142 37
Turkish Pages 315 [321] Year 2019
16. YÜZYILDA İSTANBUL KENT - SARAY - GÜNLÜK YAŞAM Metin And 17 Haziran 1927’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni (1946), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ’ni (1950) bitirdi. Bir süre İngiltere’de ve Almanya’da bulundu. Yurda dönüşte Kavaklıdere Şarapları’nda yöneticilik yapmaya; bir yandan da müzik, bale, opera, tiyatro ve edebiyat konularında yazılar yazmaya başladı. Pazar Postası, Ulus ve Forum ilk dönem yazılarının yayımlandığı yerlerdir. Rockefeller Vakfı’nın bursuyla bale, opera ve tiyatro eğitimi için New York’a gitti. Bir süre sonra Forum dergisini ve yayınlarını yönetmeye başladı. Ulus gazetesindeki yazıları 15 yıl boyunca devam etti. Kuruluşundan itibaren Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde otuz yılı aşkın bir süre öğretim görevlisi, öğretim üyesi olarak çalıştı ve 1994’te emekli oldu. Emekli olduktan sonra eski kitaplarının yeni basımları ve yeni kitaplarının hazırlanmasıyla meşgul olan And, 30 Eylül 2008’de Ankara’da öldü. Uzun yıllar süren radyo programları hazırladı, belgesel film senaryoları yazdı. Geleneksel Türk tiyatrosunun kökenleri, etkileşimleri ve kültürel boyutları üzerinde uzmanlaştı. Batı etkisiyle gelişen Türk tiyatrosunun dönemlerini belgelere dayalı araştırmalarla ortaya koydu. Karşılaştırmalı tiyatro araştırmalarının öncülerinden biri oldu. Bazıları yabancı dillerde olmak üzere 54 kitap, 1500 kadar bilimsel inceleme, tanıtma, eleştiri yazısı ve ansiklopedi maddesi kaleme aldı. Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü (1970), Türkiye İş Bankası Bilimsel Araştırma Ödülü (1980), Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü (1983), Fransa Hükümeti’nin “Officier de l’ordre des Arts et des Letres” nişanı (1985), İtalya Cumhurbaşkanı ’nın “Şövalyelik” nişanı (1991), Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1998) gibi pek çok ödül ve nişanlar aldı. Metin And üzerine 2007’de, 80. yaşı dolayısıyla Metin And’a Armağan; “TÜYAP Onur Yazarı” seçildiği için Metin And: Dokuz Kollu Bir Oyunbaz ve 2011’de açılan “Bir Usta Bir Dünya” sergisi kataloğu olarak Metin And: Daima Oyun, Her Daim Oyuncu adlarıyla, M. Sabri Koz tarafından hazırlanan üç kitap yayımlandı. Eski ve yeni birçok kitabı YKY’de basıma hazırlanıyor.
Başlıca Eserleri: Gönlü Yüce Türk. Yüzyıllar Boyunca Bale Eserlerinde Türkler (1958), Kırk Gün Kırk Gece. Eski Donanma ve Şenliklerde Seyirlik Oyunlar (1959), Dionisos ve Anadolu Köylüsü (1962), Bizans Tiyatrosu (1962), Kavuklu Hamdi’den Üç Orta Oyunu: Büyücü Hoca-Fotoğrafçı-Eskici Abdi (1962), Ataç Tiyatroda. Ataç’ın Tiyatro Eleştirileri ve Yazıları Üzerine İnceleme (1963, yb. 1982), Türk Köylü Oyunları (1964), Geleneksel Türk Tiyatrosu. Kukla Karagöz Ortaoyunu (1969), Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu (1908-1923) (1971), Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu (1839-1908) (1972), Oyun ve Bügü. Türk Kültüründe Oyun Kavramı (1974, genişletilmiş yb. 2003), “Osmanlı Tiyatrosu”. Kuruluşu Gelişimi Katkısı (1976, genişletilmiş yb. 1999), Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu (1977), Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları (1982), Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu (1983), Geleneksel Türk Tiyatrosu. Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri (1985), Türkiye’de İtalyan Sahnesi - İtalyan Sahnesinde Türkiye (1989, La Scena Italiana in Turchia-La Turchia Sulla Scena Italiana adıyla gözden geçirilmiş İtalyanca yb. 2004), 16. Yüzyılda İstanbul. Kent-Saray-Günlük Yaşam (1993, yb. 2011), Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası (1998, yb. 2007), Tiyatro, Bale ve Opera Sahnelerinde Kanûnî Süleyman İmgesi (1999), 40 Gün 40 Gece. Osmanlı Düğünleri-Şenlikleri-Geçit Alayları (2000), Ritüelden Drama. Kerbelâ-Muharrem-Ta‘ziye (2002), Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür (2002, yb. 2014, İngilizce 2017), Osmanlı Tasvir Sanatları 2: Çarşı Ressamları (Türkçe ve İngilizce 2018).
Metin And’ın YKY’deki Kitapları: Ritüelden Drama. Kerbelâ-Muharrem-Ta‘ziye (2002) Oyun ve Bügü (2003) Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası (2007) 16. Yüzyılda İstanbul. Kent - Saray - Günlük Yaşam (2011) Osmanlı Tasvir Sanatları 1: Minyatür (2014) Ottoman Figurative Arts 1: Miniature (2017) Osmanlı Tasvir Sanatları 2: Çarşı Ressamları (2018) Ottoman Figurative Arts 2: Bazaar Painters (2018)
METİN AND
16. Yüzyılda İstanbul Kent - Saray - Günlük Yaşam
Yapı Kred i Yay ınlar ı - 3245 Sanat - 170 16. Yüzyılda İstanbul / Kent - Saray - Günlük Yaşam Metin And Kitap editör ü: M. Sabri Koz Düzelti: Fulya Tükel Kapak tasar ım ı: Nah ide Dikel Grafik uygulama: Arzu Yaraş Baskı: Acar Basım ve Cilt San. Tic. A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi, Birlik Caddesi, No: 26, Acar Binası 34524, Haramidere - Beylikdüzü / İstanbul Tel: (0 212) 422 18 34 Faks: (0 212) 422 18 04 www.acarbasim.com Sertifika No: 11957 1. bask ı: Akbank Kültür Yayınları, İstanbul, 1994 YKY’de 1. baskı: İstanbul, Ocak 2011 4. baskı: İstanbul, Mart 2019 ISBN 978-975-08-1832-5 © Yapı Kred i Kült ür Sanat Yay ınc ıl ık Ticaret ve Sanay i A.Ş. 2018 Sertifika No: 12334 Bütün yayın hakları saklıdır. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. İstiklal Caddesi No: 161 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: (0212) 252 47 00 Faks: (0212) 293 07 23 http://www.ykykultur.com.tr e-posta: [email protected] İnternet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık PEN International Publishers Circle üyesidir.
İstanbul ’u bir ömür boyu incelemiş değerli bilgin dostum Prof. Dr. Semavi Eyice ’ye
16. Yüzyılda İstanbul
6
İçind ek il er Teşekkür • 9 İkinci Baskıya Önsöz • 11 Editörün Notu • 18 Giriş • 19
Kent • 23
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları • 25 Nüfus ve İstanbul Halkının Oluşumu • 39 Câmiler, Türbeler, Kervansaraylar, İmâretler • 45 At Meydanı ve Birkaç İlginç Yer • 55 Galata • 63 Boğaziçi • 71 Üsküdar • 76 Büyük Çarşı, Öteki Çarşılar ve Dükkânlar • 79 Düzen Bağı ve Kentin Temizliği • 85 Afetler: Yangınlar, Salgın Hastalıklar, Depremler, Kıtlıklar • 89
Saray • 93
Topkapı Sarayı Üzerine • 95 Saray ve Çevresi • 109 Padişahın Halka Görünmesi • 119 Sultan’ın Elçi Kabulü • 125 Sultan’ın Yaban Hayvanlar Koleksiyonu • 129 Avlanma: Sultanlara Özgü Bir Ayrıcalık • 133 Saray Şenlikleri • 137
Günlük Yaşam • 149
Fiyat Listeleri, Para Birimleri, Ölçüler • 151 İstanbul’da Bulunan Besin Maddeleri • 155 Mutfak, Yemek ve Sofra Âdetleri • 159 Balık, Öteki Deniz Ürünleri ve Balıkçılık • 165 Şarap, Öteki İçkiler ve Uyuşturucular • 169 Giyim-Kuşam • 177 Aile İçi Yaşam • 183 Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı • 191 İstanbul’un Kadınları • 201 İnanışlar ve Boş İnançlar • 207 Tavır ve Görgü Kuralları • 215 Hamamlar ve Temizlik • 217 Adalet ve Cezalar • 227 Bayramlar, Yortular, Şenlikler • 233 Spor ve Oyunlar • 241 Müzik, Dans ve Eğlendiriciler • 247 Dervişler ve Din Adamları • 257 İstanbul’un Yahudi ve Rumları • 267 Köleler ve Esir Pazarı • 275 Kaynakça Notları • 279 Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar • 283 Resimlerin Kaynakları ve Kısaltmalar • 293 Dizin • 297
Teşekkür En başta, kitabın görsel malzemesini sağladığım, son bölümde adları gösterilen müze ve kitaplıkların görevlilerine yardımları için teşekkürü bir borç bilirim. Engin ikonografya bilgileriyle bana yol gösteren ve bazı diapozitiflerin sağlanmasında iki dostum, Marianna Yerasimos ve Ali Özdamar ’a, zor Almanca metinlerin anlaşılmasında Petra Breiderbach ’a ve öğrencim Dr. Ayşe Selen ’e, İtalyanca metinlerde Prof. Dr. Mahmut Şakiroğlu ’na, İspanyolca metindeki katkısı için Mukadder Yaycıoğlu ’na, fotoğraf işlerindeki yardımları için Doç. Dr. Gürbüz Erginer ’e dostlukları ve katkıları için teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca, bu kitabın hem Türkçe, hem İngilizce yayınını gerçekleştiren Akbank ’ın değerli kültür işleri görevlilerine şükran duygularımı sunarım. Ancak, en önemlisi hep güzeli arayan, titiz çalışmasıyla görsel malzemeyi iyileştiren, sayfa düzeniyle yayına hazırlayarak gün ışığına çıkmasını sağlayan dostum Ersu Pekin ’e çok şey borçluyum. Sağ olsun. Metin And
Yeni Baskıya Teşekkür Bu yeni baskıda yardımları için dört kişiye teşekkür ederim. Yardımcılığımı yapan, artık dışarıya çok çıkamadığım için kitabın hazırlığında canla başla çalışan Yeşim Gökçe’ye, fotoğraf işlerinde katkılarda bulunan Ruhi Tömbekici’ye, kitabın dizgisini yapma fedakârlığını gösteren Akgül Yıldız’a, asıl önemlisi YKY’de daha önce yayımlanan kitaplarımda olduğu gibi bunu da büyük titizlikle ve engin bilgisiyle yayına hazırlayan sevgili dostum ve editörüm M. Sabri Koz’a sonsuz teşekkürlerle... Metin And
9
16. Yüzyılda İstanbul
10
İkinci Baskıya Önsöz 1927’de İstanbul’da doğdum, üniversiteyi bitirdiğim 1950 yılına kadar 23 yıl hep İstanbul’da yaşadım. Yazları da İstanbul’un çeşitli semtlerinde ama daha çok Boğaziçi’nde geçirdim. Daha sonra adresim Ankara oldu, ne var ki bir ayağım hep İstanbul’daydı. Bu bakımdan her İstanbullu gibi bu büyülü kenti çok sevdim. Burada da neredeyse âşık olduğum yer Süleymaniye Câmii’dir. Öyle ki, ne zaman bir deprem olsa ilk aklıma gelen soru: “Acaba Süleymaniye Câmii’ne bir şey oldu mu?” Bu sevgi ile dolu olarak İstanbul üzerine bir kitap yazmak istedim. Bu kitabın fikri 80’li yılların başında içime doğdu. Gene İstanbul’un daha doğrusu imparatorluğun en parlak dönemi 16. yüzyılı seçtim. Burada İstanbul’a 16. yüzyıldaki günlük yaşam bakımından yaklaşacaktım. Ama kitabın ana konusu bu olmakla birlikte Kent’e ve Saray’a da yer vermek istedim. Kitapta kaynak olarak yalnızca tanıkların anlattıklarıyla kendimi sınırladım, bir başka deyişle ikinci el kaynakları hiç kullanmayacaktım. Bunlar Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve İspanyolca tanıklıklardı. Üç tane de Türkçe kaynak kullanacaktım. Bunlarda verilen bilgilerin doğruluğu hiç kuşku götürmez. Çünkü bunları yazanlar daha çok krallarına, imparatorlarına genelde Türkiye’yi, özelde İstanbul’u tanıtıyorlardı. Verdikleri bilgilerin doğru olması gerekiyordu. Bu kitabın İstanbul’un güzelliğine uygun düşen bol resimlerle desteklenmesi gerekiyordu. 1959 yılında Viyana’da Avusturya Ulusal Kitaplığı’nda on gün boyunca çalışmıştım. Burada son günüm cumartesi idi, ertesi gün de Viyana’dan ayrılıyordum. İşte bu yarım günde üç önemli buluşum oldu. Kuşkusuz bilim dünyası bunları biliyordu, bunlar benim için bir buluştu. Büyük bir hızla bunların sayfalarını çevirdim. İlk 7 cilt, daha sonra Çarşı Ressamları adı altında incelemeye alacağım albümlerdendi. Ancak bunlar 4 cilt sayılır. Çünkü üç cilt daha önceki üç cildin kopyasıydı. Öteki iki cilt ise şahane resimlerin bulunduğu iki albümdü. Bunlardan 8626 no’lusu olağanüstü güzellikteydi. İkinci cilt (8615) resim sanatı bakımından zayıftı ama belgesel değeri büyüktü. Ben bunların sayfalarını çevirip notlar alırken yanımda oturan Balkanlar’dan bir Türkolog hanım çalışmasını bıraktı, göz ucuyla benim 11
16. Yüzyılda İstanbul
çevirdiğim sayfalara bakıyor ve notlar alıyordu, kimi de benden rica ediyor, biraz durmamı istiyor, notunu tamamlıyordu. Zamanla yarışmam kitaplığın kapanmasına kadar sürdü, ben de gerekli notları almıştım. Türkiye’ye dönüşümde Viyana’da oturan bir dosta yazdım, bunların mikrofilmlerini istedim. O yıllarda bu işler çok kolaydı. Bugün yazmaların sayfalarını çevirmek bile yasaklanmıştır. Yalnızca incelemek için mikrofilmlerine bakılıyor. Dostum kısa bir sürede üç makarada bunların negatif mikrofilmlerini gönderdi. Bunlara yapılmaması gereken, sonra da pişmanlık duyduğum bir işlem uyguladım: Bunları makasla ikişer, üçer karelik şeritler halinde kestim ve fotoğrafçıya da bunları kâğıda çektirdim. Bu resimleri çeşitli yazılarımda kullandım. Öyle ki bazı maddeler yazdığım Meydan-Larousse Ansiklopedisi’nde onların işine yarar diye gönderdim. Bunların Avusturya Ulusal Kitaplığı’ndan alındığını belirttiğim halde onlar bu resimlerin kaynağını Metin And Arşivi diye göstermişlerdi. Ayrıca bu resimleri ilgilendikleri konular bakımından dostlara da verdim. Bu arada çok sevdiğim dostum Prof. Halil İnalcık’ın 1973’te Amerika’da yayımlanan The Ottoman Empire adlı ünlü kitabı için bu resimlerden gönderdim. Bunlardan 32 resmi kitabına aldı. Bu kitabı 80’li yılların başında planlarken aklımda hep Viyana’daki iki albüm vardı, ama bu kez renkli olarak. Ankara’daki Avusturya Büyükelçisini tanıyordum. Bir gün konuyu ona açtım, kendisi bu konuda yardımcı olacağını söyledi. Mekanizmayı kurduk. Ben ona hangi resimleri istediğimi söyleyecektim, siyah beyaz örnekler verecektim, o da bunları gönderecekti. İlk gelen diaların boyu beni şaşırttı, bunlar çok büyük dialardı. 18x24’ten başlayarak orijinal resmin tam boyutlarındaydı. Her dianın 3 aylık kirası bin Avusturya Şilini’ydi. Eğer bu üç ayı bir gün geçirseniz dia başına 200 Şilin de ceza veriyordunuz. Bu Ankara-Viyana arasındaki trafik aylarca sürdü. Bu konuda büyükelçinin özel sekreteri benim yakından tanıdığım büyük bestecimiz Necil Kâzım Akses’in kızıydı. Bu trafikte onun da büyük yardımı oldu. Şimdilerde Halkbilim Profesörü Gürbüz Erginer, bilim dalındaki başarıları yanında teknik alanların hemen her dalında olağanüstü yetenekleri olan bir candan dosttu. Bu dev boyutlu diaları pencereye koyuyor, ayaklı fotoğraf makinesi ile kopyalarını çıkarıyorduk. Üç ayı beklemeden bir iki hafta içinde işi biten diaları geri gönderiyor, yenilerini ısmarlıyordum. Ancak bunların birinde çok zor durumda kaldım. Tokyo Üniversitesi beni bir yıllığına hem bir kitap yazmak hem de seminerler ve konferanslar vermek üzere Tokyo’ya çağırdı, ancak bir yıl değil üç buçuk ay kalabileceğimi söyleyerek kabul ettim. Yola çıkmama bir iki gün kala elçilikten yeni diaların geldiği haberini aldım. Bunların kopyalarını çıkarmamın olanaksız olduğunu, bunların büyükelçinin kasasında durmasını, Japonya’dan dönüşümde bunların kopyalarını alacağımı söylesem de kütüphane bunu kabul etmemişti, böylece bu parti diaların her biri için iki yüz Şilin ceza ödeyecektim. Bu da son partiydi. Bu Viya12
İkinci Baskıya Önsöz
na diaları için bankadaki bütün birikimim erimişti. Bunları anlatmamın bir nedeni var, bunu da aşağıda açıklayacağım. Sıra başka albümlerin çekimindeydi. En önemli kaynaklardan biri Cambridge’deki Freshfield Albümü’ydü. Bu çok kolaydı. Ayrıca Almanya’da dört albüm vardı. 1987 yılında bir yarıyıl ders vermem için Almanya’ya Giessen’deki Justus Liebig Üniversitesi beni çağırdı. İki konuda ders verirken zamanım çok boştu. Sürekli seyahatler yaptım. Almanya’da Kassell, Coburg ve Bremen’deki albümleri inceleyip bunlardan da dialar sağladım. Ancak Dresden’deki bir albüme erişmekte zorlandım. Bir gün Bonn’dan Büyükelçimiz Oktay İşcen’den bir telefon geldi. Kendisi gençlik arkadaşımdı. Beni elçilikte verilecek bir akşam yemeğine davet ediyordu, gece üniversiteye dönmem güç olacağı için gece yatısına kalacaktım, ayrıca o gece bir de kısa bir sihirbazlık gösterisi yapmamı rica ediyordu. Yemekten sonra geceyi orada geçirdim, ertesi sabah kahvaltısında Doğu Almanya’daki elçimize telefon etmesini, ona bir mektup yazacağımı söyledim ve elçinin adını ve adresini istedim. Yazdığım mektupta büyükelçiden Dresden Albümü’ndeki resimlerin dialarını istiyordum. Yanıt birkaç hafta sonra geldi: Bunların diaları yalnız Doğu Almanya’da ikamet edenlere veriliyormuş. Türkiye’ye döndüğümde ikonografi üzerine engin bilgisinden yararlandığım Galeri Alfa’nın kurucusu dostum Marianna Yerasimos’a Dresden Albümü’nü anlattım. Onun hayat arkadaşı ve iş ortağı Ali Özdamar yanımızdaydı. Onun kız kardeşi Doğu Almanya’da oturuyormuş. Ona yazdılar, birkaç hafta sonra albümün bütün resimleri geldi. Yalnız çok uzun olan çeşitli geçit alayları çok küçük çıktı. Bu yeni baskıda bunları büyük göstermek için parçalara ayırıp ikişer sayfaya sığdırdım. Resimler ve metin tamamlanınca bunun dışarıda yayımlanması olanaklarını aradım. Renkli, hatta renksiz resimli kitapların yayımlanma olanağı yok gibiydi. Belki bu kitabı İngilizce olarak büyük kuruluşlar basar diye düşündüm. Çok değerli bir ressam olan Gürol Sözen’le konuşuyordum. O, aynı zamanda Akbank’ın kültür işlerini yürütüyordu. Akbank her yılbaşında bir kitap yayımlıyordu. Bana böyle bir kitabım olup olmadığını sordu. Ben yeni bitirdiğim bir kitabım bulunduğunu, yalnız metnin İngilizce olduğunu söyledim. Çok ilgilendi. İstanbul’a tekrar gidişimde kitabın dialarını ve kitabın içeriğini özetle gösterdim. Konuyu bir kurula götürmüş, çok beğenilmiş, yalnız bir de Türkçesini istediler; çeviri, en yapamadığım işlerden biridir. Kendimi zorladım ve yaptım. İki kitap aynı zamanda basılacaktı. Bu işi Türkiye’de en önde gelen kitap tasarımcısı Ersu Pekin’e verdiler. Gerçekten o bir virtüözdü, onunla sonra üç kitap daha hazırladık. Ersu’nun elinde bir kitap değerli bir nesne görünümü kazanıyor, elinizde tutmaktan belli bir tat alınıyor. Kitabın baskı aşamasında önemli bir sorun çıktı: İngilizce ve Türkçe metinlerin aynı uzunlukta olması gerekiyordu. Önce resimler basılıyordu, bunlar İngilizce ve Türkçe kitapların toplam sayısı kadar basılıyor, sonra da boşluklara metinler yerleştiriliyordu. Bu bakımdan her bölüm iki kitapta da aynı 13
16. Yüzyılda İstanbul
yerde bitmesi gerekiyordu. Bunun için acele İstanbul’a çağrıldım. Kitabın basıldığı matbaadan beni istiyorlardı. Ben de hemen gittim. Oradaki operatör beni bilgisayarın başına oturttu. Örneğin birinci bölümde İngilizcede üç satır fazla diyordu. Anlamı bozmadan üç satır çıkarıyordum. Uzun olan İngilizce metindi. Son bölümlerden birinde 16 satır fazlalık çıktı. Yarım saat kadar zorlandım, o da oldu. İki kitap da aynı zamanda çıktı, ikisinin de kapağında aynı resim yer almıştı. Ancak banka bunu satışa çıkarmadı, kendi hatırlı müşterilerine, yüksek düzey bürokratlarına, milletvekillerine gönderdi. Kitabın ikisini de gençliğinden bugüne kadar hep İstanbul’u incelemeye adamış, bu konuda çok sayıda yayını bulunan, İstanbul’un hem Osmanlı dönemini, hem de daha önceki dönemlerini incelemiş büyük bilgin dostum Prof. Semavi Eyice’ye ithaf ettim. Kitabı göndermelerini istediğim kişilerin listesinin başına Semavi Eyice’nin adını ve adresini koydum. Bir iki hafta sonra Semavi Eyice telefonla beni aradı, sitemli bir tonla “Metinciğim, lütfetmişsin İstanbul kitabını bana ithaf etmişsin, ama kitabı bana göndermedin” dedi. Sanki yer yarıldı yerin dibine girdim, hemen postayla her iki kitabı onun Bostancı’daki adresine yolladım. Banka bu iki kitabı tek kitap sayarak çok mütevazı bir para ödedi. Şöyle bir hesap yaptım, benim bu kitap için harcadıklarım bana ödenen paranın en azından yirmi katıydı. Ancak benim para konularını konuşamamak gibi bir çekingenliğim vardı. Zaten benim için en büyük ödül kitabın yayımlanmış olmasıdır. Ancak kitapların kitapçılara dağıtılarak meraklısının eline geçmesi de çok önemliydi, bu olmadı; neyse şimdi daha küçük boyda olmakla beraber YKY’de çıkmasıyla kitabın tükendikçe yeni baskıları yapılacak, böylece ilgilenen her okuyucunun her zaman alabileceği bir kitap olacak. Ancak kitaptaki resimler için korsanlık yapıldı. Özellikle bazı tarihçi ve editörler bu resimlerden istediklerini yazılarında, kitaplarında, dergilerinde kullanıyorlardı. Bütün yayınları göremediğim için bu işin boyutlarını bilmiyorum. Tek bir örneği belirteceğim: Bir yıl boyunca her sayısına yazı yazdığım aylık bir dergi vardı. Aynı dergiye bir tarihçi de yazıyordu. Bir sayıda baktım, Osmanlı’da cezalar üzerine yazısında benim Viyana I’den kitaba koyduğum ceza resimlerinin hepsi bu yazıya da alınmış, üstelik kaynak da gösterilmemiş. Diyelim ki o ya da dergi editörü bunları Avusturya Ulusal Kitaplığı’ndan almış; ama şimdi anlatacağım olayda bir tarihçiden hiç beklenmeyecek bir eylemine rastladım. Söz konusu tarihçi, Sultan IV. Murad üzerine bol resimlerle bir yazı yazmış. Öteki resimler bildiğimiz resimler, fakat bununla yetinilmemiş, çok kişinin bildiği IV. Murad’ın gece teftişi de gösterilmek istenmiş, benim kitaptaki bir resim buraya alınmış. Oysa IV. Murad 17. yüzyılda yaşamıştır, benim kitaptaki sultan ise 16. yüzyılda. Bu, III. Murad olabilir, ama at üstünde yanındaki adamlarının fenerlerle yollarını aydınlattığı kişi Sultan değil Yeniçe14
İkinci Baskıya Önsöz
ri ağasıdır. Böylece okuruna 16. yüzyıldaki Yeniçeri ağasını Sultan IV. Murad diye tanıtmış. Bu kadar da değil, bu çok sevdiğim resmin baskıya girmek üzereyken renklisini kaybettim, elimde aynı resmin siyah beyazı vardı, onu kullandım. Suluboya resimle gravür fark edilmeyecek bir şey değil ama nedense buraya resim siyah beyaz olduğundan gravür yazılmış. Aynı yazarın bir başkasıyla yazdığı bir kitabını gördüm. 16. Yüzyılda İstanbul kitabımın ilk basımında hem İngilizcesinin hem Türkçesinin kapağındaki Çemberlitaş’ta bir bayram yerini gösteren çok kişili, hareketli resim de kaynak gösterilmeden bu kitaba alınmış. Bu işi hazırlayanlar mı editörler mi yapmış bilemiyorum. Bu satırları okuyanlar yukarıda uzun uzun bu resimleri ne güçlüklerle sağladığımı anlatmamın nedenini ve üzüntümün kaynağını şimdi anlamış olacaklardır.* Bu kitapta hiç minyatür kullanmamaya kararlıydım. Kitabın ilk baskısının tasarımını yapan Ersu Pekin, Matrakçı Nasuh’un ünlü İstanbul panoramasını koymamı istedi, ben önce karşı çıktımsa da sonra yerinde bir öneri olduğunu anladım. Böylece bazı panoramalarla karşılaştırmak olanağını bulacaktım. Nitekim Freshfield Albümü’nden aldığım At Meydanı’nı gösteren resimde Ayasofya’nın yanı başında büyük bir bina görülür, aynı bina Matrakçı’da da vardır. Bu, Roma döneminde yapılmış Zeuksippos Hamamı’dır. İmparator Konstantinus döneminde onarılmış, içine çok sayıda heykeller konulmuş, zengin bir biçimde bezenmiştir. Bu binadan günümüze bir taş bile kalmamıştır. Gene Freshfield’in aynı resminde bugün Sultanahmed Câmii’nin bulunduğu yerde Vezirlerden birinin sarayı (Ahmed veya Sinan Paşa) görülüyor. Günümüze kalmamış pek çok bina ve anıtın resimlerini buluyoruz. Viyana I’den Üsküdar panoramasında Harem-Salacak’ın olduğu yerde büyük ağaçların arasında Kavak Sarayı gözükmektedir. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde yapılmış bu saraya daha sonraki sultanlar için Mimar Sinan iki köşk ve hamamlar yapmıştır. 17. yüzyılda Grelot’nun iki gravürü, 18. yüzyılda da Hilair’in gravürü ve başkalarının resimlerinde saray çok iyi anlaşılmakla birlikte Viyana II’de orman gibi kavak ağaçları bu resimlerde görülmemektedir. Buradaki bahçeye Fenerli Bahçe de deniliyordu. Çok sonra burası yıkılıp yerine Selimiye Kışlası yapılmıştır. Eski Saray’ın pek resmi yoktur. Ancak Viyana I’den İstanbul panoramasında Bayezid Câmii ile Süleymaniye arasındaki üçgen biçiminde duvarlarla çevrili yerleşke Eski Saray’dır. Matrakçı’da ise bu dikdörtgen çizen duvarlar içinde Eski Saray daha iyi görünmektedir, çünkü kuşbakışı yapılmıştır. Üçgen biçiminde olması daha doğrudur. Çünkü buraya aldığımız iki sayfada Süleymaniye Câmii’nin yanından geçen sarayın duvarları eğridir. Buna ek * Metin And ile bu konuyu tartışma olanağı bulamadık. Hoca aslında kimseyi açık açık suçlamıyor, yapılanları sergiliyor olsa da bu tür kullanımlarda izin alınması, kaynak gösterilmesi kuralını çiğnememek gerektiğini vurgulama adına bu uzun paragrafı olduğu gibi bıraktık (-ed.).
15
16. Yüzyılda İstanbul
olarak kitaba Melchior Lorichs’in dev panoramasının Bayezid ve Süleymaniye câmilerinin kesimini aldık. Bu iki câmi arasında Eski Saray’ın üçgen biçiminde duvarları gösterilmiştir. Ayrıca Lorichs, yerleşkede yer alan binalardan bazısı gösterilmiştir. Ancak Matrakçı’da Süleymaniye Câmii yoktur, çünkü Süleymaniye Câmii’nin yapımı daha sonradır. Topkapı Sarayı’nı gösteren resimlerde de günümüze kalmamış bazı yapılara rastlanır. Örneğin birinci avluda halkın dilekçelerini verdiği Deâvî Kasrı gibi. Haliç’in Kuzey sahilini gösteren Panorama’da Galata ve Kasımpaşa’da da günümüze kalmamış birçok bina vardır. Bunların en önemlisi Kasımpaşa’da her bir göze bir gemi giren Tersane’nin görünümüdür. Matrakçı panoramasında İstanbul’un Marmara sahili de gösterilmiştir, burada Kadırga Limanı’nda da tersane olduğu gösterilmiştir. Günümüze kalmamış bir bina da Elçi Hanı’dır. Bu, Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Külliyesi’nden bir binadır. Bu adı almasının nedeni elçilerin burada oturmasındandır. Buraya birçok resimler aldığım Viyana II Albümü’nde Elçi Hanı’nın da üç resmi vardır. Bende üçünün de siyah beyaz resmi vardır. Semavi Eyice, Elçi Hanı üzerine bir monografi hazırlıyordu. Benden bu resimleri istedi, ben de gönderdim. 1970’te monografisi yayımlanınca bundan ayrı baskı gönderdi. Bu Kervansaray’ın güneyinde Çemberlitaş’ın yukarı kısmı da görülmektedir. Bu yeni baskıya da ilkinde olduğu gibi Viyana II’den Elçi Hanı’nı gösteren bir resim koydum. 17. yüzyılda elçilerin Galata’da oturmalarına izin çıkmış, onlar da Elçi Hanı’ndan ayrılmışlardır. Han daha sonra yıkılmış, yerine bir matbaa yapılmıştır. Binalar için bu örnekleri verdikten sonra anıtlara geçersek Freshfield Albümü’nden alınan bu anıtlar bize bir fotoğrafın verileri kadar gerçekçi bilgiler sunar. Bunların en önemlisi Avrat Pazarı’ndaki Arkadius Sütunu’dur. Bu sütundan günümüze tek bir iz kalmamıştır. Freshfield Albümü’nde üç açıdan üç ayrı resim olarak verilen bu sütunun üzerindeki resimler tek tek yapılmıştır. Gerçi filmin hafif bulanık olmasından sütun üzerindeki sarmal kabartmalar pek açık seçik olmamakla birlikte kaidedeki kabartmalar pek belirgindir. Hemen belirtelim, kaidesinde oda ve yukarıya çıkan merdivenin sahanlığı vardır, en sağdaki resmin solunda buraya girilen kapı gözükmektedir. Bu baskıya yalnızca o resmi aldım. Freshfield Albümü’nde başka anıtların resimleri de böyle ayrıntılı çizilmiştir. Örneğin At Meydanı’ndaki örme taştan sütunun kaidesindeki Yunanca yazılar okunabilmektedir. Mısır Sütunu dört bir yandan 4 resim olarak çizilmiştir. Bunların kaidesindeki taş üstünde kabartma resimler günümüzde aşınmış, silinmişken resimde tam gerçeklikle verilmiştir. Burma veya Yılanlı Sütun’a gelince, üç yılanın başı 18. yüzyılın başına kadar varken sonra yok olmuşlardır. Çılgın bir Polonyalı bu üç yılanbaşını kopararak götürmüştür. Gerçi bu başlar için Freshfield Albümü’ndeki resme gerek yoktur, bu sütunu başlarıyla birlikte gösteren sayısız minyatür de vardır. 16
İkinci Baskıya Önsöz
İlk baskıdaki her iki kitap çok güzel olmuştu. Bu güzellik uğruna tutturulmak istenen ölçülerden dolayı bazı resimlerde önemli sayılabilecek ayrıntılar yok olmuştur. Örneğin Dîvân-ı Hümâyûn’un toplandığı yerde en önemli sayılabilecek bir öğe padişahın Dîvân oturumlarını izlediği kafesli pencere kaldırılmıştır. Dîvân’ı toplantı halinde gösteren resimde Kubbealtı vezirlerinin sarıklarının üstü kesildiği gibi bu pencere de yoktur. Gene Kubbealtı vezirlerinin Avusturya İmparatorluk elçisiyle yemek şölenini gösteren iki sayfalık resimde de bu pencere kaldırılmıştır. İki atlı oklarını uzun bir direk üstündeki yuvarlak hedefe nişan almışken, bu yuvarlağın önemli bir kesimi yok olmuştur. Viyana I’den alınan İstanbul panoramasında da Sarayburnu’nun en ucunda deniz başlamadan kesildiği için buradaki Üsküdar ve Kadıköy’ün az gözüken kısımları kaldırılmıştır. Panoramanın sonunda Eyüp Sultan’daki mezarlığın bir kesimi gözükmektedir, Panorama buraya gelmeden önce kesildiği için Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve başka binalar da yoktur. Neyse, bu andıklarım ve belirtmediğim eksikler bu baskıda tamamlanmıştır. İlk baskıda kitapta bölümlerle ilgisi olmayan resimler boşluklara konmuştu. Yeni baskıda bunlar kaldırılmış, yerine ilk baskıda olmayan resimler konmuş, metne de bazı eklemeler yapılmıştır. Birinci baskıda olmayan Dizin’i YKY’de her yayımlanan kitabıma yaptığı gibi sevgili editörüm M. Sabri Koz ayrıntılı bir biçimde hazırlamıştır. İkinci baskıya yazdığım bu önsözde karşılaştığım güçlükleri gösterdim. Ancak 5 ayrı dilde tanıkların kitaplarının Türkçeye çevrilmesinde de güçlüklerle karşılaştım. Bunları dostların yardımlarıyla göğüsledim. Gerçi daha sonra Dernschwam, Schweigger, Gerlach gibi tanıkların kitaplarının Türkçeye çevrildiğini öğrendim. Bunları görmedim, ama zaten bundan sonra bunları incelemek benim için olanaksız bir çaba olurdu. Bu güçlükleri yenmede beni yüreklendiren tek itki sonsuz bir İstanbul sevgisiydi. Bu büyülü kenti en parlak döneminde inceledim. Bunu başarıp başaramadığıma karar verecek kuşkusuz en doğru hakem kitabın okurlarıdır. Onlara yemyeşil, huzur içinde, toplumsal yaşamı uyumlu bir İstanbul sunduğumu sanıyorum. Bu da beni mutlu kılacak önemli bir neden. Ankara, 24 Ağustos 2008 Metin And
17
Editörün Notu Çok sevgili hocamız, bu kitabın dizgi ve düzelti aşamalarında yeni baskının, “İkinci Baskıya Önsöz”de açıkladığı gibi düzenlenip tasarlanmasında katkılarda bulunmuş, eski ve yeni resimlerden oluşan dialarını bölümlere göre tasnif ederek kodlamış, ilk baskıda tasarım sırasında kesilen bazı resimlerin bütün olarak yer almasını sağlamıştı. Her zaman olduğu gibi parça parça yapıyordu işlerini. Metni okumuş, ilk baskıdan zihninde yer etmiş yanlışlıkları düzeltmiş ve bazı bölümlere gerekli gördüğü ekleri elleriyle yazmış, bu baskının YKY’deki öteki kitapları gibi basılması için gayret ve heyecana gelmişti. “İkinci Baskıya Önsöz” 24 Ağustos 2008 tarihini taşıyor. Hocamız ise 30 Eylül 2008’de öldü. Aradaki bir ay bizim için ebedî sessizlik ve boşluğun bir hazırlayıcısı olmalı ki, beklediğimiz yeni resimlere ait resim altları bir türlü gelemedi, Önsöz’de tartışılması, değiştirilip yumuşatılması gereken yerler üzerinde de duramadık. Resimler için yazacağını söylediği alt yazıları sevgili kızı Esra And da, bir dönem yardımcısı olan Yeşim Gökçe de evde bulamadılar. Bu yüzden ya resim altları olmadan basacaktık kitabı ya da eski baskıdaki resimlerle yetinecektik. İkinci seçenek ağır bastı. Ancak kimi resimleri onun arzu ettiği ayrıntıları verecek biçimde kullandık, kimilerinde de titizlikle istediği temizleme ve düzenleme işlerini yaptık. Metin And için resim, bazı kitaplarda metnin önüne geçer, haydi abartmayayım metinle atbaşı gider. Kaynaksız, altyazısız resim dilsiz bir insan gibi olacağından bunun yerine ne ve kim olduğunu bildiğimiz, bize söylediklerini anladığımız eski resimleri tercih etmek zorunda kaldık. Bu konuda üzgün olmak, onu yitirmiş olmanın üzüntüsüyle karşılaştırılamazsa da arzusu yerine gelmediği için mahcubuz. Bunu Metin And’ın son şakası sanmasın kimse, onun şakaları bitmez. Birkaç yarım kalmış kitabıyla devam edip bir süre daha varlığını sürdürür şakalar... Sevgisini, sıcaklığını hissediyor; yokluğunun “gerçek bir yokluk” olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyor, onu özlüyoruz. M. Sabri Koz 18
Giriş Bu yapıt, 16. yüzyıl İstanbul ’undaki günlük yaşamı sergilemektedir. Bu nedenle uzamda İstanbul, zamanda 16. yüzyılla sınırlandırılmıştır. Bir yüzyıl öncesine veya sonrasına bir yıllık bir taşma bile söz konusu değildir. Osmanlılar üzerine araştırma yapanların, Osmanlı ’nın yönetsel yapılanmasını, hükümet örgütlenmesini, savaş hazırlıklarını, savaşlarını ve isyanlarını ve son zamanlarda da ekonomisini makro ekonomi düzeyinde ele aldıklarına bakıldığında, Osmanlılar ın sosyal yaşamı gözden kaçmış gibi görünmektedir. Bu yapıtın hiçbir bölümünde ikinci bir araştırma, bilimsel inceleme veya kaynağa rastlamayacaksınız. Birinci el kaynaklar üzerine ben de hiçbir yargı, yorum veya değerlendirmede bulunmadım. Yapıtın malzemesini zamana tanıklık etmiş olanların belgeleri oluşturmaktadır. Bu belgeler iki kategoride sunulmaktadır: Türkler tarafından yazılanlar ve yabancılar tarafından yazılanlar. Türk tarihleri ve diğer tarihsel incelemeler savaşlara, savaş hazırlıklarına ve hizmetkârları ile sultanların ilerleme ve başarılarına etkileyici bir biçimde yer ayırmışlardır. Ancak sıradan insanların sosyal veya günlük yaşantılarına ait hemen hemen hiç bilgi yoktur. Az da olsa bu tür bilgilere edebî eserler ve arşivlerde rastlanmaktadır. Bunları arayıp bulmak çok zordur ve zaman kaybına neden olmaktadır, üstelik bu iş bilimsel birikim gerektirir. Yine de, kitabımın Kaynaklar Üzerine Notlar bölümünde üç Türk kaynağı gösterilmiştir. Sosyal yaşam bağlamında yabancı tanıklarca sağlanmış bilgiler daha zengindir. Söz konusu bilgiler seyahatnâmelerde, günlüklerde ve gezginlerle diplomatların mektuplarında bulunmaktadır. Ancak bu yabancı kayıtlar, her tür yanlış anlama, abartı, çarpıtma ve bilerek uydurma sonucu bozulmuşlardır. Kimisi yetersizdir, kimisi ise zaten var olan kargaşayı körüklemektedir. Kimi zaman çelişik ve belirsizdir. Yine de birkaçı, bilimsel merakla donanmış, tarihe karşı sorumluluğunun bilincinde olan, güçlü ve dikkatli gözlemcilerin kaleminden çıkmıştır. Dahası, birçoğunun aynı konuya eğilmeleri onların doğruluklarını denetleme olanağı vermektedir. 19
16. Yüzyılda İstanbul
Kendilerine tozlu arşivlerin raflarında dinlenecek bir yer bulmuş olan yazmalarla bu birinci elden belgelerin birçoğu henüz yayımlanmış değildir. Kimilerine ben ulaşamadım; kimilerini de çözmek zordu. İkinci gruptakilere bir örnek olarak III. Murad ’ın sarayında görevli bir İtalyan hekimin tuttuğu kayıtlardan söz edeceğim. Relazione della gran città di Constantinopoli olarak kısaltılmış ad altında British Museum ’da (Harl. MSS. 3408) elyazması bulunan hekimin adı Domenico Hierosolimitano idi. Bir başka örneği de Lambert Wyts ’ın Reiseberichte ’si oluşturmaktadır. Bu yazmanın, Viyana Ulusal Kütüphanesi ’nde (Cod. 3325) bulunan mikrofilmine başvurduysam da Fransızca metni çözmekte zorluk çektim. Ancak bu yazma bazı suluboya resimler içeriyor; bunların birinden yararlandım. Venedikli elçilerin raporlarında aktardıkları değerli gözlemlerden de yararlanılabilir. Ancak itiraf etmeliyim ki, ara sıra değinsem de, yayımlanmış olan seksen kadar cildi ayrıntılı bir biçimde incelemiş değilim. Bu kitapta kullanılmış olan belgelerin çoğu Almanca ve Fransızca ’ dır; diğerleriyse İngilizce ve İtalyanca, bir tanesi de İspanyolca ’ dır. Okuyucuya kolay anlaşılır bir biçimde sunmak amacıyla kaynaklarımı doğrudan alıntı olarak aktarmadım. Bunun yerine, bunları kendi sözcüklerimle anlattım, yer yer de kısalttım. Meraklılar için sayfa numaralarını verdim. Aynı konu hakkında birden fazla tanık olduğunda birbirleriyle karşılaştırma yapılabilsin diye tümünün dediklerini aktardım. Baştan sona karşılaşılan en büyük güçlük bu denli engin kaynak arasındaki dengeyi sağlamaktı. Bu nedenle, özellikle dinsel konuları, İslâm ’ın prensiplerini, hükümet örgütlenmesini, ordu ve benzerleri üzerine kimi bilgileri kitabın dışında bıraktım. Bu kitapta kullanılan ikinci bir grup kaynağı da görsel malzeme oluşturmaktadır. Kenti ziyaret edenlerin birçoğu vatanlarına döndüklerinde deneyimlerini arkadaşlarıyla veya amirleriyle ya da hükümdarlarıyla paylaşmak ve anılarını tazelemek amacıyla gördüklerinin resimlerini, karalamalarını veya gravürlerini yapmışlardır. Nicolas de Nicholay, Jérôme Maurand, Schweigger ve Heberer bize böylesi çizimler bırakmışlardır. Ancak bu çizimler siyah beyazdır. Ben renkli olanları yeğledim ve özellikle bunları kullandım. Bunlar 19 albümde yer almaktadır, fakat kimini kullanamadım. Örneğin Leningrad ’ daki (Sen-Petersburg) Hermitage Müzesi başvurumu yanıtlamadı. Oysa, albümlerin çoğu bu kitapta örneklenmişti. Söz konusu yazmalarda yer alan resimlerin iyi çekilmiş modern fotoğraflardan, bilgi aktarma bakımından, aşağı kalır yanı yoktur. Seçim yaparken, aktardığım belgeleri resimlemeyi hedefledim. Ressamlarla yazarlar birlikte yolculuk yaptıklarından, metin ile resim birbirini tutuyor ve resimler anlatılanları aydınlatıyor. Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır. Önce, Kent. Bu bölüm panoramalarıyla, anıtlarıyla, surlarıyla, ulaşımıyla, evleriyle, insanlarının ve binalarının sayımıyla, câmileri, hamamları, su kanalları ve bahçeleriyle 16. yüzyıl İstan20
Giriş
bul ’unu konu edinmekte ve üç ana bölgesini betimlemektedir. Her bir bölge ayrı bir kente benzetilmiştir. İstanbul merkez, Galata-Pera ve Üsküdar. Yangın, kıtlık, deprem ve salgın hastalıklar gibi felaket ve afetler olduğu kadar, düzenin sağlanması, kamu sağlığının korunması ve kentin temizliği de kitabın kapsamındadır. İkinci bölüm Saray ’a ayrılmıştır. Topkapı, diğer saraylar ve Sultan’ın sarayının betimlemeleri burada yer almaktadır. İmparatorluğun yaşantısı Dîvân ’ın önerilerde bulunduğu, sadrazamın yardım ettiği Sultan’ın kişiliğinde doruğa ulaşıyordu. Okuyucu burada, hükümdarın halkın içine nasıl çıktığına, nasıl av partilerine gittiğine, hanedan kayığıyla yaptığı eğlence gezilerine şenlik ve yemeklere dair betimlemeler bulacaktır. Saray törenlerini anlatan bölümlerde hükümdarın Dîvân ’a başkanlık edişi ve büyükelçileri kabul edişi sergilenmektedir. Halk’ı ele alan üçüncü bölüm kitabın ana bölümünü oluşturmaktadır. Hepsi kentin yaşamına ayrı bir renk katan değişik ırk, dil, din ve âdetlerle bezenmiş çok sayıda insan yaşıyordu İstanbul ’da. Alıntılar bunların giyimlerini, evlilik âdetlerini, yemelerini, içmelerini, denizlerdeki balıkları ve diğer ürünleri, ödemek zorunda oldukları fiyatları, kadınların yaşamlarını, etiket kurallarını, toplumsal normları, cezaları, fahişeliği, uyuşturucuları ve batıl inançları gözler önüne sermektedir. Önümüzdeki sayfalar konuyu kuşkusuz tüm ayrıntısıyla sergilemiyor. Malzeme bunu gerçekleştiremeyecek kadar engin. Birçok açıdan da daha geniş bir irdelemeyi gerektiriyor, çünkü ele aldığımız dönem Osmanlı İmparatorluğu ’nun gücünün ve debdebesinin zirveye çıkmasına tanıklık etmiş. Ancak genel ve tamamlanmamış bir biçimde de olsa konuya bir giriş yapabildiysem ve 16. yüzyıl İstanbulu ’ndaki günlük yaşamın anlaşılması için yolu açtıysam hedefime ulaştım demektir.
21
16. Yüzyılda İstanbul
22
Metin And
Kent
23
16. Yüzyılda İstanbul
24
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları Fynes Moryson, İstanbul gezisi sırasında İngiliz elçisi Master Edward Barton ’un evinde konuk edilmiş, kenti gezerken güvenliği için emrine bir de yeniçeri verilmişti. Moryson ’a göre o dönemde kent, kuzeyden güneye 15 km., doğudan batıya 8 km. uzanan bir dikdörtgen görünümündeydi. Moryson, kentin çevresini, kâh kayıkla, kâh yaya olarak dört saatte dolaşabilmişti [MORYSON 91]. Ramberti, İstanbul ’un 18 mil çapında olduğunu ve yedi küçük tepe üzerinde kurulduğunu söylemektedir. Görkemli saray ve câmiler sayılmazsa, evlerin çoğunun çamur veya tahtadan çok kötü yapılmış olmalarına, kent surlarının yıkılmaya bırakılmasına karşın, tüm dünyada o zamana dek var olmuş en güzel kenttir. Kentin içinde, bakımsız topraklarda selvi ağaçlarını ve başka ağaç türlerini fark etmiş Ramberti, ama tuhaftır ki bu ağaçların mezarlıkları gölgelediğini fark etmemiş [RAMBERTI 239]. Roma, Venedik, Napoli, Milano, Paris ve Lion ’u görmüş olan Pedro ’ya göre bu kentlerin hiçbiri İstanbul ’ la yarışamazdı. İstanbul ’ da büyük bir kentte olması gereken her şey bulunuyordu. Bütün bu Avrupa kentleri bir araya gelseler, İstanbul ’la yer, büyüklük, güzellik, ticaret ve bolluk açısından rekabet edemezlerdi. Aslında, İstanbul ’un tüm niteliklerini anlatmak için bir ömür yetmez [VIAJE 272-273]. Oldukça ılıman geçen kış mevsimi iki ay kadar sürer, kente hemen hemen hiç kar yağmazdı. Dernschwam ’ın İstanbul ’da kaldığı sürece sadece üç kez kar yağmış; bir keresinde yerden dört santim kalınlıkta tutmasına karşın, öğleye doğru tümüyle erimiş. Dernschwam, ülkenin diğer bölgelerinde kar yağarken İstanbul ’da ancak yağmur yağdığını; nemli havaya alışkın olmayan birçok yabancının bundan rahatsız olduğunu söyler [DERNSCHWAM 49]. Sanderson, 1594 yılında kentin eski surları içindeki yedi tepe üzerindeki binaları betimliyor. Edirne Kapısı ’ndan giren yolcular Belisarius Sarayı ’nın kalıntılarıyla karşılaşırdı. Bu kapıya yakın III. Murad ’ın annesi için yaptırılmış küçük ama güzel bir câmi vardı. İkinci tepenin üzerinde, bazı Bizans imparatorlarının mermer mezarları25
16. Yüzyılda İstanbul
nın olduğu, Fener ’e bakan St. Mary Pammakaristos Kilisesi vardı, birkaç yıl öncesine kadar. İstanbul Patriği’nin evi bu kiliseye yakındı. Fâtih Sultan Mehmed Câmii ve Türbesi üçüncü ve en yüksek tepedeydi. Sanderson, Türklerin böylesine görkemli binalar yapabileceklerine inanamamış; çünkü Türklerin sanatta değil, savaşta usta oldukları kanısındaymış. Biçim olarak bu câmi Ayasofya ’nın bir eşiydi. Yakınında din ya da ulus ayrımı gözetmeksizin tüm yolcuların üç günlüğüne ücretsiz yiyecek ve yatacak yer bulabildikleri kubbeli yüz oda vardı. Ayrıca fakirler için 150 imâret bulunuyordu. Bunlar adam başına günde birkaç akçe dağıtır ve ayrıca ücretsiz yemek verirlerdi. Câmi çevresinde, muhtaçlara yardım kompleksi içinde bir akıl hastahanesi, ücretsiz ilâç dağıtan bir hastahane, öğrenciler için okullar, yurtlar ve hamamlar vardı. Sultan Mehmed Vakfı’nın sağladığı kiralardan câmiye yılda 60.000 düka yardımda bulunuluyordu. 1594 ’te kiralardan toplanan para 200.000 dükayı geçiyordu. Ayasofya ’nın, bedestenlerin, kentteki tüm büyük dükkânların, Topkapı Sarayı ’nın gelirleri bunun içindeydi. Bu gelirden câmiye günde 1001 akçe ödeniyordu. Dördüncü tepede Sultan Süleyman ’ın babası I. Sultan Selim Câmii ve Türbesi vardı. Bu câmi, öteki büyük câmilerle karşılaştırıldığında, daha yalın bir biçimde yapılmıştı. Selim ’in babası Sultan II. Bayezid Câmii ve Türbesi beşinci tepedeydi. Önünde büyük bir boş alan vardı. Altıncı tepede en görkemli câmi ve türbe Sultan Süleyman ’ınkiydi. Yedinci tepede ise şimdi câmi olan eşsiz güzellikteki eski Ayasofya yer alıyordu [SANDERSON 69-71]. Bunun dışında da birçok güzel câmi vardı. Şehzâde Câmii, Süleyman tarafından oğullarından birinin anısına yaptırılmıştı. Sanderson ’un Katolik râhiplerinin manastırlarına benzettiği Yeniçeri Kışlası da bu câmiye yakındı. Câmi yaptıran büyük isimler arasında Mehmed Paşa, Davut Paşa, Rüstem Paşa ve Hadım Mesih Paşa sayılabilir. Sanderson ’un zamanında Sinan Paşa, Çemberlitaş yakınında bir câmi yaptırıyordu; Cerrah Mehmed Paşa ise Avrat Pazarı ’nda [SANDERSON 72]. Gerlach, İstanbul ’un çok sayıda mahalleye veya bölgeye bölündüğünden söz ediyor. Her mahallede belli sayıda konut vardı. Câmi veya kiliseler de bu mahallelerin içinde sayılırdı. Her kilisenin bir râhibi, her câminin de bir imâmı vardı [GERLACH 359]. Kentin suyu, çevredeki dağ ve vadilerde Bizanslılar zamanında yapılan bentlerden getirilirdi [DERNSCHWAM 4]. Sultan Süleyman son yıllarında İstanbul kentine Belgrad Ormanları’ndan su getirecek olan ve Sinan tarafından yapılan kemerli su yollarının tamamlanışını gördü. Tepelerden gelen su, yeraltı su kanallarıyla kare yontma taşlardan sağlam bir biçimde yapılan sarnıçlara yollanıyordu. Buradan da kemerler arasından geçerek su yoluna ulaştırılıyordu. Gerlach ’a göre, su böylece 3.5 Alman mili yol almış oluyordu. 8 26
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
Ocak 1577 ’de Gerlach bunları görmeye gider. Anlattıklarına bakılırsa, dört büyük ve birçok küçük su yolu vardı. Büyük olanlardan birinci ve ikincisi iki katlıydı. Bunlar kemer payandasıyla, üçüncüyse üç katla desteklenmişti. Her üç su yolunun üzerindeki katta yürünebiliyordu. Bunları ayakta tutan kare biçiminde yontma taşlardan yapılmış duvarlar 20 ayak kalınlığındaydı. Dördüncü su yolu üçüncüden güzel bir çayırla ayrılıyordu ki burada bir de Rum köyü vardı. Bu su yolunun yüksek kemer ve payandaları ve iki katı vardı [GERLACH 302]. Pedro ’nun dediğine göre İstanbul sokaklarının hiçbirinin Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasından ayrıntı: adı olmadığından, gidilecek Fâtih Câmii ve çevresi. yeri kolayca bulmak için semtin adını ya da çevredeki herhangi bir câminin adını vermek yeterlidir. Çarşılara gelince, orada en çok satılan malın adıyla anılırlar, Tavuk Pazarı (Taucbazar), Balıkpazarı (Balucbazar), Koyun Pazarı (Coinbazar) gibi [VIAJE 271]. Fugger ’in 1589 yılı belgelerinde İstanbul ’da, üzerinde câmi bulunan 4492 geniş sokak, 2185 tane de üzerinde câmi bulunmayan dar sokak yer aldığı belirtilir. Bu arada 442 kilise, 100 hastahane ile düşkünler yurdu, 895 hamam, 942 sebil, 275 ekmek fırını, 585 un değirmeni, yiyecek ile başka çeşitli mallar satılan 20 çarşı, 15 han, 418 kervansaray, 115 değişik okul, medrese, 165 ilkokul vardır. Çevresi 18 mili (=3 Alman mili) bulan kentin surlarında 24 kapı, 360 gözlem kulesi bulunur [FUGGER 129]. Sanderson ve Moryson eski İstanbul kentinin Marmara Denizi ’nden Haliç ’e açılan 11 kapısı olduğunda birleşiyorlar. Bunlar Yedikule Kapısı (Aurea), Silivri Kapı (Pagea), Topkapı (S. Roma), Edirne Kapı (Carthasco), Yeni Mevlevîhane Kapı (Regia), Eğri Kapı (Caligaria), Odun Kapısı (Xilina), Haringna Kapı (Haringna), Fener Kapı (Phara), Aya Kapı (Theodosia), Cibali Kapı (Siliaca) [SANDERSON 79 - MORYSON 264]. Yüzyıllar boyunca depremler ve yangınlar kent duvarlarına ve kapılarına büyük zarar verdi. 1509 ’da, Sultan II. Bayezid ’in hükümdarlığı sırasında çıkan yangın 18 gün sürdü. 13.000 ’in üzerinde insan öldü. Kent surlarının büyük bir kısmı yıkıldı. II. Bayezid, surları ve tamamı 24 tane olan deniz ve 27
16. Yüzyılda İstanbul
kara kapılarını yeniden yaptırmak için 60.000 işçi çalıştırdı. Daha sonra, III. Murad ’ın annesi, yaptırdığı ve destek sağladığı halka açık hamamlara kolay ulaşılsın diye yeni bir kapı açtırdı. Sanderson kendi zamanındaki 25 kapının adlarını, Sultan’ın sarayına yakın olan kentin doğu kapısından başlayarak sıralıyor: 1. Çıfıt Kapısı, 2. Balıkpazarı, 3. Yemiş İskelesi, 4. Odun Kapısı, 5. Yeni Kapı, 6. Un Kapanı, 7. Cibali Kapısı, 8. Aya Kapı, 9. Yeni Kapı (Vâlide Sultan ’ın yaptırdığı), 10. Petri Kapısı, 11. Fener Kapı, 12. Balat Kapısı (Bizans imparatorlarının baş kapısı), 13. Ayvan Saray Kapısı, 14. Eğri Kapı, 15. Edirne Kapı, 16. Topkapı, 17. Silivri Kapı, 18. Yeni Kapı, 19. Yedikule, 20. Narlı Kapı, 21. Samatya Kapı, 22. Yeni Kapı, 23. Kumkapı, 24. Çatladıkapı ve 25. Ahırkapı (Sultan’ın atlarının bulunduğu yer). Ayvan Saray, kemerli saray anlamına geliyor. Bu kapıya aynı zamanda Eyüp Ensari Kapısı da deniyor. Çünkü burada 668 ’de Araplarca kuşatmada öldürülen Peygamber ’in sancaktarı Eyüb ’ ün türbesi var. Sanderson, Eyüb ’ ün, İncil ’de sabrıyla tanınan Eyüb olduğu yanılgısına düşmüştür. Sanderson bu kutsal türbenin yanına birçok paşa ve diğer önemli kişilerin gömüldüğünü yazıyor [SANDERSON 81]. Sanderson ’a söylendiğine göre kent duvarları içinde 18.000 ibadet yeri vardı. Ancak Sanderson gerçek sayının 8-9 bin arasında olduğuna inanıyor. Buna 100 ’ün üzerinde kilise ve sinagog da dahil. Ayrıca, Galata ’da 4 ya da 5 Katolik kilisesi, Katolik keşişlerine ait 2 veya 3 manastır da vardı. Bunlardan başka, birçok Rum kilisesi bulunuyordu. Paskalya yortusundan önceki cuma günü, Rum keşişler de Katolikler gibi kendilerine eziyet ederlerdi. Hıristiyan kiliselerinde çanlara izin verilmiyordu [SANDERSON 69]. İstanbul ’a gelen yolcular arasında Lubenau ’nun yaptığı bina sayımı belki de yapılanlar arasında doğruya en yakın olanıydı. Ona göre, 44 Rum kilisesi ve 70 Yahudi okulu vardı. Câmi ve mescitlerin sayısı 485, liseye denk medreselerin sayısı 625, yüksek okula denk medreselerin sayısı 515 idi. 110 hastahane, 419 imâret (yemek dağıtılan kuruma ait yapı), develer için 150, arabalar için 12 kervansaray vardı [LUBENAU 168]. Don Pedro, İstanbul ve Galata ’da birkaç bin câmi, hamam ve Rum kilisesi olduğunu tahmin ediyordu. Nüfusu ev sayısına bakarak hesaplamıştı. Ona göre 60.000 Türk, 40.000 Hıristiyan ve 10.000 Yahudi evi bulunuyordu. Ayrıca İstanbul ve Galata ’ da 10.000 ev daha vardı. Bunlara Haliç ’in kıyısındaki Rum balıkçılara ait kırık dökük evler de dahildi [VIAJE 493]. Hepsi çok güzel inşa edilmiş, damları kurşun kaplı 300 ’ den fazla câmi bulunuyordu. Ayrıca 100 ’den fazla hamam, kervansaray ve imâret vardı [CANAYE 93]. Wratislaw ’a göre büyük câmilerin hemen hemen hepsi Ayasofya planına göre inşa edilmiş, hayranlık uyandıran yapılardı. Kentin sokaklarının dar, evlerinin kötü olmasına karşın, Türklerin câmi, hamam, hastahane ve kervansaray yapımına çok para harcadıkları ve şahane binalar yapabildikleri görülüyordu [WRATISLAW 157]. İstanbul ’da câmiler ve Sultan’ın sarayı dışında pek az bina taştan yapıl28
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
Boğaziçi. Bu resim iyice anlaşılmadığından yalın bir biçimde yeniden yapılmış ve önemli yapılar gösterilmiştir (BODLEIAN).
mıştı. Birçok ev Türk tarzında inşa edilmişti. Bunlar tahtadan veya kötü fırınlanmış tuğladan yapılmıştı. İki ya da üç kattan yüksek bina yoktu. Kent içinde selvilerin ve diğer ağaçların, büyük ve güzel bahçelerin olduğu boş alanlar vardı [CHESNEAU 25]. Birçok tanık, câmi, hamam, imâret, türbe gibi halka açık yapıların çok güzel binalar olduğunda birleştikleri gibi, paşaların ve önemli adamların evlerinin manastır gibi tek başına durduğu, sağlam duvarları, yüksek çatıları, büyük holleri olduğu, ancak bunların özensiz inşa edildiği konusunda aynı görüştedir. Zenginlerin evleri bile taş ve kireçten yapılıyordu. Alman evleriyle kıyaslanamazlardı bile. Türk ve Yunan ustalar Alman ve İtalyan tarzında ev yapmayı bilmiyorlardı. Türkler için yağmur, rüzgâr ve kardan korunmak yeterliydi. Daha başka beklentileri yoktu. Ayrıca taş sıkıntısı vardı. Taş, eşek sırtında taşınıyordu ve 100 eşek ancak iki araba dolusu taş taşıyabildiğinden inşaatlar pahalıya mal oluyordu. Bu nedenle Avrupa ’da 200 ya da 300 gulden arası olan orta karar bir ev İstanbul ’da 1.000 dükaya çıkıyordu. Çatıları kiremit kaplı evlerin büyük yuvarlak mazgalları ışık alsın diye camlıydı. Ancak pencereleri, evin içi komşuların gözlerinden uzak olsun diye tahta panjurlarla kapanırdı. Evlerin içinde tahta işine ve mobilyaya çok az yer verilirdi. At dışında hayvan beslenmezdi. Hayvanlar için bir ahır, insanlar için iki oda olurdu. Schweigger, evlerin çok ilkel koşullarla ayakta tutulduğunu yazıyor. Çünkü ısıtma düzeni yoktu, ocaklar vardı; kiler ve ahırlarda havalandırma düzeneği de yoktu [SCHWEIGGER 104-107]. İstanbul ’daki yapılaşmaya da, yangınların önlenmesi, limana gelen gemilerden boşalan yük trafiğinin aksamaması, anayollarda yayaların ve atlıların geçişine, kenti çevreleyen surları kapılardan giriş ve çıkışa engel olunma29
16. Yüzyılda İstanbul
ması için bir takım kısıtlamalar konmuştu. 1558 ’de çıkarılan bir karar surların çevresinde yapıların yapılmasını yasaklıyor, güvenlik açısından tüm pencerelere kepenk konması zorunluluğunu getiriyordu [AR 58-59]. 1559 ’da çıkan bir kararda ise Galata ’daki tüm yapılarda taş kullanılması ve kepenk takılmaması buyruluyordu [AR 59-60]. Dîvân kararları, yapılarda kullanılacak keresteyi bile, tür ve nitelik olarak saptıyor [AR 64-65], yapılardan sorumlu kişilerin işten anlayan ehil kişiler olması zorunluluğunu da getiriyordu [AR 61]. Canaye ’nin İstanbul ’ da kaldığı süre içinde Sultan, Ayasofya ’ya yakın tüm binaları yıktırdı. Diğer câmilerde olduğu gibi Ayasofya ’nın da çevresini bahçe ile donatmak istiyordu [CANAYE 99].
