ihtilal hazırlığı yazışmaları, yemin metinleri, bildiri metinleri.. . Bu açıdan belgesel yanı ağır basıyordu. Bir yandan da, kitabın, bütün o belgeleri hem mantığa uygun bir şekilde, hem de mizahi bir üslupla değerlendirip birbirine bağlayan bir roman kurgusu vardı. Bütün bu yanlarını göz önün­ de tutarak belki yeni bir deyim icat edilebilirdi: "Belgesel mizahi roman" . .. Kitabın özelliği böyle anlatılabilirdi. Tabii, Bir ihtilal Daha Var'ın gerçekten akıcı bir roman anla­ tımı içindeki kolay okunabilirliğinin yanında, işlevsel bir yanı da vardı. Hakkında yazılan yazıların çoğunda, bunun üzerinde özel­ likle duruldu. Kitabı bir "başyapıt" (şaheser) diye niteleyen Bülent Ecevit'in ifa­ desi şöyleydi:

Kimi asker ve sivillerimizin şifa bulmaz ihtilalciliği, ancak böylesi­ ne bir güldüıi.i yaklaşımı ile, belki bir ölçüde tedavi yoluna girebilir. Bu temenni, bence de isabetlidir, ihtilalcilik, darbecilik gibi eğilimleri önlemeye çalışmanın çaresi, eskiden çok denenmiş "tutuklamalı soruşturma"lardan ibaret değildir. Hele o soruştur-

16

malar, yanlış veya abartmalı iddialara dayanırsa, amacının tam tersine sonuçlar verir. "Darbeci" eğilimleri önlemek, herkesi, darbeciliğin hiçbir soruna çare olmadığına ikna etmekle mümkündür.

İkna

etmenin yolu da, o yöndeki eski deneyimlerin hayal kıncı so­ nuçlarını, örnekleriyle anlatmaktır.

O örneklerin, eski deneyim sahiplerinin kendi ifadelerine da­ yanılarak, inandırıcı bir şekilde ve biraz da mizahi yanlarıyla anlatılması, bunun etkisini daha da artırabilir.

24 yıl sonra... Bir lhtilal Daha Var şimdi ilk yayımlanışından 24 yıl sonra Doğan Kitap tarafından yeniden yayımlanıyor. Bana öyle geliyor ki, aradan geçen zaman içinde, darbecilik teh­

likesi karşısında, eskisine göre çok daha iyi durum dayız. Toplumu­

muzda, ister askerlerden gelsin ister sivillerden, "ihtilalciliğe" veya "darbeciliğe" yandaş olma eğilimleri büyük ölçüde azaldı. Ama gene de, tarihimizdeki gerek askeri darbe, gerek sivil dar­ be girişimlerini hatırlamakta fayda var. Bunlar, sonuçları da dahil, tekrar tekrar aynntılarıyla hatırlan­ malı ve yeni kuşaklar tarafından da bilinmeli ki, herkes için ders olsun. Bir daha hiç kimse, ne böyle işlere teşebbüs etsin, ne de böyle işlere gerekçe veya bahane oluşturacak olayları teşvik ve­ ya tahrik etsin.. . Herkes, "hukuk devleti" dahil, "insan hak ve özgürlükleri" da­ hil, demokrasinin evrensel ilkelerine uymayı bilsin . . . Örsan Öymen'in Bir lhtüal Daha Var kitabının 24 yıl sonra ye­ niden yayımlanması, dilerim, bu anlayışın daha da yaygınlaş­ masına katkıda bulunur.

Sunuş

Ufukta tehlike bulutlan görüyorum. Ordunnn siyasete karışması

işi artık bitmelidir. Asker kışlasına, siyasetçi siyaset sahnesine dön­ mezse, her şey mahvolur... Halbuki bizimkiler...

Binbaşı Mustafa Kemal, 1908, Selanik

Bu kitapta "bizimkiler"in öyküleri yer alıyor. 1908'den 1980'e . . . İhtilalci anılarıyla. . .

Giriş Yenişehir' de bir öğle vakti...

27 Mayıs'tan önceki son hafta. . . Yenişehir'de bir öğle vakti. . . Ankara Gazeteciler Cemiyeti Lokali. . .

Buruns uz Tevfik, hiçbir zaman kaparunayacak olan veresiye he­

sabına yazdırdığı ralosından bir yudum aldı. Bir çift nazar boncuğu­ nu andıran maviş maviş gözleriyle Atatürk Bulvan'ndaki manzara­

ya karamsar bir baloş attı. Sonra, bulutlardan hava durum u çıkar­

tan ihtiyar balıkçılar gibi, lorışık yüzünü daha da buruşturarak: - Eh, dedi, galiba bir ihtilal daha var! . .

Yaşadığı e n son ihtilalin üzerinden neredeyse yarım yüzyıl ge­ çecekti. . . Enver Paşa'nın Babıali Baskını'nı Meserret Oteli Kahve­ si'nden izlediği günü anımsadı. . . Burunsuz Tevfik'e göre, "Zabitan sınıfı, hele bir kışlasından çıkmaya görsün"dü! .. Artık bundan sonrasını ihtilal paklardı! . . Al işte, "zabitan sınıfı" şimdi gene sokaklara dökülmüştü! . . "Zabitan sınıfı" dediği, o 2 1 mayısın öğle vaktinde, Atatürk Bul­ varı'nda toplanıp iktidara karşı sessiz protesto yürüyüşü yapan Harp Okulu öğrencileriydi. Bulvarın karşı yakası adeta haki bir renge bürünmüştü. Üniformalı öğrencilerin başında bir de albay vardı. . . Açık bir cipin üzerinde ayağa kalkmış, sağa sola buyruk­ lar veriyor, yürüyüşün düzenini sağlıyordu. . . Cemiyet Lokali'nin garsonu Yunus da, cipin üzerindekinin albay olduğunu görünce: - Bu iş burada biter! dedi. Kardeşi Adem, kahve ocağından seslendi: - Hangi iş? - Hangi iş olacak, ihtilal işi! Burunsuz Tevfik, ralosından bir fırt daha aldı, çatallı sesiyle karşılık verdi:

20

- Bitmesine biter de, bittiği yerden yeniden başlar! Burunsuz Tevfik, bir zamanların Babıalisi'nde, gümüş kakmalı bastonuyla ünlü, bir "Meclis-i Mebusan" muhabiriydi. Şimdi, An­ kara'nın İtfaiye Meydanı'nda belediyenin Güçsüzler Yurdu'na düşmüştü. Yaşamının son demlerini, Gazeteciler Cemiyeti'nin bağladığı üç beş kuruş aylıkla demlenerek geçiriyordu . . . Pembe, kınş kınş bir yüzün ortasında sevecen bakışlı bir çift mavi göz ve alkolün kızarttığı ham bir çilek irisini andıran acayip bir burun­ dan ibaretti Burunsuz Tevfik... İyice yaşlanmıştı. Alkolü fazla al­ dığı zamanlarda artık altını da tutamaz olmuştu. Dağarcığındaki Meşrutiyet dönemi öykülerine pek dinleyici bulamayışı biraz da bundandı. Ama "ihtilal" sözcüğünün A.dem'in kahve ocağına kadar girdiği 1960 yılı baharında, Burunsuz Tevfik'in ihtilal anılarını dinlemek, biz genç gazeteciler için ilginç olmaya başlamıştı. Hele "zabitan sınıfı" da Atatürk Bulvarı'na dökülüp, ihtilal provalarına başla­ dıktan sonra... O gün de öyle oldu. Bulvara bakan pencere kenarındaki ma­ sa genç gazeteciler tarafından çevrelendi. Ben de onlardan bi­ riydim. Kızılay ve çevresinde, tek bir polis görünmüyordu ... Kavşağın trafiğini bir inzibat eri üstlenmişti. Harp Okulu öğren­ cilerinin sessiz yürüyüşü, bulvarın iki yakasındaki apartman pencerelerinden ve balkonlardan yükselen alkışlarla seslendiri­ liyordu. Sanki bayram varmış gibi, bazı balkonlardan bayrak da sallandırılmıştı! Cemiyet Lokali'nin karşısındaki Bolu Apartmanı sakinlerinden biri akrabamızdı. . . Danıştay üyesi İhsan Bey. O bile balkona çık­ mıştı, üstelik alkışlıyordu! Daha önceki sivil gösteri yürüyüşlerin­ de bulvara bakan balkon perdelerini sıkı sıkıya kapatır, polisle gençler arasındaki çatışmaları perde kenarından açtığı bir gözlük yarıktan izlerdi. Çocuklarına da sıkı sıkıya tembih ederdi: - Sakın ola bu gibi gösterilere katılmayın! Demek ki, artık o da garson Yunus gibi düşünüyordu: - Madem artık subaylar da sokağa döküldü bu iş burada biter! "Bittiği yerden yeniden başlar" diyen Burunsuz Tevfik ise, geçmişi düşünüyordu: - Biz de bir zamanlar böylesi bayraklar asmıştık, diyordu! Son­ ra ne oldu? Talat, örgüt kurmuştu. Kolağası Niyazi ile Binbaşı Enver dağa çıkmıştı. Bugünkü gibi "Hürriyet isteriz" diye bağrılıyordu, Sela­ nik'te, Manastır'da, şurada burada. Hürriyet ilan edildikten sonra

21

ne oldu? Enver'le ötekiler kışlaya mı döndü?. . Yooo... Haydi bir ihtilal daha... Küt, Babıfili Baskını. Kamil Paşa aşağı, Mahmud Şevket Paşa yukarı . . . Sonra? Mahmud Şevket Paşa aşağı, Enver Paşa yukarı. Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa... Taş yarıldı baştan başa... Taş ne? Ne olacak, koskoca imparatorluk! Sondan bir önceki son T ürk devleti! Burunsuz Tevfık'in sözleri, bizim gibi genç kuşak gazetecilere ters geliyordu. Bizce bu ihtiyar, tutucunun biriydi. Meşrutiyet Meclisi'ni muhabir olarak izlemiş, "İttihat ve Terakki"yle içlidışlı olmuştu ama, sorunların özünü hiçbir zaman kavrayamamıştı. Değerlendirmeleri hep yüzeysel kalıyordu. Bulvardaki Harbiye yürüyüşüne bakıp da: - Artık kumandanlar altını tutamaz, bu işin sonu yaştır! gibisin­ den laflar edeceğine, kendi altını tutmaya baksa daha iyi ederdi. Böyle düşünürdük ama, yaşına başına saygınuzdan da yüzüne karşı bir şey diyemezdik. .. Hem, o günlerde -hükümet organların­ da çalışan tuzu kuru meslektaşlar hariç- gazeteci olup da, ihtilal­ den yana çıkmayan nu vardı? "Muhalefet ve bir kısım basının yasadışı eylemlerini" soruştur­ mak üzere kurulan ünlü "Meclis Tahkikat Encümeni", üç başlı bir ucube gibi rejimin başına oturmuş, yürütmeyi de, yargıyı da, ya­ samayı da "tek" ele alnuştı... Bu "tek el"in ipleri Çankaya'da idi... Gazeteler kapatılıyor, gazeteciler içeri atılıyordu . . . İsmet Paşa, "Encümen"in yetkileriyle ilgili, Anayasa dışı yasanın görüşüldüğü kavgalı gürültülü oturumda ne demişti? Yayımı yasaklanan (ayn­ ca yasaklandığı haberinin yayımlarunası da yasaklanan) ünlü ko­ nuşmasında şöyle demişti: Şimdi, iktidarda bulunanların, milletleri ihtilale nasıl zorladıkları, İnsan Hakları Beyannamesi'ne bile girmiştir. Eğer bir idare, insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ayaklanma olur! Behemehal ihtilal olur... Beni dinleyin. (Soldan gürültüler.) Biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız. Bulunamayız! Böyle bir ihtilal bi­ zim dışımızda, bizimle münasebeti bulunmayanlar tarafından yapıla­ caktır. Demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimine gir­

mek, tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kur­ taramam!

"Soldan gülüşmeler" diye devam eden Meclis tutanaklarında, İsmet Paşa'nın salonu terk etmesiyle birlikte iktidar partisinden Osman Kavrakoğlu'nun sözleri yer alıyordu:

22

- Gidiniz, ebediyen gidiniz! Büyük Allah size bu kürsüye çık­ mayı bir daha nasip etmesin! . . Paşa paşa . . . Asıl biz seni mukadder akıbetinden kurtaramayacağız! . . Ben, o zaman İsmet Paşa'nın parti organı Ulus gazetesinde mu­ habirdim. Polis, önce, biz gazetecileri Meclis'ten atmıştı. . . Sonra­ ki oturumlarda da Halk Partili parlamenterleri. Paşanın konuşmasını, yayın yasağına rağmen basınca, gazete­ miz kapatıldı. İşsiz kaldık. Artık meskenimiz, Burunsuz Tevfik'in­ ki gibi, Gazeteciler Cemiyeti Lokali'ydi. Bulvara bakan pencere­ lerin ardından Başbakan Adnan Menderes'in "köşe kapmaca is­ yanları" diye nitelediği ihtilal provalarını izliyorduk. Menderes 1 mayıs günü radyodan bir konuşma yapmıştı. Bul­ vardaki gösterileri şöyle değerlendiriyordu: - Bu bir ihtilal mi? İhtilali kim yapıyor? Üç dört gündür köşe kapmaca oynar gibi, sokaktan sokağa dağılan, meydandan mey­ dana kaçışan, dağılıp sonra tekrar toplanan, sanki bir gerilla teş­ kilatı ve bu gerilla iskeletinin etrafında bir miktar avare insan. . . B u m u ihtilal? O "köşe kapmaca" gibi "dağılıp, sonra toplanan"ların gösterile­ rini izleyen 2 1 mayıstaki subaylar gösterisi, ihtilalin son haberci­ siydi, ihtilalin kendisi de altı gün sonra geldi. Burunsuz Tevfik'in bumu doğru koku almıştı. İhtilali kim yapmıştı? İlk zamanlar bilmiyorduk. Sonra komite üyelerini tanımaya başladık. İçlerinden en genç olanının bir sözü­ ne takılmıştık. . . - Yakında T ürk atlarının nal seslerini Viyana sokaklarında işi­ teceksiniz, demişti de, Akis dergisi muhabirlerinden, at yarışı hastası Atilla Bartınlı sormuştu: - Hayrola yüzbaşım, konkurhipiklere mi katılıyoruz? Yüzbaşı bozulmuştu. Ama yıllar sonra idealini başka bir şekil­ de gerçekleştirecekti. Ticarete atılıp bir TIR filosunun sahibi ola­ cak, Viyana kapılarında, Türk atlarının nal sesleriyle olmasa da, T ürk TIR'larının egzoz sesleriyle göğsümüzü kabartacaktı. "Babıali' den geçeceğiz" sözünü de bu ilk tanışma toplantıların­ da işitmiştik. Koşa koşa gittiğimiz Cemiyet Lokali'nde, Burunsuz Tevfık'e sormuştuk: "Babıfili'den geçeceğiz" diyorlar, sizin dönemdeki ihtilallerde de geçerler miydi?

23

Rakısından bir yudum aldıktan sonra, kahkahayı basmıştı: - Ohooooo, Babıfili'den geçmeyen ihtilal mi olurmuş? Ve baş­ lamıştı anlatmaya: - Bir gün Yenibahçeli Kemal'le Meclis-i Mebusan'dan çıkıp da Meserret'e doğru giderken. . .

Birinci bölüm Enver Bey'in Babıfili' den geçişi

23 ocak 1913. Saat: 13.00. Meserret Oteli Kahvesi: Yenibahçeli Kemal'in marsı kesmesi için en azından bir dübeş gerekliydi. Zarları iki dudağının arasına götürüp öper gibi yaptı ve sallamadan attı. Seyek geldi. Karşısında oturan Meclis-i Mebusan muhabiri Burunsuz Tevfik

o sırada Babıfili avlusundaki uşak taburunu ı gözlüyordu. Kemal,

elindeki iki kırığı çaktırmadan beş kapısına koydu. Burunsuz

Tevfik gümüş kalanalı bastonunu kavradı, başını çevirmeden ikaz etti: - Doğru oyna, seyek geldi. - Dübeş, diye direndi Yenibahçeli Kemal. Bir eliyle belindeki tabancasını yokladı. Sonra bir sır verircesine Tevfik'in kulağına fısıldadı: - Hem sana bir şey söyleyeyim mi? A:z sonra darbe olacak.. . En­

ver ile Talat, Babıfili'yi basıp Sadrazam

Kfunil Paşa'yı devirecekler.

Burunsuz Tevfik, çevreye göz gezdirdi. Sigara dumanının bu­

lutları altındaki Meserret Kahvesi'nde İttihatçı sayısı, Dahiliye Nazın Reşid'in hafiye sayısından daha azdı. Karşıda, Babıfili avlusundaki uşak taburunun erleri, silah çat­

mış, birbirleriyle gevezelik ediyorlardı.

O akşam yazacağı haberin giriş cümlesini düşünmeye başladı:

"Bir ihtilal daha var.. .

"

Meserret Kahvesi'nden bir sigara içimi uzaklıktaki İttihat Te­ rakki Menzil Genel Müfettişliği'nde, Cemal Bey'in odası. İttihat Terakki'nin üç ası Talat, Cemal ve Enver dışında, Halil, Mümtaz, Hilmi, bir de Sapancalı Hakkı, son hazırlıkları gözden 1. Hükümet binası Babıali'yi koruyan muhafız birliğine verilen ad.

26

geçiriyorlardı. Kara Kemal postaneyi işgal edecek, eski postacı Talat'ın yerleştirdiği İttihatçıların yardımıyla Babıfili'nin telefon hatlarını kesecekti. İllere gönderilecek olan ortak telgraf metni­ nin bir kopyası cebindeydi. Şu cümleyle başlıyordu telgraflar: Milletin kutsal haklarına tecavüz eden Kamil Paşa kabinesine kar­

şı galeyana gelen ahalinin Babıfili önünde gösteriler yapması ve mil­ letin arzusu üzerine istifa eden sadrazam...

Oysa olup biten ya da olup biteceklerden, ne milletin haberi vardı, ne da Babıfili yöresindeki "ahali"nin.

Gazeteci Burunsuz Tevfik bile Meserret Kahvesi'nde sahte bir

dübeş zarı nedeniyle tüyo almıştı. Yarım kalan tavla partisinden

sonra da otelin lokanta kısmına geçmiş, garsona bir bonfile ıs­ marlamıştı: - Kansız olsun! O sırada Menzil Müfettişliği'nde, menzilinden sapan "Meşruti­ yet'i koruma ve kollama harekatı"nın rötuşlarını gözden geçiren Enver ve Talat beyler, bir düzine uygulayıcıya son buyruklarını veriyorlardı: - Dikkat edin, zorunluluk duymadan silah kullanmayın, hare­ kat kansız olacak. Enver Bey'in bu sözleri avludan gelen bir at kişnemesiyle ke­ sildi. "Fedailer hizbi"nin en delidolusu Yakub Cemil, Enver Bey'in bineceği kır atı getirmişti. Türk siyasal tarihinde özellikle iktidar ilişkileri açısından önemli bir yeri olan "kır at"ın kişnemesi, ihtilalin başarısı açısın­ dan uğura yoruldu. Talat Bey saatine baktı. Alafranga 14'ü gösteriyordu. - Ben, dedi, Sapancalı Hakkı'yla bir soluk, kahvelere göz ata­ yım bakalım bizimkiler ne filemde? Talat ve Sapancalı Hakkı, kahveleri taramaya başladılar. Babı­ fili önünde fazla bir hareket yoktu. "Bizimkiler"den, yani İttihat Terakki teşkilatından ortalarda pek kimse de görünmüyordu. Sir­ keci'ye kadar indiler. Kahve köşelerine sinmiş birkaç İttihatçı'yla uzaktan göz göze geldiler. Talat Bey: "Na'ber?" anlamında bir kaş göz işareti attı. Hiçbir tepki alama­ dı. Hakkı'nın kulağına eğildi: - Hafiyeler çakmasın diye ihtiyatlı davranıyorlar, dedi... Oysa Hakkı Bey, durumun hiç de iyi olmadığını fark etmişti.

27

Ama gene de Talat'ın örgütçülüğüne güveniyor, "herhalde bir bil­ diği var" diye düşünüyordu. Talat, "bir bildiği"ni fısıldadı: - Hakkı, bu böyle olmayacak, sen bir koşu Menzil Müfettişli­ ği'ne git, Enver'e "Her şey hazır, çık" de. Belki kır atın üstünde üniformalarıyla görününce sağdan soldan toplanırlar da kalaba­ lık olur. Ben de nutukçu Ömer Naci'yi bulayım, sesi gürdür, kala­ balığı coşturur. Hakkı, koşar adımlarla yokuşu tırmanmaya başladı. Menzil Müfettişliği'nin kapısından soluk soluğa girdi: - Tamam arkadaşlar, dedi, her şey hazırdır. Enver Bey, ok gibi yerinden fırladı. Üniformasına çeki.düzen verdi ve kimseye veda etmeden avluda bekleyen kır atın üzerine bindi.

Kır at da durumu fark etmiş olacak ki, Nuruosmaniye'den Ba­

bıfili yokuşuna doğru saparken mehter adımlarıyla yüıiimeye başladı. Enver Bey: - Ulan bu ne biçim beygir? diye söyleniyordu.

Süvarinin sağında Mümtaz, solunda Hilmi, kır atın adımlarına ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Sapancalı Hakkı ara sokaklara dalıp önden gitmiş, o sırada Babıfili'nin karşı kaldırımlarında bir kapı aralığına siper alan Talat Bey'in yanına varmıştı.

Örgüt ustası Talat Bey, oldukça tedirgindi. Genel merkezce ihti­

lale katılması kararlaştırılan altnuş fedaiden Yakub Cemil, Musta­ fa Necib ve Ömer Naci dışında hemen hiçbiri görünürlerde yoktu.

ihtilal, bu bir avuç adamla mı yapılacaktı? Kır atın üzerindeki süvari, neredeyse Babıfili'nin önüne vara­ cak, burada büyük bir kalabalık yerine sadece yarım düzine İtti­ hatçı görünce kim bilir ne düşünecekti? İşte kır at ve Enver görünmüştü bile. Bir Enver, iki yaver, bir de kır attan oluşan ihtilalin vurucu gücü, Nafıa Nezareti'nin önüne geldi. Kaldırımlar boştu. Nafıa Nezareti memurları pencerelerden yarı bellerine kadar sarkmış­ lar, Enver'in Babıfili'ye yürüyüşünü izliyorlardı. Memur oldukla­ rı

için siyasi faaliyetten sayılmasın diye herhangi bir gösteride

bulunmuyorlardı. Onların yerine nezaretin dış merdiven basamaklarından tok bir ses yükseldi: - Yaşasın millet, yaşasın İttihat Terakki, yaşasın Enver... Enver, bu tek sesli koronun sahibini tanıdı: nutukçu Ömer Naci. Gelgelelim o da bugün pek formunda görünmüyordu. Galiba nezle olmuştu.

28

"Yruşasın millet, yruşasın İttihat Terakki" cümleleri, Enver'in al­ tındaki kır atın nal ve tıksınk seslerine karıştı. O sırada Enver, sağ yanında yürüyen yaver Mümtaz'a doğru

eğilerek: - İttihat Terakki'yi anladık da, millet nerede? diye sordu. Mümtaz içinden mırıldandı: - Herhalde kendi derdinde. Sessizliği bir gazete satıcısının cırtlak sesi bozdu:

- Yazıyooor, Düyun-ı Umumiye'nin ruşar ve tarım vergisini artır­

dığını yazıyor...

Enver, "Bu hergele yann bruşka türlü bağıracak" diye düşündü.

O sırada hırdavatçı Artin Efendi'nin vitrin camında, kır at üzerin­

deki kendi siluetini gördü.

Napolyon'un Waterloo Savruşı'ndaki tablosunu andırıyordu. Aklına, az önce Menzil Müfettişliği'ndeki odasında toplandıkla­ rında söylediği, Cemal Bey'in eski bir yakıştırması geldi: - Enver, artık sen Napolyon oldun, demişti Cemal Bey... Ne za­ man söylemişti bu sözleri? Hürriyet, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince Enver dağdan inip Selanik istasyonuna ayak bastığında. Gerçi o zaman, şimdi Babıfili kaldınmlarından inerken olduğu gibi bir kır at üzerinde değil, faytondaydı ama, bugün gölgesi bile fark edilmeyen "aha­ li"den on binlercesi kendisine "Hürriyet kahramanı Enver" diye alkış tutuyordu. Kurmay okulundaki ilk tutuklanma günleri, Manastır'daki gizli örgütçülüğü, eniştesi Nazım Pruşa'ya suikast düzenledikten sonra Makedonya dağlarına çıkışı, Meşrutiyet'i kollayışı, dağdan inip Köprülü'de çektiği ilk Meşrutiyet nutku, "arkadruşlar" diye kükre­ dikten sonra nutkunun tutuluşu... Bütün bu sahneler, şimdi hırda­ vatçı Artin Efendi'nin vitrinindeki Napolyon silueti üzerinden ko­ puk kopuk geçiyordu. Sonra Binbruşı Cemal Bey'in kulağından çıkmayan o cümlesi: - Enver, sen artık Napolyon oldun. Enver, kadere inanırdı. Sağ elini, üniformasının içinden sol göğsüne doğru uzatarak: - Ne yapalım be Cemalciğim, diye yanıt vermişti, kaderde var­ sa, Napolyon da oluruz... Binbruşı Cemal Bey'in bu yakıştırmasını ömrünün son yıllanna kadar benimseyecekti. Ancak 1920 yılında Moskova'da nehir kı­ yısındaki misafirler konağının penceresinden 1 Mayıs gösterileri­ ni izlerken, bir Napolyon albümü üzerine şu satırları yazacaktı:

29

Beni d e Napolyon'a benzetmişlerdi, kabul etmem. Çünkü ben ikin­ ci adam olamam.

Selanik istasyonundaki el hareketini şimdi Babıfili'ye kır atın üzerinde yaklaşırken bir kez daha tekrarladı. Sağ eliyle sol göğ­ sündeki çarığını yokladı. Yerindeydi. İçinde para olmasa bile son derece önemli bir vesika taşıyordu.

Az sonra Sadrazam Kamil Paşa'ya imzalatacağı istifa mektubu sureti: Cihet-i askeriyenin gördüğü lüzum üzerine, hizmet-i sadaretten af­ fımı istirham eylerim. Emr ü ferman hazret-i padişahımmdır. 10 kanu­ nusani 13 28. Sadrazam Kamil...

Enver Bey, bu "cihet-i askeriye" sözcüğünün başına bir de "ahali" sözcüğü eklemek lazım, diye düşünüyordu ama, şu kör olası "ahali" neredeydi? Hep böyle yapardı bu halk İhtilal oldu mu, yerin dibine girerdi. Birkaç yüz metre ötede Babıali önünde bir miktar meraklı­ nın toplandığını gördü. Az önce Nafıa Nezareti basamakların­ daki cazgırlığı sonuç vermeyen nutukçu Ömer Naci, kahveleri dolanarak bir miktar "ahali" toplamış, nezleli sesiyle bir şeyler söylüyordu: - Vatandaşlar, kardaşlarım. Hükümet Edime'yi düşmana veri­ yor. Serhat şehri Edime elden gidiyor. Bunu asla kabul etmeyiiiz. Bir eliyle de Babıfili'yi gösteriyordu: "Burada şu anda, notalar imzalanıyor. Serhat şehri elden gidiyor. İttihat Terakki buna asla müsaade etmeyecektir. Yaşasın millet, yaşasın İttihat Terakki." Millet civar kahvelerden boşalmaya başladı.

Manzarayı gören Enver Bey, ahmak ıslatan yemiş kaygan parke­

lerde tekleyen beygirini daha da yavaşlattı. Kalabalığın çoğalması

için zaman kazarunak istiyordu. Bir ara, "Acaba Nuruosmaniye'ye kadar geri dönüp yeniden yürüyüşe geçsem mi?" diye düşündü.

Ama kışladan çıkan Enver için geri dönmek yakışık almazdı. Ölmek var, dönmek yoktu. Üstelik tam o sırada Ömer Naci, ses tonunu daha da yükseltmiş, bağıra bağıra onu gösteriyordu: - İşte geliyoırr, Enver'in kır atı, işte hürriyet mücahidi Enver Bey Babıfili'ye yürüyor. İşte, kapının önünde arkadaşlarımız, yüz­ lerce sivil ve subay, ordu-millet el ele, bellerinde tabanca, içeri girmeye hazırlanıyom... Onlarla birlik olunuz, bu acizler idaresi­ ne son veriniz...

30

Ömer Naci bu kez göğsünü açmış, avludaki uşak taburuna doğ­ ru nutuk atmaya başlamıştı: - Evlatlar, elinizdeki silahlan millet size kullanmak için ver­ miştir. Düşman Çatalca'dadır. Biz, milli şerefi, milli namusu, vata­ nı korumak için buradayız. Siz başka türlü konuşuyorsanız, işte sinem açıktır. Ateş ediniz. Babıfili Muhafız Bölüğü durumundaki "uşak taburu"nun erlerine o sırada çay dağıtılıyordu. Talat Bey, Ömer Naci'nin eteğini çekti: - Karıştırma, dedi, onların subayları tembihli.

Subaylar ayarlanmıştı. Hatta o sırada içerde kabine toplantısında

bulunan Harbiye Nazın Nazım Paşa da ayarlanmıştı. Ama bunu ih­ tilalciler arasında Talat ile Enver Bey'den başkası pek bilmiyordu. Talat Paşa'nın yanındakiler Ömer Naci'yi zorbela bir faytona attılar. Faytoncuya "Çeeek" dediler. - İttihat Terakki'ye götüreceksin beyi! Ömer Naci, nutkunu faytonda da sürdürdü. Bu arada nezaretin önünde kahvelerden toplanan tek tük kişiler­

le meraklı çocuklardan küçük bir topluluk oluşmaya başlamıştı.

Aralarında bir iki de bayrak görünüyordu ... Kır at menzile var­ nuştı. İttihat Terakki'nin beyni Talat Bey ile yüreği Enver Bey bu sı­

rada burun buruna geldiler. Atından inen Enver Bey burnundan soluyordu:

- Hani her şey tamamdı, nerede bizim altmış fedai? Talat Bey, çevresindekileri sayar gibi yaptı:

- Biraz daha beklersek belki kalabalık artar. Enver Bey:

- Olmaz, dedi, seçim mitingi mi yapıyoruz? Başlanan iş, yarım

bıralalmaz.

Sağına baktı, Doktor Abidin'i gördü: - Abidin, sen parmaklıklı dış kapıyı tut, teşkilattan olmayan kimseyi içeri sokma. Yakub Cemil, Mümtaz, Mustafa, Hilmi, Sa­ pancalı, sizler de beni izleyin. İhtilale giden mermer merdivenin basamaklarından atlayarak hükümet kapısından içeri girdi. Ardından Talat ve Katib-i Umumi Midhat Şükrü beyler hole daldılar. Enver Bey Yakub Cemil ile Sapancalı Hakkı'ya döndü: - Siz ikiniz, Sadaret odası ile Vükela Meclisi salonunun bulun­ duğu kısmın kapısını muhafaza altına alın, bizim içeri girmemizi sağlayın.

31

Sonra Yakub Cemil'i uyarma gereğini duydu: - Bana bak Yakub, kendine hakim ol, ihtilal kansız olacak an­ ladın mı? Sok o silahı beline.

Enver Bey'in kuşkusu Enver'in bir bildiği vardı. İttihat Terakki'nin bu lafa-söze gelmez en haşarı fedaisinin geçmişi, geleceği gibi maceralarla doluydu. Makedonya dağlarında Enver'in fedailiğine soyunan Yakub Cemil, daha çocuk yaşta sinirli, hırçın bir yapıya sahipti. Doğduğu Yeni­ bahçe Mahallesi'nde, "casustur" diye kara kedi bırakmadığı söyle­ nirdi. Bingazi cephesinde Bandırmalı Şülaii diye bilinen zenci bir teğmeni, durup dururken beynine bir kurşun sıkarak öldürmesi,

"Lan Yakub niye yaptın?" diye soruldukça, "Tipini beğenmedim,

casus olabilir" yanıtını vermesi, askerlik sicilindeki ne ilk, ne de son olaydı. Ardahan cephesinden Bağdat'a, Adana'dan Bingazi'ye kadar bin çeşit öyküsü vardı. Hürriyet'in ilanından sonra o da bir­ çok subay gibi emekliye ayrılıp, Anadolu'da devleti denetleyen parti murahhaslıklarından birine atanmış, fakat kendi deyişiyle "harp ve darp olmayan yerlerde, müzmin kaşıntısı başlayınca" sü­

rekli olay çıkarmıştı. Örneğin Hasankale civarında bir köyde kır­ kından sonra asker olan bir jandarmanın düşman hesabına çalış­

tığından kuşkulanmı ş, jandarmayla birlikte, köy halkından on altı

kişiyi kurşuna dizmişti. Tabü sorgusuz sualsiz...

Komutanlarına "illallah" dedirten Yakub Cemil, Enver Bey'e

göre, saf, temiz yürekli, haksızlığa tahanunül edemeyen, dürüst

bir arkadaştı. İttihat Terakki grubunun işsiz güçsüz fedaileri ara­

sında en önde gelen isimlerdendi. Yakub Cemil, Enver Bey'in bir sözünü iki etmezdi. Nitekim: - Sok o silahı beline Yakub, dediğinde hemen uymuştu... - Baş üstüne komutanım. Yakub Cemil, Sapancalı Hakkı'yla birlikte kabine üyelerinin toplandığı Vükela salonuna giden kapıyı tutmakla görevlendiril­ diği sırada içeride neler oluyordu? Sadrazam Kamil Paşa'ya, saraydan, Çatalca'daki birliklerin du­ rumuna ilişkin bir evrak getiren Saray Katibi Ali Fuad Bey, şöyle anlatıyor: Sadrazam telgrafnarneyi okurken dışardan gürültüler işitiliyordu. Başımı pencereye çevirince, önlerinde irili ufaklı çocuklar olduğu

32

halde, sarıklı, sarıksız birtalam adamların tekbir alarak Babıfili'ye gel­ mekte olduklarını gördüm. Sadrazama: - Bugün bir miting mi var? Ellerinde bayraklarla bazı adamlar Babıfili'ye doğru geliyor, dedim. Sadrazam, gözlüklerinin üzerinden yüzüme bakarak: - Yook öyle bir şey, dedi ve evrakı okumaya devam etti. Başımı çevirip baktığımda: - İçeri girmek üzere parmaklıklara tırmanıyorlar, deyince: - Aşağıya haber veriniz de, kapılan kapatsınlar, dedi. Düşündüm ki, bunların erbab-ı kıyam olduklarında şüphe yok. Sad­ razanun odasına hücum edecekleri de muhakkak. Şu halde dunnak, nefsimce büyük tehlikeyi mucip. Kapıcılara haber vermek bahanesiyle oradan çıktım, aradaki odada kapı ağalarıyla hademelerin ağlaştıkları­ nı

gördüm. Dışarıdaki büyük sofada şangır şungur camlar kırılıyor, si­

lahlar atılıyordu. Deniz ta.rafındaki elçi odasına gittim. Orada Maliye Nazın Abdurrahman Efendi, Telgraf ve Posta. Nazın Mosoros Kikis Bey

ile Deustche Bank Direktörleri ve Alman Sefareti Baş Tercümanı, kre­

di avansı müzakereleriyle meşgul oluyorlardı. Mosoros Kikis Bey:

- Ah, madam, şimdi Paris'te bu vakayı duyarlarsa benim için kim

bilir ne kadar telaş eder, diyordu. Bir köşeye sıkışarak hfil-i intizar eyledim. 2

Saray Katibi Ali Fuad Bey, "hfil-i intizar" ededursun biz çıkalım dışarıya. Önde Yakub Cemil ve Sapancalı Hakkı, üç adım gerisinde de Enver Bey ve diğerleri, normal birer ziyaretçi gibi Sadaret odası­ nın büyük salonuna açılan kapıya doğru yürüyorlardı. Sapancalı Hakkı, subaylık zamanından kalma alışkanlıkla, kapıyı tutan ya­ lınkıhç nöbetçilere komut verdi:

- Yolu aç, geriye çekil, selaaam dur!

Nöbetçiler, üniformalı Enver Bey'in önündekileri de sivil giyin­

miş subay sandılar ve selam durarak yol verdiler.

O sırada Sadaret Yaveri Nafiz Bey, iş için gelen bir ziyaretçisiy­ le çay içiyordu. Yaver, Halaskar Zabitan Grubu'ndan olan ve İtti­ hatçıları sevmeyen bir Arnavut subayı idi. Aralık kapıdan Enver Bey ile takımını görünce bir gariplik olduğunu anladı. Çekmece­ den tabancasını alarak dışarı fırladı. İki silah sesi duyuldu; Şey­ hülislam Cemaleddin Efendi'nin koruması, silahını çekmiş, fakat 2. Ali Fuat Türkgeldi, Görüp işittiklerim, Türk Tarih Kurumu, 3. baskı, Ankara, 1 984, s. 78.

33

ateşleyemeden vurulmuştu. Nafiz Bey, tetiğe bastı, karşıdan ge­ len yanıtla yere yıkıldı. Bu kez Harbiye Nazın Nazım Paşa'nın ya­ veri silahına davrandı. Bir kurşunla o da devrildi. İhtilalcilerden Mustafa Necib rahatsız olduğu için hızlı yüıiiye­ miyordu. Yaver odasına girip bir koltukta biraz nefes almak iste­ di. Yerde yatan yaralı Arnavut Nafiz son nefesini vermeden sila­ hını ateşledi. Mustafa Necib de vuruldu.

Bu "vurdu, vuruldu" sahnesinin ardından Enver, Yakub Cemil,

Mümtaz, Sapancalı Hakkı, Midhat Şükıii ve Hilmi beyler, cesetle­ rin üzerinden atlayarak Vükela Meclisi'nin kapısına dayandılar. Birden kapı açıldı, içerden Harbiye Nazın Nazım Paşa çıktı. El­ leri cebindeydi. Karşısında Enver Bey'i göıünce önce şaşırdı: - Hani cwnartesi gelecektiniz? diye çıkıştı. Enver Bey de şaşırmış ve göğsü kalabalık amiri karşısında esas duruşa geçmişti. Nazım Paşa kendini topladı. Sofadaki yuvarlak masaya doğru bir iki adım atarak: - Münasebetsiz herifler, pezevenkler, beni aldattınız, diye gür­ ledi. Enver Bey, ses tonunu yumuşatarak kibarca: - Paşam siz... demeye kalmadı, bir silah patladı. Nazım Paşa yere yıkıldı. Yanı başında duran Yakub Cemil, namlusundan tüten dwnanı üflüyordu. Enver Bey, mosmor oldu. İçinden ona kadar sayıp patlayıverdi: - Ne halt ettin, lan Yakub? Yakub Cemil, silahın namlusuna süıiilü ikinci kurşunu da Na­ zım Paşa'nın yerde yatan iri cüssesi üzerine boşalttıktan sonra yanıt verdi: - Haddini bildirdim. - Hıyarrr, diye bağırdı Enver Bey, ne yaptığının farkında mısın? Yakub Cemil, Harbiye Nazın Nazım Paşa'nın son anda İttihat­ çılara yanaştığından habersizdi! Nereden bilsindi, Babıali Muhafız Bölüğü'nün ayarlanmasın­ da Enver'le daha önceden anlaşan Nazım Paşa'nın da payı ol­ duğunu? Enver Bey burnundan soluyordu. İşte korktuğu başına gelmiş, Yakub gene bir çuval incirin içine etmişti. Ama olan olmuş, ölen ölmüştü ... Kalan sağlar Enver'indi. Arka­ daşlannın moralini bozmamak için: - Ne yapalım arkadaşlar, dedi. Bu bir ihtilaldir. Vazifeye devam edeceğiz.

34

Yakub'a, " O silahı bir daha ateşlersen anandan emdiğin sütü yayık yaparım" dercesine sert bir bakış attı. Korkudan köşeye sinmiş olan odacılardan Aluned Ağa'ya sordu: - Sadrazam nerede? Odacı, eliyle Sadaret odasını gösterdi. Enver kuşkulandı: - Vükela Meclisi'nde değil mi? Odacı kekeleyerek yanıt verdi: - Vükela Meclisi'nin sobaları kömür tasarrufu nedeniyle yan­ mıyor, o yüzden makamda toplandılar.

Nazım Paşa'nın durumu Enver Bey ve beraberindekiler kapıdan dalmadan önce, bir pa­ rantez açalım: Nazım Paşa'nın dışarı çıkışıyla birlikte silah seslerini işitenler, olup bitenin farkına varmışlardı. Özellikle Dahiliye Nazın Reşid Bey, kendisine geçen hafta yapılan "Babıfili Baskını" ihbarının, sadece gün ve saat farkıyla gerçek olduğunu anlamıştı. Nitekim Şehremini ve İstanbul Vali Vekili Operatör Cemil Bey'in ihbarını değerlendiren dahiliye nazırı, derhal Polis Müdürü Cafer llhami Bey'i makamına çağırtmış ve: - İstanbul Muhafızı Memduh Paşa'ya git, Babıali'ye bir bölük güvenilir asker göndersin, ancak İttihatçıları suçüstü yakalamak için tertiplerden haberimiz olduğu anlaşılmasın, demişti. Cafer lihami, polis müdürlüğüne bir ay önce atanan, mesleğin inceliklerine yabancı bir kişiydi. Bu göreve savcı yardımcılığın­ dan gelmişti. Dahiliye nazırının buyruğu üzerine Memduh Paşa'ya gitmiş: - Nazmının selamı var, Babıali'ye bir bölük güvenilir muhafız istiyor, ama hep birlikte değil, teker teker gelmelerinde fayda var, dikkat çekilsin istemiyor, demişti. Komutan da: - Dahiliye nazırına selam söyle, istediği kadar asker gönderi­ rim, ama askerin nasıl sevk edileceğini ben bilirim, yanıtını ver­ mişti. Ertesi gün de bir bölük askeri "rap, rap, rap" Babı:lli'ye göndermişti. Nazır Reşid Bey, bu tedbirsizliğe pek bozulmuştu. Hatta Sadra­ zam Kamil Paşa'ya çıkıp: - Bu Harbiye Nazın Nazım Paşa'dan kuşkulanıyorum. İttihatçı­ larla pek içlidışlı, onun yüzünden sıkıyönetime söz geçiremiyo­ ruz, diye şikayette bulunmuştu.

35

Gerçekten d e Babıfili'ye bir bölük askerin adeta tören kıtası gi­ bi sevk edilişi, ihtilalci İttihatçılar tarafından duyulunca, baskının hükümetçe haber alındığı anlaşılmıştı. Bu kuvveti derhal etkisiz kılmak gerekiyordu. Nasıl? Harbiye Nazın Nazım Paşa'yı kazanarak.Nazım Paşa da aslında Enver, Talat ve Cemal üçlüsüyle arayı bulmaktan yanay­ dı. Bu üçlü bir darbe yaparsa, kendisinin Divan-ı Harp'e verilece­ ği söylentileri kulağına kadar gelmişti. Bu nedenle Hurşid Paşa'nın kolordusunda görevli olan Enver Bey'le dirsek temasına geçmişti. Enver Bey de bundan yararlanarak, baskından iki gün önce Babıfili'deki bölüğü eğitime çıkartıp yerine subayları ayarlanmış bir uşak taburu gönderilmesini sağlamıştı. İşte Yakub Cemil tara­ fından, yanlışlıkla "haddi bildirilen" Harbiye Nazın Nazım Paşa,

gerçekte İttihatçılarla birlikti . 3

Şimdi parantezi kapatıp içerdeki duruma göz atalım: Tabii. Ba­

bıfili baskını V ükela kapısına dayandığı sırada dahiliye nazın bü­ tün bunlardan habersizdi. Nazım Paşa'nın dışarı çıkar çıkmaz vurulması karşısında harbiye nazırı hakkındaki eski kuşkularının yersiz olduğunu sanmıştı. Evkaf Nazın Ziya Paşa: - Nazım Paşa'yı vurdular, sıra bizde, buradan çıkalım, diye sa­ ğa sola koşuyor, Reşid Paşa da ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu: - Buradan gitmenin bir faydası yok. Oturalım, kaderimiz ne ise onu görelim, esasen şimdi asker gelir, bunları defeder. Yerinden kalktı ve avluya bakan pencere camını kaldırarak: - İşte, dedi. uşak taburu şimdiii . . . Ziya Paşa merakla sordu: - Ne yapıyor, geliyor mu? Dahiliye nazırının sesi hmltıyla karışık mırıltı halindeydi: - Şimdiiii, çayını tazeliyor.

Kamil Paşa namlu zoruyla istifa ediyor Sadaret kapısı bir tekme darbesiyle açıldı. İçeri uşak taburu komutanı yerine üniformalı Enver Bey girdi. Bir köşede Saray Başkatibi Ali Fuad Bey'le birlikte "hfil-i intizar]. Bu konu, tari hçiler arasında çok tartışılmış olmasına rağmen, Talat Paşa'nın çok son­ raları, Berlin'den yazdığı bir mektupta da şu satırlar yer almaktadır: "Biz Nazım Paşa'ya değil. Nazım Paşa bize temayül etmişti."

36

da" (bekleme durumda) olan Sadrazam Kamil Paşa'ya yöneldi. Posta Nazın Mosoros Kikis, hfila Paris'teki "madam"ını düşü­ nüyordu: - Telgraf da çekemem artık, zavallı madamacığıma. İhtiyar sadrazam, karşısında üniformalı Enver Bey'i görünce işin ciddiyetini anlamıştı. Enver Bey, Kamil Paşa'ya saygılı bir selam verdi. Ardından da beş sözcüklü "sözlü muhtıra"yı bilgilerine sundu: - Millet sizi istemiyor, istifanamenizi yazınız. Kamil Paşa, Enver Bey'e yer gösterdi: - Buyrun oturun, yazayım. Enver Bey ve kader arkadaşları ayakta durmayı yeğlediler. Haydarpaşa vapuruna yetişmek gibi bir sorunları olmasa bile aceleleri vardı. Kamil Paşa, önündeki kağıtlıktan bir kağıt aldı, divitini mürek­ kep hokkasına batırdı. Ne yazacağını düşünmeye başladı. Herhalde "Muhtırayı, Anayasa ve hukuk devletiyle bağdaştıra­ madığım için istifa ediyorum" diyemezdi. . . İlk cümleyi tamamla­ dı: "Huzur-ı Şevketmeab-ı Cenab-ı Hilafetpenahi'ye. " Padişaha gi­ den önemli yazışmalar böyle başlardı. "Cihet-i askeriyenin isteği üzerine, hizmet-i sadaretten affımı istirham eylerim. " Diviti hokkaya yeniden batırdı. "Emr ü ferman hazret-i padişahımındır. 10 kanunusani 1328. Sadrazam Kamil. " Sıra imzaya gelince mürekkep kurudu. - Ne biçim sadaret, kömür yok, mürekkep yok, diye mırıldana­ rak katibine seslendi: - Oğlum şu mürekkebi tazele. Dışardaki avluda silah çatmış bekleyen uşak taburu komutanı­ nın sesi duyuldu: - Postaaa, çayları tazele. Enver Bey, sol göğüs cebinden çıkardığı "istifaname sureti" ile sadrazamın yazdığı metni karşılaştırdı. "Cihet-i askeriye" sözcüklerinin başına "ve milletin" sözcüğü­ nün yazılmasını istedi. Sadrazam onu da yazdı. Enver Bey, acaba "ve milletin bağrından çıkan" sıfatını da ek­ lesemiydik diye düşündü. Ama zaman yoktu. Üstelik mürekkep kıtlığı da vardı. Kağıdı kaptığı gibi salondan çıktı.

37

İhtilalin örgütsel beyni Talat Bey'i bir kenara çekti. Bir süre fis­ koslruştıktan sonra çevresindekilere görevlerini dağıttı: - Ben şimdi Saray'a gidiyorum, Sapancalı Hakkı, sen burada Talat Bey'le vaziyete hakim ol. Azmi, sen de Laz Sudi ile Nail'i alıp polis müdürlüğünü deruhte et . . . Bir köşede tabancasını okşayan Yakub Cemil'i gördü. - Sok onu beline ve benimle birlikte gel, burada kalırsan ne halt edeceğin belli olmaz, dedi. Süratle dışarı fırladı. Fakat o ne? Babıfili'nin önü ana baba günüydü. Acaba gazeteler, haberi meyhane baskılarına mı yetiştinnişlerdi? Bir ucu Cağaloğlu'na, öbür ucu Sirkeci'ye uzanan meraklı kalabalığı görünce Makedon­ ya dağlarından Selanik istasyonuna indiği gün gözünün önüne geldi. O zaman nutku tutulmuştu. Şimdi atmak istedi. Fakat bu kalabalık Selanik'teki gibi, "Yruşasın hürriyet kahra­ manı Enver" diye coşkulu bir şekilde tempo tutmaktan çok, me­ raklıların oluşturduğu garip bir kalabalıktı. Babıfili duvarları ardında olup bitenleri öğrenmek isteyenlerin arasından ihtiyar bir kadın soruyordu: - Evladım, ne oluyor burada, kupon mu dağıtılıyor? Enver Bey irkildi: - Ne kuponu teyze? - Ne kuponu olacak, kömür kuponu, kaç gündür sobamız tütmüyor. Enver Bey bir truşa çıktı ve kısa bir nutuk çekti: - Bundan sonra, sobanız da tütecek, ocağınız da, Sadrazam

Ka­

mil Pruşa istifa etti. Milletin haklarını savunacak bir kabine kuru­ lacaktır. Milletin bağrından çıkan bizlere güveniniiiz. Olayı uzaktan izleyen İstanbul Şehremini Operatör Doktor Cemil, alçak sesle mırıldandı: - Bağrından mı? Yanlış doğum! Enver Bey sözlerini bağladı: - Şimdi zat-ı şahaneye (padişaha) bilgi vermek üzere, Saray'a gidiyorum. Hareket etmekte olan bir arabaya seslendi: - Dolmabahçe iki . . . Şoför, frene bastı. Araba Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin makam arabasıydı. Yakub Cemil'i kolundan çekerek arka koltuk­ lara kaykıldı. - Saray'a çek, dedi. - Hangi saraya? Ayvansaray'a mı, yoksa Galatasaray'a mı?

38

Yakub Cemil, tabancasının şarjöıiinü şakırdattı, boş kovanları arabanın küllüğüne boşalttı. Araba Sirkeci'deki insan trafiğini güçlükle yannaya çalışıyor, şoför, sol kolunu kaportaya vurarak sürekli klakson çalıyordu. Kavşakta, nutukçu Ömer Naci bir varilin üzerine çıkmış, Meta dışarıya fırlayan bademciklerini sağ elinin işaretpannağıyla içeri sokmaya çalışıyordu. Öteki elinin işaretpannağıyla da, kalabalığı yaran arabayı gös­ teriyordu: - işte hürriyet kahramanı Enver Paşaaa! . . Enver Bey, daha paşa olmamıştı ama, ittihat Terakki'nin en ateşli cazgın Ömer Naci, geleceği gören bir politikacı olarak En­ ver Yarbay'ı hemen oracıkta paşalığa yükseltivermişti. Zaten o dönemlerde paşalık ıiitbesi neredeyse Dolmabahçe Sarayı'ndan Mahmutpaşa tezgahlarına kadar düşecekti. Orduda çavuşluktan tezkere bırakıp, "alaylı zabit" olmuş yedi bin kadar yüksek ıiitbe­ li subay vardı. Alaylı zabitler padişaha bağlılıkları ölçüsünde pa­ şalığa, hatta müşirliğe (mareşalliğe) kadar yükselebilirlerdi. Ör­ neğin, alaylılardan Beşiktaş Muhafızı Çankırılı Kel Hasan Paşa, adı üstünde paşaydı, ama okuması yazması bile yoktu. Bu arada bedelli bedelsiz, dört aylık, iki buçuk aylık ya da hiç asker olma­ dan "mektupla paşalık" olanağı da vardı. Sadece paşalık mı? Ör­ neğin Abdülhamid'in "tüfekçi" denilen, sivil fakat kamalı, taban­ calı Saray muhafızlarının komutanı Arnavut Tahir Paşa, kaldınm­ cılıktan gelmiş, mareşal ıiitbesine kadar yükselmişti. Eğer Enver Bey, Ömer Naci'nin Sirkeci nutkuyla değil, bileğinin hakkıyla hele bir paşa olsun, bu "paşasal enflasyon"a da mutlaka son verecekti. Galata Köprüsü'nü geçerken bunları düşünüyordu.

Poliste ihtilalciler, ilk geçici atamayı, ıiitbesi paşalık olmasa bile, İs­ tanbul emniyet müdürlüğü gibi önemli bir makama Azmi Bey'le yapmışlardı. Lazistan sabık mebusu Sudi Bey müdür yardımcılığına, Trab­ zonlu Nail Bey de ikinci müdür yardımcılığına getirilmişti. Üste­ lik tekli ve sözlü kararnameyle. Atama emrini Babıfili'de Enver Bey'den alan üçlü Karadeniz ekibi, doğruca Polis Müdürlüğü'ne gitti. Azmi Bey, yeni makamı­ na oturacak, Sudi Bey de polis merkezlerini dolaşarak karşıdev­ rime meydan vermemek için önlemler saptayacaktı.

39

Karadeniz ekibini emniyetin kapısında bir polis komiseri karşıladı. Daha doğrusu göğüsledi: - Kimsunuz, necisunuz, yukarı çıkamazsunuz. Azmi Bey, sert bir sesle: - Karşındaki, düpedüz polis müdürüdür. Kendune cel, diye çıkıştı. Komiser: - Deli misunuz? diye sorunca, Lazistan Sabık Mebusu Sudi Bey: - Bu devirde polis müdürü olmak için, deli olma şartu mu araysun? dedi ve inatçının suratına okkalı bir Trabzon şaplağı indirdi. Komiserin elindeki yalın kılıç bir yana, kendisi bir yana savruldu. - Haaa anladum, dedi, siz de Lazmişsunuz, haçan şunu evvel­ den söylesaydunuz ya! Fırtına ekibi horon teperek merdivenleri çıktı. Kamil Paşa hükümetinin polis müdürü Cafer İlhami Bey'in olup bitenlerden haberi yoktu. İçeri girenleri: - Bir arzunuz mu var? diye karşıladı. - Evet var, dedi, Azmi Bey, makamınızı rica edecektik! - Millet adına, diye üsteledi Azmi Bey, millet adına, Kamil Paşa hükümetini devirerek yönetime el koyan İttihat ve Terakki'nin emriyle şu andan itibaren polis müdürlüğüne tayin edildim. Der­ hal makamınızı bana terk ediniz, tören mören istemez. Cafer İlhami Bey, makam koltuğundan kalktı: - Tebrik ederim, dedi, buyrunuz. Sonra odacıya seslendi: - Oğlum, yeni müdürlerimize çay getir, demli olsun. Lazistan sabık mebusu Sudi Bey ekledi: - Cafer Bey'e de bez cetur. Yanlış bir anlama yer vermemek için düzeltti: - Haçan alnınız biraz terlamuş da. Sabık polis müdürü Cafer Bey, yeni müdür Azmi Bey'in palto­ suna doğru uzandı: - Müsaade buyrun, asayım.

Otomobilde - Kamil Paşa'yı asmayacak mıyız? diye sordu Yakub Cemil. Enver Bey sertçe geçiştirdi: - Adamın sehpaya gidecek hali mi var? Neredeyse bin yaşında. - Bari Dahiliye Nazın Reşid'i asalım, İttihatçılara kan kusturdu. İttihatçılar vatan hainidir diye, cümle vilayete tamim yayımladı.

40

Enver Bey tersledi: - İhtilal kansız olacak, demedim mi ben sana? Yakub Cemil tatmin olmadı: - İhtilal mi yapıyoruz, bonfile mi pişiriyoruz, anlayamadım git­ ti, diye homurdandı.

Araba Dolrnabahçe Sarayı'na varmıştı. Enver Bey saatine bak­

tı. Alafranga l 7'ye beş vardı.

"Sirkeci trafiğine rağmen mesai saatini kaçırmadık" diye sevindi.

Başmabeyinci Halid Hurşid Bey, Enver Bey'in huzura girmek üzere saraya geldiğini padişaha söyledi. Sultan Mehrned Reşad: - Buyursunlar! dedi. Enver Bey, salona, Prusya prensesinin yatak odasına girişinde olduğu gibi sert adımlarla girdi. (Enver Bey, Berlin'de 29 yaşında genç bir ataşerniliterken, Al­ man imparatorunun genç ve güzel yeğenlerinden biri bu yakışıklı Türk'e 3.şık olmuştu. Ali Fuad ve Aydoslu Said beylerin anılarına göre, Enver Bey bu ilgiye karşı soğuk davranıyordu. Genç prenses bir gece Enver'i konağına çağırmış ve üzerinde hafif bir gecelikle yatak odasında kabul etmişti. Davete birlikte gittiği Aydoslu Said Bey'in anlattığına göre, Enver Bey yatak odasına girer girmez mah­

muzlarını birbirine çarparak Prusya zabiti gibi selam vermiş ve: - Emirlerinizi bekliyorum prensesim, demişti. Sonucu Said Bey şöyle anlatır:

- İşte o zaman olan oldu. Prenses divandan fırladı. Yüzü şaş­ kınlıktan ziyade öfkeden mosmor kesilmişti. Karşısına ben çık­ mıştım. Haykırırcasına şöyle dedi: - Fakat Said, bu adanı bir kurşun asker!) Kurşun asker topuklarını birleştirip askerce selam verdikten sonra yaşlı padişah Sultan Reşad'ın elini öptü. - Efendimiz, dedi, milletimizin galeyanıyla yarını saat önce ba­ zı vatanseverler Babıfili'den geçtiler. Öksürerek düzeltti: - Yani Babıfili'ye girdiler efendim. Manzara-yı umumiye şöyley­ di efendim . . . Enver Babıali'deki son durumu anlatmaya çalıştı. Sesine hü­ zünlü bir ton vererek: - Harbiye Nazın Nazını Paşa'yı maalesef kaybettik, dedi. "Yenisini alacağımızdan eskisinin hükmü yoktur" gibisinden bir teselli cümlesi ekledi: - Bir kaza kurşunu!

41

Padişah üzgün görünmeye çalıştı: - Gazası mübarek olsun. - Amin efendim, daha sonra Sadrazam Kamil Paşa da çekilmek zorunda kaldı. Sultan Reşad, olayı daha önce duymuştu. Ama gene de hayret­ le karışık bir ses tonuyla sordu: - Yaaa, öyle mi evladım?

Sultan, son zamanlarda tahtının altından kayacağına ilişkin birtakım kuşkulara kapılmıştı. Fal üstüne fal baktırıyor, "Bu işte mutlaka Kamil Paşa'nın parmağı vardır" diye düşünüyordu. Har­ biye Nazın Nazım Paşa'nın da kendisine karşı bir darbe girişimi

içinde olduğuna ilişkin söylentiler geliyordu kulağına. Haberleri esvapçıbaşı Sabit Bey' den alıyordu. İşte bu nedenle, Enver Bey'in o sırada anlattıklarını yürekten onaylar gibi bir tavır takındı. Enver Bey istifayla ilgili gerekçeleri sıralıyordu: - Efendimiz, istifa eden vekiller vatanı mahvettiler. Sadaretiy­

le, vekfiletiyle, Heyet-i Vükela'sıyla memleketi uçurum un kenarı­

na sürükleyenlere karşı milletin bağrından çıkan İttihat Terak­ ki'nin mümtaz evlatları olarak, bu maceracı gidişe karşı "dur" de­ menin zamanı gelmişti. Ve geçmişti. Sultan Reşad sordu: - Peki, dış ilişkiler ne olacak? Enver güvence verdi: Almanlara ve Deutsche Bank'a bağlıydık. Sonra "millet" adına padişahtan isteklerini sıraladı: - Orduda ve memlekette sevilen Genelkurmay Başkanı Mah­ mud Şevket Paşa'nın sadarete, Talat Bey'in de dahiliye vekilliği­ ne tayin buyurulmasını millet adına istirham ediyorum. Kendisi için makam istemiyordu. Gerçi gönlünde yatan harbiye nazırlığı idi ama, o sonraki işti. Sultan Reşad: - Peki evladım, öyle olsun, dedi, Allah hayırlı etsin. - Amin! - Çok şükür Allahıma ki, o aciz adamlardan vatan da, millet de, ben de kurtulduk! Enver Bey, Sultan Reşad'ın ikiyüzlülüğünü biliyordu. Ancak yakında padişahın 14 yaşındaki yeğeniyle evlenip Saray'a içgü­ veysi gireceği için durumu idare ediyordu. Padişahın elini öperek salondan ayrılacağı sırada Sultan Reşad sordu:

42

- Peki, Mahmud Şevket Paşa'nın muvafakatini aldınız mı? - Ne için efendim? - Sadrazamlık için! "Eyvaaah" diye geçirdi Enver Bey içinden. Gerçi Talat Bey ve diğer ihtilalcilerle yapılan ve "ihtilal" karan alınan son toplantıda Mahmud Şevket Paşa'nın sadaretinde karar kılınmıştı ama ya ge­ nelkurmay başkanı son anda "ben yokum" derse. Öyle ya, kendi­ sine son ana kadar haber verilmemişti. Albay İsmail Hakkı, Babı­ fili'ye yürüyüş başlarken Mahmud Şevket Paşa'nın Üsküdar'daki konağına gidecek ve emrivaki yapacaktı. İsmail Hakkı'dan o ana kadar bir ses çıkmamıştı. Enver Bey'in yüzünün sarardığını gören Sultan Reşad, alçak sesle düşünmeye başladı: - Bu ihtilalciler hep böyledir, devirmeyi planlarlar, devirdikle­ rinin yerine bir şey getirmede çuvallarlar. Mahmud Şevket Paşa, istim midir ki, arkadan gelsin. Hem, kendisini çok yakın bir geç­ mişte Harbiye Nezareti'nden entrikayla uzaklaştıranlar, bu Enver ile Talat değil midir? Ve Mahmud Şevket Paşa, acaba bu eski ola­ yı hazmedebilmiş midir? Sultan Reşad bunları düşünürken, Enver Bey de kuşkuya ka­ pılmış, aynı sorulan kendi kendine sormaya başlamıştı. Birden toparlandı: - Merak buyurmayın efendim, dedi, her şey tamam! Huzurdan çıkarken huzuru kaçmıştı. Mermer merdivenlerden paldır küldür indi. İlk karşısına çıkana: - Çabuk, dedi, bana acele bir telefon. Mahmud Şevket Paşa'nın konağını bağlayın. Acele olsun. - Alo, alo santral, bana çabuk Mahmud Şevket Pa .. Allah kahret­ sin. Albay İsmail Hakkı'dan bir haber yok mu? Bekliyorum. Meşgul mü? Ulan tuvalet mi bu? Koskoca Mahmud Şevket Paşa'run kona­ ğı. Müstakbel sadrazam. Sadrazam diyorum sadrazaaarn...

O sırada Mahmud Şevket Paşa'nın konağı Enver Paşa, telefon idaresiyle boğuşadursun, o sırada Üskü­ dar'da Mahmud Şevket Paşa'nın konağında şiddetli bir pazarlık sürüyordu. Genelkurmay başkanı "Nuh" diyor, "peygamber" demiyordu. Sadaret görevini kendisine bildirmekle görevli Albay İsmail Hakkı yalvarıyordu: - İttihat Terakki adına, millet adına, Allah aşkına paşam, çok

43

sevdiğini söylediğim İsmail Hakkı adına. - Olmaz dedim. İsmail Hakkı, Sapancalı ve Beşiktaşlı Hakkı da dahil ana hak­ kı, baba hakkı, ne kadar hak ve hakkı varsa sıralıyordu. Mahmud Şevked Paşa'nın bir kere Talat'm sütünden ağzı yan­ mıştı. "Sütü bozuk" demeye pek dili varmasa da, yedi ay önce Talat Bey'den yediği kazığı unutamadığını söylüyordu. O zaman harbi­ ye nazırıydı ve Talat ile Enver, malum yöntemlerle altındaki kol­ tuğunu kaydırmışlardı. Gerçi şimdi genelkurmay başkanıydı ama, harbiye nazırlığının yanında genelkurmayın kıymeti harbi­ yesi neydi ki? Beşiktaş Muhafızı Çankırılı Kel Hasan Paşa'nm kol­ tuğu gibi bir şey. Böyle düşünüyordu Mahmud Şevket Paşa: - Evet, Talat, bunu bana yedi ay önce yapmamalıydı. İsmail Hakkı saatine bakıyor, "Paşam, kulun kölen olayım, ta­ banının altını yalayayım bunu bize yapma" diye direniyordu. "Bak mesai saati geldi, geçti. Bizimkiler Babıfili'yi çoktan basıp Kamil Paşa'yı devirmiş olmalılar. Devletin şeref ve haysiyeti Fın­

dıklı Tiyatrosu'na dönecek. N'olur paşam he deyiver."

Mahmud Şevket Paşa'nın birden aklına geldi. Düşünmeye baş­ ladı: - Ben bu görevi şimdi kabul etmezsem, belki de Talat, sadra­ zam olur. Sadrazam olmasa bile Dahiliye ya da Harbiye'yi alıp ge­ ne tepeme geçer. O zaman halim gene duman. En iyisi şu Talat'm tırmanışım önlemek için "he" demeli. . . İsmail Hakkı'ya döndü: - Bak, dedi, seni severim, hatırım kırmak istemem, bu işi kabul ederim ama bir şartım var. - Nedir paşam? - Talat kabineye girmeyecek! İsmail Hakkı Bey apıştı. Talat Bey bu koşulu duysa kim bilir ne diyecekti? O sırada telefon çaldı. Saray'dan arıyorlardı. İsmail Hakkı telefonu alırken Mahmud Şevket Paşa uyarıyordu: - Unutma şartımı, Talat varsa, ben yokum. Arayan Enver Bey'di: - Orası neresi? - Mahmud Şevket Paşa'nın konağı! Enver Bey, İsmail Hakkı'nm sesini tanımıştı: - Ne oldu, n'aber? - Her şey tamam, iyi geçti.

44

İsmail Hakkı, yumruğunu sıkıp başparmağını yukarı doğru kaldırarak Mahmud Şevket Paşa'ya bir zafer işareti yaptı. Enver Bey, Saray'dan konuştuğu için üslubuna dikkat ediyordu: - Paşa hazretleri Saray'ı teşrif edebilirler. İsmail Hakkı Mahmud Şevket Paşa'ya bu sözleri nakletti. Pa­ şa da başparmak ile yumruktan oluşan bir başka işaretle şartını hatırlattı. İsmail Hakkı konuyu Enver Bey'e açtı: - Enver, dinle, paşa diyor ki. - Ne diyor? - Şartım var diyor. - Ne şartı? - Talat varsa, ben yokum, diyor. Enver Bey Saray'da olduğunu unutup, bir an üslubunu boza­ cak gibi oldu ama sonra başka türlü düşündü: Mahmud Şevket Paşa "hayır" derse, Talat, sadrazam olabilirdi. Zaten Selanik'te dağa çıkıp da Meşrutiyet'i kollama harekatından bu yana, Talat da Enver de birbirlerini kollamaya bir türlü fırsat bulamamışlardı. Bu nedenle Mahmud Şevket Paşa'nın koşulu bi­ raz da işine geliyordu. İsmail Hakkı'ya: - Peki, dedi, ne yapalım başka çaremiz yok. Talat Bey bu işe üzülecek ama, kader! Yeni sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Üsküdar'daki konağın­ dan Dolmabahçe Sarayı'na doğru yol alırken, Padişah Sultan Re­ şad da başkatibi Ali Fuad Bey'e, yeni atamaya ilişkin "hatt-ı hü­ mayun"u yazdırıyordu: Vezir-i mealisernirirn Mahmud Şevket Paşa.. Kfunil Paşa'run vuku-ı istifasına ve hal ü mevkiin müstağni-i izah olan ehemmiyetine binaen...