Panoramalar En eski ve ayrıntılı İstanbul panoramalarından biri 1559 tarihli Melchior Lorichs ’in çizimidir. Kâğıt üzerine sepya ve siyahla çizilmiş panoramada, yer yer yeşil ve pembe dokunuşlar görülür. Eni 0.450 m., uzunluğu ise 11.275 m. ’dir. Hollanda’da bulunan bu dev panorama İstanbul ’u göstermekte, Üsküdar ve Galata ’yı kapsamamaktadır. 21 paftadan oluşur. 11. pafta sanatçıyı arkadan Galata ’da resmini yaparken göstermektedir. Lorichs’in yanında Osmanlı yardımcısı vardır. Bir elinde mürekkep ya da boya hokkasını, öteki elinde Lonichs’in mührünü tutmakta. Bu elinden başlayarak yukarıya doğru gidilirse Şehzâde Câmii’nin solunda bu mührün basılmış olduğu görülür. Resim, Haliç, Boğaziçi ve Marmara Denizi ’nin birleştiği noktadan başlar ve kentin en batısında biter. Çok bozulmuş olan bir paftanın büyük olasılıkla bugün Eminönü diye bilinen yer olduğu söylenebilir. İlk pafta Üsküdar ’ dan çok küçük bir kesimle Kız Kulesi ’ni göstermektedir. 1. paftadan 6. ’ya kadar olanlar en önemli kesimlerdir. Topkapı Sarayı, Ayasofya buradadır. 8. pafta Çemberlitaş, Elçi Hanı ve Atik Ali Paşa Câmii ’ni göstermektedir. 9. pafta Bayezid Câmii ’ne ayrılmıştır. 10. pafta Süleymaniye Câmii ile Eski Saray ’ı göstermekte ve böylece panorama batıya doğru uzayıp gitmektedir. Çoğu paftalar çok bozulmuştur: özellikle 2, 4, 5, 10, 16, 18, 19, 20 ve 21. paftalar. Kimi paftada yer alan uzun yazılarda binaların ne oldukları gösterilmiştir. Kitabın ilk baskısında önemli bir kesimini katlanan sayfalarda göstermiştik. Bu baskıda bundan vazgeçip Câmiler bölümünde bunlardan birkaç tanesini aldık. Viyana Albümü’ndeki [VİYANA I] üç panorama İstanbul ’un üç kesimini de göstermektedir: İstanbul yakasının Galata ’ dan görünümü, Galata ’nın İstanbul ’dan görünümü ve Üsküdar. İlk panorama esas albümden ayrılmıştır. En ayrıntılı ve en güzelidir. Öyle ki Marmara ’nın güney kıyısını Adalar, Üsküdar ve Kadıköy ’ü Haydarpaşa ve Fenerbahçe ’ye kadar göstermektedir. İstanbul kesimi Sarayburnu ’ndan başlar. Topkapı Sarayı ’nı ayrıntılarıyla görürüz. Aya İrini ve Ayasofya, Çemberlitaş, Elçi Hanı; Atik Ali Paşa, Mahmud Paşa 30
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
ve II. Bayezid câmileri, yüksek duvarları ve içindeki köşklerle Eski Saray üçgen biçimi yüksek duvarlarla çevrilidir. Bu duvardan başlayarak hemen sağda Süleymaniye Câmii ’nin görkemli görünümü yer alır. Bundan sonra Şehzâde Câmii ile Bozdoğan Kemeri gelir. Arkada Yedi Kule ve Arkadius Sütunu, daha sağda Fâtih Câmii ve I. Selim Câmii bulunur. Panorama, Tekfur Sarayı, Eyüp ve duvarların ötesindeki mezarlığa kadar uzanmaktadır [Bkz.: s. 32-33]. İstanbul ’un karşısında, Haliç ’in kuzey kıyısında, soldan sağa, Tersane ’yi görüyoruz. Kasımpaşa ’daki bu tersanede kemerli bölmelerde 120 yelkenli gemi barınabilmektedir. Üstteki yeşil alan Okmeydanı ’na kadar uzanmaktadır. Tersane ’den sonra Galata gelir. Üçgen biçiminde duvarlarla çevrelenmiş, üçgenin tepe noktasında Galata Kulesi yer almıştır. Onun sağındaki beyaz, yaygın bina günümüzdeki Galatasaray Lisesi ’ dir. Bugünkü bina oldukça yeni olmakla birlikte burası II. Bayezid çağında Acemioğlanların okulu olarak yaptırılmıştı. Galata ’daki bütün binalar, kiliseler, câmiler seçilebilmektedir. Bu arada Kılıç Ali Paşa ve tepede tek minareli Cihangir Câmii görülmektedir. Viyana Albümü’ndeki panoramada üçüncü kesim Üsküdar ve Kadıköy ’ü göstermektedir. Burada câmiler, binalar ve bunlar içinde en önemlisi Üsküdar Sarayı ve sağ köşede Sultan I. Süleyman ’ın yaptırdığı Kavak Sarayı... Denizde de ünlü Kız Kulesi ’ni görmekteyiz. Viyana Albümü’yle karşılaştırıldığında ilginç sonuçlara ulaşıldığı için bu kitaba aldığımız yerli bir sanatçı tarafından yapılmış tek İstanbul panoraması veya planı, ünlü matematikçi, tarihçi, minyatür ressamı, kısaca Matrakçı Nasuh diye bilinen Nasuh üs-Silâhî el-Matrakî ’nin 1537/38 tarihli Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi T. 5964, 153738) adlı kitabındadır. Bu kitabında Anadolu, Irak, İran ’daki kentleri, başka kitaplarında da Macaristan ve Fransa ’ya kadar Akdeniz kentlerini çizmiştir. Buraya aldığımız İstanbul planı eşsizdir. Pek çok yayında, bu arada bu kitabın yazarının da iki kitabında kullandığı bu planda İstanbul, hem kuşbakışı, hem de binaların karşısından gösterilmektedir. Hiçbir plan Matrakçı ’nınki kadar ilgi toplamamıştır. İstanbul planı İstanbul ’u, Galata ’yı ve Üsküdar ’ın küçük bir kesimini göstermektedir. Viyana Albümü’ndeki panorama ile karşılaştırınca Matrakçı ’nın planının üstünlüğü kenti yukarıdan da çizmiş olmasıdır. Böylece Viyana Albümü’nün göstermediği İstanbul ’un Marmara Denizi ’ndeki güney kesiminin Matrakçı ’nın planında bulunmasıdır. Böylece Matrakçı ’nın planında, örneğin At Meydanı ’nı, İbrahim Paşa Sarayı ’nı, Bedesten ’in bütününü, Kadırga Limanı ’nı ve çeşitli binaları bulmaktayız. Özellikle Kadırga ’daki tersane, Kasımpaşa ’dan sonra ikinci önemli tersanedir. Buna karşın, Süleymaniye Câmii henüz yapılmadığı için Matrakçı ’nın planında yer almamaktadır. İki panorama arasında benzerlik çoktur. Her iki resimde kurşun kaplı damlarla kiremit kaplı olanlar renk farkıyla gösterilmiştir. Bugün kendilerinden hiçbir iz kalmamış 31
16. Yüzyılda İstanbul
Üsküdar Kadıköy
Eski Saray
32
Sarayburnu
Adalar
Süleymaniye Câmii
Topkapı Sarayı
Şehzâde Câmii
Aya İrini
Yedi Kule
Ayasofya
Bozdoğan Kemeri Arcadius Sütunu
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
Çemberlitaş Elçi Hanı
Fâtih Câmii
Atik Ali Paşa Câmii
Kapalı Çarşı Mahmud Paşa Câmii
Sultan I. Selim Câmii
Bayezid Câmii
Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi
Eyüp Mezarlığı
33
16. Yüzyılda İstanbul
34
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
Matrakçı Nasuh’un Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn adlı eserinden İstanbul minyatürü. Solda: Galata, Haliç. Üstte: Suriçi İstanbul.
35
16. Yüzyılda İstanbul
İstanbul planı (SCHWEIGGER).
bazı önemli binalar her iki panoramada da gösterilmiştir. En iyi örnek Eski Saray ’dır. Matrakçı, binaları önemlerine göre, boyutlarını da bu öneme göre ölçek dışı olarak çizmiştir. Viyana panoramasında ise binalar ölçeğe uygun olarak çizilmiştir. Böylece her iki panoramada binalar biçim bakımından doğru çizilmelerine karşın boyut ve konumları Viyana panoramasında daha doğrudur. İstanbul ’dan bir başka görünümde ise (Bibliothèque Nationale de Paris, Cabinet des Estampes, Res. B. 10 ’ da) Lorichs ’inki gibi kent Haliç ’in kuzey kıyısında resmedilmiş. Solda ya da batıda Sultan’ın sarayı var ve Ayasofya resme alınmamış. Bu belgenin tarihi hakkında bilgi yok. Süleyman ’ın türbesi (Kanûnî) ve Rum patriği sarayı bu belgenin 1566-1582 tarihleri arasında yazılmış olduğunu gösteriyor. Bu panoramayı almadık. Kitaplarda rastladığımız basit çizilmiş, siyah beyaz üç panorama daha vardır. Bunların ilki Schweigger ’in kitabındandır [SCHWEIGGER 102]. Belli başlı şu nirengi noktalarını göstermektedir: A. Burma Dikilitaş; B. Elçi Hanı; C. Topkapı Sarayı; D. Ayasofya; E. Çemberlitaş; F. Bayezid Câmii; G. Yeni Sultan Mehmed Câmii; H. Ermeni Patrikhanesi; I. Arkadius Sütunu; K. Konstantin Sarayı; L. Rum Patrikhanesi; M. Süleymaniye Câmii; N. Eski Saray; O. Yedikule; P. Ayvansaray; Q. Tersane; R. Kız Kulesi; S. Bedesten; 36
Kentin Genel Görünümü ve Panoramaları
İstanbul planı (HEBERER).
T. Galata; V. Üsküdar; X. Kadıköy; Y. Marmara Adaları; Z. Marmara Denizi; 1. Mezarlık; 2. Surların dışı; 3. Eski Sultan Mehmed Câmii; 7. Karadeniz; 8. Bir hamam; 9. Boğaziçi; 10. Haliç. İkinci plan Heberer ’in kitabından alınmıştır [HEBERER]. İstanbul ’u geniş açıdan kuşbakışı olarak göstermektedir: Kent, Haliç, Boğaziçi ’nin iki yakası, Karadeniz. Kentten daha çok kırsal kesime önem verilmiştir. Kimi nirengi noktaları ölçek dışı olarak büyük gösterilmiştir. Karadeniz ’deki Pompei Sütunu ve Fener, Boğaz ’ın iki yakasındaki hisarlar gibi. Heberer bunu Boğaziçi ’nden Karadeniz ’e çıkarken aceleyle yapmıştır. Bu baskıya almadığımız bir başka planı Moryson çizmiştir. Bu, aslında çok orantısız ve çarpık bir harita olmakla birlikte belli başlı noktalar yerli yerine oturtulmuştur. Harflerin açıklaması şöyledir: A. Kentin 16 mil uzağında gemilerin güvenliği için bir fener; B. Kayalar üzerinde Pompeius Sütunu diye adlandırılan mermer sütun; C. Karadeniz; D&E. Kentin 8 mil uzağında Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı; F. Gemilerin demir attığı liman; G. Haliç ’in iki kıyısında gemilerin palamarla bağlandığı yerler; H. Galata: İngiliz, Fransız ve Venedik elçileri burada oturmaktadır. İngiliz Elçisi Edward Barton evini Galata ’nın tepesindeki bahçeli güzel bir eve taşımıştır; I. Tersane; K. Tophane; L. Üsküdar; M. Vâlide Sultan ’ın bahçesi; N. İzmit Körfezi; O. Topkapı Sarayı; P. Şölen Köşkü; Q. Ayasofya; R. Dünyanın sayılı harikalarından Süleymaniye Câmii ve Kanûnî ’nin Türbesi; S. Büyük ve Küçük Bedesten; T. Yedikule; V. Konstantin ’in Sarayı ’nın yıkıntıları; W. Çanakkale Boğazı ’nda iki hisar [MORYSON 91-105]. 37
38
Nüfus ve İstanbul Halkının Oluşumu Kentin büyük çoğunluğu Türk ’tür. Ancak İspanya, Portekiz ve Almanya ’ dan sürülmüş çok sayıda Yahudi İstanbul ’a yerleşmişti. Esnafın büyük çoğunluğunu da Yahudiler oluşturuyordu. Türkler, Yahudilerden birçok beceri öğrendiler. Hıristiyan nüfusu, temelde, yerli Rumlar, tüccarlar, Venedikliler, Floransalılar gibi ticaretle uğraşanlar oluşturuyordu. Başka ülkelerden gelen az sayıda Hıristiyan, Galata adıyla da anılan, kentin dışında ve Haliç ’in en uç noktasında kurulmuş olan Pera ’ da yaşardı [CHESNEAU 31]. 1553 yılının vergisiyle ilgili rakamlar kentte kadın ve erkek 15.053 Yahudi ’nin yaşadığını gösterir. Gerlach ise, bu rakamın 30.000 olduğunu; bunun da 10.000 ’inin Marunî Yahudiler olduğunu, Ermeni, Rum ve Karamanlı Rum Hıristiyanlar ın sayısının ise 6.785 ’i bulduğunu söyler [GERLACH 30]. Pedro, bir süre önce Sinan Paşa ’nın buyruğu ile yapılan bir ev sayımından söz eder. Bu sayıma göre Hıristiyanlar kırk bin, Yahudiler on bin, Türkler ise altmış bin evde yaşarlardı. Bu sayı kent dışında bulunan on bin küçük tahta ev ile Rum balıkçılarının Haliç kıyısındaki kulübelerini kapsamıyordu [VIAJE 269]. 1596 ’da Leonardo Dona İstanbul ’un nüfusunu 600.000 olarak hesaplamıştı [SENECA 303]. Giovanni Moro ’ya 1590-1593 yılları arasında, İstanbul ’ da nüfusun 1 milyon olduğu söylenmiş. Ancak Moro ’ya göre bu sayı 800.000 ’e yakınmış [RELAZIONI, 14]. Sanderson yerel bir kaynağa dayanarak nüfusu 1.231.207 olarak gösteriyor ve dökümünü veriyor [SANDERSON 82, 93]. İstanbul ’un 16. yüzyılda da sorunu olan nüfus artışı, öncelikle besin sorununun çözümlenmesini gerektiriyordu. Bu bakımdan özellikle et dağıtımını düzenlemek için 1575 ’te Dîvân ’ın çıkardığı bir kararla o sırada İstanbul ’da bulunan kasap dükkânlarından başka kasap dükkânı açılmasını [AR 92], Ramazan ayı dışında kasaplardan başka kimselerin koyun kesmesini [AR 93] ve Hıdrellez ’den önce kuzu kesimini [AR 98], bunun yanı sıra üst düzeydeki devlet memurlarının gereksinimlerinden fazla koyun almasını yasakladı [AR 95]. 1581 ve 1584 ’te çıkarılan kararlarda hayvanların İstanbul ’a nasıl getirileceği [AR 96-98, 98-100], 1585 ’te ise et fiyatları belirtildi [AR 101-102]. 1567 ’de de yine ◀ Bir Ermeni (BREMEN).
39
16. Yüzyılda İstanbul
40
Nüfus ve İstanbul Halkının Oluşumu
bir Dîvân kararıyla koyun satışlarında fiyat hayvanın türüne, yaşına ve sayısına göre saptandı. Hayvanların boğularak değil, kesilerek öldürülmesi bir kez daha zorunlu kılındı [AR 89-90]. Kışın çok soğuk geçtiği 1573 yılında İstanbul ’a un getirilmesi güçleştiğinde ekmek fiyatları bir Dîvân kararıyla artırıldı [AR 91]. Nüfus artışı karşısında besinden sonra ikinci önemli sorun kentteki düzenin korunabilmesi, hırsızlıktan öldürmeye kadar çeşitli suçlara karşı kentte etkin önlemlerin alınmasıydı. Bu arada İstanbul ’a akın çoğalmıştı, taşradan toplanan vergilerde de bir düşüş görülmekteydi. 1567 ’ de alınan bir Dîvân kararıyla Rumeli ve Anadolu ’dan İstanbul ’a gelen halkın başıboş dolaşmaması için belirli bir biçimde kaydedilmesi ve İstanbul ’un yerli halkı olarak benimsenmesi için kentte en az beş yıl yaşamış olması gerekiyordu [AR 139-140]. Kentin düzeninin bozulmaması için 1574’te çıkarılan bir başka kararla önlemler daha da artırıldı. Örneğin, İstanbul ’a akın eden dilenciler ve dervişler [AR 14344] ve özellikle Arap fakirleriyle [AR 143-44] ilgili olarak alınan kararlarla, bunların başıboş bir biçimde dolaşması önlenmeye çalışılıyordu.
Bulgar köylü kadınları (VİYANA I). ◀ Bir Arap ulak (BREMEN).
41
16. Yüzyılda İstanbul
42
Nüfus ve İstanbul Halkının Oluşumu
İstanbul ’ da yaşayan Müslüman olmayan halka, Müslümanlara kıyasla birtakım kısıtlamalar getirilmişti. Örneğin, 1577 ’de çıkarılan bir Dîvân kararı Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlarla aynı tip giysi giymelerini yasaklıyordu [AR 51]. Yine bir başka Dîvân kararı, Yahudiler in ve Hıristiyanlar ın Müslümanlar gibi türban takmayıp, Yahudiler in kırmızı, Hıristiyanların siyah takke giymesini öngörüyordu [AR 51-52]. 1568 ’de çıkarılan bir başka Dîvân kararında da Müslümanlar ın giyeceği kadın ve erkek giysileri kapsamlıca belirtilmişti [AR 47-48]. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, Müslüman halk ile Müslüman olmayan halka uygulanan bu ayrımın yalnızca insanların giyeceği giyeceklerle kalmayıp bir fetva ile hayvanlara da uygulandığını söyler [E. 402]. Örneğin, bir Müslüman ’ın atıyla bir Yahudi ’nin ya da bir Hıristiyan ’ın atı aynı biçimde bezenemezdi. Çingenelerin at yetiştirmesi, at sahibi olmaları, ata binmeleri bile yasaklanmıştı. Bunlar ancak eşeğe biner, arabalarına eşek koşabilirlerdi [AR 147]. Bir dönem Müslüman olmayan Bir Kürt (BREMEN). kimselerin köle satın almaları bile yasaklanmıştı [AR 51]. Dîvân, bir kilisenin bulunduğu yeri onaylamazsa ya da kilisenin izinsiz büyütülmesi, yapısında değişiklik yapılması durumunda yalnızca ilgilileri cezalandırmakla kalmaz, kiliseyi de yıktırırdı. Bu konuya örnek olarak, 1563 ’te Ermeni Kilisesi (Sulu Manastır) [AR 46-47], 1564 ’te [AR 45-46] ve 1565 ’te Balat ’taki bir kilise [AR 44-45] için alınan kararlar verilebilir.
◀ İki Bulgar kadın (BREMEN).
43
16. Yüzyılda İstanbul
Ayasofya. Sol köşede Sultan II. Selim’in Türbesi, ayrıca Sultan Selim’in beş oğlunun sandukaları (VİYANA II).
44
Câmiler, Türbeler, Kervansaraylar, İmâretler Canaye, Sultan Süleyman Câmii ’nin (Süleymaniye Câmii) çok güzel bir yapı olduğu düşüncesinde. Câmi, tüm kentten görünebilecek bir tepe üzerinde. Ancak Ayasofya kadar büyük değil. Kesme taştan, çok pahalıya yapılmış. Büyük kare avlusu iyi cins mermerle döşenmiş. Pırıl pırıl parlayan sütunlar üzerinde duran bir revak ile çevrelenmiş bir avlu. Ortadaki fıskıye o denli ustalıkla yapılmıştı ki, su sürekli olarak şelâle gibi mermer havuza akardı. Duvarlardan biri boyunca 30 çeşme vardı. Burada, inananlar câmiye girmeden önce abdest alırlardı [CANAYE 103]. Moryson, câmi hâline getirilmiş olan Ayasofya ’nın içine de girebilmişti. Oysa, Müslümanlar Hıristiyanlar ın câmilere girmesine izin vermezler, üstelik kendilerinden çok daha az yıkandıkları için onlardan iğrenirlerdi. Moryson, Müslüman geleneğine uyarak câmiye girmeden önce pabuçlarını çıkartarak dışarda bekletilen başka pabuçların yanına bıraktığını söyler. Hep kilise diye andığı Ayasofya ’nın, kırmızı tuğladan bir yapı olduğunu, duvarların ve yerlerin mermer kaplı, tavanlarınsa bozulmaya yüz tutmuş eski mozaiklerle bezendiğini, Türklerin yerlere serilen halılarda yatıp kalkarak namaz kıldığını yazar [MORYSON 91]. Gerlach, Ayasofya ’yı ziyaret ettiğinde hepsi de mermerden, en az sekiz etkileyici, çok yüksek kapı saymış. Sultan’ın sarayına yakın olan ana girişte bir revak bulunuyordu. Sultan burada atından iner, dua etmek için içeri girerdi. Ayasofya ’nın yakınında belki de İstanbul ’un en yüksek binaları vardı. Sultan’ın yaban hayvanları aynı yerdeki Aziz John Kilisesi ’nde korunuyordu. Gerlach, Ayasofya ’dan çıkıp Sinan Paşa ’nın ağaçlarla çevrili malikânesinin duvarları boyunca yürümüştü. Burada, Sinan Paşa ’nın çok sayıda esirinin binanın önünde oturduğunu görmüş [GERLACH 336]. Fynes Moryson ’a göre Osmanlı mimarisinin en güzel yapıtları sultan türbeleri, bunların da en güzeli, bir câminin bahçesine inşa edilen Kanûnî Sultan Süleyman ’ın türbesidir. Moryson, bu türbelerin, kentin her yanından görünebilmeleri için genellikle tepelere ve câmileriyle birlikte yapıldığını, kubbelerinin pirinç veya kurşunla kaplandığını, iç bölümlerin birçok pencereyle çok iyi aydınlandığını söyler. Bu türbelerde sultanlar, tahta en son geçen Sultan’ın ön45
Süleymaniye Câmii (VİYANA I).
16. Yüzyılda İstanbul
lem olarak boğdurttuğu şehzâdeler, sultanların anaları ve nikâhlı eşlerinin mezarları bulunurdu. Ölüler bu türbelerde bulunan sandukaların içine konur, sandukanın başına da ölünün mertebesini belirten, üzerinde sarıklar bulunan taşlar yerleştirilirdi. Bahçeye gömülen başka saraylıların da mezarının başına bir selvi ağacı dikilir, mezarlar demir parmaklıklarla çevrilirdi. Türbenin içindeki sandukaların çevresinde yerlerde halılar bulunur, insanlar âdeta ölüleri yalnız bırakmaKanûnî Sultan Süleyman’ın türbesi (DRESDEN). mak istercesine buralarda oturur, dua ederlerdi. Oysa, bu türbelerin dışında, halk mezarlarına hiç özenilmez, ölü gömüldükten sonra mezarına, başını, gövdesini ve ayaklarını işaretlemek üzere üç tane yüksekçe taş dikilirdi. Moryson, gezisi sırasında vezir ve paşalar için yapılmış hiçbir görkemli mezara rastlamadığını yazar [MORYSON 483-484]. Süleyman ’ın mezarı çiçeklere bezenmiş küçük bir bahçedeydi. Câmiye yakındı. Yüksek, yuvarlak bir yapı içindeydi. İmparatorlukta bulunabilecek en iyi mermerden yapılmış sütunlarla süslenmişti. Süleyman yeşil bir örtüyle örtülmüş mermer bir tabutun içinde yatıyordu. Bu örtünün üzerinde Süleyman ’ın hastayken giydiği giysi, baş kısmındaysa siyah sorguçlu bembeyaz, lekesiz bir türban vardı. Tabutun çevresinde 4-5 imâm yer alıyordu. Tabutun yanına yalnızca onlar girebiliyordu. Bu imâmlar hiç durmadan Süleyman ’ın ruhu için dua ediyorlardı. Türbenin çevresinde sayısız kedi vardı. Türbeye gelenler onlara yiyecek verirdi. Süleyman ’ın karısı Hürrem ve oğullarından biri de beraberce yandaki bir mezarda gömülüydüler. Hürrem ’in mermer tabutunun üzerinde işlemeli siyah kadifeden bir örtü vardı. Türban yerine, yakut ve turkuazlarla süslü bir sorgucu olan bir başlık bulunuyordu. Câminin avlusu aynı zamanda kervansaray, görkemli bir hastahane ve bir imârete de bakıyordu. Bu imârette, Türk veya Hıristiyan herkese günde üç kez yemek veriliyordu [CANAYE 103, 105]. 48
Câmiler, Türbeler, Kervansaraylar, İmâretler
Süleymaniye Câmii (DRESDEN).
Ayasofya ’nın yanında bulunan Sultan II. Selim ’in ve o dönemde yeni tamamlanmış olan Sultan III. Murad ’ın muhteşem türbeleri de Moryson ’u çok etkiler. Bunlardan, kurşun ve pirinç kaplı büyük kubbeli, çok pencereli muhteşem yapıtlar olarak söz eder. Ölen Sultan’ın, çok büyük bir sandukanın altında yerden biraz yüksekçe bir düzeyde yattığını, sandukanın baş tarafında en güzel beyaz ketenden, üzerinde en değerli taşlar bulunan yarımküre biçiminde sarılmış bir sarık bulunduğunu, onun yanındaysa çocuklarının anası olan kadın efendinin sandukasının bulunduğunu, bu sandukanın yanında da, yeni Sultan’ın tahta çıkınca boğdurttuğu çocuk şehzâdelerin sandukalarının yan yana dizili olduğunu yazar [MORYSON 99]. Wratislaw, Türk sultanlarının ve kimilerinin boğduruldukları söylenen eşlerinin ve çocuklarının türbelerini gezdi. Bütün mezarlar kurşun damlıydı. Küçük, dairesel mabetlere benziyorlardı. Tabutlar, pahalı kırmızı, baş taArka sayfalarda: Melchior Lorichs’in 21 parçadan oluşan İstanbul panaromasından VII, IX, X, XI, XII ve XIII numaralı parçalar. VIII. paftada Çemberlitaş, Atik Ali Paşa Câmii, Elçi Hanı; IX.’da Bayezid Câmii; X. paftada Süleymaniye Câmii ve Eski Saray; XI.’de Şehzâde Câmii ve Valens Kemeri’nin karşısında, Galata’da panoramasını yapan Lorichs –yardımcısının Osmanlı-Türk olduğuna dikkat çekelim–; XII. paftada arka planda Yedikule, Arcadius Sütunu ve Zeyrek (?) bölgesi; XIII.’de ise Fâtih Câmii görülüyor ve panorama böylece Eyüp’e doğru uzayıp gidiyor.
49
16. Yüzyılda İstanbul
rafında altın brokarı olan kumaşlarla örtülüydü. Her tabutun baş tarafının arkasında iki büyük mum vardı. Başucundaysa ölenin sağlığında kullandığı, sorgucu tuğlu turna tüyünden türbanı vardı. Sultan Süleyman ’ın tabutunun yanında taşlarla süslü bir pala, bir yay ve ok kılıfı bulunuyordu. Bunlar onun seferde öldüğünün göstergesiydi [WRATISLAW 156-157]. Sultan II. Selim ’in türbesi de Ayasofya ’ya yakındı. Tabutunu örten örtü altın sırmalı motiflerle süslüydü. Başucunda, sorgucu olan bir türban duruyordu. Tabutun her iki ucunda kalın bir mum yanıyordu. Aynı türbede Selim ’in yanında 5 oğlu [en büyük oğlu Sultan Murad ’ın (III. Murad) kardeşleri] yatıyordu. Onların tabutları üzerinde giysileri, altın kemerleri, altın kenarlı siyah ve beyaz mendilleri vardı. Etraftaki cam vazolarla güller, çiçekler ve çelenkler vardı. Gerlach, birçok imâmın türbede dua edip ilâhiler söylediğini görmüş. Türbenin dışında da insanlar diz çöküp dua ederlermiş [GERLACH 79]. Türkler, sultanlar ve çocukları öldüğünde onları yaptırdıkları büyük câmilerin yanındaki türbelerde, toprak düzeyinden yukarıda içi altın kaplı tabutlarda saklarlardı. Bu türbelerin bakımından sorumlu olan imâmlar her gün burada dua eder, sandukaların başına yeni sarılmış sarık koyarlardı [DERNSCHWAM 112]. Canaye ve arkadaşları Fâtih Sultan Mehmed (II. Mehmed) ve Sultan Bayezid (II. Bayezid) tarafından yaptırılmış olan câmilere de gittiler. Bunların ikisi de kentin en güzel câmileri arasındaydı. Yerel âdetlere uyarak ayakkabılarını çıkartıp içeri girdiler, çünkü yerler İskenderiye ’den getirilmiş ve incelikle dokunmuş halılarla ve Kahire ’den getirilmiş kilimlerle kaplıydı [CANAYE 105]. Fâtih Sultan Mehmed tarafından daha önceden St. Peter ve Paul kiliselerinin olduğu yerde yaptırılan câminin yanında saray ya da Yeniçerilerin barakaları vardı. Buraya da gittiler ve buranın ne denli düzenli olduğunu yazıyor. Tüm silâhlar, kılıçlar, diğer askerî malzemeler ve kumaş torbalar kılıfları içinde duvarlara asılmıştı [WRATISLAW 171-172]. Tahta geçen bütün sultanlar İstanbul ’da birçok hayır kurumu kurmuşlar ve bunlara büyük bağışlarda bulunmuşlardır. Fâtih Sultan Mehmed ’in kurduğuysa, Ayasofya ’ya büyüklük ve biçim açısından rakiptir. Ayrıca buraya yılda 6.000 düka verilirdi. Bunun yanındaki ek binalarda kurşun damlı 100 mesken/oda yapılmıştı. Buralarda bilginler ve hacılar ikamet ederdi. Bunun dışında yardıma muhtaç 150 kişinin barındırılabileceği bina da vardı. Burada kalmak isteyenlere günde bir akçe ve yeteri kadar yiyecek verilirdi. Ancak kimi muhtaç insanlar buradan yararlanamıyordu, çünkü Postel boş odalar görmüştü. Hastahanede yatan hastalara ve delilere de para yardımı yapılırdı. Tüm imâretler Sultan Mehmed ’in yaptırdığı büyüklükteydi. Ancak, bunlardan Sultan Bayezid adlı olanı küçüktü. Çünkü Bayezid ’in oğlu I. Selim (Yavuz Sultan Selim) babasını zehirledikten sonra yaptırmıştı burayı. Amacı hayırseverlik değil, kuşkuları kendisinden uzaklaştırmaktı [POSTEL 62-63]. 52
Câmiler, Türbeler, Kervansaraylar, İmâretler
II. Selim Türbesi’nin içi (FRESHFIELD).
Câmilerin etrafına yapılmış binaların okullardan sonra en önemlileri imâretlerdi. Bunlar yoksul ve hastalar için kalacak yer sağlamazlardı. Asıl işlevleri muhtaç olanlara yiyecek vermekti. Yemek, koyun etli pilâv, ekmek ve darıdan imal elde edilen bozadan oluşurdu. Zengin ya da fakir, Müslüman ya da Hıristiyan, kimse kapıdan geri döndürülemezdi. Yolculara üç gün için yatacak yer ve yiyecek verilirdi ama üç günden fazla da ağırlanmazdı. Binanın kalbi çok büyük bir mutfaktı. Kemer biçimindeki odalar yemekhaneydi. Ayrıca yolcuları ağırlamak için sayısız küçük oda vardı. Schweigger, İstanbul ’a birçok kez gittiğinde bu tür yerlerde kaldıklarını, yemek yediklerini, daha sonra hanlarına döndüklerini, zengin ya da mevki sahibi kimselerin de buralarda kalmayı ya da yemeği asla aşağılamadığını yazıyor [SCHWEIGGER 112]. Fâtih Sultan Mehmed Câmii Külliyesi’nde şeriat bilginleri, ulemâ ve imâmlar için 100 kubbeli odalar vardı. Câmiye yılda 60.000 düka bağışta bulunuluyordu. Ayrıca tüm zenginler, dilleri ya da dinleri ne olursa olsun, üç gün boyunca burada ücretsiz yatacak yer ve yiyecek bulabilirlerdi, hem kendileri, hem de esirleri ve atları için. Ayrıca kentteki yoksullar için 150 oda vardı. Burada kalanlar günde 1 akçe ve ekmek alıyorlardı. Ancak bu odaların çoğu boştu, çünkü Türkler dilenerek yaşamaktan hoşlanmıyorlardı. Fakirlere ayrılan para harcanmadan kalırsa, parayı dağıtanlar onu hastahanedeki hastalara, cüzzamlılara ve delilere verirlerdi [NICHOLAY 58a]. 53
16. Yüzyılda İstanbul
Busbecq, kervansarayları dikdörtgen taş yapılar olarak betimliyor. Duvarlar öylesine yapılmıştı ki her duvarda gözler vardı. Bunlar yerden yaklaşık 90 santim yükseklikte, 120 santim genişlikte, yolcuların yatak ve yemek masası olarak kullanabilecekleri gözlerdi. Gözlerin arasında yemek pişirilecek yerler de vardı. Yataklar, yerde kilimin üzerine bir cüppe serilerek ve eyerler de yastık yerine konularak hazırlanırdı. Yolcular yatarken gündüz giydikleri ayak bileğine uzanan kürk astarlı cüppelere sarınırlardı. Aynı duvarın dibine hayvanlar bağlanırdı. Hayvanların başları gözlere uzanırdı. Sahipleri hayvanları oturdukları gözlerden rahatlıkla besleyebiliyorlardı [BUSBECQ 17]. Önemli her câminin yakınında yolcular için bir han bulunurdu. Bu han ya da kervansaraylar Hıristiyan ülkelerdeki hanlara hiç benzemezdi, çünkü bunlarda yolculara ne yemek ne de içki verilirdi, para verecek bir hancı da yoktu. Kervansarayların içleri tamamen boştu. Bunlar yalnızca rüzgâr ve yağmurdan koruyan yapılardı. Yolcuların yakıtlarını, yiyeceklerini ve yemek pişirmek için gerekli malzemeleri yanlarında getirmeleri gerekliydi. Bunlar kare ya da dikdörtgen olarak inşa edilmişti. Böylece yolcular, hizmetkârları, atları, arabaları, yük hayvanları ve tüm eşyalarıyla barınabilirlerdi. Daha rahat kervansaraylarda avlunun etrafında küçük odalara açılan galeri bulunurdu. İlk katta hem yemek, hem de ısınmak için ateş yakacak büyük bir yer olurdu. Sıradan kervansaraylar yalnızca bir barınaktı. Ortada 60 santimetre eninde, yaklaşık bir metre yükseklikte bir platform bulunurdu. Bu platform üzerine yolcular yataklarını koyar, eşyalarını yığarlardı. Genellikle seyisler ve sürücüler dışarıda dört kazık üzerine kurulmuş tenteler altında, hayvanlarla birlikte uyurdu. Atlar yemlerini ahır yemliği bulunmadığından ya yerden ya da boyunlarına asılı bir torbadan yerlerdi. Birçok yerde saman, hayvan yiyeceği ve ateş yakacak odun satılırsa da tutumlu ve temkinli yolcular bunları yanlarında bulundururdu. Şanslıysalar kaldıkları kervansarayın yakınlarında yemek yiyecek bir imâret bulunurdu [SCHWEIGGER 117-118]. Câmiler ve saraylar öylesine görkemliydi ki Ramberti, Türklerin istediklerinde güzel evler yapabileceklerine inanıyordu. Sultan II. Mehmed, Bayezid ve Selim ’in yaptırdığı büyük câmilerin yanı sıra, ünlü kişilerce yaptırılmış benzer güzellikte başka câmiler de vardı. Sultan II. Mehmed tarafından yaptırılmış olan câmiye bağlı bir de imâret ya da başka bir deyişle bir konukevi bulunuyordu. Bu imârette, milliyeti ve inancı ne olursa olsun, herkes üç gün kalabilir, bal, pilâv, et, ekmek ve su bulabilirdi. Söylendiğine göre bir gün içinde birçok ülkeden binin üstünde kalan olabiliyordu. Aynı câminin yanında hamamlar ve çeşmeler vardı. Diğer câmilerin de hamamları bulunuyordu [RAMBERTI 240].
54
At Meydanı ve Birkaç İlginç Yer Kentte en geniş cadde At Meydanı ’na giden Dîvân Yolu ’ydu. Yüzyıllarca At Meydanı kentin en geniş alanıydı ve burada atlı sporlar, okçuluk, güreş gibi spor gösterileri yapılırdı. Şenlikler de burada düzenlenirdi. Ayrıca açık hava pazar yeriydi. At Meydanı 1453 ’te İstanbul ’un alınışından önce bile oldukça haraptı, ama gene de burada turnuvalar düzenlenir ve Bizanslıların Türklerden öğrendikleri cirit oynanırdı. Ciridi bu meydanda Türkler de oynuyordu ve oyunlar 19. yüzyıla dek sürdü. 15. yüzyılın başlarında, imparatorun locası duruyordu. Bu da Ayasofya ile At Meydanı arasındaki Bizans Büyük Sarayı ’nın bir bölümüydü. Önceleri Roma ’dan getirilmiş, meydana bakan yerde dört bronz at heykeli vardı, ama 1204 ’te Haçlılar bunları söküp Venedik ’e götürmüşlerdi. Gerçi 15. yüzyılın başlarında imparator locası duruyordu, ancak Sphendone ’nin bir kesimi dışında pek bir şey kalmamıştı. Çeşitli bronz heykeller de kaldırılmıştı. Kanûnî Sultan Süleyman çağında Sphendone ’nin 17 sütunu duruyordu, ancak daha sonra Süleymaniye Câmii ’nin yapımında kullanılmak üzere sökülmüşlerdi. Birkaç yıl sonra da meydanın ekseninde olan sütunlar Selimiye Câmii ’nin yapımında kullanılmak üzere Edirne ’ye götürülmüştü. Böylece 16. yüzyılın sonlarına doğru At Meydanı ’nda yalnızca üç anıt kalmıştı. Dernschwam, At Meydanı üzerine aşağıdaki bilgileri veriyor: Ayasofya ’ya yakın bir yerde, Bizans imparatorlarının at yarışı ve başka eğlenceleri izledikleri, eski adı Hipodrom olan, Türklerin At Meydanı dediği, zemini toprak çok geniş bir alan vardır. Burada bulunan birçok anıtın en güzeli olan beyaz mermer tabletler, Sultan Süleyman ’ın emriyle alınarak bir câminin yapımında kullanılmıştır. Alanda kalan anıtlardan birisi olan çok uzun, dört köşeli bir sütunun yüzeyini kaplayan son derece güzel mermerler sütunun üzeriden koparılarak alınmış olmasına karşın, geri kalan bölümü yine de düzgün ve çok güzeldir, der Dernschwam. Dernschwam buraya gelmeden on yıl önce, bir Türk ’ ün, bayram şenliklerinde bu sütuna tırmanmaya çalışırken bir mermerin sütunun yüzeyinden kopup başı üstüne düşmesiyle öldüğünü öğrenir. Üzerinde yazı olmayan iki mermer sütun daha vardı. Dernschwam ’ın gezisinden birkaç yıl önce İbrahim Paşa, At Meydanı ’nda saray gibi büyük bir konak (İbrahim Paşa Sarayı) yaptırmıştı. Bu evin önüne de 55
Kutsal Roma İmparatorluğu elçilerinin oturduğu Elçi Hanı’nın avlusu (VİYANA II).
56
At Meydanı ve Birkaç İlginç Yer
üzerinde, Budin ’deki sarayda olduğu gibi, Herkül ’ün heykeli bulunan, beyaz mermerden, uzun, kalın bir sütun dikilmişti. İbrahim Paşa ’nın İstanbul ’ daki konağının ana kapısında Budin ’deki köprüden alınmış iki bakır büst de vardı. Bunlarla birlikte bu konakta bulunan üç başka heykel paşanın ölümünden sonra kaldırılıp atılmıştı. Paşa, Arnavut kökenli olduğu için, konağında dinin yasakladığı heykelleri bulundurmasını, kimileri gizli bir Hıristiyan kaldığı biçiminde yorumladı. Sultan’ın sarayının bulunduğu yerden At Meydanı ’na, yan yana birkaç atlının sığabileceği kadar geniş bir yokuş inerdi. Sultan, İbrahim Paşa ’nın konağına bu yoldan giderdi. Şehzâde Selim ile Şehzâde Bayezid ’in görkemli sünnet düğünleri İbrahim Paşa ’nın bu konağında yapılmış; oysa, bir süre sonra Sultan, Paşa’yı öldürtmüştü. Dernschwam, İstanbul ’a gelmeden dört yıl önce, İran Şahı Elkas (Elkas Mirza), kardeşinin tahtı ele geçirmesi üzerine, Türkiye ’ye sığındığında At Meydanı ’nda padişahın kendisine hazırlattığı konakta oturtmuştu. İstanbul ’da Elkas ’ı ağırlamak için birçok gösteri, kılıç oyunları vb. yapılmıştı. Bayramlarda yapılan şenliklerde bu alanda kuzu çevrilir, halka dağıtılırdı. Şenliklerden sonra salınan kurt, tavşan, tilki, köpek, kuş gibi birçok canlı hayvanı halk neşeyle ve birbirini ite kaka yakalamaya çalışırdı [DERNSCHWAM 98-100]. Ramberti, eskiden at yarışları yapılan Hipodrom ’da, yirmi beş metreden daha yüksek, gittikçe incelen bir iğne biçiminde güzel bir sütun görmüş. Tuttuğu kayıtlara göre sütun birbiriyle çimento ile birleştirilmemiş taşlardan oluşuyor, dört mermer top üzerinde yükseliyordu. Oysa bugün de ayakta kalan bu Mısır dikilitaşı yekparedir ve dört bronz küp üzerinde yükselir. Hipodrom ’un ortasında dikilitaşın tarihinin, eskiden Hipodrom ’da bulunan başka şeylerin ve tiyatronun değişik renkli mermerlere oyulduğu muazzam bir anıt vardı. Ayrıca bir de birbirine dolanmış üç yılandan oluşan bronz bir sütun ve Macaristan ’dan getirtilmiş bir Herkül heykeli yer alıyordu. 1536 ’da bu betimlemeler yazıldıktan kısa bir süre sonra, bu anıtın ortaya konulmasını sağlayan İbrahim Paşa, Sultan’ın gözünden düşer ve öldürülür. Anıt da ortadan kaldırılır [RAMBERTI 240]. Kentteki en büyük alan eski Hipodrom ’du. Buraya Türkler, At Meydanı diyorlardı. At Meydanı ’nın yanında Sultan Süleyman ’ın veziriâzamı İbrahim Paşa ’nın güzel bir sarayı vardı. Daha önceleri, bu sarayın önünde Süleyman ’ın Buda ’yı ele geçirmesinden sonra Macaristan ’dan getirdiği üç bronz heykel yer alıyordu. Ancak İbrahim Paşa gözden düştüğünde ve öldürüldüğünde bu heykeller ayaklanan halk tarafından kırıldı. Sanderson İstanbul ’dayken, bu malikânede, III. Murad’ın veziriâzamı ve damadı olan, bir başka İbrahim Paşa oturuyordu. At Meydanı ’nın yakınında, büyük bir malikâne vardı. Bunu, Rüstem Paşa kızını Ahmed Paşa ile evlendirdiğinde yaptırmıştı [SANDERSON 74-76]. Sanderson ’a göre, At Meydanı ’nda çok uzun ve kaideli dört sütun vardı. Obelisk ile pirinç yılan sütun arasında sütun başı vardı. Ancak III. Murad ’ın babası II. Selim bunları Edirne ’de yaptırdığı câmi için oraya götürdü [SANDERSON 76]. 57
16. Yüzyılda İstanbul
At Meydanı ve Birkaç İlginç Yer
Theodosius’un 390 yılında diktiği Mısır Sütunu’nun dört bir yandan görünümü (FRESHFIELD).
16. Yüzyılda İstanbul
Karşı sayfadaki resim, İbrahim Paşa ’nın sarayından güneydoğuya doğru, At Meydanı ’nı göstermektedir. Bu resim, bu manzarayı en azından yarım bir perspektif içinde gösteren en eski örneklerdendir. Ayasofya iki minaresi ile hemen seçilmektedir. Ayasofya ’nın hemen solunda, ön planda viran bir grup yapı göze çarpmakta, bunların arkasında ise eğimli çatısı ile galeriye benzer yüksek bir yapı yer almaktadır. Elimizdeki resim bu galerinin altında bazı gri çizgiler içermektedir. Ancak özgün eskizde bunlar kısmen kırmızıya boyanmış eklentiler altında kalmış önemli eski bir yapının büyük bir olasılıkla bir parçası olan sütunun mermer ya da taş duvarlarını göstermektedir. Galerinin üstünde yer alan, binanın kirişlerini gösterir yüksek bölümü, harabe görünümündedir. Eskizin bu bölümü üzerine değişik yorumlarda bulunulmuştur. Kimi bu yapıları Aziz Stephen Kilisesi ’nin kalıntıları olarak betimler; imparatoriçe ve nedimelerinin imparatorluk tribününde oturmadığını göz önüne alarak, onların Hipodrom ’da olup biteni, galerileri ayakta tutan duvardan izlediğini düşünürler. Ancak biz bu taş yapının Zeuksippos Hamamları olduğu düşüncesine katılıyoruz. Benzer bir yapı da Matrakçı ’nın İstanbul panoramasında yer almaktadır. Ancak bunda bu yapı At Meydanı ’nın kuzey ucundadır. Çağdaş belgelere göre Sultan’ın hayvanat bahçesi buradadır. Bugün Sultan Ahmed Câmii ’nin bulunduğu yerde, At Meydanı ’nın karşısında, yüksekliği değişen uzun bir duvar ve arkasında giriş kapısı ve bunların üzerinde kirişleri yeşile boyanmış camlı küçük balkonlar var. Burası büyük olasılıkla Sinan Paşa ’nın ya da Ahmed Paşa ’nın konağı. Her ikisi de sadrazam olan Sinan Paşa ve Ahmed Paşa ’nın konakları Hipodrom ’a çok yakındı. Bu resimde yer alan öteki ayrıntılar, üç dikilitaş ve bugün de önemli bir cadde olan, Ayasofya ’nın avlusundan başlayan geniş anayoldur.
At Meydanı’nın çarpıtılmış bir görünümü. İlgiyi çeken, burada güreş, okçuluk ve atlı sporların gösterilmiş olması (FRESHFIELD).
60
At Meydanı ve Birkaç İlginç Yer
At Meydanı’nın İbrahim Paşa Sarayı’ndan görünümü (FRESHFIELD).
İstanbul ’da her yerde, antik kalıntılara, kemerlere, mermer sütunlara, su kemerlerine ve çeşmelere rastlanırdı. Ramberti ’ye göre bunların kimisi Tuna ya da yakındaki nehirlerden getirilmişti. Ancak Ramberti coğrafi bir yanlışlık yapmış. Çünkü Tuna 200 mil kadar uzaktadır. Kentin karşısında, Asya kıyısında Ramberti bir dolu eski eser görür. Marmara Denizi ’nde bir koy olan Kadıköy ’de dört güzel sütunun taşıdığı eski bir çatısı olan mermer bir kuyu görmüş. Bu kuyudan bir su yoluna su taşınıyormuş. Birçok yerde tapınak kalıntıları ve eski Hıristiyan kiliselerine rastlanıyormuş [RAMBERTI 241]. Ayakta kalan eski binalardan, patriğin evinden, İmparator Konstantin ’in kısmen yıkılmış sarayından ve en iyi sütun ve mermerden, İmparator Justinien tarafından yaptırılmış Ayasofya Kilisesi ’nden söz ediyor [RAMBERTI 240]. Nicholay, Yedikule’yi şöyle anlatır: Deniz kıyısındaki kent surlarının bir köşesinde, Gelibolu ’ya bakan yönde, yedi kuleli çok büyük bir kale vardı. Yüksek, kalın duvarlarla çevrelenmiş bu kaleyi topçular koruyordu. Kalenin komutanı, kendisine büyük saygı duyulan, önemli bir adamdı. Komutanın emri altında, daha önceden hepsi yeniçeri olan, beş yüz adam vardı. Bunların her birine yılda 5000 akçe ödenirdi. Bu kalede Sultan Süleyman, kendinden önceki sultanlar gibi, hazinesini saklardı. Fakat Sultan Süleyman buraya pek gelmezdi [NICHOLAY 51a]. Pedro, Yedikule ’yi anlatırken, burada hazine saklı olduğuna inanıldığını, ancak kendisinin yalnızca saman balyaları gördüğünü yazıyor. Yedikule yakınında kentin et gereksinimini sağlayan mezbaha yer alıyordu [VIAJE 272]. Gerlach, Eyüb ’ün eski, güzel türbesini ve yanındaki mezarlığı ziyaret etti. Tüm mezarlar beyaz taştan yapılmıştı. Mezarların başuçlarında üzerinde türban olan dik beyaz taşlar vardı. Güller ve çiçeklerle bezenmiş çok hoş bir yerdi. Kubbeli olan türbe, Mehmed Paşa tarafından çocukları için yaptırılmıştı. Pencereleri demirliydi. Pencere üstleri yeşil, mavi ve beyaz camlarla süslenmişti [GERLACH 157]. 61
16. Yüzyılda İstanbul
62
Galata Heberer de, Lubenau da Galata ve Pera ’yı ayrıntılı bir biçimde betimliyorlar. Kentten Galata ’ya karayoluyla gitmek yarım gün sürerdi. Deniz yoluyla uzaklık bir Alman miliydi. Bu herkesin kullandığı yolun uzunluğuydu. Haliç ’in sonuna doğru Boğaz yavaş yavaş daralıyordu. Pera ’nın bulunduğu tepenin üstünde yüksek, silindir biçiminde bir kule vardı (Galata Kulesi). Bu kulenin hemen yanıbaşında, ağır cezalara çarptırılmış 1.500 Hıristiyan mahkûmun çalıştırıldığı, yüksek duvarlarla çevrili bir alan bulunuyordu. Galata ’ da birbirinden duvarlarla ayrılmış üç mahalle vardı. Lubenau ’nun söylediğine göre Galata Kulesi ’ne yakın olan, Kulassa diye adlandırılan mahallede çoğunlukla Cenovalı Hıristiyan tüccarlar yaşıyordu. Ambar denilen mahallenin çoğunluğunu Yunan zanaatkârlar oluşturuyordu. Bu mahallede, Yunanca, Latince, İspanyolca, İtalyanca ve başka dillerde kitapların satıldığı kitapçılar da vardı. Lubenau ’nun yazdığına göre böylesi bir ticaret İspanya ’ da yürütülemezdi, yalnızca Türkler öteki dinleri hoşgörüyle karşılıyordu. Kimi kuyumcu olan Türkler ise Arap Kapısı denilen üçüncü mahallede yaşıyorlardı. Bu mahallede Yahudi tüccarların da dükkânları vardı. Galata Kadısı da bu mahalledeydi. Galata ’nın sokaklarının dar olmasına karşın, çoğunlukla Hıristiyanların güzel, büyük ve konforlu evleri vardı. Venediklilerce yaptırılmış olan bu evler, İstanbul ’da Cenevizlilerin yaptırdıklarından daha yüksekti. Ancak, yazları büyük ölçüde su sıkıntısı çekiliyordu. Galata ’nın merkezinde Hıristiyanlar, Yahudiler ve Türkler arasındaki anlaşmazlıkların sonuca bağlandığı kent meclisi binası bulunuyordu [LUBENAU 205, HEBERER 361]. Birçok Katolik kilisesinin yanı sıra, St. Francis, St. Benedict, St. Peter (Cizvit Kilisesi), Notre Dame, St. George, St. Paul, St. Clare, St. Anne, St. John ile Yunan ve Ermeni kiliseleri vardı [LUBENAU 211-212]. Galata ’nın bir kesimi dik bir yamaca, öteki kesimi de bir vadiye yapılmıştı. Ancak bölge öylesine susuzdu ki buraya İstanbul ’dan su getirilip satılırdı. Nüfusu kalabalıktı. Birçok Latin ve Yunan tüccar vardı. Bunlar Türkler gibi giyinirlerdi. Ancak giysileri siyahtı. Uzun dış giysilerinin önü açıktı, yakaları dikti. Şapkaları Dubrovnik veya 17. yüzyıl kadınlarının giydiği bol man63
16. Yüzyılda İstanbul
64
Galata
Tepe noktasında Galata Kulesi’nin yer aldığı üçgen biçiminde surların çerçevelediği Galata. Kiliseleri, câmileri ve Kılıç Ali Paşa Câmii ve tepede Cihangir Câmii görülmektedir (VİYANA I).
Haliç’in kuzeybatı kesiminde Kasımpaşa Tersanesi, üstte Okmeydanı’na uzanan yeşil yamaç görülmektedir (VİYANA I).
65
16. Yüzyılda İstanbul
to türündendi. Venedik Bailio ’su (Venedik balyosu/elçisi) Pera ’ da otururdu. Burada sayısız Latin ve Yunan kilisesi keşiş ve calover manastırı bulunuyordu. Bunların farklı giysileri vardı. Diğer Yunan papazlarının tersine kadınlarla ilişki kurmaz ve et yemezlerdi. Rum patriğinin de giysisi aynıydı ve bu manastırlardan birinde yaşardı. Yunanca ’ da calover “iyi yaşlı adam” anlamına geliyordu. Bu papazlar eskiden büyük bilginlerdi. Ama, artık yalnızca konuşulan Yunanca ’yı biliyorlardı. Konuşulan Yunanca, İtalyanca ve Türkçe ’den etkilenmişti. Bu papazların çok azı eski Yunan metinlerini okuyup anlayabiliyorlardı. Burada özellikle Venedik bölgesinde, birçok insan hem İtalyan, hem de Yunan dialektlerini konuşabiliyordu; Sultan’ın egemenliğindeki Hıristiyan teb ’anın Yunanca ve Türkçe ’yi bilmesi gibi [CANAYE 80-81]. Nicholay ’ın zamanında Pera ya da Galata, duvarlarla eşit olmayan üç bölüme ayrılmıştı. Frenkler bir bölümde, Rumlar öbüründe ve az sayıda Yahudi ’yle Türkler ise bir başka kesimde yaşıyorlardı. Yahudilerin çoğu İstanbul ’ daydı. Pera ’nın yüksek kesimlerinde bağlar, yabancı Hıristiyanların oturduğu güzel bahçeli malikâneler vardı. Rumların buralarda oturması Sultan’ın buyruğuydu. Ancak Fransız elçiler, Venedikli ya da Floransalı elçiler veya rehineler İstanbul ’da oturuyorlardı. Böylece diplomatik ve ticarî işlerini daha kolay yürütebiliyorlardı [NICHOLAY 63b]. Galata Kulesi ’nin sağında, köprüye benzer çok dar bir geçit vardı. Bu yol mezarlıklara, bahçelere ve bağlara gidiyordu. Fransız ve İngiliz elçilikleri de burada, duvarların dışında yer alıyordu. İçerde, bu dar sokak tepenin eteklerindeki St. Peter Kilisesi ’ne uzanıyordu. Bu noktadan sonra sokak genişliyordu ve bir başka geniş sokakla kesiştiği noktada, üzerinde resim bulunan eski taş bir anıt vardı [HEBERER, 356-357]. Buraya aldığımız resimde sağ ön ayağıyla bir topuz, soluyla da bir kalkan tutan bir kurt var. Ayakta duran bir aslan kalkanın kenarını ısırmış. Ortada bir fil, filin üstünde iki çıplak genç adam var. Biri, öbürünü omzunda taşıyor. Resmin öteki yanında başı kadın, bedeni kuş, bacakları kartal pençesi olan bir figür yer alıyor. Bu figür keman çalıyor. Kuyruğu ise birbirine dolanmış iki yılan. Bu alegorik figürlerin açıklamasını yapan bir Rum, Heberer ’e, kurdun Türk Sultanı’nı, aslanın Venedik Hanedanı ’nı, filin Asya ve Afrika ’yı, çıplak gençlerin Yunan ahlâksızlığını, kartalınsa Roma İmparatorluğu ’nu simgelediğini söylemiş [HEBERER 357-359]. Galata ’nın kara yakası Tophane’ydi. Burada büyük bir alanda büyük toplar ve çok güzel bir fıskıye vardı. Deniz kıyısında ise Kılıç Ali Paşa Câmii yer alıyordu ki bunun Kılıç Ali Câmii ile hiç ilgisi yoktu. Barbaros ’un yaptırmış olduğu bir başka câmi ve içerlerde Fransız Elçiliği ’nin arkasında bir saray vardı (Galatasaray). Burada bir ağanın gözetiminde eğitilen, sayıları 400500 ’e yaklaşan Acemioğlanlar bulunuyordu. Saray’ın hemen yanında güzel bir hamam yer alıyordu [HEBERER 361-364]. Pedro ’nun Galata yöresi üzerine verdiği bilgilere göre, Galata ’nın ana caddesi San Pedro, ticaret merkezi olduğundan, “Lonja” diye de anılır. Gala66
Galata
Galata’da, kurt, aslan, fil ve iki çıplak genç adamı betimleyen taş anıt (HEBERER).
ta ’nın batısında Arsenal (Tersane), doğusunda ise çoğu savaşlarda düşmandan toplanan topların bulunduğu yer vardır. Tersane ’den dolayı Galata ’ da birçok gemici bulunur. Bunların arasında gemi kaptanları, tayfalar, gemi yapımında kullanılan köleler yer alır. Pedro, gemi yapımı ve onarımı için yüz kadar tezgâh gözlemiştir. Bu arada Galata ’da Venedikli ve Floransalı tüccarların da evleri vardır. Bunların sayısı bin kadardır. Kölelerin çoğu Galata Kulesi ’nde, öbürleri de sonradan câmiye dönüştürülen San Paolo (San Pablo) Kilisesi ’nde barındırılır. Kaptanıderya Paşa’nın kendi köleleri özel bir kulede, gemi kaptanlarının özel köleleri de kaptanların evlerinde kalırlar. Pedro, Galata ’ da bulunan Latin kiliselerini de sayar. Bunlar Saint François (Sant Francisco), Saint Pierre (Sant Pedro) ile Saint Benoit ’dır (Sant Benito). Yakındoğu ’nun en büyük kilisesi son derece güzel mozaiklerle bezenmiş Saint Benoit ’da tek bir papaz, Dominiken kilisesi Saint Pierre ’de on iki papaz, Saint François ’da ise yirmi dört papaz bulunur. Bu kiliselerden her saat dua edenlerin sesi gelir ama org bulunmaz, çan sesi duyulmaz. Kutsal günlerde bile org yerine borazan çalınır. Kilisenin kapısında duran Yeniçeri hem kiliseyi koruma görevi görür, hem de Müslümanların içeri girmesini engeller. Yahudiler, Galata ’ da dükkânları bulunmasına karşın, İstanbul ’un Avrupa yakasında oturmayı yeğler, akşam olunca dükkânlarını kapatıp evlerine giderler. Rumlarla Ermeniler ise Galata ’ da otururlar. Pedro, Rumların yaptığı anasonlu, susamlı ekmeğin dünyanın en güzel ekmeği olduğunu, buna da “yerli” anlamına gelen “melanthio” dendiğini söyler [VIAJE 265]. Pera (Beyoğlu) mahallesinde bir Dominiken, bir de Fransisken Manastırı 67
16. Yüzyılda İstanbul
Hıristiyan bir gelin ve evli bir Hıristiyan kadın çocuğu ile (BREMEN).
vardı. Yahudilerin kendilerine ait bir sinagogu bulunuyordu. Bunlarda herhangi bir tasvir yoktu. Yalnızca lambalar ve birçok sıra yer alıyordu [CHESNEAU, 32]. Canaye, kayıkla kente dönerken gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Buralar daha önce gördüğü yerlerden hiç de aşağı kalmıyordu. Çünkü sahil birkaç kilometre uzunluğundaydı, güvenceliydi, birçok geminin yükünü gemiyle kıyı arasında yalnızca bir kalas koyarak boşaltmasına olanak verecek biçimde kolaylıkları olan bir sahildi, deniz balık kaynıyordu; öyle ki hanımlar evlerinin pencerelerinden uzanıp elleriyle balık yakalayabilirlerdi. Bu liman doğa tarafından öylesine düzenlenmişti ki buraya gemiler yelken ya da kürek kullanmadan süzülüp girip çıkabiliyorlardı. Çünkü rüzgârın ne tarafa estiği değil, Boğaz boyunca biri güneye, diğeri kuzeye akan akıntı etkili oluyordu. Limanın bir tarafında 200 kapalı gemilik gözleri olan büyük Tersane vardı. Her gözde 1 kadırga yapılabilir ve doğrudan denize indirilebilirdi [CANAYE 111]. Haliç girişi, İstanbul ’a Akdeniz ya da Karadeniz ’den gelen her çeşit geminin yüklerini boşalttıkları dünyanın en büyük, en güvenli ve en güzel limanıydı. Türklere ait İstanbul yakasındaki gümrüklerden geçerken, Hıristiyan tacirler için gümrük denetimi Pera ’ da uygulanıyordu [CHESNEAU 32]. Pera yakınlarında, kıyıda, Ramberti Tersane’yi görmüş. Doksan iki kemerli gözler denize doğru yan yana dizilmişse de bu Tersane Ramberti ’ye 68
Galata
küçük ve kötü yapılmış görünmüş. Çünkü gözlerin içi bir gemiyi, hattâ gemi yapmak için gerekli malzemeyi ve keresteyi alacak kadar büyük değilmiş. Tersane denetçisine günde 40 akçe, sekreterine 25 akçe ve onun emrindeki memurlara 10 ’ar akçe veriliyordu. Elli ustabaşı veya gemi ustası vardı ki bunlara çalışırken günde 12 akçe, çalışmaları istenmeyen günlerde 6 akçe ödeniyordu. İşgücü bin işçiden oluşuyordu. Çalışanların sayısına göre 4.000 akçe dağıtılıyordu. 2.000 akçe verilen iki yüz kalifiye eleman vardı. Ancak Ramberti ’nin söylediğine göre gerekmedikçe bunların hepsi çalıştırılmıyordu. Genellikle Tersane’de çalışanların sayısı iki yüzü geçmiyordu. Diğer yandan, Türklerin gemi yapımı sanatında yetenekleri çok kısıtlıydı. Bu nedenle gemileri İtalyanlarınki gibi sağlam ve süratli olmuyordu. Türkler in yaptığı nadir iyi gemiler ise iyi maaşla tutulmuş Hıristiyanların denetiminde üretilmiştir [RAMBERTI 255]. Haliç ’in bir tarafında inşa edilmiş olan 92 çok büyük göz vardı. Burada donanmanın tüm kadırgaları ve öteki gemiler üstü kapalı olarak korunabiliyordu. Çok sayıda usta, burada yeni gemiler yapıyor, eskilerini onarıyor, halat, yelken gibi, kadırgalara gereken her türlü donanımı sağlıyordu. Kıyının biraz ilerisinde, Pera ’nın kapılarından birinde topların yapıldığı bir dökümhane vardı. M. d ’Aramon bu kıyıda Fransa, Venedik, Cenova, İspanya ve Sicilya ’dan çok sayıda ve her türlü geminin demir attığını görmüş. Bunlar kentin düşürülmesi sırasında kullanılmış ya da açık denizlerde ele geçirilmişti [CHESNEAU 38].
Galata’dan bir Hıristiyan dul kadın (BREMEN).
69
16. Yüzyılda İstanbul
70
Boğaziçi Canaye, Boğaziçi ’nin doğasına hayran olmuş. Bu güzelliği, Karadeniz ’in vahşetinden, kuzey kapısındaki kayalık adalar koruyor, Boğaz ’daki ters yönlü iki akıntıysa büyük zorluklar çıkarıyordu gemicilere. Ama aynı zamanda gemiler kendilerini akıntıya bırakarak hızla yol alabiliyorlardı. Kuvvetli bir rüzgâr çıktığında her iki kıyıda da sığınacak yer bulmak olasıydı, çünkü tepeler rüzgârı kesiyordu. Manzara anlatılamayacak kadar güzeldi, çünkü toprak verimliydi. Her yerden ağaç ve çiçekler fışkırmıştı. Avrupa kıyısında bahçe azdı, çünkü Pera ’dan Karadeniz ’e kadar yan yana evler sıralanmıştı. Akıntılar boyunca kuş sürüleri uçardı. Güzel bir günün sonunda Tophane ’ye yaklaştıklarında, kıyıya kadar kayıklarına yunuslar eşlik ederdi [CANAYE 91-92]. Boğaziçi ’ni görmek için Elçi Canaye, bir Yeniçeri, tercümanı ve altı adamın kürek çektiği bir kayıkla gezintiye çıkardı. Akıntı onları Avrupa kıyısına götürür ve Karadeniz ’e erişene kadar 18 millik yolu çabucak geçerler, ufak adalardan birine giderlerdi. Bu adalar tamamen kayaydı ve Boğaz ’ın ağzındaydılar. Daha sonra Canaye yakınlardaki deniz fenerini gezer. Bu fener sekiz köşeli bir kuledir. Türkler değil, Hıristiyanlar tarafından yapılmışa benzemektedir. Tepesinde bir fener vardır. Her gece Karadeniz ’den gelen gemilere Boğaz ’ın dar ağzından geçerken yardımcı olmak, yol göstermek için yakılır. Usta olmayan denizciler bu geçitten ürkerler, çünkü akıntı onları kayalara sürükler ve kıyıya çok yakın bir yerde parçalanabilirler [CANAYE 84-85]. Avrupa tarafındaki bu ada dik ve sarptı. Tepeye çıkmak çok zordu. Tepede, asma rölyefleriyle bezenmiş mermer bir kaide üstünde, mermerden eski bir sütun vardı. Bu sütunun Pompey tarafından Pontus Kralı ’na karşı kazandığı zaferi kutlamak için dikildiği söylenirdi. Pontus Kralı, Karadeniz kıyısındaki krallığın kralıydı. Ancak Canaye bu iddiayı kuşkuyla karşılamış, çünkü aşınmış mermer üzerinde “Caisus Sesar” adını okuyabilmiş. Yıllar sonra Thévet yazıları şöyle çözmüş: CAESAR TANTUS ERAT QVOD NVLLVS MAIOR IN ORBE , bir başka gezginse şöyle okumuş: C. SAESARI AVGVSTO F CL ANNIDIVSL F CLA FRONTO [THÉVET 79]. Kente dönmek için kürekçiler Asya yönündeki akıntıdan yararlanırdı. Canaye, burada Diana Tapınağı’nın kalıntılarını görür. Daha sonra Boğaz ’ın ◀ Boğaz’ın Karadeniz’e çıkışında Batı yakasındaki fener (FRESHFIELD).
71
16. Yüzyılda İstanbul
en dar yerine varırlar. Burası 1 milden geniş değildir. Darius tekneleri yanyana dizdirmiş, bu tekne köprüsünden geçerek Avrupa kıyısına ulaşmış. Avrupa kıyısında ürkütücü Rumeli Hisarı vardır. İstanbul kuşatması sırasında askerlerini barındırmak için Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır. Şimdi, önemli mahkûmların hapsedildiği yer. Kalın zincirlere bağlı, mum ışığından bile yoksun olarak... Bu mutsuz zavallıları para bile kurtaramazdı. Fransız elçisi bir savaşçısını buradan kurtarmak için boşuna uğraşmıştı. Yapabildiği tek şey zincirlerinin azaltılması, pencerelerinin açılması ve yemek gibi günlük ihtiyaçlarının dışardan getirilmesine izin verilmesini sağlamak olmuştu [CANAYE 86]. Anadolu yakasında da iyi korunan bir hisar vardı. Böylece, İstanbul ’un girişi iyi korunuyor ve Karadeniz ’den Boğaz ’a giren gemiler denetlenebiliyordu. Canaye kente yakın, İbrahim Paşa ’ da Sultan’ın bahçesini gezdi. Burası denize nâzır çok hoş bir yerdi. Çiçeklerin renklerinin, kokularının zevkini çıkardı. Canaye, Türklerin çiçekten aldıkları zevk karşısında şaşkınlığa uğrar. Türkler çiçeklerle saçlarını süsler ya da ellerinde taşırlardı. Kimi sultan bir ağacı çok sevdiğinde onun yamacına güzel bir çiçeğin ekilmesini buyururdu. İbrahim Paşa ’ da dar yollar selvi ağaçlarıyla bezenmişti. Ancak Sultan hep yalnız yürüdüğünden yol dar tutulmuştu. Bahçenin arkasındaki tepeler ve ormanlarda yaban domuzu dahil birçok hayvan vardı. Sultan avdan döndüğünde dinlenmek için ya bahçenin yukarı bölümündeki hamama giderdi ya da denizde sağlam direkler üstüne yapılmış pavyona. İçi değerli mermer ve çok güzel çinilerle süslenmişti. Kapı ve pencereler İran tarzında boyanmıştı. Sultan Süleyman bunları Tebriz ’den getirtmişti. Daha sonra bir başka bahçeye, Kulebahçe ’ye gittiler. Bu, kulenin bahçesiydi. Birincisi kadar güzeldi. Bu, çeşmeleri, gölgelikleri, yapay yeraltı odaları olan, tepe üzerinde kurulmuş bir bahçeydi. Denize yakın olan bölümünde sağlam, taştan, kare biçiminde bir kulesi vardı. 5 katlıydı. Her katta 1 oda yer alıyordu. Canaye ’nin gördüğü en yüksek binaydı. Türk yapıları genellikle yüksek değildi. O denli ustalıkla yapılmıştı ki, her kata su çıkıyor ve her katta bir fıskıye bulunuyordu. Kapı ve pencereler pirinçtendi. Kulenin ayağında, özel bir bahçe içinde, nadir balıkların bulunduğu bir havuz vardı [CANAYE 87-89]. Bir gün Wratislaw ’ın elçisi kayıkla Boğaz ’da Karadeniz ağzına kadar bir gezinti yaptı. Bu, İstanbul ’ dan bir günlük yoldu. Boğaz ’ın kuzey ucunda, Avrupa tarafında, gemilere yol göstermek için her gece yakılan bir fener vardı. Bunun yanında tabanında Latince yazı olan bir sütun bulunuyordu. Elçi ve maiyetine yakındaki akıntıda Kadıköytaşı (Chalcedony) ve akik taşı (sardonyx) olduğu söylendi. Dönüşte, rehber, İran Kralı Darius ’un ordusunu Avrupa ’ya geçirdiği yeri gösterdi. Marmara Denizi ile Karadeniz arasında, ortaya yakın bir yerde karşılıklı iki hisar vardı. Türkler, İstanbul ’u fethetmeden Asya kıyısındaki hisarı ele geçirmişlerdi. Avrupa kıyısında olansa, Sultan Mehmed ta72
Boğaziçi
rafından kent kuşatılmadan önce yaptırılmıştı. Sultan Mehmed şehre Fâtih olarak girene dek Kara Kule ’de yaşamıştı. Buranın yerleri iyi cins mermerdendi. Şimdi, iki hisar da önemli mahkûmlar için hapishane olarak kullanılıyor. İkisi de öyle iyi korunuyor ki şimdiye dek buradan hiç kaçabilen olmamış. Gardiyanlar kalenin dışındaki evlerde oturuyorlar. Bunlar savaşa gönderilmiyorlardı. Bütün işleri gece-gündüz mahkûmlara bakmaktı. Eğlence gezisindekilerle beraber olan genç Wratislaw ’ın iki yılını Kara Kule ’de geçireceği aklının ucundan bile geçmemişti [WRATISLAW 192-194]. Heberer, Boğaz ’ı, Karadeniz yakasına kadar gezmiş. Boğaz ’ın kimi yerlerde bir ineğin karşıdan karşıya yüzerek geçebileceği kadar daraldığından söz ediyor. Böyle bir yerde, birbirine karşı kıyılardan bakan iki kale, Rumeli ve Anadolu hisarları yer alıyor. Avrupa kıyısındaki Rumelihisarı ’nda önemli mahkûmlar barındırılırmış. Burası aynı zamanda Avrupa ’dan Asya ’ya göç eden leyleklerin de rotası üzerindeymiş [HEBERER 303-305]. İstanbul çevresinde, özellikle Barbaros ’un mezarına giden yolun solunda, sahil yolu boyunca bahçeli çok güzel yalılar vardı. Belon ’un yazdığına göre bunların çoğu Türkiye ’ye yerleşen İspanyol kökenli Yahudilere aitti. Denizde gel-git hareketi olmadığından bu evler hemen deniz kıyısında yapılmıştı. Ayrıca, zengin balık akımından yararlanan birçok köy vardı [BELON 127a]. Boğaz ’da Karadeniz ’e doğru deniz yoluyla giderken, Busbecq, Sultan’ın birçok güzel bahçesini görür. Sultan’ın boş zamanlarını uğraşlarıyla ilgilenerek ya da dinlenerek geçirdiği sarayların birçoğunu gezmesine izin verilir. Bunlardan birinde Sultan Selim (Yavuz Sultan Selim) ile İran Şahı Şah İsmail arasındaki savaşı çok canlı gösteren bir resim vardır [BUSBECQ 39]. Bir önemli panorama da Bodleian Albümü’nde bulunmaktadır. III. Murad ’ın saltanat kayığının Boğaz ’ın yarısını kaplaması gibi orantısızlık ve başka gariplikler de içeriyor olmasına karşın, önemli bir bilgi kaynağıdır. Söz konusu panorama Marmara Denizi ’nden Karadeniz ’e değin Boğaz ’ın iki yakasını göstermektedir. Avrupa yakası, külâh biçimindeki damından kolayca tanınabilecek Galata Kulesi ’nin yer aldığı Galata ’ dan başlamaktadır. Daha sonra, sırasıyla Tophane ’ de Kılıç Ali Paşa Câmii, bir tepe üzerinde Cihangir Câmii, ünlü bir paşaya ait bir konak ve Rapameth olarak işaretlenmiş ve alt yazısı “La Vigna Tratia” diye belirtilmiş, büyük bir olasılıkla Maurand ’ın Galata eskizinde Fransız Elçiliği olarak gösterilen bina gelmektedir. Tophane ile Dolmabahçe arasında çeşitli yapılar, dükkânlar ve bahçeler vardır. Dolmabahçe ’de II. Selim ’in sarayı ve Beşiktaş ’ta daha sonraları sultanların sarayı olarak kullanılacak olan Büyük Amiral Hasan Paşa ’nın konağı yer almaktadır. Daha sonra karşımıza yüksek kuleleriyle Rumelihisarı çıkmaktadır. Boğaz ’ın en daraldığı yer Anadoluhisarı ile Bebek arasıdır; yani Boğazkesen. Burası “Boğazasler” diye adlandırılır. Dar Boğaz’ın Karadeniz yakasında, Rumelifeneri yanındaki yıkıntılar büyük bir olasılıkla Rumelikavağı Kalesi’nden arta kalanlardır. Koyda, Öreketaşı ola73
16. Yüzyılda İstanbul
74
Boğaziçi
rak bilinen kayalar üzerinde, çağdaşı birçok yazarın sözünü ettiği Pompeius Sütunu bulunmaktadır. Bir kez daha Boğaz ’ın güney kıyısından yola çıktığımızda Asya yakasında Fenerbahçe feneri, bahçesi ve konağıyla Kadıköy, daha sonra, Şemsi Paşa Sarayı ’nın, bir bina kompleksinin ve tepe üzerinde yer alan tek minareli Atik Vâlide Câmii ’nin bulunduğu Üsküdar ’ı görüyoruz. Az ileride, kıyı boyunca, Şerefâbâd Kasrı, Sultan’ın sarayı olarak gösterilmiş. Kuleli ’de Kulebahçe Sarayı göze çarpıyor. Rumelihisarı ’nın tam karşısında, duvarlarla çevrili yapı ya Kandilli Sarayı ya da Kandilli Bahçe Sarayı; Boğaz ’ın Karadeniz ’e ulaştığı noktadaysa Yoros adlı Bizans kalesi var.
◀ Boğaziçi’nin Karadeniz’e çıkışında Pompeius Sütunu diye bilinen anıt (FRESHFIELD).
75
Üsküdar Canaye, Üsküdar ’da Mehmed Paşa ’nın sarayına gitti. Burası onun kent içindeki evinden kat kat güzeldi. Canaye ’nin, Hanım Sultan ’ın odasını görmesine izin verildi. Duvarlar sedef kakmayla süslüydü. Paha biçilmez değerdeydi. Bahçede, her zaman rastlanan fıskıyeden başka, balık havuzu ve lamba biçiminde camdan bir oda vardı. Hanım Sultan orada oturduğunda tüm bahçeyi kimse tarafından görünmeden seyredebiliyordu. Bahçede özel hamamı da vardı. Burada yıkanabiliyordu. Esirleri ona masaj yapıyordu. Üsküdar, Sultan ’ın en güzel ve en lüks saraylarının bulunduğu kalabalık bir yerdi. Sultan her gün kayıkla buraya rahatlamaya ve eğlenmeye gelirdi. Sultan ’ın isteği üzerine av köpekleri, atlar ve şahinler beslenirdi. Tazılar teker teker bağlanırdı. Soğuktan etkilenmesinler diye üzerlerine beyaz bir örtü örtülürdü. Uzun tüylü kulakları vardı. Kuyrukları, kulakları ve ayakları rengârenk boyanırdı. Üsküdar ’dan sonra Boğaz ’ın genişlediği yerde eskiden büyük bir kent, sonra da küçük bir Yunan yerleşim merkezi olan Kadıköy vardı. Buraya bazen “Körlerin Kenti” de denirdi, çünkü burayı kuranlar öyle bir yer bulmuşlar ki limanı ya da diğer hoş mekânları yokmuş. Üstelik daha sonra İstanbul ’un kurulacağı tam karşı sahili de görememişler [CANAYE 90].
76
Üsküdar
Schweigger ve Lubenau, İran, Ermenistan ve Arabistan ’dan getirtilen güzel atların satıldığı Üsküdar ’daki (eski Chrisipolis) büyük pazaryerinden söz ediyorlar. Bu atlar büyük paralarla getirtiliyordu. 100 dükadan başlayarak 1.000 dükaya kadar varan bu harcamaların ne denli çok olduğu 1 dükanın 2 gulden olduğu anımsandığında daha da iyi anlaşılıyor [SCHWEIGGER 135 & LUBENAU 222]. Sultan ’ın annesinin Üsküdar ’da bir sarayı, esirleri için bir evi ve bir de güzel bir câmisi vardı [SCHWEIGGER 135-136]. Bir başka câmiyse Kaptan Paşa tarafından yaptırılmıştı [LUBENAU 223]. II. Selim ’in iyi ahbabı, içki arkadaşı ve zamanın Sultanı III. Murad ’ın dostu olan Şemsi Paşa da Üsküdar ’da oturuyordu. Sultan Selim ’le şarap içtiğinde her yudum arasında bir mısra söylermiş. Üsküdar ’dan yarım mil ötede, Kadıköy ’de (eski Kalkedon) çok eski bir Rum kilisesi vardı. Bu alanın havası güzel, toprağı bereketliydi ve Sultan ’ın bu iki küçük kent arasında ve bir de Üsküdar ’ın kuzeyinde eğlence bahçesi yer alıyordu. Bir kez Schweigger, 200 baş öküzün Galata ’ dan Üsküdar ’a Boğaz ’ın en dar yerinden yüzerek geçtiğini görmüş. Schweigger ’e göre, Üsküdar halkı İstanbul halkından çok farklıydı. Esmerdiler, kaba bir köylü şivesiyle konuşuyorlardı. Sarıklarını bile doğru dürüst saramıyorlardı. Betzek, Üsküdar ve Kadıköy üzerine yazdığı kısa betimlemelerde, buralarda çok sayıda Rum ve Türk ’ün yaşadığını, kimi Türkler in bahçeleri olduğunu ve Anadolu ’dan getirilen atların burada satıldığını anlatmaktadır [BETZEK 23]. Rüstem Paşa ’nın, İstanbul Boğazı ’nın Asya yakasında bulunan Üsküdar ’da, büyük bir bahçenin içinde muhteşem bir konağı vardı. Bu evin yakınına ölünce bahçesine gömülmek için bir câmi; câminin yanında da, gezginlerin az bir paraya konakladıkları, yoksullara aş (çorba ve koyun eti) dağıtılan bir kervansaray yaptırmıştı [DERNSCHWAM 57]. Üsküdar ve Kadıköy câmileri, Üsküdar Sarayı ve denizde Kız Kulesi, sağ köşede 1555 yılında yaptırılmış Kavak Sarayı. Geri planda Kadıköy (VİYANA I).
77
İmparator Arkadius’un 402 yılında diktiği Arkadius Sütunu. Sütunun üzerinde aşağıdan yukarıya kadar imparatorun zaferlerini gösteren sarmal yarım kabartmalar yer almıştır (FRESHFIELD).
Büyük Çarşı, Öteki Çarşılar ve Dükkânlar Lubenau ’ya göre dünyanın başka hiçbir yerinde İstanbul ’ da olduğu kadar çok pazar yoktu. Bedestenlerden başka birçok özel pazar vardı. Birinde yalnız altın ve gümüş eşya satılırken, bir başkasında yalnızca eyerler ve koşum takımları, bir başkasında halılar ve bir diğerinde de değerli işlemeli örtüler bulunurdu. Kâğıt, pirinç, fasulye, balık pazarları vardı. Kafkasyalı Gürcüler mücevherat, pahalı taşlar satarlardı. Omuzlarına değen yuvarlak halka küpe takan erkekler tüccar oldukları kadar savaşçıydılar da... Bir omuzlarında çanta, öteki omuzlarında yay, bellerinde bir kılıç taşırlardı. Çok az konuşurlardı. Kendilerinden bir şey satın alanlar parayı avuçlarına saymalıydı [LUBENAU 178]. Kentin güzel binalarından ikisi Büyük ve Küçük Bedesten binalarıydı. Esirler ve daha birçok değerli mal satılırdı. Büyük Bedesten tuğla kemerlerden yapılmıştı. Her zaman öylesine kalabalık olurdu ki içeride sıcağa dayanmak olanaksız bir hal alırdı. Sakalar bedava olarak porselen kaplardan su dağıtırlardı. Tüm mallar bir tür açıkartırmayla satılıyordu. İlgilenen alıcı alacağı mala bir fiyat biçerdi. Tüccar malı bir hamala verirdi. Hamal çarşı içinde hem malı gösterir hem de verilen fiyatı bağırırdı. Alıcılardan biri fiyatı yükseltebilirdi. Daha sonra hamal malı geri getirirdi. Fiyat yükseltilmişse ilk fiyatı veren ya fiyatı yükseltirdi ya da daha iyi alışveriş yapacağı günü beklerdi. Bu binadaki küçük dükkânlarda ince işlenmiş, yaldızlı, süslü koşum takımları, altın vazolar, turkuaz ve yakutlarla süslü sorguçlar ve birçok başka mücevherat vardı. İnsanın elini cebine atmaması çok zordu. Bedesten ’in dışında, çepeçevre saatçılar, nakış-süsleme satıcıları, kandil ve havlucular yer alıyordu. Türk kadınlarının zarafetinden şüphe edenler satılan malların güzelliğini görmeliydi [CANAYE 94-95]. Her tür mücevher, altın ve gümüş işleri ve çok pahalı şeyler Bedesten denilen iki pazarda satılırdı. Bunlar taştan yapılardı. Tavanlar kemerli ve kubbeliydi. Câmi stilinde üst üste iki sıra direkle desteklenirdi. Bedestenin içi duvarlarla bölümlere ayrılırdı. Her bir duvar boyunca tahta bir raf ya da sıra olurdu. Bu raflar arasında, duvara dayalı duran, çok raflı tahta dolaplar vardı. Dolaplar içinde tüccarlar değerli mallarını kilit altında tutabiliyorlardı. Her dolabın ön tarafı dükkânın tabanını oluşturuyordu. Bunların üzerine halı79
16. Yüzyılda İstanbul
lar konurdu. Halıların üzerinde altın işlemeli kadife yastıklar vardı. Yastıkların üzerine her ulustan (Rum, Yahudi, Ermeni ve diğerleri) insan otururdu. Burada alışveriş yaparlar, arkadaşlarıyla içki içip eğlenirler, bazan da hoş vakit geçirmek için çalıp söylerlerdi. Bunların çoğu beyaz saçlı, yaşlı insanlardı. Arkalarında her cins ve renkten, altın işlemeli ve nakışlı değerli ipekler sergilenirdi. Dükkânlar arasındaki koridorlar öylesine genişti ki 6 kişi yanyana yürüyebilirdi. Bazen dükkân sahipleri mallarını dükkânlarının önünde sergilerlerdi. Bu durumda rahat yürümek zorlaşırdı. Bedestenlerin dışında küçük tablalar vardı. Bunların içinde diğer mallar dışında otlar ve kocakarı ilâçları da satılırdı [DERNSCHWAM 93-94]. Kent içinde Bedesten diye bilinen bir yapı vardı. Cuma günleri dışında her gün açıktı. Burası İstanbul ’ da ipek ve keten de dahil olmak üzere her türlü kumaş; gümüş ve altın işleyicilerinin ürünleri; at, ok, esir ya da akla gelebilecek her şeyin alınıp satıldığı yerdi. Buradaki ve kentteki dükkân sahiplerinin çoğunluğu Yahudi’ydi. Bu Yahudilerin birçoğu İspanya ’dan sürülmüşlerdi. Bunlar arasında Hıristiyan âdetlerine göre vaftiz edilmiş, ancak kendi dinlerine bağlı kalmış olan Morrano, İspanyol Yahudileri ve Faslılar vardı. Bu mültecilerin becerilerini de beraberlerinde getirdikleri kuşkusuzdur, ancak Ramberti, Türkler in tüm yararlı zanaatları onlardan öğrendiklerini iddia ettiği zaman abartmış oluyor [RAMBERTI 241]. Pedro da Bedesten ’den (Baziztan) yüksek kemerli, kalın duvarlı, üzeri kapalı büyük bir yapı olarak söz eder; dört ana kapısının dört geniş sokağa açıldığını, bunların aralarında da birçok dar sokak bulunduğunu söyler. Çarşı en soğuk havalarda ısıtılırdı. Burada, kuyumcudan kumaşçıya kadar pek çok dükkânda, ipek, atlas her çeşit kumaştan gümüş ev gereçlerine, baharattan silâha her şey satılırdı [VIAJE 270-71]. Kentte her türlü değerli mal Bedesten ’de satılırdı. Bedesten daire biçiminde bir tapınağı andırıyordu. Birbirine bakan dört kapısı vardı. Altın sırmalı, ipek ve kadife kumaşların yanı sıra altın ve gümüş de satılırdı. Esir tüccarları mallarını burada pazarlarlardı. Esirler genellikle Hıristiyan erkek, kadın ve çocuklardı. En fazla para verene açıkartırmayla satılırlardı. Kadın esirlerin yüzü bir peçeyle örtülü olurdu. Alıcılar sanki at alırcasına kadınların peçelerini kaldırır, yüzlerine bakar, dişlerini, ellerini ve bedenlerini incelerlerdi. Bedesten cuma günleri hariç her gün açıktı [CHESNEAU 34-35]. Bedesten büyük bir hol gibi çok büyük bir kare biçiminde bir binaydı. Dört bir yanında birer kapı vardı. Bu kapılar ortada çakışan sokaklardan birine açılıyordu. Bu sokaklarda dükkânlar sıralanmıştı. Çok pahalı mallar satılırdı buralarda [NICHOLAY 62b]: Mücevher, değerli taşlar, değerli kürkler, her tür iyi cins kumaş, kılıç, kalkan ve yaylar. Burada aynı zamanda, her yaş ve ülkeden Hıristiyan köleler de satılıyordu. At gibi sergilenen bu insanları satın almak isteyenler bedenlerini soyup her yerine bakarlardı. Nicholay, 13 ya da 14 yaşlarında olan bir Macar kızın bir saat içinde 3 kez soyulup bakıldı80
Büyük Çarşı, Öteki Çarşılar ve Dükkânlar
ğını görmüş. Kızı sonunda yaşlı bir Türk tüccarı 4 buçuk dükaya satın almış. Türklerin Hıristiyan tutsaklara zalimce davranması Nicholay ’ın acıma ve nefret hislerini uyandırmış [NICHOLAY 63a]. Kentteki çok sayıda pazar arasında yer alan saraç pazarında iyi cins koşum takımı satılırdı. Bir başka pazarda kuyumcular, bir başkasında ipek süslemeler, Bitpazarı’nda ikinci el eşyalar bulunurdu. Ancak en iyi mallar Bedesten ’de olurdu. Türkler ’in kutsal günü olan cuma dışında her gün açıktı [NICHOLAY 63a]. Küçük Bedesten ’de hem kadın, hem de erkek esirler satılırdı. Kadın bir esir almak isteyen dikkatle onun dişlerini ve saçını iyice inceler ve yüzünü tükürükle ıslatarak yanaklarının boyalı olup olmadığına bakardı. Sonra kadının vücudunun her yerini eller, yoklardı. Zavallı kadınlar –erkekler de– yere bakarak sessiz beklerlerdi. Kötü muameleye karşı çıkmazlardı [CANAYE 96]. Pedro ’ya göre her gün iki bini aşkın kadın tutsak büyük bir hanın avlusunda satışa sunulurdu. Bu kadınların en güzelinin fiyatı bile, sayılarının çokluğundan dolayı, elli ile yüz riyal arasında değişirken, erkek çocuklar iki yüz riyale satılırdı [VIAJE 237]. Ünlü Çemberlitaş Anıtı’nın yanında bir zamanlar Pretorium Leophorus Sarayı ’nın bulunduğu bir alan vardı. Dernschwam, buradaki birçok küçük dükkânda çok güzel mallar satıldığını söyler. Yine Dernschwam ’a göre, bu dükkânların sahipleri câmi yapımı için bağışta bulunmak zorundaydı. Bu ticaret merkezinin ana ticaret konusu, ister toptan ister perakende olsun, tavuktu (bugünkü Tavukpazarı semti). Tavuk toplayıcılar tüm ülkeyi köy köy dolaşır; bu pazara getirmek üzere tavuk toplarlardı. Arkalarından çektikleri atların sırtında tavukları canlı canlı koyup taşımak için birbiri üstüne merdiven gibi konan tahta kafesler yerleştirirler, tavukları bu büyük alandaki tavuk pazarlarına kadar bunların içinde taşırlardı. Pazara; gelince burada tavukları bir yetkili kontrol ederek fiyatlandırırdı. Bundan sonra; tüccarlar toptan aldıkları tavukları, bazan dükkânlarına götürüp orada keserler, çoğunlukla da, kesilip yolunmaları için başka tavuk pazarlarına götürüp bu işlemlerden sonra aynı gün satarlardı. Tavukların fiyatları ağırlığına göre saptanır, ciğer ve taşlıkları halka parasız verilirdi. Besili bir tavuk beş altı akçe ederdi. Dernschwam, Türklerin pişirmesini bilmediğinden, tavukların kafalarıyla ayaklarını çöpe attıklarını; İstanbul ’ da odun pahalı olduğundan tavuğu da Hıristiyanlar gibi hafif ateşte pişirmeyip sadece haşladıklarını söyler [DERNSCHWAM 96-97]. Haftada bir Arkadius Sütunu ayağı çevresinde kurulan pazarda alıcılar da, satıcılar da kadındı. Pedro bu pazarın gelirini 1.000.000 düka olarak hesaplamıştı [VIAJE, 272]. Avratpazarı ’nda dikili olan, Romalılardan kalma bu çok güzel anıtı Dernschwam, alttan üste doğru, eski zaferlerin ve olayların yansıtıldığı spiral motifler kazınarak bezenmiş, ince, uzun, yuvarlak bir kule olarak tanımlar. 81
16. Yüzyılda İstanbul
Yuvarlak taşların, aralarına harç konmadan, birbirlerinin üstünde durabilmesi onu çok şaşırtır. Böylesine güzel bir taş oymacılığı karşısında etkilendiğini yazar. Bu sütunun, (bölümün başında yer alan ve Freshfield’dan aldığımız detaylı çizim de bu durumu gösteriyor) İstanbul ’u zaman zaman sarsan depremlerin etkisiyle yer yer çatlamış olduğunu da yine Dernschwam ’dan öğreniyoruz. Dernschwam, Arkadius Sütunu ’nun bulunduğu yerde, beyaz mermerden bir ayak üzerinde, her iki yüzeyi de kabartma oymalarla bezenmiş dört köşeli bir anıt daha gördüğünü söyler. Pazar günleri Arkadius Sütunu çevresinde kurulan pazarda küçük tezgâhların üzerinde genellikle tahıl, sebze ve diğer yiyecek maddeleri satılırdı. Burada birçok meyhâne bulunurdu. Dernschwam, bu tezgâh ve meyhâne sahiplerinin, hocalara ve diğer din görevlilerine ödedikleri verginin bu ucuz yerlerin gerçek değerinin çok üzerinde olduğunu öğrenir [DERNSCHWAM 97-98]. Bedesten ’in dışındaki yol, dükkânların hizasında değil, daha aşağıdaydı. Dükkânlara ulaşmak için yayalar bir revak oluşturan yolun iki yanında yükseltilmiş kaldırımlardan yürürlerdi. Bu revağın üstü yol seviyesinde olan, aralıklı tahtayla kaplıydı. Yağmurlu havalarda bu yol büyük kolaylık sağlıyordu. Her tür mal için ayrı bölümler vardı. Palaların tümü bir yerdeydi. Kakmayla süslenmiş bıçaklarsa ayrı bir yerde. Şahinler için başlıklar satan dükkânlar vardı; potinler, altın süslemeli renkli ayakkabılar, işlemeler, yüz havluları, başlıklar ve türbanların yerleri hep ayrıydı [CANAYE 96-97]. Saraçhane ’ de deri işlemecileri ve saraç ustaları İstanbul ’u ziyaret eden yabancıların hayranlığını kazanıyordu [SANDERSON 78]. Uzun bir sokak yalnız saraç işlerine ayrılmıştı. Kırmızı ve sarı sahtiyanlar, gemler ve her türlü koşum takımı, ayrıca heybeler, sefer sandıkları ve başka deri işleri satılıyordu. Edirne saraçlarının en iyi olduğu kabul ediliyor ve onların ürünleri aranıyordu [CANAYE 97]. Neredeyse tüm dükkânlar boyalıydı, kimisi de yaldızlıydı. Dükkân sahipleri halı kaplı divanlarda otururlardı. Saten elbiseler giyerler, sincap kürkü takarlardı. Görünüşleri hukuk doktorlarınınkine benziyordu. İstanbul ’da her tür haşlanmış ya da fırınlanmış yiyeceğe ve Venedik ’te, Noel ’de satılan şekerlemelere rastlanabilirdi [CANAYE 97]. İstanbul ’da, Fransa ’da bilinmeyen birçok beceriye sahip zanaatkâr vardı. Parlak bir yüzey elde etmek için kâğıdı cilâlamak bu zanaatlardan biriydi. Türkiye ’de kâğıt yapılamıyordu. İtalya ’dan satın alınıyor ve deniz yoluyla ülkeye getiriliyordu. Kâğıt cilâlayıcıları, getirtilen kâğıt tabakalarını hafifçe kubbeleştirilmiş tahta bir kutu üzerine iyice gererek yayarlardı. Daha sonra dikkatle, bir kol uzunluğundaki tahtanın kenarına monte edilmiş oniks ya da yeşim türünden bir taşla tutup bir ileri bir geri kâğıda sürterek tüm tabaka parlayıncaya dek devam ederlerdi. Henüz Türkiye ’de matbaa da yoktu ve yazıcılar genellikle parlak kâğıt üzerine yazmayı yeğliyorlardı. 82
Büyük Çarşı, Öteki Çarşılar ve Dükkânlar
Güzel mücevherata Türkler büyük önem veriyordu. Türkiye ’deki kuyumcuların elinde Fransa ’ dakilere kıyasla, daha çok değerli taş vardı. Bu kuyumcular Fransa ’dakilere göre taşları kesmede ve yerleştirmede daha ustaydılar. Renkli kumaşlar üzerine motif çizmekten başka işle uğraşmayan dükkânlar vardı. İstenilen renge boyanmış olan keten ya da pamuklu kumaşlar sıkı sıkıya gerdirilir ve sonra da parlak bir yüzey elde edilinceye dek ovuşturulurdu. Bu zanaatkârların çiçek ve yaprak rölyefleri kazınmış tahta kalıpları vardı. Bu blokları değişik renklerde boyayarak ve bunları kumaşın üzerine basarak çok kısa bir zaman içinde çok güzel düzenlemeler yapabiliyorlardı. Bıçak sapı yapan dükkânlarda şaşırtıcı miktarda boynuz, diş ve fildişi olurdu. Belon, antilop ve gazel boynuzları; fil, suaygırı ve mors dişleriyle büyük deniz kıyılarından toplanmış birçok garip hayvanın boynuzlarını da gördüğünü yazıyor [BELON 133a-133b; 134a]. Aşçılar Sultan’a özel olarak belirlenmiş bir vergi öderlerdi. Kasaplar, aşçılar dışında kimseye et satmazlardı. Kelle, paça, akciğer ve bağırsaklar da aşçınındı. Pişmiş sığır dili 1 akçeydi. Kimi kez kasaplardan el altından dil almak olasıydı. Ama böylesi bir alışveriş pahalıya mal oluyordu [DERNSCHWAM 126]. Yahudiler dükkânlarında kesilmiş, yolunmuş, pişmeye hazır tavuk satarlardı. Bunlar, tavuğu kendileri kesmez, bir akçenin sekizde biri değerinde olan bir “tern” karşılığında hahama kestirirlerdi [DERNSCHWAM 96-97]. İstanbul ’da kimi çiçeklerin 500 dükaya satıldığı, çok sayıda çiçekçi dükkânı vardı. Türkler çiçek seven insanlardı ve kadınlar başlarını süslemek için tüm paralarını çiçeğe harcayabiliyorlardı [VIAJE 272]. İstanbul sokaklarının çoğunda alkolsüz içkilerin satıldığı ahşap kulübeler bulunurdu. Bu içkiler fıçı yerine toprak kaplarda saklanırdı. Her gün taze taze yapılan çeşitli şerbetler müşterilere teneke veya toprak kaplarda sunulurdu [DERNSCHWAM 106].
83
16. Yüzyılda İstanbul
84
Düzen Bağı ve Kentin Temizliği Yeniçeriler ellerinde uzun sopalarla kentte kol gezer, karanlık bastırdıktan sonra sokakta buldukları kimseleri götürür, şüphelendiklerine elli, yüz kez sopa atarlardı. Bu Yeniçeriler, doğrudan doğruya sultanın emrinde olduklarından, Sultan ve başlarındaki Yeniçeri Ağası dışında hiç kimse, paşalar bile, bunlardan hesap soramazdı. Yeniçeri Ağası, her gece bir grup Yeniçeri’yle sokaklarda dolaşıp çevreyi denetlerdi. Bu arada kin yüzünden komşunun komşuyu haksız yere şikâyet ettiği durumlara da sıkça rastlanırdı. Kimi kez bir evin kapısı ya da penceresi, içerde ateş ya da lamba yanıp yanmadığını kontrol etmek bahanesiyle, bu Yeniçeriler tarafından aniden açılırdı. Dernschwam ’a göre, böyle bir durumda yakalanan iki Hıristiyan, dayak ve para cezasına çarptırıldıktan başka, burunlarından geçirilen şişe takılmış mumlarla sokaklarda ibret için dolaştırılmışlardır [DERNSCHWAM 118-119]. İstanbul ’da geceleri evlerdeki ışıklar belli bir saatte söndürülürdü. Her mahallede gece devriyesi dolaşırdı. Bu adamın bir elinde lamba, ötekinde sopa bulunurdu. Monsieur d ’Aramon, İstanbul ’la ilgili söz etmeye değer anılarından birinde, bu gece bekçilerinin tek başlarına Paris ’te devriye başı ve bir bölük silâhlı adamından daha iyi asayişi sağladığını belirtiyor. Üstelik, İstanbul ’da kimsenin geceleyin sokakta soyulma korkusu yokmuş [CHESNEAU 47-48]. Şehremini, İstanbul sokaklarının ve Sultan savaşa gittiğinde tuttuğu yolun asayişinden sorumluydu. Şehremini aynı zamanda kamuya ait binaları, su kemerlerini ve çeşmeleri de denetliyordu. Ramberti, Şehremini ’nin günlük kazancını elli akçe olarak aktarıyor. Yardımcısı ve sekreteri yaklaşık otuz sekizer akçe günlük alıyorlardı. Şehremini ’nin emrinde bin kişi çalışıyor ve bunlara dağıtılmak üzere günde toplam bin akçe veriliyordu [RAMBERTI 252]. Pedro, dünyanın her yerinde olduğu gibi İstanbul ’da da fuhuşun yapıldığını, buradaki hayat kadınlarının Yahudi, Hıristiyan, Müslüman kadınlarından karma bir grup oluşturduklarını, değişik kimselerin, Çingenelerin bile, randevuevi çalıştırdıklarını söyler. Ayrıca, birçok kadının, bu gibi evlere bağlı olmadan, sokaklarda dolaşmadan da bu tür bir yaşam sürdürdüğünü belirtir [VIAJE 237-38]. Gelibolulu Mustafa Âli fazla kadın düşkünü kimseleri, cinsel sapıkları, ◀ Subaşı (BREMEN).
85
16. Yüzyılda İstanbul
eşcinselleri, sevicileri, kadın tüccarlarıyla bunlar için çalışan kadınları, cinsel yaşamlarında bazı aletleri kullananları, cinsel olarak kendini tatmin edenleri de şiddetle kınar [ÂLİ 159-160]. Dîvân bu türlü davranışlara karşı birçok karar çıkarmıştı. Örneğin 1565 ’te Galata ’da (Cihangir Câmii çevresinde) yörede yaşayanların yakınmaları üzerine bazı kadınların –Arab Fatı, Narin, Giritli Nefise (öteki adı Kamer), Atlı Ases (Balatlı Aynî olarak da bilinen)– evleri ellerinden alınarak, kendileri kentten atılmıştı [AR 38]. Bundan iki yıl sonra çıkan bir kararla yörede uygunsuz bir yaşam sürdüren kadınları ilgililere bildirme sorumluluğu imâmlara ve müezzinlere verildi [AR 39]. Ayrıca, geçmişi temiz olmayan bir kadınla evlenen erkeklerin de kentten sürülmesi yine karara bağlandı [AR 39]. Genç adamların kadınlarla uygunsuz bir biçimde buluşabilecekleri kuşkusuyla çamaşırcı kadınların kendi evlerinde ya da ayrı bir yerde çamaşırcı dükkânı açmasına izin verilmezdi [AR 39-40]. Bu gibi önlemler, kutsal sayılması bakımından Eyüp Sultan ’ da daha da sıkıydı. Burada kadınlar kaymakçı dükkânına giremezdi. Müslüman olmayanlar bu yörede dükkân açamaz, diğer yörelere kıyasla çok daha dikkatli davranmaları gerekirdi [AR 40-41].
Yeniçeri Ağası’nın gece devriyesi (VİYANA I).
86
Düzen Bağı ve Kentin Temizliği
Yeniçeri Ağası. Resmin yapıldığı yıllarda Yeniçeri Ağası, Çerkes Mustafa Ağa idi (BREMEN).
1580 ’de ve 1583 ’te çıkarılan iki kararla kadınların erkeklerle Boğaz ’da ya da Haliç ’te aynı kayıkta yolculuk etmeleri yasaklandı [AR 41-42]. Gemilerle Galata ’ya getirilen şarap, deri tulumlar içinde taşınırdı. İçinde şarap olan bu tulumlar, Müslüman halkın giysilerine değdiği için şarabın tulumda taşınması 1571 ’ de Dîvân ’ca yasaklandığından, şarap bundan sonra fıçılarda taşınmaya başlanmış, bu kurala uymayanlar cezalandırılmıştır [AR 87
16. Yüzyılda İstanbul 48-49].
Dîvân daha sonra başka bir kararla şarap ve rakının İstanbul ’a girişini de bir ölçüde yasaklamıştır. Bu karara göre şarap, ister fıçıda, şişede ya da tulumda, ister başka bir biçimde olsun, gündüzleri herkesin göreceği gibi ortalıkta taşınmayacak, başta Müslümanlar olmak üzere kimseye satılamayacak, yalnızca Müslüman olmayanların özel kullanımı için geceleri taşınabilecekti [AR 49-50]. Dîvân, Müslümanların oturduğu yörelerdeki meyhânelerle şaraphâneleri kapatmıştı [AR 50-51]. Başka bir kararla da, Üsküdar çevresindeki (Maltepe, Kartal, Darıca) bağlarda yetiştirilen üzümün şarap yapılması yasaklanmıştı. Bu yörenin üzümünden yalnızca, pekmez ya da sirAsesbaşı (BREMEN). ke yapılabilirdi [AR 86]. İstanbul ’ daki meyhâneleri, şaraphâneleri, hattâ bozacıları, çay ve kahvehâneleri yasaklayan birçok Dîvân kararı çıkarılmıştır. 1567 ’de şaraphâneler, meyhâneler, çayhaneler, kahvehâneler kapatıldığı gibi boza da dahil olmak üzere mayalandırılmış içkilerin tümü yasaklanmıştı [AR 141]. 1583 ’te çıkarılan başka bir Dîvân kararı, Kanûnî Sultan Süleyman dönemindeki gibi yine tüm alkollü ve mayalandırılmış içkilerin kullanımını ve alım satımını yasaklar [AR 146-47]. Bu arada Langa yöresinde bazı sarhoş kimselerin hamam basması, câmilerden zorla müezzini alıp meyhânede içmeye zorlaması, başından aşağı şarap dökmesi üzerine bu yöredeki tüm meyhâneler kapatılmıştı [AR 141-42]. Kentte çöplerin dökülmesi, sokakların, kaldırımların, genel alanların temiz tutulması gibi temizlik önlemleri de Dîvân kararlarıyla saptanırdı [AR 61-62, 67]. Bassano, İstanbul ’ da kentin temizliğinden sorumlu bir Bokçubaşı ’nın varlığından söz ediyor. Bokçu Başı ’nın temel görevi ölü at, eşek, deve ve diğer hayvanların kentin dışına çıkartılmasını sağlamaktı. Herkesin evinin önünü temiz tutmasını, kışın evlerin önünün çamurdan arınmasını, kimsenin sokaklara çöp atmamasını, çöpün sokaklarda birikmemesini sağlar ve denetlerdi. Emirlerine karşı gelenler para ya da hapis cezasına çarptırılırdı [BASSANO 36b-37a]
88
Âfetler: Yangınlar, Salgın Hastalıklar, Depremler, Kıtlıklar İstanbul ’da çıkan yangınları Yeniçeriler söndürürdü. Bunun dışında özel bir itfaiye ekibi yoktu. Padişahın paralı askerleri olan Yeniçeriler yangın söndürmeyi savaşa gitmek gibi onurlu bir görev sayarlardı. Yangın çıktığında, atla ya da yaya olarak koştururlardı [DERNSCHWAM 62-63]. Gerlach ’a göre Yeniçeriler yalnızca yangınlarda değil, başka olaylarda da çevreyi yağmalıyorlardı. II. Selim, 22 Aralık 1574 ’te ölüp yerine III. Murad tahta geçtiğinde, tüm Yahudiler ve diğer zenginler değerli eşyalarını gizlediler. Çünkü ne zaman bir sultan ölse Sipahiler ve Yeniçeriler evleri yağmalıyorlardı [GERLACH 70]. Gerlach kentte, bir fırının, birçok dükkânın ve bir kilisenin yandığı, 1 Şubat 1576 tarihli bir yangından söz ediyor [GERLACH 161]. 8 Aralık 1554 ’te güneşin doğmasına üç saat kala İstanbul ’ da büyük bir yangın çıktı. Yangın, yağ eritmeye çalışan bir adamın bulunduğu bir dükkândan başladı. Ayasofya ’nın karşısında bin küçük ahşap dükkânla bir vakfa ait bir sürü küçük kulübe tümüyle yandı. Bunların kirası günde 13.000 akçeydi. Tahtakele ’ye sıçrayan yangında burada da yabancılara ait birçok lokantayla kumarhâne yandı. Çevredeki tutukevinde dolandırıcılık, hırsızlık, adam öldürme vb. suçlarından tutuklu yüzlerce suçlu, Yeniçerilerin son anda kapıları kırarak içeri dalması sonucu yanmaktan kurtarıldılar. Yeniçeriler kadın tutukluları kaçırıp alıkoydular. Büyük miktarda hayvan ve bitki yağı, fasulye, bezelye, pirinç, kına, Mısır ve Kırım ’dan gelen birçok mal bu yangında kül oldu. Yangın genişleyip alevler kenti sardıkça bunlara sadece yeniçeriler yaklaşabiliyor, evlerden içeri atlayıp kurtarabildikleri her şeyi dışarıya taşıyorlardı. Yangını söndürmek için su bulunmasına karşın, merdiven yokluğundan Yeniçerilerin çalışması yetersiz kalıyordu. Evleri yıkacak kancalar da yeteri kadar büyük değildi. Güçlü rüzgâr nedeniyle alevler çevredeki dar sokakları sardıkça Yeniçeriler ahşap ve kerpiç evleri yıkıyorlardı. Yeniçeriler bir yandan yangını söndürmeye çalışırken bir yandan da evlerde buldukları değerli eşyayı yağmalıyorlardı. Bu korkunç yangından sonra Sadrazam İbrahim Paşa, geceleri ateş ve lamba 89
16. Yüzyılda İstanbul
yakılmasını yasakladı. Saat 8 ’de akşam ezanından sonra tüm ateşlerin söndürülmesi emredildi. Oysa, 9 Eylül 1555 ’te kentte başgösteren ekmek sıkıntısı üzerine günde iki kez ekmek çıkarmak zorunda olan fırıncılar, dayakla cezalandırılmaları pahasına geceleri gizli gizli fırınlarını yakmaya başladılar. Yeniçeriler yangın söndürdükleri gibi, bazen de yangın çıkarırlardı. Yangınlar bazen de çeşitli nedenlerle, genellikle bir yeri yağmalamak amacıyla başka kişilerce de çıkarılırdı. Dernschwam ’ın İstanbul gezisi sırasında insanlar yangından öylesine korkar duruma gelmişlerdi ki; mallarını dükkânlarında bırakmayıp başka yerlere taşımaya başladılar. 1554 ’teki yangını, 18 Ocak 1555 ’te büyük Galata yangınıyla, Fransız manastırının Yeniçerilerin yağmalamasından son anda kurtulduğu, 20 Ocak ’taki yangın izler [DERNSCHWAM 118-119]. 25 Haziran 1586 tarihli Fugger raporunda kentte çok önemli bir salgın hastalığın baş gösterdiği, bu hastalıktan ölenlerin sayısının iki yıl önceki salgında ölenlerin sayısından çok daha fazla olduğu yazılı. Yalnızca, İbrahim Paşa ’nın sarayında ölü sayısı 100 ’ü geçtiğinden, salgın hastalık yüzünden kentten ayrılmaya çabalayan birçok kişi gibi Sultan’ın da sekiz-on gün içinde çocukları ve ailesiyle birlikte kentte ayrılarak Karadeniz ’de kendisi için hazırlanan konağa gideceğinden söz edilir [FUGGER 91]. Wratislaw ’ın İstanbul ’ da bulunduğu sırada çok tehlikeli bir salgın oldu ve binlerce insan öldü. Her gün elçilik binasının önünden sayısız cesedin taşınıp mezarlığa gömüldüğünü gördüler. Elçinin evinde altı Hıristiyan bu salgın hastalıktan öldü. Elçiye bunları Galata ’da, altı manastıra sahip Fransisken keşişlerince gömdürmesine izin verildi. Kentteki koku ve korku elçiliktekilerin çoğunun hastalanmasına yol açtı. Wratislaw ’ın ateşi öylesine yüksekti ve öylesine ağır bir ishal geçiriyordu ki iyileşmesinden ümit kesilmişti [WRATISLAW 251-52]. Heberer ’in İstanbul ’da kaldığı süre içinde kentte ve Galata ’da bir salgın oldu. Heberer ’e göre bunun nedeni pis sokaklardı. Heberer birçok kez sokaklarda ölü at, köpek ve sıçanlara rastlamıştı. Heberer bir gemide esirken askerlerden birinin salgından öldüğünü anımsıyor. Gemi subayı hasta adamı temiz hava alması için güverteye çıkardığı için kaptan onu 200 sopa cezasına çarptırmış. Ancak Tanrı, acımasız kaptanı, bir ay içinde 40 adamını salgında yitirmekle cezalandırmış. Ölenlerden biri Heberer ’in dostuymuş. Kaptanın da yazıcısı olduğu için kaptan onun Galata ’ da bir kilisenin bahçesine gömülmesine izin vermiş [HEBERER 303-305]. Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada ’ya gitti. Burası İstanbul ’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq ’i kentten ve Pera ’dan arkadaşları ile Ali Paşa ’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000 ’ den 500 ’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkış90
Âfetler: Yangınlar, Salgın Hastalıklar, Depremler, Kıtlıklar
madılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alınyazısı olduğuna inanıyorlardı. Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu [BUSBECQ 188-189]. Türkler salgın hastalıkların önemini anlamış değillerdi. Her insanın alnına yazılmış olduğundan, bir insanın ölüm nedenini araştırmak anlamsızdı. Schweigger zavallı bir dilenciyi evinin yakınında yerde ölü yatarken gördüğünü yazıyor. Öteki dilenciler adamı tamamen çıplak kalıncaya kadar soymuşlar. Sonunda iki dilenci adama acımış da cesedi sokak ortasından alıp götürmüşler [SCHWEIGGER 201]. Kullanılmış malların satıldığı çarşıyı anlatırken, Bassano buraların salgınların yuvası olduğunu yazıyor. Çünkü ölülerin (bunlara vebadan ölmüş olanlar da dahil) giysileri buralarda satılıyordu [BASSANO 91]. 1596 ’ da İstanbul ’da, Leonardo Dona, her yıl en az bir kez bir salgın çıktığını yazıyor. Bunun nedeni hava koşulları değil, kent halkının, özellikle Yahudilerin alışkanlıklarıydı [SENECA, 303]. İstanbul deprem bölgesindeydi. Bir gece, Busbecq tüm binanın müthiş bir biçimde sallanmasıyla, gece yarısı uyanır. Yer sarsıntıları birkaç gün sürer. En kalın duvarlarda bile büyük çatlaklar görülür [BUSBECQ 37]. 10 Eylül 1509 ’ da İstanbul, tarihinin en şiddetli depremini yaşadı. Depreme tanık olmayan yazarlar bu depremin yol açtığı hasar ve kayıpları değişik sayılarla göstermişlerdir. Ancak felâket sırasında kentte olan İtalyan Nikolo Zusignan ’ın 15 ve 25 Eylül 1509 tarihlerinde yolladığı raporlara göre İstanbul ve Pera ’da 1.500 ev hasar görmüş, 4.000 kişi ölmüş, 10.000 kişi yaralanmış. Kentin kara ve deniz surlarının büyük bir kesimi, ayrıca saray ve câmiler de yıkılmış. Gerek Pera, gerek İstanbul ’da hasar görmeyen bina çok azmış. Venediklilere hiçbir şey olmamış ama Floransalılar ın evi tamamıyla çökmüş ve üç kişi ölmüş. Sultan 5.000 marangoz ile duvarcıyı ve 80.000 işçiyi tamir ve yeniden yapım işlerinde görevlendirmiş [SANUTO IX, 3261]. Giovanni Moro ’nun İstanbul ’da kaldığı 32 ay boyunca ciddi boyutlarda 3 ya da 4 kıtlık başgöstermiş ve özellikle ekmek fiyatları çok artmış [RELAZIONI 43].