Bu tezkereyi dilimize çevirirsek: "Sayın bakanım Mahmud Şevket Paşa. . . Kamil Paşa çekildiği ve çok önemli günler geçirmekte olduğumuz için, başbakanlık görevinin, iktidarı tecrübeyle anlaşılmış olan bir devlet adamına verilmesi gerekiyordu. " İktidarı tecrübeyle anlaşılmış eski harbiye nazın Mahmud Şev­ ket Paşa, Sultan Reşad' dan başbakanlık tezkeresinin yanı sıra bir de "müşir"lik yani mareşallik rütbesi kopardıktan sonra Babı­ ali'ye geldi.

45

Kapıda toplanan kalabalık, Hükümet Konağı'nda kömür kupo­ nu dağıtılmayıp, ufak bir baskın sonucu hükümetin el değiştirdi­ ğini ve yeni koltukların dağıtıldığını anlamıştı. Yeni sadrazam, "Mahmud Paşa, çok yaşa" tempolarıyla karşı­ landı. O saatlerde baskıya girmekte olan gazeteler de sayfalarını çok­ tan hazırlamışlardı. Eski manşetlerinde şimşir puntolarla yer alan " Kamil" adını çıkarıp yerine "Mahmud"u koymuşlar, böylece

başlıklarını "Mahmud Paşa çok yaşa" şekline sokmuşlardı.

Kamil Paşa, görevini Mahmud Paşa'ya devrederken mırıltıyla karışık bir dileğini de dile getirdi: - İnşallah sonunuz benimkisi gibi olmaz!

Sabık sadrazamın "dua" görüntüsü altındaki bedduası altı ay

sonra kabul edilecek, Mahmud Şevket Paşa, iki satırlık bir muh­ tıra yerine 7,65'lik bir kurşunla görevini devretmek zorunda kala­ caktı. Böylece iki sadrazamın sonlarında ufak bir fark olacaktı, Kamil Paşa daha karlıydı. Mahmud Şevket Paşa, Babıfili'nin merdivenlerinden çıkarken, Talat Bey'i soğuk bir şekilde, yarım ağızla selamlamış, bu da ihti­ lalin başını hayli tedirgin etmişti. Anlaşılan İttihat Terakki'nin lider kadrosu, her şeye rağmen gene iktidarın dışında kalacaktı. Oysa Talat Bey az önce, Kara Ke­ mal'in denetimindeki postane aracılığıyla tüm valilere çektiği telgrafı, "dahiliye nazır vekili" sıfatıyla imzalamıştı. Yani kendi kendini çoktaan İçişleri'nin başına atamıştı. Ama Mahmud Şev­ ket Paşa, daha önce, Üsküdar'daki konağında İsmail Hakkı'ya da söylediği gibi, kabineyi ılımlılardan oluşturacaktı. Bu arada ilk görevi Menzil Müfettişi Cemal Bey'e verdi:

- Yavrum Cemal, sen İstanbul muhafızı ve sıkıyönetim komu­ tanı olarak vaziyete el koy. Bu sözleri duyan Yakub Cemil, tabancasını okşayarak Cemal Bey'in kulağına eğildi:

- Memleketin selameti uğruna, milletin intikamını almak üze­

re, şu Dahiliye Nazırı Reşid ile Abdurrahman'ı da, Harbiye Nazırı Nazım'ın yanına göndereyim mi? - Münasebetsizliğin filemi yok, kes sesini, diye tersledi Cemal Bey. Yakub Cemil yalvarıyordu: - Ne olur, müsaade et, bari ayaklarına ateş edeyim. - Hayır dedim sana.

46

- Bari i ki tokat atayım. Yeni sıkıyönetim komutanı buna da izin vermedi. Hatta tutuk­ lu bakanlan bizzat ziyaret edip kendilerine sigara bile ikram etti. Şiddetli bir ittihatçı düşmanı olan tutuklu dahiliye nazın Reşid Bey, tiryaki olmasına rağmen yeni sıkıyönetim komutanının siga­ rasını almadı. Daha sonra Abdurrahman'ın kulağına gerekçesini söyledi: - Belki içinde zehir vardır, bu İttihatçılar her şeyi yaparlar.

"Meşrutiyet'i kollama ve koruma harekatı" Babıfili Baskını'nın ertesi sabahı, 1 1 kanunusani 1328 cuma günkü gazeteler, şimşir puntolu "Mahmud Paşa çok yaşa" başlık­ lannın altında günün anlam ve önemini belirten yorumlar da ya­ yımlıyorlardı. Yorumlann ortak başlığı şöyleydi: "Ordu-millet el ele." Evet, millet çoğunluğunun umumi arzusu doğrultusunda, esa­ sen "milletin bağınndan çıkan" ordu, bu karanlık gidişe artık bir son vermek gereğini duymuş ve başka çare kalmayınca, Babı­ fili' den geçerek yönetime el koymuştu. Böylece "Meşrutiyet'i kol­ lama ve koruma harekatı" başanyla ve "emirle" noktalarunıştı. Var mıydı bir itirazı olan? Yoktu. Oysa tek başına Talat Bey'in, ihtilalci-örgütçü kafasından çı­ kan ve Enver Bey'in desteğiyle gerçekleşen bu "harekat'a, ittihat Terakki'nin üst kademesinden katılanlar bile parmakla sayılacak kadar azdı. Nitekim Talat Bey, Babıfili Baskını'na karar verip de bu görüş­ lerini arkadaşlanna açtığı ilk toplantıda pek de yandaş bulama­ mıştı. İttihat Terakki mensuplarından Emin Beşe Bey'in evindeki o ilk toplantıda Talat Bey şöyle düşünüyordu: Ortada 1908 temmuzundan beri bir ihtilal vardı. Ama ihtilalci­ ler bir türlü iktidara gelemiyordu. Daha önce ne düşünüyorlardı? Otuz üç yıldır Abdülhamid'in gardırobunda askıya alınan nafta­ linli Kanun-ı Esasi (Anayasa) geldi mi, her şey düzelecekti. Hoş, bu Kanun-ı Esasi'yi, ihtilalcilerden hiçbiri okumuş değildi. Olsun varsın. Kanun-ı Esasi'yi değiştiren ihtilalciler için, Kanun-ı Esa­ si'yi bilmek diye kanun var mıydı? Yoktu. Bir gelenek ve zorunlu­ luk? O da yoktu. Bir futbol kulübü başkanının gol kralı olması

şartı mı aranıyordu ki.

47

Evet, Kanun-ı Esasi 1908'de geri gelmiş, İttihat Terakki ilk se­ çimleri kazanıp Meclis çoğunluğunu sağlamış; fakat gene de ikti­ dar olamamıştı. İmparatorluk parçalanıyor, Balkan Savaşı bir ka­ rabulut gibi şimşek çaktırıyor, Edirne bir yana, koskoca Rumeli elden gidiyordu. Acaba nedendi? Talat Bey, 1912 seçimlerinden sonra Anayasa'yla ilgili göıiişmelerden birinde bu soruya şöyle bir yanıt vermişti: - Türklerin en büyük kabahati, ittihat etmemeleridir. Parantez içinde "güıiiltüler" diye devam eden Meclis tutanak­ ları, ilginç bir oturumu yansıtmaktadır. Burada biz de bir paran­ tez açıp bu oturumu tutanaklardan izleyelim: Sabri Efendi {Tokat): İttihat Nam-ı Kazibi adı altında toplanan çete, bu ittihada mfuı.i oldu. (Şiddetli gürültüler. ) Selim Efendi ( Karahisarısahip ): Çete nerede? Ağzını topla!

İsmail Hakkı (Bağdat): Çetenin kim olduğunu söylemezlerse en alçak, en namussuz ve adi adamlarsınız, adi herifler.

Reis: Sabri Efendi'ye bir ihtar, nedir bu asabiyet efendim? Mec­ lis'in şanına, haysiyetine nakise getirmeyin.

Selim Efendi: Reis Bey, bu parti, Meclis'te 130 kişidir, bu lafı yi­ yemeyiz, herif çete diyor yahuu.

Baso Efendi: Ne bozuluyorsunuz beyler, çete heyet demektir. Eşkıya çetesi dese neyse!

Salih Efendi: Zaten o manada söylüyor, eşkıya çetesi demek istiyor. Bosa Efendi: Hayır, heyet manasında söylüyor. Mecdi Efendi (Karesi): Biz Meclis'e ayak basınca, akıl dışarı çıkıyor.

Bu tutanak özetinden de göıiildüğü gibi, Anayasa raftan indi­ rilmiş de olsa, Meclis, İttihat Terakki'nin gül bahçesine de dönse, galiba Talat Bey'in deyişiyle "ittihat" edemeyen, yani birleşip bü­ tünleşemeyen bir toplum oluşumuzdan dolayı ilerlemeye de fır­ sat bulamayacaktık. Talat Bey, daha o gece, Babıfili Baskını fikrini kafaya koymuş ve Emin Beşe Bey'in Vefa'daki evine İttihat Terakki'nin tüm ileri gelenlerini çağırmıştı: Prens Said Halim Paşa, Ziya Gökalp, Hacı Adil, Albay İsmail Hak­ kı, Binbaşı Fethi (Okyar), Midhat Şükıii (genel sekreter), Cemal Bey, Kara Kemal, Doktor Nazım, Mustafa Necib ve tabü Enver Bey. "On birler toplantısı" diye bellenen bu ilk toplantıya bir tek En­ ver Bey yetişememişti. İzmit'te bir birlik teftişindeydi. Oysa Talat Bey kendisine yaver Mümtaz'la haber salmıştı.

48

Talat yalnız kalıyor Talat Bey, saatine baktı: "Nerede kaldı bu Enver?" diye düşündü. Enver, örgütçülüğüne saygı duyduğu Talat Bey'in hükümeti de­ virme planını duyunca, heyecanlanmış, posta trenini bile bekle­ meden bir marşandizin lokomotifine atlamıştı. Kaçınr mıydı bu fırsatı? Trenden birkaç aktarmayla ihtilale, dolayısıyla iktidara ulaşacaktı. Son aktarma aracı, Nuruosmaniye'de sırtına bineceği kır attı. Sonra da millet. . . Siyasal tarihimizde kır at sırtı ile millet sırtı arasında o zamandan beri bir benzerlik vardı. Lakin, Haydarpaşa' da bir aksilik olmuştu. Marşandiz rötar yap­ mış, Enver Bey Haydarpaşa'ya vardığında son vapur kaçmıştı. O dönemde sıkıyönetim nedeniyle İstanbul'un iki yakası -geceleri de- bir araya gelmiyor, deniz trafiği yapılmıyordu. Enver Bey, tü­ men kurmay başkanı sıfatını kullanıp derhal bir kayık ya da mo­ tor tutabilirdi. Ama hem hükümetin kuşkusunu çekmek istemi­ yordu, hem de gecenin bu vaktinde dalgalı denizde maceralı bir kayık sefasını göze alamıyordu. Kadıköy Karakolu'nda gecelemeye karar vermişti. O zaman oto­ matik telefon yoktu. İhtilal toplantısının yapılacağı Emin Bey'in Ve­ fa' daki evini karakol santralından aramak da doğru olmazdı. Talat Bey: - Anlaşıldı, dedi, Enver Bey gene bir yerlere takıldı, belki de tren bulamadı, toplantıyı açıyorum. Söze ihtilal ortamının elverişli oluşunu vurgulayarak başladı. Hükürneti devirmek için bundan fila fırsat olamazdı. Saltanat Şfuası toplanmış, İngiliz buyruğuyla Kfunil Paşa kabinesine, Edir­ ne'yi de elden çıkaracak olan barış planım imzalama yetkisi ver­ mişti. İttihat Terakki, bir koca kıtanın anayurttan ayrılmasına tanık olmuş ve bir şey yapamamıştı. Edirne elden gidiyordu. Kfunil Paşa hükürneti şimdi ti.im suçu İttihat Terakki'nin üstüne atabilir, belki de partiyi kapattırabilirdi. Dahiliye Nazırı Reşid, bu konuda deW topluyordu. Ti.im müfettişlerini seferber ediyordu. Ne yapılmalıy­ dı? Babıali'yi basıp, hükürneti devirmeli, Edirne ve hiç olmazsa Trakya'run bir kısmını kurtaracak bir barış planına kadar savaşıl­ malıydı. O halde yönetime el koymaktan başka çare yoktu ... Talat Bey, toplantıya katılanların yüz ifadelerine baktı. Pek de onaylayıcı bir hava sezilmiyordu. Fethi Bey (Okyar) söz aldı: - Arkadaşlar, dedi, artık şu ihtilalciliği bırakalım, Meşrutiyet'e

49

layık, meşru partiler gibi meşru muhalefette ya da iktidarda bu­ lunmanın zorunluluklarını kabul edelim. İktidar hırsıyla hareket ettiğimizi dışarıya ve içeriye karşı açıkça göstermek doğru değil­ dir. Hem, iktidarı almakla ne yapabiliriz? Edirne'yi mi kurtaraca­ ğız? Barış koşullarını reddedebilecek bir varlık mı göstereceğiz? Edirne'yi bu perişan orduyla almak bile hayaldir. Bundan vazge­ çelim arkadaşlar. Orduyu bu işlere alet etmeyelim. Fethi Bey, arkadaşı Mustafa Kemal'in, 1909 kongresinde orta­ ya attığı "Artık ihtilal oldu, ordu kışlasına çekilmeli, asli görevine dönmelidir" tezini savunuyordu. Fethi Bey konuşana kadar o geceki toplantıda üç görüş çarpı­ şacağa benziyordu: Talat Bey'in zoruyla hükümeti devirmeye "kerhen" razı olanlar; Edirne'yi bile alamayıp rezil olma tehlike­ siyle buna karşı çıkanlar ve her zamanki gibi "Kararsız Kasım"lar. Fethi Bey konuştuktan sonra, kararsızlar da ötekilere katıldı­ lar ve Talat Bey'in "Meşrutiyet'i koruma ve kollama harekatı" ar­ dındaki iktidar darbesi planını yatırdılar. Talat Bey, havayı fark etmiş ve 1912 Parlamentosu'nda tartış­ malara yol açan eski sözünü anımsamıştı: - Bu Türkler bir türlü ittihat edemezler. İttihatçılar bile edemiyorlardı. Karamsarlığa düşmüştü. Gene de iktidara uzanacak darbe köprüsünün tümüyle atılmasına gön­ lü razı olamıyordu. - Bir kere de Enver Bey geldikten sonra durumu tezekkür edelim, dedi ve toplantıyı kapattı. Plan yatmış görünüyordu. Talat Bey ise o gece yatmadı. Zaten gün ışıyordu. Enver Bey neredeyse gelirdi. Bir cıgara yaktı. Cıgaranın dumanına dalarak, eski günleri, Selanik dönemini anımsadı.

Doğuştan örgütçü - Ben zaten doğuştan isyankanm. Edirne Askeri Rüştiyesi'ni bitirip, diploma alacağı sırada bir öğretmenini dövdüğünde böyle diyordu küçük Talat. - Niye yaptın evladım, öğretmen dövülür mü? Hem de askeri rüştiyede? - Ben doğuştan isyankanm. Neye karşı isyankar? Niçin?

50

Talat Paşa'nın biyografisini yazan araştırmacı Tevfik Çavdar'a göre: Aslında Talat Efendi'nin başkaldınsı, öğretmende simgeleşen, kendinin de açık olarak bilmediği, var olan düzenedir. 4 Kırcaali'nin Cepleci köyünden Müstantik Ahmed Ceplecioğlu, Hürmüz'den doğma Talat, 1876'da ilk Anayasa'yla birlikte dünya­ ya gelmişti. Doğarken çıkardığı haykırışlar, diğer bebeklerin viyaklamala­ rına pek benzemiyordu. Rivayet olunur ki, Anayasa'da yer alan "hürriyet, müsavat, ada­ let'' benzeri sesler çıkarmıştır. Emeklemeye başlaması da "terakki" işareti sayılrruştır. Rüştiyede hocasına tokadı patlattığında, cihet-i askeriyenin kapılan, artık Talat için sıkı sıkıya kapalıdır. Ama doğuştan isyan­ kar ve ittihatçı Talat, "Kapı yoksa baca da mı yok?" diye düşüne­ cek ve "milletin bağrından çıkan" ordunun eylemiyle partileşen İttihat Terakki'nin başına geçmekle kalmayıp, sadrazamlık tahtı­ na kadar yükselecektir. Ve posta tatarı Talat'ın bu önlenemeyen tırmanışı, Şair Eşref gibi birtakım malum mihraklardan feyz alanlar tarafından şu mıs­ ralarla dile getirilecektir: Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak. Sadrazam oldu Talat, cilve-i takdire bak.

Bu mısralar kendisine gösterildiğinde Talat Paşa nasıl bir tep­ ki gösterecektir:

- Kafiye tutmuyor, diyecektir, "tarak" ile "bak" birbirine uy­ muyor. Oysa İttihat Terakki'nin önde gelen ideologlarından Ziya Gö­ kalp, daha uyumlusunu yazacak, Talat Bey de bu dörtlüğü ömrü­ nün sonuna kadar saklayacaktır: Sen candan birleştiren bir ruhsun Vicdanını sende göıiir cemiyet Necat teknesidir. sen Nuh'sun Sen olmazsan öksüz kalır bu millet.

Talat Bey sigarasından bir nefes daha çekti ve kendi kendine şu soruyu sordu: 4. Tevfik Çavdar, Talat Paşa / Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, lstanbul, 1 984.

51

- Ziya Gökalp bile bu geceki toplantıda benim Babıali Baskı­ nı fikrime yanaşmadı. Dernek ki, Nuh'un teknesini o da sağlam bulmuyor. Sonra gene eski günlere daldı: Askeri rüştiyeden kovulup, babasının dostlannın aracılığıyla Edirne Postanesi'nde, posta dağıtıcısı olarak devlet hizmetine gi­ rişine, ilk aşkına ve ilk tutuklanışına. . . Öğretmenin yüzünde, "düzene karşı atılan ilk tokat" olayından sonra, askeri rüştiyeden diploma yerine tasdikname alan genç Talat, artık ne yapacaktı? İş aramaya koyulmuştu. O dönemde iş kapısı, devlet kapısı dernekti. Müstantik (sorgu yargıcı) babası­ nın dostlan imdadına yetişti. Edirne Postanesi'nde 40 kuruş ay­ lıkla posta katibi oldu. 40 kuruşla açılan devlet kapısı, Talat'a dünyaya açılan bir hazine kapısı gibiydi. Posta İdaresi imparator­ luğun en etkili iletişim aracıydı. Onun sayesinde, bir yandan çe­ şitli bölgelerdeki haberleri öğreniyor, öte yandan Avrupa ve Ru­ meli' den gelen "evrak-ı muzırra" ya da "neşriyat-ı muzırra" deni­ len sakıncalı basını elden geçiriyordu. O dönemde Anayasa (Ka­ nun-ı Esasi) Abdülhamid'in baskısında olduğundan başkasının postasını açmak Anayasa suçu sayılmıyordu. Bu arada, muzır neşriyat arasında "İktidar-ı Kebir" başlığı altında­ ki kaymak tabağı edebiyatı da vardı. "İhtilal-i Kebir" adını taşıyan Fransız İhtilali'nin düşünürlerine ilişkin yayınlar da Talat'ın ilgisini

çekmeye başlamıştı. Postacılık, kendisine bir çeşit yabancı kaynak­ lı eğitim olanağı sağlamıştı. Bunun için üste para bile verse yeriydi. Ama genç Talat, üstelik devletten ayda 40 kuruş maaş alıyordu. 40 kuruş, gerçi o zamanın ekonomik koşullan altında dolara da çevir­ seniz pek geçinilecek bir para değildi. Talat, gene postacılık saye­ sinde buna ek olarak başka bir olanak daha bulmuştu. Posta, telg­

raf dağıtıcılığı nedeniyle çevresi oldukça genişlemişti. Bu çevre sa­

yesinde kendisine '"Alyans İsrail" tarafından ek bir iş önerildi.

"Alyans Israelite Universelle" adlı kuruluş, İsraillileri bir araya getiren bir çöpçatan kuruluşu değil ama, aynı amaçlı eğitim ya­ pan bir çeşit misyonerler örgütüydü. Akademik kariyeri askeri rüştiyeden kovulma da olsa, bu kuruluşta Türkçe öğretmenliği görevi verilmişti Talat Efendi'ye . . . Kurumda Siyonist propagandanın yanı sıra, XIX. yüzyılın ihti­

lalci Fransız düşünürlerinden Jaures'nin çizgisine önem verili­ yordu. Talat o zaman on sekizini yeni bitirmiş, ayva tüylü, yakı­ şıklı bir delikanlıydı. Okulda Türkçe öğretirken, okul müdürü Lu­ pa'nın genç kızından Fransızca öğrenmenin yollannı aradı. Lu-

52

pa'nın kızı aracılığıyla Fransız dili ve kültürüne açılıyordu. Bu arada gönlüyle de genç öğretmenine ... Alyans Israelite'deki ilişki­ ler bir nişan alyansıyla bağlanmak üzereydi ki, ihtilalci fikirler Talat'ın aklını çeldi. Bunda da Kosovalı bir cer hocasına Paris'ten gelen muzır neşriyattaki bazı fikirler neden oldu. Talat, Jöntürk­ lerden İbrahim Temo tarafından Hafız İbrahim'e gönderilen ev­ raktan, yurdışında bir İttihat ve Terakki Cemiyeti çalışması oldu­ ğunu öğrendi. Hafız'a postasını dağıtırken kapısını günde iki kez çalmaya başladı. Hafız İbrahim, kısa boylu, yamalı cüppeli ve her zaman kirli olan sarığının altında ihtilalci bir kafa taşıyan ilginç bir hocaydı. Cami­ lerdeki, mescitlerdeki vaazlarıyla er ve erbaşlar üzerinde etkili olu­ yordu. Talat'ın mahalle arkadaşlarından Kaltakkıran Faik de Hafız İbrahirn'in derslerine katılanlar arasındaydı. Artık Kaltakkıran Fa­ ik'le, İbrahim Hoca'yı hemen her gün ziyaret ediyorlar, postadan çıkan muzır neşriyatı okuyorlar, okudukları konular üzerinde tar­ tışmalar, gece seminerleri yapıyorlardı. Bu arada Alyans Israeli­ te' deki müdür kızı, Talat'ın Kaltakkıran Faik'le arkadaşlığım laska­ nıyor, "Ya Kaltakkıran Faik ya ben" demeye getiriyordu. Faik de Talat'a: "Bırak o Yahudi kaltağını" diyor, İhtilal-i Kebirciler, yani dev­ rimciler için aşk gibi ilişkilere yer olmadığını, Jaures'nin bile bu­ nu "burjuva alışkanlığı" olarak nitelediğini söylüyordu. Talat, Kal­ takkıran Faik' e hak vermekle birlikte, İsrailli sevgilisiyle de gizli­ den gizliye mektuplaşıyordu. Bu mektuplarından birinde, sevgilisinin "Ne zaman bir arada olacağız?" sorusuna yanıt olarak şu satırları yazmıştı: "Bir gün umutlarımız gerçekleşecek. Bundan eminim." Cümleleri sürdürüp "Hatta yeşil pancurlu bir evimiz de olacak" diye yazmasına fırsat kalmadan, Kaltakkıran Faik kapıyı çalmış, acı bir haber getirmişti: - Hafız İbrahim'i tutukladılar! - Kim tutukladı? - Abdülharnid'in hafiyeleri. - Niçin? - Mülazım Said ihbar etmiş, muzır neşriyat okuyor diye. - Ne yapmalı? - Bilmem. . . - Bence ihtilal yapmalı! - Nasıl?

53

B u soruya yanıt bulamadan Kaltakkıran Faik ile Talat d a zapti­ yeler tarafından yakalanmışlardı. Altı ay süren baskılı sorgulamalar sırasında Talat'ın, sevgilisi­ ne yazdığı aşk mektubundaki "Bir gün umutlarımız gerçekleşe­ cek" yollu cümle ihtilale kanıt olarak değerlendirildi. Talat, bunun bir aşk mektubu olduğunu, Kuran-ekmek üzeri­ ne yemin billah ederek söylediyse de Abdülhamid adaletini inan­ dıramadı. Mahkeme, "İttihat Terakki adında gizli bir cemiyet teşkili" su­ çundan Ceza Yasası'nın 58'inci maddesi uyarınca altı yıl kalebent­

liğe mahkfun ettiği Hafız İbrahim ve arkadaşlarının yanına Talat'ı

da gönderdi. Talat üç yıl yemişti. Ama artık en büyük siyaset oku­

lundaki deneyi başlıyordu. Kaltakkıran Faik, eğer kapıyı biraz geç çalsaydı, sakıncalı mektuba belki de "Yeşil pancurlu bir evimiz bile olacak" cümlesi de girecek, Talat o sayede beraat edecekti. Üç yıl hapse mahkı1m olduğunu işitince, içinden "Kaltaklar" diye bağırdı. Kalebentlik, yani Edirne kalesindeki mahpusluk, Talat'a "öz­ gürlük", "eşitlik", "bağımsızlık" gibi kökü dışarda tehlikeli (!) fi­ kirler aşıladı. Yurdun dört bir yanından gelen fakir fukara mahkı1m ve tutuk­ lulardan, yurt gerçeklerini öğrendi. "Ne yapmalı?" sorusunu sık sık kendisine sordu. Sonunda yanıtını buldu: - İktidarı ele geçirmeli. - Nasıl? - Ilı.tilal yaparak. Evet, iktidara giden yol, ihtilalden geçiyordu. Tek yol buydu. Talat dört duvar arasında bu gerçeği bellemişti. İki yıl süreyle "ihtilal ve iktidar" sözcükleri arasında Edirne ka­

lesinin duvarlarını volta atarak arşınlarken bir gün kendi kendine sordu:

- İyi ama ihtilale ve iktidara gidebilmek için önce bu dört du­ var içinden çıkmak lazım. - Ha şunu bileydin, diye bir ses işitir gibi oldu. Ama sesin ne­ reden geldiğini pek kestiremedi. Duvarlara baktı. Oldukça yüksekti. İktidarla arasını engelleyen duvarların yüksekliğine sövdü. Sonra da Edirne kalesini yapan mimara. "Ne yapmalı?" sorusuna ayak uydurarak volta atmaya devam ederken, avludan yükselen bir naranın son sözcüğü kulaklarında şimşek çaktırdı:

54

- Şahane! Yanında volta atan Kosovalı Arnavut mahkı1ma sordu: - Şahane olan nedir? Arnavut'tan şu yanıtı aldı: - Duymadın mı, gardiyan, aff-ı şahaneden söz ediyor. Hiç unutmuyordu. Ya kandil gecesiydi, ya da kadir. . . Evet evet, kadir. . . Gardiyanın adı da Kadir'di, oradan aklında kalmıştı. Padişahın iradesiyle affedilmişlerdi. Ancak 2. Ordu kumandanı bu üç ihtilalcinin bir araya gelmesine izin vermek istemiyordu. Kaltakkıran Faik Konya'ya, Hafız lbra­

him Kosova'ya zorunlu ikamete gönderildi. Talat, Hafız lbrahim'le gitmek istemesine rağmen izin koparamadı. Selanik'e sürüldü.

Selanik'te, Yonyo 'nun meyhanesinde yeşeren ihtilal tohumlan Gün ışırken Edime istasyonnndan trene bindi. Selanik, Avru­ pa'ya köprübaşı gibiydi. Talat, imparatorluğun bu ikinci başken­ tinin, ihtilalci fikirler için bir ana rahminden de büyük değer taşı­ dığını daha hapishanedeyken duymuştu. Yeni dünyasıyla birlikte örgütünü de burada kuracaktı. Tren Selanik istasyonunda durdu. Ver elini Olimpos Meydanı'ndaki Yonyo'nnn meyhanesi. Önce salim kafayla iki kadeh atmalıydı. O dönemde özellikle Selanik'e sürgün gidenlere devlet, bir miktar aylık da bağlıyordu, rahat dursunlar diye. Bu aylıkla üzerindeki hamal kıyafetine bir çekidüzen verdi. Yonyo'da askeri rüştiyeden Fransızca hocası Naki Bey'i tanı­ makta gecikmedi. Naki Bey, askeri rüştiyedeki dersleri sırasında Fransız düşünürlerinden sözler nakleder ve "Hayatta en hakiki mürşid"in "ilim" olduğnnu sık sık vurgulardı. s

Edime kalebentliğinden padişahın aff-ı şahanesiyle bir kadir

gecesi salıverilen ihtilalci Talat Bey için, o anda hayatta "en haki­ ki mürşit", bir duble rakıydı. Onun verdiği hızla, ihtilal örgütü için elemanlar arayacaktı. Rüştiyeden kovulma Talat, rüştiye hocası Naki Bey'den sonra es­ ki müdür Bursalı Tahir Bey'le de karşılaştı. Ülke sorunlannın gö­ rüşüldüğü Yonyo'nun meyhanesindeki çevre giderek genişliyor, 5. Naki (Yücekök) Bey Atatürk'ün de Selanik'te hocasıdır ve Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Samsun Muallim Mektebi'nde, kendisiyle karşılaştığı zaman "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Biz bu feyzi sizden aldık hocam" diyerek Naki Bey'in elini sıka­ caktır. Kaynak: H. Raşit Öymen, Egicim Harekec/eri, cilt 5, s. 52.

55

fakat Talat'ın aff-ı şahaneyle sağladığı devlet yardımı da suyunu çekiyordu. Yonyo, veresiyeyi kesmişti. Çünkü, ihtilalci enteller çoğaldık­ ça, bir o kadar da hafiye dadanmaya başlamıştı meyhaneye. Pa­ dişahın hafiyeleri genellikle ocaktan içiyorlardı. Talat Bey, meyhane ihtilalciliği dışında geçimini sağlayacak bir iş aradı. Bürokratik süreç içinde çare tükenmezdi. Dönemin valisi Rıza Paşa'nın kapısını çaldı. Durumunu tüm çıplaklığıyla anlattı. Rıza Paşa, bu açıkyürekli, sevecen genci sevdi. Eski işine, yani Posta Telgraf Müdürlüğü'ne gönderdi. Valinin "kart de vizit"ini (o zaman, Fransızcasından bozmasıyla öyle ya­ zılır, öyle okunurdu. Matbaalar gazetelere "Kart de vizit basılır" diye ilanlar verirlerdi) alan posta müdürü, Talat'a, seyyar posta memurluğu görevi verdi. Talat, postayı Selanik'ten alıp, Avusturya sınırındaki Viranya kapısına götürüyor, oradan da Avrupa postasını alıp, Selanik'e ge­ tiriyordu. Kısaca "evrak-ı muzırra", yani sakıncalı yayınlar hazi­ nesi gene eline geçiyordu. Örgüt için bundan büyük fırsat ola­ mazdı. Her şeyden önce evrak-ı muzırranın postalandığı şahıslar­ la ilişki kurması kolaylaşacaktı. Bu da, iktidara giden örgütün çe­ kirdeğini kurmaya yarayacaktı. Böylece, ihtilalciliğe yeni bir yöntem gelmiş oluyordu: "Mektupla ihtilal." Talat, evrak-ı muzırra nedeniyle artık Yonyo'da en itibarlı müş­ teriydi. İçkiler, genellikle o evrala.n postalandığı şahıslardan geli­ yordu. Artık Yonyo'ya veresiye yapmaya gerek kalmamıştı. Örgüt de, meyhanenin arka bölümünde, birkaç basamakla çıkılan özel

bir locaya taşınnuş, hafiyelere rahat çalışma olanağı kalmamıştı.

Nutukçu Ömer Naci'nin bu gruba katılmasıyla toplantıların ses

tonu daha da yükselmişti. Ömer Naci, "Ne olacak bu memleketin hali?" cümlesiyle başlayan tartışmaları genellikle Namık Ke­ mal'den dizelerle bağlıyordu: - Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini eğer. . . Yonyo'nun sesi, Ömer Naci'nin hançeresinden çıkan dizeyi noktalıyordu: - Talat Bey'den Naci Bey'e bir biiiiir ver. Selanik'te ithal malı biranın adı "bir"di. Birlik fikri, Talat Bey'in kafasında, Yonyo'nun ağzından sık sık dökülen bu "bir" sözcüğünden doğdu. Bir gün gene "Ne yapmalı?" sorusuna yanıt ararken Selanik'in

56

ünlü avukatlarından Emmanuel Karasu, Yonyo'da Talat'ın kulağı­ na eğildi: - Bir dakika benimle gelir misin? - Nereye? - Bizim birliğe. Emmanuel Karasu, egemen çevrelerin adanu olarak biliniyor­ du. Demek ki bu çevrelerin de bir birliği vardı. - Evet, dedi Karasu. Bizim birlik, aslında dünyanın en egemen ve en gizli örgütüdür. Mason birliğini kastediyordu. Talat, Osmanlı masonları merkezi­ nin Selanik'te olduğunu biliyordu. Ama doğrusu kafasındaki ihtilal­

ci örgüt ile daha çok Siyonistlerin ve egemen çevrelerin toplandığı mason locaları arasında bir ilişki kurmak aklından hiç geçmemişti. Emmanuel Karasu bu konuda kendisine yardımcı oldu. Gizli ve güçlü bir örgüt yapısı için masonluktan neden yararlanmasındı? Talat'ın düşünde "iktidar" yatıyordu, iktidara ancak güçlü bir örgütle erişilebilirdi. Mason örgütü ise yüz yıldır dünyanın en güçlü örgütüydü. Her dönemde iktidarda sayılırdı. O halde neden mason olmasındı? Talat mason oldu. Artık Talat Efendi değil, Talat Beyefendi olmuştu. Meşrutiyet öncesinde Selanik'te mason locaları, -meyhane sa­ yısı kadar olmasa bile- hayli fazlaydı. İlk loca III. Selim zamanın­ da açılmıştı. Abdülhamid döneminde ise İtalyan Büyük Locası'na bağlı "Rizorta", Fransız Büyük Locası'na bağlı "L'avenir de L'ori­ ent" dışında İspanya ve Yunanistan'a bağlı çeşitli localar vardı. Masonlar, İttihatçıları bünyelerine alarak cemiyetin genişleme­ sine yardımcı oluyorlardı. Cemiyet iktidara gelince de, İttihatçı­ lar, masonların genişlemesine olanak sağlayacaklardı. Selanik'te bir araya gelen Yonyo'nun meyhanesi ekibi, Talat Bey'in ardından Rizorta ve Veritas localarına taksim oldu. Artık, duruşları, bakışları, konuşmaları da mason geleneklerine göre değişmeye başladı: - Sizi selamlarım. - Gizlerim. - Neyi? - Bütün sırlan. - Nedir bu? - Tokalaşma şekli. - Neyin toka şekli? - Bir biraderinizin.

57

- Peki bunun başka adı var nu? - Evet vardır. - Bana söyler misin? - Başlıyorum B.

- 0. - A.

- Bo. - Az.

- Boaz. Yonyo'nun meyhanesini üs haline getiren padişahın hafiyeleri, bu tür garip konuşmalardan pek bir şey anlamıyorlar, "Bizim bir­ likçiler dağıtmaya başladı" diye düşünüyorlardı. Midhat Şükrü'nün anılarına göre, Talat, bir akşam kadehini de­ virdikten sonra şöyle dedi: - Arkadaşlar bu böyle yürümez. Kimimiz burada, kimimiz ora­ da, dağınık bir haldeyiz. Oysa ittihat içinde (birlik içinde) olmalı­ yız. Hepimiz aynı davaya hizmet ediyoruz. En iyisi bir toplantı tertipleyip aramızda bir cemiyet kuralım. Talat, cemiyet yapısını Mason Demeği'nden öğrenmişti. Top­ lantı için Yonyo'nun meyhanesi yerine, Selanik'in girişindeki "Beş Çınar" bahçesini önerdi. Gene Midhat Şükrü'nün anılarına göre, o akşam Beş Çınar bah­ çesinde toplananlar arasında askeri rüştiye müdürü Bursalı Meh­ med Tahir, Fransızca hocası Ahmed Naki, İzmir eski valisi Rahmi Bey, 3. Ordu yaveri Yüzbaşı Kazım Nami (Duru), İsmail Hakkı, Bahaeddin Şakir, Yüzbaşı Edib Servet, İsmail Canbolat, Ömer Na­ ci ve tabii lider Talat beyler vardı. Talat Bey doğacak çocuğun ismini koydu: "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti." "O akşam, geniş dalları bir şemsiye gibi başımızın üstüne yayı­ lan çınarın altında Selanik'in meşhur gurubunu seyrederken

Olimpos biralarını yudumluyor, bir yandan da cemiyetin nasıl ör­

gütleneceğini düşünüyorduk. "

Sonradan katib-i umumi (genel sekreter) olan Midhat Şükrü, Selanik gurubunu seyrederek Olimpos biralarını yudumlayadur­ sun, Talat Bey de yeni cemiyetin üye kayıt kurallarını, mason lo­ cası modelinden tırtıklayarak yaşama geçiriyordu. Örgütlenme gizli olacaktı. Bir merkez-i umumi seçilecek, üye adaylar hakkında gerekli bilgi merkez-i umumi tarafından top­ landıktan sonra yemin ve üyelik töreni başlayacaktı. Yemin tö­ reni şöyle bir seyir izleyecekti: Aday, gecenin geç bir saatinde

58

gözleri bağlı olarak b i r süre dolaştırılıp, Alatini Köşkü ile tram­ vay deposu arasında, Ömer Naci'nin tuttuğu bir küçük eve geti­ rilecek, kılavuz parolayı sorunca "Hilal" diyecekti. Kapı açılınca aday içeri alınıp bir iskemleye gene gözleri bağlı olarak oturtu­ lacaktı. Sağ eli, masadaki manyetolu telefonun yanında bulunan Kuran-ı Kerim'e, sol eli de, tabancaya bastırılacak ve yemine da­ vet edilecekti. Yeminden sonra gözleri açıldığında, karşısında siyah maskeli, baştan aşağı kırmızı pelerinli üç kişi görecekti. Pelerinlilerden biri, muhtemelen Ömer Naci, gür sesiyle nutka başlayacaktı: "Vatanın sinesinde bir kale-i üstüvar gibi teşekkül eden! .. " Cemiyet, dökülmez mürekkep hokkası gibi olacaktı. İçeri gi­ ren, bir daha çıkamayacaktı. Davadan dönen vurulacaktı. Beş Çınar bahçesinde bir kocaman çınar ağacının şemsiyesi al­ tında mason locası modeline göre kurulan "Osmanlı Hürriyet Ce­ miyet" daha sonra Ahmed Rıza Bey'in yurtdışındaki "Terakki ve İttihat Cemiyeti"nin yurtiçi şubesi oldu. Sonra her iki birlik bir­ leştirilerek, "İttihat ve Terakki Cemiyeti" adını aldı. Örgüt, gittikçe gelişti, genişledi. Ama üyeleri arasında bir sa­ bırsızlık başladı. Talat Bey' e soruyorlardı: - Örgüt tamam da, ne zaman eylem yapacağız, yani ihtilal ve iktidara ne zaman geçeceğiz? Örgütçü buna da çare buldu. Bir askeri kanat oluşturulacaktı. Bu askeri kanat gerekirse da­ ğa çıkıp, devrimi bekleyecekti. (Bu da gene Talat Bey patentli bir yöntem oldu. Örneğin yıllar­ ca sonra, bir 12 Mart öncesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi civa­ nnda tepelere çıkıp elde bayrak devrim kollayan gençlerin, bu yöntemi Latin Amerika kır gerillası modelinden aldıktan iddia edilmişse de, aslında Latin Amerikalı gerillalann Talat Bey'in Ma­ kedonya modelinden esinlenmiş olmalan da mümkündür.)

Enver'in dağa çıkışı Selanik örgütüne bir de askeri eylem kanadı gerektiğini düşü­ nen Talat Bey'in aklına Manastır grubundan Enver geldi. Enver'in yöresinde, gözünü budaktan esirgemeyen bir avuç fe­ dai de vardı. Bu fedailer daha sonra birtakım silahlı eylemlere gi­ rişecekler, örneğin ilk iş olarak Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey'i yaralayacaklardı.

59

Bu eylem nasıl yapılnuştı? Nazım Bey, Yıldız Sarayı'nm Selanik'teki has adamıydı. Örgütü izlediğinden kuşku duyuluyordu. Bu adamı temizlemek lazımdı. Ne var ki, Enver'in ablası Hasene Bacı'yla evliydi. Midhat Şükrü, Enver'i bir köşeye çekti: - Bana bak Enver Bey, dedi. Enişten bizim için tehlikeli olma­ ya başladı. Arkadaşlarla görüştük, sana danışmadan harekete geçmek istemedik. Selanik Ordu Müşirliği'nde görevli genç Enver, hiç düşünme­ den yanıt verdi: - Evet, enişteme ben de fena halde bozuluyorum. Bana kalırsa bu gereksiz vücudu yok etmekte tereddüde gerek yok - Sen ne yapmamızı tavsiye edersin? Ablasını her akşam ağlattıktan sonra örgütün de anasını ağlatmaya hazırlanan enişte için, Enver'in bir planı vardı. - Bir plan uygularız, dedi. Midhat Şükrü sordu: - Nasıl bir plan? - Tek bir kurşun. - Güzel, ama bu işi kim üstlenecek? - Fedailerimiz ... Ben de yardımcı olurum. -

Aıa

.

- Yalnız acele etmemiz lazım. Eniştem yakında lstanbul'a gidiyor. Enver planı hazırladı. Ama uygulamada hedefe isabet olmadı.

Olaydan sonra Genel Sekreter Midhat Şükrü'ye şu raporu verdi? - Eniştemi evdeki açık pencerenin önüne getirdim, Mustafa Necib ateş etti ama gövdesi yerine bacağına nişan almış. Genel sekreter bu işe kızdı: - Tu Allah, keşke çift kurşun kullansaydınız, diye çıkıştı.

- Abdülkadir olsaydı, bu işi tek kurşunla hallederdi. Ama, kendisini bulamadık. Enver haklıydı. Abdülkadir, Yıldız'a hafiyelik eden Manastır müftüsünü Ko­ lombo Oteli önünde tek kurşunla yere seren adamdı. (İttihat Terakki'nin "tekçi" diye bilinen silahşörlerinden Abdül­ kadir, daha sonraları gazeteci temizleme işlerinde kullanılacaktı. İzmir Suikastı nedeniyle de asılacaktı. Atatürk, İzmir Suikastı sı­ rasında yakınlarına şöyle demişti: "Öldürme işini Abdülkadir'e vermiş olsalardı, şimdi yaşamıyordum.") Biz dönelim enişteye. Yani, Nazım Bey'in vuruluşuna. . . Olay-

60

dan sonra Enver'in içine kurt düşmüştü. Ne yapmalıydı? Talat akıl verdi: Dağa çıkmalıydı. Dağa çıktı. . . 3 temmuz 1908 günü d e Kolağası (Önyüzbaşı) Resneli Niya­ zi'nin kafası bozuldu. O da Enver gibi hürriyeti kollamak amacıy­ la bir başka yörede Ohri'de dağa çıktı. Niyazi'nin yanında, alay cephaneliğinden aldığı tüfekler ile yüz kadar adam vardı... Yüzba­ şı Enver ise dağa, Talat Bey' den 10 lira, Fethi Bey'den de bir adet dürbün alarak çıkmıştı. . . İki ekip sonra birleşti. O sırada bir garip gelişme oldu. Rumeli Demiryolu'nda çalışan

Avusturyalı memur ve işçiler karılarını, çocuklarını alıp Ohri yö­ resinde dağda piknik yapmaya karar verdiler.

Avusturyalıların dağa çıktığını haber alan Kosova' daki Arna­ vutlar da, "Avusturya bize hücuma geçiyor" sanısına kapıldılar.

Kosova'yı savunmak üzere silaha sarıldılar. Böylece 30 000 Arna­

vut da dağa çıktı. Haberi alan Babıfili telaşa kapıldı. . .

Örgütçü Talat, bu kargaşayı değerlendirmekte gecikmedi. Postacılıkta başladığı örgütçülüğü PTT yöntemleriyle eyle­ me soktu. Selanik'ten, Manastır'dan Babıali'yi telgraf yağmuru­ na tutturdu. Ahali adına çeşitli imzalarla çekilen telgraflarda dağa çıkanların isteğinin " Kanun-ı Esasi" ve "hürriyet" olduğu bildiriliyordu. Böylece "telgrafla ihtilal" yöntemleri de dünya ihtilaller litera­ türüne girmiş oldu. Saray, Batı'dan gelen bu telli bombardıman karşısında, olayı gözlemek üzere Manastır'a gönderilen Şemsi Paşa ve ardından gi­ den Tatar Osman Paşa'dan durumu öğrenmek istiyordu. Ancak PTT kanalları tek yönlü işlediği için haber alamıyordu. Paşaların akıbeti bir başka yoldan Abdülhamid'e ulaştı. Şemsi Paşa, Manastır'da alnına isabet eden bir kurşunla sizle­ re ömürdü. Tatar Osman Paşa da, Resneli Niyazi'nin çıktığı dağa kaldınl­ mıştı. Abdülhamid, üzerinde 33 yıllık toz biriken Midhat Paşa Kanun-ı Esasisi'ni raftan indirdi. Bir güzel tozunu aldı. - Ben bu işi yapmazsam galiba başkaları benim tozumu ala­ caklar, diye düşündü. Saray'a gelen telgrafları da, Heyet-i Vüke­ la'nın tetkiki için Sadrazam Kamil Paşa'ya gönderdi. Kamil Paşa, anılarında şöyle diyordu: - Kanun-ı Esasi'nin ilanından başka çare kalmamıştı. Ama, içi-

61

mizden bunu Sultan Abdülhamid'e hangi babayiğit önerecekti? Kfunil Paşa'nın imdadına Sultan Abdülhamid'in kendisi yetişti: - Ben, diye seslendi. Ben de esasen Kanun-ı Esasi'nin ilanı aleyhinde değilim. Anlaşılan ahali de böyle istiyor. Abdülhamid birdenbire "ahali"den yana çıkıyordu. Sonrası malum. Resneli Niyazi ile Enver'in dağdan inişleri . . . Zeybekli kuzu kı­ zartma gecelerinin sonu. . . Talat Bey ile Cemal Bey' in, Enver'i Se­ lanik istasyonunda karşılayışları. . . On binlerce kişinin "Hürriyet kahramanı Enver" diye tempo tutuşu . . . Ve Cemal Bey'in, faytona birlikte bindikleri Enver'in kulağına eğilip de: - Sen artık Napolyon oldun, deyişi. Enver'in de, sağ elini üniformasının sol göğüs hizasına sokarak: - Ne yapalım Cemalciğim, kaderde varsa, Napolyon da oluruz, yollu mütevazı yanıtı. . . Talat Bey, 1906'nın bir temmuz akşamında, Beş Çınar bahçe­ sinde Olimpos birası içerek Selanik gurubunu seyrederken olay­ ların bu denli hızla gelişeceğini doğrusu hiç düşünmemişti. Şimdi 1 913'ün ocak ayında, Vefa'da Emin Beşe Bey'in evindeki "ihtilal" önerisi reddedildikten sonra, sabah güneşinin doğuşunu beklerken, tüm bu olaylar sigarasının dumanlarıyla birlikte göz­ lerinin önünden geçiyordu. Saatine baktı. - Bu Napolyon da nerede kaldı? diye söylendi. ·

- Enver, hele bir gelsin, ikinci bir toplantıda mutlaka diğerleri de

ikna olur diye düşünüyordu. Kafaya Babıfili darbesini kovmuştu. Postacı kapıyı iki defa çalardı. Talat da postacı değil miydi? O sırada kapı çaldı. Hem de iki defa. . . Pencereden aşağıya doğru seslendi: - Posta mı? - Hayır, sütçü, dedi aşağıdaki ses. Gelen Enver'di. Yetişemediği toplantının sonucunu Talat'ın bozuk yüz ifadesin­ den anlamıştı. Kısa bir yorum yaptı: - Bu sütü bozuk heriflerle, değil Babıfili'yi, Kör Yonyo'nun meyhanesini bile basamayız. Hele o Fethi yok mu, sanki, Musta­ fa Kemal'in 1909 kongresindeki kopyası. Ziya Gökalp'e de bindirdi. Bir zamanlar Talat Bey için yazdığı dörtlüğü hatırlattı:

62

Sen candan birleştiren bir ruhsun Vicdanını sende görür cemiyet Necat teknesidir, sen Nuh'sun Sen olmazsan öksüz kalır bu millet.

Sonra taktiği verdi: - Boş verelim, Fethi ile Ziya'ya. Onlar binmese bile tekne-i cidara, biz gene ulaşırız menzil-i iktidara. . . - Sende şair ruh u varnuş, dedi Talat. Enver bir kahve rica etti:

- Şekersiz olsun. . . Kahvesini höpürdetirken, Babıfili Baskını için derhal ikinci bir toplantı önerdi: - Fethi Bey'siz olsun.

. . . Ve ihtilal karan İkinci on birler toplantısı, bu kez Fethi Bey yerine Enver Bey'in liberoluğunda, gene Emin Beşe'nin Vefa'daki evinde yapıl­ dı. llk sözü Enver aldı. - Arkadaşlar, dedi, geçen seferki toplantınızda verdiğiniz ka­ rardan haberdar oldum. Doğrusu hayretler içinde kaldım. Bin türlü bahane ileri sürüp, Kamil Paşa hükümetine ilişmeyi doğru bulmamışsınız. Nedir yani Kamil Paşa? Bir yerinde boncuk mu var? İhtilalden önce Abdülhamid yönetiminde sadrazam, ihtilal­ den sonra İttihat Terakki döneminde gene sadrazam. Bütün ma­ rifeti, İngiltere'nin adamı olması. Lakabı da zaten İngiliz Kamil Paşa. . . Şimdi hepinize sormak istiyorum. Şayet ülkenin geleceği­ ni, bütünlüğünü bu hükümetin kurtaracağına inanıyorsanız, bun­ dan eminseniz, mesele yok O zaman burada toplanıp boşuna ha­ vanda su dövmeyelim. Dağılıp görevlerimizin başına dönelim. Yok bu hükümet ülkeyi selamete çıkaracak durumda değildir di­ ye düşünüyorsanız, o zaman birtakım tereddütler içinde bocala­ yıp vakit kaybetmeyelim. Derhal çaresine bakalım ve hükümeti devirelim. Şimdi soruyorum, bu hükümete güveniyor musunuz? Önce teker teker, sonra hep bir ağızdan sesler yükselmeye başladı: - Hayır güvenemiyoruz. - Katiyen. - Asla ve kat'a. - Kamil Paşa'yla helaya bile gidilmez!

63

- Olsa olsa İngiltere'ye gidilir. . . Enver Bey hedefe yaklaşıyordu: - O halde ne duruyorsunuz? Yarından tezi yok kollan sıvamalıyız. Bir ses duyuldu: - İyi ama bu işi kim yapacak? - Anlayamadım. . . - Yani hükümeti kim devirecek demek istiyorum . . . - Ben. . . Ben v e bana yardımcı olacak altmış kadar arkadaş oldu mu, gerisine karışmayın. Daha önceki toplantıda Talat Bey'in fikrine karşı olanlar Enver Bey'in kararlılığı karşısında şimdi fikirlerini değiştirmişlerdi. Darbe kararı oybirliğiyle alındı. Ekmek, Kuran ve bayrağa el basıldı. Enver, daha önce Talat'la tasarladığı plan hakkında kısaca bil­ gi verdi. "Meşrutiyet'i kurtarma ve kollama operasyonu", yani Babıfili Baskını şöyle yürütülecekti: Kara Kemal postaneyi ele geçirecek, ekibi Babıfili civarındaki kahvelere dağılacak, Enver Bey, talimden geliyormuş gibi, bir at üzerinde Babıfili'ye doğru inecekti. Kahvedekilerin oluşturduğu kalabalığa meraklılar da katılacaktı ve Enver Bey attan inip, fedai arkadaşlarıyla birlikte Babıfili'yi basıp Sadrazam Kamil Paşa'dan istifasuu alacaktı. Muhafız birliğini ayarlamak kendisinin işiydi. Peki yeni sadrazam kim olacaktı? İsim üzerinde fazla tartışma çıkmadı: Yedi ay önce harbiye nazırlığından indirdikleri Mahmud Şev­ ket Paşa! İttihat Terakki, Talat ve Enver'in, Mahmud Şevket Pa­ şa'ya karşı bu eski tutumu nedeniyle eleştirilere uğramıştı. Hata­ dan dönmek faziletti. Üstelik Mahmud Şevket Paşa da Edime'nin geri alınmasından yanaydı. Kendisine haberi son anda İsmail Hakkı Albay verecekti. Operasyonun gün ve saati de saptandı: 10 kanunusani 1328. Yani 23 ocak 1913. Perşembe, saat 1 5. O saatte Babıfili' de barış antlaşmasına ilişkin nota görüşülece­ ği için tüm kabine toplantı halinde olacak1.ı. Bundan daha güzel

fırsat bulw1rnazdı.

Son rötuşlar, ihtilal karagfilu olarak ::>aptanan Nuruosmani­

ye'deki İttihat Terakki Menzil Müfettişliği'nde Cemal Bey'in oda­ sında gözden geçirilecekti. Saat 13'te Menzil Müfettişliği'nde bu­ luşmak üzere dağılındı. Herkes birbiriyle kucaklaşıyordu: - Vatan sağ olsun, arkadaşlar. - Vatan sağ olsun.

64

Bir fotoğraf Vatanı batmaktan kurtannaya karar veren ve bu uğurda Sela­ nik dağlarına çıkan Enver Bey, bu işte de Selanik deneyimlerin­ den geçmiş bir avuç fedaisine güveniyordu. Fedailer, İttihat Terakki'nin silahşorları olarak tanınıyorlar­ dı. Gözlerini budaktan esirgemeyen, kalıplarına sığmayan, ma­ kam ve rütbe düşünmeyen bir avuç maceraperest yurtseverden oluşuyordu Aralarında kimler vardı? Örneğin, Yüzbaşı Halil. Gerçi omuzlarındaki yıldızlar Binbaşı Enver'inkinden azdı ama Halil Bey, Enver'in amcası olurdu. Gizli örgüte de Enver'den önce girmişti. Halil Bey, Hürriyet'in ilanından sonra da kendilerini yayların­ dan fırlayan birer ok gibi gören öteki silahşorlarla birlikte çeşitli maceralar peşinde koşacaktı. Örneğin, Makedonya ve İstan­ bul' da ihtilalsizlikten sıkılınca, İran'da şahı devirip, meşrutiyet ilan etmeyi amaçlayan bir ihtilal denemesinin peşinde . . . Üç ciltlik Enver Paşa biyografisinin yazarı Şevket Süreyya Ay­ demir'in koleksiyonunda, Halil Bey ve diğer İttihat Terakki silah­ şorlarının İran'daki ihtilal macerası dönüşü Trabzon'da çekilmiş bir grup fotoğrafları vardır. Bu soluk fotoğrafta silahşorlar kendilerine özel bir kıyafet seç­ mişlerdir. Ne asker, ne çeteci kıyafeti. Elde mavzer, belde taban­ ca, başta külah, daima ateşe hazır vaziyette bir grup kurtarıcı. Meşrutiyeti kollama ve kurtarma yolunda ant içer gibi el ele verenlerden sağda oturan Ömer Naci'dir. Ömer Naci askerdir. Da­ ha Manastır Askeri Lisesi'nde İttihatçılara Namık Kemal'in şiirle­ rini gizlice veren, "vatan, millet, Edirne" fikirlerini aşılayan odur. İttihat Terakki'nin en ateşli hatibidir. Ömrü macera içinde geçer. Nitekim Birinci Dünya Savaşı'nda Irak'ta, İran' da ve Hindistan' da ihtilal yolları ararken, yollarda hastalıktan ölecektir. Ömer Naci'nin yanındaki diğer sakallı, ozan Mehmed Emin'dir (Yurdakul). O da kalpağına bir ay işaretlemiştir resimde. Sonra ünlü silahşor Abdülkadir. Yıldızı Manastır müftüsünü tek kurşunla yere serdiği an parlamıştır. Meşrutiyet'ten sonra İttihat Terakki'ye karşı yazı yazan gazetecilerden ikisinin katilinin de o ol­ duğu ileri sürülür. 1925'te Atatürk'e İzmir'de suikasttan hüküm gi­ yecek ve maceracı yaşanu bir idam ilrniğinde düğünllenecektir. Abdülkadir'in yanı başındaki Yakub Cemil ise, Enver Bey'in baş fedaisidir. İttihat Terakki döneminin tüm eylenllerine, adını, namlu­ sundan çıkan kurşuıllarla yazdıran Yakub Cemil, aslında bir silah-

65

şorun dramını simgeleyecek, Babıfili Baskım'nda Harbiye Nazın N3zım Paşa'yı öldürüp, "ihtilali bizzat yapağı" fakat kendisinden bir yarbay rütbesinin bile esirgendiği gerekçesiyle, en sevdiği amirleri­ ne karşı darbe maceraları peşinde koşacaktJr. Ömrü cepheden cep­ heye geçtiği için barışta bile cephe arayan Yakub Cemil, ne gariptir ki, Birinci Dünya Savaşı döneminin tek "barış örgütü" sanığı olarak hüküm giyip, siyaset meydanında kurşuna dizilerek ömrünü nokta­ layacaktJr. (Bu konuya ileride değineceğiz.) Trabzon'da çekilen silik fotoğraftaki diğer yüzler; Yakub Ce­ mil'in yanında Sapancalı Hakkı, Enver Bey'in yaveri İzmitli Müm­ taz, Yenibahçeli Şükrü, Erzurumlu Dadaş Salim, Kuşçubaşıoğlu

Çerkez Eşref ve kardeşi Sami'dir. Onların da sonu Atatürk'e su­ ikast teşebbüsü gerekçesiyle idam sehpasıdır. Onlar İttihat Terakki örgütünün, daha ilk kuruluşunda yarattı­ ğı "silahlı eylem grubu"nun öncü militanlarıdır. Enver Bey, kendi silahşorlarına sürekli maceralı işler yaratmak zorunda kalmıştJr. lran'da, Hindistan'da, Orta Asya'da karışıklık çı­ karmak, ihtilaller yaptJrmak, İslam dünyasını ayaklandınnak gibi. Süleyman Askeri Bey'in başkanlığında kurulan "Teşkilat-ı Mahsu­

sa" bir istihbarat örgütünden ziyade, bu silahşorların yönetiminde

yurt sınırlan dışında gerilla savaşları çıkarmak amacıyla kurulmuş bir örgüttür. Enver Bey tarafından organize edilmiştir. İslam ülkelerinde gerilla ihtilalleri fikrini, Kazım Karabekir de, anılarında anlatır. Örneğin, Enver'in amcası Halil, Kafkasya'yı ayaklandıracak, Ömer Naci, Tebriz'i işgal edecektir. Rauf Orbay, İran' da ihtilaller yolunu açarak Afganistan ve Hindistan'ı hallede­ cektir. Tabii bütün bu operasyonlar Enver Paşa'nın haritaları üze­ rinde kalmıştır. Kazım Karabekir'e de benzer bir görev verilecek­ tir. Sözü kendisine bırakalım: Enver Paşa benden büyük ölçüde bir İran haritası istedi. Tahran üze­ rine şahadetpannağıyla birkaç kez, tık tık vurdu. Sonra söze başladı: - Kazım, biliyor musun ne düşünüyorum? Düşünmek değil yap­ mak istiyorum; bir tümen askerle en kısa yoldan Tahran'ı işgal etme­ li. İran'ı böylece Rus nüfuzundan kurtardıktan sonra, İran'da olduğu gibi, Türkistan, Afganistan ve Hindistan' da Rus ve İngilizler aleyhine eylemler yapmalı. Başka bir tümenle de Tebriz üzerinden Dağıstan'a yürüyerek Kafkas İslam memleketlerini harekete geçirmeli. Böylece Rus ordusunu geriden vurmalı. Bu tümene bizim Halil'i uygun görü­ yorum. Fakat Tahran'a gidip Hindistan'la, Afganistan'la, Türkistan'la uğraşacak biri lazım.

66

Kazım Karabekir derhal hazır ola geçecektir: - Emredin, ben bu işe hazırım. Karabekir, ciddi midir, gırgır mı geçmektedir, orası pek belli değildir ama Enver, ciddidir. Harita üzerinde şahadetparrnağıyla lran'ı gösterip, "En kısa yoldan bir tümen Tebriz"e dediği yerin ls­ tanbul'a uzaklığı 2 500 kilometreciktir. "Sen bi koşu Afganistan'a geçip Hayber üzerinden Hindistan'a uğra" dediği yer de 5 400 kilometrecik. Ve o bölgelerde ne yol var­ dır, ne iz . . . Ama o Enver ki, daha Selanik istasyonundaki faytonun üzerin­ de Napolyonluğu kabullenmiştir, Hayber geçidi halt etmiştir. Ger­ çi Napolyon'un kılıcı, lran'a, Hindistan'a değil, Paris'e bile pek uzak olmayan Waterloo'da yere inmiştir ama, Enver Paşa harita­ nın önünde başka türlü düşünmektedir. Sarıkanuş bozgunundan kısa bir süre önce yapılan bu konuşmaları ciddiye almayanlar arasında, elbette aklı başında bazı subaylar da vardır. Örneğin Hindistan'da ihtilal yapmakla görevlendirilmek istenen Mustafa Kemal, Enver ve Talat'ın bu önerilerini nasıl reddettiğini Falih Rıfkı Atay'a şöyle anlatır: Enver Paşa, bana Hindistan'a doğru sefer yapmak isteyip isteme­ diğimi sordu. Emrime de üç alay verecekti, İran'dan halkı ayaklandı­ ra ayaklandıra Hindistan'a kadar gidecektim. "Ben o kadar kahraman değilim" dedim. Talat Paşa, niçin bu görevi kabul etmediğimi sordu­ ğu zaman da, haritayı gösterdim. "Üç alaya ne gerek var, tek kişi gön­ derin yeter" dedim. Talat Paşa, "Bu fedailiği üstüne almalıydın" diye üsteleyince daya­ namadım. "Eğer böyle bir şeye imkan olsaydı, sizin emrinizi bekle­ mez kendim gider, Hindistan'ı fetheder ve imparator olurdum" ceva­ bını verdim. 6

Birinci Dünya Savaşı sırasında vatanı kollama ve kurtarma planlarına ilişkin bu konuşmalar Enver Bey'in "paşalık" dönemi­ ne rastlar. Oysa bizim öykümüzün buraya kadarki bölümünde Enver, daha ne paşa olmuştur, ne de harbiye nazın. Bu nedenle şimdilik önünde Asya haritası verine, bir peçete kağıdına çizili "Babıali krokisi" bulunmaktadır. Orta Asya'dan önce Babıali'den geçecektir. Bu geçişin planla­ nm da az önce sözünü ettiğimiz silahşor fedaileriyle birlikte, Nu­ ruosmaniye'deki Menzil Müfettişliği binasında son kez gözden geçirir: 6.

Falih Rıfkı Atay, Çankaya s.

87.

67

- Kara Kemal, sen postaneye. İsmail Hakkı, sen Üsküdar'da Mahmud Şevket Paşa'nın konağına. Sapancalı Hakkı, sen Talat Bey'le Meserret Kahvesi'ne . . . Ömer Naci, sen Nafıa Nezareti ba­ samaklanna. Yakub, sen de koş bana bir kır at bul. Nallan sağlam olsun, dışarda yağmur yağıyor. Ondan sonra, Babıfili'den geçiş, içeriye giriş. Kamil Paşa'yı de­ viriş, yerine Mahmud Şevket Paşa'yı geçiriş . . . Özetle kansız planlanıp az pişmiş bonfile gibi hafif kanlı biten bir ihtilal . . . İttihat Terakki'den son bir darbe ya da "Meşrutiyet'i kollama, koruma ve kurtarma harekatı". Burunsuz Tevfık'in Meserret Kahvesi'ndeki tavla oyununda ol­ duğu gibi, zar "seyek" de gelse, maksat dübeş kapısını alabilmek. Babıfili'den de böyle geçilmişti ve 23 ocak 1 9 1 3 günü, saatlerin alafranga 1 5'i gösterdiği sırada, "en büyük kapı" namlu zoruyla alınmıştı . . . Babıfili Baskını'na karşı tek çatlak ses, Bolayır cephesinden geldi. İki kurmay binbaşı, Mustafa Kemal ile Fethi Bey, 1 şubat 1 9 13'te Başkomutanlık'a gönderdikleri raporda, bu olayı kınadık­ lannı, darbeyi yapan sorumlulann cezalandırılmak yerine ödül­ lendirilmiş olmasını yadırgadıklannı bildirdiler. Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal'in yolu, Binbaşı Enver ve yandaşlarıyla, İkinci Meşrutiyet'in ilanından bir süre sonra ayrılmıştı. . . Arkadaşı Fethi Bey'e şöyle diyordu o zamanlar: - Geceler, çok şeylere gebe, ufukta tehlikeli bulutlar görüyo­ rum. Ordu kışlasına, siyasetçi siyaset sahnesine dönmezse, her şey mahvolur. Halbuki bizimkiler. . .

İkinci bölüm Bir karşı darbe girişimi: Mahmud Şevket Paşa'ya suikast

29 mayıs 1913. Yeni sadrazam Mahmud Şevket Paşa her zamanki gibi Harbiye Nezareti'nden Babıfili'ye gitmek üzere makam arabasına bindi. Solunda Başyaver Eşref, karşısında Bahriye Yaveri İbrahim beyler oturuyordu. Paşanın arabası, Beyazıt Meydanı'nı geçti, tam Çarşıkapı'ya sa­ pacağı sırada Fatma Sultan Çeşmesi'nde trafik tıkandı. Bu sırada, yolun üstüne, önde tabut, bir de cenaze alayı çıktı. Makam şoförü, sağında oturan sadrazamın uşağı Kasım Ağa'ya: - Buyrun cenaze namazına, diye mınldanıyordu ki, bir cayırtı koptu. Başyaver Eşref: - Galiba motor bozuldu, diye dışarı fırlarken, Bahriyeli İbra­ him'in kanlar içinde oturduğu koltuğa yıkıldığını gördü. Silahına davrandı. Yıkık bir duvar üzerinden üzerlerine doğru sürekli ateş ediliyordu. Öndeki arabayı siper alan san pardösülü biri de çaprazlama ateşe katılmış, sadrazamın arabası delik deşik olmuştu.

31 Mart'ın Hareket Ordusu komutanı Mahmud Şevket Paşa'da hareket yoktu. Dört ay önce Babıfili Baskını akşamı başbakanlık görevini dev­ rederken ne demişti devrilen Kamil Paşa: - İnşallah sonunuz benimkisi gibi olmaz! Kamil Paşa, iki satırlık bir muhtırayla boşaltmıştı koltuğunu. Mahmud Şevket Paşa ise, sokak ortasında kimliği belirsiz kişiler tarafından açılan bir yaylım ateşle. Bu, çılgınca bir suikast mıydı? Yoksa planlı bir karşı darbe mi?