91
16. Yüzyılda İstanbul
92
Metin And
Sa r ay
93
16. Yüzyılda İstanbul
94
Topkapı Sarayı Üzerine Fâtih Sultan Mehmed, ilk sarayını bugün İstanbul Üniversitesi ’nin bulunduğu yere, üçüncü tepeye, yaptırdı. Sultan, sonra yeni bir saray tasarladı; bunun için daha güvenli olan bir yer seçmişti. Bu da Haliç ile Marmara Denizi arasındaki burunda kıyıdan Bizans surlarıyla çevrili olan bugün Sarayburnu diye bilinen yerdir. Saray adını surlardaki kapılardan biri olan Topkapı ’dan almıştır. Saray’ın yapımına yaklaşık 1459 ’da başlanmış ve 1478 ’te bitirilmiştir. 19. yüzyıla gelinceye dek Osmanlı sultanlarının evi olmuş, daha sonra sultanlar yeni saraylar yaptırmışlardır. Aşağı yukarı beş yüz yıl iktidarın merkezi olan bu sarayın duvarları arkasında Osmanlı İmparatorluğu ’nun tarihi yazılmıştır. Giderek buranın karakteri bir kaleden saraya dönüşüm yapmış, yalnız Sultan’ın evi, makamı olmakla kalmamış, yüksek yargı, yürütme ve yasama güçleri ile görevlilerin sanat ve bilimde eğitimleri için bir merkez de olmuş-
Topkapı Sarayı’nın ilk avlusu. Solda şikâyetçi halkın dilekçelerini verdiği Deâvî Kasrı görülmektedir (DRESDEN). ◀ Topkapı Sarayı’nın ilk kapısı, Bâbıhümâyûn. Arkada Aya İrini’nin kubbesi görülüyor (VİYANA II)
95
16. Yüzyılda İstanbul
tur. Topkapı Sarayı birçok değişimler sürecinde gelişmiştir. Yıllar boyunca birbiri ardınca, sultanlar yeni binalar katmışlar. Bir dizi büyük yangınlarla birçok erken tarihli binalar yok olmuş ve sık sık onarımlar yapılmıştır. Kimi yapılar eklenmiş, kimileri de tamamen yok olmuştur. Bu sürecin sonucunda günümüze başlangıçtaki yapılardan pek azı gelebilmiştir. Bu bakımdan 15. ve 16. yüzyıldan birinci elde bilgiler çok değerlidir. Bu kitapta Topkapı Sarayı ’nı Osmanlı İmparatorluğu ’nun en parlak dö-
Topkapı Sarayı’nın birinci avlusu (VİYANA II).
96
Topkapı Sarayı Üzerine
Topkapı Sarayı (ikinci kapı ve ikinci avlu) (VİYANA II).
neminde incelemeye çalıştım. Kitabın bütününde olduğu gibi Topkapı Sarayı için de iki tür kaynağa başvuruldu. Birincisi görgü tanıklarının yaptıkları resimler, bir de görgü tanıklarının yazdıkları. Topkapı Sarayı üzerine en iyi resimler Topkapı Sarayı ’nda saklanan Hünernâme ’nin ikinci cildinde bulunan 5 minyatürdür. Burada ilk minyatür ilk kapıyı, Bâbıhümâyûn ’u, Birinci Avlu ’yu ve Orta Kapı ya da Bâbüsselâm ’ı göstermektedir. İkinci ve üçüncü minyatürler ise, bunlardan biri avlunun doğu kesimini, ikincisi ise batı kesimini göstermektedir. Burada Dîvân ’ın toplandığı Kubbealtı da görülmektedir. Dördüncü ve beşinci minyatürlerde ise Üçüncü Avlu yer almaktadır. Bunlardan birisi avlunun doğu kesimini, bu arada üçüncü kapı ya da Bâbüssaade’yi ve Arz Odası ’nı göstermektedir. 97
16. Yüzyılda İstanbul
Beşinci minyatür ise avlunun batı kesimini ve Harem ’i betimlemektedir. Bu minyatürleri, daha önceki çeşitli yayınlarda kullanıldıkları için tekrardan kaçarak bu kitaba almadık. Bunun yerine yabancı görgü tanıklarının yaptıkları resimleri kullandık. Bunların ikisi Viyana, birisi de Dresden Albümü’ndendir. Bilgi vermek bakımından günümüzdeki fotoğraflardan hiç aşağı kalmazlar. Bildiğim kadarıyla bunların çoğu ilk kez bu kitapta yayımlanmaktadır. İlk kümedeki resimler birinci kapıyı göstermektedir. Bu bölümün başında yer alan bu resimde Aya İrini ’nin kubbesi de görülmektedir. İkinci grup resimde Birinci Avlu ’yu görüyoruz. Bu resimlerde günümüze kalmamış yapılar da göze çarpmaktadır. Bunlardan biri de şikâyetçilerin dilekçelerini verdikleri Deâvî Kasrı ’ dır. Aynı resimlerde Orta Kapı ve İkinci Avlu ’nun küçük bir kesimi görülmektedir. Üçüncü kesim resimlerde İkinci Avlu ’yu görüyoruz. Bugüne kalmamış yapılardan biri saray okulunun hastahanesi, öteki ise bir çeşmedir. Bu resimlerden biri de Dîvân-ı Hümâyûn ’u toplantı halinde göstermektedir: Veziriâzam, iki kazasker (Rumeli ve Anadolu), Reisülküttab, İstanbul Kadısı, Defterdar, Nişancı, Yeniçeri Ağası, Kaptan Paşa. Kadınlı erkekli bir kalabalık Dîvân ’ın önünü doldurmaktadır. Bahçede ayrıca Dîvân kararıyla falakaya yatırılanlar görülmektedir. Dîvânı gösteren bir başka resimde de Veziriâzam’ın yabancı elçi grubuyla yemek yemekte olduğu dikkati çekmektedir. Elçi, Veziriâzam ’ın sofrasında yer verilerek onurlandırılır. Altıncı grup resim Üçüncü Kapı ve Üçüncü Avlu ’dan yalnız Arz Odası ’nı göstermektedir. Resim burada üst üste iki resimden oluşur; birinci resim, Üçüncü Avlu ’ya açılan üçüncü kapıyı dizi sütun ve kemerleriyle göstermiştir. Bu resim alttaki resmin üzerine tutturulmuştur. Bu, yukarıya kaldırılınca altındaki resim Arz Odası ’nın içini göstermektedir. Burada Üçüncü Avlu ’da dar sütunlu revak da görülmektedir. Günümüzde Üçüncü Kapı çok değişik bir görünümdedir. Padişah bu kapıdan giren yabancı elçileri Arz Odası ’nda kabul ediyordu. Arz Odası ’nın içini gösteren bir başka resimde elçi heyetini III. Murad ’ın kabul edişini görüyoruz. Burada ocak, işlemeli yastıklar, zengin kumaşlarla kaplı sedirler, çiniler, halılar, tavan süslemeleri ve sultanın gücünü simgeleyen tavandan sarkan iki altın top çok ayrıntılı yapılmıştır. Dresden Albümü’nden buraya aldığımız bir resimde bir saray veya konak gösterilmiş, kime ait olduğu belirtilmemiştir. Ancak bunun bir paşa, bir vezir gibi önemli bir kişinin saray veya konağı olduğu bildirilmiştir. Ancak resim bir soruyu da beraberinde getirmektedir. Önce ortadaki binanın cephesi Çinili Köşk ’e benzemektedir. Fâtih Sultan Mehmed ’in 1472 ’de yaptırdığı bu bina, Topkapı Sarayı ’ndan önce yaptırılmıştır. Resimde bu binanın payandalar üzerinde oturtulmuş ileri uzanan iki kanadı vardır. Pencereler kafeslidir, büyük olasılıkla bunlar binanın harem kesimindedir. Ancak bu kanatların soldakinin bitiminde biri aşağı inen, biri de yukarıya çıkan iki merdiven görülmektedir. Aşağıya inen normal olarak dışarıya çıkış içindir, an98
Topkapı Sarayı Üzerine
Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusu ve üçüncü kapısı. 99 Sütunların arkasında Üçüncü Avlu ve Arz Odası (DRESDEN).
16. Yüzyılda İstanbul
Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda Dîvân-ı Hümâyûn ve 100 Kubbealtı Vezirleri’nin oturumu (VİYANA II).
Topkapı Sarayı Üzerine
cak yukarıya çıkanı, bu kanadın bir başka binaya bağlantısını düşündürüyor. Bir tahmin de bu iki kanadın Çinili Köşk ’ün Topkapı Sarayı ’na bağlandığı yolundadır. Ancak bu bir tahminden ileriye gitmez. İngiltere Kraliçesi Elizabeth, kapitülasyonların yeniden verilmesi umuduyla Sultan III. Mehmed ’e armağanlar göndermek istemişti. Ancak, bunların gönderilebildiği yıl olan 1599 ’da İngiliz elçisi Sir Edward Barton ölmüş bulunduğundan, armağanlar Sultan’a elçinin kâtibi Hery Lello tarafından sunulmuştu. Bu armağanların en ilginci, Thomas Dallam tarafından yapılan ve sarayda kurulması için yapıcısıyla birlikte gönderilen bir orgdu. Dallam, İstanbul ’da kaldığı sırada tuttuğu gezi notlarında çalgının, en görkemli, en büyük konut olan saraya Boğaz ’dan kayıklarla götürüldüğünü yazar. Bu notlara göre, sarayın bulunduğu alanı çifte duvarlar sınırlıyordu. Dış duvarlarda yer alan kapılarının her birinde, iriyarı kapıcılar vardı. Bunların görevi içeri girip çıkanı kollamak, gözcülük etmekti. İç duvarlardan açılan kapılar demirden yapılmış olup sürekli kapalı tutulur, sarayla ilgisi olmayan kimsenin içeri girmesine izin verilmezdi. Bu kapılar Acemioğlanlar tarafından açılırdı. Dış duvarlarla iç duvarlar arasındaki uzaklık dört yüz metreye yakın, yüksekçe bir alandı. Burası, bakımını Acemioğlanların yaptığı, dünyada eşi görülmemiş bostanlarla kaplıydı. Bu alandaki tek konak da Bostancıbaşı ’nın konağıydı. İç duvarların içindeki alandaysa sultanın sarayı ve sarayla ilgili, avluları mermer kaplı, çok görkemli yapılar vardı. Bunların çevresindeki bahçelerde meyve ağaçlarıyla üzerinde her türlü üzüm bulunan asmalar yer alıyordu. Saray’ın bulunduğu bu bölümde orgun yerleştirileceği konut, Saray’a oranla daha küçük bir yapıydı. Burası, tavan ve duvarlarındaki renkli, yaldızlı, oymalı, cilâlı süslemeleriyle küçük, güzel, biraz da garip bir yerdi. Dallam ’ın gezisi sırasında III. Mehmed on dokuz erkek kardeşini burada boğdurttuğu için burası bir zevk yuvası olduğu kadar bir tür kıyım eviydi de. Saray’ın ana yapısının önünde, başlıkları yaldızlanmış pirinç olan çift sıra sütunlar bulunuyordu. Orgun yerleştirildiği evin üç bir yanında bulunan duvarların üzerinde kepenkler vardı. Bunlar çoğunlukla açık bırakılır, rüzgâr, fırtına, yağmur gibi hava koşullarında kalın pamuklu perdeler aşağıya, iyi havadaysa yukarıya çekilirdi. Ev dördüncü yanından başka bir eve bitişikti. Bu yandaki duvar, insanın bakınca rahatça kendisini görebileceği kadar parlak, çok iyi bir türde, somaki mermerle kaplıydı. Bu evde masa, iskemle, koltuk gibi eşyalar olmayıp yalnızca bir sedir vardı. Bir yanda da içinde her türden, rengârenk balıkların yüzdüğü bir havuz bulunuyordu [DALLAM 67-69]. Dallam ’ın anılarında, deniz kenarında küçük, güzel bir köşke, büyük bir olasılıkla İncili Köşk ’e de değinilmekte. Burası kimi kez sultanın yemek çağrıları için, çoğunlukla odalıklarıyla buluşma yeri olarak kullanılıyordu. Yapının kare biçimindeki damı kurşunla kaplıydı ve en tepede bir prizmayla bitiyordu. Tavanı yaldızlı ve renkli süslemelerle bezenmişti. Köşkün denize bakan yüzünde Boğaz ’ın ve Haliç ’in gözlenebileceği bir taraça vardı. 101
16. Yüzyılda İstanbul
Topkapı Sarayı’ndaki iki yandan uzantısı olan ortadaki bina bugün Çinili Köşk diye bilinen yapıyı anımsatmaktadır. İki yanındaki kanat ise kafesleri ve kapalılığı ile sarayın harem kesimi olduğunu düşündürmektedir. Sol kanadın sonundaki yukarıya ve aşağıya uzanan merdivenler buranın Topkapı Sarayı’na bağlantısı olabilir (DRESDEN).
Bu köşkün arkasında da sütunlar üzerine yapılmış başka güzel evler bulunuyordu. Bunların da tavanları yaldızlı, renkli süslemelerle bezenmiş, yerleriyse değerli halılarla kaplanmıştı. Dallam, anılarında, bu güzellikleri anlatmaya sözcüklerin yeterli olamayacağını belirtir [DALLAM 78]. Harem ’in özelliğinden dolayı, burayla ilgili bilgiler bize doğrudan doğruya görgü tanıklarından değil de, dolaylı olarak ulaştığından, orgu yerleştirmek için her gün saraya girip çıkabilen Dallam ’ın notları özel önem taşımaktadır. Örneğin, kendisine yardımcı olmak için görevlendirilenlerden birisi, Dallam ’ın Harem’i uzaktan gözleyebilmesini sağlamıştır. Dallam, bununla ilgili olarak, Sultan’ın odalıklarını demir bir kafesin arkasından görebildiğini yazar. Harem ’in bahçesinde güle oynaya top oynayan kızları önce uzaktan erkek sanmış, oysa bellerine varan uzun saçlarını görünce bunların kız, hem de çok güzel kızlar olduğunu anlamıştır. Kimisinin örgülü saçlarının ucuna inci ya da başka değerli taşlardan süsler tutturulmuştur. Başlarında sadece tepelerini örten küçücük takkeler vardır, bürümcükten yapılmış gömleklerinin üzerine bellerine kadar inen küçük ceketler, altına beyaz ince kumaştan, içinden baldırlarının sezilebildiği dizlerine kadar inen şalvarlar giymektedirler. Çıplak boyunlarına yalnızca inci ya da başka taşlardan yapılmış gerdanlıklar takmışlardır. Kimisinin ayağında güderiden yapılmış çarık, kimisinin de “pantufla” denilen, kalın çuhadan yapılmış yüksek topuklu terlikler vardır. Kimisinin bacağı çıplak olup ayak bileğinde halhal bulunmaktadır. Dallam, kızları gözlemekten çok hoşlandığını, kendisine bu olanağı sağlayan görevlinin, Dallam ’ın gözleme süresini uzat102
Topkapı Sarayı Üzerine
ması karşısında kızgınlıkla ayağını vurup onu ancak oradan uzaklaştırabildiğini de ayrıca belirtir [DALLAM 74-75]. Dallam ’ın anılarında sarayda bulunan iki yüz kadar içoğlanının da giysilerine yer verilmiştir. Bunlar dizlerine inen sırmalı kumaştan yapılmış tulum, ipekten gömlek, bunun üzerine cepken giyerler; başlarında küçük takkeler, ayaklarında da güderiden çarıklar bulunurdu. Dallam, içoğlanlarının saçlarının iyice kazınıp yalnızca kulaklarının arkasında sincap kuyruğunu andıran bir tutam saç bırakıldığını söyler [DALLAM 67]. Pedro, Sultan’ın sarayıyla ilgili olarak çok bilgi vermemekle birlikte, deniz kenarında yer alan sarayın Hıristiyan dünyasında bir eşi bulunmadığını söyler. Sarayla deniz arasında, kayıklara binmek üzere geçilen, yeşime benzeyen mermerle kaplı çok büyük bir avludan, bunun tam ortasında da üzerinde iki yüzden fazla oyuk bulunan bir geçitten söz eder. Saray’ı, kent duvarlarını andıran yüksek duvarlar çevreler, bunların tepesinde de üzerinde toplar bulunan altı kule vardır. Pedro, bu kulelerden birisinde saklanan hazinenin eşini dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğini belirtir. Saray’daki görevlilerle görevlerinden söz ederek [VIAJE 217-218], Dîvân meclisinin yapısı, üyelerinin aylıkları, sultanın Dîvân toplantılarını kafes arkasından gözlemlediği, Dîvân üyelerinin toplantıdan sonra birlikte yemeleri gibi çok çeşitli konularda da bilgi verir. Örneğin, Dîvân ’ın cezalandırdığı bir kimse kendisine verilen cezayı işlediği suç için çok bulursa uzun bir sopanın üzerine dilekçesini yazar, cuma günü sultanın namaza gitmek üzere at üzerinde saraydan çıkışını bekler, dilekçesini bağışlanmak umuduyla ona uzatır [VIAJE 216-217]. 103
16. Yüzyılda İstanbul
Bütün alanı, çapı yaklaşık 2 mil olan yüksek, sağlam bir sur çevreliyordu. Ortadaki küçük tepeden denize doğru, içinde küçüklü büyüklü bir sürü bina olan, güzel bir bahçe vardı. Sultan’ın yazın kaldığı ana binada bir galeri yer alıyordu. Kolonlar üzerinde yükselen bu galerinin çevresinde manastırlarınki gibi bir bahçe vardı ve iki yüz kadar oda bu galeriye açılıyordu. Tepenin daha aşağısında Bayezid ’in yarım daire biçiminde yapılmış bir kameriyesi vardı. Madenî çubuklarla bir arada tutulan, camdan yapılmış bu kameriyenin altından pırıl pırıl bir kaynak başlıyor ve bahçe boyunca akıyordu. Bayezid buraya dinlenmek üzere geliyor ve suyun sesiyle keyifleniyordu. Fakat Nicholay burayı gördüğünde kameriye yer yer yıkılmıştı. Duvarla çevrelenmiş bu alan içinde Sultan’ın eşinin ayrı bir sarayı vardı. Bu sarayda görkemli hamamlar bulunuyordu. Bir başka bina daha vardı ki saray hizmetlileri yedi ya da sekiz yaşına dek burada kalırlardı. Sultan’ın en iyi atlarından elli kadarı sarayın ahırında korunurdu. Saray’ın ana girişi Ayasofya ’ya bakan büyük kapıydı. Kemerler ve kapılar değişik renklere boyanmıştı. Üzerlerine altından Arap harfleriyle yazılar yazılmıştı. Bu geçit, düzenlenmemiş geniş bir bahçeye açılıyordu. Bu bahçenin uzak bir köşesinde iki büyük kule arasında başka bir kapı daha vardı. Bu kapıyı çok sayıda muhafız ve Yeniçeri bekliyordu. Bunların silâhları ve zırhları kapıda asılıydı. Burada herkes attan inip yandaki bahçeye yürüyerek gitmek zorundaydı. Paşalar bu bahçede, haftada üç kez halka açık konuşma düzenlerlerdi. Dil veya din ayrımı gözetilmeksizin herkes gelir, devlete ait konular, davalar ya da çözümlenmesi gereken her tür iş konuşulurdu. Bu binanın kalabalığına karşın, büyük bir sessizlik vardı. Tek tük öksürük sesi duyulurdu. Ana kapı kara yönündeydi. Sultan kayıkla gezmek istediğinde, surdaki küçük kapıdan sarayın dışına çıkardı. Orada bahçe kıyıya dek uzanırdı. Sultan sık sık Anadolu yakasında yaptırdığı bahçeye gitmek isterdi. Burası Kadıköy diye bilinirdi. İki direkli gemi deniz kapısına bağlanırdı. Sultan bu gemilerden birisiyle Boğaz ’dan karşıya Bostancıbaşı ve adamları eşliğinde götürülürdü. İkinci bir gemi güvenliği sağlamak için onları izlerdi [NICHOLAY 51b-52a]. Sultan Süleyman ’ın sarayı, Boğaz ’ın Marmara Denizi ’yle birleştiği noktada, kıyının denizin içine doğru sarktığı bir yerdeydi. Buraya Bâbıâli deniyordu. Üç mil uzunluktaki duvarlar içerisinde hem ikametgâhı, hem de Dîvânı yer alıyordu. Bu sarayın yapımı Fâtih Sultan Mehmed tarafından başlatılmış ve Ramberti ’ye göre, Sultan Mehmed vasiyetnâmesinde sarayın yaptırdığı câminin mülkü olmasını ve bu câmiye günlük 1000 akçe (20 düka) ödenmesini buyurmuş. Bu ödeme Sultan Süleyman ’ın hükümdarlığı sırasında da sürüyormuş. Saray’da Sultan’a özel olarak seçilmiş altı genç erkek hizmet ediyordu. Gündüzleri bu gençlerden ikisi sultana özel odasında hizmet veriyordu. Geceleyin nöbette yine iki genç oluyordu. Bunlar sultan uyurken nöbet tutuyorlardı. Biri ayakucunda diğeri başucunda, ellerinde yanar meşalelerle. Bunlar sabahleyin Sultan’ın giyinmesine yardım ederlerken, her gün onun kaftanının 104
Topkapı Sarayı Üzerine
ceplerinden birine 1000 akçe, diğerine 1000 altın düka koyarlardı. Geceleyin, gençler Sultan’ı yatmaya hazırlarken onun ceplerinde buldukları tüm parayı bahşiş olarak alırlardı. Ancak söylendiğine göre Sultan’ın ihsan dağıtırken eli öylesine açıktı ki ceplerinde yalnızca birkaç kuruş kalırdı. Sultan avlanmak için ya da başka bir amaçla saraydan çıkarken kendisine, Haznedarbaşı eşlik ederdi ve Sultan istediği zaman dağıtabilsin diye ceplerindekilerin yanı sıra yüklü bir miktarda parayı o taşırdı [RAMBERTI 243-244]. İlk avlu oldukça genişti. Burada, sağda, eski Bizans kilisesi Aya İrini vardı. Öbür taraflarda birçok dükkân yer alıyordu. Bu dükkânlarda saray zanaatkârları kendi ürünlerini yaparlar ve satarlardı. Denize inen yokuştaki bahçeler birçok duvarla çevriliydi ve çok iyi korunurdu. Gerlach, elçilik mensuplarıyla birlikte sarayı gezdiğinde ikinci bahçeye açılan kapıda bir hol olduğunu görmüş. Ayrıca bu bahçenin çevresinde kemerler vardı. Her iki taraftaki yüksek duvarlar üzerinden görebildiği kadarıyla çok geniş bahçeler yer alıyordu. Bu bahçelerde geyikler olduğu söylenmişti kendisine. Kadınlar bu bahçelerde gezinebiliyorlardı. Bu ikinci bahçede birkaç yüz asker sessizce nöbet tutuyordu. Elçilik grubu bu askerlerin önünden geçip üçüncü kapıya geldi. Bu kapı Sultan’ın dairelerine gidiyordu. Buraları Yeniçerilerce korunuyordu [GERLACH 111]. Wratislaw ve arkadaşları her zaman olduğu gibi yanlarında bir Yeniçeri olduğu halde Sultan’ın ahırlarını gezdiler. Sultan’ın kullandığı atları, tırıs gidenleri, arabaya koşulanları gördü; ayrıca develeri de. Her yıl Arabistan ve Berberistan ’dan tay olarak getirilen çok sayıda aygır bulunuyordu. Çok küçükken bunların ne kuyrukları ne de yeleleri vardı. Türkler atlar dört yaşına gelinceye kadar binmezlerdi. Wratislaw aslında atların güçlü olduğunu yazıyor. Oysa Bohemya ’da atlar gençken çok çalıştırılırlardı. Bu yüzden de Türklerin atları gibi dayanıklı ve kuvvetli olamazlardı. Bu gezinti sırasında Wratislaw ve arkadaşlarına sultanın yazlık sarayını gezmelerine, bahçesine girmelerine izin verildi. Bahçede çok güzel kokulu çiçekler topladılar. Büyük ve harika bahçe dereciklerle sulanıyor ve ağaçlarla gölgelendiriliyordu [WRATISLAW 169-171; 173]. Saray’ın bahçeleri çok genişti. Ramberti ’ye göre, Bostancıbaşı ’ya ya da Başbahçıvan ’a, bahşişlerin yanı sıra, günde 50 akçe ödenirdi. Kâhya yla baş yardımcı da günde 20 akçe alıyordu. Onun denetiminde çalışan ve her birinin emrinde on bahçıvan bulunan Bölükbaşılar vardı. Yaklaşık otuz beş bahçıvan ya da bostancı olurdu. Bunlar saraydan verilen bir örnek mavi giysi ve gömlek giyerler ve günde beş akçe kazanırlardı. Bu bahçıvanlar Acemioğlanlardı. Saray’dan ayrıldıklarında Yeniçeri olurlar ya da başka uygun büro işlerine yerleştirilirlerdi. Saray bahçeleri ve bostanları öylesine verimliydi ki bu bahçelerdeki meyve ve sebzelerin satışından sağlanan gelirle Sultan’ın günlük giderleri karşılanabiliyordu. Sultan’ın sarayının önünde demir atmış iki küçük gemi bulunurdu. Sultan, bahçeler boyunca gezintiye çıktığında bahçıvanlar küreğe, Bölükbaşı da dümene geçerdi [RAMBERTI 244-245]. 105
16. Yüzyılda İstanbul
106
Dîvân’da Kubbealtı Vezirleri yabancı elçi ve adamlarıyla yemek yiyorlar. Üstte, padişahın Dîvân oturmalarını izlediği kafesli pencere görülüyor (VİYANA II).
Topkapı Sarayı Üzerine
107
16. Yüzyılda İstanbul
Sultan’ın sarayında çok sayıda bina, köşk, bahçe ve havuz vardı. Bahçelerin bakımından Bostancıbaşı sorumluydu. Bostancıbaşı ’nın emrinde iki yüzüç yüz kadar Yeniçeri çalışıyordu. Bunlara Acemioğlan deniyordu. Yüksek sarı başlıklar giyiyorlardı. Sultan, eğlence merkezlerinden birine ya da kentin dışındaki kıyılara bile gittiğinde deniz yoluyla giderdi. Bir ya da üç kişiyle çıktığı bu küçük yolculuklarda Sultan yirmi dört kürekçinin çektiği kayığında yerini alırdı. Bostancıbaşı dümen yekesini tutardı. Sultan, Bostancıbaşı’nı o denli severdi ki yolculuk sırasında onunla söyleşirdi [CHESNEAU 39]. Pazarları, pazartesileri ve salıları tüm paşalar, müftü, kadı, hazineci ve yüksek rütbeli devlet memurlarla şafak vakti saraya giderlerdi. Sabah 10 ’a kadar toplantı yaparlardı. Aynı çağı yazan diğer yazarlar Dîvân ’ın haftada dört gün toplandığını belirtirler. Her tür hukuk davaları onlara getirilirdi. Savunma veya dilekçe olmazdı. Yasaların tartışması kısa ve özlü olurdu. Karar çok kısa sürede verilirdi. Dîvân aynı zamanda imparatorluk gelirleriyle de uğraşırdı. Gelirler memurlar tarafından dikkatle rapor edilirdi. Her toplantı sonunda paşalar sultanı beklerdi. Mehmed Paşa, Sultan’a yaptıklarını anlatırdı. Sultan avda olunca Mehmed Paşa ona Dîvân ’da yapılanları yazılı bir raporla bildirirdi [CANAYE 131-132]. Sultan’ın sarayında yüz elli aşçı vardı. Erkekler ve oğlan çocukları hepsi Acemioğlanlar arasından seçilmişti. Usta aşçılara günde 8 veya 10 akçe, oğlanlaraysa 3 akçe ödeniyordu. Hepsi yılda bir kez baştan ayağa giydirilirdi. Göğüs hizasında yassı madenî düğmelerle vücutlarına iyice yapışan uzun deri giysiler giyerler, başlarına yüksek, beyaz zerkülâh denilen başlıklar takarlardı. Bu başlıklar Yeniçerilerinkine benziyordu ancak herhangi bir süs veya altın yaldızdan kenarları yoktu. Sultan’ın yemeği özel bir mutfakta ayrı pişiriliyor, porselen tabaklarla sunuluyor ve onun önünde kesiliyordu. Dört görevli hem Sultan’ın hem de diğer saray mensuplarının yemeklerinin hazırlandığı genel mutfağı denetliyordu [NICHOLAY 90b]. Sultan’ın oğulları ergenlik çağına geldiğinde ya da yaklaştığında, annelerinden ayrılır ve başka bir sarayda yaşamaya başlarlardı. Burada savaş sanatını, ok, yay, kılıç, pala, kalkan kullanmayı, arkebüs ateşlemeyi ve ata binmeyi öğrenirlerdi. Bu süre içinde sıkı sıkıya denetlenirler, iffetsiz, ahlâksız, kötü ya da onları kötü yola sürükleyebilecek insanlardan uzak tutulurlardı [POSTEL 34-35]. Devşirme oğlanların en yakışıklı ve en zekileri Sultan’ın hizmetine verilirdi. Günde 8 akçe bağlanan ve tepeden tırnağa giydirilen bu oğlanlar, Sultan’ın sofrasını da içeren tüm hizmetlerini yaparlar; yiyeceği yemekleri bile önceden bunlar tadarlardı. Büyüdükleri zaman devlet memurluğuna getirilen veya orduya alınan bu genç oğlanlara günde 18 akçe bağlanırdı. Sultan bu devşirmelerin en zeki ve değerlilerine paşalık, kadılık, vâlilik veya başka önemli görevler de verirdi. Sultan’ın her sarayında bu devşirme oğlanlardan üç yüz, dört yüz veya beş yüz tanesi eğitilirdi [DERNSCHWAM 139]. 108
Saray ve Çevresi Fâtih Sultan Mehmed, sarayını kentin ortasına yaptırtmıştı. Sağlam surlarla çevrili olan bu sarayda çok sayıda ev, mutfak ve başkaca gerekli binalar vardı. Burası daha sonra Eski Saray olarak anılmaya başlandı. Sultan, Topkapı ’ya geçince, bu Eski Saray imparatorluk haremi olarak kullanılır oldu. Nicholay, İstanbul ’dayken burada iki yüzü aşkın câriyenin yaşadığı sanılıyordu. Hemen hepsi Hıristiyan Sultan’ın yedek atı (VİYANA I). olan bu câriyelerin bir kesimi savaşta, denizde veya karada tutsak alınmıştı. Öbürleri tüccarlar tarafından Sultan’a sunulmak üzere beylerbeyi ne, paşalara ve kaptanlara satılmıştı. Birçok ulustan kız vardı ama çoğu Yunan, İtalyan veya Macar ’dı. Harem’i hadım edilmiş bir haremağası yönetiyordu. Haremağasına günde 60 akçe, yılda iki kez ipekli giysiler veriliyordu. Emrinde kırk hadım edilmiş erkek çalışıyordu. Her on kız bir kadının emrindeydi. Kızları yöneten bu kadın onlara her çeşit iğne işi öğretiyordu. Sultanın câriyelerinden biri hamile kalırsa ötekilerden ayrılıp daha büyük bir eve yerleştirilirdi. Kız erkek çocuk doğurursa Sultan’ın eşlerinden biri olurdu [NICHOLAY 53b]. Saray ilişkini hanımlar, daha önce Fâtih Sultan Mehmed ’e ait olan ayrı bir sarayda ikamet ediyorlardı. Bu sarayda hanımları hadımlar korurdu. Ağa ya da Hadımbaşı ve onun emrindekiler günde toplam 120 akçe alırlardı. 600 akçe, üç Kapıcıbaşı ya da Başkapıcı, yüz kapıcı ve Yeniçeri bekçisi arasında, kıdemlerine uygun olarak paylaştırılırdı. 40 akçe de su taşıyan on saka arasında paylaştırılıyordu. Bu saray etrafındaki duvarların uzunluğu bir bu109
16. Yüzyılda İstanbul
çuk mil civarındaydı ve duvarların içinde kalan binalar çok büyüktü. Bunların içinde Sultan’ın anneleri ve eşleri için özel daireler bulunmaktaydı. Zamanın sultanının oğulları anneleriyle kendi bölümlerinde, hizmetlerinde hadımlarla, bu sarayda yaşıyorlardı. Ramberti bu sarayda yaşayan kızların sayısını üç yüz olarak veriyor. Bunların tümü saraya getirildiklerinde bakireymiş. Yaşlı kadınlar tarafından eğitilmişler. Sultan, özellikle çePadişahın Acemioğlanlara bahşiş atması (VİYANA I). şitli örnekler işlemeyi, nakış işlemeyi öğrenmelerini buyurmuş. Kızların gençleri kendilerinden büyük kızlara ve kâhya kadınlara hizmet ediyorlarmış. Her bir kıza günde 10 ilâ 20 akçe arasında değişen bir günlük verilirdi. Yılda iki kez, iki bayramda Sultan onlara yeni ipek giysiler armağan ederdi. Bir kız Sultan’ı memnun ettiğinde Sultan onu yatağına alır ve sonra da ona altın bir başlık ve 10.000 akçe verir, özel bir daire tutar ve günlük harcamalarını karşılardı. Yirmi beş yaşına dek tüm kızlar sarayda kalırdı. Sultanın beğenisini kazanmamış olanlar yine Sultan tarafından subaylarla veya saray mensuplarıyla evlendirilirdi. Bu erkekler de Sultan’ın köleleriydi. Giden kızların yerine yeni kızlar getirilirdi [RAMBERTI 253-254]. Kentin merkezinde, Bayezid ve Süleyman meydanları arasında Fâtih Sultan Mehmed ’in kendisine konut olarak yaptırdığı Eski 110
Hadımağaları (VİYANA I).
Saray ve Çevresi
Saray vardı. Sultan Süleyman bu yapının bahçesinin yarısını kendi adına câmi yaptırmak için almadan önce bunun yüksek duvarlarının çevresi 1,4 mil tutuyordu. Sanderson ’un zamanında bu duvarlar yine çok büyük bir alanı çevreliyordu. Duvarların içinde birçok bina, bahçe, hamam ve havuz vardı. Sultan buraya keyif için giderdi. Saray hanımları da burada yaşardı. Fetihten önce burası Hıristiyan imparatorların avlanma alanıydı [SANDERSON 72]. Hürrem Sultan ’ın sarayı, padişahın emriyle bir câmi, kervansaray, hamamlar, medrese ve birçok dükkânın yapılmakta olduğu, önceleri boş bir
Vezir rütbesinde iki paşa (BREMEN).
111
16. Yüzyılda İstanbul
Sultan’ın sancaktarları (VİYANA I).
112
Saray ve Çevresi
alan olan yerde, padişahın sarayından uzaktaydı. Bu çok büyük alandaki binaların yapımı, Dernschwam ’ın İstanbul ’da bulunduğu üç yıl içinde henüz tamamlanmamıştı. Hürrem Sultan ’ın oturduğu, önünde geniş bir avlu bulunan sarayın bahçesinde Harem’deki başka kadınların sarayını kent duvarları gibi yüksek duvarlar çevreliyordu. Dernschwam, Hürrem Sultan ve diğer Harem kadınlarının yaşadığı bu bölgeyi gezerken dış kapılardan çok uzak geçmesi gerektiğinin bilincindedir. Saraydakilerin bolluk içinde yaşadığı, içeri giren malların çokluğundan bellidir. Her gün at üstünde girip çıkan şişman Musevî kadının dışında haremde hiçbir kadın ve genç kızın buradan dışarı çıktığını görmez. Genç Hıristiyan kızları Sultan’ın beğenisine sunulurken, topluca salına salına kendilerini beğendirmeye çalışarak padişahın önünden geçirilirlerdi. Sultan da beğendiği kıza içinde 1000 akçe bulunan bir kese atardı. Beğenilen kız bundan sonra yaşlı bir kadın tarafından hemen hamama götürülür, yıkanır, giydirilir, süslenir ve o gece zenci haremağaları kızı Sultan’a sunarlardı. Sultan’dan gebe kalmak her ne kadar iyi bir olgu sayılırsa da, doğan çocukların ne olduğu, nereye götürüldüğü pek bilinmezdi [DERNSCHWAM 137-138]. İstanbul ’da kaldığı sürece Schweigger kentin dışındaki mesire bahçelerinden birini gezmiş. Bunun adı Karabali ’ymiş. Burada ara sıra at yarışları düzenlenirmiş. Bahçeleri çok güzel olarak betimliyor. Bunların içinde kenarlarında selvi ağaçlarının dizildiği birbirini kesen yollar varmış. Araları ise biberiyelerle bezenmiş. Bu bahçelere bahçıvana yarım ya da daha çok thaler bahşiş veren herkes girebilirdi. Bahçıvanlar devşirmeydi. Oradan sorumlu olan resmî kolcular Bostancıbaşı ’nın emri altında çalışırlardı. Schweigger bahçe içindeki köşkten düşkırıklığına uğramış. Ona göre bu köşk çok kötü yapılmış. SıMirahor (VİYANA I). 113
16. Yüzyılda İstanbul
114
Vâlide sultanın Eski Saray’a alayla gelişi (DRESDEN).
Saray ve Çevresi
115
16. Yüzyılda İstanbul
Peykler (VİYANA I).
Sultan Hanım (COBURG).
116
radan bir evden daha büyük olmayan bu yapı kötü döşenmiş. İçeride yüzülebilecek ya da yıkanılabilecek büyüklükte bir havuz varmış. Biraz uzakta kiremit damlı küçük bir kulübe yer alıyormuş. Schweigger ’e söylendiğine göre Sultan kendisine çok yakın olan insanlarla yemek, içmek istediğinde buraya gelirmiş. Bu eğlence bahçesi Sultan’ın Galata ’da, deniz kıyısındaki sarayından çok uzakta değildi, büyük olasılıkla Fındıklı dolaylarındaydı. Sultan Selim içmeyi çok sevdiğinden buraya sık sık gelirdi [SCHWEIGGER 126]. Sultan’ın kentin içinde ve dışında bulunan sayısız çiçek ve meyve bahçesine, Hıristiyanlık ’tan Müslüman-
Saray ve Çevresi
Acemioğlanlar (VİYANA I).
lık ’a devşirilen Acemioğlanlar bakardı. Bu bahçelerde, bol bol yeşil salata, marul, yeşil soğan, sarmısak, maydanoz, hıyar, havuç, pancar, meyvelerden kiraz, badem, armut, elma, erik, kavun, balkabağı, vb. yetiştirilirdi. Buralarda yetiştirilen sebze ve meyveler, sadece saraylara değil, kentteki tüm evlere de yeterdi. Tümüyle Sultan’ın olan bu bahçelerin ürünlerinin satışı saraya büyük bir gelir sağlardı. Bu bir gelenekti. Ürünler deniz kenarında özel bir ambara taşınır, buradan kabzımallara satılır; onlar da kentteki çeşitli küçük manavlara satarlardı. Sultan’ın bahçelerinden yeterli ürün alındığı sürece kabzımallar başka yerden sebze ve meyve alamazdı. Başka saraylılar ya da zengin Türkler de, eski yapıtların yıkılarak geniş yerlerin açıldığı kent dışı yerlerde, meyve ve sebze yetiştirdikleri bahçeler edinmişlerdi [DERNSCHWAM 55]. Öteki saraylarda hizmet eden yüz elli kadar hadımağası vardı. İstanbul ’da, bu sarayların birinde sultanın kadın ve kızları yaşıyordu. Kentteki öteki saraylardan birindeyse, Pera bahçelerinin içindeki sarayda olduğu gibi küçük çocuklar barındırılıyordu. Kadın ve kızların sayısı beş ya da alt yüze yaklaşırken küçük çocuklar üç ya da dört yüzdü. Bunların hepsi Sultan’ın Hıristiyan teb aasının kızları ve oğullarıydı [CHESNEAU 39-40]. 117
16. Yüzyılda İstanbul
Vâlide Sultan ’ın bir saraydan ötekine alayla gidişini gösteren Dresden Albümü’nden uzun bir resim altı parça ve iki sayfa halinde verilmiştir. Bu Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a ya da Eski Saray’dan Topkapı Sarayı ’na gidiş olmalı. Alayın başında Vâlide Sultan’ın heyetindeki hizmetkâr, yaya giden iç oğlanları, at üzerinde iki haremağası, Kapıcılar ve dört atın çektiği Vâlide Sultan ’ın arabası, onun arkasında ise haremağaları, Vâlide Sultan ’ın hizmetindeki kadınlar ve haremağaları var. Bu, dönemin en güçlü kadını, Sultan III. Murad ’ın annesi Nurbânû Sultan olabilir.
Elinde yemiş ya da sebze tutan bir Bostancı (KASSEL).
İki aşçı ve dört Acemioğlan
118
(VİYANA I)
Padişahın Halka Görünmesi Bassano ’ya göre Sultan genellikle ya Ayasofya ’ya ya da Sultan II. Mehmed Câmii ’ne [Fâtih Câmii] giderdi. Ancak kimi kez sultanın Mustafa Câmii [Şehzâde Câmii] gibi başka câmilere gittiği de olurdu. Her ziyaretin maliyeti 1000 akçeydi. Bu para saray ödeneğinden karşılanırdı. Süvarilerin önünde giden 30-40 kadar çavuş haberci görevini üstlenmişlerdi. Sultan’ın geldiğini bağırarak duyurur, ellerindeki sopalarla yolu açarlardı. Arkada 2000 Yeniçeri, atlı sipahiler, kılıç kuşanmış solaklar ve daha sonra da at üzerinde ok ve yay, kılıç ve eyerlerinde sopa taşıyan saray görevlileri gelirdi. O denli sessizdiler ki yalnızca atların nal sesleri duyulurdu. Sultan’ın arkasında, yularlarından adamların tuttuğu on beş-yirmi kadar at bulunurdu. Bu atların üzerindeki eyerler kadife veya diğer süslü kumaşların altında gizlenirdi. Elmas, yakut, firuze ve başkaca değerli taşlar, üç sepette ok ve yaylar, altın bir ibrikle kokulu su, bu atların üzerindeydi. Yolların iki yanına dizilen kalabalık içinden birinin ona yaklaşmasını önlemekle görevli dört hizmetkâr dışında Sultan’ın yanında kimsenin ata binmesine izin verilmezdi. Sultan, ağır ağır geçerken yolun iki yanına dizilmiş insanları, cinsiyet ve ırk ayrımı gözetmeksizin, başıyla selâmlar ve gülümserdi. Beraberindekilere bir soru sormak istediğinde bir paşa, Beylerbeyi veya Kazasker ’in tersine herhangi bir el hareketinde bulunmazdı. Câminin içinde Sultan, sayısı 4.000 ’i aşan alaydan daha yüksek bir yerde otururdu. Buraya ancak oğulları girebilirdi. Cuma namazı iki saat kadar sürer, duadan sonra alay aynı yoldan geri dönerdi [BASSANO 12]. Sultan’ ın câmiye gitme törenini görmek için Canaye aylar boyunca beklemek zorunda kaldı. Her cuma câmiye giden babası Süleyman ’ın [Kanûnî Sultan Süleyman] tersine Sultan II. Selim halka açık câmilere sık gitmiyordu. Canaye ’nin İstanbul ’a gelişinin üstünden üç ay geçmişti. Bu süre içinde Sultan Selim, câmiye iki kez gitmişti. Sultan ’ın câmiye gideceğini haber alan Fransızlar onu izlemek üzere bir Fransız dönmenin dükkânına gittiler [CANAYE 120-122]. Sultan câmiden dönerken Canaye, onu bir kez daha gördü. Dükkânın önünden geçerken Canaye ’nin bulunduğu yere baktı, yanakları içkiden şişmişti, bıyığı uzundu, sakalı gibi saçı da sarıydı. Tahminine göre bu geçit alayına üç yüz atlı, bini aşkın yaya katılmıştı [CANAYE 127]. 119
16. Yüzyılda İstanbul
Marmara’da gemiler: Kalyon (sol üstte), pereme ve yelkenli (sağda ve üstte), Sultan’ın saltanat kayığı (altta) (VİYANA II).
120
Padişahın Halka Görünmesi
Sultan sefere ya da yolculuğa çıktığında Yeniçeriler ellerinde tüfekler ve palalar onun önünde, arkasında ve yanında olmak üzere kendisine refakat ederdi. Ayrıca Sultan’ın koruyucuları da vardı. Bunlar Solak adıyla anılan, Yeniçeriler arasından seçilmiş en iyi üç yüz okçuydu. İki kesime ayrılmışlardı. Solak olanlar Sultan’ın sağında, sağak olanlar solunda yürürlerdi. Böylece oklarını Sultan’a asla arkalarını dönmeden kullanabilirlerdi. Okları da yaylarına takılı olurdu [CHESNEAU 43-44]. Bundan sonraki iki sayfada yer alan Dresden Albümü’nden alınma resim Sultan III. Murad ’ın (ya da II. Selim’in) cuma namazı için alayla Süleymaniye Câmii ’ne gidişini göstermektedir. En başta at üzerinde atlı vezir gelmektedir. Onların arkasında tek başına at üzerinde Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa gelmektedir. Onu yaya Peykler ve Solaklar izlemektedir. Onların içinde bir atlı halka para saçmaktadır. Tek başına kestane rengi at üzerinde padişah geliyor. Onu izleyenler sultanın kılıcını taşıyan Silahdâr Ağa, attan inip binmesine yardım eden Rikâbdar Ağa ve giysilerini taşıyan Çuhadar Ağa’dır. Kara ve Ak Hadım Ağaları, sultanın matarasını taşıyan Mataracı, başka atlı görevliler ise en sondalar. Sultan askerî bir seferden döndüğünde üç gün üç gece bayram yapılır, bu süre içinde dükkânlar yiyecek sağlamak için açık olurdu. Sultan kente girdiğinde Yahudiler ona dua ederler ve ayakları altına 200 gulden değerinde kumaşlar ve üzerlerinden çıkardıkları giysilerini sererlerdi [BASSANO 23a-b]. Saray’ın bahçeleri deniz kıyısındaki surlara doğru iniyordu, kayıkla denizden bu burnu dönerken Canaye, Sultan Selim ’i iki kez görmüş. Birincisinde Sultan atla tek başına dolaşıyormuş, attan inmiş bir sıraya oturmuş, gözdesi birkaç köleyle şimdiye değin hiç görmediği güzellikte cüceler de Sultan’a katılmışlar. İkinci kez, Sultan ’ı gene aynı insanlarla görmüş, dolaşan dedikoduya göre Sultan ne zaman sarayın bahçesinde birkaç gün geçirse ya da adalardan birine birkaç gün için keyfetmeye gitse yanına paşaları, kaptanıderyaları ya da devlet işlerinde danışabileceği kimseleri almazmış. Canaye, tek başına Sultan’ın buyruklarıyla yönetilen bu koskoca imparatorlukta, kararlarına yardımcı olacak danışmanlarından kimseyi yanına almayışına şaşmış [CANAYE 128-130]. Gerlach, Sultan III. Murad ’ın evinin önünden geçişini anlatıyor. Sultan’ ın ilk geçişi 1576 Nisan ayındaymış. Önde birçok atlı varmış. Bunların arkasından çok sayıda Acemioğlan yürüyormuş. Daha sonra çok iyi giyimli iki zenci ve bir genç adam at sırtında geliyorlarmış. Sonra da Sultan’ ı taşıyan araba. Arabanın iki yanından sarkan kırmızı kumaş sultan ve iki oğlunun dışarıyı görmesine olanak verecek biçimde dokunmuşmuş. Arabanın arkasında altı araba daha bulunuyormuş. Bu arabalarda da aynı kırmızı kumaş varmış. Her bir arabanın arkasından iki zenci geliyormuş [GERLACH 180]. Gerlach ’ın Sultan’ ın kortejini ikinci görüşü 18 Nisan 1577 ’ye rastlıyor. Kortej bir öncesine benziyordu. Sultan’ ın büyük oğlu, arabanın perdelerinin aralığından bakıyordu. Gerlach evinin üst penceresinden seyrettiği için oğ121
16. Yüzyılda İstanbul
Sultan III. Murad (ya da II. Selim) Süleymaniye Câmii’ne cuma namazına alayla gidiyor (DRESDEN).
lanın yüzünü görememiş. Sultan ın arabasının basamakları gümüştendi. Ancak onun arabasını izleyen arabalar o denli süslü olmadığı gibi altın ya da gümüş merdivenleri de yokmuş [GERLACH 334]. Sanderson, saltanat kayığını betimlerken bunun görkemli bir biçimde süslendiğini ve dekore edildiğini yazıyor. Kayığın kıç tarafı fildişi, abanoz, mors dişi, sedef, altın ve değerli taşlarla süslüydü. Yirmi dört çift kürek özel seçil122
Padişahın Halka Görünmesi
miş adamlar tarafından çekilirdi. Bazen köpek ulumaları gibi sesler çıkarırlardı. Sanderson ’a göre bu seslerin nedeni bostancıbaşı yla Sultan’ın konuşmalarının başkalarınca duyulmasının istenmemesiydi. Sultan yalnızca en sevdiği cücelerini ve sağır-dilsizlerini yanında götürürdü. Öbürleri başka bir kayıkta onların arkasından gelirdi. Kadınlar geldiğinde de ayrı bir kayıkta sultanı izlerdi [SANDERSON 89]. 123
Sultan III. Murad, Arz Odası’nda yabancı elçi heyetini kabul ediyor (VİYANA I).
124
Sultan’ın Elçi Kabulü Sultan, Türkiye ’den ayrılan elçiler için çok değişik türden bir eğlence düzenletirdi. Postel ’e göre elçileri, Sultan ender olarak huzura kabul edermiş. Elçiler, genellikle, işlerini Dîvân ’la veya paşalarla hallederler, ancak ayrılmadan önce Sultan’ ın elini öperlermiş. Postel, elçilere eşlik etmekle görevli vezir paşanın, elçileri sultanın huzuruna çıkardığını yazıyor. Daha sonra vezir onu Dîvân ’ın toplandığı yere götürmüş. Burada, vezir Postel ’in yanında oturmuş. Bu Dîvân ’da, Ayas Paşa, Kasım [Paşa], Barbaros Hayreddin [Paşa] ve elçinin çevirmeni varmış. Herkes değerli halının üzerine daire biçiminde oturduktan sonra dizlerinin üstüne uzun, keten bir havlu konulmuş ve ellerini yıkasın diye su getirilmiş. Daha sonra etli pilâv, horoz, yağmur kuşu ve her tür hayvan etiyle dolu altı porselen tabağı taşıyan büyük gümüş bir tepsi getirilmiş. Tüm bu yiyecekler öğünlerden birini oluşturuyormuş. Bunların yanında gül şerbeti içmişler. Postel ’in yazdığına göre, Kur’ân ’da yasaklandığından, bu şölenlerde asla şarap ikram edilmez. Ama kimi Müslümanlar gizli gizli şarap içerler, Hıristiyan ve Yahudi azınlıklar üzüm bağları yetiştirir ve çok iyi cins şarap üretirler. Elçinin maiyeti de sarayın bahçelerinin birinde yer alan bir kemer altında ağırlanmış. Yere, çağrılıların tümünün oturabileceği büyüklükte bir halı serilmiş. Bunun üzerine, bir dolu porselen tabak içinde etli ve tavuklu pilâv konulmuş. Yeniçeriler ve saray hizmetlileri yabancıların yemek yeyişlerini izlemiş. Üç ya da dört saat boyunca kalabalık hareketsiz davetlileri seyretmiş. Bu, yabancı görevlilerin her ağırlanışında yinelenmiş [POSTEL 21-24]. Fransız Elçisi François de Noailles İstanbul ’a ulaşır ulaşmaz Sultan’ın huzuruna çıkmayı ister. Elçilerin önce veziriâzamca kabul edilmeleri töreydi. Böylelikle Sultan’a elçilerin geliş nedeni bildirilmiş olurdu. Sokullu Mehmed Paşa ’nın sarayına gidecek olan elçi ve adamlarına Türk giysileri verildi. Sokullu Mehmed Paşa törene gerek duymadan onları kabul etti ve elini öpmelerine izin verdi. Vezirin sarayı şaşırtıcı bir biçimde çok sadeydi. Onun yüksek katını ve varsıllığını göstermeyecek denli mütevazıydı. Ancak ahırlarında çok değerli atlar vardı. Bu atlar hem çok bakımlı, hem de çok iyi eğitilmişlerdi. Vezirin ahırından ne binicisini üstünden atan ne de onu utandıran atlara tanık olunmuştu. 125
16. Yüzyılda İstanbul
Arz Odası içi (altta) ve dışı (üstte) (KASSEL).