69

Sıkıyönetim komutanı sayılan İstanbul Muhafız Komutanı Ce­ mal Bey'e göre "darbe"nin başlangıcıydı. Nitekim, komutan o sabah Harbiye Nezareti'nde Mahmud Şev­ ket Paşa ile yaverlerini uyarmıştı: - Bugünlerde bazı darbe ve suikast teşebbüslerinden bahso­ lunmakta, yarın ya da öbür gün bunu önlemek maksadıyla biraz tevkifata girişeceğim. Asayiş açısından tedbir alınmıştır, lakin siz de biraz temkinli olsanız iyi olur. Cemal Bey, o günlerde bir karşı darbe hazırlığı olduğunu, hat­ ta eski sadrazam İngilizci Kamil Paşa'nın özel olarak Mısır' dan ls­ tanbul'a getirildiğini, adı gibi biliyordu. Mahmud Şevket Paşa'ya bu konuda şunları da söylemişti: Sizi temin ederim ki, paşa hazretleri, Kfunil Paşa sizin cenazenize basarak makamınıza oturmak maksadıyla lstanbul'a getirilmiştir. 7

Mahmud Şevket Paşa: - Adam sen de, diye geçiştirmişti, iş olacağına varır. Ne yapa­ lım? El-hükmü lllah! Nuruosmaniye . . . İttihat Terakki Merkezi. Genel Başkan Talat Bey'in başkanlığında sabahın erken saatle­ rinden itibaren memleketin genel durumu tartışılıyordu. Parti, Babıfili Baskını'yla en nihayet iktidara gelmiş, ancak aradan dört ay geçmesine rağmen hiçbir şey yapılamamıştı. Reformlar bir ya­ na, Babıfili Baskını'nın gerekçesi olan, "Edirne" bile geri alınama­ dığı gibi, şimdi muhalifler partiyi, tüm Trakya'yı düşmana bırak­ makla suçluyorlardı. Kömür gene yoktu. Ekmekler hfila kömür rengindeydi. Enflasyon almış yürümüştü. Borçlar birikmişti. İkti­ darda tutunabilmenin çareleri araştırılmalıydı. Talat Bey kime danışacağını kestiremiyordu. Gerçi o dönemde IMF olmasa bile, aynı işlevi Düyun-ı Umumiye adlı kuruluş yürü­ tüyordu; ama Düvel-i Muazzama denilen büyük devletler, İttihat­ çılara pek de sevecen bakmıyorlardı. Özellikle "Almancı" diye belledikleri Enver ve ekibinin, "İngiliz Kamil Paşa" hükümetini devirmelerinden sonra bu işe fena halde bozulmuşlardı. Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, Avam Kamarası'nda İttihatçılara ver­ yansın ediyordu. Bakana göre: "Edirne'ye yeniden göz diken Türkler, bu gidişle sadece Rume7. Cemal Paşa. Hatıra/ar,

s.

43.

70

li'deki topraklanndan değil, lstanbul'dan da olacaklardı ... " İngiltere İttihatçı hükümet üzerinde ekonomik kıskaç yöntem­

lerine de başvuruyordu. Örneğin, devletin en imtiyazlı bankası

Osmanlı Bankası, hükümete 500 000 altın lira gibi mütevazı bir

borç avansına bile "hayır" demişti! Kapı hızla açıldı, içeri giren sekreter, soluk soluğa haberi yetiştirdi:

- Sadrazamı VllITilUŞlar, Polis Müdürlüğü'nden telefon ediyorlar.

Talat Bey irkilerek sordu: - Kim vurmuş?

Sonra hiç istifini bozmadan telefonu kaldırdı. Sadrazamın ölüm haberini aldı. Yüzleri sapsan kesilmiş sessiz topluluğa döndü: - Arkadaşlar, dedi, unutmayınız ki, bazı olaylar var, hayır getirir. Her şerde bir hayır vardır, derler. Yeise ve telaşa kapılmayın. Kendisi için sık sık söylediği bir sözü de tekrarladı: - Su testisi su yolunda kınlır. Talat Bey'in parti içi muhalifleri homurdanarak aralarında ye­ ni bir soru işaretini fısıldamaya başladılar: Acaba Talat yeni bir komplonun mu içinde? İttihat Terakki'nin başa getirdiği bir sadrazama karşı girişilen komploda İttihat Terakki başının parmağını arayan "kuşkucular" grubu, şöyle düşünüyordu: Gerçi Mahmud Şevket Paşa'yı, harbiye nazırlığından düşür­ düğü gibi sadrazamlığa getiren de Talat'tı. Ancak Mahmud Şev­ ket Paşa, Talat'a ve İttihat Terakki'nin hızlı elemanlarına kabi­ nede görev vermemekte ısrar ediyor, parti liderinin sözlerine de pek kulak asmıyordu. Ayrıca Mahmud Şevket, neden harbi­ ye nazırlığından kaydırılmıştı? Çünkü, taaa 1908'den beri paşa­ nın bir arzusu vardı: Orduyu kışlasına döndürmek. "Zabitlerin politikayla iştigal etmelerini, mitinglere katılmamalarını, nutuk irat etmek yerine hiyerarşiye riayet etmelerini" isteyen ve or­ duya bu yolda "tamimler" yayımlayan o idi. Ordunun hiçbir partiye bağlı olmadığını duyuran, Meşrutiyet'in kurulmasıyla birlikte ordu-İttihat Terakki ilişkilerini kestiğini ilan eden gene oydu. Askerin seçilmesini önleyen tasarıyı da, Mahmud Şevket hazırlamıştı. Gerçekten de Meşrutiyet döneminin bu en önemli devlet ada­ mı şöyle düşünüyordu: - Ordunun bir devleti yıkılmaktan kurtarması bir onurdur. Meşrutiyet, İttihat Terakki ile ordunun ortak çabalan sonucu ilan

71

edilmiştir. Fakat ondan sonra orduyu daldığı siyasetten kurtar­ mak gerekir. Bu yoldaki bir yasa, memleketi kurtaracak yasaların en önemlisidir. Hatta Anayasa'dan da önemlidir. 1912 Meclis tutanaklarındaki bu konuşmanın en çok İttihat Te­ rakki'yi etkileyeceği doğaldı. Çünkü parti, orduya dayanıyordu. Harbiye nazın buna rağmen Meclis kürsüsünden sesleniyordu. Tutanakları izleyelim: Mahmud Şevket Paşa: Fırkalar, ordudan ellerini çelaneli. Fuad Paşa: Bir fırka. Mahmud Şevket: Fırkalar diyorum, dikkat buyrun. Fuad Paşa: Başka fırka yok ki? Mahmud Şevket: Zat-ı devletleriniz de bir fırka reisisiniz paşa hazretleri. Ben öyle biliyorum. Umum fırkalar ellerini ordudan çek­ meli. Çekindiğim yok, kimseden. Bir fırka da olsa, ona da aynı şekil­ de hitap ederim. Elini ordudan çelaneyen fırkanın elini vurmalı. ("Pek doğru" sesleri. )

Ne var ki, eline vurulan, İttihat Terakki Fırkası değil, Mah­ mud Şevket Paşa olmuş, düşlediği "memleketi kurtaracak re­ form yasasını" çıkartamadan, harbiye nazırlığından istifa etti­ rilmişti. . . Bunu yapanlar da ittihat Terakki'nin lider kadrosuydu. . . B u ne­ denle suikast haberi duyulunca gerek parti merkezindeki Ta­ lat'ın, gerekse Kumburgaz'daki birliğinden lstanbul'a hareket eden Enver'in yüz ifadelerindeki üzüntü işaretleri, "timsahın göz­ yaşları"na benzetildi. Oysa muhalif kanadın bu değerlendirmeleri haksızdır. Malunud Şevket Paşa suikastı ardındaki komplonun, gerçekte, başta Talat Bey olmak üzere şimdiki İttihat Terakki yönetici eki­ bine yönelik olduğu kısa zamanda ortaya çıkartıldı. Merkez Komutanı Cemal Bey, önce Babıfili kahvelerinde söy­ lenti çıkartanları sıkıyönetime toplattırdı. Sonra da muhalefet üzerine geniş çapta bir Balyoz Harekatı başlattı. 8 Artık, suikastın uygulayıcıları ile perde arkasındakilere yöne­ lebilirdi. Suikastçıların, Topal Tevfik dışındaki elemanları olaydan he8. Bu arada tutuklananlar arasında Sayıştay denetçisi bir başka Şevket Paşa da vardı ki, bu alaylı paşanın tek suçu Almanlardan alınan top dürbünleri bedelinin, şimdiki "Fak­ Fuk-Fon" yerine geçerli olan "Savaş Yetimleri Fonu"ndan ödenmesine onay vermeyi­ Şİ)di. Suikasttan dört gün önce, bu nedenle Mahmud Şevket Paşa'yla tartışan Şevket Pa­ şa da Cemal Bey tarafından Sinop'a sürüldü.

72

men sonra sırra kadem basmışlardı. Ancak yıkık duvar üzerinden ateş ettikten sonra köşedeki bir hanın erkeklere mahsus tuvale­ tine sığınan Topal Tevfik orada yakalanmıştı. Topal Tevfik, tam def-i hacet sırasında yakayı ele vermiş, Mer­ kez Komutanlığı'nda ufak bir falaka seansından sonra da ağzını açmıştı: Arabanın içindekiler ayaktakımındandı: Ziya, Nazmi, Bahriye­ li Şevki, Abdurrahman ve elebaşı Yüzbaşı Kazım . . . Perde arka­ sında daha kodamanlar da olabilirdi. Ama Topal, bunları bilmi­ yordu. Yüzbaşı Çerkez Kazım, bilebilirdi. Kendi bildiği ise, eğer paçayı kurtarsalardı, başta Talat Bey olmak üzere birtakım İtti­ hatçı önderlerini temizlemekle görevli olduklarıydı. Ondan son­ ra Hurşid Paşa sadrazam yapılacak ve İttihatçıların tümü temiz­ letilecekti. Suikast arabasını kullanan Adurrahman 18 yaşında bir Galata­ saray Lisesi öğrencisiydi. Selanik'te Resneli Niyazi'yi gözlemek­ le görevlendirilen Çerkez Hacı Nazmi Paşa'nın oğluydu. Çerkez Hacı Nazmi Paşa, bu gözleme sırasında İttihatçılara göz yum­ muş, hatta onlarla işbirliği yapmıştı. Ama Meşrutiyet'in ilanın­ dan sonra ödüllendirilme beklerken rütbesi alınıp Yemen'e sü­ rülmüştü. Oğlu Abdurrahman, babasının bu ıstırabını unutma­ mış, İttihatçılardan öç almayı kafaya koymuştu. Yüzbaşı Çerkez Kazım'la Beyoğlu'nda bir rastlantı sonucu tanışınca suikast ör­ gütüne girmişti. . . Olaydan sonra da Sakız Adası yoluyla Avru­ pa'ya kapağı atmıştı. Ziya ise sabıkalı bir lümpendi. Reji İdaresi'nde bir gümrük kol­ culuğu vaadi almış fakat sabıkalı olduğu öğrenilince müdür ken­ disine görev vermemişti. O da kızıp, Beyoğlu'nda bir kumarhane­ de tanıştığı Yüzbaşı Çerkez Kazım'ın ekibine katılmıştı. Olaydan sonra kaçmayı başarmıştı ama "Nasıl olsa asılacağım, bari gidip bu gümrük-tekel müdürünü kendimden önce ahirete göndere­ yim" demişti. Evden çıkınca da fikrini değiştirip Gümrük Müdür­ lüğü yerine Polis Müdürlüğü'ne gitmiş, teslim olmuştu. İşler sar­ pa sarmasaydı, kendisine verilen görev gereği Selanik Mebusu Emmanuel Karasu Efendi'yi öldürecekti. - Ne yapalım, diyordu, ben kumarbazın biriyim, şansıma joker yerine maça papazı çıktı ! Hakkı da Ziya gibi kumarbazın biriydi. Üstelik kartlarını açık oynayan bir kumarbaz. Suikasttan sonra Yüzbaşı Kazım'la arka­ daşlarının saklandıklan Beyoğlu Pire Mehmet Sokağı'ndaki eve yiyecek taşıyordu. Galata Köprüsü'nde polise yakalandı. Merkez

73

Komutanlığı'na gideceğini fark edince şöyle düşündü: - Nasıl olsa beni orada konuştururlar. Falakaya dayanamam. Bari şu Kiızım'la arkadaşlarına haber salsam da, toz olsunlar. Kendisini yakalayan polis memuruna: - Eve gidip yemenilerimle çamaşırlarımı alayım, dedi. Polis numarayı yutmanuştı ama, "örgüt evi"ni bulma fırsatını kaçırmamak için: - Peki, demişti. Birlikte gidelim. Hakkı'nın Pire Mehmet Sokağı'ndaki 1 numaralı eve girip, ye­ menisini, çıkınını almadan çıkması, polisin kuşkusunu artırmıştı. Böylece örgüt evi bir rastlantı sonucu saptanmış, iki saat için­ de ablukaya alınmıştı. Pire Mehmet Sokağı'ndaki örgüt evini bir İngiliz kadın kumar­ hane olarak işletiyordu. Demek ki, çoğu kumarbaz olan darbeciler, Mahmud Şevket Pa­ şa'ya darbeyi kumar masasında tezgfilılamışlardı.

Cemal Bey, suikastta İngiliz parmağı buluyor Evi saran Babıfili Jandarma Kuvvetleri Muhafız Komutanı Y üz­ başı Mehmed Ali ile Yaver Hilmi "içeri kim girecek" diye araların­

da yazı-tura atmaya karar verirken kapıya bir madam çıkıp, caz­ gırlığa başladı:

- Bu ev yabancı mülkiyetindir, İngiliz Konsolosluğu'ndan izin almadan giremezsiniz. Jandarma ve polisler apıştılar. Öyle ya, memlekette Anayasa vardı. Anayasa, sadece yabancılar için de olsa "konut dokunulmazlığı" diye bir hüküm getirmişti. GörevWer Anayasa'ya uydular. İngiliz Sefareti'ne başvurdular. Bu kez İngiliz bürokrasisine çarptılar. Gerçi İngilizlerin oldum olası bir yazılı anayasaları yoktu ama, belli ki, bürokratik yasala­

rı anayasa yerine geçiyordu. Aradan yirmi dört saat geçtiği halde

izin çıkmamıştı. Komiser Samuel Efendi dayanamadı:

- Bu müddet zarfında, kraliçenin huzuruna bile vize alınır, di­ ye söylendi. Resneli Y üzbaşı Mehmed Ali de, Beyoğlu Karakolu'ndan mer­ kez komutanını arayıp durumu bildirdi. Komutan Cemal Bey: - İşte, dedi, tahmin ettiğim gibi, bu işin ardında İngiliz parma­ ğı var. Satmışım Anayasa'yı da, babayasayı da, kınn ulan kapıyı! Hiç mi kumarhane baskını yapmadınız?

74

Cemal Bey, suikast ve darbe planının ardındaki İngiliz parma­ ğından öteden beri kuşkulanıyordu. 3 1 Mart gerici ayaklanmasın­ da olduğu gibi. Bu konuda kendisine daha önce gelen raporlara göre, tetik çekenlerden Yüzbaşı Çerkez Kazım ile Topal Tevfik o sırada Paris'te bulunan ve bir Mısır prensesiyle evli olan Şerif Pa­ şa'yla temas etmişlerdi. Diğer yandan da Saray damatlarından Sa­ lih Paşa aracılığıyla İngilizlerden maddi destek görmüşlerdi. Üs­ tüne üstlük, İngiliz Sefareti tercümanı ajan Fritz Maurice ile Bin­ başı Tryler'in suikasttan bir hafta önce Köstence'den gelişlerini hafıyelerine izletmişti. Hafiyeler bu iki İngiliz gizli servis üyesinin yanında Yüzbaşı Çerkez Kazım'ı da görmüşlerdi. Bir de bildiri ele geçirilmişti suikasttan önce: "Bir tabur serseriyle idare olunan hükümeti devirmeye karar verdik" diye başlayan bildiri, "Düvel-i Muazzama'ya bağlıyız. İhti­ lal Komitesi" cümlesiyle son buluyordu. 9

Ne demekti "Düvel-i Muazzama'ya bağlıyız"? O zaman NATO ve CENTO olmadığına göre, düpedüz limanda

askeri gemileri bulunan İngilizlere bağlıyız demekti bu. Merkez Komutanı Yarbay Cemal Bey: - Ben size Düvel-i Muazzama'yı gösteririm ulan kumarbazlar, diye gürledi. Yakalarsam hepinizi İngiliz sicimiyle asarım. Ve Pire Mehmet Sokağı'ndaki operasyon timine kesin buyruk verdi: - Kırın kapıyı. . . Resneli Yüzbaşı Mehmed Ali, ihtilalci Çerkez yüzbaşı Kazım'ın

içerdeki şürekasını yakalamak için Pire Mehmet Sokağı'ndaki kapıya bir deve tepiği attı.

- Tanrı kraliçeyi korusun, diyerek içeri dalmak istedi ki, o anda yukarıdan şiddetli bir kurşun yağmuruna tutuldu. Telaşla, "Koruma istiyorum" anlamına: - Şemsiyeee, diye bağırdı. . . Yanı başındaki polis memuru Şemsi, ilk kurşun yarasıyla yere serildi. Samuel Efendi de bacağından vurulmuştu. Yaver Hilmi'ye baktı, o da cansız yerde yatıyordu. Bu kez: - Takviyeee, diye bağırdı. Takviye de işe yaramamıştı. Pire Mehmet Sokağı Trablusgarp cephesine döndüğü halde, içerdekiler dışardakilerin, "Oğlum Ka9. Bildiri, yabancı elçiliklerin karaya bahriye askeri çıkartmasını da öneriyordu. Şöyle: "Asayişin muhafazası için, sefirlerin karaya asakir-i bahriye ihracını emretmeleri, gerek Avrupa ve gerekse umumun menfaatleri iktizasındandır ... "

75

zım, nene lazım" çağnlanna, "Sıkıysa gelip teslim alın" yollu ya­ nıtlarla, kurşun yağdınyorlardı. Merkez Komutanı Cemal Bey: - Anlaşıldı, bu böyle olmayacak, dedi. Aklına İttihat Terakki'nin ünlü silahşorları geldi. Başta Yakub Cemil, İzmitli Mümtaz, Kuşçubaşı Eşref ile kardeşi Sami ve Top­ çu İhsan. . . İçerdeki Çerkez Kazım, b u silahşorlar grubunun eski arkada­ şıydı. Belki onlara teslim olabilirdi. Kuşçubaşı Eşrefe haber iletti: - Yakub'u, kardeşin Sami'yi ve ötekileri alıp acele gel. Kazım dayatıyor. Kuşçubaşı yanıt verdi: - Bir tek şartımız var. "Haydaa" diye düşündü Cemal Bey, "ister misin herif harbiye nazırlığını istesin?" - Nedir şartınız? diye sordu. - Evi saran kuvvetlerin hiçbirisi müdahale etmesin. İçi rahatladı. - Pekfila, dedi, teslim alınız da, ne halt ederseniz ediniz. Silahşorlar az sonra Pire Mehmet Sokağı'na geldiler. Mümtaz ile Kuşçubaşı Eşref, kapılann kapalı olduğu yerlere bacadan giri­ leceği kuralını işleterek dama çıktılar. Topçu İhsan, Sami ve Ya­ kub Cemil de kapıya mevzilendiler. Damdaki kemancılar takviye istiyorlardı: - İki candarma ile iki kazma gönderin. Damda kare kuruldu. Kınlan kiremitlerden sonra, açılan oyuktan Eşref ile Mümtaz içeri daldılar: - Lan Kazım, ben Mümtaz. Yakub ile Kuşçubaşı da burada, ateş etmeyin, bize teslim olun. Çerkez Kazım, hemşerisi Mümtaz'ın sesini tanıdı: - Peki abi, dedi, ama başkasına teslim olmayız. Suç ortağı Şevki ve Mehmed Ali efendilerle birlikte teslim oldu. Polis Müdürü Azmi Bey'in memurları kendilerini saatlerce uğraştıran Kazım ile arkadaşlanna sövmeye başlayınca, Mümtaz ile Yakub Cemil silahlarına davrandılar. . . Mümtaz bir ara Azmi Bey'e dönüp: - Bunlara kim hakaret ederse, beyinlerini dağıtırız, diye gür­ ledi. Adamlar nasıl olsa teslim oldular. Şimdi kanun pençesin­ deler.

76

Azmi Bey de: - Peki peki, demek zorunda kaldı. Sanıklar bağlı olmayarak Merkez Komutanlığı'na getirildiler. Yar­ bay Cemal Bey, Yüzbaşı Çerkez Kazırn'la yüz yüze göıiişmek istedi. - Yaptığın işi beğendin mi lan sahtekar? diye çıkıştı. Yediğin halt, memlekete felaket getirdi. Bizi öldürüp kumarbaz bir idare mi kuracaktınız? Sizi gidi İngiliz uşakları sizi. Mümtaz'a da kızdı: - Azizim Mümtaz, hemşerilik ayağıyla bu Kazım denen melun herifi korumaya kalkmışsın, sana yakıştıramadım. Mümtaz Bey yanıt verdi: - Hiçbir hissime mağlup olmadım. Teslim olan bir adama haka­ ret edilmez. Üstelik mahkı1m oluncaya kadar kendileri Anaya­ sa'ya göre sanıktır. Cemal Bey, Anayasa'ya da, babayasaya da bir kez daha sövdü . . . B u sefer içinden.

"Siyaset meydanı" nı

Sıkıyönetim komutanı durumundaki İstanbul Merkez Komuta­ Yarbay Cemal Bey'in İngiliz siciminde sallandırmak istedikleri

arasında eski muhalifler de vardı. Suikastın perde arkasındaki parmakların saltanat ailesine ka­ dar uzandığı görüşündeydi: Örneğin Damad-ı Şehriyari Tunuslu Hayreddinzade Salih Pa­ şa. . . Jön Türklerden Prens Sabahaddin ve şürekası... Babıfili Bas­ kını'nda Yakub Cemil'in temizlemek istediği eski dahiliye nazın Reşid Bey. . . Gümülcineli İsmail Hakkı... Hele şu Salih Paşa yok muydu? Gerçi Tunuslu olduğu için sır­ tını Fransız Sefareti'ne dayıyordu ama İngilizlerden maddi ve ma­ nevi destek gördüğü, Cemal Yarbay'a göre su götünnez bir ger­ çekti. Prens Sabahaddin, -Kuşçubaşı Eşrefin anılarına göre- tu­ tuklanmadan önce Talat Bey tarafından uyarılmıştı. Talat Bey, "Prens Sabahaddin'in böyle kanlı işlerde parmağı olamaz" diye düşünmüş ve adını "tutuklanacaklar listesi"nde gör­ dükten hemen sonra, kendisine haber iletmişti: - Bir an önce yurtdışına kaç! Prens, listede bulunan öteki bazı ileri gelenlerle birlikte Avru­ pa'ya kaçmıştı. Cemal Bey, Prens Sabahaddin'in ortadan kayboluşunu anıla­ rında şöyle yorumluyordu:

77

İngiltere Sefareti baştercümaru Fri tz Maurice ile askeri ataşe Bin­ başı Tryler tarafından himayeye mazhar olarak İngiliz resmi müesse­ selerinden birinde olduğwm haber alıyordum. Ama bittabi bir şey

yapmak mümkün değildi. ı O

Cemal Bey, Prens Sabahaddin'in daha 1902'de Paris'te yapılan Jön Türk kongresinden bu yana İngilizlerin adanu olduğunu bili­ yordu. Nitekim gündeminde "ihtilal" olan 1902 Paris Kongre­ si'nde Prens Sabahaddin şu konuşmayı yapmıştı: - Biz, ülkemizde bir ihtilal yapmak maksadıyla toplanmış bu­ lunuyoruz, lakin, dahilde ihtilal çıkartmaya muvaffak olduğu­ muz takdirde, bu hareketin hüsn-i suretle neticeleneceği mu­ hakkak değildir. Kargaşalık esnasında da herhangi bir ecnebi hükümetin kendi menfaati namına işlerimize müdahale etmesi muhtemeldir. İşte biz bu müdahaleyi önlemek için, menfaati menfaatimize uygun bir hükümetle daha evvelden anlaşmış ol­ malıyız. Yani, dahilde bir hükümet vücuda getirdiğimiz vakit, bundan istifade etmek emeline düşecek hükümetlerin müdaha­ lesini bertaraf edecek hür ve demokrat hükümetlerle şimdiden uzlaşmalıyız . . . Sabahaddin v e ekibinin uzlaşmak istediği "hür ve demokrat" hükümetlerin adresleri İngiltere ve Fransa'daydı. Cemal Bey, İngilizciliği konusunda Prens Sabahaddin'i sık sık uyarmıştı... 1\ınuslu Damat Salih Paşa'yı da öyle . . . Am a Tunuslu Damat Salih Paşa, Cemal Bey'i ciddiye almıyor­ du. Zaten bir süre önce kendisini uyaran merkez komutanına ok­ kalı bir fırça çekmiş: - Tehditlerine kulak asmam. Ne yapacaksan yap! Hodri mey­ dan, demişti. Cemal Bey de içinden: - Sen o hodri meydanı, siyaset meydanında görürsün, diye ge­ çirmişti. "Siyaset meydanı" Osmanlı döneminde idamların infaz edildiği meydana konulan addı . . . Damat Salih Paşa Teşvikiye Camii karşısındaki konağının ka­ pısı çalındığı zaman eşi Münire Sultan'ın heyecanını yatıştırmaya çalışıyordu: - Beni tevkif etmek küstahlığında bulunsalar bile, nihayet bu terbiyesizliklerini yirmi dört saatten fazla sürdürümezler. Elçilik işe derhal el koyar ve benden özür dileterek geri gönderir. Bu he­ riflerin bendenizi tutuklamak hadlerine mi düşmüş. 1 O. Cemal Paşa, Hacıralar,

s.

32

78

Oysa kazın ayağı pek de Salih Paşa'run düşündüğüne benzemi­ yordu. Harp Divanı, diğerleriyle birlikte Salih Paşa'yı da idama mah­ kfun edecekti. Kendi arabasıyla gittiği Emniyet Müdürlüğü'nden Harp Divanı' na, oradan da idam sehpasına götürülüşüne, ne eşi Münire Sul­ tan'ın amcası olan Padişah Sultan Reşad, ne de nota üzerine no­ ta gönderen Fransız Hariciyesi engel olabilecekti. Cemal Bey'in Alman yardımıyla başvurduğu polisiye yöntemler, Rus Sefare­ ti'nin bir belgesinde şöyle değerlendirildi: Türk Fouche'si, polislikte dfilıi Cemal Paşa, ülkeyi çok iyi temizledi. İdare ve ordunun belli başlı yerlerine yerleşen Almanlar, her şeyi görüyor ve başkaldın teşebbüslerini ezmek için her türlü yardımı ya­ pıyorlardı. 1 1

Yaprak kımıldamayan bir haziran gecesi bitiminde imam mah­ kUmları birer birer Tanrı'dan af dilemeye çağırdı. Her biri için uzun uzun dualar okumaya başladı. Harp Divanı Savcısı Bedri Bey, sinirlenmişti: - İmam efendi, artık yeter, diye ünledi, sabah oluyor, geç kala­ cağız. Albay Fuat, omzundaki apoletlerini sökmeye uzanan subayın elini tuttu: - Arkadaş, biraz dur. Sonra titrek bir sesle ekledi: - Ben bu üniformanın şerefıni unuttwn. Bir komitacı gibi ma­ ceralara atıldım. Akıbetimi görün de, ibret alın. - Olur, dedi genç subay, alırız. . . Salih Paşa ağzını açtı. Bir şeyler söylemek istedi. Yutkundu, dudakları oynadı, fakat söyleyemedi. Dili tutulmuştu. Yüzbaşı Çerkez Kazım, sehpaya çıkarken, İttihat Terakki'nin gelmişine geçmişine ağız dolusu sövgüler yağdırıyordu. Ayakları­ nın altındaki sandalye devrilinceye kadar bu sövgüler devam et­ ti. Yakayı suikast alanındaki bir hanın memişhanesinde ele veren Topal Tevfik hfila soğukkanlıydı. Boynuna ipi geçiren cellada ka­ badayı tavrıyla bağırdı: - İşini çabuk bitir de, cehennemdeki babana bir an önce sela­ mını götüreyim. 1 1 . Le Sort de /'Empire Ottoman,

s.

1 75.

79

Enver Bey'in basamakları Beyoğlu Pire Mehmet Sokağı'nda bir İngiliz kadınının işlettiği kumarhanede planlanan Mahmud Şevket Paşa Suikastı'ndan son­ ra sadrazamlığa Said Halim Paşa getirildi. Ünlü yalısında sonradan Cumhuriyet döneminin ilk resmi ku­ marhanesi açılacak Said Halim Paşa, Mısır hanedanından bir prensti. Her prens gibi özel öğretmenlerden, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce dersleri almış, gençliğinin büyük bir kısmını İsviçre'lerde, Fransa'larda geçirmişti. Serveti sonsuzdu. Padişah­ lardan aldığı altın Mecidiye nişanları boldu. Ama başlangıçtan be­ ri İttihatçıları destekliyordu. Hatta Babıfili Baskını'nda da arka planda bir rolü olmuş, Harbiye Nazın Nazım Paşa'yı, İttihatçılar­ dan yana kazanma senaryosunda hayli kulis yapmıştı. . . Kalıbı kıyafeti d e sadrazamlığa uygundu. O göreve ondan filası mı bulunacaktı? Sadrazam oldu. Babıfili'nin başındaki boşluk böylece doldurulmuştu. Lakin ka­ bine bir türlü kurulamıyordu. Bunun da nedeni, Talat, Enver ve Cemal beylerin, birbirlerini marke edişleriydi. Bu markajın sonu, Talat'ın, İttihat Terakki Partisi'nin başkanı olarak öteki ikisinin arasından sıyrılıp dahiliye nazırlığını elde etmesiyle sonuçlandı. Cemal ve Enver ise önce, kabine dışı kaldılar. Enver Bey'in başlangıçtan beri üç hedefi vardı ve üçü de birbi­ riyle bağlantılıydı. Birincisi, Edirne'yi geri almak. . . Sonra, ne yapıp edip uzatmalı nişanlısı Naciye Sultan'la resmen evlenerek Saray'a damat ol­ mak. Üçüncüsü de, harbiye nazırı olmak. Aslında Enver Bey'in Saray'a damatlık öyküsü, Manastır yılla­ nna kadar uzanıyordu. Amcası Halil Bey, bu olayı yıllar sonra Moskova' da Şevket Süreyya'ya anlatacaktı: Halil Bey'e göre, Enver'in, Hürriyet'ten, Meşrutiyet'ten ve hatta İttihat Terakki'den önce tek bir ideali vardı: Saray'a girmek. Bir gün Manastır'ın en iyi fotoğrafhanesinde üç adet boy resmi çektirdi. Ayakta, elbiseleri ütülü, üniformasının sırmaları pırıl pırıl, bıyıklar kıvrık, fes kalıplı ve hazır ol vaziyetinde üç fotoğraf. Bunları, bir sa­ dakat yazısıyla Saray'a mabeyin başkatibine gönderdi. Saray'a gi­ den bu gibi dilekçelerin çoğu yanıtsız kalırdı. Fakat Enver Bey İs­ tanbul'a çağrılmıştı. Saray geleneklerine göre damat adayı bahçede, kendisine gösterilen bir yoldan yürüyerek cumbanın altından ge­ çerdi. Padişah, müstakbel damat adayını cumbadan gözetler, sonra

80

aday, mabeyin dairesine alınır, eğer yüksek göıiicünün gözü tutrna­ nuşsa, kendisine bir kese içinde 20 altın lira verilip yolcu edilirdi.

Enver Bey de ilk tecıiibesinde 20 altınla yolcu edilenler arasınday­ dı. Fakat Manastır'a dönünce iş, arkadaşlan arasında duyulmuştu. Enver'i bir güzel köşeye sıkıştırmışlardı: - Hem padişahlığa karşısın, hem de padişahın önünde damat­ lık resmi geçidi yapıyorsun? Enver Bey işi tatlıya bağlamıştı:

- Mevkiirn yükselince örgüte daha faydalı olurum , mesele Sa­

ray'a damatlık değil, örgüte hizmettir.

Enver'in üçüncü hedefi, ki bu en önemli hedefti: Harbiye nazır­ lığına oturmak. Savaştan savaşa süıiiklenen Osmanlı Devleti o dönemde ordu dernekti. Harbiye nazırlığı da ordunun başı. Enver, merdivenin o basamağına çıktı mı, devletin de başında sayılırdı. Ancak bunun için. birkaç basamak daha gerekiyordu. Biri, Edirne'ye, öteki de Dolrnabahçe Sarayı'na uzanan basamaklar. Edirne konusunda şansı yaver gitti. Kfunil Paşa döneminden pek farklı olmayan Balkan Savaşı Barış Sözleşmesi imzalandıktan sonra imparatorluğun Avrupa'yla köpıii­ leri kopmuş, bu arada Ege adalan da elden gitmişti ama, hiç olmaz­ sa Edirne'nin kurtuluşu için bir olanak belirmişti. Balkan ülkeleri birbirine giriyordu. Sırplar ile Yunanlılar savaştan yorgun düşen Bulgarlarla itişmeye başlamışlardı. Bulgarların Londra Sözleşrne­ si'yle çekildikleri topraklara bizimkiler dalıverdiler. Çatalca ve Ge­ libolu' dan, Edirne'ye doğru engelsiz bir at yarışı başladı. Enver Bey, yarışın en önündeydi ve boşalan serhat kentine "ikinci Edirne fati­ hi" olarak giriverdi. Verdiği demeç kısa ve kesindi: - Buradayız ve burada kalacağız. Ama Enver Bey olduğu yerde kalacak adamlardan değildi. Edime'den sonra ilk komutu kendine verdi: - İstikamet, Dolrnabahçe! .. Hedef Naciye Sultan. Şimdiki Dolrnabahçe Stadyurnu'nun az ilerisindeki Saray'da büyük maç başlayacaktı. Nişanlısı küçük sultanla nikfilu kıyarak, Saray'a damat olmak ve harbiye nazırlığı düğününe doğru yönelmek. Enver Bey, o zaman 33 yaşındaydı. Nişanlısı Naciye Sultan ise 14. Eh, fazla yaşlı sayılmazdı.

81

Yarbay Enver, derhal kaleme kağıda sarıldı ve Edirne' den padi­ şahın başkatibine bir mektup döşendi: 2 eylül 1913 tarihli el yazısı mektupta genç yarbay, başkatipten arabuluculuk dilemekteydi. Şöyle: Beyefendi Hazretleri, Üç seneyi 3.'Şkın bir zamandan beri, Naciye Sultan Hazretleri'yle ni­ kfilı.lı duruyoruz. Araya bazı zorunlu nedenler girmekle beraber, Padi­ şahınuz Efendimiz Hazretleri, öz evladı gibi her ikimizi de sevdikleri­ ni ve düğünün kendi tarafından yapılacağını birçok defalar buyur­ dukları halde, henüz bu iradenin yerine getirilmesine teşebbüs olun­ mamıştır. Bundan dolayı iş böyle uzadı. Padişahınuz Efendimiz Haz­ retleri'nin bu lütufl aruu bekleyen Sultan Hazretleri tarafı da, hiçbir teşebbüste bulurunuyorlar. Bendeniz bu vaziyet karşısında şa.'Şırdım kaldım.

Şevket Süreyya Aydemir'in Enver Paşa biyografisinin ikinci cildinde fotokopisi yer alan bu mektup, benzerleri gibi hayli uzundu. Enver Bey özetle, "Ben dünyada kimseye yük olmak istemem, fakat gülünç olmayı da çekemem" diyerek, başka.tipten padişahı ayarlamasını istemekteydi. Gerçi 14'lük Naciye Sultan'la üç yıldır nikahlıydı ama, araya giren ihtilaller ve savaşlar nedeniyle, değil yüzünü görmek, eline bile değmek nasip olmamıştı. İlk yüz yüze ya da el ele temas, Balkan Savaşı'nda patlak veren apandisit ame­ liyatından sonra gerçekleşecekti. Evet, apandisit, Enver Bey'in yaşamında önemli bir sorundu. Sadece sağlık açısından değil, siyaset açısından da. . . Edirne'nin alınışından sonra, bu apandisiti aldırmak da şart olmuştu. Çünkü krizler artmaktaydı. Üstelik, ya Padişah Sultan Reşad: - Ben yeğenimi, daha 14 yaşında bu körpecik sultanı, apandi­

sitli herife vermem, diye tutturursa. işin daha da kötüsü, Sadrazam Said Halim Paşa, "Apandisitli adama harbiye nazırlığı verilir mi?" diye diretirse . . . Talat da işine geldiği için "Haklısınız, bu koltuğu Cemal Bey'e verelim" derse . . . O halde, apandisiti aldırmak, e n az Edirne'yi almak kadar ive­ diydi. Beşiktaş Saman Iskelesi'ndeki evine dönen Enver, gene bir apandisit sancısı sırasında bunları düşünürken, kapı acı acı çalın­ dı. Gelen Süleyman Askeri Bey'di.

82

İttihat Terakki'nin silahşorlar grubundan olan bu eski dostunu apandisit krizi de geçirse dehleyemezdi. Süleyman Askeri Bey, Yakub Cemil, Sapancalı Hakkı, Izmitli Mümtaz, Topçu İhsan ve Abdülkadir' den oluşan silahşorlar grubuyla birlikte, Talat'ın kabi­ neye tek başına girmesine karşı çıkmışlardı. Talat, hem partinin başında olacak, hem de hükümetin. Hükümet, "Parti böyle istiyor" diyecek, parti de "Hükümet böyle düşünüyor" diyerek dizginleri elinde tutacaktı. . . Böyle şey olamazdı. . . Yatağından şezlonga kalkan Enver Bey'e, "geçmiş olsun" dile­ ğini ilettikten sonra konuya girdi: - Talat sizin sayenizde zorla dahiliye nazın olduktan sonra şimdi de Cemal'de hem harbiye, hem de bahriye nazırlığı sevdası başladı. "Vayyyy" diye bir ses çıktı Enver'in ağzından. Aslında apandisiti zonkluyordu. Ama Süleyman Askeri Bey'in anlattıkları zonklamayı midesinden başına doğru yaygınlaştırıyordu. Süleyman Askeri, devam etti: - Talat, Cemal'i şimdilik atlatıncaya kadar akla karayı seçti. Ama bu işi sonuna kadar götüreceğini sanmıyorum. Bilmem ama biz arkadaşlarla şöyle düşündük. Siz dururken, Cemal Bey'i har­ biye nazırlığına geçirmek yakışık almaz. Siz ki, Edirne'yi kurta­ ran, vatanı kurtaran. . . Enver Bey o sırada cankurtaran isteyecek bir haldeydi: - Hele şu apandisiti bir aldırayım da dedi, o zaman bu işi arka­ daşlarla hep birlikte hallederiz. Konuğunu kibarca yolcu etti. Süleyman Askeri Bey, Enver Bey'in Saman lskelesi'ndeki evin­ den çıkar çıkmaz soluğu Merkez Komutanlığı'nda aldı. Yarbay Cemal Bey'in kapısını tıkladı. - Arkadaşlar adına geliyorum, diye söze başladı. Biz karar ver­ dik, sizi harbiye nazın olarak görmek istiyoruz. Oysa, duyduğu­ muza göre, Enver Bey bu işi kafasına koymuş. Gerçi o da, akla gelebilir. Ama hem yaşı genç, hem apandisti var, hem de idari iş­ lerde deneyi yok. Siz ki, partiyi tehlikeden kurtaran, Edime'yi kurtarmak için tek başına uğraş veren. Orduyu da ancak siz kur­ tarabilirsiniz. Süleyman Askeri Bey konuştukça Cemal Bey'in göğsü kabarı­ yordu. - Arkadaşların güven ve teveccühüne layık olmaya çalışaca­ ğım, diye karşılık verdi.

83

- Hakkınız var. Orduyu yeniden düzenlemek lazım. Memlekete hizmet için kabineye girmekte de yarar var. Bu konuyu Talat'la görüşeceğim. Mademki arkadaşlar arzu ediyor. Kıramam. Süleyman Askeri, aslında Enver'in harbiye nazırlığından yana olan öteki arkadaşlarıyla falan görüşmüş değildi. Amacı ortalığı kızıştırmaktı. Bu kendine özgü "teşkilatçılığı" nedeniyle de ileri­ de "Teşkilat-ı Mahsusa" adlı örgütün başına getirilecekti. Şimdi­ den prova yapıyordu. Ellerini ovuşturarak Cemal Bey'in yanından ayrıldı. iki gün sonra, Yakub Cemil, Topçu Ihsan ve Sapancalı Hak­ kı'dan oluşan takımını toplayıp gene Enver Bey'i ziyaret etti. Ziyaretin amacı Enver Bey'in yeni görevini kutlamaktı. Harbi­ ye nazırlığı bekleyen Enver, Edime fatihliğinden dolayı yarbay­ lıktan albaylığa yükseliyor, fakat harbiye nazırlığı yerine Harp Okulu müdürlüğüne atanıyordu. Enver Bey'in apandisit sancıları iyice artmıştı. Öyle ya, ödülü bu mu olmalıydı? Harp Okulu'yla ne yapılabilirdi? Hele o dönem­ de? ihtilal bile yapılamazdı. Eski silahşor arkadaşlarını karşısında görünce içini döktü: - Ne demek Harp Okulu müdürlüğü? Hep Talat'ın başından çı­ kıyordur bunlar. Çok istiyorsa kendisi gitsin oraya. Gitsin de bun­ dan sonra ihtilallerini Harp Okulu'yla yapsın bakalım. Ben karar verdim, harbiye nazın olacağım. Herkes böyle düşünüyor. Hatta, dün limandaki Alman gemisinin kaptanı ziyaretime geldi. Harbi­ ye nazın olacağım yolundaki haberlerin Almanya'da bile duyul­ duğunu söyledi. Enver Bey'e göre, tüm Almanya dahil, efkar-ı umumiye kendi­ sini harbiye nazırı olarak görmek istiyordu ama, Babıfili'de birta­ kım entrikalar çevriliyordu. Önce Talat'ın bu konudaki direnişi kırılmalıydı. Kendisi, yarından tezi yok, Sadrazam Said Halim Pa­ şa'ya çıkacak, durumu bildirecekti. Arkadaşlar da kendilerine özgü yöntemlerle parti lideri ve da­ hiliye nazın Talat'ın onayını alırlarsa iyi olurdu. Arkadaşlardan Selanik döneminde Manastır'da Şemsi Paşa'yı vuran Atıf ile Babıfili Baskını'nda Harbiye Nazın Nazım Paşa'yı vuran Yakub'un öncülüklerinde dört kişilik bir ekip seçildi. Ekip, randevu almadan, Talat Bey'in makam odasına daldı. O sırada Avusturya sefirini bekleyen dahiliye nazın: - Ne var beyler, gene ne emriniz var? diye yarı asık bir yüzle ge­ lenleri karşıladı. llk sözü Manastır'da Şemsi Paşa'yı vuran Atıf aldı, kısa konuştu:

84

- Biz kati karar verdik Enver Bey, harbiye nazın olacaktır. Bu­ nu size tebliğ ediyoruz. Sadrazama bir zahmet iletiverin.

Talat Bey, "Başka bir sıkıntınız var mı? anlamına gelen bir ba­

kıştan sonra:

- Biz İzzet Paşa'nın harbiye nazırlığından fevkalade memnu­ nuz, kendisini nezaretten çekmeye de niyetimiz yoktur. Enver Bey'in nazırlığına gelince, onun daha vakti var, dedi. n

- Yok! diye üsteledi Yakub Cemil. Enver, mutlaka harbiye nazı­ olacaktır. Bizim karanmız kesindir, sonra pişman olursunuz. Babıfili Baskını'nda sık sık tekrarladığı gibi Talat Bey'in gözle­

rine bakarak tabancasının kılıfını okşamaya başladı. Talat, taaa Selanik yıllanndaki ihtilalciliğini anımsadı. Tepesi atmıştı. - Ne halt ederseniz edin, diye patladı. Haydi bakalım hodri meydan. İçerdeki güıiiltülerden, gözünün önüne bir kovboy filmi man­ zarası getiren özel kalem müdüıii imdada yetişti. Kapıyı açarak Avusturya sefirinin geldiğini haber verdi. Sapancalı Hakkı, göıiişmenin sona erdiğini anlamıştı. Arkadaş­ lanna döndü: - Beyefendiye maruzatımızı söyledik o da cevabını verdi. Hod­ ri meydan dedi. Hadi arkadaşlar, burada yapılacak iş kalmadı, meydana gidelim. Talat Bey işlerin kanşacağını sezdi. Arkalarından seslendi: - Beyler, lütfen biraz bekleyin. Avusturya sefirini beş dakikada savanın, gene göıiişüıiiz. Hakkı Bey, Talat'ın yumuşamasına aldırmadı: - Artık sizinle görüşmeye gerek yok, düşüncenizi anladık, dedi. Avusturya sefiri geldi, göıiiştü, gitti. Makam odasına, odacı girdi. Dört silahşorların giderlerken bıraktığı şu mesajı iletti: - Efendine söyle, biz bildiğimiz gibi hareket edeceğiz, dediler, efendim. Talat'ın canı sıkılmıştı. "Ne yapalım?" diye düşünürken, "Silahşorlardan önce Enver'i bulup durumu anlatmak lazım" dedi. Enver neredeydi? Sadrazam Said Halim Paşa'nın makamında. Hanedan sülalesinden, Prens Said Halim Paşa, soyluluğun ge­ leneklerine, protokole ve yüksek sosyete kurallanna büyük önem verirdi. O sırada kabinenin toplanmasına bir çeyrek vardı. İçeriye giren yaver, Enver Bey'in geldiğini "zat-ı devletleriyle

85

kısa bir görüşme yapmak istediklerini" bildirdi. Yurtdışındaki prenslik dönemlerinde İttihat Terakki'yi her ay

10 Mısır altınıyla besleyen yeni sadrazam, partinin bu önde gelen adamını geri çevirmek istemedi. - Buyursunlar. Enver Bey, sert bir asker selamı verdikten sonra makineli tü­ fekten çıkan menni süratiyle konuşmaya başladı: - Müsaade buyurursaruz paşa hazretleri, ben artık fiil en ordu­ yu idare etmek, kabinenize girerek harbiye nazın olmak istiyo­ rum. Evet paşa hazretleri, Balkan Savaşı orduyu mahvetti. Ordu­

yu yeniden düzenlemek lazım. Bendeniz, arkadaşlarımın umumi

arzusu üzerine, harbiye nazırlığına gelmek zorundayım. Zat-ı dev­ letlerinizden ricam bu isteğimi gün geçirmeden yerine getirmeli­ siniz . . . Bilgilerinize. Said Halim Paşa, içinden "Bu ne laubalilik?" diye geçiriyordu. Bu düşüncesini dışından kibarca ifade etti: - Siz, dedi, daha çok gençsiniz. Enver araya girdi. - Anlatamadım galiba, bir İttihat Terakki hükümeti olarak ka­ binenizde harbiye nazırlığını deruhte etmekliğim kararlaştırılmış­ tır. Bu karar, o kadar umumidir ki, yalnız içerde değil, dışarda da duyulmuş, mesela, Alrnanya'da ve diğer memleketlerde ve hatta Düvel-i Muazzama'da söyleruneye başlamıştır. Zat-ı devletlerini­ zin umumi bir arzuya dayanan bu karara razı olmayacağınızı ben ve arkadaşlarım tahmin edemezdik. "Çattık belaya" diye düşündü Said Halim Paşa Pazarlığa başladı: - Gelin razı olun da, sizi Harp Okulu müdürlüğünden şimdilik genelkurmay başkanlığına atayayım bari. Enver Bey yanaşmadı: - Anlaşılıyor ki, dedi, zat-ı fehimanelerini Osmanlı ordusu hak­ kında tamamıyla aydınlatmamışlar. Ben, bizzat orduyu idare et­ mek lüzumunu hissediyorum. Maruzatım kesindir. Nihayet bir hafta sonra, kabinede bir arkadaşınız sıfatıyla elinizi sıkacağım. Bilgilerinize. Said Halim Paşa, şimdiden kolu gitmişçesine bir duyguya ka­ pıldı. Enver Bey, bir topuk selamı verip sert bir dönüş yaptı. Çıktı gitti. Sadrazam, önce bir teskin edici hap içti. Sonra telefona yapışa­ rak Talat Bey'i istedi. Talat Bey o sırada ikinci müsekkini almakla meşguldü. Olup

86

biteni öğrendikten sonra sadrazarru yatıştırmaya çalıştı: - Bendeniz arkadaşlarla bir görüşeyim, bu işi hallederim paşa hazretleri, dedi. İstanbul Muhafızı Cemal Bey'i makarruna çağırdı. - Enver'in yaptığından haberin var mı, sadrazarru tehdit edip harbiye nazırlığı istemiş. Enver ihtilalcidir. Dünya efkan ne düşü­ nür? İdari işlerde hiç bulunmadı. Devlet siyaseti nedir, bilmez. Nazır olursa, her aklına geleni yapar. Haksız nuyım Cemal? Gönlünde harbiye nazırlığı yatanlardan Cemal Bey: - Sen merak etme, dedi. Ben Enver'i ikna ederim. Talat Bey rahatladı: - Sana güveniyorum. Aman iyi idare et, apandisitinden filan bahset. Almanya'ya gönderelim, de, işte ne dersen de. Harbiye hariç. Cemal Bey, şoförüne, "Beşiktaş'a" diye buyruk verdi. Enver Bey, eski ihtilal arkadaşını yatak odasında karşıladı. Cemal Bey, Enver'in hastalığından söz açtı: - Almanya'ya gönderelim, daha sonra sağlığına kavuşup gelir­ sin. Vatan senden büyük görevler bekliyor. Bu arada ben bir na­ zırlığa gelip, harbiye nazırlığını vekfileten yürütürüm. Enver Bey, "Yemezler" der gibi bir bakış attı: - Hastalığım o kadar önemli değil. Hele Almanya'ya gidecek kadar hiç değil. Burada ameliyat olacağım. Cemal Bey, Enver'i kandıramarruştı. Makarruna döndü. Muha­ fızlığın kapısında kendisini Süleyman Askeri Bey bekliyordu: - Na'ber Süleyman Bey? - Kötülük, diye yanıt verdi Süleyman Askeri. Laf aranuzda arkadaşlar fikir değiştirip Enver'in harbiye nazırlığında karar kılnuşlar. Ben engel olamadım, siz arkadaşları çağırıp bir konuşsanız. Arkadaşlar, yani silahşorlar! . .

Süleyman Askeri Bey muhafızlıktan çıktıktan sonra Cemal Bey "arkadaşları" çağırdı. Yarı sert, yarı öğüt verici bir dille: - Arkadaşlar, dedi. Sizler Enver Bey'i harbiye nazın yapmaya karar kılmışsınız. Dışarıya karşı diktatörlük kuruyoruz gibi bir hava olur. Kendisi ihtilallere karışmıştır. - Hangimiz karışmadık ki, siz karışmadınız nu, Talat karışma­ dı nu? yollu bir itiraz yükseldi. Cemal Bey yutkundu: - İyi ama benim ne kusurum var? Yoksa bana güveniniz mi yok?

87

Sapancalı Hakkı Bey atıldı: - Bizim hepinize güvenimiz vardır. Biz, mutlaka şu olsun, bu olsun, demiyoruz ama, kabinede Talat Bey tek başına olmasın. Diktatörlük kuruyor. Siz de kabineye girin. Enver de girsin, ica­ bında Fethi Bey de girsin. Cemal Bey tatmin olmamıştı. Silahşorlar ekibinin ateşli üyeleri, "Ya Enver, ya Enver"den başka bir şey söylemiyorlardı. Görüşme bitti. Takım doğruca Be­ şiktaş'a Enver Bey'e gitti. Olup bitenler anlatıldı. - Anlaşıldı, bu herifler beni Almanya'ya yollayıp bu işi oldubit­ tiye getirecekler. Ertesi gün Almanya yerine Alman Hastanesi'ne yatıp apandisi­ tini aldırmaya karar verdi.

Enver Bey'in apandisiti Padişah, kardeşinin kızıyla nikahlı olan müstakbel damadın Al­ man Hastanesi'ne yattığını haber aldı. Özel doktor Operatör Ce­ mil Paşa'yı çağırdı. Damatla ilgilenmesini istedi. Cemil Paşa, da­ ha önce de Enver Bey'e bir ameliyat yapmış, apandisiti etrafında adeta kangrenleşen iltihabı çıkarmıştı. Sultan Reşad, Cemil Paşa'ya: - Evladım, dedi, ameliyatın başında bulun, ilgilen, ama neşteri

sen vurma.

Harbiye nazırlığı dedikodulan Saray'a kadar ulaştığı için, yaşlı

sultan, ameliyat sırasında Enver Bey'e bir şey olursa yandaşlan­ run Cemil Paşa'yı da sağ bırakmayacaklanru düşünmüştü. Ameliyattan önce başta Talat Bey olmak üzere İttihatçılardan bir grup Alman Hastanesi'ne geldi. Cemil Paşa'yı bir kenara çe­ ken Talat Bey usulca sordu: - Duyduğuma göre ameliyatı sen yapmayacakmışsın, yoksa

tehlikeli bir durum mu var? Korkuyor musun?

Cemil Paşa, "Padişahın Operatör Orhan Bey'i tensip buyurdu­

ğunu, kendisinin sadece nezaret edeceğini" söyledi. Talat Bey: - Olmaz öyle şey, dedi. Biz İttihat Terakki olarak karar verdik, ameliyatı sen yapacaksın, ölecekse senin elinde ölür. Cemil Paşa, iki cami arasında kalmıştı. Bir yanda padişah fer­ manı, öte yandan parti grubu karan. Gömleğini giyip ellerini yıkadı.

88

Bu sırada başta Yakub Cemil olmak üzere Enver'in silahşorla­

n da hastaneye doldu.

Yakub Cemil, tabancalannı çekerek ufak bir hatırlatma yaptı:

- Bana bakın, eğer Enver'e bir şey olursa, bu namlularla evve­ la onu ameliyat edenleri temizler, sonra da. . . Çevresine bakındı. Talat Bey'le göz göze geldi. Talat Bey, o sırada Cemal Bey'i bir köşeye çekmiş daha önem­ li sorunlan görüşüyordu: Cemal Bey: - Hazır hasta iken bu konuyu halledelim. Ben bahriye nezare­ tine geçerek, harbiye nezaretini de vekfileten üzerime alırsam Enver'in sesi çıkmaz. Hastaneden çıkınca da bu oldubittiye razı olur. Sesi çıkmasın diye rütbesini iki derece yükseltir tümgeneral yapanz. Talat Bey: - Dostum, haklısın. Ben de senin gibi düşünüyorum fakat, sen de pat diye bahriye nazın olursan itirazlar, dedikodular olur. Ben senin için nafıayı düşünüyordum, sen şimdilik vekfileten nafıayı al, sonra bahriyeye atlar, harbiyeyi de vekfileten idare edersin. Cemal Bey:

- Fakat nasıl olur? Ben nafıa nazın olursam . Enver'in harbiye

nazırlığı kapısı açık kalmaz mı? Talat Bey:

- Hayır, tersine, sen nafıa nazırlığına vekfileten gelirsen Enver kuşkulanmaz. Bahriyeye geçeceğini sanarak bekler durur. Sonra

bir kolayını buluruz. Çürüksulu'yu nafıaya kaydınr, seni de bahriye­

ye atanz. İzzet Paşa'yı da daha sonra güzellikle harbiyeden çekilme­ ye razı eder, seni gene kaydınnz . Hele, sen şimdi bir nafıaya gel. Cemal Bey: - Peki, öyleyse geleyim, kabul. Yalnız dua et, Enver bu ameli­

yattan sağ salim çıksın, aksi halde şu Yakub'un durum u bütün planlan altüst edebilir. Yakub Cemil, tabanca elde, ameliyat sonucunu bekliyordu. Operatör Cemil Paşa, alnında biriken boncuk boncuk terleri sildi ve dışardakilere müjdeyi verdi: - Enver Bey apandisitten kurtuldu! Enver Bey, bu müzmin beladan kurtulmuştu ama, ya koca im­ paratorluk? Kurtulamayacağı bir belaya yaklaşıyordu: Enver Bey'in harbiye nazırlığından sonra Almanlarla birlikte, paldır küldür girilen Birinci Dünya Savaşı belasına. . .

89

Üniformalı aşk mektuplan Güzel ve Necip Sultanım, Doktorlar bugünden itibaren, bir iki saat kadar dışan çılanarna müsaade ettiler. Enver'in bedbaht değil, bahtiyar. Bir de sizi uzaktan görebilsem!

13 kasım 1913 Bendeniz kulunuz Enver

13 kasım 1913 tarihli bu hastane mektubu, 14 yaşındaki sevgi­ li eşi Naciye Sultan'a yazılnuştır. Düğün dernek yapılmadığı için, Naciye Sultan'ı uzaktan bile göremeyen Enver Bey, o sırada harbiye nazırlığını yakından gör­ meye hazırlanmaktadır. Bu nedenle "bedbaht değil, bahtiyar"dır. Saray'ın hadımağalarından Tahsin Ağa'nın "özel ulaklığı"yla Al­

man Hastanesi'nden gönderilen mektuplarını Enver Bey, kimi za­

man Fransızca, kimi zaman Türkçe, kimi zaman da Almanca yazar. "Sultanım, aşkınız beni çok açgözlü yaptı ... "

Enver Bey, bu satırları yazarken, aklından harbiye nazırlığını mı geçirmektedir, yoksa az önce önüne getirilen hastane yemek­ lerinin azlığından mı yakınmaktadır? Tarihçiler bu konuda ayrıntı vermiyorlar. Geçelim. Gözlerim, önümdeki denizin koyu mavilikleri içinde kaybolurken, hayalimde sizi, yanımdaki karyolada, gece halinizle düşünüyorum. Zihnimi hep böyle işgal ediyorsunuz. 23 kasım.

Bundan sonraki mektuplar, harbiye nazırlığı sorununun da elektrokardiyografısine ışık tutmaktadır: Mukaddes Sultanım, Talat Bey ve diğer arkadaşlara kati kararımı bildirdim, hep sevin­ diler, İzzet Paşa, Arnavutluk prensliği için namzet gösterilecek. Ben­ deniz kulunuz da yeni vazifeme geçeceğim. Bütün ordu zabitanının bendenize karşı olan itimadından başka, ordunun ıslahı için tek ümi­ din bendenizde olduğuna inanmaları, vazifemi kolaylaştıracaktır. Ta­ bii bu işler, fevkalade mahremdir. Talat Bey bu işe başlamak için sıh­ hatimin iyi olmasını bekliyor ve en çok kanunuevvel (aralık) ortasına doğru düğünümüzün yapılması en büyük arzumdur.

90

Sultan Reşad'ın yeğeni Naciye Sultan'a Enver Bey tarafından. yazılan bu mektuplardan da anlaşılacağı gibi, Talat ve Cemal bey­ lerin planları Enver ve silahşor takımının kararlı tutumları sonun­ da bozulmuştur. Harbiye nazın koskoca orgeneral İzzet Paşa, Amavutluk'a "prens" olarak sürülecek, yerine de Enver Bey getirilecektir. Silahşorların bastırması sonucunda Talat Bey de Enver'le uz­ laşmak zorunda kalmıştır. Sadrazam Said Halim Paşa, karşısında Talat Bey'i görünce me­ rakla sordu: - Hayırlı haberler, beyefendi, Enver Bey'den mi geliyorsunuz? Vazgeçirebildiniz mi? İnşallah başarrnışsınızdır. Talat Bey, sadrazamın beklediği yanıtı verememiş olmaktan üzgündü: - Evet Enver Bey'le görüştüm ve ben de o kanaate geldim ki, har­ biye nazırlığına gelmesi zorunludur. İttihat Terakki teşkilatı ve ordu gerçekten kendisini istiyor. Ben de kani oldum. Özellikle böyle bir

görevi istemesi kadar tabii ve mantıki bir şey tasavvur edilemez.

Sadrazam Said Halim Paşa, Talat Bey'in yüz seksen derecelik

bu dönüşüne pak akıl erdirememişti ama, o dönemde akıl erdiri­ lemeyecek daha öylesi gelişmeler olacaktı ki. . . - Hayırlı olsun, dernekle yetindi. Arkasından ekledi: - Şey, Cemal Bey'i ne yapacağız? Talat Bey, ona da nafıa nezaretini uygun gördüğünü söyledi. - Ya Harbiye Nazın İzzet Paşa n'olacak? - Bir üst rütbe veririz. - Üst rütbe kalmadı ki, daha yeni orgeneral yapmıştık. Üstelik yaver-i ekrernlik (padişah yaverliği) de vermiştik İzzet Paşa'ya. Talat Bey, buna da bir çözüm buldu: - Arnavutluk prensliğine ne buyrulur? Sadrazam tatmin olmadı: - Ama önce istifa etmesi lazım, ne gerekçe bulacağız? - Sağlık nedenleri. - Aman efendim, maşallah kendileri turp gibi. Talat Bey demokratik süreç içinde çare arıyordu. Buldu: - Gazetelere yazdırırız, hasta diye. İzzet Paşa, Babıali'de dönen dolapları sezmişti. İstifasını gön­ derdi. Sadrazam Said Halim Paşa ile Talat Bey, paşayı ziyarete gitti-

91

ler. Başkomutanlık ya da ordu genel müfettişliği gibi bir görevi kabul buyunnası için ricada bulundular. İzzet Paşa üzgündü. "Hiçbir görev kabul etmediğini" bildirmek­ le yetindi. Talat Bey, doğruca Enver'in yanına koştu: - Şimdi istifayı temin ettik. Tayin Saray'a gitti. Yarın görevine başlıyorsun, hayırlı olsun, dedi. Harbiye nazırlığına getirilen askeri şeflerin rütbelerinin en az tuğgeneral olması gerekliydi. Gerçi Enver Bey o sırada yarbaydı ve yasa uyarınca altı yıllık bir hizmet süresi geçirmesi lazımdı ama demokrasilerde olmasa bile bürokrasilerde çare tükenmez­ di. Devlet bürokrasisi deneyimli Talat Bey buna da bir çözüm bul­ du: Bingazi harekatından dolayı kıdemine üç yıl, yenik düştüğü­ müz Balkan Savaşı'ndaki üstün hizmetinden de üç yıl eklendi ve Enver'in rütbesi tuğgeneralliğe yükseltildi. Enver Bey, artık "Enver Paşa" olmuştu. O günlerde Naciye Sultan'a yazdığı mektuplara dönelim: Yarın akşam mirliva (tuğgeneral) üniformamla gelip, saygılarımı arz etmeme müsaade eder misiniz? On beş gün sonra ise, kendi daire­ mizde ve yuvamızda bulunacağız. Kulunuz Enver 30 aralık 1 9 1 3

Yılbaşının ertesi günkü mektubu daha kesindi: l ocak 1914 Yarın yeni vazifeme başlayacağım, inşallah utanmam. Yann ak­ şam paşa üniformamı giyip, size mirliva kulunuz diye arz-ı ubudiyet edeceğim.

Araya galiba ufak bir ara girmişti: Muazzez ve Mukaddes Sultanım, benim, İşten hfila haber yok Talat Bey'e telefon ettiriyorum. Bu başlangıç canımı sıkıyor, istifa edeceğim geliyor. . .

Fakat, 15 ocak 19 14: Yarın gelmeme müsaade buyurur musunuz? İsterseniz tamamiyle resmi ve büyük üniformamla geleyim. Kulunuz Enver Paşa

92

Acaba, Naciye Sultan ne düşünüyordu? İster tamamıyla resmi, mirliva üniformasıyla gel, istersen ta­ mamıyla sivil gel. Benim için Enver yine Enver'dir mi? Elimizde böyle bir yazılı belge yok. Ama Naciye Sultan'ın anılarında şu satırlar var: Enver Bey, paşa olmuş ve düğün hazırlıkları da başlarruştı. Düğü­ nümüz Nişantaşı'ndaki konakta (şimdi Işık Lisesi) yapıldı. Bütün ai­ le, uzak yakın akrabalar davetliydi. Vükela (bakanlar) ve aileleri de çağnlıydı. Konağın selamlık kısnunda erkeklere, harem kısnunda

ka­

dınlara ziyafet sofraları kuruldu. Konağa bir sürü davetsiz misafir doldu. Dikkat ettim, o gün düğünde en güzel kadın annemdi.

O gün düğünde bir Alman mareşali vardı: Liman von Sanders. Malunud Şevket Paşa döneminde orduyu ıslah etmek üzere Al­ manya'dan ithal edilen "askeri ıslahat heyeti" başkanı Liman Paşa .. İçinden şöyle geçiriyordu: - Ülkenin adı Enverland olacak ve Deutschland ile Enverland, el ele verip düşmanları çatlatacak. Liman von Sanders, Türkiye 'de Beş Yıl adlı anılarında şöyle diyor: 1 9 1 4 yılının ocak ayında, bir sabah bir baktım, Harbiye Nazırlığı makamına paşa ünüormasıyla Enver geldi. Ben o zamana kadar ken­ disini bir kez Almanya' da, bir de manevrada görmüştüm. uBen harbi­ ye nazın oldum" dedi. Şaşırdım. Ama şaşıran sadece ben değildim. Bizzat padişah da, olayı o sabah gazeteden öğrenmiş. Hatta, Enver'in harbiye nazın olduğuna ilişkin haberin başlığını okuyunca gazeteyi elinden düşürmüş. Padişahın, her şeye hakim olan komiteye karşı na­ sıl bir acz içinde oluşunun delili.

Bu Alman paşasının ya da Padişah Sultan Reşad'ın şaşırması o kadar önemli değildi. Enver'in önlenemeyen yükselişiyle birlikte başta Sadrazam Sa­ id Halim Paşa ve İttihat Terakki lideri Talat Paşa olmak üzere koskoca bir imparatorluk pusulayı şaşıracaktı. Enver Paşa'nın öncülüğünde Almanlarla imzalanan askeri yar­ dım sözleşmesinde, dipnotuna benzer bir madde yer alıyordu. Buna göre: Eğer Almanya savaşa girerse, Osmanlı imparatorluğu da Al-

93

manya safında savaşacaktı. Ve Almanya 1 ağustos 1914'te savaşa girdi. Osmanlı Hükürneti önce o "dipnot"u pek hatırlamadı. Kabi­ nede her şeye rağmen savaş dışı kalmak isteyenler çoğunluktay­ dı ama beklenmedik bir olay oldu: İttihat Terakki'nin, Selanik'teki mason locası döneminden beri ön saflannda bulunan kıdemli maliye nazın Cavit Bey'in anıların­ dan şu satırları okuyalım: 10 ağustos 1914, pazartesi Gece sadrazama gittiğim zaman garip bir haber aldım. Goeben ve Breslau isimli Alınan harp gemileri, Çanakkale' den geçmişler. Alman­ lar, bizi bir an önce harbe solanak hususundaki planlannı tam bir dik­ katle takip ediyorlar.

Sadrazanun evinde Enver Paşa da vardı. Garip haberi o ver­

mişti. Üstelik bir ebe üslubuyla:

- Bir çocuğumuz oldu . . . Hem de ikiz. Doğan çocukların daha doğrusu ikizlerin Almanca adlan Go­ eben ve Breslau idi. Bu iki savaş gemisi Türk nüfusuna geçtikten sonra "Yavuz" ve "Midilli" olarak ad değiştireceklerdi. Tabii impa­ ratorluğun da kaderini değiştirerek. Gemilerin Osmanlı donanmasına katılışları sırasında Enver Paşa tabancasıru masaya koyarak şöyle demişti: - İtirazı olana cevabım budur! Goeben ve Breslau (ya da Türkçe adlarıyla Yavuz ve Midilli), güvertelerinde başlarına fes giymiş Alman subayları olduğu hal­ de Çanakkale'den geçip, Karadeniz'e çıkacaklar ve Sivastopol'u bombalayarak Rusya'nın Türkiye'ye harp ilanına neden olacak­ lardı. Olayı Serkl Doryan Kulübü'nde poker oynarken duyan Bah­ riye Nazın Cemal Paşa ne yapacaktı? Oyunu bırakıp: - Allah Allah, diyecekti, hiç haberim yok Dernek benim bilgim dışında yapmışlar bu işi. İşin garibi, bu olaydan İttihat Terakki lideri büyük örgütçü Ta­ lat Paşa'nın bile haberi olmayacaktı! Nitekim Talat Paşa, İttihat Terakki'nin son kongresinde şöyle diyecekti: - Talim vesilesiyle Karadeniz'e çıkmış olan Amiral Souchon, Rus filosuna ve müteakiben Rus limanlarına taarruz etti. O gün­ den bugüne kadar hemen her tarafta benim vakadan haberdar ol­ duğum zannedilmiştir. Ben de harp esnasında bu zannı tekzip ve

94

tashihe lüzum görmedim. Bugün harp bitmiştir. Ben d e mevki-i iktidarda değilim. Binaenaleyh şimdi hakikati serbestçe söyleye­ bilirim. Sizi namusumla temin ederim ki, ben de bu vakayı herkes gibi vukuundan sonra haber aldım ve evvelden hiç mutabakatını yoktu. Mütareke'den sonra kurulan özel Parlamento Komisyonu, sa­ vaş dönemi kabineleriyle ilgili olarak bir soruşturma yürütecek ve sorumlu arayacaktı. Komisyonun tutanaklarına göre savaşa gi­ rişimize yol açan Sivastopol bombardım aruru Enver Bey de bilmi­

yordu. Bunu o zamanki Meclis-i Mebusan reisi olan amcası Halil

Bey, Enver kaçtıktan soma ısrarla kendisine sormuş o da "Valla­ hi bilmiyorum" diye yemin billah etmişti. Peki, bir bilen yok muydu? Sadrazam Said Halim Paşa Harp Divanı huzurunda "Hatırlanu­ yorum reis beyefendi hazretleri" diyecekti. Özetle, resmi belgele­ re, tutanaklara ve anılara göre, Osmanlı İmparatorluğu koskoca bir Dünya Savaşı'na girmiş, sonunda göçmüş, parçalanmıştı ama, ne gariptir ki işin "bir bilen"i bulunamıyordu. Bir bilenler somadan anlaşılacak, bu arada Harbiye Nazın En­ ver Paşa'nın Halil Bey'e ettiği yeminin gerçeği yansıtmadığı orta­ ya çıkacaktı. İttihat Terakki'nin son kongresi 1 kasım 1918'de yapıldı. Aynı gece parti önde gelenleri Arnavutköy'de yemek yediler. Bu toplu yemekten sonra, Talat, Enver ve Cemal paşalar iske­ lede buluştular. Hava sisliydi. Boğaz'ın sessizliğini bir motor gü­ rültüsü bozdu. "Üç as" bu motora bindi. Açıkta kendilerini bekle­ yen bir Alman hücumbotuyla ülkeyi terk ettiler. ra

Üç asa yıllar yılı alkış tutan Babıfili basını, olay duyulduktan songünün anlam ve önemine uygun satırlar döşemekte gecikmedi.

Zaman gazetesinde Refik Halid'in başyazısındaki soru şöyleydi: - Efendiler nereye'? Dönemin en ılımlı yazarlarından Refik Halid devam ediyordu:

Siz nazır değildiniz, derebeyliği yaptınız. Siz amir olamadınız, serger­ delik ettiniz. Zorbalara parmak

ısırttınız. Sizin sadrazamlıkla, serasker­

likle, nazırlıkla gözleriniz doymamıştı. A padişah heveshleri, layığınuz olan paşalar. . . Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye? . .

Ozan ve yazar Süleyman Nazif, Beyoğlu'ndaki bir pastanede oturmuş, "Efendiler nereye?" başlıklı Zaman gazetesini okuyordu.

95

Caddeden geçen İngiliz işgal kuvvetlerinin bir nakliye konvoyunda birbirine bağlı birkaç arabayı sadece iki katır çekiyordu. Yandaki masadan laf atıldı: - Nasıl oluyor da bu kadar yükü iki katır çekebiliyor hocam? Süleyman Nazif yanıtladı: - O da bir şey mi? Koskoca imparatorluğu bu duruma üç katır sürüklemedi mi?

Üçüncü bölüm Savaşta bir banş davası

Meşrutiyet dönemindeki "koruma ve kollama" harekatına iliş­ kin olaylar dizisinin son öyküsü bir "banş davası" . . . Hem d e "Enver Paşa'nın savaşı" diye bilinen son Osmanlı sava­ şında ilk ve son "banş" davası. .. Savaşa göre koşullanmış, eğitimi, yaşamı, yemini silah üzerine kurulu bir kadro yönetiminde banşçılık olur mu? Olur. Davası da olur. Ancak, öykümüzdeki "banş davası"nda ufak bir terslik vardır. Banşçılığın kahramanı, tüm yaşamı boyunca elini silalundan ayırmayan, cepheden cepheye koşan, banş içinde bile savaş ara­ yan İttihat Terakki silahşorlanndan Yakub Cemil'dir. Şimdiye kadar okuduğunuz bölümlerde hemen her silahlı eylem­ de adı geçen, Enver Bey'in baş fedaisi Yenibahçeli Yakub Cemil ... Geçelim öykümüze . . 1 2 .

Dünya Savaşı'yla birlikte Yakub Cemil'e de gün doğmuştu. Artık cephelerden cephe beğenecekti. Ancak savaşla birlikte, parti ve hükümetin içinde de birtakım soğuk savaş cepheleri be­ lirmişti. Hükümetin "üç as"ı Talat Bey, Enver Paşa ve Enver'in harbiye nazın olması karşısında dengeyi kurmak için bahriye nazırlığına getirilen Cemal Paşa sürekli birbirlerini kolluyorlardı. Cemal Paşa, Şam' da kendisini adeta geleceğin Suriye kralı gibi görmeye başlıyor, lstanbul'u pek dinlemiyordu. Enver Paşa'nın tuğgenerallikten tümgeneralliğe yükseldiğini haber alınca, o da apoletine bir tümgeneral işareti koymuş, kendi terfıini kendisi 1 2. Yakub Cemil'in "barış davası""na ilişkin en geniş kaynak Mustafa Ragıp Esatlı"nın ça­ lışmalarıdır. 1 930 yılında Akşam gazetesinde tefrika edilen belgesel anıları o dönemde olay yaratmıştır. Bu bölümde Esatlı'nın araştı rmalarından yararlanılmıştır.

97

yapmıştı. Talat Bey ise, genel merkeze karşı olan ekibi savaş sa­ yesinde dağıtmasını bilmişti. Enver'in fedaisi durumundaki silahşorlar takımı, Teşkilat-ı Mahsusa'nm müfreze komutanları olarak cephelere yollanmışlar­ dı. Teşkilat-ı Mahsusa'nm başına getirilen Süleyman Askeri Bey, bu arada Talat Bey'in saflarına katılmıştı. Türk olmayan unsurların elindeki ihracat-ithalat işleri "milli ekonomi" adı altındaki düzenlemeyle yerli tüccarlara açılmıştı. İttihat Terakki Genel Merkezi'nin denetimindeki bu yeni iş alanı, bazı İttihatçılara cazip gelmiş, örneğin, silahşorlar grubundan Sa­ pancalı Hakkı, ticaret erbabı arasına katılmıştı. Partinin eski sorumlu murahhas üyesi Sapancalı Hakkı'nın ti­ cari eylemleri Talat Bey hizbini rahat ettirmişti. Hakkı artık eski

arkadaşlarını toplayarak gerek parti, gerekse hükümet üzerinde

baskı kurmaya artık pek zaman bulamayacaktı.

Ne var ki, siyaset ile ticaret bazen ikiz kardeş gibi olabilirdi. Tatlı kazanca alışan ticaret erbabı istediği kadar, "Ben artık siya­ set yapmıyorum" desin, siyaset, ne yapıp yapıp kendisine yapış­ masını bilirdi. Sapancalı Hakkı da bu yapışkanlıkla ilk kez Ro­ manya' da karşılaştı. O dönemde Romanya, ticari bir merkezdi. Fransızlar, daha önce Türkiye'de bulunan ve ülkeyi yakından ta­ nıyan Havas Ajansı muhabiri Mösyö Moutu aracılığıyla Sapanca­ lı Hakkı'ya musallat olmuşlardı. Bükreş'te Athena Otel'de, Hakkı'yı ziyaret eden aracı, Fransa elçisi adına, Türkiye'ye "tekli barış" öneriyordu. Sapancalı, "banş" sözcüğünün o sıralarda da ne denli tehlike­ li olduğunun bilincindeydi. Enver Paşa'yı apandisit ameliyatıyla yaşama döndüren Operatör Cemil Paşa'nın başına gelenleri de duymuştu: Fransızlar emekli olup İsviçre'ye giden Operatör Cemil Pa­ şa'ya, çengel atıp, "barış için arabuluculuk" önermişler, o da bü­ yük bir saflıkla bu öneriyi Talat Bey'e iletmişti de, yurda dönü­ şünde evinin önünden hafiyeler eksik olmamıştı. Sapancalı Hakkı bu nedenle Fransız büyükelçisiyle görüşme önerisine yanaşmak istemiyordu: Havas Ajansı muhabiri Mösyö Moutu'yu, "Ben artık politikayla uğraşmıyorum, ticaretle meşgulüm. Burada elçimiz Safa Bey var, resmi sıfat sahibidir, gidin onunla görüşün" diye başından sav­ mak istiyordu. Sapancalı Hakkı'ya göre bir ülkenin dış ilişkileri, Hariciyesi aracılığıyla yürütülürdü, ticaret erbabı tarafından değil.

98

Fransız gazeteci ise, resmi ilişkilere geçmeden önce, ticaret er­ babıyla ortam ve koşulların hazırlanacağı tezini savunuyordu ki, bu tez yetmiş yıl sonra da -örneğin Özal döneminde- yeniden ge­ çerlik kazanacaktı. Hakkı Bey, kendisine sakız gibi yapışan Fransa'nın arabulucu­ sunu atlattığı sırada, bu kez İngilizler devreye girmişler, Gala­ ta'yla alışverişi olan bir Rumen bankerini, Mösyö Hirsovonoli­ ni'yi araya koymuşlardı. Sapancalı Hakkı, önce onu da Havas mu­ habiri gibi dehlemek istedi: - Ben yok siyaset. Var ticaret. Siz başvurun bizim sefaret. Ama Rumen bankacı, Fransız gazeteciden daha da yırtık çıktı. Ticari ilişkileri de araya katarak Sapancalı Hakkı ile İngiliz Sefa­ reti Müsteşarı Mr. Bennet'i bir araya getirdi. Hakkı da böylece banş koşullan hakkında bilgi sahibi oldu. İn­ gilizler iki şık öne sürüyorlardı: Osmanlı İmparatorluğu tekli ba­ rış yaparak savaştan çekilmeli ya da İtilaf Devletleri'yle bir olup Almanlara karşı savaşa geçmeliydi. Birinci şıkta, yani savaştan çekilme halinde, savaş öncesi toprak bütünlüğü için güvence ve­ riliyordu. İkinci şıkta ise, zaferden ortak pay alınacaktı. Sapancalı Hakkı, buna da direndi. Daha önce Fransız gazeteci­ ye verdiği yanıtla yetindi: - Ben yok siyaset, var ticaret. . . Ve İngiliz sondajcıya da, sefaretin yolunu gösterdi. İstanbul'a dönüşünde bu temaslarından kimseye söz etmemeye karar verdi. Ancak daha Beyoğlu'na ilk ayak bastığında Karlrnan Pasajı önünde altı sivilin peşine takıldığını fark etti. Aynı meraklı kişiler

Tepebaşı Bahçesi'nde de hemen yanı başına oturup kulaklarını

gramofon hunisi gibi açmakta bir sakınca görmediler.

Sapancalı Hakkı'nın tepesi attı. Doğruca Polis Müdürü Ahmet Bey'in makamına damladı. - Beni izleyecekseniz, adamlarınız bu işi doğru dürüst yapsın­ lar, neredeyse paltomun içine girecekler, diye çıkıştı. Polis Müdürü Ahmet Bey pencereden dışarıya bir göz attıktan sonra: - Vay salaklar vay, dedi. Ben kendilerine altısının birden bir araya gelmemelerini tembih etmiştim. Şimdi emir vereceğim, bir daha böyle bir münasebetsizlik olmaz. Sapancalı Hakkı'yı o günden sonra altı kişi yerine iki kişi izle­ meye başladı. Galata'daki yazıhanesinin karşısındaki çaycıya da çırak kılığın­ da bir hafiye yerleştirildi.

99

Yakub Cemil 'in cepheleri Sapancalı Hakla'run Galata'daki işyeri, " Seyr-i Sefain" (Deniz­ cilik Acentesi) binasındaydı. Buraya ara sıra eski dostlar uğru­ yorlar, savaşın gidişinden, "memleketin ahval-i umwniyesinden" dem vurarak, çene çalıyorlardı. Dahiliye Nazın Talat Bey, bir gün, acente sorumlusu Levazım

Başkanı İsmail Hakkı'yı makamına çağırdı:

- Şu Hakkı'yı oradan çıkartmanın yoluna bak, daireyi de kim­

seye kiraya verme, dedi. Hükümet aleyhine toplantılar yapılıyor­ muş. Ticaret bürosu mu, barış derneği mi, ne olduğu belli değil. Aynı gün, Hakla'nın rüştiye ve Harbiye' den arkadaşı Ömer Sey­

feddin büroya gelip uyarıda bulundu:

- Sen ve öteki arkadaşlar aleyhinde önemli tertipler var. Dik­ kat edin. Tehlikeye giriyorsunuz. Hay Allah, Hakla Bey ne yapmıştı? Romanya'daki "barış" sözcüklerinden de kimseye söz etme­ mişti. Ömer Seyfeddin'in uyarısırun nedenini Trabzon parti müfettiş­ liğinden patırtılı bir biçimde istifa eden Hüsrev Sami Bey'in ara­ da sırada büroya gidip gelmesine yordu. Hüsrev Sami, Nuruosmaniye Kulübü'nün bir iftar yemeğinde sılayönetim uygulamalarına karşı verip veriştirmiş, olup bitenle­ rin kamuoyuna duyurulmadığından, basın özgürlüğünün de yiti­ ıildiğinden söz etmişti. Parti genel merkezinde, yiyecek içecek mallarının dağıtımında yolsuzluklar olduğunu da ileri sürmüştü.

Ama bütün bunların "barış"la, üstelik "tekli barış"la ne ilgisi var­ dı? Tam o sırada kapı çalındı. . . Gelen kimdi? Yakub Cemil . . . " Al işte, bir b u eksikti" diye düşündü Sapancalı Hakla: - Yahu, sen Bağdat cephesinde değil miydin? Ne işin var İstan­ bul' da? Yakub Cemil'in konuşma tarzına da bir ağırlık çökmüştü: - Enver söz verdi. Beni yarbay yapıp tümen komutanlığına ata­ yacak, dedi. Bir koltuğa ilişti: - Artık ben siyasetten tamanuyla çekildim. Parti işlerine karış­ mayacağım. Şimdi savaş var. Savaşta savaşmak gerek. Yolda Hüs­ rev Sami'ye rastladım. Ahval-i umumiyenin kötü gidişinden söz etti. Trabzon müfettişliğinden ayrılış nedenlerini anlattı. O da se-

1 00

nin gibi ticaretle uğraşacalrnuş. Bana da bwm tavsiye etti. Ama biliyorsun, Enver'i kıramam. Tümen komutanı olacağım. Ben ar­ tık boy siperlerinden başka bir şey düşürunüyorum. Hakkı'nın bu işe aklı yatmadı. Sordu: - Yahu senin sınıfın yedek subay. Nasıl tümen komutanı olursun? Yakub öyle ayrıntılarla ilgilenmiyordu. Enver'e güveniyordu: - Valla Enver'le Bağdat dönüşü Halep'te karşılaştım. Vaat et­ ti. Yarbay olacağım. Şimdi onun dönüşünü bekliyorum. Biliyor­ sun, az cephede savaşmadım. Hem de alnımın akı ve bileğimin hakkıyla. Sapancalı Hakkı bilmesine biliyordu. Ama bildiği Yakub'un cepheden cepheye, Meta kovularak atıldığı ve hiçbir zaman dü­ zenli bir orduya komuta olanağı bulamadığıydı. Bingazi olaylan ve Balkan Savaşı'ndaki maceralarından başka, Teşkilat-ı Mahsusa'daki müfreze savaşlarında da komutanlarına illallah dedirtmişti. Kafkas cephesinde Ardahan'ı işgal edip ken­ disine "Ardahan fatihi Yakub" unvanını verişinden hemen sonra, kuvvetleri imha edilince, Erzurum'a dönmeye mecbur kalmıştı. Burada biraz özveride bulunmuş, "Erzurum fatihliği" unvanını da almakta ısrarlı olmamıştı. Hasankale'deki köy halkından on altı kişiyi sorgusuz sualsiz astığı gerekçesiyle, ordu komutanı Kamil Paşa tarafından Bit­ lis'te Ali (Çetinkaya) Bey'in alayına gönderilmiş, orada da uzun süre kalamamıştı. Ali Bey, disipline meraklı bir albaydı. Yakub Cemil'i belki hiza­ ya getirebilirdi. Ama baktı ki, karşısındaki, emir ve komuta zinci­ rine uymak yerine, cephede saat zinciri sallayarak dolanmakta, o da Yakub'u başından savıp, Bağdat'a göndermişti. Teşkilat-ı Mahsusa'nın bu kendine mahsus ateşli savaşçısı Bağ­ dat'ta 6. Ordu Komutanı Halil Paşa'nın müfrezelerinde, İngilizlere karşı Irak'ı koruyacaktı. Halil Paşa, Enver'in amcasıydı. Yakub'un huyunu suyunu bilirdi. Müfreze kadrolan daha tamamlanmadığı için İngilizleri üzerlerine saldırtacak hareketlerden kaçınıyor, sa­

vunma durumunu sürdürmek istiyordu. Yakub'un emrine bağımsız

bir tabur vermiş; "Senden şu siperi elde tutmandan başka hiçbir şey

beklemiyorum, taşkınlık istemem" diye sıkı sıkıya tembih etmişti. Ne ki, Yakub'un "banş"a olduğu kadar savunmaya karşı da alerjisi vardı. Bekledikçe kaşıntılan tutuyordu. Günler geçtikçe savunmak zorunda olduğu cephede el falına bakıp, beştaş oyna­ maktan bunalmıştı. Karşıdaki düşman cephesine gelince, yaprak bile kıpırdamıyordu. Bir gün dayanamadı:

1 01

- Bu gidişle bizim tabancanın namlusu pas tutacak, dedi ve ko­ mutandan emir almadan bir hücum emri vermeyi uygun gördü. Birliğini İngiliz cephesine kadar sürmesinin sonucu, taburun bozgunu oldu. Halil Paşa da, Yakub Cemil'i uygun bir biçimde ls­ tanbul'a postalamaya karar verdi. - Seni genel karargfilı.tan istiyorlar, diye bir de yalan uydurdu.

Yakub Cemil. Harbiye N azın Enver Paşa tarafından üstün ba­

şarı madalyasıyla onurlandınlacağı düşünü kurarak, Bağdat'tan lstanbul'a doğru yola koyuldu. Halep'e geldiğinde Enver Paşa'nın da Bağdat'a gitmek üzere bu kentte bulunduğunu öğrendi. - Herhalde Enver, madalyayı cephede takmak için, ayağıma

kadar zahmet ediyor, diye düşündü. Teşekkür etmek için huzura çıktı. Cephedeki başarılarını uzun uzadıya anlattı. Başta Enver Pa­ şa'nın amcası Halil Paşa olmak üzere komutanlarının tümünü çe­ kiştirdi. Eğer onlar olmasaydı, gittiği cephelerdeki savaş çoktan kaza­ nılnuş olacaktı. Kendisini büyük bir sabır içinde dinleyen harbiye nazırından

�bu durum muvacehesinde ufak bir ricası" vardı:

- Beni tümen komutanı yapınız, istediğim bir tek yarbaylık rüt­

besidir, dedi. Enver Paşa, Yakub'u iyi tanıdığı için: - Olur olur, diye geçiştirdi. Musul'da Kürt alaylarından bir tü­ men kurayım, seni de komutan yapayım. Ama sen şimdi lstanbul'a git. Orada beni bekle. Ama sakın ola bir taşkınlık yapmayasın. .. Yakub Cemil, bir topuk selamı çakarak harbiye nazınnın Bağ­ dat'tan dönüşünü beklemek üzere lstanbul'a gitti. lstanbul'da savaş yoktu. Sadece savaşın yarattığı yılgınlık, hu­ zursuzluk vardı. Yakub Cemil'in kaşıntıları arttı. Şu harbiye nazın da nerede kalmıştı. Hüsrev Sami, kaşıntılanna iyi gelir diye Yakub'a Bursa kaplıca­

larını önerdi. O da oraya gidecekti. Yakub öneriyi kabul etti. Enver

Paşa'nın dönüşüne kadar Bursa'da Çekirge kaplıcalarında Hüsrev

Sami'yle zaman öldürmeye karar verdi. Çekirge'de öteki bazı mu­ haliflere de rastladı: Oteli işleten Satvet Lütfi (Tozan) Bey gibi. Prens Sabahaddin'in katibi Satvet Lütfi, Mahmud Şevket Paşa Suikastı'ndan sonra Bursa'ya sürgüne gönderilmişti. O da duru­ mundan memnun değildi. Kaplıca sefalarında hükümet ve savaşın gidişatına ilişkin eleş-

1 02

tirileri dinlemek zorunda kalan Yakub ise bu tartışmaları, "Hele bir tümen komutanı olayım, her şey düzelir" diye geçiştiriyordu. O sırada Enver Paşa'nın lstanbul'a döndüğünü öğrendi. Çekir­ ge'den tası tarağı toplayıp soluğu harbiye nazırının yanında aldı. Verilmiş sözü hatırlattı: - Sizi bugüne kadar bekledim, Halep'te bana vaat ettiğiniz tü­ men komutanlığı işi n'oldu? Halep oradaysa işte Yakub burada! Enver Paşa'nın başı karışıktı. Yakub'u başından savdı: - Personel Müdürü Şevki Bey'i gör, seni münasip bir yere tayin ediversin. Şevki Bey, deneyimli bir bürokrat olarak durumun farkınday­ dı. "Bugün git, yarın gel" diyerek hiç olmazsa o günü idare etti. Ama Yakub Cemil, yarın da, yarından sonra da, yarından bir son­ ra da, personel müdürünün kapısını aşındırmaktan usanmadı.

- Ne oluyor bizim tümen komutanlığı, hfila arzdan çıkmadı mı? Şevket Bey sonunda dayanamadı: - Ne arzı, ne iradesi beyim? dedi. Böyle bir tayin emri yok ki,

arzdan çıksın. Yakub Cemil şaşırdı. Tartışma, tatsızlaşmaya başladı: - Alay mı ediyorsunuz, benim tümen komutanlığı emrimi har­ biye nazın verdi. . . - Bana böyle bir emir gelmedi! - Şuna bak, bir de gelmedi diyor, sanki cebinden verecek tümen komutanlığını. . . Ben sana gösteririm. Kapıyı vurup çıktı. Doğru harbiye nazınnın kapısına yöneldi. Enver Paşa, savaşın gidişatı karşısında zaten burnundan so­ luyordu. "Tümen komutanlığım. .. " sesiyle birlikte karşısında Yakub Ce­ mil'i görünce dayanamadı: - Bana bak Yakub, dedi. Senin bugünkü durumun yedek subay. Yedek Subay Kanunu'nda en son terfi binbaşılıktır. Tümen komu­ tanlığı için mevzuat müsait değil, anlamıyor musun? Yakub Cemil, çöküverdi. Bir ara toparlanıp, "Peki siz yarbay­ lıktan tümgeneralliğe sıçrayıp, harbiye nazın olurken mevzuat nasıl müsait oluyor?" diye soracaktı, ama vazgeçti. Soğuk bir se­ lam vererek çıktı. Atlatıldığını anlamıştı. Hakkı Bey'in Galata'daki yazıhanesine giderken yolda kendi kendine konuşuyordu: - Sen de mi Enver? .. Bana ha? .. Bana bunu yapacaktın ha? . . Ben ki , Babıali Baskını'nı yapan, Nazım Paşa'yı vurarak sana har-

1 03

biye nazırlığı yolunu açan . . . Ben ki, apandisit ameliyatın sırasın­ da tabancayı çekip senin hayatını kurtaran. . . Selanik'ten bu yana, peşini bırakmayan . . . Nazırlığın için kelleyi koltuğa alan . . . Cepheden cepheye koşan . . . Bana bu kazığı atamazsın Enver. Son cümlesinde Sapancalı Hakkı'nın odasından içeri girmişti. - Hayrola Yakub, yarbay oldun mu? Yakub, ağız dolusu söverek yanıt verdi: - Biz bunları yıllarca omuzlarımızda taşıdık, bu makamlara yükselttik. Şimdi omzumuza bir iki yıldızcık için, mevzuattan, ka­ nundan söz ediyorlar. Kabahat bizim arkadaş. Bizim gibilerin . . . Sapancalı Hakkı, Yakub Cemil'i teselli etmeye çalıştı: - Boş ver Yakub, üzme tatlı canını, dedi, sen şimdi git evine, bir çaresine bakarız. Yakub: - Peki, diye boyun eğdi. Ama çıkarken hala söyleniyordu: - Hakkımı alacağım Hakkı. Dünyada dört türlü hak vardır. Ana hakkı, baba hakkı, Sapancalı Hakkı, bir de Yakub'un yarbaylık hakkı . . . Haklardan Sapancalı Hakkı'nın telefonu çaldı. Arayan Enver Paşa idi. Harbiye nazın, Yakub'un durumu hakkında bilgi vermek isti­ yordu: - Bak Sapancalı, sen de bilirsin ki, bu adam bir tümen değil, bölük bile yönetemez. Böyle olduğu halde yurtseverliğine ve yü­ rekliliğine saygım ve sevgimden, kendisini çok önemli görevlerin başına geçirdim. Edirne'den Ardahan'a, Ardahan'dan Bağdat'a kadar yemediği herze kalmadı. Tüm komutanlar şikayetçi. Sen ona tavsiye et, nasihat et, ne edersen et, otursun ticaret falan yap ­ sın. Ama benden komutanlık istemesin. Artık bu taşkınlıklara da bir son versin. Seni dinler. Ama Yakub Cemil, Sapancalı Hakkı'yı o gün dinlememiş, Eren­ köy'deki evine gideceğine, doğru İttihat Terakki Genel Merkezi'ne

dayanmıştı. Amacı partiyi araya sokmaktı. Parti demek devlet de­

mekti. Üyelerin toplu halde oturduğu geniş salona girer girmez:

- Parti, benim işe bir çare bulmalı, diye söze başladı. Ben hiç mi yarbay ya da tümen komutanı olamayacağım? Ötekilerden ne­ yim eksik? Üyelerden biri: - Otur, bir çay iç Yakub, dedi. Ne yapalım, biz de Enver Paşa'ya rica ettik. Ama kendisini bizden iyi tanırsın. Geçenlerde Adliye Nazın İbrahim Bey bir akrabası için tavsiye mektubu göndermiş-

1 04

ti. Enver Paşa ne yaptı? İbret olsun diye tavsiye mektubunu, ne­ zaretin cümle kapısına astınp İbrahim Bey'i rezil etti. Biz dert an­ latamadıktan sonra . . . Yakub Cemil, partinin d e bir işe yaramayacağını anlamıştı. Küskün bir şekilde binadan çıktı, vapura bindi. Karşıya geçip Erenköy'e gitmek üzere trene atladı. Trende kalabalığın konuş­ tukları kulağına çalınıyordu. "Savaşın kötüye gittiği"nden, "barı­ şın gereği"nden söz edenlerin mınltıları arasında uyuyakaldı. Rüyasında birtakım apoletler üzerinde birtakım yıldızlar gör­ dü. Yıldızlar birer birer uçuşup, gökyüzüne çıkıyorlardı. Uyandı­ ğında gece olmuştu. Trenin durduğu istasyondaki bekçiye sordu: - Erenköy mü? - Hayır, İzmit, dedi bekçi. Bir kahveye girdi. Dönüş trenini beklemeye koyuldu. Enver Paşa'yı iktidara getirdiğine, ameliyatına tabancasıyla müdahale edip yeniden hayata döndürdüğüne bin kere pişman olmuştu. Gece rüyasında, gökte çakılı yıldızlara doğru kanatla­ nan barış güvercinleri gördü.

Banş, barış, banş Yakub Cemil, ertesi gün sivil elbiseleriyle Sapancalı Hakkı'nın yazıhanesinden içeri girerken, Enver Paşa'nın eski yaveri Müm­ taz ile Hüsrev Sami Bey, sabah kahvelerini yudumluyorlardı. - Ben artık barışçı oldum, diye söze girdi. Mümtaz'ın elinden fincan düştü. Sapancalı Hakkı irkilerek sordu: - Nasıl barışçı? - Basbayağı. . . Hem de tekli barışçı. Bu Almanlardan hayır yok. İtilaf Devletleri'yle anlaşıp barış yapılmalı. Millet bunu konuşu­ yor. Konuştuğum kimseler, hep aynı fikirde. Kısa bir süre öncesine kadar boy siperlerinden söz eden Ya­ kub Cemil'in bu birden gelen barışçılığına odadakiler pek akıl erdiremediler. - Otur bakalım, sakin ol, diye yer gösterdiler. Hakkı Bey, dışarıya seslendi: - Oğlum, Yakub Bey'e bir adaçayı yap, sinirlere iyi gelir. Ama Yakub Cemil, hala "barış" diyor, başka bir şey söylemi­ yordu. Hüsrev Sami ile Mümtaz izin isteyip çıktılar.

1 05

Hakkı Bey de ayıp olmasın diye bir iki "banş" sözü etti. Bu arada Romanya' da İngiliz ve Fransızların kendisine yanaşıp banş konu­ sunda Türkiye'deki havayı koklamak istediklerini ağzından kaçırdı. Yakub Cemil: - Bak gördün mü? dedi, herkes benim fikrimde. Üstelik barış önerisi ayağımıza kadar gelmiş. O halde ne duruyoruz? Hakkı Bey anlayamamıştı: - Ne demek, ne duruyoruz? Ne yapacağız ki? - Ne yapacağımız var mı, barış için bir girişimde bulunalım. Hakkı toparlandı: - Saçmalama. . . Enver'lere, Talat'lara, Cemal'lere mi kabul ettireceksin barışı? - Neden olmasın? Kabul etmezlerse deviririz. - Nasıl? - Basbayağı. Babıfili'yi basarız. Bir ihtilal daha yaparız. Hiç mi yapmadık? - Bana bak Yakub, dedi Sapancalı Hakkı, sen git de evinde bi­ raz istirahat et. Bu sözleri de sağda solda söyleme. Anladın mı? Yakub Cemil evine gitti. Kararlarını genellikle otunna odasın­ daki boy aynası önünde verirdi. Aynanın karşısına geçti. Sağ eli­ ni Napolyon gibi sol göğsüne yöneltti.

Üç kere bağırdı: - Barış, barış, barış. . . Bitişik odadan kardeşi Seyid Mehmed'in sesi duyuldu: - Bir şey mi istedin? - Evet, dedi Yakub, barış istiyorwn. Seyid Mehmed kapıyı açıp içeri girdi: - Anlayamadım? - Bak Mehrned, sen şimdi, parti genel merkezine gideceksin. Benim tekli barış için teşebbüse geçtiğimi söyleyeceksin. Razı ol­ mazlarsa hükümeti devireceğimi söyleyeceksin. Muhtıranın ce­ vabını tez getir. Haydi yallah. Seyid Mehmed: - Peki abi, dedi. Doğruca parti genel merkezine gitti. Üyeler toplu halde kağıt oynuyorlardı. - Beyler, dedi. Bizim Yakub delirdi, abuk sabuk bazı şeyler söylüyor. Bir iki masadan ilgi gösteren oldu: - Ne diyor, ne diyor? - Tekli barış filan diyor.

1 06

- Tekli bahis mi? Oğlum at yarışları biteli yıl oldu. Seyid Mehmed ısrar etti: - Valla, ben durumunu pek iyi görmüyorum. Siz Yakub'u çağ­ np nasihat etseniz fena olmayacak. Yakub Cemil'in huyunu suyunu bilen üyeler Seyid Mehmed'in uyanlarına pek kulak asmadılar. - Peki peki, dediler. Biz bir çaresine bakarız. Olmazsa Doktor Rıza Nur'a göndeririz. Birisi lafa katıldı: - Doktor Rıza Nur dediğin kendisi ruh hastası. Kelin merhemi olsa başına sürerdi. Seyid Mehmed eve döndü... Verdiği muhtıranın fazla etkili ol­ madığını söyledi. Yakub telefona sarıldı. Partinin Nuruosmaniye Kulübü'nden Talat Bey'in has adamı Kara Kemal'i aradı: - Alo Kemal, seninle önemli bir iş için görüşmem gerek, hemen bana gel. - Nerdesin? - Erenköy'de, evdeyim. Kara Kemal atlatmak istedi: - Kusura bakma, ben hastayım dedi. Söyleyeceğin çok mu önemli? - Evet. Memleket meselesi. - O halde sana Memduh Şevket'i göndereyim. - Pekfila.

Yakub da, ihtilale karar veriyor Memduh Şevket, Yakub Cemil'i, savaştan önceki Osmanlı hari­ tası "Memalik-i Osmaniye"yi masaya yaymış, bekler vaziyette buldu. Yakub, parti merkezinden gelen konuğuna yer gösterdi: - Sizi buraya kadar yordum, kusura bakmayın, dedi. Ama ko­ nu vatan-millet meselesi. Önce şunu söyleyeyim, ben sizlerden ayrıldım. ltilafçılardan yana oldum. Sonra, eliyle haritada bir yer gösterdi: - Düşman buraya kadar geldi. Artık Almanlardan hayır yok. En iyisi, tekli barış yapmalı. Gidin arkadaşlara söyleyin, siz yoksanız Yakub kararlı deyin. Memduh Şevket ne diyeceğini şaşırdı: - Valla iyi düşünüyorsunuz ama ben yetkili değilim, gidip bir Kara Kemal'le konuşayım, dedi.

1 07

Aynldı .Gitti. Durumu patronuna anlattı . Haber Kara Kemal aracılığıyla Dahiliye Nazın Talat Bey'e ulaştı: - Efendim, Yakub cozuttu: Talat Bey: - Hayır, dedi .Bu işte bir bityeniği var .Yakub böyle tekli barış­ tan falan anlamaz . O, Sapancalı Hakkı'nın başından çıkıyordur . Yazıhanedeki toplantılardan zaten kuşkulanıyordum . Üstelik Hakkı'nın Romanya temasları da karanlık . Bunlar mutlaka bir komplo peşindeler .Sen fırsatı kaçırma . Yakub'u kolla. Ağzından laf al. Bakalım bu tekli barış hikayesinin ardında kimler varmış? Kara Kemal, ertesi gün Yakub'u genel merkeze çağırdı . Talat Bey de bitişik odada, kapı aralığından konuşmaları dinle­ yecekti. Kara Kemal "barış güvercini"ni dostlukla karşıladı: - Buyur Yakubcuğum, çoktandır görüşmüyorduk, ne emreder­ sin, çay, kahve? - Barış, dedi, Yakub Cemil, tek şekerli olsun .

- Hımm, yani tekli barış .Ala .Çok uygun .Yalla ben de bu fikir-

deyim. Ancak İtilaf Devletleri acaba buna yanaşırlar mı? Önce bunu anlamak lazım .Sen bilirsin, yabancılarla bu konuda görüş­ müş arkadaşın var mı? Yakub Cemil ağzından kaçırdı: - Var. Ben biliyorum. - Kimdir? - Şimdi söyleyemem .Mezun değilim . Kara Kemal fazla ısrar etmedi .Ama ismin Sapancalı Hakkı ol­ duğu muhakkaktı . - Yalla o zaman bu fikir harika, dedi. Ama acaba cihet-i askeri­ ye ne der? Gidip meseleyi bir de onlara anlatsan .Mesela Harbiye Nezareti müsteşarına . Kara Kemal, Talat Bey'den aldığı talimat doğrultusunda Enver Paşa'nın bu eski ekibine karşı kanıt toplamak istiyordu. Yakub Cemil: - Pekfila dedi, bir de Harbiye Nezareti'nin görüşünü alayım . Müsteşar Mahmud Kamil'in kapısından girdi . Mahmud Kamil de eski dostu sıcak karşıladı: - Ooo ne haber Yakub Bey? - Merak etmeyin, tümen komutanlığı için falan gelmiş değilim. O sizin olsun. Zaten yakında gerek de kalmayacak . Çünkü bize savaş değil barış lazım. Ne demişler: Savaşma, barış ... Ben artık bu karara vardım . Fi lairni genel merkeze de açtım, Kara Kemal

1 08

mutabık. Acaba ordu ne düşünür? Onu merak ediyorum. Sen hü­ kümete boş ver. Önemli olan parti ile ordu. Hükümet razı olmasa bile onun icabına bakarız. - Nasıl? - Bayağı. Devirerek. .. Müsteşar şaşırmıştı. Herhalde Yakub Cemil yarbaylık işi olma­ yınca kafayı üşüttü diye düşündü. . . Renk vermedi. - Ya öyle mi, hele biraz dur bakalım, biraz düşünelim, dedi. Ben meseleyi yetkili kurullara havale edinceye kadar sen evine git, istirahat buyur. Yakub Cemil'in Harbiye Nezareti'ndeki ilk izlenimi olumluydu. Evinde istirahate çekilmeden önce aklına parlak bir fikir daha geldi: - Nuruosmaniye'ye kadar gelmişken, Babıfili'den de geçip şu Sadrazam Said Halim Paşa'ya bir uğrayayım, diye düşündü. Yokuştan indi. Sadrazamın kapısını çaldı. Prens Said Halim Paşa, Yakub Cemil ile ekibinin, Enver Pa­ şa'nın nazırlığı konusundaki baskılarını anımsadı. Damdan düşer gibi gelse de: - Buyursunlar, demekten başka çare bulamadı. Yakub Cemil, sadrazama askerce bir selam verdi. - Paşa hazretleri, cepheden geliyorum. Durum bozuktur. Gidi­ şat hakkında herkes aynı fikirde birleşmektedir: Savaşma, barış. Hem de tekli banş. Partiye uğradım. Genel merkez de benim fik­ rimde. Ben bu barışı sağlayacağım. Azmettim. Barış olmazsa da... - Evet yavrum? - İnkılap yapacağım. - Yani, bizi mi devireceksin? - Evet paşa hazretleri. Sizin de başında bulunduğunuz hükümeti devireceğim. Sadrazam Said Halim Paşa yutkundu. Enver Paşa'nın, aynı şekilde pat diye odasına girip "Beni derhal harbiye nazırı yapmak zorundasınız" yollu davranışından beri bu tür olaylara alışmaya başlamıştı. Enver Paşa'nın has adamı Yakub Cemil'den de ancak böylesi beklenebilir, diye düşünüyordu. Mısırlı asilzade, aradan geçen zaman içinde Talat Bey'e danış­ madan tuvalete bile gitmemek gibi bir alışkanlık da edinmişti. - Valla Yakub Bey, dedi, memleketin haynna uygun bir barışı kim istemez ki? Siz müsterih olunuz. . . Lakin bu konu parti işidir. Talat Bey'e danışsanız iyi olur. Yakub Bey, partiden sonra sadrazamı da ürküttüğü kanısına

1 09

vardı. Zaten amacı da buydu. Said Halim Pruşa, belki işe el koyup, Enver Pruşa'run esirgediği tümen komutanlığı hakkının kendisine verilmesini sağlayabilirdi. "Barış"çılık işin cilasıydı. Babıfili'den çıkarken not defterine sadrazamın da adını yazıp, yanına bir artı işareti koydu. Sıra parti lideri Talat Bey'e gelmişti. - Hele bir yarın olsun bakalım, dedi. Sabah ola hayrola! Ertesi sabah, Erenköy'deki evinden çıktığında karşı kaldırım­ da iki atlı gördü. - Biri Damat Selahaddin Ali Bey. . . Ama yanındaki kim ola?

Aaa, ta kendisi. Talat Bey. . . Enver Bey, pruşa olup harbiye nazırlı­ ğına gelince, sivil Talat Bey'e de fahri süvari rütbesi vermişti. Ya­ kub da, o gün bu gündür dahiliye nazınrun sabahları at gezintisi­

ne çıktığını işitmişti ama, bu sporu Erenköy taraflarında değil,

karşı tarafta yaptığını sanıyordu. Acaba sabah sabah burada ne arıyordu? Tabii ki, Yakub Cemil'i. Talat Bey, barış güvercini Yakub'un tüın temaslarını adım adım izliyordu. Belki kendisine kadar gelmekten çekinir sanısıyla atına binip Erenköy'e kadar uzanıvermişti. Göz göze geldiklerinde ilk selamı Talat Bey verdi: - Ooo Yakub, sabahı şerifler hayrolsun, nereye böyle? - Zaten ben de seninle görüşmek istiyordum Talat Bey, diye karşılık verdi Yakub Cemil. Talat Bey atını biraz ileri sürdü. Yakub Cemil bilinen sözleri tekrarladı: - Çanakkale' den bruşka hiçbir bruşarımız yok. Dolayısıyla bu sa­ vruştan artık hayır yok. En iyisi savruşmayı bırak, barışmaya bak. Almanlardan da hayır yok. Bu nedenle tek yol: Tekli barış. Barış olmazsa devrim. - Ne devrimi? - Ne devrimi olacak, harbe devam diyenleri devirme devrimi. Yakub Cemil, sadrazamın bile kendisiyle aynı görüşte olduğu­ nu söyledi. - Hakkın var, Yakub, dedi Talat Bey. Ben de aynı görüşteyim. Lakin bu işe Enver ne der acaba? Düğüın onun elinde. Üzengilerle atına dokundu. Yakub Bey'i selamlayarak uzak­ lruştı. Nal sesleri, Yakub'un kafasında tıkırdarken gözünün önüne Babı­

fili kaldırımlarında at üzerinde geçen Enver Bey geldi. Kfunil Pruşa

1 10

hükürneti, banş sözleşmesi imzalayacak diye o gün Babıfili'yi bas­ mışlardı ve ihtilalin sloganı da "Saray'a selam, savaşa devam" idi. Ya kendisi ne yapacaktı? Babıfili'yi hangi sloganla basacaktı? "Savaşa hitam, barışa selam."

"Ala" diye düşündü.

"Bundan iyi slogan olmaz."

Kendisinden bir yarbay rütbesini bile esirgeyen Enver Paşa'ya inat: "Savaşa hitam, barışa selam".

Abdullah Efendi Lokantası 'nda - Selan1ünaleyküm Hakkı Bey! . . Sapancalı Hakkı, telefondaki sesi tanımıştı! . . - Hayrola Yakub, sabah sabah gene n e var? - Bugün öğleye mutlaka Abdullah Efendi Lokantası'nda ol. Çok önemli, orada görüşürüz. Fazla sorma. Hakkı, son günlerde ortalarda pek görünmeyen Yakub'un bu çağnsına bir anlam verememişti. Ama telefonda konuşmak iste­ mediğine göre mutlaka gizli ve önemli bir iş olmalıydı. Abdullah Efendi Lokantası'na girdiğinde Yakub'u bir masada tek başına bekler buldu. - Gel Hakkıcığım, otur, her şey tamam! - Ne tamam? - İhtilal! . . - N e diyorsun yahu? - Dur, önce bir şey ısmarlayalım. Ne içersin? - Bırak şimdi "ne içersin"i... Anlat bakalım gene ne haltlar karıştırdın? Yakub, garsona iki bira ısmarladı. Hakkı'ya dönerek: - Dinle şimdi, dedi. Sadrazamla, Talat'la falan her şeyi konuş­ tum. Hepsi bizden yana. Barış işi tamam. Tekli barış. Sapancalı Hakkı'nın yudumladığı bira burnundan fışkırdı.

- Lan, sen deli misin? dedi. Bu heriflerin hepsi bizi tongaya dü-

şürmek için aylardır uğraşıyorlar. Yakub, son derece sakindi: - Hakkı, iş bildiğin gibi değil.

- Ne değili, kuş beyinli, bu konuştuklann zaten hükümet. Sen de kalkıp, hükümeti devireceğim, diyorsun. Hangi hükümeti? Yakub Cemil biraz duraladı. Düşündü: - Olsun, dedi, ben hepsini deviririm.

111

- Bok devirirsin! Sapancalı, ağzına geleni söylüyordu: - Dangalak, bunlar barış yapmak isteseler, sana mı kaldılar? Kendi barışlarını kendileri yaparlar. - Ama biz daha iyisini yaparız. Üstelik tekli. - Oğlum sen Allah'tan ya da Talat'tan belanı mı arıyorsun? - Hayır sadece barış arıyorum. Dur hele, sözüm bitmedi. Şimdi buraya iki arkadaş gelecek. - Kim bunlar? - İhtilale katılacak olanlar, İnzibat Bölük Komutanı Nevzad Bey ile, Harp Divanı Başkanı Nazifin . . . - Ne? . . Harp Divanı başkanı mı? - Hayır, Divan Başkanı Nazif Bey'in yaveri Murad Bey. Sapancalı Hakkı'run diken diken olan saçları neredeyse kalpa­ ğını yerinden oynatacaktı: - Ne münasebet? . . Niçin buraya geleceklermiş? - Durumu onlara da anlattım. "Tamam" dediler. "Yalnız işin içinde senden başka kim var, nasıl bileceğiz? Gidip Talat Bey ile sadrazama da, var mısın diye soramayız ya" dediler. . . Adamlar haklı Hakkı. . . Ben de "Hakkı da var" dedim. "İnanmazsanız gelin Abdullah Efendi'de buluşalım" dedim. . . Haah işte geldiler. Abdullah Efendi Lokantası'nın kapısından, İnzibat Bölük Ko­ mutanı Yüzbaşı Nevzad Bey ile Harp Divanı Başkanı Nafiz Bey'in yaveri Murad girdi. Sapancalı Hakkı hışımla yerinden kalktı. Ya­ kub Cemil'e: - Hıyar herif dedi, ben bu işte yokum. Sen de başını belaya sokmak istemiyorsan, unut bunları. "Şaka yaptım" de. Ok gibi kapıdan fırladı. Gelenler şaşırmışlardı. Yakub şimdi ne yapacaktı? - Şaka yaptım, ihtilal falan yok, sizi rakı içmeye çağırdım, diyemezdi ya. İhtilalin şakaya gelir yanı olamazdı. Konuklarına birer bira ısmarladı. - Arkadaşlar, dedi, gerçi Sapancalı Hakkı'yla anlaşamadık ama, korkmayın, arkamızda sadrazam bile var. İhtilal hazırlıkları tamamdır. Şimdi hepiniz defterinize not edin: 13 13 32 . . . - O nedir? diye sordu İnzibat Bölük Komutanı Murad Bey. Ye­ ni telefon numaran mı? - Hayır, dedi Yakub. İhtilalin son numarası. 13 temmuz 1332 (yeni takvimle 1 9 16). O tarihte, saat alafranga 13'te Meserret Ote­ li'nin kahvesinde buluşalım. Oradan Babıfili'yi basacağız.

1 12

Gene Meserret Oteli Yakub Cemil, İnzibat Bölük Komutanı Nevzad'ın beraberinde

getirdiği on silahlı er, Divan-ı Harp başkanının yaveri Murad Bey

ve sağdan soldan topladığı öteki ihtilal arkadaşlarıyla birlikte Me­ serret Oteli'ne girerken, içerde Yenişehirli Ali Haydar Bey ile Yüz­

başı Ahmed (Maçka) tavla oynuyorlardı. Yakub, Ali Haydar'ın at­ tığı zarlan kaptı: - Bırak şimdi kapı almayı da, beni dinle, diye çıkıştı. Şu gördü­ ğün arkadaşlarla buraya niçin geldiğimi biliyor musun? Şimdi, az sonra Babıfüi'ye giderek hükümeti alaşağı edeceğiz. Yüzbaşı Ahmed, Yakub'u uyardı: - Yahu sen delirdin mi? Şu dışarıya bir baksana, polis ve hafiyeden geçilmiyor. Otelin dört bir yanı kuşatılnuş vaziyette. Tavlayı kapatıp dışarıya çıkmak istedi. Yakub Cemil müdahale etti: - Nereye gidiyorsun? Az sonra ihtilal var. Aklın varsa bize ka­ tılırsın. Sonra, kahvede tanıdık, tanımadık kim varsa kısa bir nutuk çekti: - Arkadaşlar içinizde vatan kurtarmak isteyen varsa, şu tarafa geçsin. Yenişehirli Ali Haydar, sessizce otelin müdüriyet odasına geç­ ti, Sapancalı Hakkı'ya telefon etti: - Hakkı Bey, derhal buraya Meserret'e gel, senin Yakub Cemil, etrafına bazı kimseleri toplamış Babıfüi'yi basmaktan falan söz ediyor. Etraf polis dolu, derhal yetiş. Sapancalı Hakkı, Yakub'un bu denli densiz davranacağını doğ­ rusu tahmin etmiyordu. Şimdi ne yapacaktı? Gitse, acaba kendisini de içeri alırlar mıydı? Öyle ya, günlerden beri yazıhanesi gözleniyordu. Hafiyeler belki de oteli basmak için, Sapancalı'nın gelmesini bekliyorlardı. Gitme­ se, işin ucu gene kendisine dokunabilirdi. Giderse belki Yakub'u bu çılgınca eyleminden vazgeçirebilirdi. Yenişehirli Haydar'a: - Peki, dedi, şimdi geliyorum. Yakub'a söyle ben gelmeden bir şey yapmasın. Bir taksiye atladı. Meserret Oteli'nin kapısında Ali Haydar onu bekliyordu. Heye­ candan nefes nefeseydi: - İyi ki geldin Hakkı. Vaziyete bak: Her taraf polis ve hafiyeyle sarılı.

1 13

- Yakub nerede? - Yukarıda, odasında. Diğerlerinin de, bir kısmı odalarda, bir kısmı kahvede. Sapancalı Hakkı doğru müdüriyet odasına yöneldi. Babıfili mu­ hafızlarından Yüzbaşı Hasan Bey'e telefon etti. Hasan Hoca diye bilinen muhafızı tanıyordu. Olaydaki tutumuna onu tanık etti: - Bana bak Hasan Hoca, hükümeti devirmek için bazı numara­ lar dönüyor. Şayet Babıfili'ye böyle bir amaçla gelmek isteyenler olursa en yakınların da olsa hepsini süngület. - Olur, dedi Yüzbaşı Hasan. Başkaca ne var ne yok? Çoluk ço­ cuk ne filemde? - Şimdi vaktim yok, diye kapadı telefonu Sapancalı. Merdivenleri üçer basamak atlayarak çıktı. Yakub Cemil'in odasına daldı. İhtilalin başı, bir elinde tabancası, yatağa kaykılmış bekliyor­ du. Karşısında Hakkı'yı görünce sevindi:

- Filaini değiştirrnenden memnun oldum Hakkı Bey! dedi. - Ne değiştirmesi, diye gürledi Sapancalı. .. Üşüttün mü sen? Baksana şu pencereden aşağıya. Her taraf sanlı. Bizden dedikle­ rinin hepsi de aslında karşımızda. Mandepsiye bastırmak istiyor­ lar hepimizi. Suçüstü yapacaklar. İhtilale tam teşebbüsten . . . Yakub direniyordu: - Olmaz, arkadaşları topladım, söz verdim, dedi. Hakkı Bey az önce Babıfili Muhafız Komutanlığı'na telefon ettiğini söyledi: Yakub telaşlandı: . - Neee, bizi ihbar mı ettin? - Ne ihbarı be, sağır sultanın bile haberi varken. . . Yakub Cemil, ağlamaklı olmuştu . . . - Peki, şimdi n e yapacağız? diye sordu. Hakkı Bey, zaman kazanmak istedi: - Bu işi ertele dedi, Hüsrev Sami'ye, Mürntaz'a filan haber ve­

rir, buraya çağırırız. Sonra münasip bir zamanda, şartlar oluşun­ ca ihtilal yapanz.

Yakub şart koştu: - Onlara derhal telgraf çek İstanbul'a gelmelerini bildir. - Bildiririm, peki. - Hayır, hemen şimdi! .. Telgrafı görmeden buradan bir adım atmam. Hakkı Bey, hemen oracıkta telgrafları yazdı: "Hemen acele olarak lstanbul'a geliniz! İmza Hakkı."

1 14

Otel katibini çağınp postaneye gönderdi. Yakub direnmeyi bı­ raktı. Durumu kabul etti. Hakkı da rahat bir nefes aldı. - Hadi, dedi. Sen şimdi evine git, istirahat et. Ben öteki arka­ daşlarına durumu anlatının. "İhtilal ertelendi" derim. Yakub çıkarken o da öteki odaları dolandı: - Arkadaşlar, dedi. Siz Yakub'un deliliğine aldırmayın, tez kay­ bolun buradan. Nevzad ve Murad beyler de rahatladılar. Nevzad: - Biz zaten bu işin içinde bir bityeniği olduğunu daha Abdullah Efendi Lokantası'nda anlamıştık dedi. Pek niyetimiz yoktu ama, Yakub'u kıramadık. Dağıldılar. Oteli saran sivil polisler de işlerine döndüler. Olup bitenler, hafiyleler aracılığıyla önce parti merkezinde Ka­ ra Kemal'e, oradan da Dahiliye Nazın Talat Bey'e ulaştınldı. Kara Kemal: - Fırsatı kaçırdık, Sapancalı Hakkı tongaya basmadı, dedikten sonra tam telefonu kapatmıştı ki, kapıdan Sapancalı Hakkı girdi. Öfkeliydi: - Bana bak Kemal Bey, diye söze başladı. Partide birbirimize muarız olabiliriz. Ama oyununuz pek acemice. Buna bir son ver­ seniz iyi olur. Kara Kemal bilmez davrandı: - Rica ederim Hakkı Bey, hangi oyundan söz ediyorsunuz? Hakkı iyice öfkelendi: - Ortaoyunundan . . . Ortada dönen dolaplardan. Zavallı Yakub'u alet edip, böyle bir maceraya sürüklediniz. Maksadınız beni ve di­ ğer arkadaşları mahvetmekti. Fakat yutmadık. Kapıyı çarpıp ardından mınldandı: - Gelecek partiye kadar, eyvallah . . . Hakkı Bey'in Meserret'ten çektiği telgrafı alan Hüsrev Sami ve Mümtaz lstanbul'a gelmişlerdi. Sapancalı olup bitenleri iki arkadaşına anlattı: - Artık Yakub'un lstanbul'da durması caiz değil. Kafayı iyice oynattı, dedi. Hep birlikte Harbiye Nazın Enver Paşa'ya çıkıp son bir kez ri­ cada bulunmayı kararlaştırdılar.

Enver Paşa, Hakkı ile Mümtaz'ın anlattıklarını dinledi.

- Evet, dedi, bu çocuğu istedikleri gibi kullanabilirler, İstan­ bul' da ayak altında dolaşması sakıncalı. Ama ne yapabiliriz ki? Hüsrev Sami öneride bulundu:

1 15

- Dışarıda bir görev verseniz? Enver Bey düşünceliydi: - Yahu, herif tümen komutanlığı istiyor. Yakub'a bu kafayla tü­ men değil, takım bile verilmez, dedi. O sırada gözü, duvardaki İran haritasına ilişti. Fikrini değiştirdi:

- Yarın Yakub'u alıp bana getirin, dedi. İran'da yarı askeri bir teşkilat kurmak istiyorum. Oraya göndereyim . . . İsterse, orada şa­

hı devirip devlet başkanı olsun. Yeter ki buralarda ayak altında dolanmasın.

Yakub komutan oluyor - Sahi mi, nasıl, nereye gidiyorum? Yakub Cemil, sevincinden neredeyse göbek atacaktı. - Biz fazla bir şey bilmiyoruz, dedi Hakkı Bey. - Git Enver Paşa'yı bir gör, öyle sanıyoruz ki, artık istediğin oluyor. Yakub Cemil, dünyada "barışçılık" kadar dangalakça bir şey ol­ madığı konusilllda uzilll bir nutuk çekti arkadaşlarına. Darbecili­ ğin de Kanilll-ı Esasi'yle bağdaşmadığını, Mustafa Kemal ve Fet­ hi beylerin öteden beri haklı olduklarını söyledi.

Harbiye Nezareti'nin merdivenlerini koşarak çıktı. Enver Paşa, beklediğinin aksine asık bir yüzle karşıladı konu­ ğWlu. - Yakub, dedi, nedir bu son günlerde yaptığın çocukluklar?

Yakub, okulWl c amım kırdıktan sonra disiplin kuruluna çıkan

bir öğrenci gibi başını öne eğdi: - Ne yapmışım, efendim?

- Daha ne yapacaksın, sağda solda hükümeti devireceğim, diye konuşuyormuşsilll. Utanmıyor musilll? Yakışır mı sana böyle­ si hırtlıklar? Yakub susuyordu. Enver Paşa yumuşadı: - Sen benden mutlaka bir görev istiyorsun, öyle mi? İyi, o zaman lran'a gideceksin. Orada yeni bir teşkilat kurulacak. - Tümen mi? - Tümen değil, kolordu ... - Ko, ko, koollordu. Yakub Cemil çılgına dönmüştü. Enver Paşa'nın kollarına sarıl­ dı. Şapır şupur ellerinden öpüyordu. - Teşekkür ederim paşam, sağ olilll , var olilll paşam.

1 16

Biraz durakladı: - İyi ama bu kolorduyu nerede bulacağım? - Burada, Bekirağa Bölüğü'nde toplayacaksın. Tutuklulardan, işsiz güçsüzlerden, gönüllülerden, serserilerden, nereden toplar­ san topla. Gerekli para, silah, vesaire için müsteşara emir verdim.

Yirmi günde kolordunu topla ve bir daha gözüme gözülrnıeden

lran'a yollan. Artık şahlığını nu ilan edersin, mollalığım nu, ne halt edersen et. Bir daha da, şurada burada ağzını açıp, aleyhimde ko­ nuşma. İhtilal mihtilal gibi abuk sabuk laflar da etme. Tamam nu? - Tamam paşam, dedi Yakub. - Hadi öyleyse, yallah. Hakkı, Enver Paşa'nın eski yaveri Mümtaz'la birlikte merakla kendisini bekliyordu. Yakub Cemil: - Hakkı sen, beni ve hepimizi büyük bir felaketten kurtardın, Allah razı olsun, diyerek yeni görevi hakkında bilgi verdi: - Yirmi gün içinde, asker kaçaklarından, tutuklulardan ve gö­ nüllülerden bir kolordu kuracağım . Müsteşara ve Bekirağa Bölü­ ğü'ne talimat verilmiş. Artık bana bir yol yardımcı olurs wmz .

Hüsrev Sami, İzmir'den Afyon'a kadar olan bölge içindeki as­

ker kaçaklarını toplayıp İstanbul'a Yakub Cemil'in karargahına gönderme işini üstlendi. Bunun için Enver Paşa'dan yetki alındı. Kollar sıvandı. Yakub Cemil, birkaç gün içinde yüzlerce başıbozu­ ğu bir araya toplayıp, Bekirağa Bölüğü'ne yerleştirmeye başladı: - Ulan bu memlekette bu kadar asker kaçağı ve serseri oldu­ ğunu bilmiyordum, diye düşündü. Başvuruların çokluğu karşısın­ da seçim yapmak zorunluluğunda kaldı. Bekirağa Bölüğü dar gelince, Harbiye Nezareti'nin Mercan ta­ rafındaki kapısı yanında bulunan bakırcı dükkanlarına da silahlı müfrezesinden bazı başıbozukları yerleştirmekte bir sakınca gör­ medi. Başıbozukların başına: - Benden emir alıncaya kadar, burada oturup bekleyin, dedi. Nezarete gidip, bu dükkanları geçici bir süre işgal etmek için izin isteyecekti. Yakub Cemil'in askerleri o zamana kadar ne tallın görmüşler­ di, ne terbiye. İşsiz güçsüz "boşta gezer bimekan" takınundan ol­ dukları için, üstleri başları da öylesine dökülüyordu ki, ellerinde silahları olmasa, görenler, dilenci diye sadaka bile verebilirlerdi. Yakub Cemil'i uzun bir süredir izlemekte olan sivil memurlar, bir gün, tam Harbiye Nezareti'nin Mercan kapısı yanındaki dükkan-

117

larda birtakım silahlı sivillerin toplanmasından kuşkulannuşlar­ dı. Polislerden biri, dükkana yaklaşıp sordu: - Burada ne işiniz var? Bir gönüllü kabaca yanıt verdi: - Biz Yakub Bey'in müfrezesindeniz, yiğenim. - Ne bekliyorsunuz? - Yakub Bey'in emirlerini. Polis müdürü, Harbiye Nezareti'nin Mercan kapısındaki bu gö­ rüntü üzerine hazırlanan raporu partinin İstanbul teşkilatı başka­ nı Kara Kemal'e yansıtırken şöyle diyordu: - Ben, böyle başıboş, disiplinden uzak bir müfrezenin bu dük­ k3.nları işgal etmesini doğru görmüyorum, bu işin bir çaresine baksak. Kara Kemal, hemen Dahiliye Nazın Talat Bey'e koştu, durumu aktardı: - Şimdi, polis müdürü bana geldi, Yakub Cemil'in yeni müfre­ zesinin Mercan kapısında başıboş dolanmasından şikayet etti, dedi. Talat Bey ve Kara Kemal, Meserret Oteli'ndeki darbe olayıyla ellerine geçen fırsatı kaçırmaktan pişman olmuşlar, üstüne üst­ lük Enver Paşa'nın Yakub Cemil'e yeni bir müfreze oluşturmasın­ dan kuşkuya kapılmışlardı. Yakub, gerçi bu müfrezeyle lran'a giderse başlarından bir bela eksik olacaktı ama, ya bir de eline kuvvet geçirince kafasına koy­ duğu "darbe" fikrine yeniden sarılırsa. Üstelik Yakub'un ipleri, Romanya'da düşmanlarla "tekli barış" görüşmeleri yapan Sapan­ calı Hakkı'nın elinde değil miydi? Hakkı'nın Galata'daki yazıha­ nesi, parti genel merkezine muhalif olan hizbin bir çeşit toplantı yeri haline gelmemiş miydi? Hakkı, Meserret darbesi günü Hüs­ rev Sami'lere, Mümtaz'lara "Derhal lstanbul'a gelin" diye bir telg­ raf çekmemiş miydi? Bu telin bir sureti ve Hakkı'nın Romanya te­ maslarına ilişkin bilgiler ellerinde değil miydi? - Ala, diye düşündü Talat Bey. Bence vaziyet şimdi eskisinden daha parlak. Kara Kemal'e döndü: - Sen, hemen yarın Enver Paşa'ya çık ve kendisine bir rapor­ sun. Yanına Bahaeddin Şakir ile Doktor Nazım'ı da al. Onlar Sa­ pancalı Hakkı'nın yurtdışındaki temasların biliyorlar. Kara Kemal, Enver Paşa'ya hangi raporu sunacağını sordu. - Akşama birlikte, hazırlarız, dedi örgüt ustası Talat Bey. . . Yeni bir darbe teşebbüsü raporu, o gece hazırlandı. ..

1 18

Enver Paşa'ya suikast raporu Enver Paşa, önceden haber vermeksizin gelen parti örgütü İs­

tanbul sorumlusu Kara Kemal ile arkadaşlannın bu ani ziyaretine

önce bir anlam verememişti.

Gelenler, Talat'ın adanılan da olsalar, parti arkadaşlanydı. Elle­

rinde birtakım dosyalar bulunan konuklanru güler yüzle karşıladı: - Hayrola beyler?

Kara Kemal, yüzüne daha da karanlık bir ifade vererek söze başladı: - Bugün sizi hayati bir mesele için aydınlatmaya geldik efendim. - Neymiş bakalım hayati olan mesele? Kara Kemal, yüzünün rengine bir poz daha vererek, iyice ka­ rardı.

- Başta siz olmak üzere, hepimiz aleyhine hazırlanmış büyük

bir suikast ve ardından darbe tertibi.

Enver Paşa, karşısındaki karanlık yüze doğru biraz daha yak­ laşmak için koltuğunu öne çekti: - Nasıl bir suikast, kim tarafından?

- Bu kez, muarızlannuz tarafından değil, kendi partimizin adanı-

lan tarafından efendim.

- Talat Bey'in haberi var mı?

- Var efendim, az önce kendisine de malumat arz ettik. Elimiz-

deki bilgileri size aktarmamızı önerdi. - Anlatın bakalım, sizi dinliyorum.

Kara Kemal, ihbarı çok önceden aldıklarım , ancak somut ka­

nıtlar elde edebilmek için uzun bir çaba harcamak zorunda ol­

duklarını, bu nedenle de harbiye nazırına ancak şimdi bilgi vere­ bildiklerini söyleyerek söze girdi: - Belki hayret edeceksiniz ama, dedi, suikastın ardında sizin yakın dostlarınız, Sapancalı Hakkı, Hüsrev Sami, hatta çok sevdi­ ğiniz eski yaveriniz Mümtaz da bulunuyor. Vurucu güç ise Yakub Cemil! Enver Paşa bir kahkaha attı: - Mümtaz mı, Yakub Cemil mi? Hadi canım siz de! . . Yakub'a da­ ha yeni görev verdim. Gerçi sağda solda abuk sabuk laflar ediyor­ muş, tekli barış falan diye. Siz, Yakub'u tanımaz mısınız? Kara Kemal araya girdi:

- Maruzatım tamamıyla doğrudur efendim. Arz edeceğim bilgi­

ler çok önemlidir. Şimdi siz diyorsunuz ki, Yakub Cemil'e müfre­ ze toplama görevi verdiniz. Evet ama, bu iş için, size bizzat Sa-

119

pancalı Hakkı ve Mümtaz ricada bulunmadılar mı? - Evet, ne var bunda? - Çok şey var efendim. Çünkü Sapancalı Hakkı, Romanya' da İngiliz ve Fransızlarla tekli barış konusunda temaslar yapmış­ tır. Bu temasların raporları ilişiktedir. İngilizler, tekli barışı ka­ bul ettirmek için, bu hükümetin devrilmesinden yanadırlar. Hakkı Bey, İstanbul'a döndükten sonra, tümen komutanlığı me­ selesi yüzünden zatıalinize kızgın olan Yakub Cemil ve Trabzon müfettişliği'nden istifa eden muhaliflerden Hüsrev Sami'yle ilişki kurmuştur. Bu arada Meserret Oteli'nde hazırlanan darbe, son anda, Hakkı ile Yakub Cemil arasındaki bir anlaşmazlık ne­ deniyle ertelenmiştir. Ertelenme nedeni, Hüsrev Sami ve Müm­ taz'ın İstanbul dışında olmaları, bir de Yakub Cemil'in sadece birtakım jandarma toplayabilmiş olmasıdır. İşte ilişikte Meser­ ret Oteli toplantısına ilişkin rapor ve tanık ifadeleri yer almak­ tadır. Buyrun, dosyaya bir göz atın. Dosyaya ekli şu telgraf su­ reti de aynı gün Meserret Oteli'nden bizzat Sapancalı Hakkı ta­ rafından postaya verilmiştir. Enver Paşa, telgraf suretini hecelemeye başladı. - Hemen acele olarak İstanbul'a geliniz. İmza: Hakkı. Enver Paşa'nın yüzü ciddileşmişti. Kara Kemal, sesine daha da ciddi bir ton vererek devam etti: - Meserret Oteli darbesi Hakkı'nın son dakikadaki müdahalesiyle akim kalınca, ekip yeniden toplanıyor efendim. - Nerede? - Galata'da, Hakkı Bey'in yazıhanesinde. Burada deniliyor ki: Limanda Alman gemileri, askerleri var, doğru dürüst bir kuvvet olmadan darbe yapılmaz, rezil oluruz. En iyisi, oluşturulacak bir kuvvetin başına Yakub'u geçirmek. Zatıfilinizin de İran için bir milis müfrezesi oluşturacağınızı haber almış bulunuyorlar ve bu­

nun için size başvuruyorlar. Maksatları, bu müfrezeyi Yakub'a oluşturtmak. Bu arada Hüsrev Sami de devreye girip Aydın ve İz­

mir bölgesinden asker kaçağı toplatıyor. Bunun için sizden yetki alınmadı mı efendim? - Evet, doğru ben imzaladım yetki belgesini. Kara Kemal son darbeye gelmişti: - Son aldığımız polis raporlanna göre, Yakub, oluşturulan bu başıbozuk müfrezenin en luzlı silah çeken sabıkalılarını, sizin ne­ zarete her gün gelip giderken kullandığınız Mercan kapısının iki yanındaki boş dükk3.nlara yerleştirmiş bulunuyor. - Yani?