Elçinin, veziri ziyaretinden birkaç gün sonra da Noailles ’in halefine Sultan’ dan armağanlar geldi. Sultan’ın İstanbul ’dan ayrılan elçilere armağan yollaması âdetti. Birçok hediyenin yanında 30.000 akçe para da yollanmıştı. Zaten İstanbul ’da kaldığı sürece günde 20 şilin almış, odunu sağlanmış, sayıları otuzu aşan atlarının yemi yollanmıştı. İstanbul ’da yaşamak elçiler için kârlı oluyordu [CANAYE 54-57]. Veziriâzam ile görüştükte bir hafta sonra, 9 Mart 1572 ’de yeni elçi ve adamları Sultan ’ın elini öpme onuruna eriştiler. Debdebeli bir resmigeçitten sonra saraya varan elçi ve adamları son derece görkemli Türk giysileri içindeydiler. Sultan ın kendilerini kabul edeceği odaya varana dek geçtikleri odalarda Yeniçeriler ve saray muhafızları vardı. Hepsi silâhsızdı [CANAYE 57]. Elçi, Dîvân ’a alındı. Burada veziriâzam ve ötekiler onu dostça karşıladılar. Zengin bir sofra kuruldu, konuklar dahil herkes yere bağdaş kurup oturdu. Ancak Yeniçeriler ve diğer askerler saatler boyunca, yedi saatten fazla yeme126
Sultan'ın Elçi Kabulü
Yabancı elçi heyeti Arz Odası’na gidiyor (KASSEL).
den, içmeden, hiç kımıldamadan sessizce ayakta beklediler. Elçi, halefi, Fransız kralının özel elçisi, Veziriâzam Mehmed [Paşa] ve Piyale [Paşa] ile gümüş bir sofrada yemek yediler. Yanlarındaki bir başka sofrada paşalar ve Rumeli ve [Anadolu] Beylerbeyi vardı. Yemekten sonra konuklar adları okunarak, teker teker huzura kabul edildiler. Sultan’ın huzurundaki tüm yüksek mevki sahibi insanlar görkemli giysiler içindeydiler. Konukların Sultan’ın eteğini öpmelerine izin verildi. Daha sonra Sultan’a arkalarını dönmeden yerlerine oturdular. Sultan’ ın arz odasında mermer ve altın egemendi. Ocak gümüş işlemeli, fıskıye kristaldi. Sultan’ın oturduğu divan ağır Bursa işlemesindendi. Giysisi, ayaklarını koyduğu yastık gibi altın işlemeliydi. Ancak ayakları ve elleri giysisinden görünmüyordu. Bu yüzden, aslında, kimsenin onun elini öpmesi pek mümkün değildi. Sultan gözlerini ateşten ayırmıyordu. İfadesi sıkıntılı, kötü ve ürkütücüydü. Çevresinde sağır-dilsiz kolcular vardı. Bunlar 127
16. Yüzyılda İstanbul
onun en sadık adamlarıydı. En sevdiği de Sultan Süleyman ’ın oğlu Mustafa ’yı boğan cellattı. Herkes takdim edildikten sonra elçi Sultan’a hitap etti. Öylesine güzel konuşuyordu ki Sultan da konuşmadan duramadı. Ancak Mehmed Paşa karıştı ve Sultan’ın elçilerle çok konuşmasının saygınlığıyla bağdaşmadığı yolunda elçiyi uyardı. Elçi ve adamları saraydan çıkıyorlardı ki o saatlerce kımıldamadan disiplin içinde duran Yeniçeriler birden koşmaya başladılar. Elçi ve adamları neredeyse eziliyorlardı [CANAYE 57-72]. Schweigger, Sultan Selim ’in hizmetkârlarını ve onların çalıştıkları yerleri ayrıntılı olarak betimliyor. Sultan’a herhangi bir yemek getirildiğinde Çeşnicibaşı Sultan’ı yanı başındaki alçak masada diz çökmüş hazır beklermiş, bu arada kâhya yiyecekleri kesmek ve düzenlemek için ayakta olurmuş. Getirilen yiyecekler yemeğin ancak bir öğününü oluştururmuş. Sultan elde dokuma bir halı üzerinde serpiştirilmiş görkemli Türk halılarının üzerinde bir yastıkta bağdaş kurup otururmuş. Önündeki masa bir karıştan daha yüksek değilmiş. Bu masanın üzerinde madenî bir tepsi, tepsinin üzerinde bir deri, derinin çevresinde deriye geçirilmiş deri bir ip bulunurmuş. Bu ip çekildiğinde tepsi ve üstündekiler devrilmeden bir cüzdan içinde durur gibi dik olurdu. Yemek, koyun eti, (fırınlanmış ya da kızartılmış) güvercin, tavuk ve çeşitli biçimlerde (sade, safranlı, kızartılmış, tatlı ya da değil, fırınlanmış vb.) pişirilmiş pilâvdan oluşurdu. Balık, her çeşit meyve ve şekerlemeler en iyi cins porselenlerde sunulurdu. Sultan, altın ya da porselen bir kaptan sulandırılmış, tatlı meyve hoşafı ve şerbet içerdi. Şerbet, Sultan nereye giderse gitsin, at sırtında veya yürüyerek üç içoğlanından biri tarafından sunulurdu. Bunların ilkinin, Civadar ’ın (İbrikdâr) görevi, ibadet saatinde Sultan’ın dinsel vecibelerini yerine getirmesi için altın su ibriğini taşımaktı. İkincisinin, Stupter ’in (Çuhadar Ağa) görevi, Sultan’ın yağmurlu ya da soğuk havalarda giyeceği giysiyi taşımaktı. Üçüncüsünün, Silahdâr ’ın görevi, Sultan’ın palasını ve yayını taşımaktı [SCHWEIGGER 147-149]. Gerlach, 1576 Mayıs ayında olan bir olayı anlatıyor. Sultan, on-on iki bin süvari ve piyadenin bir geçit yapmasını buyurdu. İran elçisine kudretini göstermek için hepsinin çok güzel giyinmesini buyurdu [GERLACH 192]. Ancak bu olay Schweigger tarafından daha iyi betimleniyor. Geçit, elçinin gelişinin dördüncü gününde yapıldı. Sultan’ın buyruğunca binlerce boş gezen kimse İstanbul varoşlarından toplandı ve birliktenmiş gibi giydirilip silâhlandırıldı. Bir tiyatro gösterimi gibi geçit yaptılar. Gerçek deliler gibi, kimileri kan akana dek ellerine hançer ya da mızrak saplıyordu. Kimisi yüksek tahta ayaklar üzerinde yürüyordu. Çavuş, İran elçisine ne düşündüğünü sorduğunda elçinin cevabı umursamazcaydı. Sultan’ın böylesine bir kalabalığın başında nereden geldiğini çavuşa sordu. “Avlanmaktan” cevabını aldığında, bu kadar çok adamla ava çıkmanın tehlikeli olacağını, yok eğer amaç gücünü göstermekse o zaman da böyle bir gösterinin çok zavallıca olduğunu söyledi [SCHWEIGGER 77-78]. 128
Sultan’ın Yaban Hayvanlar Koleksiyonu Sultan’ a armağan olarak imparatorluğun uzak bölgelerinden gönderilen yaban ve nadir hayvanlar Aslanhâne denilen iki ayrı yerde bulunuyordu. Bu hayvanların kimi özel olarak eğitilmişti ve genel şenliklerde gösteriler yapıyorlardı. Yabancı tanıklar ve elçilik mensupları özellikle zürafa ve fil gibi ilk kez gördükleri bu hayvanları uzun uzun anlatıyorlar. Birçok vahşî hayvan kentte bir yere toplanmıştı ve iyi bakılıyordu. Bu hayvanların arasında aslanlar, vaşaklar, kurtlar, yaban kedileri, leoparlar, yabanî katırlar ve devekuşları vardı. Bir başka yerdeyse M. d ’Aramon ömründe gördüğü en korkunç, çirkin ve pis kokan canavar olan garip bir hayvan gördüğünü yazıyor. Kendisine bu hayvanın Nil ’den getirildiği söylenmiş. M. d ’Aramon ’un betimlemelerine göre Afrika yabandomuzu gibi bir hayvanmış. Aynı yerde iki de fil vardı. Büyük olan 100-120 yaşındaymış. Küçük olan ise yaklaşık 35 yaşındaymış. M. d ’Aramon, Fransa ’da fillerin eklemlerinin olmadığına inanıldığını ve bu nedenle de fillerin yatamadıklarının sanıldığını yazıyor. Ancak kendisi fillerin bacaklarını bükebildiğini gördüğünü, dolayısıyla da bu inancın yanlış olduğunu belirtiyor. Ayrıca, M. d ’Aramon Fransız büyükelçisine hediye edilen bir fil yavrusunu da incelemek olanağını bulmuş. Bu fil Halep ’teki Fransız Elçiliği’nde sultanın kampında ölmüş. İstanbul ’daki fillere iki zenci bakıyordu. Filleri az bir para karşılığında isteyenlere gösteriyorlardı. M. d ’Aramon filleri hortumlarını, karınlarını doyurmak, seyircilere taş ya da dal atmak veya su fışkırtmak için beceriyle kullanmaları karşısında şaşkınlığa uğramış. Sakız Adası ’nda kışı geçirmekte olan Fransız kadırgalarından birinin muhasebecisi bu filleri görmeye gitmiş. Filleri kızdırmak için altın düğmeler ve altın bir madalyonla süslü, güzel kadife şapkasını sallamış. Fil göz açıp kapayıncaya kadar hortumuyla adamın elinden şapkasını kapmış ve yutmuş. Adam köpürmüş ama filin bakıcısı oralı bile olmamış, çünkü filin pisliğinden çıkacak olan altın süslerin daha sonra kendisinin olacağından eminmiş [CHESNEAU 35-37]. Belon ’un İstanbul ’da gördüğü en ilginç yerlerden biri de her tür hayvanın (aslan, kurt, vahşî merkep, kirpi, ayı, kakım, misk kedisi) barındırıldı129
16. Yüzyılda İstanbul
ğı Hipodrom yanında eski bir kiliseymiş. Çok iyi bakılan bu hayvanlar Sultan’a imparatorluğu içindeki insanlarca yollanmış. Kimi aslanlar sokaklarda gezdirilirmiş. Belon, bu nadide ya da olağandışı hayvanları görmek istemeyen soylu bir Türk ’e rastlamadığını yazıyor [BELON 132a-132b]. Wratislaw, aslanlar, vaşaklar, yaban kedileri, leoparlar ve ayılar gördüğünü yazıyor. Bunlar öylesiSultanın yabanıl hayvan koleksiyonundan: Fil (MAYER II). ne evcilleştirilmişlerdi ki zincirleriyle kent sokaklarında dolaştırılabiliyorlardı. Wratislaw ’ın daha önce hiç görmediği yılanlar ve kuşlar da vardı. Kimi yeşil kuşlar öylesine akıllıca eğitilmişlerdi ki biri elini çok uzaktan kaldırsa bile kuş havalanıp onun eline konuyordu. Ve eğer adamın elinde 1 akçe varsa onu alıp sahibine götürüyordu. Sahibi de ona ödül olarak yem veriyordu. Bir Türk böyle birçok kuşa sahipti. Kafeslerinden teker teker çıkardığı bu kuşlarla dünyanın parasını kazandı. Çünkü yabancılar kuşların yetkin gösterileri karşısında hayrete düşmüşlerdi [WRATISLAW 160-161]. At Meydanı ’nın sonunda, Ayasofya ’ya yakın bir yerde, Sanderson eski tiyatronun kalıntılarını gördü. Burada Sultan’ın aslanları ve öteki hayvanları bulunuyordu. Burada büyük bir yeraltı sarnıcı vardı. Suyu tertemizdi. Tavanı üzerinde kabartma yazılar olan mermer sütunlar üzerindeydi. Sanderson, ayrıca, ipek eğirmek için kullanılan büyük tekerlekler gördü [SANDERSON 76-77]. Dernschwam ise bir zürafa görür. Bu zürafa, bir zamanlar Bizans imparatorlarının yaşadığı yıkık harap bir sarayda barındırılıyordu. Aynı yerde iki tane de yavru fil vardı. Bunlar, Dernschwam ’ın daha iyi görmesi için dışarı çıkarıldı. Bakıcıları bunlara bir iki oyun bile yaptırdı. Önce, üzerinde ziller bulunan deriden bir top attı; fil bunu hortumuyla yakaladı. Bakıcısı, topu bir daha attı; fil bu kez hortumuyla topu sıkıca tuttu ve salladı; ziller çaldı. Bundan sonra, sırtüstü yere uzandı, çimenlerin üzerinde yuvarlandı, oturdu, diz çöktü. Bakıcısının ileri doğru fırlattığı bir sopayı yakalayarak geri getirdi. En sonunda da kocaman bir boru sesi gibi tuhaf bir ses çıkardı. Leopar, kaplan, vaşak ve ayı gibi birçok vahşî hayvan, önceleri kilise olan bir binada tutuluyordu [DERNSCHWAM 53]. Bu hayvanların bakıcılarından birisinin çocuğu bir leopar tarafından 130
Sultan'ın Yaban Hayvanlar Koleksiyonu
parçalanınca, babası da leoparın derisini yüzüp sırtına geçirerek yarı deli sokaklarda dolaşmaya başlamıştı [DERNSCHWAM 120-121]. İstanbul ’ da, hayvanat bahçesinde çok çeşitli türde hayvan vardı: Vahşî kediler, vaşaklar, panterler, leoparlar ve aslanlar. Aslanlardan birisi öylesine iyi eğitilmişti ki bakıcısı yemeye başladığı koyunu ağzından geri alabiliyordu. Busbecq ’in en hoşuna giden topla oynamayı öğrenmiş bir fildi. Fil hortumuyla topu yakalayıp yine hortumuyla geri fırlatabiliyormuş. Bir de zürafa varmış. Ama Busbecq İstanbul ’a gelmeden ölmüş. Bu yüzden, bu ender bulunan ve hakkında çok az şey bilinen hayvanın kemikleri gömüldüğü yerden çıkaSultan’ın yabanıl hayvan koleksiyonundan: Habeşistan’dan gelen rılmış. Busbecq de bunları gergedanlar (FRESHFIELD). incelemiş [BUSBECQ 38-39]. Sultan’ ın yabanıl hayvanlar koleksiyonuna fazlaca yer vermiş olan Lubenau, bu hayvanların Ayasofya ’nın bitişiğindeki eski bir kilisede barındırıldığını yazıyor. Lubenau ’nun söylediğine göre her biri bir kafeste olmak üzere sekiz aslan varmış. Bunlar kent sokaklarında yürüyüşe çıkartılırmış. Kendilerini okşayan insanlara saldırmazlarmış. Büyük aslanların yanı sıra küçükleri de varmış. Ayrıca iki büyük kaplan, biri genç biri yaşlı iki panter, altı yaban kedisi, iki huysuz yabanî eşek, kurda benzeyen iki köpek, çeşitli boylarda birçok maymun ve Sultan’ın av partilerinde yanında götürdüğü leoparlar bu koleksiyonda yer alan hayvanlarmış. Kediye benzer, tilki renkli, tavşan kulaklı, küçük, sivri kuyruklu bir hayvan durmadan zincirinden kurtulmaya çalışıyormuş. Küçük bir direğe bağlı bir de sırtlan varmış. Bu hayvanın insan dilinden anladığına inanılıyordu. Kendisine kötü söz söyleyen biri olduğunda kızıyor, güzel söz söyleyen biri olduğunda sevecenleşiyordu. Lubenau ’ya söylendiğine göre Sultan 131
16. Yüzyılda İstanbul
ve paşalar sırtlan etini seviyorlardı. Bu yüzden Anadolu ’da çok sayıda sırtlan avlanıyordu. Kent duvarları dibindeki eski bir yıkıntıda iki fil ve bir zürafa vardı. Bakıcıları fillerden birine bir top attığında fil topu yakalıyordu. Bakıcı sopasıyla yere vurunca fil dans etmeye başlıyordu. Bakıcının ritmine uygun olarak adımlarını değiştiriyor ve vücudunu sallıyordu [LUBENAU 152-154]. Betzek, Sultan’ın hayvanat bahçesinde, bir topu yakalayıp geri atabilecek biçimde eğitilmiş bir fil ve bir zürafa (daha önce hiç bilmediği) görmüş. Zürafanın adının Surnapa olduğunu söyler [BETZEK 31]. Zürafa da, öteki hayvanlar gibi gezdiriliyordu. Zürafa başını evlerin pencerelerinden içeri sokuyorSultanın yabanıl hayvan koleksiyonundan: zürafa (MAYER). du [BAUDIER, 122-24]. Zürafa bir evin ikinci kat penceresinden başını sokup baksa kim bilir evdekiler nasıl paniğe uğrardı. Ayasofya ’nın çevresinde, Canaye garip hayvanlar gördü. Sultan bunları daha önceleri kilise olan bir yerde tutuyordu. Bu, İsa ’yı ve Hıristiyan inancını aşağılamak içindi. Birçok aslan, kurt, kaplan, yaban eşeği, ikisi sırtından çıkan altı ayaklı bir ineğin yanı sıra üç misk kokulu, oldukça uzun vücutlu ve kısa bacaklı, kediye benzeyen siyah-beyaz yaratıklar; ayrıca korkutucu büyüklükte bir balina başı vardı [CANAYE 100]. Fugger ’in 2 Ekim 1585 tarihli muhabir raporu, İbrahim Paşa ’nın Sultan’a verdiği armağanlar arasında bir yavru fil, bir yavru zürafa, iki de ölü timsah bulunduğunu belirtir [FUGGER 80-81].
132
Avlanma: Sultanlara Özgü Bir Ayrıcalık Av, özellikle sultanlara, genç şehzâdelere, zamanları izin verdiği ölçüde beylerbeyi ve beylere özgü bir meraktır. Zamanının tümünü devlet işleriyle geçiren vezirlerse ava fırsat bulamazlar. Avı bilen hizmet erbabı da avda efendilerine eşlik eder. Oysa, bazı kimselerin ve grupların avlanması; tazı, kartal ve akbaba beslemesi yasaktır. Yaşamlarını sanat ve zanaatla kazanan iş erbabıyla av merakını ana babalarından edinenler bu gruptandır. Avlanma hakkı herkese verilmemiştir. En çok avlanan hayvan ceylân ve yabanî ceylândır. Bunları turna, yaban kazı, sülün ve keklik izler. Üçüncü olarak da geyik, tavşan, yaban eşeği, kaplan, tilki ve kurt gelir. Bu hayvanların bazılarının eti yenir, bazısının yenmez; ancak derilerinden ve diğer yerlerinden yararlanılabilir ya da bunlar satılabilir. Başka bir zevkli uğraş da, olta ya da ağla balık avlamaktır. Bazıları bu işe o kadar meraklıdır ki tek bir balık tutmak için bile neler vermezler [ÂLİ 61-65]. Sultan, Asya yakasında ava çıkmak istediğinde Boğaz ’ı, sarayın kayıkhanesinde duran altın yaldızlı dört kayığından biriyle geçerdi. Bu kayıklara genç Yeniçeriler, Acemioğlanlar bakardı. Acemioğlanların başı olan Bostancıbaşı dümende, Acemioğlanlar ise küreklerde olurdu. Karşı yakada özenle bakılan atlar, av köpekleri ve şahinler sultanı ve maiyetini beklerdi. Şahinlere bakan adamlardan her biri iki şahinden sorumluydu. Sultan ne zaman ava çıksa yanında en az üç yüz kişi olurdu. Bassano ’nun ayrıntılı Sultanın Doğancılar’ı (VİYANA I).
133
16. Yüzyılda İstanbul
Sultan III. Murad’ın alayla avlanmaya gidişi (DRESDEN).
anlatımında Sultan ’ın Edirne dolaylarında yaptığı av seferi aktarılıyor. Bu seferde Sultan ’a beş bin kişi eşlik etmiş. Bunların arasında Yahudiler ve Hıristiyanlar da varmış [BASSANO 23a-24a]. Betzek, 24 Ocak ’ta, sabahın yedisinden onuna kadar, avdan dönmekte olan Sultan ’a eşlik eden alayı izlemiş: En önde ok ve yaylı beş bin asker varmış, daha sonra siyah bir at üzerinde beyazlar giymiş Sultan, başvezir ve sayılamayacak kadar çok içoğlanı ile kıymetli taşlarla yüklü altı at [BETZEK 31-32]. 134
Avlanma: Sultanlara Özgü Bir Ayrıcalık
Sultan’ın iradesinde olan avcılıkta, avlanacak hayvanların türü ve avlanılacak yerler Dîvân kararlarıyla bildirilirdi. Örneğin, bir süre Hasköy ile Arnavutköy ’deki bostanların çevresinde avlanılması [AR 2-3] ve Halkalı Sarayı çevresinde av sırasında şahin ya da köpeklerin kullanılması yasaklanmıştı. Bu kurallara uymayanların şahin ve köpekleri alınacak, kendileri de şiddetle cezalandırılacaktı [AR 6-7]. Gerlach ’ın söylediğine göre Sultan Selim [II. Selim] ve Sultan Murad 135
16. Yüzyılda İstanbul
Sultanın Zağarcılar’ı (VİYANA I).
[III. Murad] müzisyen, akrobat, jonglör, oyuncu ve diğer eğlendiricilerin gösterilerini çok severlermiş; özellikle oğlanların. Sultan Murad [III. Murad] sık sık her tür Yahudi komikleri sarayına çağırtırdı. Karısı ve çocuklarıyla bunları saydam bir perde ya da bir kafes arkasından izlerdi. Murad ve babası Selim [II. Selim] kendilerinden önceki sultanların tersine, zamanlarını Harem ’de geçirmekten hoşlanırlardı. Kendilerinden önceki sultanlar zamanlarını eğlenceden çok savaşa ayırıyorlardı [GERLACH 372-383]. Bundan önceki iki sayfada Dresden Albümü’nden aldığımız resim Sultan III. Murad ’ın büyük bir alayla ava gidişini göstermektedir. Alayın başında Çavuşlar ve ellerinde doğanlarla Doğancılar yürümektedir. Bunları Kapıcılar izlemekte, arkalarından gene Doğancılar gelmektedir. Burada iki de at üstünde saray cücesi görülmektedir. Ardından üzeri örtülü köpeklerle Zağarcılar gelmektedir. Bunları Peykler ve Solaklar izlemektedir. Tek başına beyaz at üzerinde Sultan III. Murad gelmektedir. Onun hemen arkasında Sultan’ın kılıcını taşıyan Silahdâr Ağa ile Sultan ’ın attan inip binmesine yardım eden Rikâbdar Ağa izlemektedir. Arkada Çavuşlar, ikisi elinde doğan tutan at üstünde üç cüce ve üç atlı görülmektedir. Geldikleri nokta iki katlı duvarlarla çevrili av köşküdür. Günümüze kalmamış bu bina İstanbul dışında, büyük olasılıkla Edirne dolaylarındadır. 136
Saray Şenlikleri Saray şenlikleri hükümdarın ve sarayın yaşamıyla ilgili olayları kutlamak için yapılan genel törenlerdi: Doğumlar, evlenmeler, şehzâdelerin sünneti, tahta geçme, zaferler, savaşa gidiş, fetih, önemli bir elçinin ya da konuğun gelişi gibi olaylarda kimi kez kırk gün kırk gece süren şenlikler yapılırdı. 18. yüzyılda bunlara yeni bir vesile katıldı: III. Ahmed döneminde başlayan Lâle Şenlikleri. Şenliklerin iki önemli amacı vardı: Saray mensuplarıyla halkı eğlendirmek ve tüm dünyayı sultanın gücü ve görkemiyle etkilemek. Kimi kez Türk sultanları savaşta yenilgiye uğrayınca, bunu unutturmak ve halkın gözünde bu yenilginin izlerini silmek için görülmedik görkemlilikte şenlikler düzenliyorlardı. Örneğin, Fâtih Sultan Mehmed 1457 ’de Belgrad ’dan çekilmek zorunda kalınca ve Kanûnî Sultan Süleyman Viyana ’dan çekildiğinde halkın gözünden bunu silmek için oğulları için görkemli sünnet düğünleri düzenlemişlerdir. İslâm dünyasında bir erkek çocuğun sünnet olması şenlik vesilesidir ve bu vesileyle armağanlar verilir, bir bakıma kızların evlenmesi gibi. Nitekim, her ikisine de düğün denilir. Bir şehzâdenin sünneti onun için bir eriştirme törenidir, Harem’de kadınlarla birlikte yaşarken Anadolu ’da bir ile vâli olarak gönderilir, babasının ölümüne kadar orada kalır, ya tahta geçer ya da kementle boğulur. Bir başka deyişle, İslâm anlayışına göre evlenme düğünü gelin içindir, damat için değil; bu yoldan onun kadınlığa erişmesi için çektiği acıyı ve gözyaşlarını dindirmeye yöneltir. Damadın düğünü ise erkekliğe geçişte sünnet töreniyle olur. Çoğu kez evlenme için yapılan şenlik sünnet töreniyle birleşir. Kimi zaman da şenlikler bir başka vesileyle, çoğunlukla Kurban Bayramı ya da Peygamber ’in doğumuyla kutlanan mevlidle bir araya gelir. Şenliklerde dörtlü amaç buluruz: 1. Şenlikler toplumsal ya da politik bir anlam vurgular, kimi zaman da bir askerî zafer için şükranı belirtir. Toplumun tüm katmanları katıldığı için, toplumun bağlarını perçinler, halkla hükümdarı birbirine yaklaştırır. Şenlikler hükümdarla uyruklarını bir araya getirir. 137
16. Yüzyılda İstanbul
138
Gelin alayı (DRESDEN).
Saray Şenlikleri
139
16. Yüzyılda İstanbul
2. Şenlikler oyunlar, müzik, geçit alayları ve eğlentilerle halka birlikte hoşça vakit geçirme olanağı sağlar. Bu da sıkı kuralları olan bir toplumda bir çeşit güvenlik sübabı yerine geçer. Çünkü şenlik sırasında kuralların dışına çıkılır. Örneğin şarap yasak olmasına karşın, şenlik sırasında göz yumulur, kısıtlamalar kaldırılır. Bu özgürlüğe karşın, özellikle yabancı tanıkların belirttiğine göre, yığınların katıldığı şenliklerde gürültü ve taşkınlık çok azdır. 3. Şenlikler katılanlara ve seyircilere (burada yabancı devletlerin temsilcileri de vardır) kutlamanın önemi kadar Sultan’ın gücü üzerine bilgi verir ve etkiler. Şenlik ne denli görkemli ve pahalı olursa o ölçüde değerlidir. 4. Şenlikler günümüzdeki uluslararası fuarlar gibi mimarlık, sanat ve teknolojik bakımdan önemlidir. Esnaf loncaları için rekabete dayanan reklam yerine geçer, her bir esnaf loncası ötekinden daha üstün olduğunu kanıtlamak olanağını bulur. En güzel sonuçların alınması için keşfedilmemiş yaratıcılıklar sergilenebilir. Bir iş dalının, bir grubun ya da tacirlerin güçleri tanıtılır. Böylece yetenekler, güzellik anlayışları ve esnafın buluşları ortaya çıkar. Sanatlar için bu şenlikler çok önemlidir. Şenlik kendi başına bir sanat değildir ama sanatın doğal ortamı ve onun vitrini gibidir. Bir bakıma her sanat yara140
Nahıllar (VİYANA II).
Saray Şenlikleri
tısından daha geniş ama ondan daha alt düzeydedir. İster müzik, dans, oyunculuk gibi zaman sanatları; ister resim, heykel, mimari gibi uzam sanatları olsun şenlikler onları bir araya getirir, bir örgütü bir birliğe ulaştırır. Ama her bir sanat gene de kendi özelliklerini korur. Şenlik bir sanat eserine göre daha aşağı düzeydedir, çünkü onun gibi yaratıcı bir zekânın ve planlamış bir tasarımın ürünü değildir. Ancak her bir sanatın gelişimi için çatı oluşturur, sanatın işlevi için gerçek bir ortam yaratır. Çeşitli türleri bir araya getirir, bununla birlikte her birinin sınırlarını da belirler; uzam ve zaman sanatlarından oluşan bir kesit sunar. Böylece çeşitli sanatlarla, sanat sayılmayan teknoloji ve nesneler tek bir üstün sanatı oluşturan bir bileşime varırlar. Sanatlarla zanaatın birleşmesi Avrupa ’daki sanatları birbirinden ayıran, güzel sanatlarla uygulama sanatlarını ayrı yerlere koyan anlayıştan farklı olarak, Osmanlılar bu ayrımı kaldırmışlardır. Güzel sanatlarla uygulamalı sanatları eşit olarak görürler. Örneğin sünnet ve evlenme için düzenlenen şenliklerin zorunlu ve simgesel öğesi olan ve nahıl denilen yaşam ağacı bolluğu simgeler. Türkler nahıl yapımını güzel sanatlardan biri olarak görürler. Bunların ki141
16. Yüzyılda İstanbul
misi dev boyutta konik yapılardır ve üzerinde rengarenk çiçekler, yemişler, gümüş ve altın bezemeler vardır. Büyük boyda olanlar bir sedye üzerinde taşınır ya da dört ayaklı bir sehpa üzerindedir. Kimisinin üzerinde aynalı lambalar ve en tepe noktalarında bir mum ve hilâl bulunur. Boyları ve biçimi bakımından erkek cinsel organına benzediği için erkeğin gücünü, üzerindeki bol sayıda yapay yemişler de gelinin döl bereketini simgeler. Kitaba Viyana I ve Viyana II albümlerinden nahıl resimleri alındı. Bir şenlikte sanatlar ve zanaatlar bir araya geldiklerinde bunlar arasında önem farkları olabilir, ancak her biri kendi alanında öteki kadar önemlidir. Ayrıca, Osmanlı şenlikleri sanatçıyı çağın teknolojisine yaklaştırır. Başarılı sanatçılar, müzikçiler şenliğe profesyonel katkıda bulunmakla kalmazlar, ayrıca çeşitli teknik buluşlar getirerek gösterileri zenginleştirirler. Şenlik yaşamla sanat tasarımını bir araya getirir. Böylece sanatlar yaşamdan farklı biçimde görülmezler. Aynı zamanda şenlik gösterilerine katılmış olurlar. Halk şenlikte yaşamın bir uzantısı olarak seyir alanı ile bütünleşir. Böylece seyirciler gözlemci olmaktan çok katılımcı olurlar. Halk her şeye açıktır. Şenlik çeşitli olaylardan oluştuğu için, hazır bulunanların her türlü algılamasına yönelir. Her bir ayrıntıyı algılamasa bile, şenlikle bütünleşir. Seyirci görsel ve işitsel çeşitlilik içinde her şeye ilgisini yoğunlaştıramaz, bunun için seçimler yapar. Toplumun çeşitli katmanlarını değişik bakımlardan ilgilendirir. Tıpkı söz öncesi kut törenler gibi sonuçtan çok, yaratma süreci özümsenir. Zamandaş eylemlerin, çoğul iletişim araçlarının, beklenmedik olayların beklenmedik bir biçimde sıralanması sonucu, ne belli bir odak noktası, ne de bir süre duygusu vardır. Gerçekte bir karmaşıklık görülür, nereye bakacağı, neyi işiteceği konusunda izleyenleri seçim yapmaya zorlar ve bunun sonucunda izleyenler bu karmaşaya bir düzen verirler. Şenlikler çok görkemli, çeşitli ve gösterişli oldukları için ayrı bir incelemeyi gerektirir. Bu kitabın yazarı, bu konuda üç kitap yazmış, olduğundan, burada yalnızca 16. yüzyılda en önemli evlenme ve sünnet düğünlerinin bir listesini vermekle yetinecektir. En parlak ve görkemli şenlikler şunlardır: 1524: 22 Mayıs 1524 ’te Kanûnî Sultan Süleyman kız kardeşini Sadrazam İbrahim Paşa ’yla evlendirirken sekiz gün süren görkemli bir şenlik düzenlemişti. Şenlik sürerken 28 Mayıs ’ta Kanûnî ’nin adını Selim [II. Selim] koyduğu bir oğlu doğmuştur. Bu şenlik için At Meydanı ’na gösterişli çadırlar kurulmuş, sultan için de büyük bir taht konulmuştu [SANUTO XXXVI, 506-507]. 1530: 27 Haziran 1530 ’da Kanûnî Sultan Süleyman ’ın dört oğlunun sünneti için üç hafta süren görkemli şenlik yapıldı. Bundan çok hoşnut kalan Kanûnî, damadı Sadrazam İbrahim Paşa ’ya sordu: “Sence en güzel şenlik hangisiydi, senin kız kardeşimle düğünün mü, yoksa oğullarımın sünnet düğünü mü?” İbrahim Paşa yanıtladı: “Benimki kadar güzel bir düğün ne şimdiye dek oldu, ne de olacak.” 142
Saray Şenlikleri
Nahıllar (VİYANA I).
143
16. Yüzyılda İstanbul
Cibinlik altında gelin (VİYANA II).
144
Saray Şenlikleri
“Nasıl?” diye Süleyman biraz bozularak sordu. “Majesteleri, çünkü hiçbir şenlikte sizinki gibi bir konuk yoktu; benim düğünümü varlığı ile onurlandıran Mekke ve Medine ’nin Padişahı, çağımızın Hazret-i Süleymanı ’dır.” Bu zekice pohpohlanmadan hoşnut kalan Kanûnî dedi ki: “Sana, beni bana anımsattığın için binlerce kez teşekkür ederim.” [SANUTO
LI-II, 443-459]
1539: Kanûnî Sultan Süleyman ’ın iki oğlu, Bayezid ve Cihangir için 11-26 Kasım’da üç hafta süren sünnet düğünü, Kanûnî ’nin kızı Mihrimah ile Rüstem Paşa ’nın düğünü aynı tarihe rastladı. 1582: Sultan III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed ’in sünnet düğünü için yapılan şenlikler tüm şenlikleri sönük bırakmış, 52 gün 52 gece sürmüştü. Hem görkemi, hem süresi hem de zenginliği bakımından önceki ve sonraki şenliklere kıyasla çok parlaktı. Ayrıca ne İslâm ülkelerinde ne de Avrupa ’da şenlikler böylesine belgelemişti. Avrupa ’nın yaklaşık tüm devletleri bu şenliğe temsilciler göndermişler, bunların içinden kimileri görgü tanıklığına dayanarak bu şenliği tüm ayrıntılarıyla yazıya geçirmişlerdi. Konuyla ilgili pek çok sayıda Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca belgeler bulunmaktadır. Türkçe olanlar ise hem sayıca daha kabarık, hem de çok ayrıntılıdır. Türkçelerin içinde biri çok geniş kapsamlı olan Sûrnâme-i Hümâyûn vardır; Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı’nda bulunan bu yazmada şenliğin elli iki gün ve gecesini gösteren tam sayfa yaklaşık 427 minyatür yer almıştır [DISCOURS 1-48; HAUNOLT 468-515; LEBELSKI; LUBENAU; PALERNE, 442-88; FUGGER 61-69]. 1586: Sultan III. Murad ’ın kızı Ayşe Sultan ’la, Sadrazam Kanijeli İbrahim Paşa ’nın düğünü gösteriş bakımından öbürlerinden aşağı değildi [HAUNOLT II, 532-36; Feste Fatte]. Yukarıda listesi verilen önemli şenliklerin yanı sıra gözlemciler daha az önemli olanlara da tanıklık etmişler ve gözlemlerini yazıya geçirmişlerdir. İşte bunlardan bir kaç örnek: Gerlach, Kasım 1576 ’da Ahmed Paşa ’nın kızının Yeniçeri Ağası Cigala ile olan düğününü ayrıntıyla anlatır. 5 Kasım ’da Ahmed Paşa ’nın kızına gönderdiği hediyeler alayı Gerlach ’ın konutunun önünden geçer. Alayın en önünde atlı saray görevlileri, sonra gelinin sağdıcı olan Rumeli Beylerbeyi ve daha sonra da sıra hâlinde yürüyen müzisyenler vardı. Bunların arkasından birçok katıra yüklenmiş hediyeler geliyordu. Daha sonra Rumeli Beylerbeyi ’nin çeşnicibaşısı, onun arkasında Yeniçeriler yer alıyordu. Alayın en arkasında ikişer kişinin taşıdığı renkli şekerden fil, deve, aslan ve kuş heykelleri geliyordu. Düğün kutlamalarının ikinci gününde havaî fişekler atıldı. 7 Kasım’da, Gerlach, gelinin eşyalarını babasının evinden yeni evine taşıyan alayı izledi. İnci ve değerli taşlarla süslenmiş altın kaplamalı araba, içindekiler görülsün diye açık bırakılmıştı. Altı adet çok büyük gümüş şamdan, baş ve ayakucu altın kakmalı bir karyola, İran ve başka türden halılar, giysi, şilte 145
16. Yüzyılda İstanbul
Cibinlik altında gelin (VİYANA II).
ve diğer ev eşyasını taşıyan 116 katır ve Ahmed Paşa tarafından kızına hediye edilen 40 köle vardı. Kölelerin kimi altın işlemeli, kimi ipekli giysiler giymişlerdi. Her 5-6 köle grubu arasında çok sayıda gözcü bulunuyordu. 8 Kasım ’da, gelin damadın evine götürüldü. Alayın önünde nahıl taşıyan bir sürü erkek vardı. Bunlar çok güzel biçimde gerçek gibi görünen gül, elma, üzüm ve başka meyvelerle süslenmişti. Her nahılın üzerinde çok büyük, kırmızı, yeşil, sarı, mavi veya başka renkte bir mum vardı. Daha sonra beşik veya başkaca çocuk eşyaları geliyordu. Bunlar da altın veya yarı değerli taşlarla bezenmişti. Bunların arkasında, yelesi ve kuyruğu altın sırmalarla örülmüş bir beyaz at üzerinde gelin geliyordu. Atın yalnız başı ve boynu görünüyordu. Gelin ve at altın bir cibinlik ile tamamen kapanmıştı. Arkasında kırk câriye vardı. Gerlach ’ın duyduğuna göre Paşa kızının gelinliği altın ve değerli taşlarla süslenmiş ve 100.000 dükaya, şekerleme heykelcikler 20.000 dükaya mal olmuştu; öteki düğün masrafları ise 70.000 dükayı buluyordu [GERLACH 265]. Diğer bir saray düğünü ise II. Sultan Selim ’in kızı Fatma Sultan ile daha sonra veziriâzam olan Rumeli Beylerbeyi Kanijeli Siyavuş Paşa ’nın düğünüydü. Gerlach ’a söylediğine göre Beylerbeyi çocukken Sultan Selim tarafından 500 dükaya satın alınmış bir köleydi. Sultan Selim, çocuğu oğlu gibi sevmiş ve kızıyla evlenmesini arzulamıştı. Ondan sonra genç adamın genç kadınlarla ilişkiye girmesi yasaklanmış, oğlanlarla eğlenmesine izin verilmişti. Sultan 146
Saray Şenlikleri
III. Murad kız kardeşinin Siyavuş Paşa ile evlenmesine izin vermişti. 25 Mart 1575 ’te tören gerçekleşti. Kutlamalar bu tarihten kısa bir süre sonra yapıldı. Damadın sağdıcı Amiral Uluç Ali Paşa ’ydı. Sağdıç prensese bir çift ayakkabı, bir yüzük ya da 50.000 düka verecekti. Bu düğündeki kent, saray, fil ve diğer hayvan biçimindeki şekerleme heykelcikler için 20.000 düka harcandı. Damat karısını ziyaret etmek için izin istemek zorundaydı [GERLACH 25&97]. Canaye İstanbul ’dayken, Piyale Paşa ’nın kızı (Piyale Paşa, ikinci büyük paşaydı) Sultan’ın şahincibaşısı ile evlendirildi. Söylentiye göre Paşa kızının güzelliğini duymuş ve kızını karısının dairesinde gizlice görmeye gitmiş. Bunu duyan karısı ve kızı hiddetlenmişler, çünkü iyi ailelerde bir kızı kocasından başka hiçbir erkek göremezmiş. Caneye, güzel kızların neden kilit altında tutulup da ayıların, aslanların ve diğer vahşî hayvanların serbestçe, zincirsiz sokaklarda gezdirildiğini bir türlü anlayamamış. Bu hayvanların korkusundan, düğün vesilesiyle yapılan turnuvalara ve spor gösterilerine katılamamış. Düğün için çok para harcanmıştı. Yine de havaî fişek gösterisini izleyebilmiş. Papa taç giydiğinde Roma ’daki tören kadar görkemliymiş bu gösteri. Geceler boyunca izlediği gösteriler sonucunda Türklerin birçok sanatta usta oldukları kanısına varmış. Oysa daha önceleri buna inanmıyormuş. Türkler mükemmel mühendislere ve zanaatkârlara sahiptiler ve Hıristiyanlık ’ı bırakanlardan ya da firarîlerden Hıristiyan dünyasının becerilerini öğrendiler. Üstelik Hıristiyanların sahip olmadığı erdem ve meziyetlere sahiptiler [CANAYE 119-120]. Bassano, Sultan’ın kız kardeşleri ve kızları için evlilikler düzenlerken soylu kan bağına önem vermediğini görünce şaşırmış. Sultan, Rüstem Paşa örneğinde olduğu gibi, hanedandan bir kızı, yoksul bir köylü ana babadan doğma bir köleyle evlendirebilirdi. Gerçi Rüstem Paşa daha sonra sadrazamlığa kadar yükseldi. Sultan kız kardeşini fakir bir aileden gelen, ancak daha sonra başvezir olan Lütfi Paşa ’yla evlendirmişti. Ancak kız kardeşinin paşanın genç erkeklerle ilişki kurduğunu söylemesi üzerine Sultan onu kovmuştu. Aynı biçimde, Sultan da eşlerini Harem’deki câriyeler arasından seçiyordu. Eğer bir kızın görünüşü Sultan’ı etkilemişse kız saraya götürülürdü. Sultan kızı severse, kız sultanlardan biri olurdu. Kız Sultan’ı özel bir biçimde memnun etmişse başkadın olurdu. Ancak evlilik töreni ya da nikâh yapılmazdı ve Sultan ondan bıkınca başka bir kız alırdı [BASSANO 21a]. İster bir prens, ister yüksek mevkiden biri olsun (Türkler arasında da soyluluk vardı) gelin kocasının evine görkemli bir törenle götürülürdü. Gelin bir atın üzerine oturtulur, üstü tamamen altından, ipek kumaştan yapılmış ve değerli şeylerle bezenmiş bir cibinlikle örtülürdü. Bu cibinliğin dört bir ucunda dört hadımağası bulunurdu. Gelinin yanında refakatçileri ve akrabaları olurdu. Hepsi değerli atlar üzerinde en göz alıcı giysileri içinde yer alırdı. Tören alayı kentteyken çalgıcılar onlara katılırdı. İki kent arasında yol alırken atlar, develer, arabalar ve esirler gelinin çeyizindeki mücevher ve değerli eşyaları taşırdı [POSTEL 11]. 147
16. Yüzyılda İstanbul
148
Metin And
G ü n l ü k Ya ş a m
149
Bir işhanı (SCHWEIGGER).
Fiyat Listeleri, Para Birimleri, Ölçüler Fiyatları en ayrıntılı veren Hans Dernschwam olmuştur. Kendisi eli sıkı biri olduğundan aldatılmamak için şarap alırken kendi ölçü kabıyla bir kez de kontrol ediyordu. 1 koyun: 22-24 akçe; 1 piliç: 4 akçe; 1 tavuk: 5-6 akçe; dışardan gelen 1 okka hayvan yağı: 6 akçe, 1 okka bal: 4.5 akçe, 1 okka en iyi bal: 5-6 akçe; 1 okka beyaz bal: 10-12 akçe; 1 okka balmumu: 12 akçe; 1 okka rafine balmumu: 16 akçe; 1 okka şeker: 17 akçe; 1 okka ince beyaz toz şeker: 18-20 akçe; 1 okka karabiber: 45 akçe; 1 dirhem en iyi cins safran (yaklaşık 3 gram): 2 akçe; 150 dirhem Transilvanya ’dan getirtilen kaya tuzu: 1 akçe; 1 kile iyi cins beyaz deniz ya da göl tuzu: 12 akçe; 1 kile gri tuz: 9-10 akçe; 1 kile pirinç: 10-12 akçe; 2 somun ekmek: 1 akçe (bu fiyat, ekmek bir önceki günden kalmış ise, 3 ekmek için ucuzlatılırdı); 4-5 okka kuru soğan: 1 akçe; tartılarak satılan bir bidon sirkenin 2 okkası: 2 akçe; bir at yükü odun (3 kantar): 7 akçe idi [DERNSCHWAM 46-49]. 1 kile Viyana meczen ’inden biraz daha az, 1 bushel ya da yaklaşık 34 litre kadardı. 1 çuval beş kile alır, bir beygire 2 çuval pirinç yüklenebilir, bir adam merdivenlerden ancak 1 çuval çıkarabilirdi. 1 okka 400 dirhem ya da 110 Macar kilosu ederdi. Tenekeden bir kantarın Lemburg ’daki fiyatı 28 florin ’di. 1 Polonya florini 45 akçe ettiğine göre, bir teneke kantarın İstanbul ’daki fiyatı, taşıma ve gümrük dışında, 1.260 akçe idi [DERNSCHWAM 143]. Genellikle iyi bir tavuğun fiyatı 6 akçeydi. Büyük bir tavuk ya da kısırlaştırılmış bir hindi 9-10 akçe civarındaydı. Tavuklar mısırla beslendiklerinden etleri lezzetli değildi [DERNSCHWAM 126]. Pedro da tavuk fiyatlarına bile değinerek, yolunmuş, temizlenmiş besili bir tavuğun bir riyal ’e, iğdiş edilmiş bir horozun ise bir buçuk riyale satıldığını söyler [VIAJE 271]. Şarap tartıyla satıldığından fiyatında hile yapılamazdı. 1 kile şarap 2 okka gelirdi. 1 metra şarap 4 kileye eşitti. Kendi metal kabıyla ölçen Dernschwam 1 kilenin 6 Viyana seydel ’ine eşit olduğunu söyler [DERNSCHWAM 47]. Şarap, İstanbul ’da 2 okka ya da 2.5 Macaristan kilosu veya 6 Viyana seydel ’ine (sıvı ağırlığı ölçü birimi) eşit ağırlıkta kaplar içinde de satılırdı. 1 Klunder 1 metra ’ya eşitti [DERNSCHWAM 101]. 14 metra su; 4 kile. 1 kile 151
16. Yüzyılda İstanbul
arpa: 4-5 akçe; 1 kile kırmızı şarap: 3-4 akçe; adalardan getirtilen 1 kile Malvasia şarabı: 3 akçe; Midilli Adası’ndan getirtilen 1 kile muskat şarabı: 4-5 akçe; kırmızı şaraba kıyasla daha az bulunan şarap, kırmızı şarabın iki misli pahalıydı. Bir erkek kölenin fiyatı ise 1.000 akçeydi [DERNSCHWAM 140]. Bassano ’ya göre Türkler genellikle, ne İtalyan scudo ’sunu ne de İspanyol doblico ’sunu kabul ediyorlardı. Bu yüzden bu paraları akçeye değiştirmek gerekli oluyordu. Akçe İtalyan baiocco ’sundan biraz büyük madenî bir paraydı. Kalp olanına çok rastlandığından insanlar eski ya da zedelenmiş akçe kabul etmiyorlardı. 4 akçe 1 carlino, 50 akçe 1 altın scudo, 60 akçe 1 düka ve 1000 akçe 20 altın scudo ediyordu [BASSANO 15, 42, 92]. Çeşitli fiyatlara gelince; Bassano ’nun yazdığına göre Haliç ’te İstanbul ’ dan Pera ’ya kayıkla geçmek kayıkçı başına (1 ya da 2 kayıkçı olurdu) 1 akçeydi [BASSANO 15]. Hamamda ödenen para 1-4 akçe arasında değişiyordu. Kadınların hamam giysisi 6-8 akçe arasındaydı [BASSANO 15, 18]. Sünnet törenlerinden önce davetlilerin çocuğun babasına akçe ya da carlino vermesi âdetti. Böylece baba bu parayı tören için yapılacak hazırlıklara harcıyordu [BASSANO 83]. At pazarında atları kaydedip gösteren adama 4 akçe veya 1 carlino ödenirdi [BASSANO 92]. Bir koyun budunun fiyatı 1 carlino ’nun altındaydı [BASSANO 76]. Türkiye ’ de yaşayan Hıristiyan erkeklerden yılda 1 scudo alınıyordu [BASSANO 109]. Müslüman olmayı reddeden tutsaklar esir olarak kalıyorlar ve Galata ’daki hapishanede tutuluyorlar, günde 1 akçe alıyorlardı [BASSANO 90]. Tahta geçen Sultan’ın bastırdığı altın para, Macar düka altını ayarında olup, buna Sultanon denirdi. Afrika ’nın Berberi kıyılarında Hıristiyanlar arasında kullanılan düka altınını ise Türkler ülkelerinde hemen hemen hiç kullanmazlardı. Bu yirmi üç karatlık Berberî, düka altını üç İngiliz Penny ’si ağırlığında ve dokuz gümüş shiling ve dört penny değerindeydi. Oysa, Venedik altını zechine gümüş Venedik parası ile İspanya ’nın dört ve sekiz riyal ’ lik gümüş paraları ise Türkiye ’de, neredeyse Türk parasından bile fazla kullanılırdı. Venedik yönetiminde olan Yunan adaları Zante ve Girit ’te bir altın zechine 11 Venedik lirası, Kıbrıs ’ta 11 Venedik lirası ya da 120 Türk akçesi ederken İstanbul ’ da bir altın zechine 125 Türk akçesi, bir Fransız kuronu 100 akçe, bir Alman doları 75 akçe idi. İstanbul ’daki tüm ticaret, başka altın ve gümüş paralar da kullanılmasına karşın, akçe üzerinden hesaplanırdı. Küçük işlerde, akçeler kese içinde sayma sorunu olmasın diye tartıyla verilir, çok daha büyük işlerde ise eşek yüküyle hesaplanırdı [MORYSON 158-161]. O dönemde beş shilling olan bir İngiliz lirası 70-80 akçe ettiğine göre, bir akçe de yaklaşık üç çeyrek penny edermiş [MORYSON II, 71]. İstanbul ’da genel ulaşım, Boğaziçi ve Haliç ’te, irili ufaklı kayıklarla yapılırdı. İskeleler, kayık fiyatları, kayıklara kaç kişinin bineceği zaman zaman değişen Dîvân kararlarıyla belirlenirdi. Örneğin, 1564 ’te çıkarılan bir karar Üsküdar ’a gidip gelen kayıklarla [AR 69] ilgiliydi. Eyüp Sultan ’ın kayık trafiğiyle ilgili bir başka karara göre [AR 145-146], altı kürekli kayıklar 5 akçe, dört 152
Fiyat Listeleri, Para Birimleri, Ölçüler
kürekli kayıklar 4 akçe, iki kürekli kayıklar 3 akçe alacak, dolu kayığa binildiğinde ise yalnızca yarım akçe verilecekti. Yemiş-Kâğıthâne arası 10 ile 15 akçe arasında değişirdi. Muhtesip Çardağı ve Unkapanı ’ndan Sütlüce ’ye 3 akçe, Hasköy ’e ise kürek sayısına göre yarım akçe ile 6 akçe arası verilirdi. Başka yörelere gidiş fiyatları da etraflıca belirtilmişti. Dîvân kararlarından, tüm iskeleler de adlarıyla izlenebilir: Muhtesip Çardağı, Eyüp Sultan, Yemiş, Kâğıthâne, Kasımpaşa, Yağ Kapanı, Balıkpazarı, Galata, Fındıklı, Tophane vb.
153
16. Yüzyılda İstanbul
154
İstanbul ’da Bulunan Besin Maddeleri İstanbul ’da çok çeşitli sebze bulmak olasıydı. Ama bezelye ve turp yoktu. Lahana çok boldu. Türkler lahanayı yalnızca turşu olarak yiyorlardı. Patlıcanın turşusu da yapılıyordu, dolması da. İki çeşit havuç vardı: biri altın sarısı, diğeri kiremit kırmızısı. Maydanoz boldu, Avrupa ’ dakiler gibi lezzetli değildi. Pancarın genellikle salatası yapılıyordu. Hardal tohumu, dövülüp koyun etine lezzet katsın diye kullanılırdı [DERNSCHWAM 128]. Hayvansal yağlar İstanbul ’a Tataristan ’ın Kefe kentinden gemiyle gelirdi. Bu arada çuvalların içindeki yağlar sıcak havada gevşer, erimeye yüz tutarsa tayfalar çuvalları hemen geminin dışına bağlayarak yağların soğuk suyun etkisiyle tekrar sertleşmesini sağlardı. Acımış, iğrenç bir kokusu olan bu yağlar, inek, koyun, manda ve at sütünün hepsinin karışımından yapılırdı. Türkiye ’de iyi meralar, dolayısıyla saman az olduğu için pek fazla inek de yoktu. Bu yüzden Türkler pek fazla tereyağı yapmazlar; oysa, çok süt içer, bolca yoğurt, beyaz peynir yerlerdi. Yahudiler ise, kendileri için özel olarak yaptıkları süt kuzusunun yağını yerlerdi. Türkler, her öğünde fırından taze çıkmış beyaz ekmek yediklerinden, fırınlar her gün çalışırdı. Fırınlar yağlı ekmek ve çeşitli hamur işlerini de çıkarırlardı. Venediklilerin yaptığı küçük tip ekmekler ise, yalnızca Galata ’ da yapılırdı. Bu tip ekmek, bir arada dört tane küçük ekmekten yapılır, üzerine de haç biçiminde bir çizik atılırdı. Bunların tanesi 1 akçeydi. Pirinç, çoğunlukla İskenderun Limanı’na Mısır ’dan gelirdi. Türkiye ’de yulaf bulunmaz; Türkler genellikle atlarına tahıl yerine sadece geceleri az miktarda ot verirlerdi [DERNSCHWAM 46-49]. Türkler çeşitli kavun yetiştiriyorlardı. Bunlar ağırlıkları tartılarak satılırdı ve ucuzdu. Özellikle karpuz çok seviliyordu, çünkü çok suluydu. Bir tür kavun asılarak bahara dek saklanabiliyordu. Kış boyu balkabağı bulunabiliyordu [DERNSCHWAM 127]. Bassano, Türklerin yeme alışkanlıkları üzerine verdiği ayrıntılı bilgiler arasında onların yemeklerinin basit olmasının nedenini Türklerin yemeği tat almaktan çok gereksinim için yemelerine bağlıyor. Türk yemeklerinin tadının güzel olmasına karşın, Avrupalıya yavan geldiğini belirtiyor. Et için ◀ Karamanlı köylü kadın (BREMEN).
155
16. Yüzyılda İstanbul
Türkler av hayvanlarını yeğliyorlardı. Keçi, koyun, kuzu ve sığır eti de yerlerdi. Nadiren süt danası eti yerlerdi, çünkü buzağının yenmesinin ineğin sütten kesilmesine neden olacağına inanırlardı. Ateşte pişmiş kuzu ve keçi şişi severler, güveçlerine ve öteki yemeklerine dövülmüş sarmısak koyarlardı. Pirinçle yapılmış etli çorba da severlerdi. Paket halinde satılan pişmiş yiyecek bulunduran birçok dükkân vardı. Buralardan Türklerin çok sevdiği kelle, paça ve çift satılan katı yumurta alınabilirdi. Çoğunlukla ekmekleri kötü kaliteli büyük somunlar halindeydi. Haşhaş, kimyon ve başka şeyler de katılırdı. Ekmekler kötü öğütülmüş undan yapılırdı. Ancak bir de daha iyi kalite bir ekmek vardı. Uzun olarak pişirilen bu ekmeğe biraz beyaz un ve tereyağı eklenir, üstüne yumurta sürülürdü, piştiğinde kabuğu kızarsın diye [BASSANO 35a-36b]. Pedro, ekmeğin, etin ve meyvenin İstanbul ’da çok bol bulunduğunu yazar. İki okkalık bir somun ekmeğin fiyatı yarım akçe, incecik beyaz undan yapılan bembeyaz bir başka çeşit ekmeğin fiyatı da yarım akçedir. En iyi cins koyun etinin iki yüz dirhemi için bir akçe yeterlidir. Pedro canlı hayvan satın almanın kesilmiş hayvan almaktan daha kârlı olduğunu, besili bir koyunun yarım dükaya alındığını, koyunların yaklaşık on okka çektiğini, bunun beşte birini de kuyruğun oluşturduğunu söyler. Kuru incir, kuru üzüm, badem, ceviz, fındık, kestane gibi kuru yemişler ile kiraz, elma, erik, kavun gibi meyvelerin de çok bol olduğundan söz eder [VIAJE 268-69]. Moryson, Türklerin, bütün kış yedikleri üzüm, kayısı, kavun, balkabağı gibi ürünlerin yanısıra başka birçok meyve yetiştirdiklerini; sıcak havalarda bunlardan bazılarından yapılan soğuk şerbetlerin sağlığa zararlı olmayıp çok şifalı olduğunu söyler. Moryson, ateşli hasta olduğu bir gün, bu meyvelerden yapılan soğuk bir şerbetin zararlı olabileceğini sanmasına karşın içer; oysa, soğuk şerbet hastalığına zarar vermediği gibi, ateşini bile düşürür [MORYSON 127]. Yakın yerleşim bölgelerinden kente çok sayıda meyve gelirdi. Ancak Avrupa ’daki gibi iyi ve lezzetli değildi çünkü olmamışken toplanıyordu. İyi elma bulmak çok zordu. Çok çeşitli erik ve kiraz vardı. İlk çıkan, büyük kirazlar çok pahalı olur, mevsim ilerledikçe ucuzlardı. İstanbul ’a gemiyle çok sayıda ekşi ve tatlı portakal, limon, diğer turunçgiller, nar ve incir getirilirdi. İtalya ’dan fıçılar içinde limon suyu geliyordu. Bursa ’dan okkası dört akçeye kestane gelirdi. Başka yerlerden gelen kestane küçük olurdu. Fıçılar içinde zeytinyağı, susamyağı gemilerle Galata ’ya gönderilirdi. Yahudiler susamyağını çok kullanırlardı [DERNSCHWAM 126]. Her sonbaharda üzüm bolluğu olurdu. Çoğunlukla hemen yenirse de bir kısmı kış için saklanırdı. Ayrıca üzüm suyundan pekmez denilen tatlı bir şurup yapılırdı. Üzümler yemeklik olarak kurutulurdu. Ama Dernschwam küçük İzmir üzümü görmemiş [DERNSCHWAM 124&126]. İstanbul’a İskenderun ’dan deniz yoluyla büyük miktarda hurma getirili156
İstanbul'da Bulunan Besin Maddeleri
yordu. Şeftali çok boldu. Şeftalinin sarı olan bir cinsi vardı ve tanesi 1 akçeden satılıyordu. Çeşitli birçok küçük meyve vardı. Bunlardan biri deniz kıyısında bulunan yamaçlardaki çalılarda yetişen çileğe benzer bir meyveydi. Bir diğeri hünnap ağacının meyvesiydi. Bu, kış için kurutulur ve bir tür içecek yapmak için kaynatılırdı. Bir başka içecek de olgun vişneleri kaynatarak elde edilirdi [DERNSCHWAM 128]. Busbecq ’e göre Türkler yemeye alıştıkları pirincin büyük yararını görüyorlardı. Ulaşımda kullandıkları devenin de öyle. Pirinç besleyiciydi ve çok kişiyi doyurmak için az pirinç yeterliydi. Develer ise az yiyip çok ağır yükleri taşıyabiliyorlardı. Atlara göre de fazla bakım istemiyorlardı. Busbecq develerin nasıl eğitilip üzerlerine yük konulmasına izin verdiklerini görmüş. Ancak yükleri çok ağır olduğunda ayağa kalkmayı reddederlermiş. Yemek yerken bir daire oluşturup çömelirler, yemeğin kötü veya az olmasına aldırmazlarmış. Saman yoksa severek böğürtlen çalısı ya da diken çiğnerlermiş [BUSBECQ 108].
157
Üç Türk erkeği sofra başında (BREMEN).
Mutfak, Yemek ve Sofra Âdetleri Bu dönemde Türkiye ’ye gelen tüm Avrupalı gezginler gibi Nicholay da Türk mutfağını inceliksiz ve yalın bulmuş; ne salça çeşidi ne de süsleme zevki varmış. Türkler genellikle koyun eti, keçi ya da dana yiyorlardı. Bunları kızartıyor ya da haşlıyorlardı. Lezzet katmak için kullandıkları tek şey sarmısaktı. Çok az dana eti yiyorlardı. Çünkü danası yanından alınırsa ineğin sütten kesileceğine inanıyorlardı. Tavukları, Nicholay ’ın Fransa ’da yedikleri kadar lezzetliydi. Koyun paçası çok fazla lüks sayılıyordu. Bunlar dükkânlarda hazır pişmiş satılıyordu. Kıyma da hazır satılıyordu. Türk tarzında et pişirmek için madenî bir kaba kömür koru konuyor ve bunun üzerine bir ızgara yerleştiriliyordu. Daha sonra da et bunun üzerine konulup deliklerden gelen ateş üzerinde kızartılıyordu. Etle beraber badem ve tereyağıyla pişirilmiş lezzetli pilâv yeniyordu [NICHOLAY 90b]. Türkler, baharatlarla tavşan, geyik, yabanî tavşan ve benzeri av etlerini pişirmeyi bilmezlerdi ama değişik biçimlerde tavuk pişirirlerdi. Hafif ateşte haşlanmış tavuğu keser, pirinç çorbasına katar, yenmeden az önce buna, maydanoz veya tarçın koyarlardı. Kızarmış tavuğu soğanla doldururlardı. Kireç ocağı gibi kubbeli büyük fırınlarda kızartılmış tavuk satan birçok dükkân vardı. Bu fırınların bir ya da iki gözü bulunuyordu. Korlaşmış ateşin ısısı alttaki deliklerden yukarıya ulaşırdı. Et ya da tavuk kapaklı çömleklere konur, böylece kendi buharıyla pişerdi. Genellikle bu kapların yanına, tepsinin üzerinde ekmek hamuru da konur ve yemekle ekmek aynı anda pişmiş olurdu [DERNSCHWAM 124]. Türkler koyun etini yeğlerlerdi. Parası olan hemen hemen her yemekte koyun eti yerdi. Her gün peynir yenirdi. Fakir olanlar, neredeyse yalnız yeşil sebze, fasulye ve mercimekle yaşarlardı. Sığır eti sevilmezdi ve İstanbul ’ da zor bulunurdu. Bulunduğunda ise bu, ölümü yaklaşmış yaşlı sığırların eti olurdu [DERNSCHWAM 124]. Dernschwam ’ın beğenisini kazanan tek Türk yemek türü tatlılar olmuştu. Bu tatlılar, muhallebi, pirinç, süt, un, şeker ve yağda yapılır, üzerine ya gülsuyu ya da başka kokulu şeyler dökülürdü. Başka bir tatlıyı yapmak için, 159
16. Yüzyılda İstanbul
Türk yemek sofrası (SCHWEIGGER).
bir kaşık dolusu çırpılmış yumurtayla un karışımı, kızgın madenî bir kaba konurdu. Bu karışım pişerken gözleme gibi yayılırdı. Sonra kalın bir gülsulu şeker tabakasıyla sıvanır, üzerine badem ya da ceviz konur, üst üste birkaç kat oluşurdu [DERNSCHWAM 124]. Busbecq, Türklerin yemek konusunda azla yetindiklerine tanık olmuş. Yalnızca ekmek, tuz, sarmısak, soğan ve yoğurtları varsa bunları yakınmadan yerlerdi. Susadıklarında bu yoğurdu soğuk suyla sulandırıp içine biraz ekmek doğrayarak içerlerdi. Bu içecek yalnızca çok iyi bir susuzluk giderici değil, aynı zamanda hazmettirici ve lezzetliydi. Yolculukta, Türkler sıcak yemeğe ya da ete gereksinim duymazlardı. Öğünlerini çoğunlukla peynir ve suda kaynatılmış çeşitli meyveler oluştururdu. Bunlar büyük toprak tepsilere konur, isteyen istediğini alırdı. Meyvelerin sularına ekmek banılır, sonra da kalan meyve suyu içilirdi. Bu yiyeceklere o kadar az para harcarlardı ki Busbecq, kendi vatandaşlarının yiyeceğe bir günde harcadığını bir Türk ’ün on iki günde harcayacağını belirtiyor. Resmî yemeklerde bile yalnızca koyun etli ya da tavuklu pilâv verilir, arkasından tatlılar ve şekerlemeler ikram edilirdi. Türkler horoz bilmez, sülün ve ardıç kuşu gibi küçük kuşları da yemezlerdi. Yemek sırasında, şekerli ya da ballı su içerlerdi. Bu onlar için lezzetli bir içkiydi [BUSBECQ 52-53]. 160
Mutfak, Yemek ve Sofra Âdetleri
Pedro, Türkler ’in yiyeceklerinin başında, et ve tavuk suyuna yapılan çorbayı (sorbas, tauc sorbas), koyun etinin suyuna yağ katılarak yapılan pirinç pilâvını (pilao), bol soğanla pişirilen koyun etini, dereotlu nohut yemeğini, ıspanak, biber gibi sebzelerle yapılan yemekleri, ince hamurun arasına kıyma döşenerek yapılan böreği; tatlılardan da sütle yapılıp tavuğun göğsünün dövülerek içine konduğu tavuk göğsünü, “sarı pirinçle” yapılan zerdeyle bademli erik hoşafını sayar. O dönemde İspanyolların henüz tanımadığı havyarın da İstanbul ’ da çok bol bulunduğunu, özellikle Rumların bunu içki içerken yemeyi sevdiklerini, tüm bir ev halkına yetecek kadar havyarın yalnızca bir akçeye alınabildiğini yazar [VIAJE 254-57]. Kabak ve patlıcan, sarmısak, baharat ve tuzla iyice harmanlanmış koyun etiyle doldurulur ve sade suda pişirilirdi. Havuç da aynı biçimde doldurulurdu. Bu tür yemek genellikle üzerine yoğurt dökülerek yenirdi. Asma yaprağı içinde kıyma ile sarılır ve altına ekşi erik konarak suda pişirilirdi [DERNSCHWAM 12]. Poğaça denilen çok lezzetli küçük börekler bir parmak kalınlığında yuvarlanmış tuzsuz hamurdan yapılıyordu. Toprak çömleğin içine korlaşmış mangal kömürü konurdu, bunların üzerine de poğaçalar. Daha sonra çömleğin çevresine ve kapağın üstüne de kor halinde kömür konurdu. Böylece poğaçalar on beş dakikadan az bir zaman içinde pişerdi. Sıcak poğaçaları satmadan önce ekmekçi kömür bulaşmış yerleri bıçakla kesip atardı [DERNSCHWAM 128].
Türk yemek sofrası (SCHWEIGGER).