120

- Yanisi şu ki, efendim, b u silahlı çapulcular, Yakub Bey'den her an bir emir bekliyorlar. - Ne emri? - Zatıfililerinize bir suikast düzenleme emri! .. Enver Paşa, telefona sarıldı. Merkez Komutanı Cevad Bey'i bağlattı: - Cevad, bizim Mercan kapısında Bakırcılar içindeki dükkan­ larda silahlı bir müfreze var mıdır? Bunlar kimin nesidir, kim emir vermiştir, biliyor musWl? Cevad Bey yanıt verdi: - Evet efendim, orada bir müfreze var. Yer bulWlamadığı için oraya Yakub Cemil Bey tarafından konulmuştur. - Peki, teşekkür ederim! .. Bu kez Kara Kemal'in getirdiği dosyayı inceledikten sonra, Sı­ kıyönetim Mahkemesi'ne şu buyruğu yazdı: "Meserret Oteli'nde toplanarak hükümeti devirmeye teşebbüs eden Yakub Cemil Bey ve arkadaşları hakkında soruşturma açıl­ masını emreylerim, Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazın Enver. " Telefonu açtı, Merkez Komutanı Cevad Bey'i çağırdı. Buyruğu, üç aylı gizli bir zarf içinde kendisine teslim etti. - Hemen şimdi, Yakub'u tevkif et. Fakat kendisine önceden hissettirme. Bir taşkınlık yapabilir. - Baş üstüne efendim. Şimdi tevkif ettirir ve kendisine önce­ den hissettirmem. Yakub Cemil, o sırada nezaretin Mercan kapısında çapulcular

taburunu teftiş ediyordu.

Yanına bir askeri inzibat yanaştı. - Komutanım, sizi merkez komutanı bey görmek istiyor, dedi. - Ne varmış? - Bilmiyorum komutanım, biraz buraya kadar zahmet etsinler, dedi. Yakub Cemil, Merkez Komutanı Cevad Bey'in odasına girerken başına geleceklerden habersizdi. - Beni çağırmışsınız, Cevad Bey? Cevad Bey: - Zahmet buyurdWluz, buyrun bir kahve için, yerine bir başka cümleyle karşıladı Yakub Cemil'i: - Enver Paşa Hazretleri'nin emri üzerine, şu dakikadan itiba­ ren tutuklusunuz! Yakub Cemil, yutkundu. Hiçbir şey söyleyemedi. Tutuklu ol­ madan çok, yaşamı boyunca birlikte yaşadığı tabancalarını tes-

121

lim etmek ağırına gidiyordu. Ama hayret, kendisini teslim alan jandarmalar belindeki iki adet tabancaya dokunmamışlardı. Sorgulaması başlayana kadar da dokunmayacaklardı. . . Böylece, Yakub Cemil'in sorgu yargıcı karşısına çıloncaya ka­ darki tutukluluk süresi de, kendine özgü bir şekilde, "tabancalı" olarak geçecekti. Bekirağa Bölüğü'nün zindanı böylesi bir örnek­ le ilk kez karşılaşıyordu.

Tutuklamalar Sapancalı Hakkı, yurtdışındaki ticari işleri için Sirkeci istasyo­ nundan Romanya trenine binerken Merkez Komutanlığı'na çağrıldı. Cevad Bey, ona da "davetiye"nin gerekçesini açıkladı: - Hakkı Bey, aldığım emir üzerine şu dakikadan itibaren tutuk­ lusunuz! Bekirağa Bölüğü'nün bodrum katındaki hücrelerin müşterileri çoğalıyordu: Meserret Oteli'ndeki darbe teşebbüsüne katılan İnzibat Bölük Komutanı Yüzbaşı Nevzad, Harp Divanı Başkanı Nafiz Bey'in ya­ veri Yüzbaşı Murad, Meserret'te tavla oynayan Yenişehirli Hay­ dar, Yahya Kaptan ve bu arada Yakub Cemil'in Bursa' da orada bu­ rada "tekli barış" görüşmeleri yaptığı Hüsrev Sami, Satvet Lütfi. . . Özetle: Barış için, "hükümeti silah zoruyla devirmeye teşebbüs edenler" ile bu teşebbüsü "engellemeye teşebbüs edenler" bir arada içeri alınıyorlardı. O dönemde de, "ihtilale teşebbüs" Anayasa ve yasalara göre suçtu . . . İhtilal yapmak ise "vatanı, milleti kurtarmak" fiilinden, sayılıyordu, cezası yoktu. Yeter ki, o ihtilal "teşebbüs" aşamasın­ da kalmasın . . . İhtilale teşebbüsü önlemeye teşebbüs d e herhalde "teşebbüs" ve "ihtilal" sözcüklerini içerdiği için, aynı anlamda sayılıyordu. O da suçtu. Müteşebbis heyetin sorguları, Meserret Oteli'ne silahlı jandar­ malarla birlikte gelen iki yüzbaşıdan, Nevzad ve Murad beylerden başladı. Böylece Yakub Cemil'in ihtilal liderliği ve banşçılığı hu­ kuken saptanmış oldu. "İhtilal liderliği" hadi neyseydi, ama işin içine "barışçılık" gibi tehlikeli ve kökü dışarda, üstelik düşman cephesinde yuvalanmış bir sözcüğün girmesi Yakub Cemil'in so­ nu için pek de hayırlı görünmüyordu. Sıkıyönetim Harp Divanı'nın sorgu yargıcı (müstantik) Vehbi

1 22

Bey, sorgulama salonuna Yakub Cemil'i çağırdıktan sonra karşı­ sındaki sandalyeyi soğukça işaret etti: - Buyrun oturun. Yakub Cemil, Vehbi Bey'i Kafkas cephesinden tanırdı. Bu tarzı hiç hoşuna gitmemişti. - Bana bak müstantik, dedi, ben İttihat Terakki'nin birinci de­ recede üyesiyim. Halbuki sen üçüncü derece lttihatçısın, beni yargılayamazsın. Vehbi Bey'in tepesi attı: - Ben, diye söze başladı, senin o dediğin İttihat Terakki'nin teş­ kil ettiği hükümet adına ve millet adına seni sorguya çekmekle görevliyim. Şimdi birinci derecede olan benim. Doğru konuşmaz­ san başka türlü muamele yaparım. Burası Harp Divanı' dır, kendi­ ne gel. Yakub Cemil, elini beline attı. Yargıcın karşısına çıkmadan önce alınan tabancaların yokluğunu fark edip kendine geldi. Sorgulama başladı ve şöyle devam etti: Müstantik: - Meserret Oteli'nde ihtilal için toplanmışsınız. Eldeki deliller ve diğer sanıkların ifadeleri bu yolda. Maksadınız neydi? Yakub Cemil: - Ben Meserret Oteli'nde daha önce de Babıfili Baskını için bir ihtilal toplantısı yapmıştım. O zaman, Talat, Edirne'yi kurtarmak­ tan yana değildi. Arkadaşlarla Edirne'yi kurtarmak ve Sadrazam Kamil Paşa hükümetini devirmek için Meserret'te karar verdik­ ten sonra Talat da bu fikre katıldı. Ve bildiğiniz gibi Babıfili'yi bas­ tık, ardından da Edime kurtuldu. Talat, o zaman gelip benim al­ nımdan öptü. "Yakub bu vatanı sen kurtardın" dedi. Şimdi ben,

memleketin bugünkü duruımın u Balkan Savaşı'nın o karanlık

günlerinden daha aydınlık görmüyorum. O halde, ne yapmalı da

vatanı kurtarmalı, diye düşündüm ve Babıfili'yi bir kez daha basa­ rak ihtilal yapmalı sonucuna vardım. Babıfili'yi basacak, tekli ba­ rış yaparak vatanı ve memleketi kurtaracaktık. Meserret'te onun için toplandık. Müstantik: - Peki barış için neden bu hükümeti düşürmeyi düşündün? - Çünkü hükümet barışa karşıydı. Her ne kadar Talat bunu Enver Paşa'ya yüklüyor idiyse de, her ikisi de birbirinden farksızdı. Enver Bey de Talat da barış aleyhtarıydılar. - Peki hükümeti düşürdükten sonra yeni kabineye kimleri ge­ tirecektin?

1 23

- O sonraki işti, hele önce bir devirelim dedik - Nasıl devirecektiniz hükümeti? - Arkadaşlar Meserret Oteli ile kahvesinde beklerken, ben tek başıma Babıfili'ye gidecektim .Muhafız Hasan Hoca beni tanıyor­ du .Selam duracaktı.öteden beri nazırlarla görüşmek, iş takip et­ mek maksadıyla Babıfili'ye girip çıktığım için, kimse kuşkulan­ mayacaktı . Vekiller odasına rahatça girecek, sonra silahımı çe­ kip, "Hepiniz istifa edin, başka çare kalmadı" diyecektim . Talat, her ata oynadığı için hemen bana katılacaktı .Öteki vekiller, her zaman olduğu gibi koltukların arkasına sineceklerdi. Ortada bir

tek Enver Paşa kalacaktı .Teke tek vuruşacaktık .O takdirde ya o

sağ kalacaktı ya da ben.

Yakub Cemil, ihtilalci kafasındaki senaryoyu zabıt katibine yazdırırken, birden aklına Sapancalı Hakkı geldi .Hakkı olmasay­ dı, Babıfili'yi basacak ve ihtilal eylemi "teşebbüs" olmaktan çıka­

caktı . "Teşebbüs" fiili ortadan kalkacağı için de, bu durumlara düşmeyecek, yani sıkıyönetim sorgu yargıcının karşısında sanık sandalyesine oturmayacaktı . içinden Sapancalı Hakkı'ya sövdü . Sonra zabıt katibine dönerek: - Yaz katip, dedi, beni bu durumlara düşüren Sapancalı Hak­ kı'dır. Barış fikrini ilk kez o açtı . Romanya'da bu konuda görüş­ meler yaptığını anlattı .Ben de barışçı olup ihtilale karar verdim . Tam Babıfili'yi basacakken, beni bu hareketimden caydırdı. Hak­ kı, ihtilale ihanet etti . Müstantik Vehbi Bey irkildi: - Bu söylediklerini Sapancalı Hakkı Bey'in yüzüne karşı da tekrarlayabilir misin? - Tekrarlarım, ne olacak? Sorgulamaya, yüzleştirme için ara verildi . Enver Paşa, sorgulama tutanaklarıyla yakından ilgileniyordu. Meserret darbesi teşebbüsünün ilk sorguları yapılan sanıkları ile Yakub Cemil'in ifade tutanaklarını okuyunca: - Tamam, demişti. Kara Kemal'in anlattıkları doğru. Meğer koynumuzda ne yılanlar beslemişiz . Sorguya Sapancalı Hakkı alındı. Müstantik, önce Yakub Cemil'e döndü: - Beni teşvik eden Hakkı' dır, dedin, bu sözleri Hakkı Bey'in yü­ züne karşı tekrar eder misin? Yakub Cemil, Hakkı Bey'e baktı . - Evet, dedi. Bana tekli barıştan söz eden Hakkı Bey'dir . Ken­ disi Romanya' da elçilerle görüşmüş, bana barışın gerekliliğinden

1 24

söz etti. Değil mi Hakkı Bey? Bunda saklanacak bir şey yok ki? Sapancalı Hakkı, kıpkımuzı olmuştu. Gene de soğukkanlılığını yitirmedi. - Evet, diye söze başladı. Bana Romanya'da bu tekli banş ko­ nusunda öneriler yapıldı. Ben de bunu Yakub'a söyledim. Ama bunlar propagandadır, kanmamak lazım , dedim. Tekli barış ge­ reklidir diyen kendisidir. Hatta bu konuda Harbiye Nezareti müs­

teşarından, Dahiliye Nazırı Talat Bey'e, Kara Kemal'den Sadra­ zam Said Halim Paşa'ya kadar birçok kişiyle görüşüp tekli barış­ tan söz ettiğini söyleyen ve bu kişilerin de bu fikirde olduğunu bana söyleyen, gene Yakub'dur. Ben de ona o zaman dedim ki: "Yahu bütün bu şahıslar, başta hükümetin başı barışa taraftarsa, sana, bana ne hacet? İhtilale ne hacet?" Böyle dedim. Müstantik Vehbi Bey, ihtilalci Yakub Cemil'in devirmek istedi­ ği hükümetle bu konuda daha önce görüşmeler yaptığı yolunda­ ki bu sav karşısında iyice şaşırmıştı. Yakub Cemil'e sordu: - Doğru mu, dahiliye nazırıyla, hatta sadrazamla görüştün mü? - Doğrudur, dedi Yakub Bey, kendilerine banş önerileri yaptım, yanaşırsanız ne

fila,

yoksa benim niyetim hükümeti devir­

mektir, bilesiniz, dedim. Sadrazam Said Halim Paşa, Talat Bey'le görüş, dedi. Talat Bey, haklısın ama bu işe Enver Paşa razı olmaz, dedi. Ben de bunun üzerine ihtilale karar verdim. Müstantik Vehbi Bey'in kafası iyice karışmıştı. - İyi ama, dedi, bu konuştuğun kimselerden biri sadrazam, ya­ ni hükümetin başı, diğeri dahiliye nazın. Sen ihtilali kime karşı yapacaktın? - Hükümete karşı. - Anlayamadım. - Sadrazam Said Halim Paşa da, Dahiliye Nazın Talat Bey de

benim fikrimden, yani barıştan yana olduklarını söylüyorlardı.

Ama Enver Paşa karşı çıkıyordu. Dernek ki, bir ihtilal yapsam, sadrazam da Talat da beni destekleyecekler diye düşündüm, o za­ man kala kala Enver Paşa kalıyordu. Dolayısıyle ben de barışı is­ temeyen Enver Paşa'ya karşı ihtilal yapacaktım. Müstantik Vehbi Bey, sanıklardan Mümtaz Bey'i çağırdı. Müm­ taz, tutuksuz olan tek sanıktı. Enver Paşa, çok sevdiği bu eski ya­ verinin tutuklanmaması için bizzat emir vermişti. Mümtaz Bey, sorgulama sırasında sanıktan ziyade sanıkların avukatı gibi konuştu. Müstantiğin sorularına yanıtlar veriyordu: - Meserret Oteli toplantısı bir buçuk aylık bir olaydır ve bu top-

125

lantJdan dahiliye nazınnın haberi vardır. Acaba bu sonıştunna ne­ den şimdi açılıyor ve Yakub Cemil neden şimdi tutuklanıyor? Kal­ dı ki, Yakub Bey barış için ihtilal yapacağını, parti genel merkezin­ den, dahiliye nazınna, nazırdan sadrazama kadar haber veriyor.

Böyle ihtilal mi olur? Bu hükümet yetkilileri Yakub Bey'in bu çıl­ gınca hareketine neden o zaman kayıtsız kalnuşlardır? Mümtaz Bey haklıydı. İhtilal neredeyse hükümete dilekçe verilerek yapılacaktı. İhti­ lalin lideri de, mektup, muhtıra ne kelime, ihtilalle devireceği kimselerle yüz yüze konuşarak eylemini haber vermişti. Sanki Meşrutiyet döneminde değil de, daha ileri bir dönemde, Cumhu­ riyet'in demokratik rejiminde yaşanıyordu! Hani televizyon olsa, neredeyse ihtilalden önce "geliyorum" diye bir de ilan verecekti. Hukukçu olan sorgu yargıcı durumundaki Vehbi Bey de Müm­ taz Bey'in bu soruları karşısında düşünmeye başlamıştı. Öyle ya, mademki hükümeti basmaya fiilen teşebbüs etmek suçtu, Yakub Bey de bu teşebbüsünü liberal bir anlayışla hükü­ metin sorumlularına teker teker anlatmıştı ve bu zatların daha önce harekete geçmesi, asgari mantığın gereği değil miydi? Evet, öyleydi ama orası "Harp Divanı"ydı ve asgari mantıktan önce askeri mantığın geçerliliği söz konusuydu. Tutuksuz sanık Mümtaz Bey, sorgulamasında savunma avuka­ tı pozunu da aşıp bu kez savcı gibi konuşmaya başladı: - Bu suçun asıl faillerinin kim oldukları bizce malumdur. Bize bu cürmü yükleyerek hem Yakub Bey'i, hem bizleri mahvetmek için nasıl tertipler düzenlendiği, Yakub Bey'in saflığından yararla­ nılarak nasıl ve kimler tarafından kışkırtıldığı sayın heyetiniz ta­ rafından daha iyi takdir edilip soruşturulmalıdır. Bu bir suç duyurusuydu ve adresi de hükümetin içindeki Talat Bey kanadıydı. Müstantik Vehbi Bey, Mümtaz Bey'in sorgusunun tamamlandı­ ğını bildirmekle yetindi. Sorgulamaya ara verdi. Parti merkezinde Talat Bey ve Kara Kemal kara kara düşünme­ ye başlamışlardı. Enver Paşa, sorgulama tutanaklarını günü gününe izliyordu. Başlangıçtaki ifadeler, Yakub'un ihtilal teşebbüsünü kabullenme­ si, yer yer Kara Kemal'in kendisine verdiği dosyayı doğrular nite­ likteydi. Ancak, Sapancalı Hakkı'dan sonra, çok güvendiği eski yaveri Mümtaz Bey'in ortaya attığı sav oldukça düşündürücüydü. - Bu işte bir bityeniği var, dedi Enver Paşa. Benim bildiğim,

126

Yakub, açıksözlüdür. İhtilal yapacağını, üstelik b u ihtilalin ba­ na karşı olacağını dobra dobra söylediği halde, nezaretin Mer­ can kapısında bana karşı suikast düzenleyeceğinden niye bah­ setmedi? Bunu da açıkça söyleyebilirdi. Demek ki, Kara Kemal ve arkadaşları beni ikna edebilmek için böyle bir senaryo uy­ durmuş olabilirler. Bu işin altında da mutlaka Talat'ın parmağı vardır. Sorgulama tutanaklarını okuyan Enver Paşa, şimdi Harbiye Nezareti'ndeki makam odasını voltalarken böyle düşünüyordu. O sırada parti merkezinde bir araya gelen, Talat Bey, Kara Ke­

mal, Doktor Nazım ve Bahaeddin Şakir dörtlüsü de durum u kur­ tarma çarelerini düşünüyorlardı. Kara Kemal sordu: - Şimdi ne halt edeceğiz? - İyi ki hatırlattın, dedi Talat Bey, bir dakika müsaade edin de bir tuvalete gireyim.

Az sonra yerçekimi yasasını bulan Arkhimedes edasıyla dışarı fırladı: - Buldum! Kara Kemal merakla sordu: - Ne buldunuz? Altın köstekli saatimi kaybetmiştim, içerde mi unutmuşum? - Hayır, dedi Talat, sanıkları, daha doğrusu Enver Paşa'nın bu has adamlarını yerle bir edecek çıkış yolunu buldum. Talat Bey, ayakyolunda bulduğu çıkış yolunu anlatmaya başladı: - Bakınız, şimdi ne yapmak lazım geliyor, söyleyeyim. Her şey­ den önce durumu kurtarmak için gene Yakub'dan yararlanmak lazım. Enver, Yakub'un açıksözlülüğüne inanıyor. Bu nedenle Ya­ kub'a yeni şeyler söyletmeliyiz. Enver Paşa'nın çok güvendiği Mümtaz'ı tutuklattıracak yeni itiraflar gerek İhtilali yaptıktan sonra Enver Paşa'nın yerine kimi getirmek istediğini filan da söy­ letmek gerek . . Bilhassa Mümtaz'ı, Yakub Cemil'in diliyle, istedi­ ğimiz gibi suçlatabilirsek, Enver, bunları silkip atar ve ölünceye kadar da yüzlerine bakmaz. Mesele de istediğimiz gibi hallolur. Kemal, sen, gizlice Yakub'u görmenin yolunu bul. Kara Kemal irkildi: - Ben mi, nasıl? Hem niye ben? Sonra parti disiplini aklına geldi. - Peki, dedi, her türlü karanlık işler zaten hep bana kalıyor. Bahaeddin Şakir takıldı: - Karanlıkta görünmediğin için.

127

Saat gece yansından sonra iki sıralarıydı. Bekirağa Bölüğü'ndeki sessizliği bir subay ile Harp Diva­ ru'ndan Kara Kemal'in ayak sesleri bozdu. Yakub Cemil'in hücre­ sini bekleyen süngülü jandarmalar uyandılar. Subay, jandarmaları usulca fırçaladı. Hücrenin demirli kapısı gıcırdayarak açıldı. lçerdeki ihtilalci, yatağından fırladı. O gün Enver Paşa'ya el al­ tından bir mektup göndermişti. Dönemin, şimdiki "Pişmanlık Ya­ sası"nın yerini tutan geleneksel olanaklarından yararlanarak af diliyor, "Tabanınızın altını yalayayım. Beni cepheye gönderin, orada öleyim" diyordu. Bir daha "banş" sözcüğünü, tövbe Allah ağzına almayacaktı. Karşısında Kara Kemal ile Harp Divanı'ndan resmi elbiseli Na-

fiz Bey'i görünce:

- Tamam, diye düşündü, bu gece salıveriliyorum. Kara Kemal'e:

- Tahmin etmiştim, dedi, Enver Paşa büyük adamdır, beni ba­ ğışladı. - Ne bağışlaması, diye çıkıştı Kara Kemal. Paşa o kadar kızgın ki, senin yüzünü bile görmek istemiyor. Hele kendisiyle Babıfili'de vuruşacağını söylediğin gün, derhal ipe gönderilmeni istedi. Kara Kemal'in sözleri, Yakub Cemil'in yüreğine karabulut gibi çöktü: - Ne diyorsun Kemal, asılacak mıyım? diye sordu. Kara Kemal bulutlan dağıtmak istedi: - Seni kurtarmaya çalışıyoruz ama, her şey bundan sonra vereceğin ifadenin şekline bağlı. Yakub Cemil heyecanlanmıştı: - Ne gibi? - Sen, şimdi bütün suçu üzerine aldın, arkadaşlarını korudun. Önce "Beni Hakkı teşvik etti" dedin. Sonra da ihtilal için, banş için bizlerle, Talat'la falan konuştuğunu söyledin . . . - N e yani, yalan m ı söyledim? Sizlere gelip müracaat etmedim mi? - Canım ettin ama, böyle söylenir mi? - Arkadaşlara iftira mı edecektim? - Canım ne münasebet. Ama biraz da kendi ni düşün. Enver Paşa kesin kararlı. Seni astırıp, Mümtaz'ı kurtaracak. Bunun da ka­ nıtı, Mümtaz'ın tutuklanmasına bile karşı çıkmış olması. Şimdi sen, yarınki ifadende, "Paşayı öldürecekler arasında Mümtaz da vardı" dersen, Enver Paşa, Mümtaz'ı astırmak istemeyeceğine gö-

128

re, ister istemez seni de kurtarabilir. Biz bu konuda elimizden ge­ len baskıyı yapanz. Kaldı ki, senin belki bilmediğin bazı şeyler var. Bu işe, yani ihtilale sen teşebbüs etmeseydin, Mümtaz ihtilal yapacaktı. lzmit'te kendisine kuvvet bile topluyordu. Yakub Cemil, düşünmeye başladı. - Sahi, dedi, bunu hiç hesaba katmamıştım. - Sonra gene yannki ifadeni biraz genişlet. De ki, ihtilalde başarılı olsaydık, kabineye şunu şunu alacaktık, de ... Mesela Fethi Bey'i, Mustafa Kemal'i falan zikret... Enver Paşa'nın daha Babıfili Baskını toplantılanndan beri gıcık olduğu bu isimleri boşuna söylemiyordu Kara Kemal. Üstelik Anafartalar zaferinden sonra Yakub Cemil'in Mustafa Kemal'e ne denli saygı ve sevgi duyduğunu, ama Enver Paşa yü­ zünden kendisiyle bir türlü yakınlık kuramadığını da çok iyi bili­ yordu. Yakub Cemil, sorgulamanın ilk günü, müstantik Vehbi Bey'in, "İhtilali başarsaydın kabineye kimleri getirecektin?" soru­ suna, "O sonraki iş" yanıtını vermişti. Şimdi pekfil3., böyle bir açık­ lama yapabilirdi. Böylece, hazırladığı ihtilalin salaş bir teşebbüs olmayıp, sağlam temellere dayandığı yolunda bir intiba yaratabi­ lirdi. Bu da karşı tarafı pazarlığa yatırabilirdi. Belki de sadece kel­ leyi kurtarmakla kalmaz, yarbaylık rütbesine bile kavuşabilirdi. Kara Kemal bunlan ve özellikle "yarbaylık" rütbesini hatırla­ tınca Yakub Cemil: - Haklısın Kara Kemal, dedi. Beni tekrar çağırdıklan zaman, bak neler söyleyeceğim. Kara Kemal karanlık görevini tamamlamıştı. Artık gidebilirdi. - Allah kolaylık versin Yakubcuğum, dedi, Talat ve ben arkandayız. Allahaısmarladık. Öpüşerek aynldılar. O sırada bir terslik oldu. Bir başka hücrede yatan Sapancalı Hakkı sıkışmış, ayakyoluna gitme gereğini duymuştu. Koridorda, Yakub'un hücresinden çı­ kan Kara Kemal ile Harp Divanı Başkanı Nafiz Bey'le burun bu­ runa geldi. Ertesi gün sorgulama sırasında durumu tutuksuz sanıklardan Mümtaz Bey'e aktardı: - Dün gece garip şeyler oldu, nöbetçi nezaretinde ayakyoluna giderken, Kara Kemal ile Nafiz Bey'i Yakub'un odasından çıkar­ ken gördüm. Her türlü ihtilattan menedilmiş bir sanık, nasıl olur da böyle bir görüşme yapar? Bu işin içinde bir bityeniği var. Mümtaz irkildi:

1 29

- Vay anasını, bu çok önemli, dedi. Buradan çıkınca durum u

Enver Paşa'ya nakledeceğim.

Enver Paşa, olanı biteni öğrendikten sonra Harp Divanı Başka­ nı Nafiz Bey'i çağırdı: - Dün akşam Kemal Bey'i, Yakub'la görüştürmüşsünüz, doğru mu? Nafiz Bey yutkundu: - Evet efendim, hal hatır sormak için gelmişti, sadece bundan ibaret. Enver Paşa küplere bindi:

- Gece yarısı hatır mı sorulurmuş? Bu ne biçim iştir?

- Efendim, bendeniz görüşme boyunca yanlarında bulundum, Kemal Bey kendisine en ufak bir talimat falan vermiş değildir. Si­ ze şerefimle söz veririm. - Hadi oradan, çık dışarı. Enver Paşa, önce Harp Divanı başkanı ile merkez komutanının yetkilerini kısmayı düşündü. Ama ertesi günkü sorgulama tuta­

naklarını okuyunca her şeyi unuttu. Yakub Cemil'in af dileyen mektubunu da, Bekirağa Bölüğü'ndeki esrarengiz gece yarısı

programını da, Mümtaz'ı da. . .

Özellikle Yakub'a ana avrat dümdüz gidiyordu. Neydi Enver Paşa'yı bu denli öfkelendiren?

Yakub Cemil'in tutanaklara geçen yeni sözleri . . . Müstantik soruyordu: - Bundan önceki sorgularında, Babı:lli'yi bastıktan sonra, ve­ killeri istifa ettirip, Enver Paşa'yı öldüreceğini söylemiştin. O tak­ dirde ne yapacaktın? Mesela, hükümetin başına kimi getirecek­ tin? Kabineyi nasıl kuracaktın'? Yakub Cemil anlatıyordu: - İki ya da üç alternatifli kabine kurmayı düşünüyordum. Ana­ fartalar kahramanı Mustafa Kemal'i sadrazam yapacaktım. Kabul etmezse Bahriye Nazın Cemal Paşa'yı ya da Sofya Elçisi Fethi Bey'i. Mustafa Kemal sadrazam olmadığı takdirde, mutlaka ordu­ nun başına geçmeliydi. Başkomutan ve harbiye nazın olarak. . . Ülkeyi ancak bu ekip kurtarabilirdi. Fakat olmadı. Babıali'yi ba­ samadım, buraya düştüm. Bana da yazık oldu memlekete de. Çünkü barış umutları da maalesef suya düştü. Enver Paşa bu ifadeleri okudukça köpürüyor, kendi kendine söyleniyordu: - Şu pezevengin söylediklerine bak hele. Daha bir gün önce,

1 30

ağzıma bir daha barış sözcüğü almayacağım, diye tövbe et, af di­ le, tabanının altını yalayayım diye yalvar yakar, bir gün sonra da bu herzeleri ye . . . Kimi harbiye nazın ve ordu komutanı ve hatta sadrazam yapacakmış? Mustafa Kemal'i . . . Enver Paşa, Mustafa Kemal'e karşı daha Selanik günlerinde alerji duymaya başlanuştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra, ordu artık kışlasına çekilmeli, siyaset yapmamalı diye türkü tutturan bu adam, İttihat Terak­ ki'nin 1 909 kongresini birbirine katmıştı. "Cemiyet partiye dönü­ şeceğine göre, mutlaka askerden arındırılmalı" diyordu. Partide kalacak olanların da ordudan aynlmalarım istiyordu. Bu görüşle­ riyle Mahmud Şevket Paşa'yı bile etkilemişti. Fethi Bey'le birlik­ te Babıali Baskım'na bile karşı çıkmış, o darbeyi önlemeye çalış­ mıştı. Baskından sonra da Harbiye Nezareti'ne çektiği telgrafta, Babıfüi'yi basanların suçlu olduklarım iddia edecek kadar ileri gitmişti. Enver Paşa'nın aklına gelenler doğruydu. Doğruydu ama, süngü zoruyla hükümet devirmeye karşı çıkan Mustafa Kemal, Enver Pa­ şa'nın düşündüğü gibi "ileri mi gitmişti", yoksa ileriyi mi görmüştü? Babıali Baskını'ndan hemen sonra Bolayır Cephesi'nin kolor­ du kurmayları Mustafa Kemal ve Fethi beylerin bir nüshasını doğrudan doğruya Harbiye Nezareti'ne, öteki nüshasını da Baş­ kumandanlık makamına gönderdikleri 1 şubat 1 9 1 3 tarihli rapor­ da, Enver Paşa'nın ve öteki ihtilalcilerin adlarından söz edilmek­ sizin, Babıali önünde toplanan cemaatin, Bakanlar Kurulu'nu zor­ la istifa ettirip, harbiye nazırım ve yaverlerini öldürdükleri, bütün bunları yapanlar ile katillerin ceza görmek yerine, ödüllendiril­ dikleri belirtiliyor ve bu durum eleştiriliyordu. Doğrusu, iki kurmay binbaşının, başarıyla sonuçlanan bir hü­ kümet darbesinden sonra darbenin baş mimarlarını eleştiren böyle bir rapor yazmaları yürek işiydi. Ama Mustafa Kemal'in devlet yönetimiyle ilgili görüşleri daha 1908 Meşrutiyet Devrimi'nden beri biliniyordu. O zaman şöyle demişti: - Asıl mesele ihtilalden sonraki meseledir. Geceler çok şeyle­ re gebe . . . Ufukta tehlikeli bulutlar görüyorum. Ordunun siyasete karışması artık bitmelidir. Ordu kışlasına, siyasetçi siyaset sahne­ sine dönmezse her şey mahvolur. Halbuki bizimkiler. . . Mustafa Kemal'in "bizimkiler" dediği Enver ve takımıydı. Bunu çok iyi bilen "bizimkiler", Mustafa Kemal'i bir süre izlemişler, bir keresinde düpedüz yolunu kesmişlerdi. O kadar ki, Mustafa Ke-

131

mal, sırtını duvara dayayarak silahını çekmiş ve İttihat Terak­ ki'nin silahşorlarından canını zor kurtarmıştı. Selanik'teki Fran­ sızca hocası Ahmed Naki'nin anılarına göre, bu eylemin ardında Enver Bey vardı ve Enver Bey'e amcası Halil Bey son anda engel olmuştu. Olayı duyan Talat Bey de Mustafa Kemal'i Trablusgarp cephesine göndererek tatsız gelişmeleri önlemişti. Çünkü Talat Bey de biliyordu ki, Mustafa Kemal'e, sözünü sa­ kınmayan tutumuna karşın bir şeyler yapmak kolay değildi. Ne kendisi ne de Enver... Yapılabilecek tek şey onu lstanbul'dan uzak tutmaktı. Çünkü Fethi Bey gibi Mustafa Kemal de bütün or­ duda çok sevilen bir subaydı. Harbiye Nazırı Enver Paşa, Yakub Cemil'in af dileyen mektubu­ nu buruşturup çöpe attı. Sorgulama tutanağındaki yeni açıklama­ ları içeren dosyayı kapattı ve odasından çıktı. Hfila söyleniyordu: - Mustafa Kemal'i sadrazam yapacakmış. Başkumandan yapa­ cakmış. Ne zaman? Beni temizledikten sonra. Meğer bağrımızda ne hainler beslemişiz. Cezasını görsün pezevenk. . . Koridorda Dahiliye Nazın Talat'la burun buruna geldi. Enver Paşa'nın homurdana homurdana Yakub Cemil'e sövdü­ ğünü gören Talat fırsatı kaçırmadı: - Bu barış lafı Yakub'un ayağına düştüyse, bu işten cezasız sıy­ rılması işimizi zorlaştırır, dedi; aynca yol olur. Hem sonra sorgu­ lamada söylediklerini işittiniz mi? Sizin yerinize harbiye nazın ve başkumandan olarak Mustafa Kemal'i getirecekmiş. O Mustafa Kemal ki, gazeteci Sakallı Tevfik'in Nişantaşı'ndaki evinde veri­ len ziyafette, kafayı çekip, neler söylemişti, siz de biliyorsunuz. Yok efendim, siz bu orduyu idare edecek yetenekte değilmişsiniz. Ben cahilin biriymişim. Memleketin sonu fecaatmiş, yarın ordu­ muz Almanların yönetimine girip istiklalimiz mahvolacakmış. Bunları söyleyen adamı başkumandanlığa, hatta sadrazamlığa ge­ tirecekmiş Yakub Cemil. Daha önce, bu soruşturma nedeniyle Talat Bey'le ağır bir tar­ tışma yapan Enver Paşa şimdi değişmişti. - Cezasını görsün, demekle yetindi. Burada bir parantez açarak Cumhuriyet dönemine kısa bir at­ lama yapalım: Bir Çankaya sofrasında Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Ke­ mal'e sorulur: - Paşam, Yakub Cemil, Babıfili'yi basıp da ihtilali başarsaydı ve gerçekten size de sadrazan1lık önerseydi, kabul eder miydiniz?

1 32

Paşa gülerek yanıt verir: - Ederdim. Ederdim ama, ilk işim de Yakub'a cezasını verdirt­ mek olurdu.

Yakub Cemil'in son cephesi 1916 yılının Barış Davası'nda Harp Divanı on iki günlük sorgula­

ma ve 24 saatlik duruşmadan sonra Yakub Cemil'e cezasını verdi: - Gereği düşünüldü, idamına.

Sanık, bu kararı daha sorgulama sırasında bekliyor olmalıydı ki, bir ara sorgu yargıcına dönerek şöyle demişti: - Müstantik, sana bir şey söyleyeyim. Her dediğimi yazıyorsun, ama şimdi söylediklerimi yazma İttihatçının biri kendini hayat si­ gortasına geçirmek istemiş. Sigortacı mesleğini sormuş. "lttihatçı­

yım" yanıtım alınca, "Yooo" demiş, "sizi sigorta edemem, çünkü bi­

zim şirket, ipe çekilmesi mukadder olanları sigortalamaz. " Müstantik Vehbi Bey sormuştu: - Yani ne demek istiyorsun Yakub Bey?

- Galiba sen de beni ipe göndereceksin, ama ben şişman adamım. İpin sağlamını bulun da eziyet çektirmeyin. Sorgu yargıcı Vehbi Bey, Yakub Cemil hakkında idam, öteki sa­ nıklara çeşitli hapis ve sürgün cezaları isterken Ceza Yasası'nda­ ki "Hükümeti devirmeye teşebbüs" maddesine dayanıyordu. Dosya Harp Divanı'na sevk edilirken genel karargahtan bir su­ bay gelmiş ve Vehbi Bey'e: - Talebinizin gerekçesini değiştiremez miydiniz? diye sormuş­ tu. "Barıştan söz ettiği için, vatan hainliği suçuyla Divan'a veril­ mesi isteniyor" diyemez misiniz? Vehbi Bey: - Hayır, demişti, sizin dediğinizi yapamam. Yakub Cemil'in va­ tan hainliği sabit olmamıştır. Genel karargahın bu isteğini bana değil, Harp Divanı'na iletin. Ben talep dosyasını imzaladım. Artık bir işlem yapamam. O dönemde "banş"tan yana olmak, vatan hainliği kapsamına mı giriyordu? Yasalarda böyle bir kayıt yoktu ama, barış sözcüğü­ nün halk arasında yaygınlaşmaması isteniyordu. Genel karargah­ tan gelen subayın Vehbi Bey'e başvurusundaki neden buydu. Veh­ bi Bey kabul etmeyince, "talep" Harp Divanı'na iletildi. Yakub Cemil davasıyla yakından ilgilenen Almanların istediği de buydu. Güvenilir adamları Enver Paşa'yı son anda kararını de­ ğiştirip Yakub'u kurtarmasın diye Almanya'ya çağırdılar.

1 33

Yakub Cemil, Harp Divanı huzuruna çıktığında yeniden "banş" fikrinin savunucusu haline gelmişti. Divan başkanına dönerek: - Sen akıllı arkadaşsın Nafiz Bey, dedi, memleketi kurtarmak için

banşt.an başka çare var nu, söyle! Buradan çıkınca gene yapacağım budur. Banş için savaşacağım, gerekirse hükümeti devireceğim...

Harp Divanı, sorgu yargıcının aksine, idam karannı Almanlann istediği gerekçeyle verdi: - Savaşa Hıyanet Kanwm'nun 14. maddesi, 6. fıkrası uyannca ölüm cezası. . . Dahiliye Nazın Talat Bey, karann bir an önce uygulanması için dosyayı elden takip ettiriyordu. "Neme lazım" diyordu, "Enver Paşa Almanya'dan dönerse yuf­ ka yürekliliği tutuverir." Enver Paşa, gerçekten Almanya'dan Sıkıyönetim Komutanlı­ ğı'na haber iletmişti: "Ben dönünceye kadar Yakub'un cezasını infaz etmeyin" de­ mişti. Komutan Cevad Bey, bu haber üzerine 2616 dosya numarası ve 28.6. 1332 tarihle "Harbiye Nezareti yüksek katına" resmi bir yazı gönderme gereği duydu. Yakub Cemil Bey'in, "Her ne kadar gizli toplantı yaparak Osmanlı Devleti askerini düşman safına meylettir­ mek ve vekillerden bu harekete karşı çıkacak harbiye nazınnı yok etmek suretiyle hükümetin dış politikasını değiştirmek ve ittifakı bozarak İtilaf hükümetleriyle banşı sağlamak gibi ağır bir suç işle­ mişse de, Meşrutiyet dönemindeki fedakarane hizmetleri nedeniyle cezasının ömür boyu kürek hapsine çevrilmesini" isteyen bir yazı . . . Cevad Bey, "Enver Paşa dönünce b u yazıyı onaylar" diye düşü­ nüyordu. Ama Enver Paşa'nın yerine harbiye nezaretine vekillet eden Ta­ lat Bey, yazıyı hemen geri çevirdi. "Bu ve benzeri olaylara cesaret edecek olanlara ibret olsun" dercesine bir de gerekçe ekleyerek. .. Altına da imzasını attı: "Harbiye Nazın Vekili Talat." Bekirağa Bölüğü'nde gün erken ağardı. Cezaevi müdürü İsmail Hakkı Bey, Banş Davası idam hüküm­ lüsü Yakub Cemil'in Süleymaniye Camii kubbesine bakan demir parmaklıklı hücresinden içeri girdi. Sesi boğuk çıkıyordu: - Yakub Bey, sizi yukandan istiyorlar! O gece sabaha kadar hücresini voltalayan Yakub Cemil, önce sordu:

1 34

- Enver Paşa Alrnanya'dan döndü mü? Döndüyse beni mutlaka affeder. Hakkı Bey: - Hayır, dedi. Paşa daha dönmedi. Yakub'nn hayatı karardı. Sağ elini boğazına götürüp sıkar gibi yaptı: - Hakkıcığım böyle mi? Sonra işaretparmağını bir silahın tetiğine dokunur gibi oynatarak sordu: - Yoksa böyle mi? Cezaevi müdürü, başını önüne eğdi: - Yakub Beyciğim, sizi yukarıdan istiyorlar, bendenizin malu­ matı bnndan ibarettir. Yakub Cemil abdestini aldı, müdürle birlikte hücreden çıktı. Yüzlerce inzibat ve polisin Bekirağa Bölüğü'nün dış kapısına ka­ dar oluşturduğu koridoru görünce irkildi. Mırıldanarak sordu: - Bir tek silahsız adam için bu merasim niye? Sonra diklendi. Kapının dışında, süvari kıtasının kınından çık­ mış kılıçlarıyla İtfaiye Bölüğü'nün süngülerine baktı. Kendisini tören kıtası teftiş eden bir mareşale benzetti. Hazırlanan arabaya bir komutan gibi yerleşti. Birer süvari müfrezesi, Yakub Cemil'in son yolculuğnna eşlik ediyordu. Kafile, Haliç kıyısını izleyerek Eyüp'e yaklaştığında, yol üstündeki karpuz sergisine gözü takıldı. Yanında oturan bölük komutanı İhsan Bey' e rica etti: - Bari bir karpuz yesek, İhsan Bey. Komutan işaret etti. Kafile durdu. Silahtarağa Köprüsü'nden sonra Kağıthane Köşkü'nün az beri­ sine geldiklerinde Yakub Cemil koca karpuzu bitirmişti. Ağzını, elinin tersiyle sildi. Bir cıgara yaktı. Oysa tütün kullan­ mazdı. Arabadan indi. "Siyaset meydanı" bir piyade bölüğü tarafından çevrelenmişti. Silah çatmış bir manga askerin karşısında kurşnna dizileceği ka­ zığa baktı. Rahatladı. İpe çekilmeyi kendine yediremiyordu. Savcı yardımcısı idam fermanını okurken eliyle işaret etti: - Reşid Bey, buna gerek yok, ben idam sebebini biliyorum, dedi. Cıgarasından bir nefes daha çekip ekledi: - Ama şunu bilin ki, memleketi kurtarmaya çalıştım. Mahve­ denlerse yakında benim akıbetime uğrayacaklardır. Onu da gö­ rürsünüz. İtfaiye Alayı müftüsü korkak adımlarla yanına yaklaştı:

1 35

- Allah size mağfiret etsin, bir vasiyetiniz var mı? Hükümlü: - Param pulum, malım mülküm yok ki, vasiyetim olsun, dedi. Çoluğuma çocuğuma nasıl olsa İttihat Terakki bakar. Müftü bunun üzerine dini telkine başladı. Yakub Cemil kesti: - Zahmet etme hocam, ben Allah'a karşı görevimi yaptım, sa­ na hacet yok. Askeri bekletmeye de gerek yok. Kazığa yürüdü. Arkasını dayayarak idam mangasına döndü. Gözlerini bağlatmak istemiyordu: - Söz veriyorum, bulunduğum noktadan kımıldamayacağım, gözüm açık gitmek istiyorum, dedi. Bu son isteği kabul edilmedi. O zaman idan1 mangası komutanına seslendi: - Subay efendi, vazifeni iyi yap. Hükümetin emrini yerine getir. Ateş. Son komutunu bir düdük sesi izledi. On dört silah aynı anda patladı. Tepenin ardından bir güvercin filosu kanat çırparak havalandı. Yakub Cemil'in on dört kurşunlu iri gövdesi kazığın dibine doğ­ ru kaydı. Havada kanat çırpan güvercinlerden kırçıllı beyaz olanı bir da­ ire çizerek filodan ayrıldı. Yakub Cemil'in yığılı bulunduğu kazı­ ğın az ötesine, yere kondu. Görenlere öyle geldi ki, yerdeki on dört kurşunlu gövdenin omuzlarından iki apolet, kanatlaşarak göğe doğru yükseldi. Gü­ vercin filosunun ardına takıldı. 1 1 eylül 1 9 1 6 "Vatana hıyanet"ten kurşuna dizilen Banş Davası sanığı, savaşçı Binbaşı Yakub'un dört kişilik ailesine "Vatana Hizmet"ten 33'er kuruş aylık bağlandı.

Dördüncü bölüm 1 9 1 6 eylülünden 1964 temmuzuna

Yedek Binbaşı Yakub Cemil, Bekirağa Bölüğü'ndeki son günlerinde cezaevi görevlisi Hakkı Bey'e sık sık soruyordu: - Enver Paşa Almanya'dan döndü mü? Sorunun ardında yatan bir umut vardı. Yaşam umudu! - Dönerse, beni mutlaka affeder, diyordu. Yakub Cemil'i, Enver Paşa da kurtaramadı. Kırk sekiz yıl sonra. . . 1964 temmuzu başında Ankara Asri Ce­ zaevi. Cezaevinde bir ölüm hücresi. Ölüm hücresinde volta atan emekli albay, başgardiyana soruyordu: - İsmet Paşa Amerika'dan döndü mü? Bu sorunun ardında da küçük bir umut vardı. Yaşan1 umudu. Paşanın kendisini kolay kolay astıramayacağı kanısını taşıyordu emekli albay. Oysa İsmet Paşa Amerika'dan çoktan dönmüştü ve kendisine karşı iki kez üst üste ihtilale girişen Emekli Albay Talat Aydemir'i o da kurtaramayacaktı. Paşa kendisini havaalanında karşılayan Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural'a onay verdi: infaz edin! Binbaşı Fethi Gürcan, Albay Talat Aydemir'in aksine umutsuz­ du. .. Hatta, başka çare olmadığını düşünerek cezaevinden kaç­ mayı bile planlamıştı. .. Bu plana Aydemir karşı çıkıyordu: - Yahu Fethi, sen ne yapıyorsun? diyordu. Bizi zorla astırmak mı istiyorsun? Binbaşı Gürcan, Aydemir'den bir hafta önce asıldı. Darağacı­ na koşar adımla çıktı. Cellada fırsat vermeden, sandalyesini ken­ disi tekmeledi... Tekmeyi vurmadan önce de yüksek sesle şunla­ rı söyledi: - Şunu bilin ki, ben, aralarına en son girenlerden biriyim. Bazı­ ları çok az cezalarla kurtuldular. Dörder beşer yıl hapisle . . . Bu

137

işin en b aş sorumhılan ise, halen büyük makamlar, mevkiler işgal ediyorlar. İdamdan korlanuyorum, metinim... Talat Albay, Fethi Binbaşı'nın idam edildiğini bilmiyordu. Cezaevindeki hücresinin kapısında bekleyen gardiyana sık sık soruyordu: - Fethi Bey nasıldır? Gardiyan gerçeği gizliyordu: - İyidir albayım. - Ona benden demli bir çay ve selamımı götürün. Sonra, ölüm hücresinde başladığı Babeuf'ün Savunması'ıu oku­ maya devam etti. Son sayfaya geldi. Kitapta şu satırlar yer alıyordu: Canım ciğerim dostlarım. Bir defa daha allahaısmarladık, son bir defa. Erdemli bir uykunun koynuna dalıyorum!

Aydemir, sayfanın altındaki boşluğa el yazısıyla şu satırları ek­ ledi: Büyük Allah bu sayfadan beni mahrum bırakacak inşallah, inan­ cım, ümidim tamdır. Yeni bir kurtuluş mucizesi doğacaktır. Allah'a güveniyorum. İ nşallah kurtulacağım. Geride kalan sevdiklerime göz­ yaşı döktürmeyeceğim. 2 tenunuz 1964, saat 18.45

1960 yılı 1 haziranında Kore'de başlayan anı ciltlerinin de son satırlarıydı bunlar. . . 5 temmuz sabaha karşı 2.30'da, hücresinin kapısı açıldı. Ayde­

mir uyumuyordu. Müdürün odasına götürüldü. Üzerinde siyah, dik yakalı bir kazak ve gri bir pantolon vardı. Siyah kazağının sol göğsü üzerinde de bir rozet: Ordudaki son görevinde komutanlık yaptığı Harp Okulu'nun rozeti... O rozeti, müdürün odasında beyaz bir idam gömleğiyle örttüler... Elleri arkadan kelepçelendi. "İnfaz yeri"ne götürüldü. Soğukkanlıydı: - Kendi işimi kendim görmek istiyorum, dedi. Kelepçelerinin çözülmesini istedi. Savcı, bu isteğini yerine getirmedi. . . Ankara Valisi Enver Kuray, Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tu­ ral, Merkez Komutanı Tuğgeneral Sabri Koçak, idam sehpasının hemen yanı başında bekliyorlardı. Dışarda askeri birliklerce sıkı güvenlik önlemleri alınnuştı. Cezaevine yaklaşan gazetecileri, Sı­ kıyönetim Komutanı Cemal Tural Paşa, elindeki kırbaçla bizzat kovalıyordu.

1 38

Cemal Tural Paşa'nın gazeteci milletine karşı özel bir ilgisi var­

dı . . . Daha sonra genelkurmay başkanlığına yükseldiğinde, gazete­ ci llhami Soysal'ı güpegündüz şehir dışına kaçırtıp ona bir güzel sopa attıracaktı. .. Sonra da gene bir "ihtilale teşebbüs" kuşkusuy­ la bir gece ansızın emekliye çıkarılacaktı. . . Sonrası d a var: Zaman geçecek, b u defa dövdürttüğü gazeteci llhami Soysal, "ihtilale teşebbüs"ten tutuklanacaktı. işkence gö­ recek, uzun süre hapiste kalacak, sonra beraat edip serbest bıra­ kılacaktı. Ve ona ilk telgraflardan birini çeken, artık emekli gene­ ral Cemal Tural olacaktı: "Büyük geçmiş olsun! " ''İhtilale teşebbüs"ten hüküm giyen Emekli Albay Talat Ayde­ mir, Ankara itfaiyesinin getirdiği idam sehpasına çıktı. Son sözü şu oldu: - Memleket için hayırlı olsun! Ayağının altındaki sandalyeyi kendisi tekmeledi. . . Ankara Valisi Kuray, dışarıda bekleyen gazetecilere sonucu bildirdi: - Beş dakika önce işi bitti, hfila sallanıyor. Cebinden

60 lira 50 kuruş çıktı.

Cenazesini ailesi ve yakınlarından dokuz kişi, sessiz sedasız kaldırdı. Beş Harbiyeli, mezarına bir düzine karanfil serpti... Merkez Ko­ mutanı Tümgeneral Sabri Koçak bu beş gence fırça çekti: - Dirisinin peşinden gittiniz, bir de ölüsünün peşinden mi gide­ ceksiniz? Bir zamanlar dirisinin peşinden gidenler, gerçekten az değildi. Aralarında kimler yoktu ki? Daha sonraları, kendi cuntalarını kendileri kuranlar, ihtilal hazırlayanlar, ülke yönetenler, T.C. Ana­ yasası'nın tamamını değiştirenler, TBMM'yi feshedenler, Kurucu Meclis oluşturanlar, sürgüne gönderilenler, sürgünden dönüp parti kuranlar, partiye kızıp cunta oluşturanlar. . . Ve imzaladıkları kararları Türkiye Cumhuriyeti'nin Resmi Ga­ zete'sinde, "yasa" olarak yayımlatanlar. . . Talat Aydemir'in adına gelince . . . ziran

O ad Resmi Gazete'ye 2 7 ha­

1964 günü şu satırlarla geçti:

T. C. Anayasası'ıun tamamını tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kamın ile teşekkül etmiş olan TBMM'yi ıskata ve vazifesini yapmaktan men'e, cebren teşebbüs etmek suçundan idama mahkı1m Talat Ayde­ mir'in cezasının infazına dair kanun . . .

1 39

Kanun, kanundu ve kanun karşısında kılıçtan inceydi boyun­ lar... Ama sadece bazı boyunlar. . . Oyunu tek bruşına oynayıp kay­ bedenlerin boyunları . . .

Albay Talat'ın anı defteri Talat Aydemir, anı defteri tutmaya 1 haziran günü Kore'de ka­ rar vermişti. Şöyle bruşlıyordu bu anı defteri: ı 3

Şimdiye kadar hatırat yazmadım. Çünkü babam hayatta iken, hiç­ bir surette bu gibi şeylere heves etme demişti. Şimdi ilk defa onun ba­

na söylemiş olduğu sözlerden ayrılıyorum. Beni buna zorlayan iimilin ne olduğunu bilmiyorwn ve satırları yazmaya koyuluyorwn. Belki bir gün gelir, lazım olur... Bir asker olmam dolayısıyle hiçbir zaman siyasetle uğraşmayı dü­ şürunedim. Yalruz bir kurmay subay olarak memleketin iç ve dış po­ litikasını daima yakından takip ettim. Memlekette arzu edilen demok­ rasi idaresinin yerleşmesini canı gönülden arzu ediyordum. Bunun için askeri düşüncelerimi bu istikamete tevcih ediyordum. Kuleli As­

keri Lisesi'nde tarih hocarruz Ali Rıza Bey, diğer lakabıyla Barbon'un tesiri altında kalmıştım. Ralunetli babam daha küçük yaştan beri be­

ni devamlı bu fikirlerle aşılıyordu. Harbiye hayatım hep böyle geçti.

Rahmetli babasıyla birlikte tarih hocası Barbon Ali Rıza tara­ lından da demokrasi fikirleriyle ruşılanan genç Talat, "Memleket dahilinde yapılan bütün inkılapların orduya dayanarak gerçekleş­ tirileceği" inancına daha subay çıktığı gün bağlarumştı. Demokrasi de bir inkılap demekti. O halde demokrasiyi kur­ mak da orduya dayanılarak yapılması gereken bir eylemdi. . . Ge­ rek karargfilunda, gerekse bir ara görev gereği ilişki kurduğu ba­ kanlıklarda bunu anlayan çok az insana rastlamıştı. Hiçbiri mem­ leket gayesiyle çalışnuyordu! "Kendi kendime karar verdim. Bu memleketin gidişatı, gidişat değildi. " B u kararı verdikten sonra, memleketi içine düştüğü b u kötü 1 ]. Aydemir Kore' de tutmaya başladığı anılarını, daha sonra Mamak Askeri Cezaevi'nin ölüm hücresinde son güne kadar sürdürecekti. .. Cezaevi anıları, Binbaşı Fethi Gürcan'ın küçük kızının koynunda gizlice dışarı çıkarıldı. Bu kitapta Aydemir'in anılarının yayım­ lanmayan bölümlerinden de alıntılar yer alacak.

1 40

durumdan kurtarınaya da karar veren Talat, "bu vaziyete bir son vermeyi planlamaya" başladı. Genelkurmay Başkanlığı'nda ze­ nün yoklarken şu sonuca vardı: Fikirlerime yatarı hemen hemen hiç kimse bulamadığım için ümit­ sizliğe kapıldım. Sene 1954!

Gölgedeki adam Talat'ın ümitsizliğe kapıldığı 1954 yılı sonbaharında bir başka yüzbaşı, sonradan "27 Mayıs İnkılabı" olarak adlandırılacak olan darbenin ilk demokratik örgütünü kuruyordu! Bir sucuklu yumurta sahanı çevresinde kurulan iki kişilik bu örgütün öyküsünü de Topçu Yüzbaşısı Dündar Seyhan'ın anı def­ terinden izleyelim: 1954 sonbaharının bir pazar gecesinde Tuzla Uçaksavar Topçu Okulu'nun nöbetçi amiri idim. Okulda her nöbetçi kalışımda Orhan Kabibay, evi okul lojmanlarında olduğu için, akşam yemeğini benim­ le beraber yerdi. Sohbet eder, dertleşir, geç vakitlere kadar oturur­ duk. O akşam gazinoda beraberce sucuklu yumurta yerken, bir taraf­ tan da her zamanki gibi memleketi içinde bulunduğu çıkmazdan kur­ tarma çarelerini tartışıyorduk. Yalnız o akşam değil, ondan evvelki münakaşalanmızda da her zaman aynı sonuca vardığımızı açıkça hissediyorduk. Evet, ikimiz de artık ihtilalden başka bir çare göremi­ yorduk. O gece, ilk defa Kabibay'la ihtilali konuştuk. .. İkimiz de akı­ betimizi biliyorduk.. Fakat Türkiye için yapacağımız başka hiçbir şey kalmamıştı. . .

Türkiye için "ihtilalden başka yapacakları hiçbir şey kalma­ yan" bu iki yurtsever topçu yüzbaşıdan Dündar Seyhan, daha sonra anılarını topladığı Gölgedeki Adam kitabında kendi özgeç­ mişini şöyle özetleyecekti: 1 960 yılı başında ihtilal komitesince, görevle Amerika'ya yollandı. İhtilali müteakip yurda çağrıldı... Ordu tensikatı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Ordu Yardımlaşma Kwumu, OYAK'ın kwulmasında gö­ rev aldı. Komite içi mücadelede reformcular yanında (Türkeş ve Ka­ bibay grubu) yer aldı. Yıl sonuna doğru Roma ve Bem ataşemiliterlik­ lerine tayin edilip yurtdışına gönderildi. 14'ler (Türkeş ve Kabibay grubu) sürgüne gönderilince, onlarla çok yakın temas kurup teşkilat-

141

lanmalan için çalıştı. 1 962'de vatana döndü. 22 Şubat Olaylan'nı biz­ zat idare etti. Neticede emekli oldu. 1963'te Talat Aydernir'in hazırla­ yıp idare ettiği 2 1 Mayıs Olaylan'nda hiçbir rolü olmadığı halde, iki ay hücrede hapsedildi. . .

Öteki topçu yüzbaşısı Orhan Kabibay'a gelince, yoğun siyasal ve cuntasal eylemlerden başuu kaldınp da anı yazmaya fırsat bu­ lamadığı için özgeçmişinin kendi kaleminden çıkmış bir belgesi yok. . . Ancak Türk siyasal ve cuntasal yaşanu içinde yerinin önemli olduğu muhakkak. 27 Mayıs'ta Milli Birlik Komitesi üye­ si... 13 kasım 1960'ta Dışişleri Bakanlığı kadrosunda devlet me­ muru statüsüyle sürgün-müşavir... Daha sonra CHP üst yönetiminde üye! 12 Mart Muhtırası'ndan önceki oluşumlarda, gölgedeki adam . . . Özetle o da yurtsever de­ mokratik kronik ihtilalcilerimizden! Biz dönelim 1\ızla Uçaksavar Okulu gazinosundaki sucuklu yumurta akşamına: 1 954 sonbaharındaki "o akşam"ı Topçu Yüzbaşı Dündar Sey­ han'ın anı defterinden izlemeye devam ediyoruz: Kabibay, Türkiye'yi hiçbir şeyle mukayese edemeyecek kadar çok seviyordu. Dedim ki: - Akıntıya kürek çekiyoruz Orhan! Boşuna çene yoruyoruz. Türki­ ye ancak aksiyonla kurtulur. Bu aksiyonu gösterebilecek yaradılışta insanlar olduğumuzu zannediyorum. Bunun için gizli bir cemiyet la­ zımdır. Ve bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur. Neden, seninle ben, bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz? Kabibay ayağa kalktı, elimi tuttu. Birbirimize sarılarak öpüştük. Kurulmuş bir cemiyet velev ki, iki kişiden terekküp etsin, bir başı ol­ ması lazımdı. Kabibay'a: - Kurulan bu cemiyetin başkanı sen olmalısın Orhan, dedim. Düşündü ve: - Hayır sen olacaksın Dündar, dedi. O anda ikimiz de 27 Mayıs İhtilali tarihinin en büyük hatasını yap­ mış bulunuyorduk. İki kişinin birbirine tam inancından doğan bu gaf­ let, 27 Mayıs lhtilali'nin lidersiz kalmasına sebep olmuştu. Bunda iki­ mizin de günahı büyüktür.

Topçu Yüzbaşı Dündar Seyhan, bu özeleştirisinin gerekçesini de gene askeri bir mantıkla açıklığa kavuşturuyor. Şöyle:

1 42

İki eri bir göreve gönderen kurnandan, mutlaka ikisinden birine kumandanlık görevi verirdi. Bu, askerliğin değişmez kaidelerinden biriydi.

Ama iki ihtilalci topçu yüzbaşırun birbirlerine olan güveni, ih­ tilal liderliğinin havada kalmasına yol açmıştı. Bu da Seyhan'a göre, "ihtilalin başında düştüğü en büyük hata" idi. . . İki topçu, o gece sucuklu yumurta sahanlarındaki son kırıntı­ ları da kazıdıktan sonra tabancalarıru çıkardılar ve ellerini üzeri­ ne basarak yemin ettiler. Yemin metni, Dündar Seyhan'm pantolon cebindeydi. . . İhtilali planlama çalışmalarına başlar başlamaz bu metin üzerinde aylar­ ca çalışmıştı: Kitabım, bayrağım ve mukaddes bildiğim bütün kıymetler üzerine: 1. Girdiğim teşkilatın gizliliğine riayet edeceğime; 2. Teşkilata mensup olan arkadaşlarımı en aziz bildiklerimden üs­ tün tutarak seveceğime; 3. Teşkilatın vereceği emirlere kayıtsız şartsız itaat edeceğime; 4. Teşkilatın Türkiye menfaatine tespit ettiği gayeleri uğruna, tek başıma kalsam dahi, kanımı son damlasına kadar dökerek çalışacağı­ ma yemin ederim . . .

İhtilalin yemini hazırdı. Geriye üç nalla bir at kalmıştı. Bu arada ihtilalin ideolojisi de gene Dündar Seyhan'a göre hazır sayılırdı. Anılara dönelim: İhtilale karar vermiştik. Bu ihtilalle Türkiye'ye neler getirmek isti­ yorduk? Hangi fikir bazına dayanacaktık? İhtilal mi fikirden, fikir mi ihtilalden doğacaktı.

Topçu Yüzbaşısı Dündar Seyhan, dünya ihtilal felsefesi litera­ türüne girmeye layık bu girişten sonra şöyle devam ediyordu: İhtilale ilk karar verenlerden biri olarak, ihtilalin fikri şu idi de­ mek, çok kolaydır. O günlerde, itiraf ederim ki, elimizde yazılı olarak Türkiye'nin yarınını hedefleyen, ihtilal sonrası bir program mevcut değildi. Ama bu demek değildir ki, biz, ihtilalciler olarak, Türkiye'nin sathında neyi tahakkuk ettireceğimizi bilmeyeceğiz! Biz biliyorduk ki, Türkiye, modem kafalı, Atatürk ruhlu, hamleci, dürüst ve fedakar

1 43

bir idare edenler kadrostına muhtaçtı, işte biz btınu getirecektik. Böy­ le bir ekip getirilebildiği takdirde, Türkiye'nin hangi derdine çare bu­ lunmazdı ki! 27 Mayıs İhtilali'nin yapılmasına sebep teşkil eden ana hareket noktası btınlardı. Herkes, emdiği süt kadar anasına hizmet eder. Orhan Kabibay'la o gece sabahı ettik. .. İhtilale karar veren niha­ yet iki topçu yüzbaşısıydık. Hangi kadroyla ihtilal yapacaktık? Dündar Seyhan haklıydı. Bir örgüt gerçi en az iki kişiden oluşur­

du; ama bu bir siyasi parti değildi ki, düpedüz ihtilal örgütüydü!

Atatürk ruhlu kadronun genişletilmesi gerekti. Kurmay subay­ ların çıktığı Harp Akademisi Kabibay'a göre "mümbit bir tar­ la"ydı. llk çengel Yüzbaşı Süreyya Yüksel'e atıldı. 1 4 Dündar Seyhan, pantolon cebindeki yemin metnini çıkardı. Üç kişilik örgüt yeniden yemin etti. Anı defterinden izliyoruz: İnançlı adamların belki yemin etmesine lüzum yoktur. Fakat bize es­ kilerden devreden, mukaddes bildiğimiz kitap, bayrak ve silah üzerine el koyarak, ihtilal arkadaşlığının ulviyetine ve kurduğumuz teşkilatın gayelerine bağlılık, teşkilatın vereceği emirlere, kayıtsız şartsız riayet etmek üzere, namus ve şerefimiz üzerine yemin ettik. Ve birbirimizi ku­ cakladık. O gün, üçümüz birden, beş kişilik bir ihtilal komitesi kurma­

ya karar verdik. Yüzbaşı 1\ıran Okan ve o esnada Maraş'tan telgrafımız üzerine gelen Kurmay Yüzbaşı Nejat Kumuşoğlu da komiteye katıldı. tik beşli toplantı, Süreyya Yüksel'in Fenerbahçe'deki evinde yapıldı.

Arkadaşlar, oybirliğiyle beni genel sekreter seçtiler. Kabul etmek la­ zımdır ki, işin müşkülatı, bu karardan ve böyle bir komite kurulduktan sonra başladı. İhtilal, eldeki silahlarla yapılacaktı. Fakat beş adet top­ çu subayının böyle bir kararı tahakkuk ettirme imkanları ise elbette ki pek mahduttu ... İhtilal tüm memleket bünyesinde, hatta bünyesinin di­ mağına yapılacak, çok ciddi bir ameliyattı. Hasta, mutlak surette kur­ tarılması gereken aziz bir mevcudiyetti! Türkiye en hazıkl 5 operatörle­

rin elinde, tarihinin en ciddi ameliyatını geçirecekti!" Hazık operatör Dündar Seyhan, "mutlak surette kurtarılması gereken aziz mevcudiyeti" yani hasta Türkiye'yi, sağlığına kavuş­ turmak için başkaca hazık operatörler aramaya koyuldu. İttihat Terakki döneminde olduğu gibi, bu gibi işlerdeki opera­ tör ihtiyacı, Tıbbiye yerine Harbiye' den karşılanabilirdi. Önce üst düzeydeki Harp Akademisi subaylarına çengel atmayı düşündü . . . 1 4. 1 2 Eylül'den sonra Ege Ordusu komutanı, emekliliğinden sonra d a büyükelçi. 1 5. Usta, hünerli (genellikle doktorlar için kullanılır).

1 44

Ders yılının dördüncü ayı dolarken, kendisine son derece güven veren bir yarbayı gözüne kestirdi. Bu yarbayın soyadı, gizli bir ih­ tilal örgütü için biçilmiş kaftan gibiydi: Güventürk. . . Hem Türk, hem d e Güven . . . Dündar Seyhan, ondan iyisini bulamazdı! O zamanki rütbesiyle Yarbay Faruk Güventürk'e, bir gün, Yıl­ dız Sarayı'nın bahçesinde büyük havuzun kenarında dolaşırken rastladı ve hemen açıldı: Memleketin hali malumdu. İhtilal şartları hazırdı. O halde ne duru­ yorduk? Güventürk beni dikkatle dinledi. Elimi tuttu ve hararetle sıktı. Gü­ ventürk ihtilale katılmıştı. Hemen oracıkta yeniden yazıyormuş gibi, benim eski yemini kaleme aldım ve beraberce, usulümüz üzerine ye­ min ettik.

İhtilal örgütünün yemincibaşısı Topçu Yüzbaşı Dündar Sey­ han, örgüte Yarbay Faruk Güventürk'ü de aldıktan sonra, "hazık operatörler ekibi" hızla büyümeye başladı. Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar'ın 1962 yılında yazdıkları lh­ tilalin lçyüzü kitabındaki saptamalara göre, 1956 yılına girilir­ ken, Yıldız Sarayı'ndaki "Harp Akademisi örgütü" diye anılan ör­ güte katılanlar arasında şu isimlere rastlanıyordu: Albay rütbesinde Faruk Ateşdağlı, Naci Asutay; yarbay rütbe­ sinde Faruk Güventürk, Nuri Hazer, Necmi Bek, Rıza Ukaydın; binbaşı rütbesinde Dündar Seyhan (o sırada terfi etmişti), Neca­ ti Ünsalan, Rauf Gökçe; yüzbaşı rütbesinde Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı, Kemal Güner, Mükerrem Erensü. Ev toplantıları sıklaşmıştı. Nöbet kimin evindeyse, ev sahibi, çoluğu çocuğu komşuya gönderiyor, sonra hep birlikte bekar sof­ rası kuruluyordu. İhtilalcilerin mutfak deneyimi genellikle sucuk­ lu yumurta ya da sucuklu omlet üzerineydi. Sadece Şükrü İlkin'in evindeki toplantılarda, sucuklu yumurtaya, Bayan İlkin'in önce­ den hazırladığı incir tatlısı ekleniyordu. Bu, o zamanki örgüt top­ lantılannın parolasını değiştirdi. Artık çağnlar, "Yengenin incir tatlısına bekleriz!" diye yapılıyordu.

Örgütler çoğalıyor İstanbul'da "hasta Türkiye"nin geleceği için tatlı hayaller ku­ ran ekibin çalışmalan "yengenin incir tatlısı" eşliğinde süredur-

1 45

sun, Ankara'da ötekilerden habersiz, benzeri örgüt çekirdekleri oluşuyordu. İlk bakışta incir çekirdeği gibi önemsiz görünüyor­ lardı. Ama zamanla İstanbul'daki incir tatlıcılarına ağır basmaya başladılar. Anılarının

1954 sonbaharıyla ilgili bölümünde, ihtilalci fikirle­

rine yandaş bulamamaktan yakınıp, "düşkınklığı"na uğradığını yazan Talat Aydemir,

1956 eylülünde Kurmay Binbaşı Sezai Okan

ve Osman Köksal'la ayrı bir üçlü oluşturmuş, bu üçlüye sonra Yüzbaşı Adnan Çelikoğlu da katılmış ve bir kare kurulmuştu. Bir başka karenin kurulması için de Genelkurmay Başkanlığı Protokol Dairesi'nde görevli Kurmay Binbaşı Sadi Koçaş çaba har­ cıyordu. Koçaş daha önce, Bükreş'te askeri ataşelik yaparken, maslahatgüzar Saffet Urfi, ona gazetede okuduğu bir haberi gös­ termişti. Haber, iktidar partisine oy vermediği için cezalandırılan Kırşehir'in ilçe yapılmasıyla ilgiliydi. Saffet Bey, Binbaşı Koçaş'a: - Yahu, ne bekliyorsunuz? Bir şeyler yapsanıza, demiş, kim bu gidişe dur diyecek? diye bağırmıştı. Ardından da sormuştu: - Nerede Enver'ler, nerede Niyazi'ler? .. Yoksa Türk ordusunda eski ruh kalmadı mı artık? Binbaşı Koçaş, bu yaşlı maslahatgüzarın "İttihat Terakki ru­ hu"nu çağırması karşısında hayli etkilenmişti. Yurda dönünce, Genelkurmay Protokol Dairesi'ndeki arkadaşı Binbaşı Kenan Esengin'e konuyu açtı. Esengin,

1946-1950 dönemin­

de Halk Partisi iktidarına karşı örgütlenen subaylar arasındaydı. Şimdi de Demokrat Parti iktidarının "gidişat"ını beğenmiyordu. Koçaş sordu:

- Ne olacak bu memleketin hali? Esengin yanıt verdi: - İyi olur inşallah! Arkasından, gülmeye başladı: - İyi olacağı filan yok, mutlaka bir şeyler yapmalı! "Ne yapmalı?" sorusu ortaya atıldı. Yanıt basit ve basit olduğu kadar da demokratikti: - İhtilal için teşkilatlanmalı! Görüş benimsendi. Protokol Dairesi'nde, protokol dışı kurulan bu iki kişilik demokratik örgüte, daha sonra bir kafadar daha ka­ tıldı: Binbaşı Baha Vefa Karatay. . . Binbaşı Karatay, kartvizitinde­ ki adının yanına bir de kara bir "tay" resmi bastıran, aklı başında bir protokol görevlisiydi! Nitekim

27 Mayıs 1960'tan sonra bu ye­

tenekleri ve protokolbilirliği sayesinde önemli görevlere atana-

146

cak, daha sonra da Viyana'ya büyükelçi olacaktı. Büyükelçilik gö­ revi sırasında da kartvizitindeki "arnbassador" sıfatının hemen al­ tına kara bir tay resmi bastırmayı ihmal etmeyecekti. Bu alışkan­ lığını emekliliğinden sonra 1980'lerdeki "Kemalist Atılım Dernek­ leri" ve parti kurma teşebbüsleri boyunca da sürdürecekti. Karatay'ın basındaki son fotoğrafı, 19 yaşındaki ünlü Banker Yalçın'ın nişan töreninde, kendisi gibi Kemalist Atılımcı Turhan Feyzioğlu'yla birlikte yayımlanacaktı. Üç kişilik üçüncü ihtilal ekibi, ilk toplantısını Sadi Koçaş'ın evinde yaptı ve elde edilmesi gereken ilk hedefi saptadı: - Kara Kuvvetleri Erkan Dairesi Şubesi! Bu şubeyi ele geçirmek, Kara Kuvvetleri içindeki atamaların anahtarına sahip olmak demekti. Ondan sonra da iş, Koçaş'ın deyi­ şiyle "bir büyük baş bulmaya" kalıyordu. Koçaş, "büyük baş"ı olma­ yan ihtilalin başarı şansını zayıf görüyordu. Nitekim, bu uzak görü­ şü, kendinden sonraki bazı ihtilalcilere de örnek olacaktı.

Büyük b3.'Ş arayışı Örgütçü Koçaş, iki bin sayfayı bulan anılarının l. cildinin 12. bölümünde, "Bir Büyük Baş" ana başlığı altındaki görüşlerini, bi­ limsel bir çerçevede çiziyor: Bir kez, büyük ve güvenilir baş mevcut olmadan, orduda ve ülke­ de güven sağlanabileceğine inaıunıyordlllll . Bu yapılmayınca da, Ba­ bıfili Baskını tipinde bir hareketle başarıya ulaşmanın mümkün ve doğru olmayacağı görüşünde idim. Tarih boyunca gerek kendi ülke­ mizde, gerekse ta Roma devrinden beri bütün dünyada yapılagelmiş ihtilal ve darbe hareketleri ile örgütlerune şekillerini incelemeye baş­ ladım. Bu arada bazı örgütlenmelerin varlığını da öğreruniştim. Birta­ kım kişilerin daha şimdiden baş olmak eğilim ve uğraşısı içinde ol­ duklarını da öğreruniştim. Bunlar iyi işaretler değildi. Bu işi mutlaka bir '"büyük baş"ın liderliği altında yürütmek, kan dökmeden, demok­ ratik yollardan hareket etmek gerekti. Hazırladığım planı gerekirse tek başıma uygulama kararına vamuştım. Evvela bir baş bulacaktım. Bu baş, eğer genelkurmay başkanı olmazsa, en azından Kara Kuvvet­ leri komutanı olmalıydı. . . 1 6

Sadi Koçaş, böylece "büyük baş"ı aramaya koyuldu. Binbaşı Kenan Esengin'e Ankara'da bulunan generallerden Cavit Çevik 1 6. Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Man'a, c. 1 , s. 343.

1 47

ve Cemal Tural'la görüşme yetkisi verdi. General Cavit Çevik "Benim bu kuşağa güvenim yok" gerekçesiyle "baş" olma önerisi­ ni reddetti. General Cemal Tural ise şu yanıtı verdi: - Davaya inanıyorum, gerekirse bir er olarak bile çalışının, ama tam tanımadığım bir kadronun organizatörü olamam. Sadi Koçaş, bu sözleriyle, Tural'ın da yan çizdiği kanısına var­ dı. "Olsun varsın" dedi. Zaten aradığı, daha büyük bir "baş"tı. Koçaş'ın bu arayışlarının arasına bir hastalık girdi: Üşütmüş, sinüzit olmuştu. Ameliyat olması gerekiyordu. Enver Paşa'nın apandisiti gibi tehlikeli olmasa bile, sinüzitli bir örgütçünün ihti­ lal yapması sakıncalı olabilirdi. O sırada karşısına, bu sakıncayı kaldıracak bir fırsat çıktı. Ge­ nelkurmay başkanı bir gün kendisini çağırıp şu buyruğu verdi:

- Alman savuıuna bakanı gelecek. Protokol Şubesi müdürü

olarak onu getirmeye gidecek olan uçakla Almanya'ya kadar git, ameliyat ol ve dön.

Koçaş, en büyük makamdan gelen bu buyruğa uydu. Bumun­ daki yükü Boıın Üniversitesi kliniğinde aldırdı. Arayışına sonra devam etti. Temaslarında parola gibi, hep aynı cümleyi kullanıyordu: - Ne olacak memleketin hali? Karşısındaki "baş" adayı yanıt vermeden yanından uzaklaşırsa ya da "İyi olacak inşallah" gibi bir şey söylerse belli ki, ihtilale yatkın değildi. . . Ama o da: - Sahi, ne olacak memleketin hali? diye aynı tipte bir soru so­ rarsa, tamamdı. Ona konuyu açmakta. fayda vardı. Anılarını "Bir büyük baş bulamamış, Erkan Şubesi'ni de elde edememiştik" diye sürdüren Koçaş, bir de Milli Emniyet'te çalı­ şan Binbaşı Cihat Akyol'la görüştü. Akyol, yakın bir arkadaşıydı. Örgütlenme fikrini, devletin istihbarat örgütünde çalışan bir gü­ venlik görevlisine açmakta. bir sakınca görmedi. Binbaşı Cihat Akyol, yakın arkadaşını dinledi. Sonra bazı önerilerde bulundu. Koçaş'ın anılarına göre şöyle dedi: Bu iş kolay değil Koçaş. Mesela sizin grubunuzun Faruk Güven­ türk ve Baha Vefa Karatay gibilerle bir ilişkisi var mı? Onlann bazı ör­ gütlere mensup olduklan söyleniyor. Henüz bizim teşkilata intikal et­ miş bir şey yok ama, duyulursa hepiniz meydana çıkarsınız. Bu arada Samet Kuşçu'ya güvenme! Milli savunma bakanı başkanlığında bir darbe hareketi düşündüğü söyleniyor, haberin olsun! Sen sadece be-

1 48

nimle temas et. Karar günü gelirse si.iratle hedefte birleşiriz. Ben, bu şekilde daha yararlı olur, muhitim ve görevim gereği sizi zamarunda uyarır, hatta koruyabilirim. ı 7

Milli Emniyet görevlisi Binbaşı Akyol'un mesleğindeki yete­ nekleri, daha sonra paşa olduğu zaman değerlendirilecek, Akyol 1970'li yıllarda MİT'te ve devletin güvenlik örgütleri arasında Özel Harp Dairesi'nde önemli görevlere getirilecekti. Hükümet darbesi örgütlemeye girişen Koçaş, MİT'çi arkadaşı Akyol'a açılmakla, acaba hata nu etmişti? Hayır. . . Bu çeşit örgütçülükte devletin güvenlik örgütleriyle en azından dirsek teması halinde olmak, öteden beri gelenekselleş­ mişti. Ve dikkatli olunduğu takdirde bunun önemli bir riski olma­ dığı, hatta örgütçülere fayda sağladığı "tecrübeyle sabit" olmuş­ tu. 1950'den önceki bazı örgütlenmelerde de olduğu gibi.

Bir "geriye dönüş" Sadi Koçaş'ın, DP'nin iktidarda olduğu dönemdeki girişimine benzer girişimler, 1950'den önce CHP'nin iktidarda olduğu dö­ nemde de vardı. Biri, o zaman albay rütbeli Cavit Çevik adlı bir subayın başkanlığındaki "İstanbul grubu" örgütlenmesiydi. O grubun amacı da, "demokrasinin korunması ve kollanrna­ sı"ydı. 1945 sonunda çok partili hayata geçildikten sonra yapılan 1946 seçimlerindeki sandık oyunları, Ankara'da olduğu gibi, İs­ tanbul'daki bazı subayları da harekete geçirmişti. Bir araya geliş­ lerinin nedeni CHP'nin iktidarını sürdürmek için aynı oyunlara devanı edeceği kuşkusuydu. Onlar da, daha sonra Sadi Koçaş'ın yaptığı gibi, zamanın Milli Emniyet'inde müttefik aranuşlar, hatta ilk toplantılarını Milli Em­ niyet'in Parrnakkapı'daki lokalinde yapnuşlardı. Albay Cavit Çe­ vik, örgütün başkanlığına, o toplantıda yapılan oylamada 12 oyun 7'sini alarak seçilmişti. Seçimi 5 oy alarak kaybeden aday, o gün­ lerin genç generallerinden Cevdet Sunay'dı. Adını bütün Türki­ ye'ye sonradan duyuracak, 1960'ta Genelkurmay Başkanlığı, son­ ra da Cumhurbaşkanlığı makamına oturacaktı. Ama o örgüt seçi­ minde başarılı olanıanuştı. Sunay, demokratik yöntemlere son derece bağlı olduğu için, oylama sonucunu hiç mızıldanrnadan kabul etti. Kendisinden rüt­ bece küçük olan Albay Çevik'in emrinde çalışacağını bildirdi. 1 7. A.g.e., c. 1 , s. 354.

1 49

Milli Ernniyet'in Pannakkapı'daki lokalinde çalışmalarını "em­ niyet altında" yürüten subaylar, örgütün başkan yardımcılığına da, sonradan benzeri örgütlenmelerde de adı sık sık geçecek ve milletvekilliği de yapacak olan, o zamanki binbaşı Kenan Esen­ gin'i seçtiler.

Hedef belliydi: CHP iktidarının yaklaşmakta olan

1950 seçim­

lerinde hile yapması ihtimaline karşı, bir çeşit "demokrasiyi ko­ ruyup kollama" harekatı düzenleyip, iktidara el koymak. . . Böyle bir harekata Sadi Koçaş'ın deyimiyle bir "büyük baş" bulmak, o zaman da başarının şartı sayılıyordu. Adaylardan biri General Cevdet Sunay'dı ama Pannakkapı'daki oylamanın gös­ terdiği gibi arkadaşlarının güvenini tam kazanamamıştı. . . Akla, Gelibolu'daki kolordunun komutanı Korgenaral

Fahri Belen gel­

di. Örgütçüler ona gittiler. Niyetlerini açtılar: - Paşam, Türkiye'de ikinci bir

1946 rezaletine meydan verme­

yelim. Daha önce harekete geçip bunu önleyelim, dediler. Belen genç subayları yatıştırdı: - Çok yanlış düşünüyorsunuz, dedi. Sırf bir ihtimale dayanarak askeri müdahale yapılır mı? Millet, böyle bir şeyi destekler mi? Sonra dünya ne der? Önce bekleyin bakalım, hele seçimler bir ya­ pılsın. Hile olursa, o zaman ortam müsait olur. Seçim takviminin işlemesini bekleyecek kadar sabırlı olmayan genç subaylar, Geli­ bolu' dan biraz buruk ayrıldılar.

Fahri Belen Paşa da, 1950 seçimlerine, Demokrat Parti safla­ nnda milletvekili adayı olarak katıldı. Daha önce parti başkanı Bayar'ı Büyükdere'deki evinde ziyaret etmiş, seçime hile karışır­ sa ordunun müdahale edeceği yolunda güvence vermişti. Bayar'a aynı güvenceyi verenler arasında bir subay daha vardı: Pannakkapı grubundan Binbaşı Cemal Yıldınm . . . llginçtir ki, aynı Cemal Yıldınm, Demokrat Parti iktidara gel­ dikten sonra darbe hazırladığı kuşkusuyla tutuklanan ilk subay grubu arasında da bulunacaktı. Bu,

1950 öncesinde, Demirkırat'a umut bağlayan "mücadeleci subaylar"ın çoğu için böyleydi. 1950

sonrasında da düş kınklığına uğrayacaklar, bu kez de Demokrat Parti iktidarına karşı örgütleneceklerdi.

Örgütler tokuşuyor Demokrat Parti iktidarı dönemindeki ihtilal örgütlerinden Dündar Seyhan ile Orhan Kabibay'ın sucuklu yumurta eşliğinde kurdukları örgüt malum . . . Bu örgüt,

1955 ve 1956 yıllarında İstan-

1 50

bul' da çalışmalarına devam ederken Ankara' da da bir yandan Sa­ di Koçaş bir yandan Talat Aydemir örgütlenmeye çalışıyorlardı.

1957 martında Talat Aydernir'in önüne bir fırsat çıktı. İstan­ bul'a, Harp Akademisi'ne gidecekti. Gitti . . . H arp Akademisi'nin " N e olacak memleketin hali?" gibi sorula­ ra yanıt arayanların toplandığı elverişli bir kulis olduğunu biliyor­ du. Orada da ilk iş olarak "fikirlerine yatacak" ihtilalci arkadaşlar aramaya başladı. Ne garip rastlantı ki, ilk açıldığı subay, İstanbul örgütünün ku­ rucularından Topçu Binbaşı Dündar Seyhan oldu. Dündar o sıra­ da kendi örgütünün genel selcreteriydi. Talat'ın bu örgütten hiç haberi yoktu. Dündar Seyhan'ın da Talat'ın örgütçülüğünden . . . Öğrenince fena halde bozuldu.

Olayın gelişimini Dündar Seyhan'ın anı defterinden izleyelim: Haydarpaşa Gar Lokantası'nda buluşmayı kararlaştırdık. Ve buluş­ tuk. Aydemir, gizli kapaklı ve örtülü konuşmaya tenezzül etmeden, ba­ na karşı tam bir güven içerisinde ve açıkça konuştu. Ankara ve lstan­ bul'da bazı arkadaşlarla mutabakata vardığını ve kurulacak teşkilatın gayesinin ihtilal yapmak olduğunu ve bu lüzumu memleketin mevcut şartlarının empoze ettiğini anlattı. Kendisinden mühlet istedim ve ay­ nldık. Durumu vakit geçirmeksizin bizim komiteye arz ettim. Mesele bütün çıplaklığıyla ortada idi. Yeni bir komite kurulmak üzere teşebbü­ se geçilmişti. Biz kurulacak bu komitenin dışında kalamazdık. . .

Seyhan, hazırladığı kuımay planını Orhan Kabibay'a açtı: - İkimiz, Talat'ın grubuna girelim. Bundan da kendi teşkilatı­ mıza haber vermeyelim. Sevk ü idare bizim teşkilatta kalmalı. Ay­ demir grubu bizim teşkilatın ikinci bir halkası olmalı... O sırada kendi örgütlerinden Ahmet Yıldız çıkageldi . . . Karade­ nizli bu subay, kendisine Talat Aydemir tarafından çengel atıldı­ ğını haber verdi. İşler iyice karışıyordu. Sucuklu yumurta ekibi, Ahmet Yıldız'la birlikte üç kişi olarak, Aydemir'in örgütüne sızmaya karar verdi . . . Aydemir v e örgütü, yeni adayları Üsküdar Şemsipaşa Sokağı'nda Binbaşı Refet Aksoyoğlu'nun evine çağırdı. Eskihamam Mahallesi, Eşrefsaat Sokağı'ndaki bu eski konak, garip bir rastlantı, Babıfili Baskını'ndan sonra darbeyle sadra­ zamlığa getirilen Mahmud Şevket Paşa'nın konağı idi . . . Darbeci

adaylarından Refet Aksoyoğlu darbeyle sadrazam olan Mahmud

Şevket Paşa'nın eski konağında yeni bir kiracıydı. Aydemir, örgü-

151

tüne katılan üçlüyü arkadaşına tanıştırdıktan sonra konuklarına sordu: - Arkadaşlar, aranızda başka bir teşkilatla ilgisi olan var mı? Orhan Kabibay, Dündar Seyhan ve Alunet Yıldız, üçü bir ağızdan: - Hayır, diye yanıt verdiler! Talat Aydemir, karşısındakileri şöyle bir süzdükten sonra: - Öyle ise, şu andan itibaren teşkilatımız kesin şeklini almış bulunuyor, dedi. Bende iki arkadaşın daha vekfileti var; Osman Köksal Ankara'da, Alparslan Türkeş de Siirt'te olduğu için gele­ mediler! . . Arkasından ekledi: - Silah üzerine yemin teklif ediyorum! Dündar Seyhan, derhal elini pantolonunun arka cebine attı. . . Kendi örgütünün hazır yemin metnini önerecekti ki, Ahmet Yıldız ayağına bastı. . . - Müsaade ederseniz, dedi, edeceğimiz yeminin metnini ben kaleme alayım . . . Yıldız, klasik yemin metnine şöyle bir cümle ekledi: " . . . faaliyetimizi, bu gayeye zarar getirebilecek herhangi bir te­ şekküle açıklamayacağımıza. . .

"

Böylece kendi örgütlerine bilgi verme durumunda yeminleri bozulmuş sayılmayacaktı. Öyle ya, iki örgütün de amacı birdi. "İhtilal . . . " O amaca ikisinin de zarar getirmesi söz konusu olamazdı. Yeni gelenlerle birlikte silahlar çıkarılıp yemin edildi . . . Yapılan oylamada Aydemir başkanlığa, Yıldız genel sekreterliğe seçildi . . . İttihat Terakki'nin gelenekleri sürüyordu. . . Talat Aydemir, oyuna geldiğini daha sonra, Milli Emniyet'te gö­ revli olan Sezai Okan'ın istihbaratçılığıyla anladı. Okan ateş püs­ kürüyordu: - Bugün onları kontrol edemedik, yarın başkalarını da edeme­ yeceğiz. Bir gün hepimiz yakayı ele veririz. Tongaya düştük! Bir de karşı tarafın adamını, Ahmet Yıldız'ı genel sekreter seçtik. Bu nasıl iş? Ama olan olmuştu. Şimdi yapılacak iş . . . "İhtilal" diye kestirdi attı Talat . . . - Onu biliyoruz, dedi Okan, ama daha önce . . . - İttihat, diye bir ses yükseldi! Ve iki grubun birleşip bütünleşmesine karar verildi. Bunun için de bir "ön komisyon" kuruldu. Komisyon ilk birleşme toplantısı-

1 52

nı gene Üsküdar'da Mahmud Şevket Paşa'nın konağında yapma­ yı kararlaştırdı. Temmuz sıcağının bir cumartesi akşamında konağın kiracısı Refet Aksoyoğlu konuklarını karşılarken sordu: - Kolay bulabildiniz mi çocuklar? Gelenler, gülerek Ahmet Yıldız'ı işaret ettiler: - Kılavuzumuz Karadenizli olduğu için biraz Üsküdar turu yap­ mak zorunda kaldık! Refet Aksoyoğlu çayı demlettikten sonra hanımını ve çocukla­ rını akrabalarına gönderdi. O gece sabaha kadar süren toplantıda şu subaylar bir araya gelmişti: Talat Aydemir, Faruk Güventürk, Dündar Seyhan, Sezai Okan,

Adnan Çelikoğlu, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Suphi Gürsoytrak, Ahmet Yıldız,

Rauf Gökçe, Fahrettin Errnutlu, Necmi Bek, Necati

Ünsalan, Şükrü

llkin,

Naci Asutay ve ev sahibi Refet Aksoyoğlu...

Aydemir vekfiletlerini aldığı iki arkadaşını yeniden hatırlattı: Osman Köksal ve Alparslan Türkeş! Konuşurken, o ikisi adına da konuşuyordu. Mahmud Şevket Paşa konağı görüşmelerinin geri­ sini Dündar Seyhan'ın anı defterinden izleyelim: Onlar da bizim gibi mevcut iktidarın ve statünün yıkılması tarafta­ n

idiler. Türk milleti, onlarca da Ortaçağ'ın karanlık kuyusundan çe­

kilip aydınlığa kavuşturulmalıydı. Atatürk'ün fikir yapısı ve ilkeleri, Türkiye'nin derinliklerine burgusunu ulaştırmalıydı. Milleti vampir gibi emmeye devam eden derebeylik kalıntıları buldozerlenmeli, ye­ rine ferdin müstakil ekonomik özgürlüğü yerleştirilmeliydi. Fikren varılan bu mutabakat üzerine ben derhal bir yemin taslağı hazırlama­ yı teklif ettim, kabul eltiler. Evvela Tuzla' da ve sonra da Akademi' de kurduğunmz ihtilal komitelerinin yemininin aynım bir kağıda orada hemen ezberden yazıverdim. Teker teker yemin edildi. Sonra görev bölümüne geçildi. Bizim komite üyelerine gerekli kulisi yapmıştık. Talat Aydemir de, anılarında aynı toplantıyı "İhtilale nasıl karar verildi?" başlığıyla şöyle anlatıyor: Mutat üzere toplantıyı ben açtım. Kısa bir konuşmadan sonra he­ men esasa geçildi. Gaye açıklandı. Memleketi kötü gidişattan kurtar­ mak için, gerekirse hükümet darbesi yaparak idareyi ele almak! Bü­ yük heyecan içinde olduğumuz, gözlerimizden okunuyordu. İlk defa komite resmen kurulmuştu. Hayal gibi görünen düşüncelerimizin te­ meli, işte o gün orada atılmıştı. Bundan sonra işin planlamasına geçi­ lecekti. Planlama şu hususları ihtiva ediyordu. . .

1 53

Aydemir'in anılarına göre,

10 maddelik genel ilkeler arasında

"Herhangi bir şekilde yanılıp da ihanette bulunanlara ölüm ceza­ sı" da dahil birçok ayrıntı saptarumştı. Komitenin

25 kişide don­

durulması ve ana komiteye bağlı hücrelerin sayısı üzerinde uzun tartışmalar çıktı. Hücrelerin üç kişilik mi, yoksa beş kişilik mi ol­ ması, hücredekilerin ana teşkilattan bir kişiyle mi, yoksa iki ki­ şiyle mi ilişki kurması gibi ayrıntıları çözmek kolay olmadı. . . Sa­ baha karşı ihtilal komisyonundan, ikişerden dört kişilik bir "ida­ re heyeti" seçildi. Başkanlığa Yarbay Faruk Güventürk getirildi. İhtilal komitesi seçimleri demokratik yapılmıştı. Kimse itiraz etmiyordu. Ancak ufukta erkene alınması olası genel seçimler vardı. İhtilal, seçimlerden önce mi yapılmalıydı, sonra mı? Aydemir grubundakiler, seçimleri beklemeye pek gerek gör­ mediklerini belirtiyorlardı. Özellikle Talat Aydemir böyle düşünü­ yordu . . . O gece sabaha kadar süren tartışmalarda bu önemli ko­ nuya açıklık getirilemedi ama, daha sonra Elazığ'a tayini çıkan Talat Aydemir ile Faruk Ateşdağlı bir ara on gün izinle Ankara'ya geldiler ve ihtilali bir an önce yapmaya bizzat karar verdiler. O arada seçim karan alınmış, günü

27 ekim 1957 olarak saptanmış­

tı. İhtilal ondan önce yapılmalıydı. Ancak ilk düşüncelerini Osman Köksal'a açtıklarında şu yanıtı aldılar: - Seçimlerde olay çıkabilir. Beklemeliyiz! Olay çıkmadan mü­ dahale etmek anlamsız kaçar! ihtilalciler daha sonra Mamak'taki zırhlı taburun komutanı Se­ zai Okan'a açıldılar. Okan da "en kısa zamanda ihtilal" fikrine " Kuvvetimiz yok" gerekçesiyle karşı çıkıyordu! . . Öteki topçu ta­ buru komutan vekillerinden Necati Ünsalan'a gelince . . . O daha parlak bir fikir öneriyordu: - Seçimlerden iki gün sonra Cumhuriyet Bayramı var. Dündar nasıl olsa zırhlı birliğiyle törene katılmak üzere İstanbul' dan An­

kara'ya gelecek. Bir hafta önce getirir birliğini, ihtilali yapıveririz. Bu arada ortaya bir soru atıldı:

- Peki, ya birliğin gelişi gecikirse? Bizim tanklara güven olur mu? Talat Aydemir ona da kestirme bir çare düşündü: - O zaman ihtilali Cumhuriyet Bayramı'na erteleriz! Tören ne­ deniyle devlet erkanı da Hipodrom' da şeref tribününde olacağına göre, toplamak kolay olur. Topçu Talat'ın, ağaçtan armut toplar gibi şeref tribününden ik­ tidar toplama önerisi uygun bulundu. Ancak demokratik gelenek­ lere uymak için bir de, demokratik yoldan başkan seçtikleri 66.

1 54

Tümen Komutan Yardımcısı Yarbay Faruk Güventürk'ün göıiişü alınmalıydı. Acil ihtilal seıvisi derhal İstanbul'a hareket etti. Akademik ihtilal­ ci Orhan Kabibay Akademi telefonuyla Başkan Güventürk'ü aradı :

- Elazığ' dan arkadaşlar gelmişler, bu akşam bizi yemeğe davet

eder misin? diye sordu. Güventürk parolayı kapmıştı. - Rami'ye gelsinler, dedi, kaç kişiler? - Eh, on iki kişiyi buluruz. Güventürk, kışlada rakı sofrasını hazırlattı. Talat Aydemir, Faruk Ateşdağlı, Dündar Seyhan, Suphi Gür­ soytrak, Nuri Hazer, Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı, masayı çevrelediler. Aydemir ve Ateşdağlı'nın ateşlerini söndürmeye ne rakı yeti­ yordu ne de su. - Bundan büyük fırsat olmaz, diyordu Aydemir. - Demokrat Parti seçimi kaybetse bile iktidarı vermez, diye bastırıyordu Ateşdağlı. Dündar Seyhan başıyla onaylıyordu: - Evet, vermez! Yarbay Güventürk kararsızdı. İkide bir başını kaşıyordu. . . - Muhafız Alayı'nı bile ele geçiremedik, üstelik b u işe İsmet Pa­ şa ne der? Suphi Gürsoytrak İsmet Paşa'yla temas kurmayı önerdi . . . Konu önemliydi. . . Paşa ihtilale karşı çıkarsa rezil olabilirlerdi . . . Güventürk ile Gürsoytrak'ın ilişki kurmaları kararlaştırıldı. Bu işi nasıl yapacaklardı? Kimse paşayı tanımıyordu . . . Güventürk'ün bir Halk Partili avukat arkadaşı vardı: Saim Bisalman . . . Bisalman bir başka CHP'li avukatı araya koydu: Ekrem Özden'i... Özden ile Güventürk ve Gürsoytrak buluştular. . . CHP İstanbul il örgütünün de üyesi Avukat Ekrem Özden: - Olur, dedi, İsmet Paşa İstanbul'a seçim konuşması yapmaya gelecek. Dileğinizi kendisine iletirim! İletti de. İsmet Paşa'nın yanıtı ne oldu? Kendine özgü pek ünlü cümlesi: - Haydi canım sen de! . . İnönü, subaylarla göıiişmek istemedi. Zaten Başbakan Men­ deres, ikide bir kendisini "ihtilal metotlarıyla çalışmak"la suç­ lamıyor muydu? CHP'yi kapatmak için fırsat kollamıyor muy­ du? Hem bu İttihat Terakki metotlarına ne gerek vardı? Seçim­ ler yapılacaktı. "Ya bu demokrasiyi güdecektik, ya bu demokra-

1 55

siyi güdecektik. Başka çıkar yol yoktu! "

1950

yılında kendisine bazı subaylar gelmişler, "Paşam emrin­

deyiz, seçimleri kaybetseniz bile iktidarı vermeyin" demişlerdi. Ama başkaca subaylar da, o sırada Celal Bayar'la temas kur-

muşlardı:

- Paşa iktidarı devretmezse yanınızdayız, merak etmeyin! İsmet Paşa, ihtilale karşıydı. . . "Acil servis" düş kırıklığına uğradı! Ve ihtilal, seçim sonrasına ertelendi. .

Koçaş dışarıda kalıyor Bu arada, hfila ihtilaline bir baş arayan Sadi Koçaş, üç kişilik örgütüne üye kaydedememekten şikayetçiydi. Osman Köksal aracılığıyla Güventürk başkanlığındaki takıma girmeyi denemiş­ ti. Bir yıl önce geçirdiği bir trafik kazasının belinde bıraktığı arı­ zayı gidermek için Bursa hastanesi ile kaplıcalarında tedavi gö­ rürken, arkadaşı Osman Köksal'dan haber bekliyordu. Örgüt başkanı Faruk Güventürk, Sadi Koçaş'a üç kişilik cunta­ sının komiteye alınması yolundaki öneriyi kendi cuntasına hava­ le etmiş, fakat Talat Aydemir'in tepkisiyle karşılaşmıştı. . . Aydemir, öneriye: - Koçaş, Binbaşı Samet Kuşçu'yla pek sıkı fıkı, Kuşçu ise pek karanlık bir kişi, diye karşı çıkıyordu . . . Ayrıca, Genelkurmay Protokol Dairesi'nde örgüt kuran bu Bin­ başı Koçaş'ın ardında bir tümen mi vardı? Harekete katılmasının kıymet-i harbiyesi ne olabilirdi? Köksal, Koçaş'a, şifreli bir telgraf çekti: - Konak Oteli'nde yerin ayrıldı, fakat ben Istanbul'da bulunamayacağım, özür dilerim. Koçaş, şifreyi çözmüştü: - Temas ettim. Fakat sonuç olumsuz, özür dilerim! Gene de Osman Köksal'la ilişkisini bozmadı.

Anı defterinden izleyelim: Benim kafamda yine bir "büyük baştt bulmak ve Erkan Şubesi mü­ dürlüğüne güvenilir bir arkadaşınuzı getirmek konusundaki düşüncele­ rim vardı. Bütün düşüncem, Kara Kuvvetleri komutanlığına atanan Or­ general Necati Tacan'la irtibat kurmak ve onun desteğini sağlamaktı. lik ziyaretimde sadece kendisini tebrik etmiş, fazla bir şey açamamıştım. Dikkati çekmeden, resmi bir vesileyle temas etmek yollarını arıyordum.

1 56

Koçaş, kendisine kapılan kapatan ihtilal komitesine bacadan girmesini bilirdi! Hele bir "baş" bulsun, gerisi kolaydı! . . O zaman Talat'a, kendisini reddetmesinin n e demek olduğunu da öğretirdi. Aklına Orgeneral Cemal Gürsel geldi. Gürsel, Demokrat Parti' den adaylık teklifi alıp da reddeden nadir komutanlardan biriydi. Seçimlerden önce ordu yüksek kademelerindeki paşalardan, böyle bir teklif alanların çoğu hemen "Evet!" demişlerdi. Orgene­ ral Fevzi Uçaner, Orgeneral Nurettin Aknoz . . . Hepsi, 1957 ekimin­ de milletvekili seçilmişlerdi. Koçaş'ın lzmir'den, Topçu Okulu'ndan tanıdığı Cemal Gürsel -ordudaki adıyla Cemal Aga- bu ödülü elinin tersiyle itmiş, ordu­ da kalmıştı. O halde? Cemal Aga'yı da defterine yazabilirdi. . . Yazdı. Ve seçim sonuçlanın incelemeye başladı. İktidar partisi DP, CHP'nin 1 73 milletvekiline karşı, 4 1 9 millet­ vekili çıkarmıştı ama, Gaziantep'te, Mersin'de, şurada burada yaptığı sandık oyunlarına rağmen oylan üç yıl içinde yüzde 56,5'ten yüzde 47'ye düşmüştü. CHP'nin aldığı oy toplamı ise yüz­ de 40,6 idi. . . Sandalye dağılımındaki azizlik, DP'nin seçim yasası­ nı kendine doğru yontarak değiştirmesinden ileri geliyordu. Bu rakamlar DP iktidarının seçimlerden sonra sertleşeceğini göste­ riyordu. O zaman ihtilal ortamı daha elverişli bir yörüngeye gire­ cek demekti . . . Bunun için "hazır olmak ve vakit kaybetmeden ör­ gütlenmek" uygun olurdu.

Savunma bakanına ihtilal liderliği Koçaş böyle düşünürken, bu kez Yıldız Sarayı'ndaki Akademi örgütü lideri Faruk Güventürk de bir "baş" peşine düşmüştü. Gerçi Mahmud Şevket Paşa konağındaki ihtilal toplantısında ko­ miteye albaydan yükset rütbeli subay alınmaması yolunda ilke kararına varılmıştı, ama İsmet Paşa'ya başvurma önerisi de gene aynı komitece kabul edilmemiş miydi? Milli savunma bakanına ne buyrulurdu? Üstelik rütbesi de yok­ tu. Ona yapılacak öneri komite kararına aykırı kaçmazdı. Tek ku­ suru, iktidar partisinin ve kabinenin üyesi olmasıydı. Komitedeki bakanlık yaveri Adnan Çelikoğlu, Faruk Güven­ türk'e bu konuda cesaret verdi: - Ne çıkar, dedi, Şemi Ergin Demokrat Parti'nin ılımlılarından-

157

dır. Düıüst bir kişiliği vardır sayın bakanımın! O gece yaver Adnan Çelikoğlu'nun Ankara'daki evinde yapılan toplantıda ihtilalin 1958'in şubat ya da mart ayında yapılabilece­ ği olasılığı üzerinde duruldu. Zaman daralıyordu. O arada örgüte yeni katılmalar da olmuş­ tu: Kara Kuvvetleri'nden Fikret Kuytak, Ekrem Acuner ve Ha­ va'dan Halim Menteş, Faruk Güventürk, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin'le nasıl görüşeceğini düşünedursun, Talat Aydemir de, Elazığ'da piyade tabur komutanı Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş'le birlikte ihtilal gününü haber verecek olan şifreli telgra­ fı bekliyordu. Talat'ın Faruk Ateşdağlı'yla daha önceden kararlaştırdıkları telgrafın metni şöyle olacaktı: "Yabancı memleketlere gitmek için Ankara'da lisan imtihanı açılıyor. Acele yetiş." Ankara'da Faruk Güventürk ise, kararını vermişti. Milli Savun­ ma Bakanı Şemi Ergin'in ihtilale yatkın olup olmadığını bizzat yoklayacaktı. Düşüncesini Sezai Okan'a açtı. Okan şiddetle karşı çıktı. Ama etkili olamadı. Güventürk, bakanın yaveri ve komite üyesi Adnan Çelikoğlu'na haber iletti. Bakanla görüşmeyi ayarla­ ması buyruğunu verdi . . . Randevu 1957 yılının son haftasına ayarlandı ... Güventürk sı­ nav kapısındaki Napolyon kadar heyecanlıydı. . . Sezai Okan ken­ disine sıkı sıkıya tembih etmişti: - Aman haa, bari fazla açık verme. Orduda ıslahat önerilerin­ den falan söz et, sakın ihtilal lafı açma! Güventürk, sözlerine, o uyarıya birazcık uyarak başladı: Bakana önce ordudaki ıslahat konusundaki düşüncelerini an­ lattı. Sonra yavaş yavaş soru sormaya başladı. Şemi Ergin: - Yarbayım haklısınız, diyordu. Ben de bu aksaklıkların farkın­ dayım. Ama yavaş yavaş düzeltileceğini umuyorum. Siz madem arkadaşlarınızla bu konuları görüşüyorsunuz, bana yazılı bir ra­ por hazırlayıverin, sorunlarınızla ilgilenirim . . . Bakanın b u sözleri Güventürk'e cesaret verdi. Ergin, iktidar partisinden de olsa, ordunun huzursuzluğuna anlayış gösterir gi­ biydi. Konuya birden askerce girdi: - Sayın bakanım, ne olacak memleketin hali? Ve yanıt beklemeden devam etti: - Sonunda ihtilal olacak! Gelin siz bu ihtilalin lideri olun . . . Bir tabancam var, onunla emrinizdeyim!

1 58

Milli savunma bakanı şaşırmıştı . . . Pasif savunmaya geçti: - Yarbayım, siz ne diyorsunuz? Ben basit bir avukatım, bir ih­ tilale nasıl liderlik yapabilirim? Ben böyle işlerle uğraşamam. Alnında ter damlacıklan birikmişti... Güventürk'ün bu önerisi­ ni hiç duymamış gibi davrandı: - Siz bana ordudaki ıslahat tekliflerinizi yazılı olarak hele bir getirin de üzerinde düşünelim . . .

Yarbay Güventürk, Milli Savunm a Bakanı Şemi Ergin'in oda­

sından gene de umutla ayrıldı ... Düşünmeye başladı: Bakan mü­ tevazı bir insandı. Her ne kadar "Ben basit bir avukatım, ihtilal li­ derliği falan yapamam" demişse de, "yan cebime koy" tavrı için­

de görünüyordu. Doğru, Sezai Okan'ın taburuna Mamak'a koştu. Okan da sınav sonucunu merakla bekliyordu . . . Sordu:

- Ne oldu, havası nasıl bakanın? - Son derece olumlu! - Fazla açılmasaydın? - Hafifçe çıtlattım. "Ordudaki ıslahat projesi için bir rapor hazırla" dedi! Bana acele bir daktilo bul! Fazla vakti yoktu. Daktiloyu alıp odaya kapandı. Takır tukur bir şeyler yazmaya başladı. Sonra "Acelem var" diye bir zarfa koyduğu raporuyla fırladı gitti! Sezai Okan şaşırmıştı. Ertesi sabah Güventürk yeniden tabura geldi. Zarfı Okan'ın eli­ ne tutuşturup, makineli tüfek gibi konuştu: - Bakanlıktan geliyorum, Bakan acele İstanbul'a gitmiş. Yaver Adnan'ı da göremedim. Bu zarfı Adnan'a ver. İçi çok mahrem ol­ duğu için doğrudan bakana ulaştırsın. Ben Polatlı'ya Topçu Oku­ lu'na gidiyorum, hadi eyvallah! Bastı, gitti! Akşama, Sezai Okan'ın telefonu çaldı. Ahizeyi kaldırınca yüzü­ nün rengi değişti. Yarbay Güventürk Polatlı'da tutuklanmıştı. Dü­ şünmeye başladı: - Bu adam gitti, bakanla saatlerce baş başa görüştü. Ne görüştü­ ğünü de doğru dürüst anlatmadı. Acaba kendisine ihtilal liderliğini teklif etti de, bakan tarafından ihbar mı edildi? Ya örgütü de deşifre ettiyse? Aklına zarf geldi. Ne yapacaktı şimdi? Yırtsa mıydı acaba? Ya Güventürk ifadesinde bakanla "ıslahat" konusunu görüştü­ ğünü, bakanın da kendisinden bir rapor istediğini, bu raporu Se­ zai Okan'a bıraktığını söylerse. Raporu benden sormazlar mı? Yok etsem, bu kez başım belaya girmez mi? Ne yapmalı?

1 59

Karar verdi: Hele bir şu raporu okumalı . . . Zarfı yırttı. İçindekini okumaya başladı. Okur okumaz d a par­ çaladı . . . Sonra kapıyı kilitleyip parçaları küllükte yaktı. . . Güventürk'ün "Orduda ıslahat raporu" dediği şey, baştan sona Bayar ve Menderes ikilisine, yani cumhurbaşkanı ile başbakana hakaret dolu bir metindi. Sonunda da Şemi Ergin'e açıkça ihtilal liderliği öneriyordu . . . Üstelik, yazılı olarak! Böylesi olur şey değildi . . . - İşte, dedi, ihtilal yapacağız diye, çalış, övün ve sonunda Gü­ ventürk'e güven!

Dokuz Subay Olayı Ankara'dan ayağının tozuyla Polatlı Topçu Okulu'na kurs izle­ meye gelen Yarbay Faruk Güventürk, Topçu Okulu Komutan Yar­ dımcısı Adil Türkoğlu'nun verdiği haberi duyunca irkildi. Türkoğlu, Güventürk için İstanbul'dan şifreyle tutuklama emri geldiğini, kendisinin de bu işle görevli olduğunu söylüyordu. Tutuklama için, Hakim Yüzbaşı Cebbar ve Şifre Subayı Albay Vasfi de görevlendirilmişti. . . Güventürk, okul komutan yardımcı" sı Adil Türkoğlu'nun ellerine sarıldı. . . Sesi titriyordu: - Abi mahvoldum, arama tarama için heyeti dershaneye sok­ ma . . . Beni ve arkadaşlarımı sen kwtaracaksın! Dershanedeki gözünde örgütle ilgili birtakım gizli belgeler var­ dı. İsmet Paşa'nın konuşmalarından tutun da, Savunma Bakanı Şemi Ergin'e ihtilal liderliği teklif ettiği mektubun bir kopyasına kadar, her türlü müzır yayını yanında taşımıştı. Albay Türkoğlu durumu anladı . . . Aramayı kendisi yaptı ve Yar­ bay Güventürk'ün gözü yerine yanındaki Topçu Yarbayı Reşat'ın çekmecesindeki evrakları topladı . . . Güventürk'le birlikte trene bindikten sonra da, tüm cuntasal belgeleri Albay Şaban'a verip yaktırttı. . . Güventürk anlatıyor: Beni trenle lstanbul'a getiren Albay Adil Türkoğlu ricamı kabul ederek, beş dakika için eve uğramama izin verdi. Aynı evde oturdu­ ğumuz için Suphi Gürsoytrak'm hanımına durumu söyledim. Bizimki­

lerden kinlSenin tevkif edilmediğini anladım. Oradan, öğretmen olan eşime uğrayıp durumu anlattım. Albay Adil Bey'in bu iyiliğini hiç unu­ tamam.

1 60

Güventürk, "Bizimkilerden kimsenin tevkif edilmediğini anla­ dım" diyordu ama o gün kendisi dışında sekiz subay daha evlerin­ den ya da görev yerlerinden alınarak toplanıyordu. Albay Barut, Albay Aşkun, Binbaşı Tan, Yüzbaşı Sabuncu, Bin­ başı Dalkılıç, Yüzbaşı Özfırat ve Emekli Albay Yıldırım . . . İyi ama b u subaylar d a nereden çıkmıştı? Birbirinden habersiz kurulan başkaca komitelerden. . . Örneğin Albay İlhami Barut, 1957 seçimleriyle birlikte Ankara, İzmir ve Sivas'a yayılan ayn bir komite kurmuştu. Binbaşı Dalkılıç ile Yüzbaşı Özfırat'ın da bağlı olduğu bu cunta, seçim arifesinde darbe yapmayı planlamıştı. An­ cak bu darbe, seçim öncesinde DP'den yana olası bir darbeye karşı darbe niteliği taşıyacaktı. . . Böyle bir olasılık üzerine plan kurmuşlar, eğer iktidardan yana bir darbe olursa, tepeden gelen buyrukları tabana yansıtmayıp idareye "demokrasi adına" el koy­ mayı kararlaştırmışlardı . . . Seçimlerde bekledikleri olasılık gerçekleşmeyince d e planları­ nı değiştirmişlerdi. Bir ara Bayar'ı Şale Köşkü'nde, Menderes'i de Park Otel' de tutuklayıp bir sığınağa kaçırmak ve tehditle ses ban­ dına istifalarını almak gibi ilginç bir öneriyi de uzun uzun tartış­ mışlardı. . . Bu ses bandını radyoda yayınladıktan soma yönetime el koyacaklardı! Güventürk, tutuklananlar arasında başkaca cuntacıların olduğunu öğrenince: - Amma da çok ihtilalci varmış, diye düşündü! Emekli Albay Cemal Yıldırım dışındaki üç isim yabancısı değildi: Binbaşı Ata Tan, Binbaşı Asım Ural ve Yüzbaşı Hasan Sabun­ cu . . . Bunlar kendi örgütünden habersiz, fakat doğrudan Güven­ türk' e bağlı bir hücrenin üç elemanıydı. . . Cemal Yıldınm'a gelin­ ce, onun da herhalde bir başka örgütü olmalıydı. İyi ama birbirinden habersiz bu üç ayn örgütün dokuz subayı neden tutuklanmıştı? Acaba, ötekiler de kendisi gibi teker teker Milli Savunma Ba­ kanı Şemi Ergin'e gidip: - İhtilal yapıyoruz, lider olur musunuz? diye öneride mi bulun­ muşlardı? Bakan da: - Hele bir düşüneyim, dedikten sonra kendilerini ihbar mı et­ mişti? Soruların yanıtı, "Dokuz Subay Davası" başlarken ortaya çıka­ caktı . . . Ortada gerçekten bir ihbar vardı ama, "sayın muhbir va­ tandaş'', bakan değil, bir binbaşıydı.

161

Samet Kuşçu adında bir Binbaşı . . . . Kimdi b u Kuşçu Binbaşı? O sırada İstanbul Ordu Temsil Bürosu'nda yedek subaylığını yapan Asteğmen Zeki Müren'in amiri. Harp Okulu'nda çalışkanlığı, zekası ve kültürüyle sivrilmiş, NATO'da görev yapmış, birkaç dil bilen bu üstün zekfilı kurmay Binbaşı, NATO'dan sonra Ordu Temsil Bürosu Başkanlığı'na atanmış ve "Ne olacak memleketin hali?" sorusuna yanıt arayan ihtilal cuntalarından birine girmeye heveslenmişti. . . Ancak, orta­ da o kadar çok cunta vardı ki, hangisine gireceğini şaşırmıştı. Bu arada, on yedi yıllık eski Harbiye arkadaşı Binbaşı Ata Tan aracılığıyla Faruk Güventürk'ün hücresine çengel atmıştı. Güventürk, her önüne çıkana güvendiği için, daha Baylan Pas­ tanesi'ndeki ilk buluşmada: - Gel o zaman bizim örgüte katıl, demişti. Oysa Binbaşı Kuşçu, karşısındaki kuşu kafese almak istiyordu. Hızlı bir ihtilalci pozuna bürünmüştü. Olmadık vaatlerde bulunu­ yordu. Örneğin Güventürk'e şöyle diyordu: - Milli savunma bakanını iyi tanının, istediğim kimselerin, iste­ dikleri yere atanmalarını sağlayabilirim. 1957 kasımının bir pazar günü Kuşçu ile Güventürk arasında Baylan Pastanesi'nde başlayan bu söyleşi akşam yemeğinde or­ duevinde de sürmüş, yemeğe Güventürk hücresinden Ata Tan ile Hasan Sabuncu da katılmıştı. . . Hatta Güventürk o sırada kapıdan giren Osman Köksal'ı da ma­ saya çağırmış, ama Köksal, Kuşçu'yu görünce, daha önce Sadi Ko­ çaş'tan aldığı bir uyarıyı anımsayarak bir bahane uydurmuştu.

Kuşçu Binbaşı, Güventürk hücresini kafese aldıktan sonra, İs­

tanbul' da kolordu kurmay başkanlığı yapan Albay llhami Barut' un hücresine de çengel atmıştı. Albay Barut'un bir dizi suikast planı düzenlediğini gene bu hücreye bağlı olan Kazım Özfırat'tan öğrenmişti. 1957 yılının 19 aralık akşamı Özfırat'ın Sarıyer'deki evinde, Al­ bay Barut'a da şöyle yanaşıyordu: - Savunma bakanının yakınıyım, kilit noktalara kimleri getire­ lim albayım? Albay Barut gerçi Kuşçu'yla ilgilenmişti ama, özellikle o gece hücre elemanlarına ilişkin meraklı soruları karşısında kuşkuya kapılmıştı. Binbaşı Kuşçu işte o akşam Levent'teki evine döndüğünde ka­ rarını vermişti. İthilalcileri ihbar edecekti.

1 62

Hangi amaçla? Bu sorunun yanıtı, mahkeme tutanaklarındaki çelişkili ifadele­ ri nedeniyle pek açıklık kazanmayacaktı. "Temas ettiğim subayların beni bir tuzağa düşürdükleri sanısına kapıldım. Beni öldürebilirlerdi!" gibisinden nedenler ileri sürmüştü. Aradan yirmi altı yıl geçtikten sonra da gazeteci Cüneyt Arca­ yürek' e ayaküstü bir söyleşide şunları söyleyecekti: - Ben ihbarımı asıl, solcu bir ihtilalin hazırlığı üzerine yapmak istemiştim. İhtilalciler tıpkı Mısır'da olduğu gibi Nasır'cı bir dar­ be yapacaklardı. Bayar'la doğrudan konuşamadım, ama İçişleri

Bakanı Gedik beni aramıştı. ı 8

Kuşçu Binbaşı ihbar ediyor Kuşçu 1957'nin sonundaki bu olayı iyi hatırlıyordu. Gerçekten de dönemin içişleri bakanı Namık Gedik kendisini aramıştı. . . Hat­ ta fellik fellik . . O günlere dönelim. Binbaşı Kuşçu, Albay Barut'la, Sarıyer'de görüştüğü akşamın ertesi sabahı telefona sarıldı. lstanbul Ekspres gazetesinin sahi­ bi ve DP Milletvekili Mithat Perin'i aradı. Başbakana çok yakın olan gazeteci-politikacı Perin'i Ordu Temsil Bürosu'ndaki görevi nedeniyle tanıyordu . . . - Mithat Bey, ben Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu. Çok önemli bir mesele için sizinle acele görüşmem gerek Mithat Perin rahatsızdı. Telefondaki bu telaşlı sesin sahibine ertesi gün gelmesini söyledi. Kuşçu telefonu kapattıktan sonra bir başka numarayı çevirdi. Eski merkez komutanı, Emekli Tümgeneral Kazım Demirkan'ı buldu. Paşa kendisini bekliyordu . . . Derhal fırladı. Bazı subayların hükümeti devirmek için cunta kurduklarını ve bu subayların ad­ larını tek tek saptadığını bildirdiğinde, emekli general kendisin­ den el yazılı ve imzalı bir ihbar dilekçesi istedi . . . Kuşçu bu isteği yerine getirdi. . . Sonra hızını alamadı, Mithat Perin'in Teşvikiye' deki evine koştu. Durumu ona da anlattı. . . Perin hem gazeteci, hem istihbaratçı hem de iktidar partisinin bir politikacısı olduğu için irkildi. Telefonla başbakanı aradı. Menderes'in özel kalem müdürü Şefik Fenmen meslekten Dışişleri mensubu olduğu için İçişleri'ne yönelik olan bu durumun önemini kavTayamamıştı . . . - Başvekil beyefendi hazretleri meşguller, ancak ertesi gün gö1 8. Cüneyt Arcayürek, Bir iktidar, Bir ihtilal,

s.

263.

1 63

rtişebilirsiniz efendim, yanıtını verdi. Hem konuyu içişleri baka­ nıyla görtişmesi daha münasip olurdu. Mithat Perin öyle yaptı. . . O dönemde, gerek Başbakan Menderes, gerekse İçişleri Baka­ nı Gedik, başkenti sık sık İstanbul'a taşıyorlardı. Hükümet genel­ likle Park Otel'e park ediyordu . . . Namık Gedik, Mithat Perin'i dinledikten sonra: - Derhal bulalım bu binbaşıyı, buyruğunu verdi. Kapanan telefonu yeniden çaldı. . . Arayan Başbakan Adnan Menderes'ti. - Derhal Vilayet'te buluşalım, diyordu Menderes . . . İhbar, eski merkez komutanı tarafından kendisine de iletilmişti. . . Bütün b u konuşmalar, Yarbay Faruk Güventürk'ün Ankara'da

Milli Savunma Bakam Şemi Ergin'i ziyaret edip de kendisine ihti­

lal liderliği önerdiği güne rastlıyordu ... Ve savunma bakanı o gün askeri bir uçakla acele İstanbul'a çağrılmıştı. Eski adıyla Babıfili olan Vilayet Konağı'nda, gene eski adlarıy­ la, başvekil, dahiliye vekili ve milli müdafaa vekili olağanüstü bir kriz toplantısına oturdukları zaman gece saat 22 olmuştu. . . Toplantıya, Mithat Perin ile emekli merkez komutanı Demir­ kan da katılmıştı. Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin, Samet Kuşçu'nun ihbar lis­ tesinde daha o gün Ankara'da görtiştüğü Faruk Güventürk'ün adını görtince hayli şaşırdı. . . Ama İçişleri Bakanı Gedik'in: - Bu subayları derhal tevkif ettirelim, önerisine de karşı çıktı. - Elimizde müspet hiçbir delil yokken nasıl tevkif müzekkeresi kestirebiliriz? diye direndi. . . Oysa en büyük delil kendisi değil miydi? Başkan sordu: - Peki ne yapabiliriz? Öneri Emekli Tümgeneral Demirkan'dan geldi: - Samet, ihtilalci Albay Barut'u evine kahve içmeye çağırsın, eski sözlerini tekrarlatırcasına konuşturmaya çalışsın. İçişleri Bakam Gedik tamamladı: - Biz de bu konuşmaları teyple tespit ettirelim . . . Kriz toplantısına katılanlar, b u öneriyi benimsediler. Türk siyasal yaşamına daha sonra "kahveci metodu" olarak ge­ çen bu "teyp"sel yöntem, ertesi gün, yani 24 aralıkta uygulandı. .. Ancak o dönemde Japon teknolojisi hayli geri olduğu için, Emni­ yet 1 . Şube telsiz baş teknisyeni Nihat Yalçıner, bavul büyüklü-

1 64

ğündeki hantal bir ses kayıt aygıtıyla, Kuşçu'nun balkonuna giz­ lenmek zorunda kalnuştı. Üstelik 24 aralık gibi İsa Peygamber'in dünyaya geldiği bir No­ el gecesinin rutubetli ayazında takırdayarak yapılan ses kayıtları yer yer arızalı çıkmıştı. Ama arızanın asıl nedeni davet sahibi Samet Kuşçu'ydu. Kuş­ çu, o gece kafese sokmak istediği kuşunu eve çağırırken, ustaca bir gerekçe bulmuştu:

- Milli savunma bakanı, dün İstanbul'a geldi, yarın randevum var.

İstediğimiz tayinleri yaptırmak için bu gece bizde göıiişebiliriz.

Albay İlhami Barut kapıyı çalarken, balkonda bazı karartılar göıiince kuşkulanmıştı. Kuşçu, daha sonra bir acemilik daha yapmış, sesini gizli mik­ rofona daha iyi yansıtmak için bağıra bağıra konuşmaya başla­ mıştı. Hele tıpkı bir sorgu yargıcı gibi peş peşe sorular sıralama­ sı karşısındakini iyice huylandırmıştı. . . O geceki soru ve yanıtlar şöyle bir seyir izliyordu: Kuşçu: - Sence iş, pasif mukavemetle mi başlamalı, yoksa suikastlarla mı? Barut: - Hangi iş? Kuşçu: - Canım hangi iş olacak, ihtilal işi. Faruk Güventürk ile Cemal Yıldırım'ın da bu hazırlıklardan haberi var değil mi? Barut: - Hangi hazırlıklardan? Arkadaş sen ne konuşuyorsun? Burası Suriye mi? Kuşçu: - Şimdi Ekrem Paşa'nın yerine Hayati Paşa'yı getirecek olsak, yakınlığın var mı Hayati Paşa'yla? Barut: - Sen nece konuşuyorsun arkadaş? Hangi Hayati Paşa? Kuşçu: - Geçen gece Yüzbaşı Kazım'ın evinde konuştuklarını unuttun mu? Albay Barut, sağır sultanın bile duyacağı yüksek perdeden ses­ le sorulan bu sorular karşısında her şeyi unutmuştu. Dut yemiş bülbül gibiydi, Kuşçu Binbaşı'nın karşısında. Öyle ya. . . Kuşçu, neden böyle meydan mitinginde konuşur gibi bağırı­ yordu?

1 65

Belki de, balkondaki teype güvenemiyor, kapının önünde ara­ bada bekleyen l . Şube görevlisi Muzaffer Uz'un da konuşulanlan

duymasını istiyordu.

Kırk beş dakikalık bant, Park Otel'de Namık Gedik'in odasın­ da dinlendiği zaman içişleri bakanının rengi değişti... Rengi deği­ şen yüzün ağız boşluğundan sert bir soru işareti çıktı: - Bu ne rezalet? Hınltılı ses sormaya devam etti: - Nerede bu Kuşçu denilen binbaşı? Polis Müdürü Hayrettin Nakiboğlu arkasını döndü. Aaaa! Kuş kaçmıştı! Hem de balkon penceresinden. Adeta kanatlanıp uçmuştu! İçişleri bakanı, telefona sarıldı. Bütün sınır kapılanna emir ve­ rilmesini istedi: - Kuşçu yakalarunalıydı! Hem de derhal... Binbaşı Kuşçu, Park Otel'in balkonundan atladıktan sonra bir taksiye binip Harbiye'de l. Ordu Karargfilu'na gelmiş, doğru, Kur­ may Başkanı Cemil IBuçevik'in odasına dalmıştı: - Komutanım beni öldürecekler! - Kim? - Beni zehirleyecekler! - Niçin? Tümgeneral Cemil Uluçevik, sorularına yanıt alamayacaktı. . . Çünkü Kuşçu, oradan da, pırrr, kaçacaktı. Nereye? Doğru Ordu Temsil Bürosu'na Yedek Asteğmen Zeki Müren'in odasına .. Müren, o "Bir ihtimal daha vaaar" şarkısını mırıldanarak, nöbetin bitmesini bekliyordu... Kapı hışımla açılıp da karşısında, gözleri yuvalarından fırlamış Kuşçu Komutanı'nı görünce ürktü: - Hayrola binbaşım dedi, bu ne perişan bir hfil-i pürrnelaaal? Komutanın yanıtına hiçbir anlam verememişti. - Zekiciğim diyordu Binbaşı Kuşçu, belki beni son defa görü­ yorsun! - Neden binbaşım, tayininiz mi çıkıyor? Binbaşı Kuşçu, darmadağınık konuşuyor, tayininin öteki dün­ yaya çıkacağı anlamına gelen bazı sözcükler sıralıyordu: - Öldürecekler beni, zehirleyecekler beni, yaktılar beni, anla­ sana beni Zeki! O dönemde daha arabesk modası da başlamadığı için, Zeki, bu sözcüklerin bir şarkı sözü anlamına gelip gelmediğini de kav­ rayamamıştı.

1 66

Hayretle sordu:

- Ne diyorsunuz binbaşım, neden öldürsünler sizi? Hele oturun

şu koltuğa da size bir Bellergal takdim edeyim.

Çekmecesini karıştırırken dışardaki emir erine seslendi:

- Yavrum postaaa,aa çabuk bir bardak su getir komutanıma .. Zeki'nin müsekkini iyi geldi.

Kuşçu'nun sinir sistemi biraz düzelmişti. Kaykıldığı koltuktan kalktı. Yedek asteğmenin koluna yapıştı: - Çabuk, dedi, bana, arabanın anahtarım ver! Zeki Müren, arabasını getirmediğini söyledi: - Bir arızası vardı da, tamire vermiştim. Hem ne yapacaksınız arabayı? - İçişleri bakanına kadar gideceğim, beni Park Otel' de bekliyor. Zeki sessizce odadan çıkıp Kuşçu'yu yalnız bıraktı. O sırada Park Otel'de İçişleri Bakanı Namık Gedik, Savunma Bakanı Şemi Ergin, polis müdürleri, bakanın dairesinden sağa so­ la telefon yağdırıyorlardı. Otelin alt katında barmen Stavros ve tezgfilun her akşamki sakin­

leri, üst katta olup bitenden habersiz, sarı votkanın nasıl yapıldığı konusu üzerine tartışıyorlardı. Terasın gedikli güvercinleri de masa­ lardaki san leblebileri gagalamak için birbirleriyle itişiyorlardı. , İçişleri bakanının kapısı tıkladı. Gelen, Binbaşı Kuşçu'ydu. Namık Gedik sevincinden neredeyse güvercin olup uçacaktı . . . Polis müdürü, kafese dönen Kuşçu'nun d a tabancasını aldı. Ken­ disini bir ekiple Emniyet'e gönderdi. . . Sorgulamayı General Arif Onat yapacaktı. Fakat ihtilalin ihbarcısı, ifade verecek halde de­ ğildi. Bir söylediği, bir söylediğini tutmuyordu. İhtilalci subayla­ rın adlarım sıralarken, araya, Fatin Rüştü Zorlu, Samet Ağaoğlu, Kazım Taşkent gibi adlar da sokuşturuyordu. General Onat: - Binbaşım kendine gel, diye sık sık uyarmak zorunda kalıyordu. Bu saydığı isimlerden ikisi bakan, üçüncüsü banka müdürüydü. Hava kararırken, ihbarcıya meyve ikram edildi. Kuşçu, meyve tabağım geri çevirdi. - Yemem, dedi, biliyorum, beni zehirleyeceksiniz! General Onat ve odadakiler birbirlerine bakıştılar. Polis müdürü makul bir öneride bulundu: - Binbaşım, acaba bir yüzünüzü yıkasanız! Nereden bilecekti ki, işlerin yeniden karışacağını. - Fena olmaz, dedi Binbaşı Kuşçu.

1 67

İzin isteyip odadan çıktı. Ayakyoluna yöneldi... General Onat, saatine baktıktan sonra sordu: - Yüz yıkamak bu kadar uzun sürer mi? Hadi büyük abdestini de yaptı diyelim, ama yarım saat geçti, nerede bu adam? Görevliler tuvalete koştular... Kimse yoktu! Kapıya telefon ettiler: - Binbaşıyı gördünüz mü? Kapıdaki nöbetçi durumu aydınlattı: - Evet müdürüm, yarım saat önce çıktı, bir taksiye binip gitti . . .

Haydaaaa ! . . Kuşçu gene kanatlanmıştı. . .

Acaba b u kez nereye?

Geç vakit Emniyet Müdürlüğü'nün telefonu çaldı: - Alo. Burası Amerikan Başkonsolosluğu, ben istihbarattan Larry! - Buyrun Mr. Larry, bir şey mi var? - Evet, burada bir binbaşı var! Adı da Mister Kuşçu . . . Birtakım şeyler anlatıyor. Galiba polise gideceğine yanlışlıkla bize gelmiş. Emniyet'tekiler rahat bir nefes aldılar. . . Telefona çıkan müdür:

- Sakın salıvermeyin Mister Larry, dedi, şimdi geliyoruz almaya!