161
16. Yüzyılda İstanbul
Fırına konmadan önce, genellikle ekmeğin üzerine susam ya da siyah çörek otu tohumu konurdu veya ekmeğe susam yağı sürülürdü. Simit denilen ekmekler üzerine beyaz haşhaş tohumu konurdu [DERNSCHWAM 128]. Her yerde pişirildiği gibi ekmek ayrıca hamur yoğrulup korlaşmış madenî bir kap üzerinde ya da çömlek içinde de pişiriliyordu. Dernschwam, Türklerin ekmeği her zaman taze yemek istemelerini garip buluyor. Bu nedenle ekmek günlük bile olsa fırıncılar bir ekmek parasına iki ya da üç ekmek satarlardı [DERNSCHWAM 125]. Yönetici sınıftan olan varsıl Türkler iyi besleniyordu. Ancak orta ve alt sınıf genellikle çok basit yiyecekler yiyorlardı, çünkü yemek pişirme sanatından habersizdiler. Baş yemekleri çorbaydı. Hem sabah kahvaltısında hem öteki öğünlerde çorba içiyorlardı. Çorba genellikle et suyuna pirinç, kimi zaman da bulgurdan yapılırdı. İçine karabiber, sirke ve limon suyu katılırdı. Suyu kaynatılarak çorbada kullanılan koyun eti dikkatlice parçalara ayrılır, soğanla karıştırılır ve fırınlanırdı. Yanında yemek için yapılan pilâv önce suda kaynatılır, sonra yağla pişirilirdi. Yenmeden önce pilâvın üzerine kızarmış badem konurdu. Yemekten sonra meyve yenirdi [DERNSCHWAM 123]. Âşûre, zeytinyağlı yemekler ya da kıyma, un, yumurta ve peynirle yapılan kaygana gibi yemekler zaten çok çeşitli şeylerden yapıldığından, sofrada başlı başına sunulabilirdi [ÂLİ 164-165]. Sayıları en azından 4.000 olan Yeniçeriler e yiyecek İstanbul ’ dan geliyordu. Bunların çok azı et yiyordu. Busbecq ’e, şalgam, soğan, sarmısak, yabanî havuç ve salatalığın tuz ve sirkeyle karışımını tahta bir tabaktan zevkle yiyen bir Yeniçeri göstermişler. Bu adamlar sudan başka bir şey içmezlermiş. Bu basit yemek hem keseye hem sağlığa yararlıymış [BUSBECQ 150-151]. Fynes Moryson ’un izlenimlerine göre, en varlıklı Türkler bile yemeklerini lüks ve gösterişten uzak, çökmüş terziler gibi sinilerin önünde diz çökerek ya da dere kenarında veya bahçede yerlerdi. Sofralarını oluşturan siniler öylesine alçaktı ki; yerde oturarak rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. Yemekten sonra ellerini masa örtüsüne veya yerdeki çimenlere silerlerdi. Gezide olan Türkler yiyeceklerini, sarı ya da bordo renkli deriden yapılıp iple bağlanmış çanta gibi bir çıkında gezdirir, bunu yayıp yemeklerini üzerinde yerlerdi. Türkler, bıçak kullanmayıp elle yedikleri için eti çok güzel pişirirlerdi. Sofralarında genellikle yalnızca tek çeşit yemek olurdu. Sofraya hep birlikte oturur, kısa bir duadan sonra, sessizce ve çabukça yemeklerini yerlerdi. Sofrada (domuz olmamak koşuluyla) bolca et bulunmasına karşın pek balık yemezlerdi. Türk mısırını genellikle İngiliz mısırından daha büyük taneli ve daha lezzetli bulur Moryson. Yine Moryson ’a göre Türklerin yemek pişirme sanatında pek üstün oldukları söylenemezdi. En zenginleri bile sade suya pilâvla yetindiğine göre, aylarca süren savaşlarda büyük orduları besleyebilmelerine pek o kadar şaşmamak gerek der, Moryson [MORYSON 125-126]. 162
Mutfak, Yemek ve Sofra Âdetleri
Yine Moryson ’a göre Türklerin ev eşyası pek fazla olmayıp eski bir tencere, tahta bir kaşık, tahta veya deriden bir su kabı, bir şilte, bir yorgan, bir kerevet ve üzerinde yemek yemek için bir sini yeterliydi. Mutfakta aşçılara, bulaşıkçılara da pek gereksinim yoktu. Türkler, ekmek yerine pide, yemek yerine de çoğunlukla peynir ve yoğurt yerlerdi. Tavuk ve dana eti de pilâvla birlikte yenir, pirinç etin suyunda pişerdi. Yüksek sınıftan kimseler bile yemeklerini tencereden yer, ayrı kap kullanmazlardı. Moryson, Türklerin yediği geyik ve keçi etinin yanı sıra Suriye ve diğer komşu ülkelerden gelen koyunun da çok iyi besili, büyük ve yağlı olup kuyruğunun on beş kilo geldiğini de ayrıca belirtir [MORYSON 126-127]. İstanbul ’da birçok tatlıcı vardı. Bunlar her tür tatlı yapıyorlardı. Bu tatlılardan ikisini Dernschwam çok sevmişti. Birisi badem, yumurta beyazı ve balla yapılıyordu, ötekiyse sertmiş gibi görünen ama ağızda eriyen helvaydı [DERNSCHWAM 125].
163
16. Yüzyılda İstanbul
164
Balık, Öteki Deniz Ürünleri ve Balıkçılık
Türkler pek az balık yerlerdi. Türkler balık ya da diğer deniz ürünlerini pişirmeyi bilmezlerdi. İstanbul ’da Yahudilerin işlettiği özel bir balıkpazarı vardı. Müşterisinin çoğunluğunu Yahudiler ve Hıristiyanlar oluşturuyordu [DERNSCHWAM 125]. Belon, Türklerin ve Rumların balığı ete yeğlediklerini, sülün ve kekliğe pek yüz vermediklerini yazıyor. Bu yüzden İstanbul pazarlarında balık çok satılırken, av kuşuna az rastlanıyordu. Sultan ve çevresi bile eti av kuşlarına yeğliyordu [BELON 123b-124a]. İstanbul ’da bulunmuş birçokları gibi, Busbecq de büyük balık sürülerinin Karadeniz ’den Boğaz yoluyla Marmara Denizi ’ne, sonra Ege ve Akdeniz ’e ya da tam tersi yönde akmalarına hayret etmiş. Kimi kez balık sürüleri o denli yoğunlaşırmış ki elle yakalamak bile olasıymış. Kılıç balığı, çipura, karagöz, mercan türü balıklar, uskumru, tekir, kefal ve orkinos çok rastlanan ve avlanan balıklarmış. Balıkçıların çoğunluğunu Rumlar oluşturuyormuş, Türkler pis olmadığına inandıkları sürece balığı çokça yiyorlarmış [BUSBECQ 35]. Busbecq, Büyükada ’da üç ay kaldı. Ada halkının hemen hepsi Rum ’du. Busbecq, Rum bir ailenin yanında kolaylıkla yer buldu. Adaya kadar kendisiyle gelen, elçiliğin Türk görevlileri onun adadaki hareketlerini kısıtlamadılar. Bu nedenle istediği zaman uzun yürüyüşlere çıkabiliyor, öteki adalara gidebiliyordu. Zamanının büyük kısmında balık avlıyordu. Yerli denizcilerin de yardımıyla, serpme ya da dragnet (kelebek ağı gibi kepçe) ile çipura, mercan, karagöz, levrek, çarpanbalık, lapina, iskorpit ve kayabalığı tutuyordu. Şansının yaver gittiği bir gün Ali Paşa ’ya armağan olarak balık gönderdi. Kentteki kuşlara olan ilgisi gibi Busbecq balıkların yöresel adlarını ve yaşayışlarını araştırmaktan zevk duyuyordu. Çatal uçlu zıpkınla yengeç ve ıstakoz da yakalıyordu [BUSBECQ 186-187]. Belon ’un yazdığına göre Paris ’te çok makbul olan yunus balığı Türkler, Rumlar, Yahudiler ve Levantenlerce yenmezdi. Yahudiler havyar da yemezdi. Oysa Türkler ve Rumlar havyarı çok severdi. Çünkü Yahudilerin dini, pullu balıkların dışında her türlü deniz ürününün yenmesini yasaklamıştı. ◀ Çeşitli gemiler. Ortadaki balıkçı gemisinde balık ağını çekmek için büyük boy bir bocurgat kullanıldığı görülmektedir (VİYANA II).
165
16. Yüzyılda İstanbul
Ancak Yahudiler de bir başka balığın tuzlu kırmızı yumurtasını yerlerdi. Bu da çok lezzetli oluyordu. İstanbul ve Pera balık tüccarları salamuraya batırılmış uskumru bağırsağından garum denilen bir balık sosu hazırlarlardı. Bu sos eskiden de sevilirmiş. Türkler ve Rumlar bu sosu Batılı ulusların sirke kullandıkları gibi balık yemeklerine çeşni verecek bir sos olarak kullanırlardı [BELON 129b-130b]. Balık neslinin tükenmemesi için 1577 kararıyla ığrıpla balık avlanması yasaklanmıştı [AR 94]. Belon, Marmara Denizi ’nde balık avlamak için kurulan balık tuzaklarını yani dalyanları anlatıyor: Sığ sularda, genellikle kıyılarda, deniz yatağına gemi direkleri gibi çok uzun kazıklar yerleştirilirmiş. Bu kazıkların üzerine enine tahtalar çakılır, böylelikle balıkçılar bu tahtalara rahatlıkla tırmanabilirmiş. Kazıkların tepesinde üstü kapalı oturaklar olur, bu oturaklardan balık sürüleri gözlenirmiş. Balıkçılar ikili çalışırmış. Her bir kazığın üstünde bir adam oturur, ellerinde ucu denizin içinde kaybolan bir halat tutarlarmış. Bu halatlara balık ağları bağlı olurmuş. Balıkçılar balık sürüsünü gördüğünde her biri halatı çekermiş. Bu halatlar büyük bir incelikle ağı çevreleyen öteki iplere bağlı olduğundan halatlar çekilince balıklar ağın içinden çıkamazmış. Sonra adamlardan biri sandala inip ağı boşaltır, yeniden denize bırakır ve daha sonra da kazığın üstündeki gözetleme yerine çıkarmış. Bu yöntemle balıkçılar çok çeşitli balık yakalarmış: uskumru, tekir, kefal, levrek, baraküda, yunus, torik, kikla, çipura, karagöz, mercan gibi... Marmara denizcileri, ağlar batmasın diye mantar değil çam ağacı kabukları kullanırlardı. Torba biçimindeki ağla, tarak ağıyla denizin dibini tarayarak balık tutarken ağ, bir tek kayığın arkasına değil yan yana giden iki kayığın arasına bağlanırdı. Kayalıksız bir bölge seçilir ve kıyıya doğru gidilirdi. Sığa gelince kürek çekilir ve ağı aynı anda kayıktakiler yukarı alırdı. Ahtapot yakalanmışsa, öldürmek için ahtapotların başını dişleri ile ısırırlardı, muranaları sopayla vurarak öldürürlerdi. Muranaların [müren] kendilerini ısırmasından korkarlardı. Vatozların ve tırpanaların kuyrukları, sokmasın diye hemen kesilirdi [BELON 123b-126a]. Halk, kepçe biçiminde ağları denize sallandırarak küçük boy ve su girintilerinde çamuka cinsi küçük balık avlayabiliyordu. Ağın ağzı tahta bir çerçeveyle açılmıştı. Buraya bir çıta bağlıydı. Çıta da tahta bir direğe bağlıydı. Bu tahta direk mil vazifesi görüyordu. Böylece küçük bir ipi çekerek ağ yukarı hareket ettirilebiliyordu. Halk bir başka yöntemle daha büyük balık avlıyordu. Küçük balıkların kaynadığı kayalıkların arasına üzerinde çengeller olan bir ip gerilir ve bu çengellere çamukalar takılırdı. Küçük balıkları izleyen yılan balıkları, köpek balıkları sonunda zokayı yutardı. Kadırgalar ve gemiler ağsız asla denize açılmazdı. Hava durgun olur olmaz ya denizin dibini tarayacak biçimde ağ atarlar ya da denizin üstünde yüzen ağlarını atarlardı. 166
Balık, Öteki Deniz Ürünleri ve Balıkçılık
Karadeniz ’ de, Boğaz ’ da ve Marmara ’ da balıkçılar gece lambalarla aydınlatılmış küçük kayıkları ile çifter çifter balığa çıkarlardı. Adamlardan biri kürek çeker, ötekiyse kayığın kıç tarafında elinde çatallı zıpkınıyla çömelir ve denizi gözlerdi. Denizin dibinde uyuyan bir balığı görür görmez yumruğunu sıkıp gevşeterek arkadaşına haber verirdi. Çünkü en küçük bir ses bile balığı uyandırırdı. Kürekleri çeken, kayığı balığın tam üstüne getirir getirmez diğeri beş ya da altı çatallı zıpkını balığa saplardı. Bu yöntem özellikle ahtapot ve kalamar avında iyi sonuç veriyordu ama her çeşit pullu balık avlamada da kullanılıyordu. Gece avlanmasında izlenilen bir başka yöntem de iki ya da üç yüz yemli oltayla avlanmaktı. Bunlar akşamdan denize bırakılırdı. Batmamaları için sukabaklarına bağlanırdı. Sabah olduğunda balıkçılar oltaları toplarlardı [BELON 127a-129a].
167
İçki ve şarap satan bir dükkân (KASSEL).
168
Şarap, Öteki İçkiler ve Uyuşturucular Meyhânelere giden erkekler ikiye ayrılır: kadın düşkünü genç erkekler ve ayyaşlar. Birincisi, arkadaşlarıyla meyhâneye gidip birkaç kadeh attıktan sonra evine döner; ikincisiyse, vaktini sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar meyhânede geçirir. Bunlar, cuma namazını kıldıktan sonra câmi dönüşü evlerindeki kadınlarla ya da erkek hizmetçileriyle yatar. Bozacılar, mayalanmış ak darı ile hindistancevizinden yapılan koyu ve ekşi bir içki olan bozanın içildiği yerlerdir. Biraz alkollü olmasına karşın üzümden değil de tahıldan yapıldığı için içilmesi günah değildir. Bozacılara Tatarlar ve aşağı sınıftan kimseler gider. Bu kimselerle ilişki kurmak sakıncalıdır. Buralara sürekli olmamak koşuluyla arada bir gidilebilirse de, en iyisi ekşi boza yerine kişinin kendi evinde tatlı boza içmesidir. Fazla şarap, sarhoşluk ve başağrısı yapar. Bazıları keyiflenmek için tütün, nargile ya da haşhaş çekerler. Bunların dozu169
16. Yüzyılda İstanbul
nu gitgide artırmak akılsızlığında bulunanlar bir süre sonra isteseler de bunları bırakamaz, bağımlı bir duruma girerler. Afyon ya da haşhaş çok zararlıdır. Bu zararlı maddeler, afyon sütü, kenevir, tatula, tarçın, karabiber, hindistancevizi tohumu vb. baharatlardan, şekerden ya da bu türden bir karışım olan dilberdudağından yapılıp fazla alındığında kullanana çok zarar verirler. Başka bağımlılar, gubari gibi toz ilâçlar alıp, kafayı bulur, düşler görürler. Bunlar, tüm gün boyunca işsiz güçsüz oturur; pislik ve tembellikten kaşınırlar. Bu maddelere bağımlı olanların karnı seyrek acıktığında tatlı yiyecekler isterler. Bunlar parasızsa, ağda denen tatlı bulamaç; orta sınıftan bir kimse ise, ballı şerbet; zengin bir kimse ise de çeşit çeşit şerbetler ya da tatlılardan, normal insanın bir haftada yiyeceği kadar miktarı bir oturuşta yiyip sonra da derin bir uykuya dalarlar. Uyuşturucu bağımlılarının, bağımlı oldukları zararlı maddeyi bulabilmek için yapmayacakları şey, hattâ birlikte yatmayacakları kimse yoktur. Gelibolulu Mustafa Âli, bunları böylece yazıp ilâçların zararlı olduğunu savunur. Oysa kahve, şehveti ve uykuyu azalttığından ve idrar söktürdüğünden bunlar gibi zararlı değilse de, yine de çok miktarda içilmesi doğru değildir. Gelibolulu Mustafa Âli ’ye göre, dinimizde yasak olmasına karşın, en iyi içki, uyarıcı etkisi olan kırmızı şaraptır. Oysa, bu da çok içildiğinde insanı halsiz ve titrek bir duruma getirir, uyku verir, alıngan ve saldırgan yapar, düşlere sürükler. Bu yüzden dikkatli içilmelidir [ÂLİ 78-81; 187-193]. Busbecq, Muhammed ’in şarap içmeyi neden yasaklamış olduğunu merak edermiş. Kendisine yapılan açıklamalardan birine göre bir gün Muhammed bir düğüne çağrılmış. Konukların neşesinden ve çevresindekilerin iyi dileklerinden etkilenmiş. Bu atmosferin şaraptan kaynaklandığını öğrendiğinde, şarabı dostluk havası yarattığı için kutsamış. Ancak ertesi gün aynı evin önünden geçerken korkunç bir kavgaya tanık olmuş. Yer kan gölü halindeymiş. Çevrede orası burası kesilmiş insanlar yatıyormuş. İçmeye devam eden konukların eğlencesi bir süre sonra sarhoş rezilliğine dönüşmüş ve parti kanlı bir kavgayla sonuçlanmış. Şarap içmenin böyle sonuçlanması sonucunda dehşete düşen Muhammed, şarabı lanetlemiş ve inananların şarap içmesini yasaklamış. Busbecq ’in yazdığına göre sarhoş edici maddelerin bulunmaması Sultan’ ın kampındaki askerlerin davranışlarının aşırıya kaçmamasını sağlıyordu. Kuşkusuz bunun bir nedeni de aşırı askerî disiplindi. Hiçbir suç, küçük de olsa cezasız bırakılamazdı. Bu cezalar rütbe indirimi, dayak, malının kamulaştırılması ya da ciddî suçlar için ölümdü. Dayak en yaygın ceza biçimiydi. Bu ceza Yeniçerilere bile verilirdi. Ancak ölüm cezasıyla cezalandırılmazlardı. Ağır suçlar karşısında Yeniçeriler ya ordudan atılıyordu ya da rütbeleri sökülüp sıradan asker derecesine indirilip uzak bir garnizona sürülüyorlardı. Bu cezalar öylesine onur kırıcıydı ki ölüm cezası yeğlenebilirdi. Çok ciddî bir suç karşısında ölüm cezası sürgünde gerçekleştiriliyordu [BUSBECQ 154-155]. 170
Şarap, Öteki İçkiler ve Uyuşturucular
Genellikle Türk subayları içki içen Hıristiyanları özellikle yabancıysa görmezden geliyorlardı. Yeniçeriler de içki içen Hıristiyanları hoşgörüyle karşılıyorlardı. Yeniçerilerin çoğu açıkça şarap içiyordu. Hem Sultan onları tuttuğu, hem de Sultan’ın koruyuculuğunu yaptıkları için istedikleri gibi eğlenebiliyorlardı. Ancak aylıkları çok azdı, bu yüzden de içkiye çok az para ayırabiliyorlardı [DERNSCHWAM 84, 135]. Pedro, şarap konusunda da etraflı bilgi vererek, Türklerin şarap içmemekle birlikte meyhâne işlettiklerini, ancak Hıristiyanlarla Yahudilerin meyhânelerinin çok daha iyi olduğundan söz eder. Meyhânelerde müşteriye şarap verilmeden önce “Beyaz mı, Kırmızı mı?”, “Kandiya mı, Gelibolu mu?”, “Kaç yıllık?” gibi şarapla ilgili birçok soru sorulur. Dört yıldan yaşlı Misket şarabı (muscatel) ile biraz daha üstün kaliteli Malvasia ’nın bir galonu 4 escudo, bir iki yıllık aynı kalite şarabın ise galonu üç akçe idi. Pedro, bunların San Martin şarabından çok daha iyi olduğunu, en iyi şarabın ise, Rumların topico dediği (“yerli” anlamına gelen) rengi açık, tadı sert bir şarap olduğunu; İspanyol şarabı toro ’yu andıran bu şarabın bir galonunun iki akçe ettiğini söyler. Midilli ile Sakız adalarından gelen şarabın galonu bir buçuk akçedir. Galonu yalnızca yedi maravedi olan, Marmara Adası, Eğriboz, Trabzon ’ dan gelen şarap en ucuz şarap olduğu için tutsaklarla, köleler bile bunu içebilir [VIAJE 265-66]. Türkler şarap ticaretiyle kesinlikle uğraşmıyorlardı. Tüm ithalat ve ticaret Yahudilerin ve Rumların elindeydi. Dernschwam, en iyi şarabı Yahudilerin sattığını yazıyor. Rumları ise şaraba su kattıkları için suçluyor. Yazdığına göre en iyi şarap adalardan, özellikle Midilli ’den geliyordu. Bu tür şarap tatlı, alkol derecesi yüksek ve kaliteliydi. Girit ’ten gelenler de iyiydi. Malvasia şarabının kilesi 3 akçeydi, Misket üzümünden yapılanı 4-5 akçe arasında değişiyordu. Bunun da en iyisi hafif sarıya çalan, beyaz üzümden yapılanıydı. Çok lezzetliydi ama nadir olarak bulunurdu ve kilesi 6 akçeye çıkardı [DERNSCHWAM 47, 102]. Avrupalıların tersine Türklerin içki bardakları hoş değildi. Hanımları ya da yardımcılarıyla oturup içmezlerdi. Bunun nedeni belki de gündelikleri 3 ya da 5 akçeyi geçmediğindendi. Yerli Rumlar ve az para alan Hıristiyan ve Yahudi hizmetkârlarının ve hanımlarının içki içmelerine izin vermezlerdi. Bunun nedeni erdem değil, yoksulluktu [DERNSCHWAM 104, 135]. Kentin Türklerin oturduğu bölümünde şarap satan dükkânlar ya da meyhâneler yoktu. Tüm meyhâneciler Yahudi, Rum ya da Ermeni ’ydi. Bunlar yalnızca kötü kırmızı şarap verirdi. İyi şarap yoktu. Dernschwam ’ın yazdığına göre bu şaraplar bulanık ve koyu kırmızıydı. Döküldüğünde kumaştan lekesini çıkarmaya olanak yoktu, çünkü meyhâneciler bu şarabı mürver ağacının meyvesine benzer, küçük kırmızı vişne suyuyla sulandırıyorlardı. Kentin yerlileri şaraba bal ya da şeker veya branay katmayı seviyorlardı. Türkler meyhânelere gizlice ve korkarak gelirlerdi; çünkü meyhânede ya171
16. Yüzyılda İstanbul
kalanmanın ya da sokakta sarhoş dolaşmanın cezası çok ağırdı. Ramazan ’da içki içmenin cezası çok daha büyüktü. Bir keresinde Rum meyhânelerinden birinde yakalanan üç genç Türk ’ le dört genç kadın ve meyhâneci eşeklere ters bindirilerek ve eşeklerin kuyruklarını tutarak sokaklarda gezdirilmişti. Ayrıca kadınların elbiseleri çıkartılmış ve salıverilmeden önce çok kötü dövülmüşlerdi [DERNSCHWAM 85]. Moryson, Lübnan ’da ve İstanbul ’da yetiştirilen üzümün, Yunanistan ’da yetiştirilen ekşimiş ve mideyi yıpratan üzümden çok daha güzel olduğu kanısındadır. Ona göre en iyi şarap Palormo ’da yapılan İspanyol şarabını andıran, Kanarya şarabı kadar lezzetli, oysa Jerez şarabı kadar sert olmayan Anadolu ’nun beyaz şarabıdır. Moryson, Osmanlı askerinin savaşa giderken şarap bulamazsa, afyon suyu içip galeyana geldiğini; Batı’da afyonun zararlı sayılmasına karşın, yoksul olsun, zengin olsun birçok Türk ’ün afyonun hiç de zararlı bulmadığını; uzun bir yolculukta afyon suyu verildiğini söyler [MORYSON 129]. Şarap yasaktı ama Türkler in çoğu çok şarap içerdi. Nicholay, Türkler in Fransız Elçiliği ’ne konuk olarak çağrılmayı istemelerinden şikâyet ediyor. Çünkü, elçilikte bol bol sunulan iyi şarabı parasız ve kana kana, tıka basa içebiliyorlardı [NICHOLAY 91b]. Ancak birçok Türk gizlice ve büyük miktarda içki içerdi. Erkekler içki meclisinde bir araya geldiklerinde, ceketlerinin altına gizledikleri içki şişelerini çıkarırlardı. Sokakta içki şişesiyle göründüklerinde tutuklanabilirlerdi. Bir keresinde, elçilik hizmetkârlarından biri elçiliğe tahta bir kap içinde şarap getirirken bekçiye yakalanır ve elindeki şaraptan olur [DERNSCHWAM 96]. Dernschwam ’a göre Türklerin içki içmelerinin yasak olması onların yararınaydı. Çünkü içtiklerinde çok içiyor ve daha fazla satın almak için gömleklerini bile satıyorlardı. İçki içmek serbest olmuş olsaydı Türkler dünyanın en kötü sarhoş ulusu olurdu [DERNSCHWAM 104]. Üzüm hasadından sonra ürünler, altında tahta çıtalar olan uzun, derin teknelere konurdu. Bir sıra üzüm, bir sıra kireç ya da kireçli toprak döşenir sonra tahammüre bırakılırdı. Alttan akan saf şarap âşar vergisi olarak Sultan’a verilir, kalan da şarabı yapanın olurdu. Kullanılan kireç şarabı korumaya, ona iyi bir renk vermeye yarardı. Bardakta berrak ve parlak olurdu. Ancak kireç aynı zamanda da şaraba garip ve hoş olmayan bir tat katardı. Bu tat uzun süre kalırdı ağızda. Hastalanmaya bile neden olurdu. Ama yine de çok kötü değildi. Ayrıca, çok da etkiliydi. Bu tür şarap elde etmeye adalarda da rastlanıyordu [DERNSCHWAM 102]. Dernschwam üzümleri iyi bulmasına karşın, üzüm bağlarının iyi bakılmadığı kanısındaydı. Üzüm yetiştirmenin değişik yolları vardı. Kimi yerde asmalar ağaçlara sarılıyordu. Toprağın düz olduğu yerlerde sırayla birbirlerinden ayrı ekiliyordu, aralarına köylüler girip toprağı sürüp başka şey eke172
Şarap, Öteki İçkiler ve Uyuşturucular
bilsinler diye. Dağlık bölgelerde rasgele, aralıklı ekiliyor ve araları tırmıkla eşeleniyordu. Türkler şarap imal etmiyorlardı. Sonbaharda üzümleri ya kış için depoluyor ya tatlı bir içecek elde etmek için kaynatıyor ya da üzüm suyuna bal ekleyerek şerbet yapıyorlardı. Kalitesiz şaraptan iyi sirke elde ediyorlardı. Rumlar ve Yahudiler geniş ölçüde şarap üretiyorlardı. Ancak presleri yetersizdi, şarabı saklamak için iyi fıçıları veya mahzenleri yoktu. Adalar’da çok fazla şarap elde edildiğinde Yahudi ve Rum tacirler bunu kentlere getiremezlerdi; çünkü yeterli sayıda boş fıçı bulamazlardı. Köylerde, şarap bodrumda değil, zemin katında saklanırdı. Fıçılar dik tutulurdu. Böylece istedikleri zaman sürahileri ya da maşrapalarını daldırıp fıçıdan şarap alırlardı. Dernschwam şarabın üstüne koruma amacıyla, yağ bile döküldüğünü görmüş. Anadolu ’da şarabı keçi derisinde saklarlarmış. Bu kötü depolama sonucunda şarap tadını ve kokusunu kaybeder ve sık sık da acılaşırmış [DERNSCHWAM 105-106; 103]. Busbecq, İstanbul ’da geçen yıllar süresince Sultan Süleyman ’ın dinsel görevlerini yerine getirmekte gittikçe daha titiz davrandığını gözlemiş. Daha önce gümüş kaplar kullanırken toprak kaplar kullanmaya başlamış. Daha önceleri oğlanlardan oluşan bir korodan şarkılar dinlemeyi çok severken, bundan da vazgeçmiş. Bunun günah olduğuna inanmış. Tüm müzik âletleri kırılıp yakılmış. Oysa bu âletler hem iyi zanaatkârların elinden çıkmış, hem de altın ve değerli taşlarla bezenmişler. Bu sıralarda, Sultan İstanbul ’da şarap içimiyle çok ilgileniyordu. Muhammed ’in koyduğu kuralların aksine, Yahudilere ve Hıristiyanlara bile olsa kente şarap sokmak yasaktı. Yasaklama kararı Busbecq ve adamlarını rahatsız etmişti. Durumlarının belirsizliğinden dolayı sağlıkları bozulmuş olan Busbecq ve adamları yalnızca su içmek zorunda kalmalarından iyice umutsuzluğa düşmüşlerdi. Busbecq tercümanlarına bir an önce paşaların toplandığı Dîvân ’a başvurmalarını istemiş. Dîvân ’a elçilerin eski haklarının iadesini, kente istediklerini getirmelerinin yine serbest bırakılmasını istiyordu. Ancak tepkiler hemen geldi. Bu yabancılar niye suyla yetinmiyorlardı? Yabancıların evlerine şarap götürdüğünü gören halk ne düşünürdü? Hıristiyanların şaraplarıyla kenti kirletmelerine izin verilmeli miydi? Hattâ Müslümanların elçilikleri ziyaretten dönerken nefeslerinin yasak içki koktuğu gibi suçlamalar da vardı. Ancak paşalar yabancıların istediklerini dikkate almışlar. Böyle bir yasaklama sonucunda yabancıların alışkanlıklarında böylesine köklü bir değişiklik olduğunda, üstelik hayatlarında da kısıtlamalar bulunduğu bir sırada çok büyük, hattâ öldürücü etkileri olabilirdi. Çok büyük bir şarap stoğunun bir gece limana gelmesine izin verildi. Atlar ve arabalar hazır bekliyordu. Bunlar, olabildiğince sessiz ve gizli bir biçimde elçiliğe taşındı. Kent dışında, Rumlar Sultan ’a fikrini değiştirmesi için baskı yapmaya çalıştılar. Sultan’ın üzüm bağlarının çok olduğu bir bölgeden geçeceğini duy173
16. Yüzyılda İstanbul
duklarında Rumlar bağları söküp asma yapraklarını arabalara doldurmaya, yollara yığmaya başladılar. Düşündükleri gibi oradan geçen Sultan bunun nedenini sordu. Artık şarap yapmada kullanamayacakları için yakacaklarını söylemişler. Ama Süleyman bağların bozulmasının durdurulmasını emretmiş, çünkü üzümlerin ya da sularının tüketilmesi yasaklanmamış. Yalnızca tahammür edilmesi yasaklanmıştı. Üstelik de üzüm Tanrı ’nın insana bahşettiği armağanların en güzeliydi. İnsanlar şarap yapamadıkları halde elma ağacı dikmiyorlar mıydı [BUSBECQ 180-182]? Sonbaharda, yeni mevsimin meyveleri olmadan sıcak havalarda yemek üzere üzümleri saklamak için, Türkler önce çekilmiş hardal tohumu yayarlardı tahta ya da toprak bir kaba. Sonra bunun üzerine çok miktar da üzüm yaprağı ve yine çekilmiş hardal tohumu, tekrar bir sıra üzüm yaprağı. Bu işlem tüm kap doluncaya kadar yapılırdı. Sonra tahammür etmemiş, mümkün olabildiğince taze şarap dökülür ve kabın ağzı sıkıca kapatılırdı. Bir sonraki yılın en sıcak günlerine dek açılmazdı. Bu sıcak günlerde Türkler hem meyveyi yer, hem de meyve suyunu severek içerlerdi. Busbecq, hardalın tadını sevmediğini yazıyor. Ancak üzümler iyice yıkandığında hem yemesi hoşmuş, hem de susuzluğu gideriyormuş [BUSBECQ 54]. Türkler darının tahammürüyle elde ettikleri bozayı çok içerdi. Kimi buna bal, zengin olanlar da şeker karıştırırlardı. Söylendiğine göre bu içecek Polonya ya da Rusya ’dan getirilmişti. Bira da mayalanır ve balla sulandırılırdı [DERNSCHWAM 147]. Türkler ’in bir de Arap Şerbeti diye adlandırdıkları içecekleri vardı. Bunu yapmak için, tahta bir tekne içine dövülmüş kuru üzüm konurdu. Belli bir ölçüde sıcak su eklenir, tekne kapanır, iki gün tahammür olması için beklenirdi. Tahammür süreci çok yavaş olursa şarap tortusu eklenirdi. Tahammür ilk başladığında sıvı çok tatlı olurdu. Daha sonra asitleşir, üçüncü, dördüncü günlerdeyse, özellikle buzlu olduğunda, harikulade lezzetli olurdu. Ancak uzun süre saklanamazdı, çünkü çok çabuk ekşirdi. Ayrıca, son aşamada şarap gibi olurdu [BUSBECQ 53]. Şarap içmek Müslümanlıkta günah sayılmasına karşın, rakı bol bol içilirdi. Moryson, şarap içen Müslümanların sadece Yeniçeriler olmayıp din adamlarının da sık sık içtiğini söyler [MORYSON 129]. Şarap üzerine çok bilgi verilmiş. Rakıya ya hiç değinilmiyor ya da kısaca söz ediliyor. Örneğin, Pedro rakıyı Limni Adası bağlamında anıyor. Yine de Pedro, Türkler in yemekten önce birkaç kadeh rakı ve biraz da beyaz şarap içtiklerini yazıyor. Ev sahibi kendisine üşüdüğünde rakı ikram etmiş. Yunanlıların çok rakı içtiklerini anlatıyor; sofrada bir lokma yemek bir yudum rakı alırlarmış [VIAJE 152]. Dernschwam, Türkler arasında uyuşturucu madde kullanımının yaygın olduğunu gözlemlemiş. Bunun nedenini şarap içilmesinin yasak olmasına bağlıyor. Şarap içmek, en azından, açıkça yasaktı. Sarhoş olmanın cezası büyük174
Şarap, Öteki İçkiler ve Uyuşturucular
tü. Ancak su onları neşelendiremediğinden uyuşturuculara başvuruyorlardı. Neşelenmek ve çakırkeyif olmak için Türkler Maslak denilen kurutulmuş yabanî kenevir yapraklarından yapılan yeşil bir toz içerlerdi. Bu İstanbul ’da açıkça satılıyordu. Özellikle gürültücü ve kaba türden erkekler buna çok düşkündüler. Afyon da İstanbul ’a Anadolu ’dan ve Arabistan ’dan geliyordu. Kentin her yerinde rahatlıkla bulunuyordu. Sıradan insanlar zihinlerini bulandıran, renklerini solduran ve alışkanlık yaratan afyon içiyordu. Dernschwam ’a söylendiğine göre çok afyon alıp da uykuya dalınırsa uyandırılmak için burnuna afyon serpmek gerekirdi. Bir başka tür uyuşturucu da Tatula ya da Şeytan Otu’ydu. Bu mercimek büyüklüğünde, İspanyol biberine benzeye sarı bir tohumdu. Ne kadar alınırsa alınsın çok tehlikeli bir uyuşturucuydu. Eczacılardan alınırdı genellikle. Eczacılar ancak tanıdıklarına satarlardı. Ama kente Yahudi kaçakçılarca sokulurdu. Afyon ve tatula karışımı en tehlikeli olanıydı [DERNSCHWAM 52-53, 105]. İranlılar ve diğer Doğulular gibi Türkler de afyon içiyorlardı. Afyonun insana dertlerini unutturduğuna ve savaşta cesaret verdiğine inanılıyordu. Ancak, çok az afyon aldıktan sonra çoğu kendini kaybediyor ve sokaklarda olmadık şeyler yapıp oraya buraya tükürüyor ya da uluyorlardı. Bu durumdayken ellerine geçirdikleri Yahudileri ve Hıristiyanları dövüyorlardı. En tehlikeli ve kavgacıları Acemioğlanlar ve dönme Hıristiyanlardı [NICHOLAY 92a]. İçki sofrasında güzel sesli yakışıklı genç oğlanların varlığı normal olduğu kadar gereklidir de. Balık, yengeç, ıstakoz, karides, midye, istiridye gibi deniz ürünleri içkiyle en iyi giden mezelerdir. Yağlı yemekler, börek ve diğer hamur işleri gitmez. Sofrada et, pilâv, işkembe çorbası bulunabilir. İçkinin yanında balık yumurtası, havyar, isli balık ve etler, pastırma, bol kuru yemiş, çeşit çeşit fıstık, mevsim meyvelerinden bolca olmalıdır. Masada vazoların içinde başta gül olmak üzere, rengârenk çiçekler bulundurulmalıdır. İçkiyi fazla kaçırıp gereğinden fazla gevezelik ederek ya da uyuklayarak ev sahibine ve diğer konuklara rahatsızlık vermek çok ayıptır. İçki sohbetinde dikkatsizce sarf edilebilecek sözleri başkalarına aktarmamaları için hizmet edenlere de biraz içki vermek bazı durumlarda gerekebilir [ÂLİ 162-164]. Gelibolulu Mustafa Âli ’nin içki mezesi olarak salık verdiği deniz ürünleri üzerine dönemin şeyhülislâmı Ebussuud Efendi ’nin bir fetvası var. Burada Âli ’nin tam tersine Ebussuud Efendi ıstakoz, kerevit, midye, istiridye gibi deniz ürünlerinin mekrûh olduğunu, bir başka deyişle yenmemesinin iyi ve sevap olacağını hükme bağlıyor [EBUSSUUD 189]. Sıcak havalarda üst sınıftan Türkler içeceklerini buzlu severlerdi. Tüm yaza yetecek buzu sağlayabilmek amacıyla kışın kar yağdığında, kar toprakta açılan derin kuyulara depolanırdı. Burada kar donardı. Bu kar kuyularından bazıları Galata yakınlarındaydı. Kuyuların ağzında tahta kapaklar vardı. Yaz geldiğinde buz kalıplar haline getirilir, keçeye sarılır ve kente at üzerinde 175
16. Yüzyılda İstanbul
nakledilirdi. Atların her biri iki yanlarında birer buz kalıbı taşırdı. Bu işlem genellikle Bulgarlar ve Hıristiyanlarca gerçekleştirilirdi. Bunlar buzları meyve satıcılarına satarlardı. Buz oldukça pahalıydı. Bir ev, bir günde buz için yarım thaler öderdi. Bu fiyat konuk geldiğinde 2 thaler ’e çıkardı [SCHWEIGGER 116]. Pedro, sayısız kasap dükkânı kadar buz satan dükkânın da olduğunu yazıyor. Kar ve buz, dağlardaki Sultan’ a ait mağaralarda saklanırdı. Deniz yoluyla taşındığı ve çabuk eridiği için fiyatları düşüktü. Eylüle kadar; daha sonra da karla aynı fiyattan büyük buz parçaları satılıyordu. Bıçaklarla kesilen buz parçaları şerbete konurdu. Sultanın stokları bitene dek kimsenin buz veya kar satmasına izin verilmezdi. Bu da Sultan’a yılda 30.000 dükalık bir gelir sağlıyordu. Kimi yıllarda İstanbullular kendileri kar bulabiliyorlardı, kimi yıllarda da hiç kar yağmıyordu [VIAJE 272]. Saray ’da kullanılacak buzun Edirne ’den ya da Bursa ’dan getirtilmesi de yine Dîvân kararıyla saptanmıştı [AR 4-5].
176
Giyim-Kuşam Kadın ve erkekler plisesiz, düz, yere kadar elbiseler giyerdi. Bu elbiseler bedenlerine sıkı sıkıya otururdu. Öylesine ki yürüdüklerinde bedenlerinin biçimi ve kadınların göğüsleri belli olurdu. Üst ve orta sınıftan olanların giysileri altın ve gümüş brokardan, satenden, damaskodan ya da ipektendi. Hanımların saçları ve kaşları siyahtı. Siyah değilse de siyaha boyar ve kaşlarını boyayla birleştirirlerdi. El ve ayak tırnaklarının uçlarına kına yakarlardı. Çocukların da ellerine, ayaklarına ve saçlarına kına yakılırdı. Hanımlar başlarına örtü örterler, üzerine öne doğru, 12-13 santim yüksekliğinde gümüş ve altın işlemeli şapka, bunun üzerine uzun bir örtü daha takarlardı. Bu eşarba, siyah ipek ve bütün yüzü kapayan bir peçe iliştirilirdi. Kimse onların yüzünü göremez, ancak onlar dışarıyı rahatça görürlerdi. Hanımlar kentte dolaşırken tüm bedenlerini beyaz bir örtüyle örterlerdi. Yakın arkadaşları bile onları beyaz çarşaf içindeyken tanıyamazlardı. Kadın ve erkekler maden ökçeli küçük çizme kullanırlardı. Çamaşır olarak, kadınlar pantolon biçiminde külot, renkli pamuklu ya da tafta kombinezon (iç gömleği) giyerlerdi. Bunlar sabunla yıkanırdı. Çamaşırları çok temiz yıkanır, kokular içinde saklanırdı [POSTEL 13-14]. Zaman zaman kadınlar sokağa çıkardı. Peçe takarlardı. Grup halinde ya birini ziyarete ya da hamama giderlerdi. Başlarına yuvarlak bir başlık takarlardı. Bu, ipekten ve altın süslemeliydi. Önünde küçük bir düğme olurdu. Bunun üstüne beyaz, iyi cins muslinden ya da basmadan beyaz bir eşarp bağlarlar, bu eşarpla sırtlarını da örterlerdi. Bu eşarbın ön yüzüne bir karış uzunluğunda ve genişliğinde, tüm yüzü örtecek biçimde, ancak görmeyi de önlemeyecek ince siyah ipek bir tül iliştirilirdi. Kadın giysisinin üstü erkeklerinkinin benzeriydi. Çok zarif ve şık, yakasız ve düğmesiz ceketler giyerlerdi. Bunlar bağcıklarla bağlanırdı. Yoksullarınki dışında bu ceketler ya ipekten ya da kadifeden olurdu. Ceketin altına kadınlar torba biçiminde bol, genellikle taftadan, pantolon giyerdi. Ayaklarında deriden, kırmızı, sarı, kahverengi ya da mavi, topukları çivili terlikler bulunurdu. Bu terliklerin ucu Avrupalılarınkine göre daha dardı ve kolaylıkla giyilip çıkarılabilirdi [DERNSCHWAM 147]. Kadınlar bol ve saydam ipekten ya da başka tür iyi cins bir kumaştan bol şalvar giyerlerdi. Bunun üzerine aynı incelikte iyi cins kırmızı, sarı ya 177
16. Yüzyılda İstanbul
da mavi bol bir elbise geçirirlerdi. Başlarına altın sikkelerle süslü ufak bir ipek şapka takarlardı. Saçlarını tek bir örgü hâlinde örer, bunu yine sikkelerle ve değerli taşlarla süslü bir fileyle toplarlardı. Nalınları boyalı tahtadan, kimi zaman da gümüş süslü olurdu. Bol elbisenin üzerine, üstlerine tam oturan ve dizlere kadar uzanan bir manto giyerlerdi. Bu manto işli ve ipekten olurdu. Siyah, ipek bir kurdele şapkayı çevrelerdi. Botları hafif, büyük ve boldu. Kısa manto üzerine bir de damasko ipeğinden uzun manto giyerlerdi. Küçük şapkanın üzerinde, üzerinden Sokakta iki kadın (BREMEN). inciler sarkan altın bir rozet olurdu. Ayakkabılar düşük kalitedendi. Pahalıya mal olamazdı. Ancak paltoları pahalı İngiliz kumaşındandı. Ayrıca gerdanlık, küpe, altın ve değerli taşlı yüzükler gibi mücevherler takılırdı. Belden bir mendil sarkardı. Kadınlar yarı saydam bir peçe takarak yüzlerini saklarlardı. Dolayısıyla soyluların hanımları hep peçeli gezerdi. Arabaları kumaşla kaplı olduğundan gezintiye çıkan hanımları kimse göremezdi. Erkeklerin giysileri de kadınlarınki gibi görkemli ve pahalıydı. Aşağı yukarı benzer şeyleri giyerlerdi. En önemli fark başlıklarındaydı. Çocuklara da ipek giysiler giydirilir, altın süslemeler takılırdı. Kıyafet sergilemesi Türklerin en büyük zevkiydi. Güzel giyinmek, bol ve iyi yemekten daha önemliydi [SCHWEIGGER 203-204]. Türkler, genellikle saçlarını kökünden tıraş eder, sadece başlarının en tepesinde bir tutam saç bırakırlardı. Önceleri iyice tıraş olup sadece bıyık bırakmalarına karşın, daha sonra ağızları çevresinde sakal bırakmaya başlamışlardı. Başlarına kırmızı çuhadan dar bir fes giyerler, bunun üzerine de, 10-15 metre uzunluğunda beyaz bir kumaşı, kendi dillerinde tülbent, İngilizce ’ de türban denen yarım daire biçiminde sararlardı. Türbana küçük çemberler destek olurdu. Batı ’da giyilen herhangi bir şapkadan daha hafif olan bu kalın ama hafif sarık, başı hem güneş ışınlarından korur, hem de serin 178
Giyim-Kuşam
tutardı. Türkler, birini selâmlarken sarıklarını çıkartmaz, sadece başlarını eğip sol ellerini sağ göğüslerine koyarak selâm verirlerdi. Değişik sarık çeşitleri rütbeleri gösterir, bunlara bakarak giyenin rütbesi ve toplumdaki yeri saptanabilirdi [MORYSON 223]. Ev dışında kadınlar kemersiz ince, yere kadar uzanan, arkadan, kalçalarından torba biçiminde dökülen ince elbiseler giyerlerdi. Bu elbise onları şişman ve çirkin gösterirdi. Kadın hizmetkârlar ve esirler yalnızca gözlerini açıkta bırakan, çarşaf gibi beyaz bir kumaşa sarınırlardı [DERNSCHWAM 132]. Osmanlılarda kadınların giysileri de erkeklerin giysilerine çok benzer. Onlar da giysilerinin altına incecik ketenden, ipekle iğne İstanbul’dan iki erkek (BREMEN). oyası işlenmiş uzun iç çamaşırı ve üzerinde dore veya gümüş işlemeli süsler bulunan pabuç veya fotin giyerlerdi. Bunlar da sadece dışarda giyilir; kadınlar evde yalınayak veya terlikle dolaşırlardı. Genellikle topuz yapılan saçlara, değerli taşlar, iğne oyasından yapılmış çiçekler, inci, sedef, altın, fildişi, kemik saç tokaları takılırdı. Moryson, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaptığı gezi süresince nereye giderse gitsin hiçbir Türk kadınını evinin dışında başı açık görmediğini, hepsinin başını ve alnını en azından beyaz bir tülbentle örttüğünü, yüz, boyun ve ağız kısmının peçeyle saklandığını, ellerin bile çarşafın altında gizlendiğini, tüm kadınların sokağa çıkarken, ne kadar zengin olursa olsun, elbiselerinin üzerine tek tip koyu renk kumaştan yapılmış bir giysi giydiklerini, böylece hiçbirinin güzel mi çirkin mi, varlıklı mı yoksul mu olduğunun pek belirlenemediğini söyler [MORYSON 226-227]. Bellerine ipek ya da ketenden yapılmış geniş bir bağı iki üç kere dolarlar, bazen de altın veya gümüş tokalı ince deriden bir kemerle bellerini sıkarlardı. Pantolon yerine uzun yünlü bir entari giyerler, gömleklerini bunun üzerine çıkarırlardı. İç çamaşırı olarak çok ince keten veya pamukludan yapılmış koyu bej rengi, ama tertemiz uzun don giyerler, çorapları için diz bağı kullanmazlardı. Giysiler, genellikle İngiltere veya Venedik ’ten gelen satenden veya jorjet gibi ince kumaşlardan, Şam ’ dan gelen damaskodan yapılır, paltolar, İngiltere ’ den 179
16. Yüzyılda İstanbul
getirtilen, dar giysilerde soğuğu, bol giysilerde de ısıyı geçirmediği için çok tutulan, siyah tavşan kürküyle astarlanırdı [MORYSON 225]. Yeşil renkten sonra en revaçta renk olan gök mavisi ipekten dar kollu uzun elbiseler giyen çeşitli tarikatlara mensup din adamları vardı. Bunların taktığı türban başkalarının türbanlarından daha geniş ve daha yassıydı. Bu din adamlarının en başta geleni, padişahın çok saydığı ve savaş sırasında birçok konuyu danıştığı “Müftü”ydü. Müftü den sonra en saygın kişi, İslâm kanunlarının uygulanmasından sorumlu olan “Kadı”ydı [MORYSON 225]. Müslümanlar, Hıristiyanlar tarafından çok giyildiği için, siyah rengi hiç sevmezlerdi [MORYSON 225]. Sivri uçlu erkek ayakkabıları bordo veya tahin renginde ince deriden yapılır, 2-3 santim yükseklikteki topuklarının altına küçük demirler çakılırdı. Erkekler ince deriden yapılmış fotin de giyerlerdi. Yalnızca sokakta giyilen pabuç veya fotinler eve girerken çıkartılır, evde terlikle ya da terliksiz dolaşılırdı [MORYSON 225]. Moryson, Türk erkeklerinin genellikle hiç yüzük takmadıklarını; ancak, atlarını süslediklerini, bunların süslerinin hakikî taşlardan olmayıp değersiz taşların kullanıldığını söyler [MORYSON 226]. Pedro, Türkler in giyimiyle giydikleri kürk çeşitleri konusunda bilgi verir. Örneğin, zeplin (cebellinas) ile samur (martas), kuzu kürkünden daha çok giyilir. Hem çok çeşitli, hem de ucuz olduğundan, ister Hıristiyan, Yahudi, ister Türk olsun, herkes kışın kürk giyer. Bu arada zeplinin en iyisi 100-150 riyale, samuru andıran köstebek (turones) 7 riyale, tavşan, gri fare (rata) 4 riyale, erkek tilki 3 riyale, kuzu 2 riyale, erkek tilkiyi andıran çakal da yalnızca 1 dükaya alınabilir. Pedro, Türklerin, özellikle gezilerde zeplini andıran, 10 riyale satılan kurt kürkünü yeğlediklerini söyler [VIAJE 241]. İstanbul ’ da Rumlar, İtalyanlar, Portekizliler, İspanyollar, Almanlar, Macarlar, Bohemyalılar, Polonyalılar gibi Müslüman olmayan çeşitli yabancılar kendi dillerini konuştukları gibi, ülkelerine özgü giysiler de giyerlerdi [DERNSCHWAM 114]. İstanbul'un gençleri (VİYANA I). 180
Giyim-Kuşam
Müslümanlar ın Yahudilerle Rumlardan ayırt edilmesi için Yahudiler safran sarısı, Rumlar da lacivert başlık giymek zorundaydılar [VIAJE 243]. Rumlar, başka Hıristiyanlar ve yabancılar genellikle mavibeyaz çizgili entari giyer, şase denen küçük bir takke takarlardı. Fynes Moryson da, böyle bir takkeye 15 meidin (1 meidin 3 akçe ediyordu) ödediğini söyler [MORYSON 224]. Türk kadınları gibi Ermeni kadınları da bol pantolon üzerine etek giyerler ama yüzlerine siyah bezden peçe yerine güzel, beyaz tül takarlardı [GERLACH 322]. Nicholay ’ın dediğine göre daha önce hiç Peralı Rum ya da Frenk kadını görmemiş olanlar onların gösterişli giysileri karşı- Kışlık giysileriyle iki Türk erkeği (BREMEN). sında hayrete düşerlerdi. Kentli ya da tüccar hanımı kadınlar kadife pelerin, altın ya da gümüş düğmeli dantelli giysiler giyerlerdi. Hattâ parasal durumu çok iyi olmayan kadınların bile ipek ve taftadan giysileri vardı. Güzel ve pahalı giysilerin yanı sıra bir dolu altın zincir, bilezik, yüzük ve genellikle değerli taşlarla bezenmiş takıları taşırlardı. Kızlar ve yeni evliler kızıl saten şapka takar ya da başlarına 5 santim eninde ipek kumaştan altın süslemeli, inci ve yarı değerli taşlarla bezenmiş atkılar dolarlardı. Görkemli giyinmeye öylesine çok önem veriyorlardı ki kocaları pahalı isteklerini yerine getiremezse ihtiyaçlarını karşılayacak arkadaşlar bulurlardı. Bundan utanmazlardı. Ancak daha yaşlı kadınlar, aynı biçimde giyinseler de, daha ağır başlı davranırlardı. Dul kadınlar da keten kumaşlara sarınırlardı. Dul kadınlar da buna benzer keten kumaş kullanırlardı, ama onlarınki safranla sarıya boyanmış olurdu [NICHOLAY 66b]. Pedro, kumaş ve terzi fiyatlarının İspanya ’ dakilere kıyasla çok daha ucuz olduğundan, bir elbiselik kumaşın yirmi ile kırk düka arasında satılıp dikiş parasının bir dükayı aşmadığından, terzilerin bir elbiseyi en çok iki günde diktiğinden söz eder [VIAJE 239].
181
Okul çocukları Kur’ân taşırken sokaktan geçenlerden bahşiş topluyorlar (VİYANA I).
182
Aile İçi Yaşam
Osmanlılarda doğumdan ölüme kadar aile içinde çeşitli görenekler vardır. Bu döngünün önemli bir halkası evlenme ve düğündür. Önemi göz önünde bulundurularak bunlar ayrı bir bölümde ele alınacaktır. Öteki uluslarla karşılaştırıldığında, Türkler hanımlarının namusuna çok önem verirlermiş. İnanılırdı ki bir kadın bir erkeğin isteklerinin uyanmasına neden olduğunda, göründüğünün farkında olmasa bile, erkeğin düşünceleriyle kirletilmiş olurdu. Bu nedenle, kadınların evlerinin dışına çıkmasına nadiren izin verilirdi. Böyle zamanlarda da kadınlar öylesine sarıp sarmalanırdı ki hiçbir yerleri hiçbir erkekçe görülemezdi. Busbecq ’e göre üst sınıflardan bir erkek evlendiğinde eşlerinin evlerinden asla çıkmayacağını, kadın ya da erkek konuk kabul etmeyeceğini, hattâ kadının yakın akrabalarının bile eve gelemeyeceğini şart koşuyorlardı. Analar, babalar kızlarını ancak dinî bayram günlerinde 183
16. Yüzyılda İstanbul
ziyaret edebilirlerdi. Kadın üst sınıftan ise, ya da büyük bir çeyiz getirmişse, erkek bir kadın alacağına ve hiç odalık almayacağına söz verebilirdi. Bir odalığın efendisinden çocuğu olursa onun nikâhlı karısı olamazdı, ancak özgürlüğüne kavuşurdu. Nikâhlı hanım ile odalık arasındaki tek fark çeyiz sahibi olma ya da evlilikte mal üzerinde belli bir hakka sahip olma konusundaydı. Hiçbir esirin böyle bir hakkı yoktu. Bunlar kadına evde erkeğin eşi olma ve evdeki diğer kadınlar üzerinde söz sahibi olma hakkını sağEvinde oturan bir Türk kadını (BREMEN). lıyordu. Erkek gece kiminle yatacağını seçerdi. Arzularını karısına bildirirdi. Kadın ona seçtiği esiri yollardı. Ancak cuma geceleri evin hanımına aitti. Bu gece de ihmal edilirse, kadın o zaman şikâyet etme hakkına sahip olurdu [BUSBECQ 117-118]. Türk kadınları, Fransız kadınlarının tersine çocuklarını sütannelere vermez, kendileri emzirirmiş. Çocuklara kendi annelerinin bakmasının en iyisi olduğuna inanırlarmış. Sultan’ın saraylarını koruyan hadımağalarından kimisi çok iyi eğitim görmüştü. Genç prenslere ilk eğitimlerini bu hadımağaları verirdi. Daha ciddî eğitim görecek yaşa geldiklerinde, genç prensler yaşlı bir bilgine ya da hocaya teslim edilirdi. Bu yaşlı bilgin onlara Türkçe ve Arapça öğretirdi. Çünkü her iki dilde de basılmış öğretici kitap yoktu. Zor Arap alfabesi söküldüğü zaman öğrenciler kutsal Kur’ ân ’ı, İslâm dininin yasalarını ve dualarını iyice öğrenip ezberlerdi. Postel ’in yazdığına göre kendi ulusunun Türklerden ve Yahudilerden öğreneceği çok şey vardı. Bunların başında, kutsal metinleri, dinlerinin temel ilkesini, tüm yaşamları boyunca unutamayacakları biçimde çocukların zihinlerine yerleştirmek geliyordu. Sonra, öğrenciler öteki konuları öğrenirlerdi. Ancak retorik ve tarihe çok önem verilmezdi, çünkü Türkler tarih kitaplarına pek yer vermezlerdi. Gerekçeleri ise tarih yazarlarının doğruyu yazmadıkları, hükümdarların yaşamı sırasında onları pohpohlamaktan başka bir şey yapmadıkları, hükümdarlar öldükten sonra da olayların unutulduğuydu. Retorikte hiçbir yarar görmüyorlardı. Türklere göre ko184
Aile İçi Yaşam
nuşma basit ve anlaşılır olmalı, birkaç sözcük içinde her şey ifade edilmeliydi [POSTEL 30-31; 34-35]. Orta ve üst sınıfa mensup ailelerin çocukları da benzer biçimde eğitilirlerdi. Ancak bu çocuklar ya hadım edilmiş ya da yıllar içinde yetkinliğini kanıtlamış ve gençleri ahlâken yıkıma uğratmayacağı kesin olan hocaların bulunduğu okullara gönderilirlerdi. Yoksul ailelerin çocukları Sultan’ ın Tanrı adına açtığı okullarda eğitim görebilirdi. Bu çocuklar bu okullarda her tür bilginin yanında iyilikseverliği de öğrenirlerdi. Kızlar kesinlikle evden dışarı çıkamazdı. Kızlar evlerinde dikiş dikmeyi, nakış işlemeyi ve kadınların bilmesi gereken işleri öğrenirlerdi [POSTEL 34-35]. Çocuklar sınıflarda sıralara değil, yerlere otururlardı. Bassano çocukların okurken neden başlarını salladıklarını sorduğunda, öğretmen Allah ’ın adı
Bir grup kadın (VİYANA I).