Vedat Sokullu'nun yönetimindeki ekip Amerikan Konsolosluğu'na Meta uçtu . . . Ama Kuşçu teslim olmak istemiyor, bağırıp çağırıyordu: - Burası yabancı bir ülke toprağıdır, polis giremez! Türk polisi girerdi! Girdi ve Kuşçu'yu ite kaka cipe bindirdi... İhtilal ihbarının soruşturmasına içişleri bakanı bizzat el koydu. Savunma Bakanı Ergin devre dışı bırakılmıştı. Dokuz subayın tu­ tuklanması için şifreli teller hazırlandı. Olayla ilgili yayın yasağı konulduğu için, ortalıkta sadece fısıl­ tı gazetesinin haberleri dolanıyordu . . . B u nedenle 1 6 ocak

1958 günü radyolardan bir açıklama yapıl­

ması gereği doğdu. Açıklama şöyleydi: Milli Müdafaa Vekaleti Temsil Başkanlığı'ndan bildirilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasında büyük sayıda tevkiflerin yapıl­ mış olduğu ve binaenaleyh geniş ölçüde birtakım tertiplere girişilmiş bulunduğu yolunda ortada mübalağalı şayialar dolaşmakta ve bu şa­ yialar ecnebi memleket ajansları tarafından da neşredilmeye başlan­ mış bulunmaktadır. Hakikat şudur ki, tevkif edilenler, hepsi lstan­ bul'da olmak üzere dokuz kişidir. Bunlar da biri emekli olarak üç al­ bay, bir yarbay, dört binbaşı ve bir yüzbaşıdan ibarettir. Bu hadise bir subayın ihbarıyla meydana çıkmış bulunmakta ve alakalılann ifade-

1 68

leriyle teeyüd etmektedir. Bu şayialarla hadise Türk Silahlı Kuvvetle­ ri'ne oldukça şümullü bir şekilde mal edilmek istenmektedir. Halbu­ ki, tahakkuku takdirinde, aziz milletimizin maddi ve manevi ve her sahada mesut gelişmesini sektedar edecek ve hatta vatanımızın em­ niyetini tehlikeye düşürecek mahiyetteki bu gibi hareketlerin şanlı ordumuzun küçük bir birliğinde dahi asla makes bulamayacağı her türlü şüpheden varestedir. Aksine olarak, bu gibi bedbaht cüret ve ta­

savvurların Silahlı Kuvvetlerimizin bütün mensuplarınca infial ve nef­ retle karşılanacağı muhakkaktır. Silahlı Kuvvetler'in bütün mensupları olmasa bile, 2. Ordu mü­ fettişi, radyodan yayınlanan duyurunun gereğini süratle yerine getirdi... Bu iki darbe teşebbüslerini lonayan bir telgraf çekti:

Sayın Başvekil Adnan Menderes-Ankara Radyo yayınlarından öğrendiğimiz, lstanbul'da 9 subayın tevkifi su­ retiyle vaki ve tamamen hayalde kalan müessif hareketi, bütün 2. Ordu personeli nefretle reddeder ve başta reisicumhurumuz olmak üzere bü­ tün hükümet büyüklerimize olan sarsılmaz saygı ve bağlılığımızı teyid ile her an emirlerine hazır olduğumuzu arz ederim. R.

Erdelhun, Orgeneral, 2. Ordu Müfettişi

Erdelhun, bu telgrafın bir suretini 20/1157 gün ve PER: 3 3056 sayılı bir emirnameyle 2. Ordu birliklerine dağıttı. . . Emirnameyi alan v e "Ne olacak memleketin hali?" sorusuna günde beş vakit yanıt arayan subaylar önce bu işe pek anlam ve­ remediler. Oysa büyüklerimiz bu anlamlı telgrafı değerlendirmekte gecik­ mediler. 2. Ordu Müfettişi Erdelhun, bir gece ansızın genelkur­ may başkanı oluverdi. . .

Soruşturma, yargılama, aklanma "Hadisenin hakiki mahiyet ve şümulüyle ortaya çıkacağı tabi­ idir. " Bu cümleyle son bulan Milli Savunma Bakanlığı bildirisinin ar­ dından "dokuz subay"la ilgili ilk soruşturma başladı. Dört ay sür­ dü. Soruşturmayı başkanlığın Adalet işleri Dairesi Başkanı Yargıç Tuğgeneral Arif Onat üstlenmişti. Sanıklar ser verip sır vermedi­ ler. Suçlamaları reddettiler ve aralarında sözleşmiş gibi "asıl ihti­ lal heveslisinin kendilerine yanaşarak bu sapık görüşleri işleyen Binbaşı Kuşçu olduğunu" ileri sürdüler.

1 69

Dokuz subay, ayn ayn hücerelerde, tavanından lağım suyu akan hücrelerde, aylarca yattılar. Ne avukatları, ne de yakınlarıy­ la görüştürüldüler. Doğal ihtiyaçlarını bile hücrelerinde bulunan birer kovaya yapmak zorundaydılar. 12 Mart döneminin Ziverbey Köşkü sakinlerinden tek farklı ve avantajlı yanları, bu ayakyolu eylemi sırasında el ve ayaklarının zincirli olmayışından ibaretti. Zincirler, el ve ayakları yerine, hüc­

re kapıl arının kilidindeydi ve saat başı nöbetçi gardiyanlar tara­ fından şalordatılarak içerdekilere de saatlerini ayarlama olanağı sağlamak için kullanılıyordu. Bu arada, sanıklardan Yarbay Faruk Güventürk'ün ihtilal lider­ liği önerdiği Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin koltuğundan ol­ muş, yerine Ethem Menderes getirilmişti. Şemi Ergin, gerçi koltuğunu kaybetmişti ama bu işten olduk­

ça karlı çıktığını da, 27 Mayıs İhtilali başarıya ulaştıktan sonra anlamıştı. O dönemin resmi deyişiyle "sakıt sanıklar" yani "düşükler" Yassıada'ya nakledilirken, Yeşilköy'de alanda bekleyen genç ha­ va subayları tarafından, tekme tokat bir hayli hırpalanacaklardı. . . Menderes kabinesinin günuiik ve tekel bakanı Hadi Hüsman, bu sahneyi anılarında, şöyle noktalıyordu:

Tevfik İleri inerken, uçaktaki hava subayı onu da tekmeyle aşağı yu­

varladı. Samet Ağaoğlu'nun adını söyleyince aşağıdan müthiş bir gürül­ tü

geldi. O da aynı surette tekmeyle aşağıya gönderildi ve çok dövüldü.

Bu müstesna merasimden havacı subayımız, yalnız birimizi hariç tuttu. Semi

Ergin inerken, aşağıya heyecanla seslendiğini duyduk:

- Arkadaşlar, Şemi Ergin ağabeyimiz geliyor; dikkat edin, bir yan­

lışlık olmasın! l 9

Ergin, tekme ve tokat yerine genç havacıların alkışlarını ala­ caktı ve bunu da Dokuz Subay Olayı'ndaki "yansız" tutumuna borçluydu ! Ethem Menderes, Ergin'den boşalan savunma bakanlığı koltu­

ğuna oturur oturmaz, sol elle yazıldığı anlaşılan imzasız bir ihbar mektubuyla karşılaştı.

Mektupta şu satırlar vardı: - İhtilali hazırlaylanlar, sadece tevkif edilen dokuz kişiden iba­ ret değildir. Onların çok daha geniş bir teşkilatı var... İşte arala­ rından dördünün adı: Orhan Erkanlı, Suphi Gürsoytrak, Rıza 1 9. Hadi Hüsman, Hatır/adıkarım, Düşündüklerim, s. 242.

1 70

Akaydın ve adı pek okunamayan bir dördüncü subay. . . Bakanlık özel kaleminde açılan bu mektuptaki okunaksız adın kime ait olduğunu bir kişi biliyordu. Şemi Ergin'in yaveri Adnan Çelikoğlu! Binbaşı Adnan da örgüte dahildi ve ihbar mektubun­ daki dördüncü isim de 1954'ün sonbaharında Tuzla Uçaksavar Okulu gazinosunda Topçu Yüzbaşı Orhan Kabibay'la birlikte iki kişilik ilk ihtilal örgütünü kuran Dündar Seyhan'a aitti. Ancak Çe­ likoğlu dışındakiler bu ismi çözemediler. Soruşturma Komisyonu Başkanı General Arif Onat'a gönderilen imzasız bir belge üzerine, adı geçen subayların sorguya çekilmesi istendi. Yaver Adnan Çelikoğlu: - İşte şimdi hapı yuttuk, diye düşünüyordu. Soruşturmaya ye­ ni bir ipucu çıkmıştı ve izler asıl örgüte yaklaşıyordu. . . O sırada kapı açıldı. İngiliz Genelkurmay Başkanı William Dickson'la bir­ likte, tercüman mihmandar Binbaşı Ahmet Yıldız, bakanı ziyaret etmek için içeri girdi. Komitenin Karadeniz uşağı Ahmet Yıldız, kaşla göz arasında Çelikoğlu'ndan haberi aldı. Ziyaret bittikten sonra da İstanbul'daki Dündar Seyhan'a şifreyi iletti: - Suphi ve Erkanlı Amerika'daki kurs sınavını kazanmışlar, acele kendilerine bildir, hazırlıklı olsunlar. İhtilal komitesinin ilk örgütçüsü Dündar Seyhan, bu şifrede gizlenen haberi anlayamamıştı. Akşam Suphi Gi.irsoytrak'ın evine uğradı. - Gözün aydın, diye söze girdi, Erkanlı'yla birlikte Amerika'ya gidiyormuşsunuz. Binbaşı Yıldız telefon etti, hazırlansınlar, dedi! Gürsoytrak da bu habere bir anlam veremedi. - Garip şey, dedi, ben bu kurs için sınava girmemiştim ki. Üs­ telik Ahmet bunu çok iyi biliyor. Bu işin altında mutlaka bir bit­ yeniği olmalı. Zaten Dokuz Subay Olayı'ndan bu yana dağılma kararı alan ör­ gütün İstanbul kanadı, bityeniğinin "bir yeni ihbar" olabileceği sonucuna vardı. İhbar olayı Yıldız'ın ikinci telefonuyla doğrulanınca, Erkanlı, Gi.irsoytrak ve Akaydın, olası bir sorgulamada nasıl davranacak­ larını saptadılar. Şubat ayının ilk pazarında bu üç subay evlerinden alındıkla­ rında kendilerine sorulması olası sorulara karşı yanıtları ezberli­ yorlardı. Sınava ilk giren Gi.irsoytrak olmuştu. - Yarbay Güventürk'ü nasıl tanırsın, Menderes hakkındaki dü­ şünceleri nasıldı?

1 71

- İyi tanırım. Fırsat buldukça Sayın Bruşbakan Menderes'i överdi. Aleyhte konuştuğuna hiç tanık olmadık. Onat kızdı: - Yalan söylüyorsun, diye kükredi. Sonra bir tomar kağıt gös­ tererek, Gürsoytrak'ı tuzağa düşürmek istedi: - Kendisi bize her şeyi itiraf etti. İhtilale hangi kıtaların katıla­ cağını bile söyledi, işte 66. Tümen, işte Davutpa.;;a'daki tank tabu­ ru. . . İtiraf etmezsen, senin cezan hepsinden ağır olur, çünkü di­ ğerleri de bülbül gibi konuştular. Gürsoytrak şa.;;ırmıştı. Onat'ın sözünü ettiği kıtalar gerçekten planlarında vardı... Ge­ ne de açık vermedi. Askeri yargıç, bu kez de bruşka bir yola ba.;;­ vurdu. Gürsoytrak'ı dışarı çıkardı. Kulağına eğilerek: - Bak yüzba.;;ı evladım, dedi, içerde sana böyle sert çıkmam la­ zımdı. Anlarsın. Aslında ben de sizin gibi düşünüyorum. Bak şu Mısır'a. Askeri idare Fellah'ı mum gibi yaptı. Bize de bu lazım! Di mi ya? Gürsoytrak kapana düşmedi: - Ben öyle düşünmüyorum pruşam, dedi, hiç kimse bu ülkenin bir Mısır, bir Suriye olmasını istemez! Hakim general elindeki dosyayı hışımla kapadı... Dokuz subayla ilgili duruşma, kanıtsız tanıksız ve en önemlisi "el yazılı itirafsız" bruşladı... 26 mayıs 1958 günü, altı aylık bir sü­ re sonunda dokuz beraat, bir mahkUmiyetle noktalandı. . . Ceza gören tek kişi, sayın muhbir Binba.;;ı Samet Kuşçu'ydu. . . Orduyu isyana teşvikten i ki yıl yedi. Kararı veren mahkemenin ba.;;kanı Tümgeneral Cemal Tu­ ral' dı. Aklanan örgüt ba.;;ı Yarbay Faruk Güventürk, dışarı çıktıktan sonra arkada.;;larına şöyle dedi: - General Onat'ın, bana Samet'in itirafları diye okuduğu o planlar karşısında bir an mantığım durdu. Çünkü hepsi gerçeğe uygundu, bizim planlardı. Oysa Samet Kuşçu, bunların hiçbirin­ den haberdar değildi. Sonradan öğrendim ki, bunlar yazılmış ve Samet'e imza etmesi için ısrar edilmiş. Samet imzalamamış. Şu halde bu planları Celal Bayar'a veren bir bruşka el mevcut. Bu el acaba kimin eli? Komite içindekilerin birbirlerine kuşkuyla bakmalarına neden olan bu soru, haklı bir soruydu. Nitekim, Dokuz Subay Olayı'nı ciddiye alanların bruşında Cumhurba.;;kanı Celal Bayar geliyordu. Yıllar sonra, dalyayı devirdiği günlerde, gazeteci Cüneyt Arca-

1 72

yürek'e açıkladığı gibi: "Bu konu üzerinde hükürneti olağanüstü bir toplantıya çağırmış ve bakanlan ikaz etmişti." Demişti ki:

Basit bir hadise değildir bu. Üzerinde ehemmiyetle dll!Tilak lazım­ dır. Ehemmiyet vermeyenlerin başında Şemi Ergin vardı. Adnan Bey de haiz-i ehemmiyet olmayan bazı değişikliklerle yetindi. Yani mese­ lenin ehemmiyeti nispetinde bir harekette bulunulmadı. Gerçekten Dokuz Subay Olayı iyi değerlendirilmiş olsaydı, 27 Mayıs olmazdı! İh­ tilalden sonra bizim bakan arkadaşlardan bazıları, bu Dokuz Subay Olayı'nı yaratanlann bazılarıyla konuşmuşlar. Bayar, içinizde doğru­ yu gören tek insandı cevabını almışlar.

Faruk Güventürk'ün, "Şu halde Celal Bayar'a planlannuzı ve­ ren bir başka el mevcut, bu el kimin eli ola ki?" sorusu ihtilal ko­ mitesi içinde panik yarattı. Komitecilerin, o andaki psikolojik durumlarını Orhan Erkan­ lı'nın anılarından izleyelim:

Bu olay, bizi paniğe uğrattı. Her an tutuklanmak tehdidi altında yaşı­ yorduk. Örgütün çalışmalarına ara vermek ve bir süre toplanmamak, dağılmak karan verdik Herkes bir köşeye çekildi ve sustu. Ben de, Amerikan Harp Akademisi'nde okumak üzere Amerika'ya gittim. Do­ kuz ay kaldım. Her şey olup bittikten sonra hikaye anlatmak kolay ve

zevkli bir iştir. Ancak gizli bir ihtilal örgütünün üyesi olarak ve hele bu

örgütün bir kısmı yakalandıktan sonra yaşamak, insan ruhunu, benliği­

ni kemiren, sinirlerini bozan, verimliliğini düşüren bir yaşantıdır. Sonu ipe giden bir yolun üzerinde, korku ve heyecan dolu günler, uykusuz ge­ celer geçer, fakat hiçbir zaman kendinizi güvenlik içinde hissedemezsi­

niz. Mahalle bekçisinin düdüğü, sokaktan geçen bir arabanın korna se­

si sizi ürpertir, renginizi sarartır ve elinizi gayn ihtiyari silahıruza getirir. Bu ruhsal yapı, galiba sadece Erkanlı'nın değil, tüm ihtilalcile­ rin benliğinde gözlenen bir olgu. Böylesi gerginleşmiş sinirlerle iktidara gelen ihtilalcilerin çoğu kez akıl ve mantıkla bağdaşma­ yan bazı uygulamalarına da ışık tutan bir gözlem. Darbeyle iş ba­ şına gelenler, hemen her ülkede genellikle kuşkucu oluyorlar. En ufak bir gürültüden ve eleştiriden huylanıp ellerini silahlarına de­ ğilse bile, sertliğe bulaştırabiliyorlar. Yönetime el koymayı başar­ dıktan sonra, sürekli bir karşı eylem psikozu içinde yaşıyorlar. Uzun süreli ve kalıcı darbeler, genellikle, darbecilerin birbirleri­

ne karşı kuşkul anru da güçlendiriyor. Ondan sonra da ihtilalin

1 73

kaçınılmaz kuralı, sindirim sistemi işliyor ve ihtilalin kendi evlat­

larını yemesi aşaması başlıyor.

İhtilalin kendi evlatlarından biri olan Talat Aydemir, o sırada diğer yenilen evlat Alparslan Türkeş'le birlikte Elazığ Topçu Ta­ buru'ndaydı. Dokuz subay paniğini, Aydemir'in daha sonra gideceği Kore' de

tuttuğu anı defterinden izleyelim:

Hadise bir bomba gibi patladı. Türkeş, daha bizim komite faaliyet­ lerine fiilen katılmadığı için, kendisine bir tehlike olmadığını bildir­ dim ve şunu rica ettim: - Ben tevkif edilirsem, ailemi ve çocuklarımı lstanbul'a kayınvali­ demin yanına götüıiir müsün? Bana o zaman verdiği cevap aynen şöyleydi: - Talat, bu hususta hiç merak etme. Washington'dan yeni geldim. Biliyorsun iyi kötü bir miktar param var. Aileni hiçbir zaman sıkıntı­ da bırakmam. Hatta iki çocuğunu benim çocuklarla birlikte leyli ola­ rak okuturum. Türkeş'ten bunları işitmem bana büyük kuvvet verdi. Artık hiçbir şey düşünmüyordum. Hatta ölümü bile. Bu işe başlamış olan ideal ar­ kadaşlarımı bu kadar iyi seçebilmişsem, bizim için ilerde muvaffak olmamamız için hiçbir sebep yoktur diye düşündüm. Şimdilik tehli­ keyi kazasız belasız atlatmak gerekiyordu. Bu sırada beni Siirt'e, 12. Tümen'e tayin ettiler. Alparslan Türkeş'in kıta hizmeti bitti. lstanbul'a 13. Tümen'e 3. Şube müdürlüğüne verdiler. Yüksek Kumanda Akade­ misi'ne de gireceği için kendisine önemli görevler düşüyordu. Yazdığı mektuplarda, faaliyet gösterememekten şikayetçiydi. Ben Al­ parslan Türkeş'le çok iyi anlaştığım için, onunla tamamiyle bu davanın neticelendirilmesine kararlıydık. Her şeye katlanacaktık. Hatta, komite­ de bizleri takip etmeyenler olsa dahi, biz devam edecektik. Türkeş, ay­ rılırken, üç kişi kalsak bile ben varım , demişti. Bu arada ben Kore'ye git­ meye talip oldum. Sezai Okan Ankara' da muamelemi takip etti.

Aydemir ihtilalciliğe bir süre ara verip Kore'ye gitti. 27 Mayıs kollama ve kurtarma harekatını başladı.

38.

arz dairesinde beklemeye

İhtilalin iki kişilik ilk çekirdeğini Kabibay'la birlikte oluşturan

Dündar Seyhan'a gelince.

O da, dokuz subay paniğini şöyle yansıtıyor anılarında:

1 74

Telefon çaldı. Arayan, kimliğini açıklamaya lüzum görmeden: - Beni dinle, dedi, Makarios'u tevkif ettiler. Arkadaşlara söyle, üzerlerinde vesika falan bulundurmasınlar! - Kimsiniz? diye sordum . . . - Bırak şimdi sen onu, hemen dediğimi yap, dedi ve telefonu kapattı. Sesin tonunu yakalanuştırn. Bakanlık emir subayı Adnan Çelikoğlu idi. Makarios ise, Faruk Güvenhirk'e

aramızda

verdiğimiz kod isimdi ...

Kendisi bunu bilmezdi. Başkan tevkif edildiğine göre, bizim de birer iki­ şer içeriyi boylarnanuz gün meselesi demekti. Mezbahaya giden koyıın­ lar gibi boynumuzu herhalde iktidar kasabına uzatacak değildik! Ne yapmak mümkünse vakit geçirmeksizin hemen yapmalıydık.

27 Mayıs'ın ilk örgütçüsü Binbaşı Dündar Seyhan, Aydernir'in Kore'ye gidişinden bir süre sonra Washington'a gitti. Böylece boynunu "iktidar kasabı"ndan kurtardı. 27 Mayıs'ı koruma ve kol­ lama harekatını Amerika Birleşik Devletleri'ndeki askeri ataşeli­ ğimizde beklemeye koyuldu. 27 Mayıs sabahında, Talat Aydemir, Kore Tugayı'nda, Seyhan da Washington Büyükleçiliği'nde yöne­ time el koyacaklar, fakat "Komitenin kendilerini ilunal ederek la­ yık oldukları görevi vermemeleri" üzerine, yurda döndükten bir süre sonra 22 Şubat Darbesi'ni hazırlayacaklardı . . . Seyhan'ın anılarına göre, 2 7 Mayıs'ın ilk ve e n büyük hatası da­ ha komite iki kişiden ibaret iken, örgüte bir başkan seçememiş olması değil miydi? - Başkan sen olmalısın Orhan! - Hayır sen olacaksın Dündar! İkinci büyük hata da, ne kendisine, ne Talat'a iktidardan sonraki komitede yer verilmemiş olmasıydı: - 27 Mayıs senin hakkındı Talat! - Hayır senin hakkındı Dündar! Haksızlık, iki ihtilalcimizin ruhunda derin yaralar açacaktı. İh­ tilal aşkının yarası hicran yarasından da derin oluyordu.

Koçaş ihtilale "büyük baş"ı buluyor Haksızlığa uğrayan ihtilal örgütçülerinden üçüncüsü Binbaşı Sadi Koçaş'tı. Bu haksızlığın ruhunda açtığı derin yaralan dört ciltlik anılarına sığdıramayan Koçaş, daha ilk başvurusunda Gü­ ventürk başkanlığındaki örgüte alınmamıştı. Bunda, "Talat'ın parmağını" bulmuştu. Ama yılmamış, "Siz almazsanız, ben de kendi komitemi kendim kurarım. Hele bir 'büyük baş' bulayım,

1 75

size ihtilali gösteririm" demişti. Dokuz Subay Olayı'yla ana komite dağılınca, Koçaş bir süre perde gerisine çekildi. Ama hazır meydan boşken, bir yandan da büyük baş aramakta yarar olduğu sonucuna vardı. Aynı apartmanda oturan, komitecilerden Sami Küçük, Mad­ rid' e tayinini çıkartmış, ayrılırken de gözünün arkada kaldığını Koçaş'a belli etmişti: - Kötü zamanda ayrılıyorum galiba Koçaş . . . Ben yokken bir şeyler yaparsanız üzüleceğim. . . - Merak etme, bir şey yapmayız! diye avutmuştu Koçaş. Suphi Karaman da Koçaş'a başvuranlar arasındaydı. Soruyordu: - Şimdi ne yapacağız binbaşım? - Faaliyete son vereceğiz, diye yanıtlanuştı bu soruyu! Sanki o sırada Koçaş'ın ciddi bir faaliyeti varmış gibi. . . Karaman üzülmüştü: - Son mu, yoksa, ara mı vereceğiz? Eğer bu ruh bir kez ölürse sonra bir daha toparlanamayız. Kafamızı kumlara gömüp olayla­ n görmezlikten gelemeyiz. Ankara'da bir tek siz kalıyorsunuz.

Bizden hayır yok uzun süre!

Evet, meydan Koçaş'a kalmıştı. Şimdi ne yapmalıydı? İhtilal! Evet ama, anılarında uzun uzun dile getirdiği gibi "büyük baş" ol­ madan ihtilalin başarı şansı yoktı. Gözüne kestirdiği Kara Kuv­ vetleri Komutanı Necati Tacan'a yöneldi. Koçaş'ın anılarından izleyelim: Sayın Orgeneral Necati Tacan'la özlediğim konuşmayı yaptun. Bir yabancı misafirle konuşmasında tercümanlığını yaptıktan sonra, çı­ karken: - Sayın orgeneralim, sizinle çok önemli bir konuda göıiişmek isti­ yorum, deyince: - Ne zaman istersen gel, demişti.

Koçaş hedefe yaklaşmıştı. Artık komutanla açık açık konuşabilirdi. Nitekim öyle yaptı. 1 943'ten başlayarak ordunun içinde bulunduğu durumu özetledi, 1954 seçimlerinden önce lstanbul'da bazı subayların, kendisiyle görüşmek üzere görev verdiklerini anlattı ve "Ne olacak memle­ ketin hali?" sonısunu açık bir biçimde yöneltti. Anılara devam: Susmuş, gözlerine bakıyordum. Yüzü değil ama, gözleri gülüyordu: - Söylediklerine tümüyle katılıyorum, haklısınız, dedi. Ama bugün-

1 76

kü şartlar biraz değişik. Şu anda herkes birbirinden şüphe ediyor. En ufak bir hata, hepimizi mahveder. Üstelik kısa zamanda müdahale et­ meyi zorunlu kılacak bir olay olacağını da sanmıyorum. Bir süre bek­ lemekte ve olaylan izlemekte yarar görüyorum. - Sayın orgeneralim, size bir harekata geçmeyi önermiyoruz. Sizin uygun göreceğiniz zamana kadar bekleyelim. Ama örgütlü olarak bekleyelim, diyoruz. Şimdilik sizden tek ricamız var: Erkan Şubesi'ne güvendiğimiz bir arkadaşı tayin edin. Onun yapacağı tayinlerle kilit yerlere güvenilir arkadaştan getirip örgütlenmemize olanak verin. Si­ zinle yalnız ben temas edeceğim. Emrederseniz, bu konuşmamızı bi­ le hiç kimseye söylemem. Orgeneral Tacan, sandığımdan ve göründüğünden bile daha yürek­ li imiş. Bu sözlerimden alınmıştı: - Ben kendimden korkmuyorum. Benim endişem hepiniz içindir. Bir süre daha bekleyelim Koçaş, zorunlu ya da uygun bir durum gö­ rürseniz, yine gel konuşalım, dedi. Ben söz almadan ayrılmak istemiyordum. - Bu makamda daha ne kadar kalacağınızın hiçbir garantisi yoktur. Ayırabilirler, ömrünüz vefa etmeyebilir, dedim.

- Ne o? Sen de beni hasta mı sanıyorsun yoksa? Ölmemden mi kor­

kuyorsun? Eğer böyle bir şey olursa, benimle konuştuğunu da anlata­ rak Madanoğlu'yla konuş. Onunla çekinmeden işbirliği yapabilirsiniz. Yürekli insandır, dedi. Müşkül durumda kalmıştım. - Ben bu görevdeki ömrünüzden bahsetmek istemiştim, diye hata­ mı düzeltmek istedim. Gülerek: - Üzülme, dedi. Anladım ne demek istediğini.

Koçaş, ileriyi gören bir örgütçüydü. Gerçi 27 Mayıs'ın zaman­ lamasını pek düşünemediği için ihtilalde o da, Talat ve Dündar Binbaşı gibi yurtdışındaki ataşeliklerden birinde, Londra'da bu­ lunacaktı ve yurda dönüşte beklediği görevi alamadığı için bo­ zulacaktı, ama 27 Mayıs yoksa, daha niceleri vardı . . . Başka dar­ be mi olmayacaktı? Örneğin 1 2 Mart! Nitekim ikinci on yılda, Koçaş'ı 12 Mart'ın başbakan yardımcısı olarak görecektik. İleri­ si için Allah kerimdi. 12 Mart'ta, Allah kerim, Nihat Erim diye­ rek, Erim hükümetinde başbakan yardımcılığına getirildi, 12 Eylül'de ise aynı Başbakanlık'ta Haydar Paşa'ya fahri danışman­ lıkla yetindi. Biz eskiye dönelim: Orgeneral Necati Tacan'a liderlik önerisine ...

1 77

"Ömrünüz vefa etmeyebilir" diyerek komutanına karşı ufak bir gaf yapan Binbaşı Sadi Koçaş, aslında ne kadar uzak ve aynı za­ manda yakın görüşlü bir örgütçü olduğunu da kanıtlamıştı. Aradan bir hafta geçtikten sonra dört hecelik bir haberle irkilecekti: - Vefat etti! - Kim? - Orgeneral Necati Tacan! Koçaş bu üzüntüsünü şöyle dile getiriyor anılannda: Onun bu beklenmedik ölümü, bizi birçok sebeple sarsmıştı. Yine sıfırdan başlayacak duruma gelmiştik. Bu arada çok önemli bir duru­ mu açıklamak isterim. Hep "biz, biz" diyorum. Kimdik biz? Suphi Karaman ve Osman Köksal'dan başka kimse yoktu benimle işbirliği yapan.

Üç kişilik örgütün başı Binbaşı Koçaş, Orgeneral Tacan'ın bek­ lenmedik ölümü karşısında yılmadı. Bulabildiğimiz tek çare, evvelce de düşündüğümüz gibi, hemen ör­ gütlenmek ve her durumu kontrol altında tutabilecek bir güç haline gelmekten ibaretti. İşte biz, bu düşüncelerle ve çaresizlik içinde kıv­ ranırken, bir süre önce kaybettiğmiz K.K.K. Orgeneral Necati Ta­ can'ın yerine Orgeneral Cemal Gürsel atannuştı.

Büyük bir baş peşindeki Koçaş, aradığını bulmuş olmanın se­ vinciyle ellerini ovuşturdu! Tacan Paşa ne demişti? Ben ölürsem Cemal Madanoğlu Paşa'yı bul, yürekli bir adamdır. Cemal Madanoğlu Paşa, yürekliliğinin yanı sıra, çevresinin de sık sık kullandığı bir deyimle "taşağı altı okka" bir paşaydı. Bir ih­

tilal için her iki organın sağlıklı olmasında yarar vardı! Üstelik Cemal Paşa'lar, tarih boyunca, hep yürekli ve okkalı çılanamışlar

mıydı? Örneğin Bahriye Nazın Cemal Paşa, dokuz subayı aklan­ dıran Cemal Tural Paşa. Tacan Paşa'run sözünü ettiği Cemal Ma­ danoğlu Paşa... Ama şimdi daha büyük bir Cemal Paşa başa gel­

mişti, yani Kara Kuvvetleri'nin başına. . . O başa başvurmaya karar verdi Binbaşı Koçaş.

Sadi Koçaş, orduda Cemal Aga diye bilinen bu kalender paşa­ yı daha Sankamış'ın taşlı yollanna baş koyduğu sıralardan, ta­ aaa 1 94 1 yıllanndan tanıyordu. Yanı başındaki Motorlu Topçu Alayı'nın komutanıydı. O zamanlar yeni albay olup Erzurum'a 3. Ordu Kararg3.hı'na atanmıştı. Cemal Paşa ise Koçaş'ı ilk kez 233. Piyade Alayı'nda İzmir' de tanımıştı.

1 78

Akademi'ye katılmak üzere Bornova'dan ayrılırken, ne demiş­ ti Cemal Paşa? - Bak Koçaş, demişti, seninle iki kez kısa süre beraber çalıştık, ama daha çok çalışacağız! İyi bir kurmay olmaya çalış. Zekana değil, çalışmana güven. Dünyada üç önemli şey vardır: çalışmak, çalışmak, çalışmak. . . Cemal Paşa, karargahtaki plan tatbikatına başlamadan önce subaylarına hemen her gün bir sınav sorusu yöneltirdi. O gün de öyle yapmıştı: - Bugünkü gazetede en çok beğendiğiniz yazı hangisi? Her kafadan bir ses çıkınca Cemal Paşa: - Hayır, demişti, bakın, şu Batılı kızın mektubuna . . . Gazetedeki habere göre, Batılı kız, Türk sevgilisine yazdığı mektubunda "Senin ailen zenginmiş, sen çalışmak istemiyormuş­ sun. Ben çalışmayan adamla evlenmem" diyordu. Cemal Paşa bu haberi subaylarına gösterdikten sonra şöyle demişti: - Batı'da çalışmayan adama kız bile vermezler! 27 Mayıs'tan sonra genelkurmay başkanlığı, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık gibi üç makamda birden çalışacak olan Cemal Pa­ şa, politikacılara ve sade vatandaşlara da üç sözcüklü geleneksel söylevini sık sık yineleyecekti: - Çalışın, çalışın, çalışın! Cemal Paşa çalışmakla Türkiye'de otomobil bile yapılacağını kanıtlamış, Eskişehir Cer Atölyesi'nde son Türk devletinin ilk Türk otomobilini imal ettirmişti! Otomobilin adını da 27 Mayıs'ın simgesi olan "Devrim" koy­ muştu Cemal Paşa. Tandoğan Alanı'ndaki büyük törende, kurde­ leyi kesip marşa basmış, fakat nedense otomobil çalışmamıştı. Cemal Paşa kızmıştı? - Neden çalışmıyor bu Devrim? Mühendisler benzin koymayı unutmuşlardı. Cemal Paşa günün anlam ve önemini belirten şu cümleyle son vermişti törene: - Devrim'i yaptık, benzini koymayı beceremedik. Kendisinden sonra Başbakanlık koltuğuna oturan mühendis politikacılar, bu benzin konusunu hiç unutmayacaklardı. Devri­ me olduğu gibi devrimlere yönelik yangınlara da benzinle gitme­ yi ihmal etmeyeceklerdi! Cemal Paşa, Kara Kuvvetleri komutanlığına atandığı zaman Koçaş da komutanlığın neşriyat müdürlüğüne getirildi . . . Artık ka­ fasındaki ihtilalin müstakbel lideriyle dirsek temasına geçebilir-

1 79

di. . . O sırada Almanya'daki 7. Amerikan Ordusu Komutanı Korge­ neral Eddlemann, Cemal Paşa'yı Nümberg'de yapılacak olan bir askeri tatbikata davet etmişti. "Free Play" kış pentomik tümen manevralarında Cemal Paşa'ya tercüman olarak Koçaş seçilmiş­ ti. Bundan büyük fırsat olamazdı . . . Koçaş kendi manevrasını kur­ mayca planlamaya başladı. Eğitim Dairesi Başkanı Tuğgeneral Mehmet Mete'nin de dahil ol­ duğu üç kişilik ekip, 30 ocak 1959 günü Türk Hava Kuvvetleri'nin askeri bir uçağıyla Alrnanya'ya hareket etti. Sabah erken başlayan yolculukta, havayolunun seçilmiş olmasına rağmen, hava koşulları nedeniyle ancak yirmi dört saat sonra hedefe varılabildi. Bizimkiler, önce Frankfurt yerine Viyana'ya inmek zorunda kalarak Merzifon­ lu Kara Mustafa Paşa'nın anısını tazelediler. Sonra Frankfurt yerine yanlışlıkla Münih'e indiler. Stuttgart'ı bulduklarında vakit gece yarı­ sını geçmişti ve yollarına otomobille devam etmenin daha süratli olacağı sonucuna varmışlardı. Amerikalı mihmandar kendilerini Frankfurt'ta bekliyor olmalıydı. Gerçi rötarları yirmi dört saatlikti ama, mihmandarın rütbesi binbaşı olduğu için, bir Türk orgenerali­ ni beklemesi lazım diye düşündüler... Sabah vardıkları Frankfurt'ta Amerikalı binbaşıyı bulmaları akşama kadar sürdü. Nümberg'in do­ ğusundaki Hohenfels (yüksek kayalar) manevra bölgesine gece ya­ nsı varabildiler. Eğer heyetin tercümanlığını Koçaş yapıyor olma­ saydı, bu Almanya turu birkaç hafta daha uzayabilirdi. Nitekim, Koçaş'ın anılarına göre hedefe vardıklarında Cemal Paşa kendisine dönmüş ve: - Sana hepimizin teşekkür borcu var Koçaş, demişti. Düşünü­ yorum da, eğer sen olmasaydın, şu anda nerede olacağımızı bile kestiremiyorum. Ama herhalde burada olmazdık! Bu yargısını heyetteki ikinci adama da onaylatmak istemişti: - Ne dersin Mehmet Paşa? Tuğgeneral Mehmet Mete, bunu kerhen onayladı. Kendisi durur­ ken, Binbaşı Koçaş'ın ön plana çıkmasını hiç hazmedememişti. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Paşa, bundan sonra progra­ mını çizdi: - Şimdi yapacağımız bir şey var çocuklar; hep beraber, "Başı­ mıza gelmedik haller mi kaldı?" şarkısını söyleyip yatmak ve sa­ baha kadar uyumak! Üç kişilik koro, Cemal Paşa'run pek sevdiği bu şarkıyı değişik seslerle söyleyerek yatak odalarına çekildiler. . . Koçaş, musiki ye­ teneğinden de tam not almıştı! Bakalım, "ihtilale 'büyük baş' bulma" sınavından nasıl çıkacaktı?

1 80

"Saat kaç? Sadi kaç!" Manevralan helikopterden izliyorlardı. B u güıiiltülü aracın içinde Gürsel'e "Ne olacak memleketin hali?" sorusunu sorma olanağı yoktu. Üstelik ne helikopterin içinde ne de kendilerine ayrılan konuk evinde, General Mete yanlanndan bir dakika bile ayrılmıyordu. Günler geçtikçe Koçaş, komutanla yanaşık düzene geçemeyeceğini anlıyordu. Yalnız kalmanın tek yolu, tatbikatı dört kişinin hep birlikte bulun­ mayacağı bir araçla izlemekti. Bu da ancak otomobil olabilirdi. Bunu düşününce hemen uygulama olanakları aramaya başladım. Komuta­ na teklifımi yaptım: - Paşam, biz de pentomik tümenlere dönmek üzereyiz. Bu birlikle­ rin kuruluşunu, özelliklerini yerinde incelemek üzere tatbikatı kara­ dan izlesek daha yararlı olmaz mı?

Öneri, Kara Kuvvetleri komutanının da işine gelmişti. Ne de ol­ sa karacıydı. Helikopter gürültüsü, dişçi sandalyesindeki burgu aleti gibi beynini kemiriyordu. Koçaş'a tatbikatı karadan izleme olanaklannı araştırmasını söyledi. Koçaş iki araba ayarladı. Birinci arabaya, Amerikalı mihman­ dar ile kendisi ve Cemal Paşa binecekti. İkinci arabaya da Tuğge­ neral Mete ve emir subayı. Böylece yanaşık düzen sorunu da çö­ zülmüş oldu. Artık konuya girebilirdi ama nasıl? Koçaş anılannda bu "konuya giriş"ini epey uzunca anlatıyor. Biz özetini verelim: Arabanın önünde yan yana oturan Macar asıllı Amerikalı binbaşı

ile şoförlerin Türkçe bilmeleri olasılığı aklımı karıştınnaya başlamış­ tı. Üstelik benim gibi istihbarat eğitimi görmüş bir insan için bu konu hiç de üzerinde durulmayacak cinsten değildi. Bu şüpheyi giderebile­ cek en basit usule başvurdum: Hafifçe öne doğru eğilerek ikisinin arasına uzandım. Aynı anda ikisinin birden omuzlarına dokunarak Türkçe, "Saat kaç?" diye sordum! Bu usulü çok kereler uygulamış ve başarılı olmuştum. Örneğin Ro­ manya' da peşimize takılan bir delikanlıdan şüphelenmiş ve birdenbi­ re sormuştum: - Saat kaç? Önce saatine bakmış, soma da kekeleyerek Rumence: - Türkçe bilmiyorum, diyebilmişti!

181

- Türkçe bilmiyorsan, neden saatine baktın, yıkıl karşımdan, de­ yince de kuzu kuzu gitmişti. . .

Sadi Koçaş, "saat kaç" yöntemini arabadaki Amerikalılara uy­ guladığı zaman olumlu sonuç aldı. Mihmandar binbaşı, "Sorry?" diyerek Koçaş'ın yüzüne bön bön baktı. Şoför de saatine bakmamıştı. Demek ki Türkçe bilmi­ yorlardı. Ama Koçaş, emin olmak için bir deneme daha yaptı. Amerikalı binbaşının omzuna vurarak gene Türkçe sordu: - Şu tanlan modeli ne? Binbaşı gene bön bön bakarken bu kez Gürsel arabaya girdi: - Yahu Koçaş, dedi, seni lisan biliyorsun diye yanıma verdiler, adamlara ha bire Türkçe sorular soruyorsun, ne anlasın Arnerika­ War senin dilinden? Koçaş, taktiğini Cemal Paşa'ya anlatınca şu yanıtı aldı: - Allah Allah, sanki Türkçe bilseler ne olur? Koçaş'a göre çok şey olurdu. En azından Amerikalılar Türki­ ye'de bir ihtilal hazırlığı olduğunu öğrenirlerdi! Koçaş bu nedenle "Saat kaç, Sadi kaç!" taktiğini kullanacaktı ve konuya girmekten kaçınacaktı. Ama kaçınmadı. Arabanın geçtiği otobanda o sırada "Berlin" yönünü gösteren bir tabela gözüne çarptı. Fırsatı kaçırmamak için Cemal Paşa'ya dönerek şöyle dedi: - İşte paşam Berlin! - Ne Berlin'i yahu, okun altında 450 kilometre yazıyor, diye düzeltti Cemal Paşa... Koçaş bozuldu: - Onu demek istemedim paşam, dedi. - Ya ne demek istedin? - Hatırlıyor musunuz, bir gün İzmir'de ben üsteğmenken,

"Adalet mülkün temelidir" sözünün anlamını sormuştunuz?

- Eee, ne ilgisi var, Berlin levhasıyla "Adalet mülkün temelidir"

sözünün? - Demiştiniz ki o zaman, Berlin'de hakimler vardır! Ve bu sö­ zün öyküsünü anlatmıştınız. - İyi ama Koçaş, nereden çıktı şimdi bu? - Hiç, dedi Koçaş, levhayı görünce on üç yıl önceki bir anım aklıma geldi de üzüldüm. Cemal Paşa yol boyundaki ağaçları seyrederken Koçaş anıdan anıya geçiyordu.

1 82

Lafı "Ankara'da hakimler var mı?" sorusuna getirip oradan da "Ne olacak memleketin hali?"ne bağlayacaktı ki araba, Bayreuth kentine girdi. Koçaş, konuya girmeyi ertesi günkü araba gezintisine bıraktı. Ertesi gün gene on yıl önceki anılardan başlayan Koçaş, bir ara genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının arabalarına kır­ mızı plaka taktırmak için nasıl çalıştığını; Savunma Bakanı Şemi Ergin'i nasıl ikna ettiğini uzun uzun anlattı ve sözü, Gürsel'in çok kullandığı "çalışmak lazım" vecizesine getirdi: - Hatırlıyor musunuz paşam, bir ara İzmir'deki karargahta bize Batılı bir kızın sevgilisine yazdığı mektuptan söz etmiştiniz? Gürsel hatırlayamamıştı: - Hangi Batılı kız? - Babası zengin olduğu için çalışmayan Türkün Batılı sevgilisi. Gürsel, gene de hatırlayamamıştı ama Koçaş'ın anıları bir an önce bitsin diye bir şeyler söylemek gereğini duydu: - Haa, evet, elbette çalışmak lazım. Yanlış mı? Çalışmaktan, hem de çok çalışmaktan başka ne kurtarabilir ki bizi? Hah, işte. . . Şimdi konuya girme fırsatı çıkmıştı. Cemal Paşa kendisine son derece elverişli bir pas veriyordu. Koçaş bu pası mutlaka kullanmalıydı. Ses tonunu yükseltti: - İşte, dedi ben de kaç gündür bu sorunun cevabına ilişkin bir konuya girmeye çalışıyordum paşam! . . Cemal Paşa, gene yol boyundaki ağaçlara dalarak mırıldandı: - Çalış, çalış, çalışmak iyidir. - Çalışıyoruz paşam, diye devam etti Koçaş! Hem de memleketi kurtarmak için çalışıyoruz! Ve size durumu anlatmak üzere ar­ kadaşlar tarafından görevlendirildiğim için şimdi açıkça sormaya çalışacağım! Bize baş olur musunuz paşam? Gürsel, Koçaş'ın ağzındaki bakladan ne çıkacağını anlamıştı? İhtilal liderliği! - Uzatma dedi, ne söylemek istiyorsan, açıkça söyle bana! Bi­ liyorsun gizli kapaklı şeylerden hoşlanmam. Benden, modern bir Babıfili Baskını yapmamı mı istiyorsun? Ama ben Enver Paşa de­ ğilim. Böyle bir işe girince, ya beni hemen orada tutuklarlar ya da karargaha dönüşte emeklilik işlemiyle birlikte tutuklama emrini elime tutuşturuverirler. . . Koçaş bozulmuştu . . . Ama mademki bir meydan savaşına çık­ mıştı, bu savaştan artık dönüş yoktu. Türkiye Atatürk devrimleri yönünde bir yönetime kavuşursa, Cemal Paşa'nın ülkeye en bü­ yük hizmeti yapmış olacağını uzun uzun savundu ...

1 83

- Biz arkadaşlarla böyle düşünüyorduk, dedi. Cemal Paşa sessizce dinlendikten sonra sordu: - Hep, biz biz, diye konuşuyorsun, kaç kişisiniz siz? Koçaş arulannda da itiraf ettiği gibi "hayatının yalaru"ru söyledi: - Üst kademede sekiz on kişiyiz paşam, ama birkaç gün içinde yüzlerce kişiyi faaliyete geçirebilecek durumdayız. Cemal Paşa: - Bana bak Koçaş, dedi, bu söylediğin kestirme yol bizi hedefe götürmez. Ben de aylardır bir sürü mektup alıyorum. Birçok subay sizin gibi iktidara el koymanın zamanı geldiğini yazıyor. Geçenlerde bir havacı subay da "Emredin bu adamları bir uçuş sırasında deni­ ze dökeyim" diye yaznuş. Bir diğeri de geçenlerde Balıkesir'de bir lokantada, "Bu memleketi üç Cemaller kurtaracak" diye konuştuğu için ihbar edilmiş. Bu gibi hallere engel olmazsak, başınuz belaya gi­ rer. Çok dikkatli olmak, iyi düşünmek lazım ... Koçaş atıldı: - İşte paşam, biz de bunun için sizin gibi büyük, tecrübeli ve güvenilir bir başın arkasında toplanmak istiyoruz. Sizden tek ri­ camız, güvenilir bir arkadaşınuzı Erkan Şubesi'nin başına getir­ meniz. O zaman biz güvenilir kişilerin tayinlerini kilit noktalara yapar ve bir başıbozukluğa meydan vermeyiz. Sizden işaret alma­ dan da hiçbir harekata girişmeyiz. Sizin adınızı da, söz veriyo­ rum, bunu Erkan Şubesi'nin başına getireceğimiz arkadaş ile bir tek ben bilirim. Aramızda da sizden "Orgeneral Cemal Gürsel" olarak değil, mesela "Faik Bey" olarak söz ederiz. Cemal Paşa uzun uzun düşündü ve çok sevdiği şarkıyı mırıldanmaya başladı: - "Başımıza gelmedik haller mi kaldı?" Şarkı bitince sordu: - Bir şartla kabul ederim, benden habersiz hiçbir şey yapmayacağınıza söz vereceksiniz, söz mü? Koçaş hedefe ulaşmanın sevinci içindeydi: - Asker sözü veriyorum paşam! dedi. Gürsel, öğrenmek istiyordu: - Peki, Erkan Şubesi'ne kimi getirmek istiyorsunuz? - Binbaşı Osman Köksal'ı . . . - Tanımıyorum, dedi, seni yapsak daha iyi olmaz nu? Koçaş her zamanki gibi özveride bulundu: - Hayır paşam, Osman Köksal daha uygun olur! Ankara'ya dönünce bu konuları yeniden düşüneceğini söyledi paşa...

1 84

Aradığı "büyük baş"a kavuşan Koçaş o gece anı defterine şun­ ları yazdı:

Şubat ayı olmasına rağmen güzel bir gündü. Güzel manzaralı, ba­ kımlı yerlerden geçiyorduk. Ama hiçbir şey görmüyordu gözüm. Ha­ yalimizin ilk safhasını başarmıştık. Orgeneral Gürsel o gece odasında kendi kendine bir şarkı mı­ nldanıyordu: - "Başımıza gelmedik haller mi kaldı?"

Uçak kazasından kurtulan evliya 27 Mayıs'ın müstakbel liderini taşıyan askeri uçak Ankara'ya döndü. Ertesi gün Londra'ya giden başbakan ve beraberindeki hükümet üyelerinin başına "beklenmedik bir hal" geldi. Mende­ res'i Londra'daki Kıbns görüşmelerine taşıyan uçak, askeri hava­ alanı yakınlarında bir tepeye çakılmış, uçağın kuyruk bölümünde oturan başbakan kurtulmuştu. Koçaş Kara Kuvvetleri Neşriyat Bürosu'na girdiğinde kendisini Kara Kuvvetleri Komutanı Gürsel'in beklediğini öğrendi. - Neredesin Koçaş, yarım saattir seni arıyorum! Örgütçü binbaşı saatine baktı: - Saat dokuzu beş geçiyor komutanım! Gürsel alttan aldı: - Canım sana, saat kaç diye soran oldu mu? Önündeki gazeteyi gösterdi: - Şu Allah'ın işine bak Koçaş, olacak şey mi bu? Koçaş toparlandı. Dün geceki uçak kazası sonundaki "muci­ ze"yi soruyordu komutan. Ardından da yorumunu yapıyordu, ih­ tilalin lideri olarak: - Adamı şimdi peygamber ilan edip, büsbütün zıvanadan çıka­ racaklar! Koçaş da aynı şeyi düşünüyordu: - Haklısınız komutanım, dedi. Adnan Bey, şimdi, Tanrı'nın ken­

disini Türkiye'yi yüceltmek için kurtardığı evhamına kapılabilir.

Ama başka şeyler de düşünüyordu, ihtilalin kuşkucu örgütçü­ sü: Almanya gezisinde Cemal Paşa bir havacı subayın mektubun­ dan söz etmişti. Hani, "topunu birden uçakla denize düşürmek­ ten" söz açan havacı pilotun mektubundan. . . İstihbarat eğitimi görmüş ve "Saat kaç? Sadi kaç!" taktiğini bellemiş bir kunnay

1 85

olan kuşkucu binbaşı, daha o gece, düşen uçağın pilotu hakkında bilgi toplanuştı. Kaptan pilot Münir, Hava Kuvvetleri'nden aynl­ maydı. 1952 yılında askeri bir C-47 nakliye uçağında kendisiyle birlikte Fransa'ya beş altı gün süren bir yolculuk yapmıştı. Koçaş, 1957 yılında Bonn'a sinüzit ameliyatına da rahmetli Mü­ nir'in uçağıyla gitmişti. Böylesi bir başarılı pilotun sis nedeniyle Ingiltere'nin Gatwick bölgesine uçak düşüreceğine inanmıyordu! Bu işte mutlaka bir bityeniği vardı. Acaba eski hava binbaşısı Mü­

nir Kaptan, ülkeyi Menderes ve arkadaşlarından kurtarmak için mi bu yola başvurmuştu?

Koçaş, bu sessiz düşüncelerini, komutanına aktarmayı uygun

bulmadı. Anı defterine yazmakla yetindi! Gürsel, o gün Koçaş'a Kara Kuvvetleri Erkan Şubesi'ne Osman Köksal'ın atandığını bildirirken bir de yeşil ışık yaktı: - Bu peygamberlik hikayesinden sonra her şey çığırından çı­ karsa, işlerin temizlenmesi size kalacak diye korkuyorum! Londra uçak kazası dönüşü, Ankara Garı'nda, can düşmanı is­ met Paşa'nın da katıldığı görkemli bir törenle karşılanan Başba­ kan Menderes'e yol boyunca develer kurban edildi. Demokrat Parti örgütü, on binlerin döküldüğü sokaklara, Menderes'in pey­ gamberliğini yaydı. Adnan Menderes'in en yakın çalışma arkadaşı olan müsteşar Ahmet Salih Korur, yıllar sonra bu konuda bazı açıklamalar yapa­ cak ve Adnan Bey'in Londra uçak kazasından sonra, birdenbire değiştiğini ileri sürecekti. Korur'a göre, İngiliz doktorlar, Adnan Bey'in uzun bir süre Lond­ ra'da tedavisi gerektiği konusunda ısrar ediyorlardı. Bu tür bir ka­ zadan sonra değil başbakanlık, basit bir sorumluluk gerektiren hiz­ meti bile sakıncalı görüyorlardı. Geçirdiği şok, beklenmedik bir anda ruhsal dengesini etkileyebilirdi. Ancak Adnan Bey, hekimle­ rin önerilerini dinlemiyordu. Bir ara İtalya'da dinlenmeye razı ol­ muş, ama nedense "hemen Türkiye'ye" diye tutunnuştu. Doktorlar bunun üzerine, heyecan verici karşılama törenlerin­ den kaçınılmasını istemişlerdi. Ama heyet Yeşilköy'e indiğinde adeta bütün İstanbul havaalanına dolmuştu! Eminim ki, Menderes ikinci şoku o gün geçirdi. Müşterek mesa­ imiz devam etti. Fakat artık eski Menderes yerine, kimseyi ciddiye al­ mayan, Allah'ın kendisini Türkiye'yi idare etmek için yarattığına ina­ nan, hiçbir tenkide tahammülü olmayan, çabuk kızan, övülmekten

1 86

hoşlanan bir insan haline gelmişti. Bazen ellerini havaya kaldırıp, "Bak, bu ellerimi görüyor musun, bu ellerle Türkiye'yi hamur gibi yo­ ğurarak kalkındıracağım. Cenab-ı Allah beni bunun için yarattı" diye­ cek kadar ileri gidiyordu.

Ve Gürsel'in de daha önce sezinlediği gibi işler çığırından çık­ tı. Menderes, İsmet Paşa'nın önderliğindeki muhalefeti, "ihtilalci metotlara başvurmakla" suçluyor, yurt çapında vatan cepheleri kurduruyor, "kanunlar yetmezse, kanun gücünde kararlar"dan söz ediyordu. Gazetecilerin hapsedildiği, İsmet Paşa'nın başına taş attırıldığı, basın üzerindeki yayın yasaklarının yoğunlaştığı sert bir döneme girildi. . . Koçaş, Erkan Şubesi'nin yeni başkanı Osman Köksal'la birlik­ te, sonradan Milli Birlik Komitesi'ni oluşturacak 35 ihtilalci arka­ daşını kilit noktalara atama listelerini hazırlamaya başlamıştı. . . Kendisini daha önceki komiteye almayan Yarbay Güventürk ve hücresi saf dışı bırakılacaktı. Gerekçesi de hazırdı: Dokuz Subay Olayı'ndan sonra mimlenmiş olmaları! Dündar Seyhan da Dokuz Subay Olayı sırasındaki bir başka ihbar mektubu nedeniyle mim­ liydi. Zaten Washington'daydı. Onu da ikna etmek kolaydı: - Amerika'nın nzası olmadan ihtilal yapılamaz, sen orada kalıp bunu bize sağlayabilirsin, hem İngilizcen de var! Talat Aydemir de kolayca atlatıldı: - İhtilalden önce seni de Kore'den çağınnz! O sırada Paris'te bulunan Orhan Kabibay acele Ankara'ya geldi. İhtilalin sucuklu yumurta sahanı başındaki ilk örgütçü topçusu saf dışı bırakılamazdı! .. Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı'yı da peşinden sürükleyerek listeye girdi. 1959'un sonbaharında Alparslan Tür­ keş'in de kendi ekibini getirmesiyle, kadro 35'i buluyordu. Atamalar Gürsel'e taksit taksit sunuluyordu. Örgütün gizli tutulan "baş"ı her atama belgesini imzalarken Koçaş'a önce saati soruyor, ardından da bir uyarıda bulunuyordu: - Unutmayın, askeri bir diktatoryada ben yokum! Sandalyele­ rin tatlı gelmeyeceği arkadaşları seçin. İhtilali yapar yapmaz, pro­ fesörlere bir anayasa ve seçim kanunu hazırlatıp en geç üç ay içinde seçime gitmeye bakın! . .

Bitmeyen kavga: İhtilali kim yaptı? Koçaş, bir gün komutanın önüne Alparslan Türkeş'in Kara Kuvvetleri Genel Sekreterliği şube müdürlüğüne atanmasına iliş-

1 87

kin öneriyi uzattı. Atama gerçekleştikten sonra da ihtilal toplan­ tıları, evlerde ya da Gençlik Parla'ndaki çay bahçeleri yerine Ge­ nel Sekreterlik'te, Türkeş'in yeni karargfilunda yapılır oldu . . . Bir süre sonra da Gürsel'le irtibatı Koçaş yerine Türkeş'in üstlenme­ si kararlaştınldı. Çünkü Koçaş, ihtilalcileri teker teker Ankara'ya çekerken, kendisini de Londra'ya askeri ataşeliğe atıyordu. Aca­ ba neden? O sırada Ankara'daki evine bir hırsız girmişti. Hırsız, gümüş ta­ lanı, dürbün, fotoğraf makinesi, tabanca gibi eşyalara dokunma­ dığı halde içinde 1 000 lira bulunan bir çantayı almakla yetindiği

için Sadi Koçaş kuşkulanmı ş, eski bir istihbarat subayı olarak sa­ atine bakmıştı:

- Saat kaç? Sadi kaç! - Nereye? - Londra'ya! 14 eylül 1 959'da, Londra'ya hareketinin arifesinde Gençlik Par­ la'ndaki komite toplantısı, Koçaş'ın katıldığı son ihtilal toplantısı oldu. Koçaş, 27 Mayıs İhtilali'nden sonra yurda dönüp de komite dışında kaldığını öğrenince, ihtilale katlasını ihtilalin güçlü ada­ mı Türkeş'e, yazılı bir belgeyle kanıtlatacaktı. .. Şöyle yazacaktı Türkeş, "Ak Devrim" adlı 27 Mayıs broşürünün beyaz kapağına: Milli Birlik Komitesi'nin Gençlik Parkı'nda ilk tohumlarını, beraber yeniden attığımız kıymetli kardeşimiz Kunnay Albay Sadi Koçaş'a 12 eylül 1960, Kurmay Albay Alparslan Türkeş

Koçaş'ın yanı sıra Türkiye' den binlerce kilometre uzakta yaşa­ yan Dündar Seyhan, Talat Aydemir ve hatta Baha Vefa Karatay gi­ bi eski örgütçüler de yurda dönüşlerinde kendilerini Milli Birlik Komitesi dışında bulunca bir hayli bozulacaklardı. Bozulacaklar ve ihtilali kendilerinin örgütlediklerini gösterme­ ye yönelik çabalar harcayacaklardı. Örneğin Talat Aydemir, "İhtilali ben örgütledim, hakkımı yiyip Harp Okulu'na okul komutanı yaptılar" diye yalanacak, bir süre sonra da kendi ihtilalini kendi hazırlamaya başlayacaktı. Dündar Seyhan da öyle . . . Faruk Güventürk bir gün kendisini ziyaret eden Koçaş, Kabi­ bay ve Seyhan üçlüsüne içini şöyle dökecekti: - İhtilali piç ettiler, biz olmalıydık bu işin başında. Biz üçümüz, taa başlangıçtaki gibi! . .

1 88

Üç silahşorlar hep bir ağızdan aynı soruyu soracaklardı: - Nereden çıktı bu paşalar? Paşaların nereden çıktığı sorusuna aklını takanlardan biri de Dündar Seyhan'dı. Anılarında şöyle yazıyordu: Orhan Kabibay, Cemal Madanoğlu'nu bulmuş. Nereden bulmuş? Başka bir general bulamaz mıydı? Bu adamlar, ihtilali basit bir hükü­ met darbesinin ötesinde asla görememek gibi kısır bir düşüncenin ze­ bunu olmuş ve anlaşılmaz bir aşağılık kompleksi içinde kendilerine devleti idare etmeyi asla yakıştıramanuşlardır. Madanoğlu bunlardan biridir. Kalabalık omuzları ve hayli gelişmiş bedenine mukabil, mikro­ sefal bir kafa içinde dumura uğramış bir beyinle ihtilalcilere karışma­ sı, 27 Mayıs'ın talihsizliklerinden biri olmuştur. Sırası geldikçe kendi hakkındaki en güzel tarifi kendisi yapardı, "Bende t. . . . şk var ama, kafa yok" derdi. Birincisinin olup olmadığını bilmem. . . Sonradan onun da olmadığı tahakkuk etmiştir ya . . Ama ikinciden hiçbir nasibi olmadığı tam bir gerçektir! İhtilal sonrası olaylardaki rolü belirdikçe, Madanoğ­ lu'nun ne gemi aslam olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Bu satırları 1966 mayısında Gölgedeki Adam başlığı altındaki anılarına yazan ilk örgütçü Dündar Seyhan, ne gariptir ki, dört yıl sonra, 1970 yılında 12 Mart öncesi cuntalardan Madanoğlu grubu­ na katılmak isteyecekti. Seyhan'ın bu önerisini Madanoğlu cuntasına kim iletecekti? Orhan Kabibay!20 27 Mayıs'ı Kore'de kollayan Talat Aydemir'e gelince ... Onu en çok öfkelendiren olaylardan biri de Muzaffer Özdağ gibi rütbesi yüzbaşı olan genç bir kurmayın tavn olmuştu. Aydemir bu tavn, anılarında şöyle dile getiriyordu: Ben "Komiteyi 1956'da kurmuştuk" deyince, yüzbaşı gülerek "Biz daha evvel kurmuştuk" dedi. Ben de "Olabilir" cevabını verdim ve merakla "Hangi tarihte yüzbaşım?" dedim. " 1952 senesinde" dedi ve anlatmaya başladı. Kendisine "O tarihte rütben neydi?" diye sordum . . . Harp Okulu'nda öğrenciymiş! Kanlarını akıtarak bir mendil üzerine Türkiye haritası yapmışlar ve bugün Milli Birlik Komitesi üyesi olarak Meclis'te ettikleri yeminin aynısını tekrarlamışlar. . .

"İhtilali ki m yaptı?" kavgası gibi, ihtilale "Cemal Gürsel'i kim baş yaptı?" kavgası da, ihtilalci anılarında tartışmalı bir konuydu. Nitekim Sadi Koçaş'tan başka, Yassıada Komutanı Yarbay Ta-

20. Nazlı llıcak, "El Yazılı itiraflarla, 1 2 Mart Cuntaları", Tercüman, nisan 1 986.

1 89

nk Güryay da, Gürsel'i kendisinin ayarladığını ileri sürecek ve anılarına şunları yazacaktı: Tenkitlerini pek şiddetlendirdiği bir gün:

- Ne yapmayı düşünüyorsun orgeneralim? diye sormak zorunda kalmıştım. Bu soru üzerine onun, uzunca bir düşünceye vardıktan sonra: - Bilemem . . . Fakat herhalde bir şeyler yapmak lazım, dediği za­ manki halini hiçbir zaman unutamam. Bu söz bana, Samsun'a hareketinden bir gün önce, Koca Mustafa Kemal'in, kendisinden ne yapmayı düşündüğünü soran ralunetli ho­ cası Cevat Paşa'ya verdiği cevabı hatırlattı. O cevap. Gürsel'in bana söylediği sözün tıplasıydı: - Bir şeyler yapmak lazım herhalde... diyordu Mustafa Kemal de... Bu söz benim aklımda, isyandan bunalan sorumlu vicdanların şu­ urlara verdiği ilk hareket parolası imiş gibi kaldı. Yine bir şeyler ya­ pılması lazım olacaktı demek. ( . . . . )

O sigarasını zehirli bir mahluk ezer gibi öfkeyle söndürdü ve ilave

etti: - Bu işler böyle yürümez, ordu, iktidarın gardırobu değildir. Bir şeyler yapmak lazım geliyor artık. .. Peki madem bir şeyler yapmak lazım geliyor, artık sen daha ne su­ suyorsun Tarık? Açılma fırsatının bundan daha füasını bekleyecek de­ ğilsin ya! Hemen: - Orgeneralim, dedim, bir şeyler yapmak lazım geldiğine inanan, yalnız siz değilsiniz artık. .. Ben, nice subay arkadaşlarla konuşurken, adeta sizi dinlemiş gibi oluyorum. . . Hepsi de tıpla sizin üslubunuzla ateşler püskürüyorlar günün iktidarına. . . Gürsel'in benimkilere dikilen gözlerinde birden adeta büyük müjdeler almış insanların o müstesna sevinci pınldayıvermişti: - Doğru mu söylüyorsun Tarık? dedi ve ilave etti: - Demek bir kalk borusu çalsak, fırlayanlar çıkacak öyle mi? Ok yaydan çıkmış bulunduğu için ben artık rahat konuşuyor­ dum: - Ne demek, dedim. Benim anladığıma göre bir tek işaretinize bakar bu iş... - O halde ne duruyorlar, sinyal verseler ya? Güldüm: - İşte verdim ya orgeneralim, sinyal daha nasıl verilir? Gürsel, hücum emri verecek bir kumandan gibi koltuğunda doğ­ ruldu:

1 90

- O halde siz hazırlanın, harekete geçeceğiniz zaman beni de ara­ nızda ve başınızda bilin...

Bu karşılık, içimde o ana kadar mis lini tatmadığım bir başka ferahla­

yış yaratnuştı. Sanki ihtilal olmuş ve zafere ulaşnuş gibi gelmişti bana ..

İhtilali kim yaptı, kim daha önce örgüt üyesiydi, 27 Mayıs'ta asıl kimin hakkı vardı, tartışmalarının yoğunlaştığı 27 Mayıs son­ rası dönemin en ilginç açıklaması ise, "Yedek Asteğmen Niyazi Gölgenin Arkasındaki Adam" imzasıyla yayımlandı. Yedek subay ozan Ümit Yaşar Oğuzcan'ın kaleminden izleyelim: Yıl, 1957-58 arası/Bendeniz o tarihte yedek subayım/Bir akşam mahfelde albayımla tavla oynuyoruz/Albayımın zan kuvvetli/Bense tek kapıya gele atıyorum/Bir malşans ki sormayın?/Hala hatırımda­ dır/Son partiyi nasıl verdiğim/Uğursuz kemik, üç açığı göreme­ dim/Neyse lafı uzatmayalıml1htilale gelelim/Mars olup tavlayı kapa­ tınca albayıma dedim ki:/Albayım, dediml1şler çok ters gidiyor. Mille­ tin malşansı aşikar/Adamlar da iyice azıttılar/Şöyle bir komite kursak da helalinden bir ihtilal yapsak/Ne dersiniz?Albayım akıllı adam ta­ bii/Hemen uzağı gördü/Olur asteğrnenim dedi/Yapalım, safamız ol­ sun/Cebimizdeki çakılan çıkardık/Üzerine yemin ederek/Kurduk ilk ihtilal komitesini/Albayıma dedim ki:/Albayım dedim/Pilavdan döne­ nin kaşığı kırılsın/Sen Münif Paşa'ya çengeli at/Ben Hızır Paşa'ya ata­ rım/Sonra Talat'a, Sami'ye, Sezai'ye/Sıtkı'yı, Orhan'ı, Münir'i de unut­ mayalım/Albayım tamamladı:/Cevdet'le Celal de var/Fahri Paşa da var/Hele Alparslan'a söylemezsek olmaz/Alıngandır, darılır, kızar. /Neyse çengeller birer birer atıldı/Hepsi komiteye katıldı. Ben tevazu­ um dolayısıyla ön planda görünmüyordum tabii/Fakat bütün ipler be­ nim elimdeydi. Planı ben hazırlayacaktım/Alarmı ben verecektim/Ön­ ce bir güzel yüzümü yıkadım/Sonra kollan sıvadım/Durumu derhal anladım/Ve işi planladım/Parola K2R. Yani temizlik ve leke ilacı/O da yetmezse Vim, Omo, Mintaks, Fay. Gelgelelim, son anda bana oyun etti albay/İhtilalden on gün evvel terhisim çıktı/Yoksaaa işler başka türlü olacaktı/Ben bunları yıllardır tevazuum dolayısıyla ifşa etme­ dim, fakat baktım ki gerçekler saklanıyor,/Herkes kendini ihtilalci sa­ nıyor/Oysaki ihtilali biz yaptık/ Onu bunu anlamam/ İmza: Yedek As­ teğmen Niyazi-Gölgenin Arkasındaki Adam! Biz dönelim, "Gölgenin Arkasındaki Adam"dan, "gölgedeki adam"a. . . Yani Dündar Seyhan'a! Emekli Topçu Albay Seyhan, 1 954 yılında yüzbaşı iken Kabi­ bay'la temelini attığı örgüte Cemal Madanoğlu Paşa'nın alınışına

191

kızıyordu ve ilk yemini birlikte ettikleri Kabibay'a soruyordu: - Başka bir paşa bulamadın mı? Bulmasına bulmuşlardı. . . Koçaş sayesinde Cemal Gürsel Pa­ şa'yı bulmuşlardı, ama o sırada beklenmedik bir olay, ihtilali bü­ yük başsız bırakmıştı: Cemal Gürsel'e "izin" veriliyordu milli savunma bakanı tarafın­

dan ... İşin garibi izin başvurusu bizzat Cemal Paşa tarafından ya­ pılmıştı ve komitenin de bundan haberi olmamıştı. . . Niçin izin istemişti Cemal Paşa? Olaylar tırmanıyordu . . . Millet, başta öğrenciler olmak üzere ufak ufak sokaklara dökülüyordu. Gazeteciler, yaşlarına başlarına bakılmaksızın Hüseyin Cahit Yalçın gibi yetmişliğinden, Vatan gazetesi sahibi Ahmet Emin Yal­ man'ına kadar teker teker içeri alınıyordu. Gazeteler kapatılıyor­

du. Muhalefetin sesini kısmak için her türlü önleme başvurulu­

yordu. İsmet Paşa'nın Eskişehir'e giderken bindiği tren Sivrihisar kasabasında vali tarafından durduruluyordu. Paşayı kente sok­ mamak için emir alan bir albay ve iki binbaşı, bu onur kıncı uy­

gulamaya başvurmaktansa ordudan ayrılmayı yeğ tutmuşlardı.