185
16. Yüzyılda İstanbul
geçtikçe saygıdan başlarını salladıklarını söylemiş. Türkler, saygısızlık olmasın diye Allah ’ın adını herhangi bir kâğıt parçasına yazmazlardı. Böyle bir kâğıt parçası Kadı ’nın eline geçtiğinde, bunun Hıristiyan ya da Musevî tarafından yazıldığını bilen Kadı onu para ya da hapis cezasına çarptırırdı. Okula giden çocuklar (okulda Allah ’ın adı geçen bir şey okuyabilecekleri için), kız olsun oğlan olsun, iyice yıkanırlar ve okulda da kullanmak üzere yanlarına su alırlardı. Bassano ’ya göre, Türkçe ’nin karmaşık dilbilgisi kuralları yoktu. Bu nedenle çocuk okuma yazmayı öğrenir öğrenmez ailesi onu okuldan alırdı. Okuldan ayrılan çocuk arkadaşlarıyla sokaklarda yürür, arkadaşları onu öven şarkılar söylerdi. Böylece diğer erkek çocuklar da çabuk öğrenmeye teşvik edilirdi [BASSANO 37a-37b]. Sıradan insanlar bir tabaktan yerdi. Bu tabak alçak tahta bir sofra üzerine konurdu. Bu sofra aynı zamanda sandık olarak da kullanılırdı. Bunun üzerine madenî bir tepsi, onun üzerine de çevresine ince kösele şerit dikilmiş bir deri parçası konurdu. Bu, kese gibi de kullanılırdı [POSTEL 25]. Giysilerine düşkünlüklerinin tersine, Türkler in evlerinde yok denecek kadar az mobilya ve mutfak gereci vardı. Sandık yerine kırmızı deriden örtüsü olan sepet kullanıyorlardı. Karyola yerine alçak sedirlerde yatıyorlardı. Yatak örtüleri ipek ya da diğer pahalı kumaşlardandı. Bu örtüler yorgan gibi dikilir, altın ipliklerle işlenirdi. Yastık yüzleri de aynı biçimde işlemeli olurdu. Camlar Batı Avrupa ’da olduğu gibi kurşun çerçeveye oturmazdı. Bunlar mozaik düzenlemelerle bezenmiş sevimli alçı çerçevelere takılırdı [SCHWEIGGER 211]. Türkler kuştüyü yatakta değil, pamuk ya da yün doldurulmuş şiltelerde yatarlardı. Bu şilteler, yere konulan tahtalar üzerine yerleştirilirdi. Sabahları ise hepsi yüklüğe kaldırılır, üstlerine de ince işli yastıklar konurdu. Kentlerde yalnız çok yoksulların yorganları kadife, brokar, saten veya taftadan değildi. Çarşaflar pamuktan dokunurdu. Alt sınıflarda çarşaflardan biri yorgana, öteki ise şiltenin üzerine konur, ayda bir ya da iki ayda bir değiştirilirdi [POSTEL 28]. Türkler kilim ya da şilte üzerinde, üzerlerine yorgan alarak uyurlardı [MORYSON 130]. Genellikle 14 ilâ 24-25 yaşları arasındaki Müslümanlar da Yahudiler gibi sünnet edilirdi. Sünnet daha küçük yaşlarda, Tanrı ’ya saygının bir göstergesi olarak bir adağın yerine getirilmesi için ya da çocuğun ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalması halinde gerçekleşebilirdi. Kararlaştırılan günde, sünnet edilecek çocuk câmiye at sırtında ya da yürüyen bir kalabalığın eşliğinde götürülürdü. Câmide imâm çocuğa Müslüman olup olmadığını, Muhammed ’in Tanrı ’nın peygamberi olduğuna ve Muhammed ’in Tanrı ’nın kendisine gönderdiği âyetleri yazdığına inanıp inanmadığını sorar, daha sonra çocuk gerçek inancı koruyup gözeteceğine, inananların dostu, inanmayanların düşmanı olacağına yemin ederdi. Çocuk sünnet edildikten sonra, ailesi törene katılanların mevki ve zenginliğine göre üç güne kadar ağırlardı. Bir prensin sünneti hükümdarlık ailesi içindeki bir düğünden de görkemli olur186
Aile İçi Yaşam
du. Her tür eğlenti düzenlendiği gibi turnuvalar da yapılırdı [POSTEL 41-42]. Yakında câmi olmadığı zaman, sünnet töreni evde gerçekleşirdi. Postel, aynı zamanda, sünnetin Yahudilerde olduğu gibi doğumdan sonraki sekizinci günde de yapıldığını duyduğunu yazıyor. Müslümanlar bu âdeti Yahudilerden almışlardı. Zengin ya da zenginin kölesi olan bir Hıristiyan, Müslüman olduğunda câmiye tıpkı bir Müslüman ’ın götürüldüğü gibi götürülürmüş. Ancak, fakirse ya da Müslüman olmaya zorlanmış bir zavallıysa birinin ona kılavuzluk etmesi gerekirmiş. Kılavuz, Müslüman olacak olanın eline dik tutacağı bir ok verir ve câmiye kadar adam elinde okla yürürken kılavuz da “Yeni Müslüman ’a yol verin, selâmlayın!”, “Tanrı’ya şükrolsun!” diye bağırırmış. Gelip geçen birkaç akçe verirmiş. 300 akçe toplandığında sünnet Biri çocuklu iki Türk kadını (BREMEN). gerçekleşir ve bu para daha sonra verilecek şölende kullanılırmış. Postel, kime sorarsa sorsun, okun kesin olarak neyi simgelediğini öğrenememiş. Kimi bunun tek bir Tanrı olduğunu, kimi ise dinini değiştirenin yeni inancını koruma arzusunu gösterdiğini söylemiş [POSTEL 4243]. Türk erkek çocukları genellikle dört, beş ya da yedi yaşındayken sünnet edilirdi. Sünnet olacak çocuğa değerli taşlarla süslü bir giysi giydirilir ve en büyük sokaklarda gezdirilirdi. Bundan sonra aile konukları eğlenceye davet eder ve çocuğa armağanlar verilirdi. Operasyon sırasında din adamları dualar okur ve konuklar çocuğu onu eğlendirerek oyalamaya çalışırdı. Önemli bir kimsenin çocuğu sünnet edilirken büyük eğlenceler düzenlenir ve insanlar ellerinde meşalelerle müzik eşliğinde yürürler, şölenler verilirdi. Gerlach, 187
16. Yüzyılda İstanbul
böylesi bir olayı anlatırken bir düğündeki gibi kendisine hizmet edildiğini yazıyor. Ahmed Paşa ’nın iki oğlu 15 Kasım 1576 ’ da sünnet edilirken Gerlach bu görkemli kutlamaları izlemiş [GERLACH 270, 410]. Türk çocukları önceleri oniki-onüç yaşında sünnet edilirken, salgın hastalık yüzünden pek çok çocuk ölünce sünnet daha erken bir yaşta yapılmaya başlandı. Sünnet günü gelince, çocuğu yüreklendirmek amacıyla, özel giysiler giydirilir ve at üstünde, davul zurna eşliğinde kentte dolaştırılırdı. Babalar çocuklarının sünnetini âdeta bir düğün olarak benimserlerdi. Dernschwam ’ın komşusu olan bir berberin oğlu sünnet olduğunda kadın erkek birlikte at sırtında düğün alayı yaparlar [DERNSCHWAM 139]. Türklerin tersine Yahudiler erkek çocuklarını doğumdan sonraki sekizinci günde sünnet ederlerdi. Türkler sünnet derisini hafifçe keserken, Yahudiler tüm sünnet derisini mümkün olduğunca arkaya çekiyorlardı. 12 Eylül 1577 ’de Gerlach bir Yahudi sünnet törenine tanık oldu. Yahudiler evin dışında ve içinde toplandılar. Operasyonun Tanrı ’nın isteği üzerine yapıldığını söylüyorlardı ve bebek ağlamaya başladığında haham bebeğe adını verdi. Tören sırasında çalınan Yahudi müziği Yunan müziğinden daha çok hoşuna gitmiş Gerlach ’ın [GERLACH 385]. Rum çocuklar iki ya da üç yaşına gelinceye kadar vaftiz edilmezlerdi. Tören sırasında, evde ya da kilisede, çocuklar mum taşırlardı ve üzerlerine su dökülürdü. Rum kızları genellikle 12 ya da 13 yaşında evlenirlerdi. Bir kadın veya erkek öldüğünde Türk törelerine göre ölü ılık su ile yıkanır, beyaz bir kefene sarılır ve tahta bir tabuta konurdu. Akrabalar geceleyin sokakta “ hu, hu, hu” diye bağıran ağlayıcılar tutarlardı. Tüm mezarlıklar kent dışındaydı. Mezarlıkların çevresinde duvar veya çit olmazdı. Cenaze törenlerine yalnızca erkekler katılırdı. İmâmlar tabutun önünde, cemaat ardında yürürdü. Yol uzun olduğundan, tabutu taşıyanlar, bir câmi ya da türbeye rastgelindiğinde tabutu yere bırakır ve ölünün ruhuna dua ederlerdi. Tabut yeşil ya da kırmızı çuhayla örtülür, bunun üzerine gümüş ve altın işlemeli mavi kumaşlar konurdu. Kabristanda dua edilir ve genellikle tabutun kapağı tabut mezara konmadan açılırdı. Bir mezara birden fazla ölü gömülmezdi. Daha sonraki günlerde kadınlar mezarı ziyaret ederler, ağıtlar söylerlerdi. Ölene, ona öyle iyi hizmet eden ve onu o denli çok seven karısını bırakıp gittiği için sitem edilir, hayatından hoşnut olmadığından mı dünyayı terk ettiği sorulurdu. Daha sonra mezara yumurta, peynir ve et bırakılırdı. Ne kadınlar ne de erkekler yas giysisi giyerdi. Ancak erkekler siyah, kahverengi, koyu eflatun gibi koyu renk bir cüppe giyerlerdi. Üst sınıftan bazı kişiler enli, siyah kurdele takarlardı. Her bir mezarın başına yaklaşık 50 cm. yüksekliğinde silindir biçiminde ya da kesilmemiş bir taş dikilirdi. Önemli insanlar bazen dikdörtgen biçiminde mermer mezarlara gömülürdü. Başucunda da bir insan boyunda, ucu sarık biçiminde bir taş dikilirdi. Bu sarık ölenin rütbesini, sınıfını belirlerdi. Kimi kez bu taşa Arapça Kur’ân ’ dan âyetler kazınırdı. Bazen 188
Aile İçi Yaşam
Önemli bir paşanın cenazesi (VİYANA I).
böyle bir taş yerine bir karış eninde, bir insan boyunda üzerine yine âyetler kazınmış plaka biçiminde bir taş dikilirdi. Hıristiyan mezar taşlarında sıkça rastlandığı gibi ölenin hayatta yaptıkları, armaları ya da insan portreleri asla mezar taşlarına geçirilmezdi. Büyük devlet adamları, paşalar ve benzer yüksek mevki sahipleri bazen ölmeden önce mezarlarını yaptırırdı. Bu türbeler câmi bahçesinde, mescitlerde olabildiği gibi büyük bahçeler içine kurulmuş, havuzlu ve yoksullara yemek veren imâretli görkemli câmilerde de olurdu [SCHWEIGGER 199-200]. Gerlach ’ın tanık olduğu bir cenaze merasiminde dua eden bir imâm tabutun önünde yürüyordu. Kortej mezarlığa ulaştığında tabut bir taşın üzeri189
16. Yüzyılda İstanbul
Bir Yahudi cenazesi (KASSEL).
ne kondu ve orada olanların tümü Tanrı ’ya ölenin günahlarını affetmesi için dua ettiler. Dua, gömme işlemi bitene dek devam etti. Ertesi gün ölenin dul karısı mezara geldi ve tekrar tekrar kendisini neden terk ettiğini sordu. Aynı anda, dul kadınla gelen kadınlar da mezarın etrafını çevreleyip imâmla birlikte dua ettiler [GERLACH 249]. Genç bir Türk kızı ya da erkek çocuğu öldüğünde cenaze kortejinin başında iki erkek bir elma ağacı taşırdı. Arkalarında, altı ya da sekiz adam siyah ipek örtü örtülmüş tabutu taşırlardı. Onların arkasından, kadınlar dışındaki tüm komşu ve arkadaşlar gelirdi. Hep beraber câmiye ölen için dua etmeye giderlerdi [GERLACH 413]. Ne zaman bir Rum ya da Yahudi ölse ağlayıcı kadınlar yüksek sesle ağıt yakarlar, saçlarını yolarlar, göğüslerini yumruklarlar ve yüzlerini tırmalarlardı [GERLACH 119].
190
Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı Guillaume Postel, Türklerin evlenmeleri üzerine yazılanların birçoğunun yanlış olduğunu belirtiyor. Örneğin, Hıristiyan yazarlar Kur’ân ’daki on iki kadın bir erkeğe eşittir sözünü, Müslüman bir erkek on iki kadınla evlenebilir diye yorumlamışlar. Oysa bu İslâm dininin kadını aşağıladığını gösterir [POSTEL 4]. Postel ’e göre, Müslüman bir erkek istediği herhangi bir kadınla evlenmekte özgürdü. Ne bir imâm ne de bir görevli bu evliliğe karşı çıkabilirdi. Ve Muhammed geçimini sağlayabildikten sonra bir erkeğin istediği kadar esir ve kadın alabileceğini söylemişti. Ancak Türkler arasında genelde erkekler bir kadınla evleniyordu. Ayrıca, dinsel yasaklara göre gebe bir kadına dokunmak yasaktı. Ancak gebe de olsa karılarının esirleri ya da başka esirlerle yatmakta özgürdü. Ancak birinci karısının yaşadığı eve bir ikincisini getiremezdi [POSTEL 5]. Genç bir adam evlenmek istediğinde, önce gelinin ailesiyle erkeğin ailesi görüşür, aileler anlaşırsa erkeğin kızı yalnızca bir kez görmesine izin verilirdi [POSTEL 8]. Bir başka tür evlilik biçimi daha vardı. Bu geçici bir birleşmeydi. Kâbin deniyordu. Erkek genellikle bulunduğu yerin yabancısıydı. Belli bir süre orada kalacaktı. Bu süre içinde bir eş istiyordu. Kadına ayrıldıklarında belli bir para vermeyi üstlenirdi [POSTEL 9]. Kadılar kâbin törenini Hıristiyanlar arasında ancak Hıristiyan evlilik törenlerindeki biçim ve sözler yerine getirildiğinde gerçekleştirebilirlerdi. Yani, kadı damada gelini dininin yasalarına ve geleneklerine uygun olarak aldığına dair Tanrı adına yemin ettirirdi, daha sonra geline de aynı biçimde yemin ettirilirdi [POSTEL 9]. Bassano, yaygın inancın tersine Türklerin yedi değil, iki karıları olabileceğini belirtiyor. Ancak, kadın esirlere sahip evli bir adam bunlardan üç ya da dördünü kapatma tutabilirdi. Üstelik hemen hemen her Türk ’ün karısına ev işlerinde yardımcı olan bir câriyesi vardı. Evlenmeden önce, damat geline mehir denilen bir miktar para için söz verirdi. Gelin kâbin denilen bir miktar daha isterdi. Nikâh kıyan din görevlisi miktarları kaydederdi. Gelin kocasının kendisine verdiği evden memnun kalmazsa kocasını bırakıp bir başkası191
16. Yüzyılda İstanbul
Önden gidenler mehter, nahıl, Kur’ân taşıyıcı; at üstünde, bir cibinlikle örtülü gelin, çevresinde harem ağaları, arkadan at üstünde kadınlar (GENADIUS&BREMEN).
192
Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı
193
16. Yüzyılda İstanbul
nı arama hakkına sahipti. Evlilikte cinsel ilişki olmamışsa ya da kocanın sapık eğilimleri varsa, erkek çocuklarla ilişki kuruyorsa, isteği dışında karısını şarap içmeye zorluyorsa boşanma için tüm koşullar hazır demekti. Böyle durumlarda hatalı koca karısına, ona söz verdiği miktar parayı vermek zorundaydı. Öte yandan, kadın kısırsa koca karısını boşayabilirdi. Ancak mehr ’i vermek zorundaydı. Boşanmadan sonra, kadın da erkek de tekrar evlenebilirdi. Ancak koca yine boşandığı karısıyla evlenmeyi arzu ederse kadının bu arada başka bir erkekle evlenmiş olması gerekiyordu. İlk kocası kadına ikinci bir mehr vermeyi kabul etmeliydi. Bir Türk kadını Hıristiyan bir erkekle evlenemezdi, ama bir Türk erkeği Hıristiyan bir kadınla evlenebilirdi. Ancak onun kiliseye gitmesine izin vermek zorundaydı. Bassano, Müslüman kocalarının ölümünden sonra anneleriyle yaşayan Hıristiyan kadınlara rastlamıştı. Hıristiyanlar kendi aralarında evlenebilirler ama, Müslüman ya da Hıristiyan, câriye sahibi olamazlardı. Câriyeyle beraber olan bir Hıristiyan ’ı, kadı evlenmeye zorlardı. Bassano, Rumların Latinleri hiç sevmediklerini yazmış. Rumların, kızlarının Latinlerle evleneceklerine Türklerle evlenmesini yeğlediklerini söylüyor. Kimi Türkler oğlancıydı. Bunlar arasında paşalar, beylerbeyleri, amiraller, kadılar, imâmlar ve başkaca önemli kişiler vardı. Sultan da oğlanların arkadaşlığından hoşlanırdı ancak daha sonraları bu hastalıklı ilişkilere karşı çıkmıştı. Birçok Rum ve denizci de aynı günahı işliyordu [BASSANO 21b-22b]. Sultan sefere çıktığında emrindeki tüm Yeniçeriler, askerler ve subaylar sefer süresince evlerine dönemezdi. Bu süre kimi kez üç yıla varırdı. Karılarının kötü yola düştüğü de olurdu. Bunlar her gün hamama giderler, adı çıkmış meyhânelerde sık sık görünürler, şehvet düşkünüyseler geceyi dışarda geçirirlerdi. Bu tip fahişelerin sayısı kabarıktı. Fahişe oldukları anlaşıldığında yakalanıp cezalandırılırlardı. Ancak yüzleri peçeli olduğundan kendi kocaları bile onları güçlükle tanıyabilirdi. Dernschwam ’a göre İstanbul öylesine büyük bir ahlâkî çöküntü içindeydi ki Sodom ve Gomore ’ye taş çıkartırdı. Bunun nedeni de erkeklerin kadınlarını kilit altında tutmalarıydı. Bir erkeğin iki ya da üç karısı varsa bunlar ev işlerine yardım ederdi ya da erkek bir ya da iki kadın esir alırdı ve hoşnut kaldığı sürece bunları evde tutardı. Bıktığındaysa satardı. İsterse bir esirle evlenebilirdi. Ancak evliyken bıkarsa satamaz, çeyizini de ödemek zorunda kalırdı. Bu zavallı kadın esirler, kaderlerinin değişmesine dua ederek susuzluk ve açlığa, uzun saatler boyunca çalışmaya ve acıya katlanmak zorundaydılar. Ateşli genç bir erkek üç kadın esir alabilirdi. Eğer evliyse esirlere kötü davranırdı. Parasını çarçur eder de meteliksiz kalırsa esirleri satardı. Şehvet düşkünü erkekler üç ya da dört kadınla evlenirdi. Ancak günlük geliri beş ya da altı akçeyi aşmayan bu aileler sefalet içinde yaşarlar, kapılarını kimseye açmazlardı [DERNSCHWAM 134]. Bir erkek bir kadını başka bir ülkeden kaçırabilir ya da esir pazarından satın alabilirdi. Sonra da onunla yatardı. Kadından hoşnut kalırsa, onunla evlenirdi. Ancak evlenirse kadının huzurunda ona çeyiz olarak belli tutarda 194
Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı
bir para ödeyeceğine yemin ederdi. Bu tutar resmî nikâh kaydına da yazılırdı [DERNSCHWAM 133]. Evlilik törenleri câmide yapılmaz, hiçbir imâm çiftleri birleştirip kutsamazdı. Boşanma durumuna kadı karar verirdi. Geleneklere göre, boşanma hâlinde erkek, erkek çocuklarını, kadın da, kız çocuklarını alırdı. Schweigger, çok kadınla evlenmenin olağan olmadığını, Türklerin Yahudilerle ve Hıristiyanlarla birlikte olmalarının sonucunda bir kadınla evlenmeyi yeğlediklerini, böylece erkeklerin evlerinde daha çok huzur sağlandığını, daha az sorumluluk aldığını yazıyor [SCHWEIGGER 211]. Gerlach ’a göre Rum kadınlar Türk erkekleriyle evlenebilirdi. Çiftin çocukları olduğunda oğlan çocukları sünnet olur, kız çocukları vaftiz edilirdi [GERLACH 153]. Eskiden Yeniçerilerin birden çok kadınla evlenmelerine izin verilmezdi. Ancak bu kural Sultan Süleyman ’ın zamanında değiştirildi. Dernschwam, gündeliği yalnızca altı, yedi ya da sekiz akçe olan bir Yeniçerinin iki kadını nasıl geçindirdiğine şaşmış [DERNSCHWAM 133]. Türklerin dinî yasalarına göre cinsel birleşmeden hemen sonra kadın yataktan kalkmalı ve tüm bedenini iyice yıkayıp temizlemeliydi. Bir gecede kaç kez olursa olsun her birleşmeden sonra yıkanmalıydı. Sonra ertesi sabah akrabaları ve esirleriyle hamama gitmeli ve tekrar yıkanmalıydı. Arada hamama gitmediğinde kocasıyla iki gece üst üste yatamazdı. Gebe olduğunu anlar anlamaz kocası onunla yatmazdı. Ancak istediği takdirde erkek esirlerle avunabilirdi. Ya da kâbin yaptırıp kendine geçici bir eş bulabilirdi. Kadının çocuğu olmadığı durumda, koca onu kısır olduğu için boşayabilirdi. Ancak önce bir hâkim ya da hekim suçun kocada olmadığını kesinliğe kavuşturmalıydı. Kadını boşamanın diğer nedenleri arasında zina ve davranış bozukluğu vardı. Rumlar ve Ermeniler için de bu üçü boşanma nedeniydi. Ancak Rumların ve Ermenilerin tersine Müslüman erkekler kadın da razı olursa aynı kadınla tekrar evlenebiliyorlardı [POSTEL 27]. Bazen erkeğin savaşa giderken silâh ve teçhizat almak için karısını ve çocuklarını sattığına rastlanırdı. Bu alçaklar için iki kadın bir oğlandan daha değerliydi. Ancak hiçbir erkek karısını dövmezdi. Ancak karı-koca birbirlerine bağırıp çağırırdı. Koca karısını dövdüğünde kadının kadıya gitmeye hakkı vardı. Erkek bu durumda para ya da 100 sopalık falaka cezasına çarptırılırdı. Ancak erkek karısını pencereden bakarken ya da içki içerken yakalarsa onu boşayabilirdi. Bu durumda kadının çeyiz parası ve evlenirken getirdiği her şey kocaya kalırdı [DERNSCHWAM 147]. Türkler arasında boşanmak için birçok neden gerekliydi. Ancak kadına göre erkeğin boşanmak istemesi daha kolaydı. Hata kadında olmadığı zaman çeyizini geri alabilirdi. Kadın kocasıyla yaşamaya tahammül edemiyorsa kocasının kendisine gerekli koşulları sağlayamadığı ya da doğal olmayan davranışlarda bulunduğu savıyla boşanmayı isteyebilirdi. Bir yargıcın karşısına çık195
16. Yüzyılda İstanbul
mak zorundaydı. Dava açmasının nedeni sorulduğunda, konuşmaz, ayakkabısının birini çıkarıp ters çevirirdi. Bu yoldan kocasından gördüğü muameleyi anlatmış olurdu [BUSBECQ 119]. Bir erkek savaşa gittiğinde, her şeyini bir at alabilmek ve birkaç ay yaşatabilmek için para sağlamak üzere satar ve karısını yalnız başına, güvencesiz ortada bırakırdı. Uzun yıllar boyunca geri dönmezse genelde kadın başkasıyla evlenirdi. Eski koca geri döndüğünde kadın kadıya gider ve kocalarından hangisini istediğini söylerdi. Kadı da kadının bu isteğine göre karar verirdi. İstenmeyen koca kendisinden olan çocuklarını alırdı [DERNSCHWAM 135]. Erkek karısıyla geçinemiyorsa, yalnızca üç kez “Seni boşuyorum, git!” demesi yeterliydi. Bunun üzerine kadın evini terk etmek ve üç gün geri dönmemek zorunda kalırdı. Bu üç gün içinde kadın cinsel ilişki kurmak zorunda olmadığı bir erkekle beraber olmalıydı. Bundan sonra, kocası istediğinde evine dönebilirdi. Her şey kocasına kalmıştı. Dernschwam bu geleneği kötü ve ahlâk dışı bulduğunu yazıyor [DERNSCHWAM 135]. Kadınlardan biri ötekiyle yaşamak istemediğini kadıya söylerse boşanma hakkına sahip olabilirdi. Bu durumda koca çeyiz parasını ödemek zorunda kalırdı. Ancak şikâyet eden koca olduğunda ya da kadın kocasının onurunu lekelemişse erkek kadını para ödemeden boşayabilirdi. Bu durumda çocuklar babalarının yanında kalırdı [DERNSCHWAM 133]. Pedro, Türk düğünleri konusunda da oldukça etraflı bilgi verir. Ancak, verdiği bilgilerin çoğu başka görgü tanıklarının anlattıklarına benzediğinden, burada anılarına kısaca değineceğiz. Örneğin, Pedro kına gecesinden söz eder. Kalabalık bir kadınlar grubu, düğünden birkaç gün önce davul zurna eşliğinde gelinin evine gider, damattan gelecek hediyeleri burada bekler. Ertesi gün de yine gelinin evine gelip gelini hamama götürür, hep birlikte yıkanır, yer içer, eğlenirler. Burada gelinin saçına, ayaklarına, kendi başparmaklarına ve bileklerine kına yakılır. Bir saat sonra yıkanıp çıkarılan kına ellerde ve bileklerde sarı lekeler bırakır. Kalabalık grup, yine gelinle birlikte, davul zurna eşliğinde, türküler söyleyerek gelinin evine dönerler. Ertesi gün damadın evinde, damadın ailesiyle başka yakınları toplanarak, atlarla gelini almaya giderler. Bu atlardan en güzeli, gelin için, başka birkaç at da gelinin eşyalarını getirmek için süslenir. Damat, gelinin evinin dışında bekleyenlere bahşiş vermeden buraya girilemez. Damadın en yakın dostu sağdıç olur. Damat geline en azından büyük bir tepsi sunmadan sağdıcı da içeri almazlar. Gelin böylece, yine davul zurna eşliğinde, damadın evine götürülür. Pedro, izlediği düğünde gelinin elbisesinin ve başının pembe bir ince tülle kapatıldığını söyler. Gelinle damadın ilk evlilik gecesinde damadın soyunmasına sağdıç, gelinin soyunmasına da başka kadınlar yardımcı olur. Damat, gelinin belindeki kuşağın düğümlerini çözmek için çeşitli armağanlar vermek zorundadır. Birlikte geçirilen bu ilk gecenin sabahı gelinle damat yine ayrı gruplarca hamama götürülürler. Düğünden sonra damadın bazı törenlere de katılması gerekir. Ör196
Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı
Gelin alayı (KASSEL).
neğin bunlardan birisi sağdıcın, uzun bir sopanın üzerine içi gümüş para dolu bir kese yerleştirmesi, sopayı devirmeyi başaran kişinin keseyi almasıdır. Ayrıca, düğünden sonra yapılan koşu, at yarışı gibi yarışmalarda damat para dağıtır [VIAJE 211-213]. Damat evlenme iznini veren kadıya evlenmek için başvururdu. Bu izinle, damat bir imâma giderdi. İmâm gelin olmaksızın evlenme törenini yerine getirir, nikâhı kıyardı. Tanık olarak törende bir imâm daha hazır bulunurdu. Bu imâm nikâhı yazılı olarak belirlerdi. Törenden sonra, damadın belirlediği bir günde düğün yapılırdı. Düğünden önce damat geline armağanlar yollardı. Bunlar zurna ve davul çalanlar eşliğinde at ya da eşek sırtında taşınırdı. Ayrıca damat geline çeyizine ek olarak para da verirdi. Gelin ayrıca istediklerini satın alabilirdi. Düğün kutlamalarının son gününde bir grup kadın, yüzleri peçeli, at sırtında gelini yeni evine getirirdi. Düğünde kadın ve erkekler ayrı bölümlerde otururdu. Düğünde büyük kazanlar içinde pilâv ve koyun eti pişirilirdi. Alkolsüz, tatlı bir içecek olan şerbet içilirdi. Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı kutladığı bu düğünlerde herkes çok eğlenirdi. Ancak Avrupa ’da âdet olduğu gibi kadınlarla erkekler birlikte dans etmezlerdi [DERNSCHWAM 133]. Erkeğin teklifi kabul edildiğinde düğün günü saptanırdı. Düğünde iki tarafın da aileleri damadın evinde bir araya gelirdi. Erkekler düğüne at üzerinde, kadınlar kapalı arabalarla gelirlerdi. Hem erkekler hem de kadınlar pırıl pırıl, altın sırmalı muhteşem giysiler giyerlerdi. Tüm konuklar geldiğinde damadın ailesi gelinin evine gelinin giysilerini, mobilyalarını ve diğer eşyalarını getirtmek için yirmi, otuz, hattâ kırk merkep gönderirdi. Merkeplerin koşum takımları süslü olurdu. Boyunlarına ziller takılırdı. On merkep 197
16. Yüzyılda İstanbul
gelinin çeyizini taşımaya yetecekken, yirmi merkep sırf gösteriş için gönderilirdi. Bu arada damadın evindeki konuklara bir odada kadınlar, bir başkasında erkekler olmak üzere, çeşit çeşit şekerlemeler ikram edilirdi. Damadın bekârlık arkadaşları bunlardan, evinde bekleyen geline hediye götürürlerdi. Kimi zaman daha gösterişli olsun, hakikî şekerlerin miktarı çok görünsün diye mumdan şekerler de eklenirdi. Daha sonra, damat ve arkadaşları en iyi giysileri içinde atlarına binerler ve gelini almaya giderlerdi. Ağır bir peçe altındaki gelin, üstünde kırmızı bir tente olan bir atla getirilirdi. Daha sonra düğün şöleni başlardı. Esas yemek koyun etli pilâvdı. Bunun yanında fırında güvercin de olabilirdi. Tatlı olarak şekerlemeler, taze meyve verilirdi ve şerbet içilirdi. Şölenden sonra konuklar için, müzikli, danslı eğlenceler düzenlenirdi. Konuklar dansa katılmazdı. Çünkü dans etmek dinlerince iyi karşılanmıyordu ve kadınlarla erkeklerin birlikte dans etmeleri yasaktı. Tüm tören boyunca birbirleriyle asla bir araya gelmezlerdi. Gelin kadınlarla, damat erkeklerle otururdu. Akşam geç vakit, konuklar izin isterler ve giderlerdi. Daha sonra damat iyi cins halı ve yastıklarla bezenmiş yatak odasına çekilirdi. Bu, kadınlara verilen bir işaretti. Kadınlar gelini çevreler, kahkaha ve şakalarla gelini kocasının yanına yollarlardı. Böylece ilk kez olarak genç çift baş başa kalırdı. Schweigger ’e göre, bir Türk gelini kocasına bir armağan vermezdi. Gelinin giysilerini ve mücevherlerini kayınpederinin isteği üzerine damat yapardı. Boşandığında kadın, getirdiği her türlü değerli eşyayı ve mücevheri geri götürme hakkına sahipti. Ama erkek harcamalarının karşılığını isteyemezdi [SCHWEIGGER 206-211]. 1576 Nisan ayında Gerlach damadın birinin geline yolladığı düğün armağanları alayına tanık oldu. Otuz, kırk atlının altın, gümüş yaldızlı yükleri taşıdıklarını görmüştü. Bunların arkasında ateş yutanlar, müzisyenler, sonra da ipek kumaşlara sarılı gümüş yemek takımları taşıyanlar vardı. Daha sonra en az elli tane şekerleme heykelcik taşınıyordu. Bunlar arasında altı-yedi fil, iki aslan, üç at, dört deniz yaratığı, birçok kuş çeşidi, bazı kaplar, testi ve şamdanlar vardı. En sonda da eşekler, ev eşyaları, halı ve şilteleri taşıyordu. Gelinin arkadaşlarına şekerlemelerden hediyeler vermesi âdetti [GERLACH 180]. Wratislaw ’ın anlattığı acıklı bir öykü Bassano ’nun gözlemlerini desteklemekte ve aynı zamanda evlilik âdetlerini ve törenlerini daha iyi açıklamakta. Bu öykü kısaca bir Rum delikanlısının güzel bir Rum kızına âşık olmasını ve iki gencin babalarının bu evliliği onaylaması üzerinedir. Ancak delikanlı uzaktayken, kızı sokakta Sultan’ın sarayından yüksek mevki sahibi bir adamla görür. Seksen yaşında olmasına karşın, kızın güzelliğiyle öylesine büyülenmiştir ki, bir Hıristiyan kızıyla evlenme izni alır ve kızın babasını kızı kendisine vermesi için zorlar. Öykü trajik sonla biter [WRATISLAW 205-223]. Düğün günü yapılanlar bir görkemin yansımasıydı. Önce, damat gelinin evine, kıza verdiği muhteşem çeyizi yeni evlerine taşımak üzere deve ve katır 198
Evlenme, Boşanma, Düğün ve Düğün Alayı
gönderdi. Daha sonra, damadın arkadaşlarından birinin evindeki erkeklere ve damadın evinde toplanmış kadınlara düğün kahvaltısı verildi. Kahvaltıdan sonra, tüm konuklar gelini almak üzere yola çıktılar. Erkekler at üstünde, kadınlar kapalı arabalardaydılar. Gelini taşıyacak olan güzel, beyaz bir atı bir hizmetkâr götürüyordu. Atın yelesi altınlarla süslenmişti. Eyeri ve gemi birinci kalitedeydi. Dört adam (varsıl evlerde bu iş için ancak hadımlar görevlendirilirdi) pahalı işlemelerle süslü bir cibinlik taşıyordu. Renkli alayın başında borucular, davulcular ve başka müzisyenler vardı. Damat tüm konuklarla birlikte gelinin evine girdi. Şerbet ve şekerleme ikram edildikten sonra, gelinin babası kızının sağ elini damadın eline verdi. Kızına iyi bakmasını söyledi. Alay yine yola çıktı. Yine, müzisyenler öndeydi. Daha sonra ellerinde altın yaldızlı, boyalı ve çiçeklerle süslü büyük mumlar taşıyan altı adam geliyordu. Bunların arkasında, bir hizmetkârın yularından tuttuğu beyaz atın üzerine binmiş, cibinlik içindeki peçeli gelin vardı. Hemen ardından yine at üzerinde yaşlı dadısı geliyordu. Dadının üstünde ne cibinlik vardı ne de atını tutan bir hizmetkâr. Damat ve her iki ailenin erkekleri kadınların yanlarında ve arkalarındaydılar. Sevinçlerini göstermek amacıyla atlarını şaha kaldırıp zıplatıyorlardı. Daha sonra, arabalar içinde kadın konuklar geliyordu; en sonda da, gelinin çeyizini pahalı halılarla örtülü kırmızı sandıkları taşıyan develer, katırlar. Alay damadın evine vardığında, damat gelinin inmesine yardım etti ve onu eve götürdü. Daha sonra onu kadın konuklarla orada bırakarak erkek konuklarla eğlenmeye gitti. Dendiğine göre gelin Müslümanlığı kabul etmiş, başka eşleri olan kavas da ona çok rahat yaşayabileceği bir ev açmış [WRATISLAW 202-205]. Yalnızca sağdıçlar ve az sayıda insan gelin ile damada kiliseye kadar eşlik ederdi. Önce din adamlarına, Patriğe (18 akçeden az olmamak koşulu ile), râhibe (birkaç akçe) ya da başkasına (1 düka) para armağanları verilirdi. Ellerinde birer mum, gelin ile damat râhibin önünde diz çökerlerdi. Sağdıçları yanı başlarında dururdu. Dua okunduktan sonra çift el ele tutuşur, yüzüklerini değişir ve evlilik yemini ederlerdi. Daha sonra râhip her ikisinin üzerine bir örtü örterdi. Bu örtünün üzerinde altından, üzerinde Tanrı ’nın, İsa ’nın ve Kutsal Ruh ’un evlenen çift için rahmetini isteyen bir yazı bulunan bir taç yer alırdı. Bu arada, kilisenin dışındaki kalabalık dans edip içki içiyordu. Bir tanesi, daha sonra yeni evli çiftin evine asılacak olan küçük bir bayrak sallıyordu. Çift, kiliseden ayrılırken örtü üzerlerinde olurdu. İlk gece gelin ile damat birbirlerini görmezdi. Kentte, düğünler bir gün, kent dışındaysa iki ya da üç gün sürerdi. Bu tür törenlerin İtalyan ve İsviçre âdetlerinden etkilendiği söyleniyordu [GERLACH 151]. Canaye, Peralı zengin bir Rum tüccarıyla aynı yerden bir kızın düğününe davet edilmişti. Konukların hepsi aynı odada ağırlanıyordu ama kadınlar bir yanda, erkekler bir yandaydı. Gelin kadınların ortasındaydı ve üstü kapalı bir 199
16. Yüzyılda İstanbul
taht içindeydi. Başında bir taç vardı. Altın saçlı, açık tenli, çok hoş bir kızdı. Pırıl pırıl parlayan mücevherle süslü, koyu kırmızı bir giysi içindeydi. Kadınlar garip bir biçimde sustular. Etraflarına bakmadıkları gibi hiç konuşmuyorlardı, Fransızların tersine, Yunan arpı eşliğinde söylenen acıklı şarkıları dinliyorlardı. Şarkılar düğün havasından çok, cenaze müziğine benziyordu. Şarap ve şekerlemeler ikram edilmeye başlandığında damat gelinin yanına oturdu. Aniden üzerlerine kızıl bir örtü atıldı. Çift görünmez olmuştu. Bir ya da iki dakika sonra damat tahttan indi ve erkeklere katıldı. Sonra damadın babası gelinle dansı açtı. Ötekiler de arkadaşları veya akrabalarıyla dans etmeye başladılar. Gelinin annesi konukların armağanlarını büyük, gümüş bir kap içine toplamaya başladı [CANAYE 113-115]. Gerlach, bir Rum düğününe davet edilmişti. Evin holü çok sayıda kalın mumlarla aydınlatılmıştı ve üzerinde yiyecek ve şarap bardakları bulunan bir masa vardı. Erkekler bir odada toplanmışlardı. Herkes oturunca bir adam bir torbadan 100 crown çıkardı ve herkesin önünde saydı. Gelinin babası damada bu paranın yeterli olup olmadığını sordu, damat yeterli bulunca gelinin babası kızının giysileri için 40.000 akçe vermeye söz verdi. Daha sonra gelinin çeyizi sergilendi. Damat bir makbuz yazdı ve orada bulunanlar imzaladılar. Daha sonra herkes kadınlar kısmına geçti. Burada, gelin kenarı altın yaldızlarla süslü bir tente altında, üstünde halılar bulunan bir sıranın üzerinde oturuyordu [GERLACH 155-156]. Gerlach, bir Çingene düğününe tanık olmuş. Yüzü Türk âdetlerine göre peçeli olan gelin iki kadın tarafından taşınıyordu. Üç kadın da boyunlarına ve kollarına gümüş takılar takmışlardı [GERLACH 322].
200
İstanbul ’un Kadınları Pedro, Müslüman kadınların câmiye pek gitmediğini, câmilere yalnızca kızların ya da kocası en az altı ay önce ölmüş dul kadınların girebildiğini söyler [VIAJE 201]. Ancak, dinin koyduğu yasaklardan dolayı toplumun böylesine tutucu olmasına karşın, Müslüman kadınların sokakta kendilerine söz atan, yanlarına yaklaşan erkeklere hiç de olumsuz davranmadıklarından, yabancı erkeklerle, verilen adreslerde buluştuklarından da söz eder. Pedro ’nun dediğine göre kadınlar buluşma öneren erkeklere önce kendi evi olup olmadığını sorar, erkek buluşabilecek bir ev adresi veremezse kızarlardı. Bu çeşit buluşmalarda kadınlar çoğunlukla kimliklerini açıklamaktan çekinirler, kimi kez de hem adlarını verir, hem de buluşmalar yinelenirdi [VIAJE 237-38]. Kadınların gruplar hâlinde, halılar ve yiyeceklerin yükü altında ezilmiş halayıklarıyla hamama gitmeleri çok ilginçti. Kadınlar baştan aşağı siyaha boyanmış devetüyü bir kumaşa bürünürdü. Yalnızca metal topuklu, mavi,
Kadınlar (BODLEIAN).
201
16. Yüzyılda İstanbul
sarı ya da kırmızı potinleri görünürdü. Kimi zaman da kumaşın kıvrımları arasında gizledikleri elleri fark edilirdi, çünkü eldiven kullanmıyorlardı. Yalnızca elleri, sesleri ve tavırları yaşlarını belli ederdi. Sokak giysileri incelikten uzaktı. Ancak eve gelir gelmez üzerlerindeki o biçimsiz şeyi çıkarırlardı. Ev giysileri ipekten, altın işlemeliydi. Gözleri siyahtı. Kaşlarını boyayla birleştirirlerdi. Saçları ya siyahtı ya da siyaha boyarlardı. Yanaklarına zülüfleri dökülen saçlarını toplarlardı. Ayak ve el parmaklarına kına yakarlardı. Ayakları çok yıkamaktan bembeyazdı. Kadınlar yere bağdaş kurup otururken kimi zaman bacakları ve tenleri görünürdü, çünkü çorap giymezlerdi. Ayak bileklerini değerli halhallar süslerdi. Kollarına da değerli bilezikler takarlardı. Başlarına taktıkları altın ve tüy, işlemeliydi. Giysilerinin yakaları açıktı. Fransız kadınları gibi bellerini bağlamaz, Venedik kadınları gibi elbiselerini kabartacak şeyler giymez ya da takmazlardı. Olduklarından farklı görünmek için değil, örtünmek için giyiniyorlardı. Bu Türk hanımları ince, zevkli ve becerikliydiler. Şarkı söyler, ud çalarlardı. Şarkı söylerken öylesine duyarak söylerler, öylesine içten duyguları yansıtırlardı ki onları dinleyen bir âşık, aşktan sarhoş olup rahatlıkla kendisini bıçaklayabilirdi. Yaraları sevgilinin öpücükleriyle iyileşirdi. Rum kadınlar çok güzel giyinirdi. Tüm paralarını ipek ve altın işlemeli kumaşlara yatırırlardı. Peçe takmazlardı, ancak insan içinde çekingendiler ve fark edilmemeye çalışırlardı. Az konuşurlardı. Yüzlerini boyarlardı. Genç Rum kızları evlerinden nadiren çıkar, pencereden sokağı seyretmekten sıkılmazlardı. Birinin kendilerine baktığını fark ettiklerinde geri kaçarlardı [CANAYE 76-79]. Hanımların ev işlerini yapacak birçok kadın esirleri vardı. Evli kadınlar yemek pişirmez, çamaşır yıkamazdı. Bütün gün tembel tembel oturur ve dikiş nakış, örgü, dokuma ve benzeri işleri yapacak kadınlar tutarlardı. Bu tür Türk kadınları evi çevirmekten hiç anlamazlardı ve evlerinde düzensizlik hâkimdi [DERNSCHWAM 130]. Schweigger, evli Türk hanımlarının Avrupalıların düşündüğü gibi evlerinden dışarı çıkmadıklarının doğru olmadığını yazıyor. Schweigger ’e göre, tüm dünya Türk ’ün gücünden korkarken, Türk erkeği karısından korkardı. Kadın evinin mutlak hâkimiydi. Sayısız hizmetkârları vardı. Orta sınıftan kadınların bile dört beş hizmetkârı olurdu. Dolayısıyla kadınlar bütün işi hizmetkârlara bırakırdı. İş işlemez ya da örgü örmezlerdi. Kendi evlerinde konuk gibiydiler. İyi havalarda grup halinde yürüyüşlere veya hamama giderlerdi. Dedikodu yaparak eğlenceli saatler geçirirlerdi. Erkek eve geç geldiğinde sofra kaldırılmış olurdu. İşte o zaman korkudan titretecek kadar kötü muameleyle karşılaşırdı. Kadınların en büyük zevki iyi giysiler giymek ve sokakta gösterişli görünmekti. Bunlar için kocalarından gündelik para isterlerdi. Yalnızca çok yoksul kadınlar baştan aşağı ipeklere bürünemezdi [SCHWEIGGER 202]. 202
İstanbul'un Kadınları
Üç kadın (SCHWEIGGER).
Kadınlar genellikle câmiye gitmez, evlerinde ibadet ederlerdi. Kimi yaşlı kadınların câmiye gittiği olurdu, ancak bunların erkeklerle birlikte oturmalarına izin verilmezdi. Erkeklerin arkasında, olabildiğince uzakta otururlardı [DERNSCHWAM 131]. Wratislaw ’ın edindiği izlenime göre Türk kadınları geleneklerin öngördüğü gibi kapalı değillerdi. Örneğin, geleneklere göre bir erkek evlenmeden önce karısını ne görebilir ne de onunla konuşabilirdi. Dolayısıyla da evleneceği kız hakkındaki tüm bilgiyi kadın akrabalarından alırdı. Ama elçilikteki Yeniçeri muhafızlara göre bu geleneğe artık uyulmuyordu ve bir kızın gelecekteki kocası tarafından görülmesi günah kabul edilmiyordu. Kızlar kendileriyle evlenmek isteyen erkeğe yüzlerini göstermenin bir yolunu buluyorlardı. Türk evlerinin genellikle bahçelerine bakan balkonları vardı. Kadınlar buraya çamaşır asarlardı. Kız ne zaman çamaşır asacağını genç adama bildirirdi. Sonra en güzel giysisi içinde balkonda belirir, kayıtsız bir edayla çamaşır asmaya koyulurdu. Kızın evinde balkon yoksa, bir arkadaşının evine giderdi. Genç adama rastlayacağını bilmiyormuş gibi davranırdı. Genç adamın kendisini görmekten mutlu olduğunu duyarsa bu kez erkeği baştan çıkarmak için elinden geleni yapardı. Erkek kızla evlenmeye karar verirse, annesi-babası ve arkadaşları evlilik anlaşması için bir araya gelirlerdi [WRATISLAW 184-85; 201-202]. 203
16. Yüzyılda İstanbul
Wratislaw ve elçilikteki genç arkadaşları Türk kadınlarını peçesiz görmek istiyorlardı. Bu nedenle Yeniçerilerden birinden bu işi tehlikesizce ayarlamasını istediler. Bu Yeniçerinin adı Mustafa ’ydı, Bohemyalı ’ydı. Bu yüzden de yurttaşı Wratislaw ’la kolaylıkla dostluk kurdu. Birkaç gün sonra Mustafa kayıkla bir bahçeye gitmelerini önerdi. Onlarla başka Yeniçeriler de geldi. Bahçeye geldiklerinde, Yeniçeriler onları hizmetkârlarla yalnız bırakıp ikinci bahçeye gittiler. Uzun bir süre sonra döndüler ve Wratislaw ile üç arkadaşına tanıdıkları bazı hanımların öbür bahçede olduğunu söylediler. Hepsi diğer bahçeye girdiğinde, Wratislaw bir grup peçeli Türk kadınının biraz ileride yürüdüğünü Bir kadın (KASSEL). gördü. Mustafa kavalını çıkarıp bir melodi çalmaya başlayınca kadınların telaşlandığı görüldü. Dönüp kimin kaval çaldığına baktılar. Mustafa onlara doğru gitti, yerlere kadar eğilerek onları selâmladı, hepsinin elini öptü ve bahçeye birkaç Hıristiyan arkadaşını getirdiğini, bunu hakaret olarak almamalarını rica etti. Biraz konuştuktan sonra, Wratislaw ve arkadaşlarını çağırdı. Onlar da kadınların ellerini öptüler ve rahatsız ettikleri için özür dilediler. Daha sonra bahçedeki çardağa girdiler ve hep beraber oturdular ve Mustafa ’nın tercümanlığıyla konuşmaya başladılar. Kadınlar meyve getirterek yabancı konuklarına ikram ettiler. Gençler peçelerini çıkarmalarında ısrar edince biri dışında hepsi çıkardı. Batılılar için hiç de güzel değildiler. Tenleri esmer, gözleri siyah, saçları ve kaşları boyalıydı [WRATISLAW 224-226]. Mustafa ’nın, yaşlı bir adamla evli genç ve çekici bir kadınla ilişkisi vardı. Kadının kocası kuşkulanıyordu. Bir gün Mustafa kadını o gün öğleden sonra evine çağırdığını söyledi. Wratislaw, eğlencelerine katkıda bulunmak amacıyla ona şarap ve şekerleme yolladı. Randevu, Mustafa ’nın çavuşunun ibadette ola204
İstanbul'un Kadınları
Evinde bir Türk kadını (BREMEN).
205
16. Yüzyılda İstanbul
cağı bir saatte, öğleden sonra geç vakitteydi. Buluşma gününden önce, bu kadın hamama giderken, elçilik binasının önünden geçtiğinde kocası arkasında olmasına karşın buluşmaya geleceğini işaretle belirtti. Hamama giderken âdet olduğu üzere kadının yanında iki esir hizmetçi vardı. Kadının havlularını ve giysilerini başlarının üzerlerindeki bohça içinde ve bakır kaplarda taşıyorlardı. Kuşkulanan koca hamamın kapısının karşısında karısını bekledi. Hamama giderken kadının üzerinde yeşil bir giysi vardı. Âdet olduğu için de peçeliydi. Hamama girdikten kısa bir süre sonra kırmızı bir giysi ile dışarı çıktı. Kocası fark etmemişti. Yakındaki bir At üstünde bir kadın (KASSEL) eve girdi. Mustafa ’yla buluşup eğlendikten sonra kırmızı giysisiyle döndü. Sonra da yeşil giysisi ile hamamdan çıkıp yumuşak başlılıkla evine geldi. Wratislaw ve Mustafa kadının kocasına yaptığı oyunu anımsadıkça gülüyorlardı [WRATISLAW 227-229]. Kadın düşkünü erkekler dört kadın alırlar, ya hepsiyle aynı yerde otururlar ya da dördüne ayrı ev açarlardı. Zenginse, sağlıklı ve güçlü bir esir satın alırlar ve onu günde 7 ilâ 12 akçe arasında değişen bir ücretle kiralarlar, böylelikle para kazanırlardı. Bazı kurnaz esir sahipleri esirlerini câmiye dilenmeye gönderirler ve bunların kazandığı paraları kadınlara harcarlardı. Ahlâksız kadınlarsa genç erkekler hesabına aracı olarak çalışıp birbirlerinin para kazanmalarını sağlarlar, sonra da kazandıkları parayı içkiye yatırırlardı. Evinde herkese şarap parası bulan bir erkeğin sırtına giyecek gömleği kalmazdı. Yine de, para olsun olmasın herkes iyi bir kaftana sahip olmak isterdi. Günde bir bardak ballı ya da armut suyundan yapılmış şerbet içebilen varsıl ve saygın sayılırdı. Özellikle savaş zamanında, kadınlar, hamama gider ve evlerinden uzakta yiyip içerlerdi. Hangilerinin fahişe olduğunu anlamak zordu; çünkü tüm kadınlar peçe takıyordu. Aslında kadınların hiçbiri iyi ev hanımı değildi. İstanbul kötülükler kentiydi. Her taraf fahişe kaynıyordu. Macar kadınlarının söylediği doğruydu: Erkek çocuklardan çok, kız çocuklar iyi denetlenmeliydi [DERNSCHWAM 104]. 206
İnanışlar ve Boş İnançlar Pedro, câmi avlularında, câmilerin önündeki büyük meydanlarda aldatmacalı oyunlar yapan şaklabanlardan, bakla falı bakan kadınlardan, çeşitli bitki ve ağaç kökleriyle kızarmış et satan satıcılardan söz eder. Hem Rumların, hem Türklerin fala ve kehanete çok inandıklarını belirtir [VIAJE 272]. Lubenau ’nun söylediğine göre Bayezid Câmii yakınında bulunan Tahtakale ’deki meydan yakınlarında çok sayıda falcı vardı. Bunlar, küçük kâğıt parçacıklarının iliştirildiği madenî tekerlekler kullanıyorlardı. Tekerlek dönerken, döndürenin özelliklerini gösterdiği söyleniyordu. Kimi kâhinler zar kullanırlardı. Kimisi de Arap astrologlardı. Bunlara akıl danışıldığında olayın gününü saat saat, dakika dakika araştırırlar ve ortaya çıkan şekilleri astronomik gereçlerle ölçer ve bir horoskop haritası çizerlerdi. Örneğin, soyulmuş biri ve savaşa giden bir adam kâhine gelerek başına ne geleceğini ya da seferde şanslı olup olmayacağını sorardı. Kâhinin dediği gibi hareket etmeye niyetli olsa bile sonuçta hep bildiğini okurdu. Çünkü her şeyin Tanrı yazgısı olduğuna inanılırdı [LUBENAU 185-186]. Dernschwam ’a göre Türkler, masal ve hurafelerden çok hoşlanırlar. Avrat pazarı ’yla ilgili bir hurafe de şöyle: Bir zamanlar burada büyük bir kule vardır. Bir gün, kimse bir şey yapmadığı halde, bu kuleden bir sürü dev yılan denize doğru fırlar; arkalarında koskocaman dev bulutlar bırakarak hızla kaybolurlar. Üstelik bunları gören binlerce kişi çıkar [DERNSCHWAM 97-98]. Betzek, Yılanlı Sütun üzerine bir söylence anlatıyor. Buna göre bu sütun bir başka yere yerleştirilmiş, yılan sürüleri belirmiş, sütun eski yerine konunca yılanlar yok olmuş [BETZEK 24]. Çemberlitaş yakınındaki Atik Ali Paşa Câmii ’nin yanında, altı tane sepet vardı. Bunlar, St. John ’un kitabında sözü edilen bir mucize olarak beş somun ekmekle dolan altı sepetin aynısıydı [DERNSCHWAM 144]. Gerlach, Türklerin kâğıtlara Kur’ân ’dan sözler ve âyetler yazarak muskalar yaptıklarını yazıyor. Böylesi kâğıtları boyunlarında taşırlarsa yüksek ateş, böcek ısırma ve sokmalarından korunacaklarına inanıyorlarmış. Ayrıca, Kur’ân ’dan belirli bir parça okununca onun bir ay içinde öleceğine de inanılırmış. Sultan bu türlü etkinlikler için yüzün üzerinde adam kullanırmış [GERLACH 384]. Benzer bir biçimde, Türkler sahibi oldukları kölelerin ufak bir giysisini 207
16. Yüzyılda İstanbul
saklarlardı. Köle kaçarsa büyüyle onu geri getireceklerine inanırlardı. Kaçak köleyi geri getirmenin başka bir yolu da bir mektup yazıp onu eve asmaktı. Köle kaçmayı planladığında mektup sallanacak ve köle geri gelene dek sallanmaya devam edecekti. Ya da köle sahibi iki ya da üç imâmı çağırır, uzun bir ipe düğüm attırır ve her bir düğüm için dua okuturdu. Bu ipi dama koyarak esiri geri döndüreceklerine inanırlardı [GERLACH 481]. Gerlach başka batıl itikatlardan da söz ediyor. Kadınlar, Hıristiyan birini görmenin şans ve mutluluk getireceğine inanırlarmış [GERLACH 103]. Gerlach ’ın yazdığına göre 1575 yılındaki ciddi kuraklıkta Türkler yağmur ve bolluk duasına çıkmışlar [GERLACH 91]. Gelinin evlendiği gün kişniş, sütten yapılmış yiyecekler, yeşil ve ham elma, sirke ve gebe kalmayı önleyen şeyler yemesi yasaktı. Damat gelini zifaf odasına götürdüğünde gelin damadın ayaklarını yıkar, sonra evin dört bir köşesine Tanrı ’nın rahmeti için su serperdi. Damat gelini yatağa götürdüğünde Kur’ân ’dan bir sûre okumalıydı. Karısına her dokunuşundan önce Tanrı ’ya dua etmeliydi. Müslümanlar arasında evliliğe dair birçok batıl inanış vardı. Eğer erkek bir kadınla yatarken bir başkasını arzularsa doğacak çocuk sakat olurdu. Meyveli bir ağaç altında ana rahmine düşen çocuğun tepkileri zayıf olurdu. Koca, karısına isteği dışında sahip olursa doğacak çocuk huysuz olurdu. Ayın ilk gecesinde ya da on beşinde veya son gecesinde ana rahmine düşen çocuğunsa iblisçe eğilimleri olurdu [POSTEL 25-26]. Her sabah Türkler fal kitaplarını açarlar ve orada yazılanlara göre işlerini yürütürlerdi. Kötü bir şey yazılıysa ne kadar önemli olursa olsun işlerini ertelerlerdi [GERLACH 48]. Birçok Türk mart ayının ilk gününde cinlerin çocuk görünümüne girdiklerine inanırdı. Bunlar doğmadan ölmüş çocukların ya da doğumdan hemen sonra günah işlemeden ölmüş çocukların hayaletleriydi. Bu nedenle yardımseverlerdi. Zarar vermezlerdi. Gerlach, iki bilgin üzerine duyduğu bir öyküyü aktarıyor. Bunlardan biri cinlere inanırmış, öteki inanmazmış. İkisi de düşüncelerini kitaba döküyormuş. Birbirlerine kitaplarını gösterdiklerinde inanmayan şaşırmış, çünkü ikisinin kitaplarının içeriği neredeyse aynıymış. İnanan, her akşam cinlerin ötekinin gündüz yazdıklarını kendisine bildirdiklerini, böylece de doğaüstü varlıkların varoluşunun kanıtlandığını söylemiş [GERLACH 82]. İstanbul ’da pek çok ayazma vardı. Bu ayazmalar birçok yarayı iyileştirirdi. İnsanlar minnettarlıklarını göstermek için ya oluğuna ya da civardaki ağaçlara bezler asardı. Gerlach, Galata ’ da içinde canlı balıklar olan kutsal bir çeşmeden söz ediyor. Ancak bu tanım İstanbul yakınındaki Balıklı diye anılan ayazmaya uyuyor. Türkler, Rumlar ve Ermeniler, bunun suyundan içen ya da suyuyla yıkanan yüksek ateşli herkesin iyileşeceğine inanırlardı. İbrahim adında bir Yeniçeri Gerlach ’a bu sudan içerek üç yıl boyunca çektiği yüksek 208
İnanışlar ve Boş İnançlar
ateşten kurtulduğunu, bir kadın da kızının iyileştiğini söylemiş. Pınarın başında bir Türk nöbetçi vardı. Su çekmek için iki akçe alıyordu. Gerlach, balıkları görmemiş. Ancak kendisine iki yanda bulunan kubbelerin altında oldukları ve bir oltayla tutulabilecekleri söylenmiş. Efsaneye göre İmparator Konstantin bu pınar başında yemek yemek ve dinlenmek için durmuş ve pınara kızarmış bir balık attığında balık canlanmış. Hem Türkler, hem de Hıristiyanlar arasında burayı 17 Nisan ’ da ziyaret etmek alışkanlık olmuştu. Eskiden burada şarap ikram edilirdi. Ancak bu daha sonra tedirgin edici olaylara yol açtığı için yasaklandı [GERLACH 185-186]. Viaje ’nin yazarı Pedro, Sinan Paşa ’nın sarayında doktorken, Sinan Paşa hastalanır. Ne Pedro ne de başka doktorlar Sinan Paşa ’yı iyileştiremezler. Sinan Paşa gittikçe kötüleşir. Üfürükçüler, büyücüler ortaya çıkarlar ve hasta adamı dua ve kurbanlarla birkaç gün içinde iyileştirebileceklerini ileri sürerler. Paşanın hastalığı su toplamasıydı. Durumu değişiyordu. Bazen iyiye gidiyordu, bazen kötüye. Pedro ’nun artık diğer doktorlarla arası düzelmişti. Ancak bu kez de paşanın hastalığını birkaç gün içinde dua ve adaklarla, kurbanlarla iyileştirebileceklerini iddia eden üfürükçüler çıkmıştı ortaya. Bu şarlatanlar paşaya 7.000 dükaya mal olmuşlardı. Bahçede çadırlar kurdular. Kimileri bütün gece ağlıyor, kimileri aşık kemikleri atıyor, kimileri büyülü işaretler ve muska yazıyor, kimileri de su dolu bir tasa kâğıt parçacıkları koyup paşanın içmesini istiyordu. Bunların eşyaları arasında bir Yahudi tabutundan çiviler, bir Müslüman tabutunun tutamağı, bir Hıristiyan tabutundan bir odun parçası ve ufak tefek ıvır zıvır vardı. Bu sahte hekimler arasında bir de çok tanınmış bir kadın üfürükçü bulunuyordu. Bu kadın paşanın önce bir siyah keçiye bakmasını, daha sonra kimi sözler söyleyerek ve kimi işaretler yaparak dişi bir eşeğin altından geçmesini tavsiye etti. İriyarı olduğu için zor da olsa paşa söylenenleri yaptı. Daha sonra, kadın, paşaya, insanın bağırsaklarını da sökecek kadar kuvvetli bir müshil verdi. Sonra, dört koyun ve bir pala getirilmesini istedi. Gözlerini gökyüzüne çevirip bazı dualar okudu. Daha sonra kasaba dönüp koyunların başlarını pala ile kesmesini istedi. Koyunların başsız cesetlerini dışarıda beklemekte olan kızına yolladı. Kadın, en son olarak da kurbanların kanının aktığı yerde, bir ekmek fırını yapılmasını emretti. Bir gün bir gece içinde istediği yerine getirildi. Kadın, paşaya, dokuz gün boyunca siyah keçiye bakmakla başlayan ve bu fırından ekmek yemekle son bulan bu ritüeli gerçekleştirdiğinde iyileşeceğini anlattı. Ancak paşanın kisti büyüdü, acısı arttı ve yüzünün rengi sarardı [VIAJE]. Türklerde başta su, sonra da kâğıt, neredeyse kutsal sayılırdı. Kutsal kitapları kâğıda yazıldığından, kâğıdın onların gözünde ayrı bir saygınlığı vardı. Bu yüzden yerde atılmış boş, ya da yazılı bir kâğıt görürlerse hemen kaldırır, temiz bir yere koyarlardı [DERNSCHWAM 71]. Busbecq, sık sık taş duvarlardaki çatlaklar arasında sıkıştırılmış kâğıt 209
16. Yüzyılda İstanbul
Türkler sevap için kuş alıp salıveriyorlar (VİYANA I).
parçacıklarına rastladığını yazıyor. Merakından bu kâğıtlardan kimine bakmış ve çevirttirmiş. Ancak ne yazılanlar saklamaya değermiş ne de Türkler açıklamaya kalkışmışlar. Yine de daha sonra öğrenmiş ki, Türklerin küçücük bir kâğıt parçasına bile, üzerinde Allah ’ın adı yazılı olabilir diye, saygısı varmış. Bu yüzden yerde bir kâğıt parçası bulduklarında üzerine basılmasın diye hemen bir çatlağa sokuverirlermiş. İnançlarına göre, Kıyamet Günü’nde Muhammed, müminleri günahlarından dolayı cezalandırıldıkları A ’râf ’tan Cennet ’e çağırdığında, sonsuz mutluluğa ulaşmak için yalınayak korlaşmış ateşin üzerinden geçmek zorundaydılar. İşte o zaman üzerine basılmayı önlemiş oldukları tüm kâğıtlar ayaklarının altına yapışacak ve cennet yolundayken acılarını hafifletecektir. Kâğıda gösterilen bu saygı Busbecq ’in rehberlerinin, hizmetkârlarını ağır suçlamalarına yol açmış. Çünkü rehberler onları kâğıdı pis bir işte kullanırken görmüşler [BUSBECQ 26-27]. Busbecq ’e göre Türkler, genellikle hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeğe çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı başarırdı. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi. 210
İnanışlar ve Boş İnançlar
Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. Öyleki kimi ötücü kuşları bile, özgürlüklerini ellerinden almaya hakları olmadığına inanarak, kafese bile koymazlardı. Ancak, pek çok Türk de kafeste bülbül beslerdi. Busbecq, saka kuşlarının sokaktaki evlerden birinin penceresinden gösterilen madenî bir parayı almak için uzun mesafeler uçmaya eğitildiğine tanık olduğunu yazıyor. Parayı tutan bunu kuşa vermezse, kuş onun elinin üzerine tüner, eğer pencereden çekilirse kuş parayı almak için uğraşırdı. Kuş, ödülünü gagasına alır almaz kendisine zil çalan sahibine geri uçarmış. Parayı veren kuşa, ödül olarak biraz kenevir tohumu verilirmiş. Elçinin ikametgâhı yakınlarında bol yapraklı bir çınar ağacı vardı. Kimi kuş avcıları, kuş satıcıları ellerinde küçük kuşlar için yapılmış kafeslerle dururdu. Yoldan geçenlerse biraz para vererek bu kuşları serbest bıraktırırlardı. Kuşlarsa hemen çınar ağacının dallarına çıkar, tüylerini temizlemeye koyulurlardı. Kendilerini kurtaranlar onların cıvıldamalarını duyduğunda birbirlerine dönüp, “Kuşu dinle, bana iyi talihi için teşekkürlerini sunuyor” derdi [BUSBECQ 102-103]. Wratislaw, Türklerin hayvanlara karşı tutumları karşısında hayrete düşmüş. Türkler hayvanlara çok iyi davranıyorlardı. İnanışlarına göre tüm canlı varlıkları beslemekle Tanrı ’nın koruyuculuğunu kazanacaklardı. Wratislaw, bunun alay edilmesi gereken barbarca bir boş inanç olduğuna inanıyor. Bir
Türkler sevap için kuş alıp salıveriyorlar (KASSEL).