Bayar da bu subayları tutuklatmıştı. Gürsel, yasal olmayan bu tu­ tuklamayı kaldırtmak için çıkış yapmıştı. Çıkışı olumlu sonuç vermemişti. Emir, Çankaya tepesinden geliyordu . . . Gürsel bu işe çok kızmış, "Başımıza gelmedik haller mi kaldı?" diyerek ordu­ dan aynlmaya karar vermişti. İzin hakkını kullanacaktı. İzni bitin­ ce de zaten emeklilik süresi gelecekti. Ama hükümet ordu içinde huzursuzluğa yol açar gerekçesiyle Gürsel'in dilekçesini önce ha­ sır altı ediyordu. Bu arada öğrencilerin sokaklara döküldüğü, ihtilal provaları­

nın ufak ufak başladığı bir dönemde bir 3 mayıs sabahı Gürsel

makamına geldi ve "izinli" olduğuna ilişkin bakanlık emriyle kar­ şılaştı. Haber hemen duyuldu . . . "Faik Bey" koduyla anılan Gürsel ile komite arasındaki ilişkiyi sağlayan Türkeş, Osman Köksal ve Suphi Karaman'la birlikte pa­ şaya koştular. - Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz, sonra başımıza gelmedik haller mi kalır paşam? diye yalvardılar. Ama yapacak bir şey yoktu. Cemal Paşa'nın izni kabul edilmişti. Gürsel o gün, iki ayn yazıyı kaleme aldı. Birisi, en küçük birlik­ lere kadar ulaştınlmak üzere, bir veda mesajıydı. Öteki de milli

savunma bakanına yazılmış 13 maddelik yumuşak (!) bir muhtı­ ra . . . Muhtıranın asıl adresi Başbakan Adnan Menderes'ti. Celal

1 92

Bayar'ın cumhurbaşkanlığından alınıp, Menderes'in bu göreve getirilmesi isteniyor, "kötüye gidişin baş sorumlusu" olarak Cum­ hurbaşkanı Bayar gösteriliyordu. "Aziz Vekilim" diye başlayan mektup saygılı bir dille kaleme alınmıştı ama pek de yenir yutulur cinsten değildi. "Kayseri olaylarından sonraki gelişmeler, vatandaşın ruhunda hükümete karşı derin tesirler ve hoşnutsuzluklar yaratmıştı. He­ le ordunun öğrencilere karşı akılsızca kullanılması, işin vahame­ tini artırmış, korkulan şey olmuş, ordu politikaya karıştırılnuştı.

n

"Muhterem Vekilim" diye devam ediyordu Cemal Paşa'nın mektubu: Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum, iyi düşü­ nünüz. Memlekete çok şeyler yaptığınız muhakkaktır. Fakat bu asla kafi değildir. Bu yaptıklarınızı müstemleke idarecileri de yapar, yapı­ yor ve yapmıştır. Asıl mühim olan, toplumun ruhunda yaşama zevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve va­ tandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar, bu yolda olmadığınızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusuyla yaptıkları masumane tezahürata karşı kıtalar sevk edilmesi ve onla­ rın

desteğiyle emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kadar gire­

rek talebeleri, profesörleriyle beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi, dünyada görülmemiş feci bir şeydir. O hengamede kız talebe­ lerin yürekler parçalayan çığlıklarının, analar, babalar ve halk huzu­ runda yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük bir hata ve hazin bir gaflet olduğuna kaniyim. Bi­ zim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesin­ den ve kemalinden memnun olmamız gerekmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz, müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz? Sayın Vekilim, maruzatım, muhakkak ki, çok mü­ him ve hatta çok cüretkaranedir. Fakat memleket için, milletin sela­ meti için, hükümet ve hatta partinizin kurtarılması için dikkate alın­ ması lazımdır ve hatta çok zaruridir.

Kara Kuwetleri komutanının maruzatı arasındaki "ciddi ted­ birler" 13 maddede sıralanıyordu ve daha 1 . maddeyi okuyan ba­ kan Ethem Menderes'in yüzü kararmıştı. Şöyle diyordu 1 . madde: Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Çünkü bütün fenalıkların bu zat­ tan geldiği hakkında memlekette umumi bir kanaat vardır.

1 93

Gürsel, Bayar'ın yerine cumhurbaşkanlığına Menderes'in geti­ rilmesini öneriyordu.

(27 Mayıs'tan sonra metni açıklanan mek­

tuptan , bu cümle çıkarılmıştı. . . ) Gürsel'in istediği önlemler arasında daha sonra gelenler, ilk maddeye göre hayli yumuşak sayılırdı.

Şimdiye kadar çıkan tüm antidemokratik yasaların kaldırılması,

kabinenin ılımlılardan oluşturulması, büyük kent valileri ile emni­

yet müdürlerinin ve sıkıyönetim komutanlarının değiştirilmesi, tu­

tuklu gazetecilerin af yasasıyla salıverilmeleri, gözaltına alınan

gençlerin bırakılmaları, hükürnet büyüklerinin suni kalabalıklarla karşılanmalarına son verilmesi, yolsuzlukların önlenmesi, vatanda­ şa eşit işlem yapılması, din sömürücülüğünden vazgeçilmesi, gibi ... Savunma Bakanı Ethem Menderes, bu muhtırayı adresine ilet­ mek yerine çekmecesine kitlemekle yetindi . . . Bu arada ağzını da kilitledi . . . Başbakan Menderes böyle istemişti. . . Olay örtbas edil­ meliydi. Gürsel izin alıp bir an önce lzmir'deki evine kapanırsa rahat edeceklerdi. Veda mesajının birliklere yayılması da Genelkunnay Başkanı Erdelhun tarafından önlenmeliydi. Önlendi de. Böylece büyük başsız kalan komiteciler, şimdi ne yapacaklardı? Bir kez ok yaydan çıkmıştı. İhtilal adım adım yaklaşıyordu. İstan­ bul' dan acele gelen Orhan Kabibay, Ankara ekibinden Sezai Okan'ın kız kardeşine ait doktor muayenehanesinde ekibi topladı. Alparslan Türkeş, Sami Küçük, Muzaffer Yurdakuler ve Ekrem Acuner ihtilalin bu beklenmedik kalp spazmına ilaç aramaya baş­ ladılar. . . Ama aralarında ilaç için general rütbeli bir tek kişi yoktu! İhtilale katılacak olan birlikler ya diretirlerse . . . Ve "General ol­ mazsa, yürümeyiz" derlerse . . . Şimdi ne yapılacaktı? Herkes tanıdığı

generallerin adlarını çıkarmalıydı! Muzaffer Yurdakuler Orgeneral

Fahri Özdilek'i tanıyordu anla, o da sıkıyönetim komutanıydı . . .

- Aynı karargahta çalıştık, beni sever, güvenir, isterseniz bir sondaj yapayım, dedi. Bir de başka bir generali tanıyan arkadaşı vardı: Albay Bekir Ecevit. . . Ecevit vasıtasıyla Cevdet Sunay Paşa'ya da açılabilirdi. Orhan Kabibay bir başka Cemal Paşa'nın adını ortaya attı: - Kore'de aynı tugayda bulunduk, mert adamdır, Cemal Mada­ noğlu. Doktor muayenehanesinde toplanan konsültasyon ekibi, om­ zundaki yıldız sayısı dört olan Fahri Paşa'dan işe başlanmasını, eğer yoklama olumsuz çıkarsa Cemal Paşa ile Sunay Paşa üzerin­ de çalışılmasını kararlaştırdı.

1 94

555 K Doktor muayenehanesinden omuzlan yıldızlı ekip Kızılay'a çıktığı zaman saat 18'e yaklacşıyordu ve Atatürk Bulvan'nda ola­ ğanüstü bir kalabalık toplanmıştı. Atlı polisler ile askeri birlikler de bulvarın iki yakasına dizilmişlerdi. Belli ki, gene bir gösteri vardı. Aslında gösteriyi, Demokrat Partililer düzenleyeceklerdi. Memurların dağılış saatinde bulvara bir grup DP Gençlik Kolu üyesi birikmişti. Ancak olayı daha önceden haber alan CHP Gençlik Kolları, üniversitelere haber salmıştı. Ankara'nın her kö­ şesinde bir parola dolacşıyordu: 555 K. .. Beş mayıs, saat beşte, Kı­ zılay' da buluşalım. O saatte, Cumhurbacşkanı Bayar ve Bacşbakan Menderes, Mec­ lis dönüşü Çankaya'ya çıkarlarken, toplanan DP'li gençler alkış tutacaklar, hükümete moral vereceklerdi . . . Gelgelelim, muhalefe­ tin 555 K sloganı öylesine yayılmıştı ki, DP'lilerin, Altındağ'dan, Cebeci'den topladıkları gençler, bulvarı dolduran insan selinin içinde eriyip gitmişti. . . Siyasi polis durumun farkındaydı. Bayar ve Menderes bulvar­ dan arabalarıyla geçtikleri takdirde mutlaka bir olay çıkacaktı. . . B u nedenle Lozan Meydanı'ndaki trafik polisi uyarılmıştı. Kon­ voy, Ulus yönünden gelirken yolu değiştirilecek, "Büyüklerimizin Atatürk Bulvan'ndan geçişleri" önlenecekti. Saat 1 7.55 sıralarında Lozan Meydanı'ndaki polis memuru dü­ düğünü çalıp Ulus yönünden gelen plakasız siyah arabayı bulva­ ra paralel olan Necatibey Caddesi'ne yönlendirmek istedi. Araba­ da, Bayar, Menderes ve Meclis Bacşkanı Koraltan ile özel koruma polisleri vardı. Arkadan gelen kırmızı plakalı arabada ise İçişleri Bakanı Namık Gedik ile Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu. . . Cumhurbacşkanının makam arabasının şoförü Emin Efendi, trafik polisinin gösterdiği yönde, Necatibey Caddesi'ne doğru di­ reksiyon kırarken, arkasından bölmeli camın yumruklandığını hissetti. Bayar: - Ne diye yolunu değiştiriyorsun, doğru gitsene, diye Atatürk Bulvan'nı gösteriyordu. Emin Efendi şacşırmıştı. O sırada DP'li organizatörler de durak­ sayan arabaya yanacşmak istediler ama, Bayar ile Menderes'i yo­ lundan saptıramadılar. Konvoy bulvara daldı . . . Ortalık bir ana baba günü halindeydi. Bayar, DP 11 Merkezi önüne yaklacştıklarında Emin Efendi'ye

1 95

"dur" işareti verdi. Kendisi sol kapıdan, Menderes de sağ kapıdan çıktılar. DP İl Merkezi'nin pencerelerinde birikenler alkış tutma­ ya başlayınca tüm bulvarı birden bir "yuuuh" sesi kapladı. Bir iki adım atan Bayar şaşırdı. O sırada kendisine doğru yürüyen altmış yaşlarında gözlüklü bir adam da "yuh" çekiyordu. Polisler, bu alt­ nuşlığı kargatulumba ederlerken, Bayar, yanı başındaki özel ko­ ruma polisi Yusuf Ziya'ya sordu: - Kimi yuhalıyor bu adam? Yusuf Ziya yanıt verdi: - Yuhalayanları yuhalıyormuş efendim, kendisini götüren po­ lislere öyle diyordu... - Yuhalayanları mı yuhalıyormuş? Öyleyse bulun o zavallıyı, fazla incitmesinler! Adnan Menderes ise, çevresindeki polislerin arasında, almış başını Güven Parkı'na doğru ilerliyordu. Bir yandan da "yuh" çe­ kenlere bağırıyordu: - Ne istiyorsunuz? Bir Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi yanıt verdi: - istifanızı istiyoruz! Kravatı bir yana kayan başbakan bu kez göğsünü açmıştı: - Öldürecek misiniz beni, hadi, öldürün bakalım! - Biz katil değiliz, diye bir ses yükseldi. Kalabalık tempo tutmaya başladı: - Kaatil hükümet, kaatil hükümet! Halk niçin böyle bağırıyordu? 28 nisanda, İstanbul Beyazıt Meydanı'ndaki öğrenci gösterilerinde polisin ateş açması sonucu bir kişi öldürülmüştü . . . Sonradan adı cadde ve gemilere verilecek olan 1\ıran Emeksiz . . . 1. Şube Müdürü Niyazi Bicioğlu, başbakanı yol kenarında du­

ran siyah bir Volkswagen arabaya bindirmeye çalı şıyordu. Araba , Hü rriyet gazetesi Ankara temsilcisi Emin Karakuş'a aitti. Kara­ kuş, "Menderes arabama nasıl sığındı?" başlıklı şu haberini, an­

cak 27 Mayıs'tan sonra gazetesine yazabilecekti: Bulvara bakan büromdan olaylan gözlüyordwn. Birden gözüme da­ ha taksitlerini ödemediğim ve yeni aldığım Volkswagen çarptı. Araba­ mın

çe"Tesi atlı polislerden geçilmiyordu. Kurtarmak için dışarıya fırla­

dım. Arabaya varıp zorbela içine oturduğwnda Adnan Menderes, polis­

lere talimat veriyordu, "Yakalayın şunu, tutun şunu, bu ne rezalettir" di­ ye bağırıyordu. Marşa bastım. nerlemem mümkün değildi. O sırada yan kapı açıldı. Birisi, "Sayın başvekilim, lütfen arabaya girin" diyerek Men-

1 96

deres'i benim yanıma oturtmaya çalışıyordu. Başbakan hiç niyetli değildi. Arabanın damını yumrukluyor, çevresindekilere bağırıyordu: - Yuh, ne demek ulan, yuh bana mı? Gaza bastım, kalabalığı yararak uzaklaştım. Menderes'i, 300 metre ötede postane önünde bıraktım. Kendisi böyle istemişti.

Kızılay'daki olaylar, en az Menderes kadar, Bayar'ı da öfkelen­ dirmişti. O hava içinde Başbakanlık makamına gelen dörtlü, Bayar, Menderes, Gedik ve Atıf Benderlioğlu, ne yapılması gerektiğini görüşürken, bulvardan yükselen "hükümet istifa" uğultulan ba­ kanlıklara kadar ulaşıyordu. Bayar, suçu !çişleri Bakanı Namık Gedik'e yüklemek istedi: - Neden vazifeni yapmıyorsun? Ne yapacaktı Gedik? Bayar'ın yanıtı ilginçti: - Hoparlörle ilan edersin, dağılın dersin, bizden olanlar dağılır. . . Dağılmayanlara da ateş edersin! Yani? Bayar'ın sık sık kullandığı Arapça bir deyim: "Tenkil! " Yani? "tmha. . . Yok etme! Ortadan kaldırma. . . " O sırada odada bulunan Başbakanlık özel kalem müdürü, Ba­ yar'ın sözlerini böyle naklediyordu. Bayar ise yüz yaşını doldurduktan sonra gazeteci Cüneyt Arcayü­ rek'in bu olaya ilişkin sorusunu değişik bir biçimde yanıtlayacaktı: Namık Gedik'e benim sözüm şu oldu: Bu kabil ahvalde ne yapıla­ cağını ve vazifeyi Türk Ceza Kanunu tayin eder. Vazifeni yapman la­ zım. Halka ilan edersin, dağılın dersin, dağılmazsa ateş ettirirsin . . . Ateş var tabii, ama kanun hükümleri dahilinde. Havaya!

Cumhurbaşkanı, Türk Ceza Kanunu'nu o anda, bulvarda bulu­ nan içişleri bakanına mı uygulatmak istemişti? Ateş! .. Ama hava­ ya! Bu "havaya" sözü ya havada kalmıştı ya da o akşam Başba­ kanlık'ta bulunanlar tarafından pek duyulmamıştı. Bayar'a gelin­ ce Türk Ceza Yasası ile Polis Görev ve Yetki Yasası'nı kanştınyor olmalıydı! Ama bilinçli bir kanştırmaydı bu . . . Kafasındaki "ceza" kavramı, muhalifleri için hiç değişmedi. . . Komünistlik yapan "imha" edilmeliydi. Bayar, yüz yaşını aştıktan sonra da aynı kafadaydı!

197

Paşalar kapısı lstanbul'dan gelen Orhan Kabibay, 555 K akşamı yanına Kur­ may Albay Muzaffer Yurdakuler'i alarak trene bindi. Yurdakuler, Kore Tugayı'nda birlikte çalıştıklan İstanbul Sıkı­ yönetim Komutanı

Fahri Özdilek Paşa'yla görüşecek, kendisine

ihtilal komitesinin liderliğini önerecekti. Ekip ertesi gün saat 2'de Kadıköy iskelesinde, Davutpaşa Kışlası'ndan gelen Binbaşı Or­ han Erkanlı'yla buluştu. Yurdakuler, Sıkıyönetim Komutanlığı'na gitmeden önce arkadaşlarına veda etti: - Şansınuz yaver giderse akşama Levent'te Erkanlı'nın evinde buluşuruz, gitmezse, hakkınızı helal edin, dedi. İhtilal komitesinin iki Orhan'ı, Levent'teki evde beklemekten bunalnuşlardı. Yurdakuler' den hiç ses çıkmıyordu. Karargaha git­ meye karar verdiler. Arkadaşlarını sordular. Nöbetçi subayı: - Paşanın yanında, yanıtını verdi.

- Ne kadar oluyor içeri gireli?

- Aşağı yukarı iki buçuk saatten fazla! Önce içlerine bir kuşku düştü.

Az sonra karşılannda Yurdakuler'i görünce rahatladılar. - Paşa ne dedi? - Varım demedi ama, sırtımı sıvazladı! Yurdakuler'in anlattığına göre,

Fahri Paşa da iktidardan uzun

uzun dert yanmıştı. İçişleri bakanının peşine adam taktığından söz etmişti. Hatta bir ara "Ne olacak memleketin hali?" diye sor­ duğu zaman, Yurdakuler kendisine açılıvermişti. Cemal Paşa'nın aynlmasıyla doğan boşluğu doldurduğu takdirde, bir ihtilalle her şeyin iyi olacağını söylemişti. Ama

Fahri Paşa da bütün diğer

yüksek rütbeli komutanlar gibi ihtilal yolunu tehlikeli bulanlar arasındaydı. "Bu yolu açmamak lazım" diyordu. Menderes'in daha fazla dayanamayacağını, eninde sonunda is­ tifa etmek zorunda kalacağını söylüyordu. Savunma Bakanı Et­ hem Menderes de bu kanıdaydı ve kendisine çıtlatmıştı. ihtilalciler,

Fahri Paşa' dan olumlu yanıt almasalar bile, Yurda-

kuler'i tutuklatmayıp, kapıya kadar uğurlamasını, hatta sırtını sı­ vazlamış olmasını hayra yoruyorlardı. Yurdakuler bu kez arkadaşı Albay Bekir Ecevit'i, Cevdet Su­ nay'a gönderdi. Acaba Sunay Paşa "baş" olmayı kabul edecek miydi? "Hayır" diyecekti:

1 98

- Bu şekildeki hareketler tehlikelidir, vazgeçin bu ihtilal sevda­ sından. Esasen hükümet bir haftaya kadar istifa edecek! Sunay, demokratik süreç içinde çarenin tükenmeyeceği görü­ şünü savunuyordu. Ama ordu içindeki ihtilal girişimlerini ihbar etmeyi de düşünmüyordu. Böylece, ilerisi için daha büyük bir ka­ pıyı da açık tutmuştu . . . Nitekim Gürsel'den sonra oturacağı ge­ nelkurmay başkanlığı, kendisini bir üst rütbeli makam haline ge­ len Cumhurbaşkanlığı koltuğuna eninde sonunda yaklaştıracak­ tı! Sunay da sabreden derviş paşalardan biriydi.

Bir başka Cemal Paşa 14 mayıs 1960 . . . Türkiye'nin siyasal tarihi aynı zamanda "demokrasiye geçiş dönemleri" tarihidir. Her on yılda bir fırtınalarla karşılaşan bu ge­ çiş dönemlerinin en önemlisi de 14 mayıs 1950'dir. Demokrat Parti'nin, halk oylarıyla, yirmi yedi yıllık CHP egemenliğine son verişi, demokratik iktidar takvimindeki başlangıç sayılır. İşte bu başlangıcın onuncu yıldönümünde bir 14 mayıs 1960 sabahı Çan­ kaya Köşkü'nde havaya bir baston kalktı. . . Sapı i ç içe geçmiş "D" ve "P" harflerinden oluşan bastonun sa­ hibi Cumhurbaşkanı Bayar: - Çabuk, dedi, bana Muhafız Alayı komutanını çağırın! Bayar'ı öfkelendiren ve DP amblemli bastonunu havada savur­ tan mektup "Astsubay Kıdemli Başçavuş Ahmet" imzasını taşı­ yordu . . . "Sayın Reisicumhurum" diye başlayan mektup kısaydı: Belki bu mektup zatınıza ulaşmadan her şey olup bitecek. Burada bir isyan olacağı şüphesizdir. Bize verilen malumata göre, Muhafız Alayı kumandanınız Osman Köksal ile milli müdafaa vekilinin yaveri Adnan Çelikoğlu ve Ankara'da birçok subay hükümet darbesini he­ nüz yapmamışlarsa, ellerinizden öperim. Bize de burada emirler ve­ rildi. Tanklar, motorlu kıta komutanları bunu yapacaklarmış. Bunları çok acele söylüyorum. Astsubay Kıdemli Başçavuş Ahmet 12 mayıs 1960

Osman Köksal, bir süre önce komitenin bir taktiğiyle Erkan Şubesi'ndeki görevinden, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı ko­ mutanlığına atanmıştı. . . İhtilalin bu kilit noktasını tutma planı da geriye bir rastlantı sonucu uygulanmıştı. Komite, Çankaya'daki

1 99

kilit noktaya mutlaka sağlam bir adam getirmeyi daha baştan dü­ şünüyordu. . . Öyle ya, Enver Paşa, Babıfili'yi basmadan önce "uşak taburu" diye adlandınlan muhafız birliği komutanlarını de­ ğiştirtmemiş miydi? Bunun için de Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı ayarlamıştı. Baskın bu nedenle kolay olmuştu. . . İttihatçıların bu deneyini şimdi komiteciler de uygulayacaklardı. . . O sırada De­ mokrat Parti'nin Çankaya ocak başkanı aynı zamanda, Çankaya llkokulu'nun da müdiresiydi. Muhtar seçimlerinde Muhafız Alayı subaylarının siyasal eğilimlerini saptamak için kurnazca bir yön­

teme başvurmuştu. Gerçi subayların oy hakkı yoktu ama, eşleri­

nin verecekleri oylardan bir sonuca varabileceğini düşünüyordu.

Subay lojmanlarına dağıttığı DP adayının oy pusulalarına topluiğ­ neyle birer delik açmıştı. Sandıktan çıkan subay lojmanı sakinle­ rinin oyları bu delikli pusulalar sayesinde anlaşılacaktı. Nitekim anlaşıldı. .. Delikli pusula sayısının bir elin beş parmağından az ol­ duğunu saptayan müdire, durumu bir raporla cumhurbaşkanına bildirdi. Böylece Muhafız Alayı komutanının öteki tüm subaylarla bir­ likte değiştirilmesi gereği doğdu. Bayar, Milli Savunma Bakam Ethem Menderes'e, o da yaveri Adnan Çelikoğlu aracılığıyla ata­ maların yapıldığı Erkan Şubesi'nin başkanı Osman Köksal'a baş­ vurdu. Güvenilir adayların isimlerini istedi. Genç bir komutan aranıyordu. Genç ve enerjik. . . Köksal, yedi kişilik liste sundu. Tabii hepsi ya komite üyesi ya da komitecilerin buyruğundan ayrılmayacak yapıda subaylardan oluşan bir listeydi. Başta Sezai Okan ile Suphi Karaman'm adlan geçiyordu. Savunma Bakanı Ethem Menderes, daha başlangıçtan beri ko­ mitenin adamı olan yaveri Adnan Çelikoğlu'nu çağırdı. - Yahu, dedi, günlerden beri Muhafız Alayı'na uygun bir ku­ mandan arıyoruz, Köksal'ı niye akıl edemedik? Yaver Adnan, ne diyecekti ki? - Fevkalade yerinde bir düşünce! Ancak kendisi Erkan Şubesi başkanı olduğu için, herhalde kendi adaylığını kendisi koyamaz­

dı. Üstelik siz genç olsun, demiştiniz, aday seçimini yarbaylar arasından yaptık. Ethem Menderes, gülümsedi: - Ben sayın cwnhurbaşkanma, Albay Köksal'ı önereceğim, dedi. Çelik oğlu:

- isabet buyurursunuz, yanıtım verdi. Muhafız Alayı komutanlığı sorunu çözülmüştü. Atamalar mer-

200

kezi olan Erkan Şubesi kilidine de anahtar olarak Suphi Karaman getirilirken, ihtilalin uygulama aşamasındaki en önemli anahtarı da Osman Köksal'm eline geçmişti. Şimdi 14 mayıs 1960 sabahı, "Astsubay Kıdemli Başçavuş Ah­ met" imzasıyla Bayar'm önüne gelen ve bastonunu şaha kaldır­ tan mektup, bu kilidin yeniden değiştirilmesine mi yol açacaktı? Aynı gün Kızılay'daki gösteriler sırasında hüki.imete karşı bildiri dağıtan üç subayın tutuklanması haberi Köşk' e ulaştığında cum­ hurbaşkanı,

"Öp babanın elini" demekten kendini alamamıştı.

Halk Partisi bu orduda bir şeylere oynuyordu.

Son İttihat Terakki komitacısı bu kanıdaydı. DP amblemli bas-

tonuyla masaya, çat çat vururken, kapı da vuruldu. Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal gelmişti.

Komutan askerce selam verdi. - Oturun! Oturdu. Bayar mektuptan söz etmeden konuya girdi: - Kumandan! Bizim alayın Halk Partililerin elinde olduğuna dair söylentiler artmaya başladı. Ne dersin? Köksal, şaşırmamıştı. Çünkü Köşk'e giden "astsubay" imzalı ihbar mektubu Milli Emniyet'teki komiteciler tarafından öğreni­ lince Köksal'a da gerekli uyan yapılmıştı. Muhafız Alayı komutanı hiç renk vermeden soruyu yanıtladı:

- Sayın cumhurbaşkanım , Muhafız Alayı emirlerime harfiyen

uyar. Son derece disiplinlidir. Bu kanşıklıklarda çok şeyler söylene­

bilir. Hatta sahte ihbarlar da yapılabilir. Bunlar, karşı tarafın ustaca taktikleri de olabilir. "Muhafız Alayı bizdendir" gibi söylentileri ya­ yarak, alayın tümden değiştirilmesini de sağlamak isteyebilirler! Odada cumhurbaşkanının yaveri de bulunuyordu. Bayar, sözü bir ihtilal olasılığına getirdi: - Eğer bir ihtilal olursa, böyle bir ihtimal dahilinde, bir plan ha­ zırladınız mı, Köşk'ü savunmak için? - Elbette, dedi Köksal. Köşk'ün çevresini güçlü bir ihtiyat kuvve­ tiyle muhafaza altına alacağız. Çevre müdaafasında tatbik edilen sisteme göre, büyük ölçüde ihtiyat kuvveti ayıracağız! Diyelim ki

müdafaadan ümit kesildi, bu takdirde sayın cumhurbaşkanını biz­

zat bölük kumandanının idare edeceği bir tanka bindirmek gereği

doğacak. Tehlike bölgesi bu tankla aşıldıktan sonra da, arabayla, ih­ tilalcilere mukavemet eden birliklerin yanına götürülecek. Tabü bü­ tün bunlar en kötü ihtimallere göre hesaplanmış planlar! Bayar'ın aklı tanka takılmıştı. Sordu:

201

- Neden doğrudan otomobilime binmiyorum da, tanka bindiri­ liyorum? Köksal, tehlikenin kucağına savunması olmayan bir araçla atı­ lamayacaklarını, kurşun geçmez tankın en güvenli araç olduğunu anlatmaya çalıştı. Köksal, aslında böyle bir planı, ihtilal komitesinden Sezai Okan'la birlikte hazırlamıştı. Bayar'ın bineceği tankın bölük ko­ mutanını bile saptanuştı: Yüzbaşı Erek. Ne var ki, yüzbaşının gö­ revi, Bayar'ı kaçırmak değil, ihtilal karargfiluna götürüp teslim et­ mekti. Celal Bayar, iktidarının onuncu yıldönümünü kutlamaya hazır­ landığı 14 mayıs 1960 sabalu, Muhafız Alayı Komutanı Köksal'ın

savunma planı önerisinden memnun kalmıştı. İhbar mektubu

üzerinde fazla durmadı.

Karşı tarafın, komünist metotlarına başvurarak "korku" yarat­ mak istediği kanısına vardı! Köksal da rahatladı. Ama bu geçici bir rahatlıktı. Hemen o gün Sezai Okan'a haber saldı: - ihtilale bir an önce başlamazsanız, hepimiz yakayı ele veririz, Köşk'te kıpırdanmalar var. Haberiniz ola! Bir an önce başlamak! Söylemesi kolaydı ama, ne Sunay ne de Fahri Paşa baş olmaya evet demişlerdi. Baş olmadan nasıl başlayacaklardı ihtilale? Aynı gün, yani 14 mayıs 1960'ta yarbay rütbeli bir subay Kara Kuvvetleri Komutanlığı'run ikinci katında, Lojistik Dairesi başka­

nının kapısını tıklatıyordu. General Cemal Madanoğlu, karşısında

Kore'den tanıdığı Orhan Kabibay'ı görünce sevindi:

- Gel ulan Orhan, dedi, iyi ettin de geldin. Zaten canım sıkılı­ yordu. Ne olacak memleketin bu hali? İçinden, "Tamam" diye geçirdi Orhan Kabibay, "bir Cemal Pa­ şa'yı kaybettik, bir başka Cemal Paşa'yı bulduk. Ne varsa Ce­ rnal'lerde var!" Doğrudan doğruya konuya girdi: - Paşam, dedi, ben de aynı soruyu size soracaktım, bu işler ar­ tık siyaset yoluyla düzelir mi, yoksa memleketi kurtarmak için bir ordu müdahalesi gerekmez mi? Madanoğlu: - Galiba bu iş ordu müdahalesine gidiyor, diye yanıtladı soruyu. Kabibay içinden, "Aferin" dedi, "bildiniz!" Ve devam etti: - O halde dinleyin paşam! Ben aslında size buraya önemli bir teklifte bulunmak üzere geldim. Cevabınız evet olursa, tarihe, va-

2 02

zifenizi yapmış haysiyetli bir paşa olarak geçersiniz. Hayır olursa, ifşa edeceğim sım ölünceye kadar muhafaza edecek kadar mert olduğunuzu biliyorum. Madanoğlu meraklanmıştı: - Nedir ulan, dedi, çıkar ağzındaki şu baklayı! Kabibay baklayı çıkardı: - Biz ihtilale karar verdik. Güçlü bir teşkilatımız var. Her an müdahaleyi yapabiliriz, bizimle var mısınız? Madanoğlu yutkundu: - Biz, dediğin kimlerdir? Kabibay fazla açılmak niyetlisi değildi: - Paşam, aramıza katılmayı resmen kabul etmedikçe, arkadaş­ ların adlarını vermeye yetkili değilim, dedi. Madanoğlu ise güvence istiyordu: - Yahu, iyi hoş ... Ama bak şimdi Orhan, ben akşamları yatağa yat­ tığımda, ah bir tümenim olsa şöyle yapar, böyle eder diye hayale da­ larım, lakin bu iş hayal kurmaya benzemez ki. Şimdi sen diyorsun

ki, biz tamamız, ben bu laf üzerine birdenbire nasıl karar vereyim?

Yanlış anlama, seni sever, güvenirim, lakin sen bir şube müdürüsün.

Ben de tümeni olmayan bir Lojistik başkanı. Elimizde ne kuvvet var, bilmeden, etmeden biz ne bok yeriz? Ne halt ederiz? Kabibay'a göre ihtilal çantada keklik gibiydi: - Her şey hazır paşam, aslında siz olsanız da olmasanız da bu

iş yapılacak. Benim istediğim, sizin de aramız a katılmanız! Madanoğlu fırsatı kaçırmak istemiyordu:

- Yahu, bari bir gece müsaade et de düşüneyim, dedi. Kabibay, Cemal Paşa'nın eğilimini saptamıştı ya, o da zaman kaybetmek istemiyordu: - Olmaz paşam diye diretti. Derhal karar vermelisiniz! Paşa kızdı: - Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsunuz ulan? Kabibay, Cemal Gürsel'in lzmir'e gitmeden önce, "Madanoğ­ lu'yla mutlaka temasa geçin ve onayını alın " dediğini söyledi. Bu

bir kuyruklu yalandı ... Ama Madanoğlu'nun koltukları kabamuştı. - Peki ulan, dedi, şarta muallak kabul. - Ne şartı? diye sordu Orhan Kabibay.

- Bak arkadaş, darılma ama kuvvetinize, gücünüze, planınıza

bakarım, baktım ki, bana uygun değil, ben tüyerim arkadaş! Ama sizi ölünceye kadar da ele vermem. Çünkü bende kafa olmasa bi­ le altı okka taşşak var, bunu bilesiniz. Akşama bana eve gelin de kararırru bildireyim.

203

Kabibay, yanına komiteden Ekrem Acuner'i alıp akşam Mada­ noğlu'nun evine damladı. Kapıyı emir eri açtı. Paşa evde yoktu! İstasyona kadar gitmişti. O akşam Istan­ bul'dan gelecek olan karısını karşılayacaktı . "Cancan" isimli kö­ peği, kapıda dikilen ihtilalcilere hiç de candan davranmıyor, ade­ ta "gidin buradan" dercesine havlıyordu . Kabibay ile Acuner bir­ birlerine baktılar . Ne yapacaklardı? Dışarıda bekleseler, dikkati çekebilirdi .içeri girip beklemeye karar verdiler. Az sonra Mada­ noğlu nefes nefese geldi .Konuklarından özür diledi: - Bizim karı gelecekti, istasyona gittim . Ama trenden de çık­ madı! Üçlü toplantı başladı . Kabibay ile Acuner ihtilal planları hak­ kında bilgi verdiler .Muhafız Alayı'nın ellerinde olduğunu söyledi­ ler, kendilerine bağlı birliklerin durumunu anlattılar . Madanoğlu, komitede kendisinden başka general olmadığını da öğrendi ...Hfila kuşkuluydu . - Arkadaşlar, dedi, ben bu işe yetmem, omuzu daha kalabalık birisi lazım! Kabibay: - Bize rütbe değil, dört okka yürek lazım paşam, diye dayattı! Madanoğlu düşündü. Odada biraz turaladıktan sonra kararını verdi: - Peki ulan, erkeklik uğruna bu iş de olsun! Tam o sırada dış kapının kilidi oynamaya başladı .Madanoğlu kapıyı içerden kilitlemiş, bir de sürgü çelanişti. Ama dışardan bi­ risi kurcalıyordu. Sonra acı acı bir zil sesi duyuldu. Evdeki üç ki­ şi büyük bir panik içinde yatak odasına daldılar .Madanoğlu, iki komiteciyi odaya kapattı. Usulca dış kapıyı açtı. Karşısında karı­ sı vardı . . . Kocasını telaşlı bir yüzle görünce o da şaşırmıştı . - Hayrola, dedi, kapıyı niye sürrneledin? Yoksa bir yaramazlık

mı yapıyordun?

Madanoğlu'nun aklına yatak odasına sakladığı iki ihtilalci gel­

di! Yüzü kızardı. Karısı kuşkuyla yatak odasına yönelirken, odadaki ihtilalciler, o sırada balkondan sıvışıyorlardı. Tehlike atlatılmıştı ve Cemal Paşa, on ikiye beş kala, ihtilal saflarındaydı!

Bir hapishane öyküsü O gece gözüne uyku girmedi . - Ulan, diyordu, ben bu ihtilalcileri nasıl yönetirim?

204

Gözünün önüne 1930 yıllarındaki alay komutanı Ali Barut'un yüzü geldi... Barut gibi bir adamdı Ali Albay. Kışlanın yapınu için ormanlardan katırlara tomruk yükleyeceklerdi. Tomruk nöbeti

kendisindeydi. Emrine 2 1 katır vermişlerdi. Aksilik bu ya, o ak­ şam bir eğlenceye çağrılıydı. İş bitsin de bir an önce dönelim, di­ ye düşünüyordu. 20 katırla dönmüştü! Ne olmuştu 2 l 'inci katıra? Durum ertesi gün aydınlanmıştı. Meğer o katır, köyden yeni satın alınmıştı. Dönüşte Yaraş köyü yamacından geçilirken, katır alıştı­ ğı köyün yoluna sapıvermişti. Köylüler de yolu şaşıran katın as­ kerlik şubesine teslim etmişlerdi. Alay komutanı Ali Barut olayı

duyunca barut kesilmişti.

- Yahu, demişti. Bu Cemal 21 tane katırı idare edemiyor, savaş­ ta 150 askeri nasıl idare edecek? Ve takım komutanı Cemal'e 24 saat oda hapsi vermişti. Cemal Paşa yatağında bir sağa dönüyordu, bir sola. 21 katın idare ede­ meyen Cemal, şimdi sayısını bile kesinlikle bilemediği o kadar ih­ tilalciyle nasıl baş edecekti? Ya ihtilal başarıya ulaşamazsa? Ya içlerinden birisi Binbaşı Sa­ met Kuşçu'nun Dokuz Subay Olayı'nda yaptığı gibi yukarıyı uya­ rırsa. O zaman hapsi boylayacaktı. Bu işe erkeklik uğruna girmemiş miydi? "Ne yapalım" diye geçirdi içinden, "erkeklik uğruna içeri de gi­ reriz!" Gözünün önüne, gene 1930 yıllan geldi. Diyarbakır'da seyyar jandarma bölüğünde üsteğmenken, er­ keklik uğruna bir hapis macerası yaşamıştı. Anılarından izleyelim:

Diyarbakır'da arkadaşlar bara gidelim, dediler. Bar dedikleri, kah­ ve, çay, nargile içilen bir yer. Alkollü içki verilmiyor. Ama bir sahne var, kızlar şarkı söylüyorlar. Herkes daha önce başka yerlerde içip ba­ ra öyle geliyor. Bardaki kızları tanıyoruz. Özel ilişkilerimiz yok, ancak tanışıyoruz. İçlerinde bir Ferhunde var. Yolda rastladığınuz zaman konuşuyoruz. Ferhunde plakçı dükkanından plaklar alır, akşamları söyleyeceği türküleri plaklardan dinleyerek ezberler, yineler, söyler. Beni ara sıra çağınr: - Gel, Allah aşkına. . . der. Oturur sohbet ederiz. Benim sevdiğim bir şarkı var: "Ne zaman görsem onu, ayaklarım dolaşır / Gülerek selam verir, çabucak uzaklaşır. . .

"

2 05

Ferhunde, ben bara gittiğim zaman hep bu şarkıyı söyler. Bir de Necla var. Taşbebek gibi bir kız. Ama sesi yok. Bu şarkıcı kızların hepsi yaşam derdinde, kavgasında. Her biri de kendine göre, dışar­ dan bir destek, bir dayanak arıyor. Sonradan öğreniyorum, Necla'yı kolordu komutanı Kenan Paşa koruyormuş. Biz üç arkadaş orduevinde birer tek attık. Sonra bara gittik. Sah­ nede taşbebek Necla var. Bir şeyler söylüyor. Ama ben gelir gelmez, Ferhunde hemen sahneye atladı. Necla'nın yerini aldı, başladı benim şarkıyı söylemeye: "Ne zaman görsem onu, ayaklarım dolaşır / Gülerek selam verir, çabucak uzaklaşır. . . " Ben bara sivil gelmiştim. Ama bize herkes olağanüstü bir ilgi gös­ termişti. Şöyle buyrun, bu yandan gelin, diye ön sıralarda bir yer gös­ terip ağırlamışlardı. Seyircilerdeki bu davranışı anlamamıştım. Masa­ ları, sandalyeleri çekerek bize neden ayrıcalık tanıyorlardı? Kendi kendime soruyordum: - Bunlar acaba benim yarın Sürt'e gideceğimi bilerek mi böyle davranıyorlar? Oysa işin gerçeğini sonradan öğrendim. Necla'yı kolordu komuta­ m

tuttuğu için, sesi olmasa da, şarkı söylemesini bilmese de sahnede

uzun uzun okuyor. Biz geldiğimizde Ferhunde Necla'yı aşarak sahne­ ye çıktığı için bir durum değişikliği olmuş, seyirci bu değişikliği biz­ den biliyor. Şarkı bitince biz de alkışladık. Ancak alkıştan sonra önümüzdeki masada oturan 25 yaşlarında bir delikanlı bize döndü: - Bu şarkıyı alkışlayanlar enayidir! dedi yüksek sesle. Salonda çıt yok. Baktım, benim yanımdaki iki arkadaş da duymaz­ lıktan geliyor. Ben ayağa kalkıp adamın omzuna dokundum: - Bey kardeşim, ben de bu şarkıyı alkışlamış bulunuyorum, bu enayilerin arasında ben de var mıyım? Adam: - Zaten sana söylüyorum, demez mi? Herkes bize bakıyor. Kalabalık susmuş, izliyor. Ben adanun çenesine bir yumruk yerleştirdim, boylu boyunca ye­ re

uzandı.

Ama doğrulup üstüme geldi. Güçlü kuwetli biriydi. Sarılır­

sak beni altına alabilir diye düşündüm. Bir yumruk daha yerleştirdim. Savruluverdi. O ara çevreme de bakıyorum. Gerçekte kızmış, öfke­ lenmiş değilim. Durumu kurtarmak için kavga ediyorum. Çünkü son­ radan söylenti büyür, yargıya dönüşür, aşağılarlardı, Madanoğlu'nun gıkı çıkınadı diye. . . Birisi araya girse işi bitireceğim. Derken, bir leva­ zım üsteğmeni araya girdi.

206

- Aman ağabey yapma, dedi. Üsteğmen beni çok sinirlenmiş sanıyor. Neredeyse adanu öldüre­ ceğim diye telaşlanıyor. - Ulan, dedim, beni çabuk çıkar hurdan! Çıkardılar. Pardösümü bekliyorum. İnzibat subayı geldi, olayı an­ lattım. - İyi etmişsin pezevenge, dedi . . . Ancak aradan kaç dakika geçti, bilmiyorum, inzibat subayı değişiverdi: - Durum önemli, buyur karakola! . . İnzibat karakoluna geldik, oturduk. Doktor muayene etti. Orduevinde bir tek içmiştik. Aradan üç saat geçmiş. Sarhoşluk durumu yok. Derken kavga ettiğim adanu getirdi­ ler. Bağırıp çağırıyor. Sarhoş gibi. Bağırıp çağıran adam belediye başkanının oğluydu. . . Kaşının biri yok olmuştu. Belediye başkanı olayı duyunca kolordu komutanı Ke­ nan Paşa'yı aramış, Kenan Paşa da Madanoğlu'nun "içeri tıkılması" buyruğunu vermişti. Beni cezaevine gönderdiler. Baktım Cizre'deki hudut tab urunun komutanı Yüzbaşı Celal de orada. . . Daha önce duymuştum, Celal Yüzbaşı, Macit adında bir başka yüz­ başıya, hangi nedenle bilinmez, öfkelenip ateş etmiş, adamcağızı atın üstündeyken alnından vurup öldürmüş ve tutuklanmış. Yargılanması sürüyor. - Gel bakalım Cemal, dedi yüzbaşı, sen Cizre'den kaçmıştın, bak buluştuk! Bakara oynanıyor. Celal Yüzbaşı: - Buyur sen de oyna, dedi. - Ben oynamam! Oynamam olur mu? Israrla oturttular, cebimdeki tüm p aranu aldı­ lar. Bir kenara çekildim. Onlar oyunu sürdürüyorlar. Bir saat, iki saat geçti, ben ne yapacağım? Nerede yatacağım bilemiyorum. Celal Yüz­ başı ara sıra bakıyor: - Uykun gelmedi mi? diye soruyor. Bulunduğumuz yer, cezaevi kapısının köşesinde, üst katta. Tam al­ tımızda nizamiye kapısı var. O sırada bir gürültü patırtı koptu. Aşağı­ dan bir kadın sesi... Sonra nöbetçinin sesi. Pencereden uzandık, ne oluyor diye! Baktım, Ferhunde gelmiş. Bir adam tutmuş. Adanun sırtında küfe. Küfenin içinde içkiler, mezeler. Yanında bir kemancı. Saat gecenin on ikisi. Celal Yüzbaşı'ya:

207

- Bunlar bana geliyor, dedim. Yüzbaşı bağırdı: - Nöbetçi, bırak, gelsinler! Ziyaretçilerim içeri girdiler. Sofra kuruldu. Rakılar, mezeler. Başla­ dı millet içmeye, kemancı çalmaya. Bizimki şarkı söylemeye. Ferhunde mert yaradılışlı bir kadındı. Ben onun yüzünden km-ga edip, hapse düşmüştüm. O da beni unutmamıştı, "karşılığını wre)im. gönlünü alayım" diyordu. Artık hapishanede herkes bana başka türlü bakmaya başladı. Şaka değil; durum değişti. Askeri yargıç, cezaevine geliyor, benim ifademi alıyor. Ben bu askeri yargıcı taruyorum. Hastanedeyken köpekmeme­ sinden ameliyat olmuştu da inim inim inliyordu. Bir gün yatağın üs­ tünde kaldı. Ben balmuş, uğraşmıştım. Kolonyayla ovup acısını din­ dirmeye çabalamıştım, aramız iyiydi. Ama bunları anımsamıyordu yargıç. Soruyordu: - Sen sivil olsun, asker olsun, bir insanı nasıl yumruklarsm? - Beni aşağıladı, enayi, dedi! - Olsun, polise şikayet edecektin. İş, günden güne sarpa sarıyordu. Bir gün Ferhunde'den mektup geldi. Mektubu bir er getirdi. Fer­ hunde diyordu ki: - Bu işi, ifadeyle, mifadeyle çözemezsin. Kenan Paşa'ya bir mek­ tup yaz. Durumu anlat, bu mektubu getiren ere de 5 lira ver. Bu er Ke­ nan Paşa'nm kemancısıdır. Oturup bir güzel mektup yazdım. Dedim ki, Kenan Paşa'ya: "Beni tarursınız, dayım Urfa mebusu Behçet Bey, Celal Bayar'm Di­ yarbakır'a gelişinde taruştırmıştı. O sırada jandarma üsteğmeniydim, ben bu kişiyim. Şimdiki görevimde hastalandım. Tropikal malarya­ dan hastanede yattım. Tam iyileştim, göreve gidecekken bu iş başıma geldi." Olayı olduğu gibi anlattıktan ve gerçeği apaçık ortaya koyduktan sonra bağışlanmanu diledim. Ere de 5 lirayı verdim, gitti. Aradan iki gün geçti bir emir geldi: 14 gün disiplin hapsiyle paçayı kurtarmıştım. Bu iş Ferhunde yüzünden başıma gelmişti, ama yine Ferhunde beni kurtardı. Bu kadınlar, dostluklarında güçlü oluyorlar, yaşamın kurallarıru da böyle anlıyorlar.

Madanoğlu ter içinde sırılsıklam uyandı: - Saat kaç? Eşi:

208

- Sekiz buçuk, dedi, dün gece gene sayıkladm durdun, söyle bakalım bana, Ferhunde kim? Paşanın ruhu henüz bedenine girmişti. - Beni yüzbaşı iken Siirt'te hapisten kurtaran kadın, diye geçiş­ tirdi. Sana anlatmamış mıydım? Hatırlar gibi oldu eşi. Madanoğlu eski maceralarım eşinden gizlemezdi. O da zaten fazla üstelemedi: - Adını unutmuşum, dedi. Madanoğlu kalktı... Başını soğuk suyun altına tuttu. Aynadaki görüntüsüne baktı. Diyarbakır'daki yüzbaşılık döneminin gür saçları gene yerindeydi ama, kırçıllaşmıştı. - Başımızın kılı ağardı, şimdi de ihtilalciliğe bulaşıyoruz, diye düşündü. Ne yapalım, erkeklik uğruna! Acaba erkeklik uğruna düştüğü ihtilalcilik nedeniyle şimdi içe­ ri girse, Ferhunde gene kemancısıyla, içkileriyle, mezeleriyle ka­ pıya dayanır mıydı? Sahi, Ferhunde neredeydi? Acaba yaşıyor muydu? Sevdiği şarkıyı mırıldanarak tıraş olmaya başladı: "Ne zaman görsem onu, ayaklarım dolaşır I Gülerek selam ve­ rir, çabucak uzaklaşır... İhtilalcilerin ayakları çarşafa dolaşmazsa sorun yoktu. . . İhtilal­ ciliğe bulaştıkları için hapse girmelerine de gerek kalmazdı! Ya dolaşırsa? Madanoğlu, 50'sinden sonra 27 Mayıs cuntası nedeniyle değil ama 60'ından sonra bir 12 Mart döneminde Madanoğlu cuntası nedeniyle tutuklanacaktı! Bu kez erkeklik uğruna da değil, devrimcilik uğruna! 27 Mayıs cuntasına erkeklik uğruna giren Cemal Paşa'yı 12 Mart öncesi cuntalarına devrim uğruna sokmaya çalışan da, emekli ihti­ lalci Orhan Kabibay'dan başkası değildi ... "

18 mayıs 1960: Manzara-yı umumiye . . . Komitenin Talat Paşa'sı sayılan Orhan Kabibay, İstanbul ile An­ kara örgütleri arasında günübirlik mekik dokuyordu. Artık düğ­ meye basma zamanı gelmişti. Gelmiş ne kelime, geçmişti bile! Öy­ le ya Madanoğlu Cemal Paşa hazırdı. Bir Cemal Paşa da yedekte vardı (Gürsel). Kendisiyle ilişkiyi Türkeş yürütüyordu... İstanbul örgütü daha mayıs başından itibaren hazır bekliyordu. Zaten ör-

209

güt Sıkıyönetim ile Kumanda Akademisi'nde üslenmişti. Sıkıyöne­ tim Komutanı Fahri Özdilek Paşa da herhalde treni kaçırmak iste­ meyecekti. O halde ne bekleniyordu? İhtilalden sonra ne yapılaca­ ğı sorusu mu? O, ihtilalden sonraki işti. Hele bir ihtilal yapılsın, düşman kalesi kuşatılsın, istim nasıl olsa arkadan gelirdi. Kabibay, ihtilal takvimini saptamak üzere Ankara'daki arka­

daşl arını toplantıya çağırdı.

(Takvimin, Türk tarihinde önemli bir yeri vardır. Uygur Türk­

leri zamanından bu yana 12 çeşit takvim kullanan atalarımız, za­

manla rumi, hicri, miladi gibi takvimlerde gezinti yapmış, daha sonralan da, "ihtilali" ve "demokrasii" takvimleri arasında gidip gelmeye başlamıştır. . . ) Takvim ileriye atıldığı takdirde, örgütün iyot gibi açığa çıkma­ sı söz konusuydu. Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal, tehli­ ke sinyalleri veriyordu. Cemal Gürsel, -Milli Emniyet'teki kanal­ lardan ihtilalcilere verilen bilgiye göre- sıkı bir şekilde izleniyor­ du. Nitekim Alparslan Türkeş, o sırada bir densizlik yapmış, Gür­ sel'i ziyaret etmişti. Komite bu nedenle Türkeş'le ilişkileri geçici olarak dondurmuştu. İşte bu koşullar altında, Atatürk'ün Samsun'a ayak basışından tam 41 yıl sonra (ve bir gün önce), Genelkurmay Başkanlığı'nm en üst katma çıkan, ihtilalin Talat Paşası Orhan Kabibay, manza­ ra-yı urnumiyeyi şöyle çiziyordu: Notlarından izleyelim: 18 mayıs 1960. Genelkurmay Başkanlığı'nın en üst katında 23 nu­ maralı odadayız, ihtilal için harekete geçmenin huzursuzluğu havaya hfil\9 �f/r]V�0(�M &.1(1.(

� .,,)J ır).1; Av.J'.ı .i;��Jbi�J.A . -

-

-

. .

Enver Paşa'nın Şam'dan 1 6 teşrinievvel I JJ J'te ( 1 9 1 7) Sadrazam Talat Paşa'ya gönderdiği telgraf sureti. Şerif Hüseyin'in oğullarından Abdülkadır,.ın Cemal Paşa'ya sığınarak, "lngilizler bizi aldattı" dediğini bildırıyor .

Enver Paşa, Alman imparatoru Wilhelm ile ortaklığına doğru.

Yavuz'un onarımı sırasında Yavuz personeli, lstinye Tersanesi'nde.

Fes giymiş Alman denizcileri Yavuz'un güvertesinde.

Alman Askeri Heyet Başkanı Liman von Sanders Sadaret'ten çıkıyor!

Enver Bey ve Mustafa Kemal, Derne Savaşları'nda.

Birinci Dünya Savaşı'nda "Barış Davası" sanığı, ittihat Terakki silahşoru Yakub Cemil.

Talat Bey'in sağ kolu: Kara Kemal.

JJ . .,....-4 c.t-\_, J.,1_, . ,,,..:. �� .,..t.- )..J;..- � -·�.·�.,J' · •ı ..;\,A_�'.a�k: "'->, . ) ı� (4"",.; µ ....,_.,... _.,.ı;.;,:.f., � -.JJ,/ ��,,..,.;_.f,..

t r .;.-J.:..t-l .1 .Jl!-'Jt;J: _ P.f -"'-'­

'r"+4' ....� ......_._-.\Jl _, ,Jıtl ı "-- "fl"' tıt •.{� >� J ••t;r �,.__ ,,. ..,..ıe ,.,.,.,...,..� .--A

· � iA.J .M'Vıt ...

ı., .,;;s,.

� .,,, ..,.. ....... .;,"r,.r ...., ,,,.,... n .....r.,.ı. �,.,,)I',,,. ....H ..- �ıt>--..,.J:.

..�'"'°""'' Q...ı,ıi • .;..,.,

u;

""�••4 1r�

� .;.>- ;,.• ...IWJıl•Jtııit. �

·,,_J.�l.J\ ..,. • ..,... , ,.\. �ı,, " ..eıı. .>.ı.J > p.,. ,f!"'t.-· .,rA.1-J.1.., • ( � ;.; J tı ·.W .J w.ı J,.1 .Jf'.ıı � >.n :.;i.. AJJ ..a>:_,. .,.., .,.L- _ _,.., ,,,, -;., .,4',.. ...... -Mıı,.Jılıltl'I� • .,r, .ıw,,.... . . � .. .. ;... �_,...,,.....,."""'4...'">-."' '"" .:..'-) • • ,,...>� _.._. .... .. ( ..... ) ... .."" �'fi .-..L .,,.,.,, . """' ..

�t- .,.•

,,.., .... "'• ı .;.

.,..._ ,,.,... � � . ....., �· •••• �. - -'Uı

���:-,,:J;,}.:: :::

H#J,...J.,,, ....,#ı"..... , ,,, .._,_ _ ,.. "! .... .,.. l.o. """ ., ...,; ...... ... ,, -r..,v" ('•.,,._� .,) � y. .., ı - #,� ;,...( ..ı.1; ••,,,_ -ı·-'+ 4'



-- -4 • iı ·'>->

t:;:.::I :�:;��ı ......� ,,, .-1-1 ,., _

J',. Jı...,r, ;J. � · � � --'A �· -4':�_,. � �

=:r:::�:.:;:::i.

Bir i mparatorluğun çöküşü ve "üç as"ın kaçışı ... Birinci Dünya Savaşı yenilgiyle sonuçlanınca Talat, Enver ve Cemal paşalar ülkeyi terk ettiler. Ertesi gün yayımlanan Zaman gazetesinin birinci sayfası ve Refik Halid'in başyazısı: "Efendiler nereye/"



t':

��

r

'

.../'

(

r(�/ (.: ':'"

("' >: : '-!>

�� >-'

t,/'J /

. / / .

" -"l...V

I

( --

�J ..

...J

1

J

"""'

-

f'\-- ..... ( . . - l'l �

.

' °(.�

(J

/

�'

.J_.�

I

(



,� ;. a._ .

J ,, �-: 'r-J

,,

.,,..,.



-vJ

/

lki gözüm, elmas kancığım, ruhum c4nım Hayriye'c�im Artik seni fazla özledim. Bu defa fiayanamryorum, evvelce abşmış idim, fimdi de sana alışhm. Edip Bey geldi, cumartesi günü birlikte Karas11'mm bulımaca,ğı yere geçeceğiz. Hiç merak _etme. O herkesi tanıyor. Kendi busıısı J'eri de var.· iki gün veyahıırbir gün kaldıktan sonra doğru senin J>q__nma dGneceğim Pazar günü Lozan'a gilthf!, Cavw }Bey'le görüştüm ve pasaportıı )'(1/>twdım. Pazartesi giin(i Neoşate/'e giderek ziya�t ettim, dün de tekrar Ba/'e geldim Akşam da Edip Bey geldi, �arasıı'nım yanına gideceğimi biç kimseye söyleme. lsviçre'de işleri daha bitmemiş dersin. Dün sana siyah, parlak, uçlan sivri bir-çift bot aldım Kızma, bot değil iskarpin aldım, inşa/Jab beğenirsin. Hayreti'nin gözlerinden öperim Onun da düğmelerini aldım. Çoraptan avdetimde alacağım. Burada �pka beğenmedim. Camlarda yalnız senin hazır/ara benzer şapkalar var. Baki yanaklanndan öper, seni Al/ah'a emanet ederim elmas karu:ığım. 29 mart 21

,

Bana mektup yaz; TfVftk Bey'e ver. g(Jnderlr, kendisine "adresi verdim.

O bana

J

o

....

ı

( ....- _, .,

, �

::-J

. - ., . ,. -

:" L· .

\--... 1

...

.

· ·

' .

.....A../

-

�._, -

l

...

- _

-

.

J

1Y/ / �

1

c

-

I

...;:) /

O

günlerde, lstanbul'da çok sık görülen manzaralardan biri.

Cumhuriyet dönemi

Dokuz Subay Olayı sırasında tutuklanan Albay Faruk Güventürk. ilk ihtilal örgütünün de başıydı, kendisini ser verip sır vermez sanırdı.

Dündar Seyhan 1 9 5 4 yılında Tuzla Uçaksavar Okulu'nda sucuklu yumurta sahanı başında ihtilale karar verdiği yıllarda.

Dündar Seyhan'la birlikte ilk ihtilal örgütünü kuran Orhan Kabibay, Kore' de.

Her devirde ihtilalci olmayı başaran Sadi Koçaş.

Talat Aydemir Kore'de komiteci arkadaşlarından gelecek mutlu bir haber bekliyordu.

Talat Aydemir'e mektupla "Mutlu günler yakındır" diyerek ihtilali müjdeleyen Sezai Okan.

Türkiye'nin kaderinde zaman zaman söz sahibi olan üç Cemal Paşa:

Orgeneral Cemal Gürsel.

Orgeneral Cemal T ural.

Korgeneral Cemal Madanoğlu.

..

.

./Dt... · f��

�a..- VL""

�,,,,_., � _;_tz. , -0� '-' -t.q i.; ...,., j' JC ..,!._,.� .

l} .f.�q..,�

"-'--'-r -"-

� � j_,_....

..

.A.



'

p t;,

') -'-l {;,..., J .

Sezai Okan'ın Kore'de bulunan Aydemir'e mektubu: "Mesut günler yakındır. Sabırlı ol..." Tarih: 2 1 nisan 1 960.

.

�I �

Ankar�,

24 . 6 . 1 9·6 0

A z i z kar d e ş im Ay demi r ,

?�I e k t ubunu üzüntüyl e okudum

y azmı ş t ım

Faka t h e r hal de



� ss iya t a





_ Sana

e ine geçmedi

Ha i s el er do lay ı s ıy l a i zhar e t t i ğ samimi hi

muhakkak k i ,

d e hi s s eni z b .

p e k ç ok

t e ş ekkür l er



i ş l e r d e uzakta da o l sanız s i

üyük tür



Bir an önce meml eke t e ge lmeni

l e bekl.iy orum

·

Şu



S eni unutmuş

d eğ i l i z

dör •

D o s tl uğumuzun sar s ı li ığı y olundak ·

düşünc eni z b i r - v e him o lmaktan

i l e ri

S ıhha t v e saa d e t di l er , b e tl erimi

·

s unarım

gi d e

hürm e t v e



·Kur . Alb .

A lpar s l an Türk e ş

Alparslan Türkeş'ten Talat Aydemir'e: " Dostluğumuz sarsılmış olamaz."

Yassıada'da Adnan Menderes'in tüm yaşamı bir oda içinde geçiyordu.

Celal Bayar, Yassıada'daki odasında.

Fatin Rüştü Zorlu, lmralı'da elleri bağlı olarak asılacağı saati bekliyor.

Menderes'in lmralı'daki son adımları.

,. ; �

,;"' " �!-!' (-'

�... i

1

ııı. " · � /.

.

- / ": / ,/ .. ,

.

. �.r -: •



r·�· �·

.

/.

• . "- .1

/

r.:...,- _,, � · , .;""' ' . / . (u �_,.. ( �_,)

,.;jl �)I

2

.:s ...

ti- ı. !.;

.. ı

ı.

� . , J "�

mart 1 96 1 . Orhan Kabibay'dan Talat Aydemir'e ... "Sevgili ve aziz kardeşim" diye başlayan eski yazılı bu "günah çıkarma" mektubunun özeti şöyleydi:

"27

Mayıs ihtilal temelleri senin çok müspet ve fedakar faaliyetinin neticesinde

meydana gelmiştir. Fakat ne yazık ki, seninle beraber olan bizler senin için gerekli olanı temin edemedik. O günlerin havası bu esef verici neticeyi doğurdu."

Talat Aydemir, Kore'den döndüğü gün lzmir limanında.

Harp Okulu komutanlığına atanan Talat Aydemir 6 haziran iç darbesinde görev başında kalmasını sağladığı Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral irfan Tansel'le birlikte diploma töreninde.

Aydemir'in idam edilmesi için olumlu oy kullanan Osman Köksal'a eski ihtilal arkadaşı telgrafla "Benden artacak ömür senin olsun" diyordu. Köksal 6

haziran iç darbesiyle mecburen Muhafız Alayı'ndan törenle ayrılıyor.

lstanbul'da 38 albay ve generalin Balmumcu Kışlası'nda toplanarak imzaladığı 21

Ekim Protokolü'nün ön ve arka yüzleri.

Harp Okulu'ndaki ziyareti sırasında öğrencilerin kendisini karşılamamasına sinirlenen Başbakan ismet lnönü, okul komutanı Talat Aydemir'le tartışıyor.

6 haziran iç darbesi sırasında Talat Aydemir'in baskısıyla tekrar görevine iade edilen Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral irfan Tansel 22

Şubat'ta ihtilalcilere karşı tavır aldı.

9

Şubat Protokolü.

8lWL1 l(U''Tl'tWI

"9� l!:MV"rUU tt a11Ytıtft Cl1'lıd ft

G ! df tLll WlW'.• tı 'l!UL SO• Yr.ıı.UIC �· H t LI MK't!UU!Jf W

ırrıın



t ı.tı

14R "1!.Jt4 l4TfLllltı.Ut 11.UtK lın>a littt tno:t �lŞlilf OUlt.U'

ŞÖ!

t ş �'ı.atast

MtÇ • t a CK'� � t Hıttroan.

;tın�ı u : h.IU



ru

ooıı Ollhml tWfl.UU

t•� t •at flPtı.Jllt4Cllllll

: r�•'-ır."2

SUft 01 . 00

.

ı A t

• f & Y

Lvı � t :iJlt'I'

t wowtı

Başbakan lnönü ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın 22 Şubatçılara af için verdikleri "garanti belgesi" ...

Soldan sağa: Rıfkı Ertem, Rıfat Baykal, Bahtiyar Yalta, Talat Aydemir, Necati Ünsalan, Mustafa Ok, Orhan Kabibay.

lnönü'ye hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanan Talat Aydemir, eşi Şadan Aydemir tarafından lstanbul'da karşılanıyor.

Talat Aydemir lstanbul'da, gazeteciler ve üniversite öğretim üyeleri tarafından karşılandı.

Tutuklu kaldığı cezaevinin temelini atan Ankara Merkez Komutanı Selçuk Atakan.

Süvari Binbaşı Fethi Gürcan ölüme birlikte gittiği komutanından hiçbir zaman ayrılmadı.

Talat Aydemir ve Adnan Çelikoğlu 22

Şubat Olayları'nın

içyüzünü birlikte gazetecilere anlatıyorlar.

Hükümetin yanında yer alan birlikler 22 Mayıs sabahı Harp Okulu'nda.

2 1 Mayıs'ta ikinci defa Talat Aydemir'le harekete geçen ihtilalciler Mamak Cezaevi'nde toplu halde. Ön sıra, soldan sağa: Muzaffer Güney, Fethi Gürcan, Mustafa Pakoba, Önder Aydınlı, Talat Aydemir, Atilla Altugan, Erol Dinçer. Arka sıra: Aycan Ünlü, Remzi Kılıç, Mustafa Ök, Cevat Kırca, Savaş Kilimci, Mustafa Karazeybek, Nihat Çonguroğlu, Yaşar Başaran, Hayrettin Sümer.

1 960 yılından beri olayların içinde yer alan Faruk Gürler, Semih Sancar, Muhsin Batur.

Muhsin Batur, 2 1 Ekim Protokolü imzalanırken en kıdemsiz generaldi.

2 1 Mayıs Olayları'nın duruşmalarında soldan sağa: Fethi Gürcan, Rıfkı Ertem, Turgut Alpagut, Bahtiyar Yalta, Talat Aydemir, Yaşar Başaran, Emin Arat.

21

Mayıs duruşmaları... Mustafa Pakoba, Rıfkı Ertem, Talat Aydemir, Necati Ünsalan mahkeme yolunda.

Cezaevinde volta ... Soldan sağa: Yaşar Başaran, Rıfkı Ertem, Talat Aydemir, Mustafa Altugan, Erol Dinçer, Muzaffer Güney, Mustafa Pakoba.

a .....

""' -x1 d( ll rt,,.·

a- -�

. l au-.· ,i)cf':.!2-- � k () t.. -.l'le... ,; f/,,, ,a_f

rr� � , )�· o f.n _.,, ola.-

/h.... o {!!--

A-C ·ı!t,,,. ·

.:.ıa. � ;,i

't!c.v

.>'t