211
16. Yüzyılda İstanbul
Sevap için sokaktaki köpek ve kedilere et veriliyor (KASSEL).
keresinde bir Rum sokak satıcısından küçük kuşlar satın alan bir Türk ’e rastlamış. Adam kuşları teker teker serbest bırakmış. Bu arada da Tanrı ve Muhammed adına serbest bıraktığını belirten dualar okuyormuş. Bu dünyada ve öte dünyada bu eylemi için ödüllendirileceğine inanıyormuş. “Köpeğe et!”, “Kediye et!” diye bağıran adamlara rastlamak olasıydı. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. İnsanlar kent üzerinde duran çaylaklar için de et getirirlerdi. Bunlarda yere inip yiyeceklerini kapıp götürürlerdi. Çaylaklar kutsal sayıldığından kimse bunları öldüremez ya da yaralayamazdı. Yaygın inanışa göre Muhammed, Mekke ’nin merkezinde bir tapınak yapmaya başladığında inşaat malzemesi bulamamış, çaylaklar ona çok uzaklardan kum, taş ve kireç getirmişler ve tapınak bitene kadar peygambere sadakatle hizmet etmişler [WRATISLAW 161-162; 173-178]. 28 Ağustos 1533 ’te Sultan Süleyman ’ın İran seferine çıkışının ertesi gününe rastlayan 29 Ağustos ’ta Dernschwam, sürülerle akbabanın sabahtan akşama kadar akın akın Sultan’ın gittiği yöne doğru uçtuğunu görür. Bütün yıl boyunca kentin her yanı akbabalarla dolar. 11 Temmuz 1554 ’te önünden geçtiği bir câminin avlusunda yüzlerce akbabanın kendileri için havalara atılan etleri 212
İnanışlar ve Boş İnançlar
kapıp uçuştuklarından söz eder Dernschwam. Kendisine bunun Tanrı aşkına, kutsal bir görev olarak yapıldığı, bir süre önce ölen ve Sultan Selim adına yaptırılan câminin avlusuna gömülen varlıklı bir Türk ’ün ruhunun huzur içinde olması dileğiyle etlerin kuşlara atıldığı söylenir. Elçiliğin çevresinde bile koyun ciğeri, işkembesi ve diğer iç organları her gün atılırdı [DERNSCHWAM 90-91]. Pedro, Türklerin çok yardımsever kişiler olup hem insanların, hem de hayvanların konaklaması için yol üzerinde kervansaraylar yaptırdıklarını, öldükten sonra da iyi anılmak için yardım kurumları, çeşmeler, sebiller bıraktıklarını yazar. Pedro ’ya göre, İstanbul kıyılarında balıkları beslemek için denize yiyecek atan, kentte kuşlara yem veren kimselere çok rastlanır. Hayvanları öldürmek günah sayıldığından Sultan’ın sarayı çevresinde bile yüzlerce sahipsiz, üstelik çoğu da uyuz, kedi köpek vardır. Bunlar hayırsever kimselerce beslenir, bakılır; bu yüzden de hızla ürerler. Türkler, yakın çevrelerinden birisi hastalandığında ya da önemli bir hastalıktan kalktığında, inançları gereği kedi ve köpeklere yiyecek verirler, kafesteki kuşları salarlar [VIAJE 210]. Gerlach, Türklerin üzerlerine giydikleri giysilerin kollarının çok geniş olduğunu ve ancak dirseklerine ulaştığını gördü. Bunun nedeni Muhammed ’e olan saygılarındandı. Çünkü bir defasında Muhammed uyurken bir kedi gelmiş giysisinin uzun koluna yatmış. Peygamber uyandığında uyuyan kediyi rahatsız etmek istememiş ve elbisenin kolunu dirseğinden kesmiş. Aynı nedenden ötürü, kedi ve köpeklere saygı gösterir, onları pişmiş etle besler, sık sık bir akçe değerinde et alıp bunun bir kısmını sokaklara, kalanı da kuşlar için damlara bırakırlardı [GERLACH 399-400]. Gerlach, 20-30 atlının, Allah ’ı hoşnut etmek için, kentte dolaşıp sokak ortalarında yatan köpekleri topladığını, kuşları azat ettiğini, balıkları suya attığını yazıyor [GERLACH 400]. Ev ev gezip para dilenen çok sayıda kör ya da yarı kör vardı. Arkalarında sıra halide kümes hayvanları olurdu. Kimse bunları geri çevirmezdi, çünkü bunların Mekke ’ye, hacca gittiklerine; daha sonra, bu dünyanın boş şeylerini görmemek için gözlerini dağlayıp üzerine özel bir toz dökerek gözün tamamen eriyip kaybolmasını sağladıklarına inanılıyordu. Bu kimseler onlara Muhammed ’in sevgisini kazandırıyor ve başkalarının ruhları için de aracı oluyorlardı [WRATISLAW 180]. Türklerce hayırseverlik kabul edilen ve Tanrı ’nın rahmetini sağlayacağına inanılan bir başka hareket de su dağıtmaktı. Kent içinde erkekler muslukları olan deri torbalar içinde taze memba suyu taşırlar, isteyenlere teneke kaplarda verirlerdi. Su içmek isteyen kim olursa olsun (Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi), sadece istemesi yeterliydi. Pek çok kimse su taşıyanları isteklendirmek için bağışlarda bulunuyordu [WRATISLAW 178]. Yüzlerce saka sabahtan akşama kadar, paşa konaklarından küçük evlere kadar kentin her yanına, su dağıtırdı. Su, atın iki yanına asılan özel olarak 213
16. Yüzyılda İstanbul
yapılmış büyük deri tulumlarda taşınırdı. Çok miktarda su alan bu tulumların ikisini bile bir beygir zor çekerdi. Tulumun ağzı suyun rahatça doldurulabilmesi için oldukça geniş tutulurdu. Diğer yanıysa biraz daha dar ve uzun, baca biçimindeydi. Sakalar, bu kapların yanında bir de küçük kap bulundurur, evlerin önünde beygirlerini durdurur, beygirin eyerine bağlı olan büyük tulumu, yerinden çıkarmadan küçük kabı altına tutarak musluktan doldurur gibi küçük kaba su doldurur, evden getirilen kaba boşaltırlardı. Sakaların taşıdıkları tertemiz berrak su yetkililerce sürekli olarak denetlenirdi. Yoldan geçenlerden su isteyen olursa sakalar hemen verir; bunun için de yanlarında ayrı bir kap taşırlardı. Sakalar, çoğunlukla yetkililerden belirli Saka (ALL SOULS). bir ücret alırlar, dağıttıkları suyun karşılığında kesinlikle kimseden para almazlardı. Bazıları bu işi Tanrı aşkına yapardı [DERNSCHWAM 49&106]. Çok sayıda su taşıyıcısı kent sokaklarında ve varoşlarında gün boyunca memba veya sarnıç sularını işlemeli örtülerle örtülü deri tulumlarda taşırdı. Bir ellerinde iyi altın yaldızlı Şam işi madenî bir maşrapa bulunurdu. Su daha güzel görünsün diye maşrapanın dibine yeşim veya mercan benzeri taşlar koyarlardı. Öbür ellerinde bir ayna taşırlar, su içmeye gelenlere aynayı tutarlar ve kendisine aynada bakmasını ve ölümü düşünmesini söylerlerdi. Su için para istemezlerdi, ama verildiğinde de hoşnutlukla kabul ederlerdi. Hoşnutluklarını parayı verenin yüzüne ve sakalına kuşaklarından sallanan küçük şişeden kokulu su serperek belirtirlerdi. Bu sakaların çoğu hacıydı. Bu işi iyilik olsun diye yapıyorlardı. Diğerleri ise vakıflardan veya hayırsever birinden belli bir para alırlardı. Aynı yardımseverlikle birçok evin dışında büyük mermer çeşmelerde su bulunduruluyordu. Bunlar kilit altında tutulurdu. Ancak, altta, bakır bir musluk ve demir bir zincire bağlı bir maşrapa olurdu. Dolayısıyla yoldan geçenler su içebilir veya ellerini yıkayabilirlerdi. Bunun gibi önünde çeşmesi olmayan dükkân sayısı çok azdı. Bir kez Nicholay elli saka görmüş. Hepsi de su taşıyorlar ve kentte yeni yıl armağanları isteyerek dolaşıyorlarmış. Hepsi, onuruna o günü kutladıkları aziz için bir araya gelmişler. İnsanları gönüllendirmek amacıyla orada duranlardan birine elma, bir ötekine portakal, bir başkasına kokulu su veriyorlarmış [NICHOLAY 112b-113a]. 214
Tavır ve Görgü Kuralları 16. yüzyılda önemli yapıtlarıyla tanıdığımız Gelibolulu Mustafa Âli ’den o dönemin toplumunda benimsenen ya da hoş karşılanmayan davranışlarla ilgili çok değerli bilgiler elde ediyoruz. Örneğin: Birinin sözünü kesmek ya da bir konu bitmeden, bir başka konuya girmek ayıptır. Bu durumda sözü kesilen kişi özellikle durur bekler, dinleyenler de yapılan kabalığı onaylamadıklarını gösteren tavır takınırlarsa söz kesen kişi büsbütün utanmalıdır. Başka bir yanlış davranış, konuşan sözünü bitirmeden onun ne söyleyeceğini önceden anlamışcasına sabırsızlanarak, sözü onun yerine tamamlamak ya da başkası sözünü bitirmeden yeni bir konuyu açmaktır. Şiir okuyan bir kimse şiirini tamamlamadan daha güzel bir şiir var diye başka bir şiire başlamak da ayıptır. Her ne kadar yaşlı ve bilge kimselerin sözleri dikkat ve saygıyla dinlenmeliyse de, güler yüzlü, yakışıklı gençlerin söyleyeceklerini de yabana atmamak gerekir [ÂLİ 47-50]. Kişi söze başlamadan önce bilgisinin sınırlarını iyice saptamalı; örneğin Sufîlik ve diğer dinsel konularda yeterli bilgisi yoksa konuşmaktan kaçınmalıdır. Şiir okuma yeteneği yoksa ve şairleri tanımıyorsa şiir okumamalıdır. İyi eğitilmiş kişiler toplulukta çok dikkatli konuşur, sözlerini titizlikle kullanır. Karşılarındakini sözle iğnelemekten, birisini överken arkasından kaş göz işareti yaparak hiç de ciddi olmadıklarını belirten birtakım uygunsuz davranışlardan kaçınmalıdır. Toplulukta olmayan birinin ardından söz etmek de ayıptır. Sözler içtenlikle söylenmeli, davranışlar da sözlere uymalıdır [ÂLİ 65-68; 141-142]. Yabancı bir evde konuk olan kişinin, hizmet edenlere ayrılmış bölümlerde dolaşması, hizmet eden birine yüksek sesle seslenmesi hoş karşılanmaz. Başkasının odasına girmeden önce, hafifçe öksürerek geldiğini belli etmek, onu özel bir durumda yakalamamak açısından yerinde bir davranış olur. Günlerden bir gün, kadı efendinin evinde konuk olan bir kişi, kadı nın odasına habersiz girdiğinde onu genç bir oğlanla uygunsuz durumda bulur. Ağzını sıkı tutması için verilen büyük paraya karşın yine de birçok kimsenin kadı efendinin cinsel eğilimi hakkında bilgisi olur [ÂLİ 171-172]. Soğanla sarmısak konusunda Gelibolulu Mustafa Âli, Hz. Peygamber ’in 215
16. Yüzyılda İstanbul
bile bunları yiyip câmiye gidenleri kınadığından söz eder. Bunun mekruh olmamakla birlikte, soğan ve sarmısak yemeyenlere âdeta bir işkence olduğunu, ancak, soğan ve sarmısağın uzun hac yolculuklarında, deniz yolculuklarında, fırtınalı havalarda, salgın hastalıkların yaygın olduğu dönemlerde yenebileceğini söyler [ÂLİ 109-110]. Yemeğe ev sahibinden önce başlamak, uzakta bulunan bir yemeğe veya tabağa uzanmak ayıptır. Sofrada, belirli bir yemeği başka konuklara bırakmadan yemek de olmaz. Oysa, sunulan şerbet artığının hizmet edenlere bırakılması ayıp karşılanacağından, tümüyle içilebilir [ÂLİ 245-248]. Yemekte, ağzındakini tükürerek çıkarmak, geğirmek, gaz çıkartmak, sümkürmek, hattâ ıslık çalmak son derece ayıptır. Yemek sırasında, tuvalet alışkanlıkları, idrar, kusmuk, kan, cerahat, gebelik, kadınlarda âdet kanaması gibi konulara asla değinilmez. Dişini karıştırmak, kaşınmak gibi davranışlar da çok ayıptır. Konuklar, sofraya çağrılmadan oturmamalı, diz çökmeli, sofrada yemek yerken ellerindeki yüzük, mendil vb. nesnelerle oynamamalıdır. Konuşurken ellerle işaret yapmaktan, sözcükleri rasgele kullanmaktan kaçınmalıdır [ÂLİ 169-170]. Gerlach, önemli bir şahsiyet kalabalığa girdiğinde orada bulunanların ayağa kalkıp onu selâmladığını ve sonra da saygılı bir biçimde oturduğunu fark etmiş. Kadılar ve ulemâya böyle davranılırmış [GERLACH 325]. İki yüzlü kimseler, arkadan konuşanlar, haylazlar, iftiracılar, yalanları ve tuzaklarıyla mert ve dürüst kimseleri üzen şeytanlardır. İki dostun arasını açan iki yüzlü kişiler ise bunlardan da kötüdür. Böyle kimseler nerede olursa olsun, babayla oğul, kardeşle kardeş arasına girerek tüm ülkeyi saran bir hastalık gibi kötü tohumlarını ortalığa yayarlar [ÂLİ 85-86]. Kadınlarla ilgilenilmezse, cinsel gereksinimlerini başka erkeklerle karşılarlar ki, bu da onların toplum içinde düşmesine yol açar. Bu yüzden kadınlar tatmin edilmelidir. Şefkat ve sevgiyle davranılması gerekenlerin başında, ana babadan yoksun oldukları için mutsuz büyümekte olan yetim ve öksüzler; ikinci olarak, ailelerinden, ülkelerinden uzakta, yanlarına sığındıkları sahiplerinden başka kimseleri olmayan güzel odalıklar; üçüncü olarak da erkeklere kıyasla daha kısıtlı bir yaşamı olan tüm kadınlar gelir. Kadınlar dört kadına ve Haremlerinde çeşitli odalığa sahip olan erkeğin yanında çoğunlukla cinsel doyuma ulaşamazlar; ayrıca, onların mesleği ve başka bir ciddî uğraşı da olmadığından, Harem yaşamı hapis yaşamı gibidir. Çıkıp dışarda dolaşamaz, diledikleri gibi gezemezler. Kadının yaşamında kocasının dışında kimse yoktur. Dinimizin erkeğe dört kadın alma hakkı tanımasına karşın çoğu kadın bunu pek benimsemeyip yakınırlar. Oysa, yaşlı ve kısır kadınlar, daha mantıklı olduklarından, yatakta yalnız yatmaktansa, bu durumu çaresiz benimsemekten, öteki kadınlara iyi davranmaktan başka çıkar yol olmadığını bilirler [ÂLİ 189-91; 227-230]. 216
Hamamlar ve Temizlik Belon, kitabında, Türklerin dünyanın en temiz insanları olduğunu söyler. Çocuk bakımında, onların temizlik ve beslenmesinde Avrupalılardan çok üstün olduklarını, ana ve babalarının özenle baktığı Türk bebeklerinin Avrupalı bebekler gibi pis kokmadıklarını, onları temiz tutmak için beşiklerin altında bırakılan deliklerde oturak bulundurmak ve pis suyu akıtmak gibi sağlığa yararlı sistemleri de kitabında açıklar. Belon, Batı ’da hiçbir benzerine rastlayamadığı Türk hamamından ve onun insan sağlığına yararından övgüyle söz eder [BELON 395]. Richer de, Türklerin tüm günlük yaşamlarında temizliklerine son derece düşkün olduklarını, sık sık yıkandıklarını, pabuçlarını evlere ve câmilere girmeden çıkardıklarını, köpek, tavuk ve başka hayvanları yemek yedikleri yerlere sokmadıklarını anlatır [RICHER 7]. 16. yüzyıldaki gerek saray hamamı gerekse erkek ve kadın için genel hamamlar üzerine en doyurucu bilgiyi, bu yüzyılın ilk yarısında sarayda görevlendirilmiş Bassano da Zara ’nın kitabında buluyoruz. Saray’da çalıştığı yıllarda Türkiye ’nin çeşitli yerlerine yolculuklar yapmış ve çeşitli hamamları görmüştür. Bu hamamlardan büyük bir tanesini Roma ’ da Diokletien çağı hamamlarına (Thermae) benzeterek anlatıyor. Hamamda önce yuvarlak, kubbeli geniş bir yere girildiğini, bunun ortasında mermer bir havuz ve dört fıskıyesi olduğunu, tuğladan örme oturma yerleri bulunduğunu, bu oturacak yerlerde de kol koymak için taştan, üstü tahta kaplı çıkıntılar bulunduğunu, bu kesimin tonozlarının tümünün kesme mermer dilimlerinden oluştuğunu, oturulacak yerlerin yeterince geniş olup, yıkanacak kimselerin burada soyunduklarını söylüyor. Hamamı ve buradaki görgü kurallarını şöyle anlatıyor: Hamama giren, önce, hamamın bakıcısıyla konuşur, sonra da yüksekçe bir yerde oturan, giriş parasını alan görevliye uğrar. Bundan sonra soyunulur. Ancak, soyunurken her yerini göstermemeye, peştamalsız ortaya çıkmamaya dikkat edilmelidir; yoksa müşteri hamamdan dışarı atılır. Soyunduktan sonra müşteri üstünden çıkardıklarını katlayıp koyar. Üzerine de sarığını, başlığını bırakır. Bunlara bakmak için birini peylemek gerekmek217
16. Yüzyılda İstanbul
tedir. Gömleğini çıkartmadan önce hamamdan müşteriye büyük bir peştamal verilir, müşteri bununla örtünür. Bundan sonra hamamın birinci kesimine girilir. Burada hamamın büyüklüğüne göre on beş kadar görevli vardır. Bunlar tıraş eden, masaj yapan, yıkayan görevlilerdir. Bundan sonra çeşitli odalara gelinir, her biri bir öncekinden daha sıcaktır. Bunların her yeri güzel mermerle döşenmiştir ve her birinde iki su borusu vardır, birisinden sıcak, ötekinden soğuk su mermer kurnalara akar; taşan sular yerdeki deliklerden gider. Buradan hamamın ana kesimine gelinir. Çok geniş olan bu kesimin yerleri, üzerinde kaymadan durmanın zor olacağı kadar cilâlı mermerle kaplıdır. Burası da öteki odalar gibi kubbelidir ve camdan ufak pencereler vardır, sıkıca kurşunla çerçevelenmiştir. Orta kubbe çok yüksektir. Kışın hamamlar gece yarısı ısıtılır (yazın herkes soğuk su dökünür), böylece çok odun yakılmaktadır. Odun olarak insanın beli kalınlığında çam kütükleri ve az sayıda meşe kullanılır. Odanın ortasında (ki buna hamamın kalbi de denebilir) mermerden dört köşe bir taş vardır. Bu, damarlı bir somaki taştır ve dört parmak kalınlığında, bir insan boyu uzunluğunda ve yerden bir karış yüksekliktedir, dört mermer top üzerine oturtulmuştur. İçeri girenler bunun üzerinde boylu boyunca yatarlar. Bir masajcı müşterinin kollarını bir “Herkül “ gücüyle çeker. Buradan kalkınca müşteri istediği bir bölüme geçer. Odaların sıcaklığı değişik olduğundan herkes kendisine uygun sıcaklığı seçebilir. Merkezdeki yerin çevresinde süslü güzel hücreler vardır, bunların her birinde de bir kurna ve buna biri sıcak, öteki soğuk su akan iki musluk bulunur. Müşteri istediği kadar su kullanabilir, iki musluğun sıcaklığını ayar ettikten sonra açık bırakır. Bundan sonra kurnanın bitişiğindeki yere uzanır, buradaki görevli ona tasla su döker, bir başkası da yıkar. Eğer yeterince görevli yoksa bir görevli hem su döker, hem yıkar. Parası olmayanlar kendileri yıkanır. Genellikle görevliler bahşiş koparmak için paralı kimselerin hizmetlerine koşarlar ve koyu renkli, kalınca bezden yapılmış bir keseyle keselerler. Eğer müşteri sabun getirmemişse hamam sabun vermez. Tıraş olmak ya da kıllarını aldırmak isteyenler için hamamın özel görevlisi vardır. Kıl kalmasını istemezler. Kadınlar bu konuda daha titizdirler. Bu iş de bittikten sonra, daha önce giyilen peştamal çıkarılıp futa denilen bir başka peştamal giyilir, bir görevli leğenle müşterinin arkasından giderek onun ayaklarını yıkar. Bundan sonra müşteri eşyalarını bıraktığı ilk odaya gider. Nemli olduğu için burada ateş karşısında eşyaları kurutulmaktadır. Orada otururken gene görevliler müşterinin ayaklarını yıkarlar, bunu yapana müşteri, teşekkür anlamında sağ elini başına koyar ve sonra ağzına götürür. Bundan sonra hizmet edenlere bahşişleri verilir. Belli bir ücret yoktur; kimi bir, iki, üç, akçe verir, fakat çoğunlukla dört akçe verilir [BASSANO 2-4]. Bassano da Zara, kadın hamamları üzerine de aşağıdaki bilgiyi vermektedir: Evlerinde hamamı olan erkekler kendileri yıkanmazlar, onları kadın218
Metin And
219
16. Yüzyılda İstanbul
Bir hamam ve hamama giden kadınlar ve çocuklar. (Yukarıda ve önceki sayfada) (DRESDEN).
220
Hamamlar ve Temizlik
lar, köleler yıkarlar. Kadınlarsa yirmi kişilik topluluklarla hamama gidip birbirlerini, bir komşu ötekini ya da kız kardeşler birbirini yıkarlar. Ancak, hamamdaki bu içli dışlılık sonucu kadınlar arasında birbirlerini başka gözle görenler de olur. Birbirlerini yıkayıp masaj yapan kadınlardan birbirine âşık olanlara da rastlanır. Rum ve Türk kadınlarından kimisi güzelce bir kızı çıplak görmek, onu yıkamak, dokunmak isteğini duyarlar. Çoğu kez kimi kadınlar da daha özgür olmak için kendi mahallelerinden uzak hamamlara giderler. Ama genellikle herkes kendi mahallesinin hamamına gider. Birçok yakışıksız durumlar hep kadınların birbirlerini yıkamasından kaynaklanır. Kadınlar topluca gittikleri hamamda sabahın erken saatlerinden akşam yemeğine kadar kalırlar. Daha geç gidenler geceye kalırlar. Oysa kibar ailelerin kadınları kendi konaklarında hamam olduğu için halk hamamlarına gitmezler. Halktan, orta sınıftan kadınlar hamama haftada dört, kimi üç, kimi de bir kez giderler. Gidemezse kadın kirli ve kaba olmaktan çekinir. Ama bundan daha önemli iki neden vardır. Önce namaz kılmak için temiz olmaları gerekir, sonra da hamam, evlerinden ayrılıp dışarı çıkmak için bir bahanedir. Kimi kadınlar da hamama gidiyorum diye başka yerlere giderler. Bu kadınların halayıklarından biri başının üzerinde, yüksek fakat büyük olmayan leğen biçiminde bir kap taşır, bunun içine uzun pamuklu bir gömlek koyarlar. Bunların değeri dokunuşuna göre değişir. Yıkandıktan sonra nemi alan ve bedeni kurutan bu gömlekleri erkekler bile giyerler. Ayrıca beyaz gömlekler, temiz çoraplar, bol sayıda havlular da aynı kabın içine konur. Bu kabın üzeri ipek ve sırma yapraklar işlenmiş bir örtüyle örtülür. Ayrıca yanlarına kilim ve yastık da alırlar. Hamama gelince kilimi yere sererler, bakır kap yere konur, hanım buna oturur, hizmetçiler onun iki yanında durarak onu yıkarlar, yıkanması bitince orta sıcaklıkta bir odada dinlenir. Kimi kadınlar yanlarında yemek de götürürler, hamamın iştah açıcı havası içinde yerler [BASSANO 5-6]. Her sınıftan kadın, hamama gitmekten büyük zevk alırdı. Özel banyosu olan zengin evlerde kadınlar haftada iki ya da üç kez banyo yaparlardı. Genel hamamlara ise haftada en az bir kez giderlerdi. Bunun nedenlerinden biri dinlerinin beden temizliğini şart koşmasıydı. Bir ikinci nedense, hamama gitmek ve sokağa çıkmak için bulunan bahanelerin en iyisiydi. Kocalarının kıskançlıkları hamam duvarlarının arkasında kalıyordu. Kimi hamama diye evden çıkıp başka yerlere gidiyordu. Akşam hamamdan geliyormuş gibi eve dönüyorlardı. Kocalar ne kadar akıllı olurlarsa olsunlar hamamda kim var, kim yok asla öğrenemezlerdi. Kadınlar, genellikle on - on ikişer kişilik gruplarla hamama giderdi. Sabahın köründe evden çıkıp akşam karanlığında dönerlerdi [NICHOLAY 59a-59b]. Zengin kadınlar genellikle iki kadın köleyle hamama giderdi. Esirlerden biri başının üzerinde içinde temiz çamaşırların, hanımın tuvalet eşyalarının bulunduğu pirinç bir kap tutardı. Kabın üstü altın ve gümüş sırmayla süslenmiş, oyalanmış saten ya da kadife bir örtüyle örtülü olurdu. Öteki köle güzel 221
16. Yüzyılda İstanbul
16 17
15
18
14
12
13
1. Kapu 2. Şadırvan 3. Camekân sofası Hamama girenler soyunacak yerdir. 4. Kapu 5. Halvet soğuk sofa 6. Kapu 7. Orta halvet sofa 8. Kapu 9. Kapu 10. Sudân 11. Halâ 12. Issı halvet 13. Soğuk hazine 14. Issı su hazinesi 15. Kapu 16. Külhan odası 17. Ocak 18. Külhan
10
11 9
8
3 4
6
2
7 5 1
16. yüzyıldan iki hamam planı (VİYANA II).
bir örtüyle ince ince nakışlanmış bir yastık taşırdı. Esirler hanımın arkasından yürürdü. Hanımın giysileri tüm Müslüman kadınlarının sokakta giydiği siyah çarşafla gizlenirdi. Hamamda, örtü hanımın giysilerini üzerine koyması için yayılırdı. Sonra kabın içindekiler boşaltılır ve bu kap ters çevrilerek tabure işlevi görecek biçimde yere konurdu. Hanım bu tabureye oturur ve esirleri onu yıkardı. Daha sonra hanım dinlenirken köleler de sırayla birbirlerini yıkarlardı. Nicholay, hamamda kadınlar arasındaki bu yakınlığın ve hamamların göz alıcı lüksünün kadınların birbirlerine âşık olmasına neden olduğunu ve Sappho ’nun çok eskiden yaptığı gibi kadınların lezbiyen ilişkilere girdiklerini ileri sürüyor [NICHOLAY 61a]. 222
Hamamlar ve Temizlik
20 17
19
13
15
16
12
18 7
8
14
6
10 5
9
4
3 2
1
1. Kapu 2. Şadırvan 3. Camekân 4. Kapu 5. Kapu 6. Halâ 7. Sofa 8. Halvet 9. Kapu 10. Tıraşhâne
11
11. Soğuk su hazinesi 12. Kapu 13. Külhan 14. Issı su hazinesi 15. Issı halvet 16. Kapu 17. Dehlîz 18. Kapu 19. Havuz 20. Su gelen lüle
Pedro ’nun dediğine göre gerek Galata yöresinde, gerek diğer yörelerdeki câmilerin, hamamların sayısı birkaç bine ulaşır. Bunların tümü de sarayları andıran yüksek kemerli, kubbeli, görkemli yapılardır. Kubbeleri kurşun kaplı, içleri mermer ve çiniyle bezelidir. Bir hamamın günlük geliri, en azından elli escudo ’dur. Hamamlara giriş ücretiyse, kişinin toplumdaki düzeyine göre değişir. Parası az olanlar bir akçeye yıkanabilir, bazıları için bu ücret bir ya da iki riyaldir. En küçüğünde seksen kişinin rahatça yıkanabileceği bu hamamlar altı escudo ’ya kapatılabilir. Pablo, tüm yaşamı boyunca ancak bir ya da iki kez yıkanabilen İspanyollara kıyasla Türklerin çok daha temiz olduğunu, örneğin varlıklı kimselerin haftada bir hamama gidip yıkandıklarını, tüm bir hamam töreni için yalnızca bir escudo ödendiğini de söyler [VIAJE 266-57]. 223
16. Yüzyılda İstanbul
Kadınlar ve çocuklar hamama gidiyorlar (KASSEL).
Viyana II Albümü’nde iki ayrı hamam planı buluyoruz. Tarihçi Johannes Lewenklau için hazırlanan bu albümde hamamların bölümlerinin ne olduğu Türkçe yazılmıştır; altlarında çok küçük bir yazı ile Almancası vardır. Çok iyi Türkçe bilen Lewenklau bu yazıları kendi de yazmış olabilir ya da bir Türk ’e yazdırmıştır. Biz bu iki hamamın planındaki yazılara sayılar verdik ve uygun yerlerinde okunuşlarını gösterdik. Her câmi külliyesinde yer alan bir başka asal yapı da halka açık olan hamamlardı. Bunların da ayakta kalmaları câmiler gibi düzenli olarak yapılan bağışlarla mümkün oluyordu [SCHWEIGGER 112]. Schweigger, ısıtılmış taşa terlemek için nasıl yatıldığını anlatıyor. Daha sonra hamamda çalışanlardan biri taşa yatanı baştan ayağa vücudunun her noktasına ulaşmak için bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek ovalarmış. Sonra kollar, eller, baldırlar ve eller sanki güreşirmişcesine çekilirmiş. En son olarak, yıkanan mermer yüzeyin üzerine yatırılırmış, yıkayan da onun üzerine çıkıp yürürmüş. Yaklaşık onbeş dakika süren bu işlemden sonra kişi istediği bir bölmeye tekrar yıkanmak için geçermiş. Schweigger ’in yazdığına göre bu masaj öylesine etkiliymiş ki, yıkanan kendini hafiflemiş ve yumuşamış bulurmuş. Öte yandan, hamamda çalışanların uyguladığı kanatma yöntemi çok acı veren bir işlemdi. Kullanılan bıçak keskin olmazdı. Ateşte bir tür sıvı ısıtılırdı. Bu vantuz şişelerine aktarılırdı. Bu kaynar sıvı yaranın üzerine uygulanırken tedavi gören dişlerini sıkardı [SCHWEIGGER 114]. Kimi kez hamamdan sonra Türk kadınları özellikle aralarında genç bir gelin olduğunda, avuçlarının içine ve ayaklarına kına yakarlardı [SCHWEIGGER 116]. Postel ’e göre halka açık hamamlar Türkiye ’deki yapıların en iyileri arasında yer alıyordu. Öyle ki câmilerden sonra en iyisiydi. Hıristiyanlar, Yahu224
Hamamlar ve Temizlik
diler ve herkes bunlara gidebilir ve eşit biçimde karşılanırdı. Türkler hamama çok sık gittiklerinden hamamlar çok büyük para kazanıyordu. Tellak, yıkananları eldiven biçiminde bir parça bezle kiri çıkarana kadar keselerdi. Ayak topukları sünger taşıyla ovuşturulur, sakal, saç ve koltuk altları iyice temizlenir, cinsel organı çevreleyen tüyler ya ustura ya da kıl döken ilâçla temizlenir ve bu işlemin ardından da cildin yanmasını önleyici merhemler sürülürdü. Postel, hamamları tanıtmasını bitirirken Türk hamamlarının benzerlerinin büyük Hıristiyan kentlerinde yapılmasını arzuladığını belirtiyor; çünkü bunlar hem sağlığa yararlı, hem de rahatlatıcı yerler. Antik Yunan ve Roma zamanında birçok hastalığa iyi geldiğine inanılıyormuş [POSTEL 28-30]. Hamamlarda epilasyon için özel preparatlar hazırlanırdı. Anadolu ’ da arsenik içeren bir cins toprak vardı. Bu, tanesi sekiz akçe olan küçük tuğlalar biçiminde satılırdı. Topraktan bir ölçü, kireçten iki ölçü koyulurdu. Sonra bir cins çamur elde etmek için su eklenirdi. Bu çamur ihtiyaç olduğu miktarda hazırlanırdı. Çünkü bu karışımın sert, ekşi bir tadı vardı. Yıkanan iyice terlediğinde, tüyleri almak için derinin üzerine yeterince yayılırdı. Bir anda tüyler yok olurdu. Çok dikkat etmek gerekirdi. Daha sonra iyice yıkanmalıydı. Eğer çok fazla çamur sürülmüşse ya da derinin üstünde çok kalmışsa, hemen yıkanılmamışsa deri yanabilir ya da zarar görebilirdi. Yanma hissi yağ sürerek giderilebilirdi [DERNSCHWAM 54-55&136].
225
Kadı’nın huzurunda bir kadın falakaya yatırılmış (VİYANA I).
Adalet ve Cezalar Pedro, Osmanlı adaletinden, kendi ülkesiyle kıyaslayarak, övgüyle söz eder, bazı örnekler verir. Çevre temizliği ve düzenine çok önem veren Sadrazam Sinan Paşa, kimliğini gizleyecek biçimde giysilerini değiştirerek sık sık halkın arasında gezinir, evlerinin önünü, sokaklarını temiz tutmayanları, ister ev kadını olsun, ister köle olsun dayakla cezalandırır. Paşa bu gezmelerinden birisinde üstü başı kirli, yırtık bir adam görür, adamı saraya getirtir. Adama evine, çoluk çocuğuna bakıp bakmadığını sorar, sonra da karısını getirtir, ona da aynı soruyu sorar. Kadın adamın evine çok güzel baktığını, hiçbir şeyi eksik etmediğini söyleyince bu kez de onu falakaya yatırır. Çoluğuna çocuğuna gül gibi bakan bu adamı ortalıkta kirli giysilerle dolaştıran kadına yüz sopa atarlar. Pedro, Osmanlı hukuk uygulamalarını kendi ülkesindeki uygulamalarla kıyaslayarak övgüyle söz eder. Osmanlılarda hukuksal kararların hiç uzatılmadan, çoğu kez bir tek celsede alındığını, kendi ülkesindeki gibi yüksek paralar karşılığında uzatılmadığını anlatır [VIAJE 215-16]. Genç bir adam, Rüstem Paşa ’ya, iki adamı yargıç önünde kendisi aleyhine yalancı şahitlik yaptıkları iddiasıyla şikâyet etti. Konu kendisine miras yoluyla kalan malla ilgiliydi. Paşa adamların gerçekten yalan söylediklerini anladığında ikisinin de eşeklere ters bindirilip başlarına hayvan bağırsakları bağlanarak tüm kent boyunca dolaştırılmalarını buyurdu. Daha sonra ayaklarından zincirlenip kadırgalara yollandılar. Genç adam ise zengin olmuştu. Dernschwam, diğer yalancı tanıkların da aynı biçimde cezalandırıldıklarına tanık olmuş. Kiminin sakallarına kına yakıldığı da oluyormuş [DERNSCHWAM 77]. Hafif suçlar, falakaya yıkılarak ya da sırta veya karına değnekle vurularak dayakla cezalandırılırdı. Hırsızlığın cezasıysa asılarak ölümdü. Dinine ihanet eden bir Müslüman’la Müslümanlık aleyhine konuşan bir Hıristiyan’ ın cezası yakılarak öldürülmekti. Hainler çeşitli işkencelerle cezalandırılır, devlet adamlarıysa boğularak öldürülürdü. Bunların yanı sıra, kazığa geçirilmek gibi başka dehşet verici cezalar da vardı. Bu durumda, iki buçuk metre boyunda bir ucu sivriltilmiş kazık, geçirileceği yere kadar suçlunun sırtında kendisine taşıttırılır, burada sivri yerin227
16. Yüzyılda İstanbul
Zina suçu işlemiş bir kadın bir eşeğe ters bindirilmiş, başına işkembe sarılmış olarak ve eşeğin kuyruğunu tuttuğu halde sokaktan geçiriliyor (VİYANA I).
den adamın içinden geçirilerek yere çakılır, adam bu biçimde ölmeden önce bazen kazığa çakılı kalarak, bazen de günlerce acı çekerdi. Bir başka ölüm cezası da, suçluyu belinden bir halat veya zincire bağlayarak, yüksek bir yerden demirden bir kancanın üzerine doğru rasgele atmaktı. Adamın şansı varsa, yüksekten fırlatılınca kancaya takılmadan düşüp bir an önce ölür; yoksa, kancaya takılarak orada günlerce ölümü beklerdi. Bu durumda, yiyecek ve su vermek, yardım etmek, kurtarmak da aynı biçimde cezalandırılacağı için kimse bunlara yanaşmaya cesaret edemezdi. Adam öldürenler bu şiddetli cezalarla cezalandırıldığı gibi, bazı vâliler de bu çeşit cezalara çarptırılabilirdi. Başka bir ölüm cezası da derisi yüzülerek öldürülmekti. Magosa (Famagusta) kentinin Venedikli vâlisi Bragadino, kenti, kendisine ve askerlerine dokunulmayacağına dair söz verilmesine karşın, teslim ettiğinde bu biçimde cezalandırılmıştı. Viyana I ’de kazığa ve kancaya geçirmenin resimleri de vardı, ancak bunları çok zalimce bularak buraya almadık. Zina için verilen cezaysa kadına ve erkeğe ayrı biçimde uygulanır: Erkek birkaç ay hapis yattıktan sonra para cezası ödeyerek çıkar, kadın ise, başına bir öküzün iç organları dolandıktan sonra at sırtında sokak sokak dolaştırılarak, çevredekiler tarafından taşlanır, kırbaçlanırdı. Müslüman kadın, Hıris228
Adalet ve Cezalar
Zina suçu işlemiş bir erkek bir eşeğe ters bindirilmiş, başına işkembe sarılmış olarak ve eşeğin kuyruğunu tuttuğu halde sokaktan geçiriliyor (KASSEL).
tiyan erkekle zina yaparsa, her ikisinin de cezası ölümdü. Bu durumda, erkeği ancak Müslümanlığı kabul etmek kurtarabilirdi. Ama yine de bu çeşit bir suç olağandışı sayılmazdı. Oysa, Müslüman bir erkek Hıristiyan kadınla yakalanırsa ona ölüm cezası verilmezdi. Bu durumda, başına bir öküzün iç organları dolanarak bir eşeğe ters bindirilip sokaklarda dolaştırılırdı. Hıristiyan bir erkekle Hıristiyan bir kadın uygunsuz durumda yakalanırsa bunun cezası yalnızca para cezasıydı. Adları kadıda ya da Sobassa ’da (Subaşı) kayıtlı bulunan hayat kadınlarıysa, dinsel bayramlar dışında Yeniçerilere ve isteyen erkeklere hizmet ederlerdi. Moryson, bayramlara rastlayan günlerde cinsel temasta bulundukları için, pek çok hayat kadınının diri diri çuvallara kapatılıp çuvalın ağzı dikildikten sonra Boğaz ’ın sularına atılarak boğulduğunu yazar [MORYSON II, 67-69]. Pedro, Osmanlı mahkemelerinde verilen cezalardan da söz eder. Örneğin, yalancı tanıklık yapanlar, yüzleri çeşitli renklerle boyandıktan sonra eşeğe ters bindirilir, eşeğin kuyruğunu tutarak sokaklarda gezdirilir. Sokaktakiler yumurta, portakal kabuğu vb. atarak onunla eğlenir, aşağılarlar. Yalancı tanık bundan sonra cezaevine konur, burada bedeninde yaşam boyu kalacak dövmeler yapılır, böylece bir kez daha tanıklık yapamaz. Borcunu ödemeyenler ise borçlarını ödeyinceye kadar boyunlarına demirden halka takılarak ce229
16. Yüzyılda İstanbul
Falakaya yatırılmış bir erkek (VİYANA I).
zalandırılırdı [VIAJE 213-14]. Hile yapan, sattıkları malı bilerek eksik tartan satıcılar önce falakaya yatırılarak dövülür, sonra da başına tilki kuyruğu geçirilerek sokaklarda gezdirilirdi [VIAJE 215-216]. Tüm Türkler cezalara olağanüstü bir cesaretle katlanıyorlardı. Kimi kez baldır, kalça ve ayaklara sopa vurulurken kalın sopaların kırıldığı bile olurdu. Bu dayak işlemi sonucunda dövülenin etleri öylesine ezilirdi ki tedaviye başlamadan önce kesilmesi gerekirdi. Daha sonra dayak yiyen, kendisini dövdüren görevlinin elini öperek teşekkür ederdi ve sopa sayısı kadar belirlenmiş bir para öderdi. Türklerin inanışına göre bedenin dövülen bu kısımları öteki dünyada acı çekmeyecekti [BUSBECQ 155-156]. Dernschwam falakaya tanık olmuş: Dayak yiyecek olanın ayakları uzun bir tahtaya ayrı ayrı bağlanırdı. Sonra bu tahta yukarı kaldırılırdı. Daha sonra iki adam sopanın iki ucuna geçer, adamın ayaklarına kimi kez yüz, kimi kez üç yüz sopa vururlardı. Bu çok ağır bir cezaydı. Böylesine dayak yiyenler tüm yaşamları boyunca sakat kalabilirlerdi. Türkler için dayak yemek, ekmek yemek kadar doğaldı. Bu nedenle Türkler herhangi bir otoriteye karşı söz dinlerler ve cezalandırılmaktan korkarlardı. 230
Adalet ve Cezalar
Bir satıcı eksik tartı veya eksik ölçü kullanırsa, başı ağır bir tahtaya geçirilir, tahtadan ufak çanlar sarkar ya da boynuna ağır, büyük boyda bir çan takılarak sokaktan geçirilir. Her ikisinde de başında tilki kuyrukları takılmış bir serpuş vardır (VİYANA I).
231
16. Yüzyılda İstanbul
13 Mart 1554 ’te Sinan Paşa bir Macar ya da Hırvat ’ın çarmıha gerilmesini emretmişti. Adam ellerinden çivilendi, ayakları da bir tahtaya bağlandı. Olay Galata ’ da oldu. Adam orada tüm gün asılı kaldı. 24 Şubat ’ta, bu esir diğerleriyle, kayıkla Sultan’ın yaptırdığı câmiye taş taşıyordu. Denizde esirler Türk gardiyanları öldürüp kaçmayı denediler, ancak daha sonra yakalandılar. Aynı Sinan Paşa zorla sünnet ettirilip Müslüman yapılan bir Rum esiri yakılmaya mahkûm etmiş. Suçu, Müslümanlığı kabul etmesine karşın vaftiz edildiği Hıristiyan dinini savunmasıydı. Cezanın infaz edileceği gün Paşa, Rum esire 200 florin vermeyi önerdi. Karşılığında esir İslâm dinini kendi rızasıyla kabul edecekti, ama esir Hıristiyan kalmakta direndi [DERNSCHWAM 69]. Satıcılar yanlış tartı kullandıklarında başlarında suçlarını belirten bir yazı ile kent içinde dolaştırılırlardı. Boyunlarında da küçük zillerden oluşan ağır bir halka asılı olurdu. Ayrıca ceza verilen suçunu da bağırarak itiraf ederdi [CANAYE 98]. Sanderson, cezalar üzerine şöyle yazıyor: Yalan yere yemin edenler başlarında ve üstlerinde öküz bağırsakları olduğu halde, eşeğe ters bindirilirler ve bu halde kent sokaklarında dolaştırılırlardı. Ancak oruç ayı Ramazan ’da içkili bulunanlara verilen ceza daha büyüktü. Bir kepçe kurşun eritilir, suçlunun boğazından aşağıya dökülürdü. Sultan’ın evinde (Saray’da) Bostancıbaşı ‘nın önemli bir yeri vardı. Emrinde binlerce Acemioğlan olurdu. Birçok görevinin (ki cellatlık bunlara dahildi), yanı sıra Sultan’ın saltanat kayığından da sorumluydu. Sultan gezerken dümeni o kullanırdı [SANDERSON 88-89]. Hırsızlık suçundan yakalananlar göbeğine, arkasına, tabanlarına üç yüz sopaya varan cezayla cezalandırılıyorlardı. Cezalandırılan zengin biri Yahudi, Rum ya da Türkse her bir sopa için de 1 akçe ödemek zorundaydı [GERLACH 85]. Gerlach ’ın yazdığına göre 1575 Mart ayında tüm Türklerin şarap içmeleri yasaklandı. Kadı, içerken yakalananları 60-70 sopaya mahkûm ediyordu. Şarap satan da cezalandırılıyordu. Ramazan sırasında içki içmek kesinlikle yasaktı. Ocak 1576 ’da, Ramazan ’dan sonra, Ulefeger Ağa adında bir genç Yedikule ’ye hapsedilmişti. İçki içip sarhoş olduktan sonra bir Yeniçeri’yi yaralamıştı [GERLACH 85&151]. Gerlach ’a göre verilen cezalar çok ağırdı. Hırsızlık yapan ya da cinayet işleyenin dövülmenin yanı sıra tırnaklarına, büyük madeni çiviler sokuluyordu. Bir başka ceza da suçlunun bedeninin muslin bir kumaşla sıkıca sarılması, sonra üzerine su dökülüp kan akıncaya kadar kumaşın sıkılmasıydı [GERLACH 121]. Gerlach ’ın tarif ettiği cezaların kimine inanmak çok zordu. Örneğin, bir kadın ceza olarak çıplak vaziyette bir çuvala konmuş, çuvalın içine aç bir fare atılmış ve çuvalın ağzı sıkıca kapatılmış ve aç fare de kadını yiyip bitirmişti [GERLACH 153]. 232
Bayramlar, Yortular, Şenlikler Ramazan ayının bitimini gösteren bayram üç gün sürerdi. Sultan, bir bayramda İstanbul ’da olursa birçok eğlence düzenlenirdi. Jonglörler, kılıç dansçıları, akrobatlar, ip cambazları ve öteki hüner sahibi göstericiler gösteriler düzenlerlerdi. Ancak bu yıl Sultan sefere çıktığından İstanbul ’ da bulunmuyordu. Dernschwam ’a göre, bu geleneksel bayramlar Hıristiyanların yeni yıl kutlamalarından çok farklı değildi. Karşılıklı ziyaretler yapılır, önemli insanlara saygılar sunulur, değerli armağanlar verilirdi. Müzisyenler ev ev dolaşır, para toplardı. Zurna çalan iki adam önde yürürdü. Sonra iki adam davul çalardı, arkalarından daha da büyük davul çalan iki adam gelirdi. Bu davulları bir yandan ince bir sopayla, öte yandan tahta, kalın bir sopayla çalarlardı. Ayrıca, tabak büyüklüğünde pirinç zil ve boru çalan iki adam olurdu. Daire olduklarında, boru çalanlar önce yavaş, sonra hızlı ve olabildiğince yüksek çalmaya başlarlardı [DERNSCHWAM 86]. 17 Kasım ’da ikinci bir bayram kutlandı. Bu bayramdan önce oruç tutulmadı. Pazara çok sayıda koyun getirildi. Çünkü maddî gücü yeten koyun kestirip zekât olarak fakirlere dağıtırdı. Böylece tüm yıl boyunca çorbadan başka bir şey bulamayanlar bayram boyunca koyun eti yerlerdi. Üç gün süren bayram neşeli geçerdi. Bu sürede sefahat ve ahlâk dışı davranışlar serbestti. Bu bayrama Küçük Bayram ya da Kurban Bayramı adı verilirdi. Bundan öncekine Büyük Bayram denirdi. Ancak Dernschwam, bunların ne anlama geldiğini anlayamamış [DERNSCHWAM 56]. O yıl bayram neşeli kutlanmadı, çünkü İran ’a giden ordudan iyi haberler gelmemişti. Sonra Sultan ’ın zafer için dua edilmesini istediği haberi yayıldı. Bu nedenle bir alay, İstanbul ’un küçük-büyük bütün câmilerini dolaştı. Önde kalabalık bir imâm ve hoca grubu, düzensiz bir biçimde, beşli gruplardan başlayarak otuzlu gruplara kadar yürüyordu. Arkalarından iki yanda iki seçkin hoca arasında şeyhülislâm gelirdi. Üçü de at sırtında olurdu. Bu, Dernschwam ’a göre bir matem alayına benziyordu. Dua okunuyor gibi değildi. Sayıları 300-400 ’e varan imâmlar birbirleriyle konuşuyorlardı. Günlük giysiler içindeydiler. Uzun, ipek ya da ketenden, parlak kaftanlar giyiyorlardı. Bellerinde yün ya da ipekli kuşak bağlıydı. Bunların üzerine yaka233
16. Yüzyılda İstanbul
Bir bayram gününde Tavuk Pazarı. Geri planda Çemberlitaş, 234 Atik Ali Câmii ve Elçi Hanı’nın bir bölümü görülmektedir (VİYANA I).
Bayramlar, Yortular, Şenlikler
sız, uzun kollu ceketler giyerlerdi. Türkler çocuk gibi karışık renkli ve desenli giysiler giymeye bayılırlardı [DERNSCHWAM 87]. Bayram, oruç ayı Ramazan ’ın hemen ardından başlar ve üç gün sürerdi. O yıl, Mehmed Paşa Hıristiyanların Türklere şarap satmasını yasaklamıştı. Türklerin genellikle yaptıkları gibi sarhoş olmaları istenmiyordu. Bayramın ilk günü sabah erkenden Saray’daki tüm paşalar ve subaylar Saray’a giderlerdi. Sultan onları ana kapıda yüksek, altın bir taht üstünde karşılardı. Hepsi bağlılıklarını ve kulluklarını göstermek üzere Sultan’ın elini öperlerdi. Sonra paşalar evlerine dönerdi. Herkes onların elini öperdi ve ziyarete gelenlere yiyecek dağıtırlardı. Herkese yemek verilene dek sofradan kalkmazlardı. Canaye, bunun iyi bir âdet olduğu düşüncesinde. Çünkü böylelikle hükümdarla halk arasındaki bağ kuvvetleniyordu. Günün ortasında, Saray’daki, Tophane ’deki ve Kâğıthâne ’deki toplar tepeden tepeye yankılanan atışlar yaparlardı. Sonra, Sultan sarayın deniz duvarından amiralin denize yirmi dört kadırga indirişini izlerdi. Bu kadırgalar Beşiktaş ’a kadar gidip geri dönerdi. Şehirde her yerde müzik ve şarkı vardı. Hemen hemen her sokakta bir salıncak kurulurdu. Sallananlar, sallayan gençlere birkaç akçe verirdi. Gençler de ona gülsuyu veya portakal çiçeği suyu ikram ederdi [CANAYE 116-117]. Gerlach, Ramazan ’ın 23 Ocak 1574 ’te bittiğini yazıyor. Minareleri aydınlatan tüm kandiller kaldırılmış. Tüm gece boyunca insanlar sokaklarda dolaşıp alışveriş yapmışlar. Ertesi gün Şeker Bayramı ’ydı. Bayram üç gün sürdü. Bu süre içinde herkes en iyi giysilerini giydi; yürüyerek ya da arabalarla gezintiye çıktılar. Herkes birbirine, sokaklarda, elma ve ekmek sundu. En sevilen eğlenceler salıncakta sallanmak ve dönme dolaba binmekti. Birçok sokakta ve meydanda dört ayaklı çerçevelere salıncaklar kuruldu. Bu çerçeveler yeşilliklerle, portakal ve narla süslenmişti. Salıncağa binmenin ücreti 1 akçeydi. Müzisyenler davul ve zurna çalarken, iki kişi de müşteriyi sallıyor, müşteri de bu arada en yükseğe vardığında meyveleri koparmaya çalışıyordu. Dönme dolaplar dev tekerleklerdi ve dikey olarak döndürülüyordu. Bunları insanlar döndürüyordu. Kenarlardan sarkan oturaklardaki insanlar bunlarla sokaklarda yuvarlanıyorlardı. 1 akçe karşılığında, isteyene koku sıkanlara da rastlamak olasıydı. Bayramın ikinci gününde Gerlach İsviçreli ve İspanyol kölelerin sokaklarda kargılarla neşeli danslar yaptıklarını gördü [GERLACH 45&77]. Ramazan sırasında bir yaz Busbecq akşam namazından dönenlerin, yakındaki bir handa buzlu su içmek için durduğunu fark etmiş. Dinleri ayakta su içmeyi yasakladığı için sularını bağdaş kurup içmişler. Öğrendiğine göre, iştahlarını ve boğazlarını saatler süren bir oruçtan sonra açmak için böylesine çok miktarda soğuk su içmek âdetmiş. Yoksa kurumuş boğazlarından yiyecekler geçmiyormuş. Ramazan ’ da Müslümanlar her zaman yediklerini yer, özel bir perhiz uygulamazlardı. Ancak dinleri yasakladığı halde şarap içenler bu ay süresince şarap içmemeye dikkat ederlerdi. 235
16. Yüzyılda İstanbul
Hastalananlar iyileştiklerinde kaçırdıkları gün sayısınca oruç tutabilirlerdi. Savaşa giden askerler oruçtan bağışıktı. Bu yüzden Sultan herhangi bir kuşkuya neden olmamak için Ramazan’ daki seferlerinde çok yiyecek alırdı [BUSBECQ 153]. Müslümanlar otuz gün ya da bir ay oruç tuttuktan sonra, iki günlük bir bayram yaparlardı. Sayısız koyun kesilir, et fakirlere dağıtılırdı. Ayrıca ekmek ve para da dağıtılırdı. Hastaların ziyaretine gidilir, öksüzlere yardım edilir, ölmüşlerin ruhuna dua okunur, mezarlıklara gidilir, ölmüş yakınların mezarı başında yemek yenirdi. Bayramın ilk gününde bayramlaşılır ve herkes için Tanrı ’nın yardımı istenirdi. Geçmişteki kırgınlıkların unutulması istendiğinde barışılırdı. En çok önem verilen de buydu. Bu geleneği yerine getirmeyenle selâm sabah kesilirdi [POSTEL 63].
Salıncak (KASSEL).
236
Bayramlar, Yortular, Şenlikler
Türklerin din dışı şenlikleri de vardı. Sultanın seferden dönmesi, çocuğunun olması veya oğullarının sünnet edilmesi kutlanırdı. Böyle günlerde, tüm dükkânlar kapanır ve herkes kendince eğlenirdi [POSTEL 67]. Türkler 23 Nisan ’ı (yeni takvimde 6 Mayıs=Hıdrellez) yazın ilk günü olarak kutluyorlardı. Bundan önceki sekiz gün boyunca çeşitli çiçekler toplarlardı. Aynı gün Rumlarca Aziz George günü olarak kutlanırdı. Türkler de Aziz George ’a saygı duyarlardı. Gerlach ’a göre 23 Nisan 1576 ’da Galata ’ da bir Türk, Aziz George için bir koyun kurban etmiş ve etini fakirlere dağıtmış [GERLACH 88&185]. Pedro, Türklerin, Hıristiyan azizlerine saygılı olmakla birlikte, Hıristiyanlar gibi kutsal günlerinin çok olmadığını, ancak, Aya Yorgi ’nin aslında bir Türk kahramanı olup sonradan Hıristiyanlarca benimsendiğine inandık-
Dönme dolap. Bu arada para karşılığı isteyen koku sıkanlar (KASSEL).
237
16. Yüzyılda İstanbul
Salıncak (HEBERER).
larından yalnız onun gününü kutladıklarını yazar. Bunu da Türklerin Hıristiyanlarda olduğu gibi 23 Nisan ’da Hıdrellez adıyla andıklarını (Pedro ’nun deyimi ile Hedrelez) söyler. Pek çok kadın bu günde dinî inançları gereği kan verdiği için Pedro, bu günün çok hareketli geçtiğinden söz eder [VIAJE 244]. Sultan savaşta zafer kazandığında ya da bir ülkeyi fethettiğinde İstanbul ’a dönüşünde kentte üç gün üç gece büyük kutlamalar yapılırdı. Tüm esnaf tüm gün ve gece boyunca dükkânlarını açık tutmak zorundaydılar. En iyi mallarını sergilerlerdi. Böyle zamanlarda insanlar açıkça içki içerlerdi. Ancak Dernschwam ’a göre Türkler içki içmesini bilmiyorlardı. Yabancılarla kıyaslandığında, çok çabuk içiyorlardı. Akıllı adamlar bile alkolü garip davranışları için bahane olarak görüyorlardı [DERNSCHWAM 94]. Süleyman ’ın zafer kutlamalarının ilki 1526 ’ daki Mohaç Savaşı ’ndan sonraydı. Dernschwam, Süleyman ’ın İran Şahı ’na karşı kazandığı zafer kutlamalarına tanık olmuş. Bu kutlamalar 27 Ekim ile 29 Ekim 1553 günleri arasında yapılmış. Dernschwam ’ın yazdığına göre ilk gün tüm meydanlar kutlamaya gelen atlılarla hıncahınç doluymuş. Saraylar, pazarlar ve dükkânlar süslenmişti. Esnaf da bu gösterilerde hazır bulunurdu. Geceleyin dinî bayramlarda olduğu gibi tüm minareler ışıklandırılırdı. Sokaklar ve dükkânlar öy238
Bayramlar, Yortular, Şenlikler
lesine ışıklandırılırdı ki her yer gündüz gibi aydınlık olurdu. Lambaların içine, yağın altına renkli su konur; bunlar kırmızı, mavi, sarı ya da beyaz renklerle ışıl ışıl parlardı. Sultanın beslettiği kaplanlar, aslanlar, leoparlar ve başka nadir hayvanlar sokaklarda dolaştırılır, başka eğlenceler düzenlenirdi. Dansçı ya da şarkıcı olarak genç erkekler görev alırken kadınlara asla rastlanmazdı [DERNSCHWAM 93-95]. Sultan, tercümanlarından biri olan bir Polonyalı ile Venedik elçisine kazandığı zaferi iletti. Bunun üzerine elçi hemen İbrahim Paşa ’ya tebriklerini sunmaya gitti. Bu olay 7 Kasım 1554 ’te oldu. Kutlama törenleri kapsamında Vendik elçisi Galata ile İstanbul arasında bir kayık yarışı düzenledi. Yarışa Venedikli tüccarlar yarışmacı olarak katıldılar. Elçinin evinin önündeki yüzüğe ya da haça ilk varana değerli bir hediye verildi. Diğer eğlenceler arasında çocuk oyunları vardı. Halı dokumacılarından biri başında renkli bir halı ve halının üstünde koni biçiminde bir şapkayla dolaşırdı. Bir başkası bir kılıç darbesiyle şapkayı keserdi. Bu, düşmanın mağlubiyetini simgeliyordu. Diğer elçilikler Venedikliler gibi yapmadılar. Ama sevseler de sevmeseler de İmparatorluk elçiliği zafer dolayısıyla Yeniçeriler rahatça otursunlar diye minder ve halı dağıtmak zorunda kaldı. Avusturyalı diplomatlar Türklerce on üç ay boyunca gözetim altında tutuldu; bu süre içinde Türkler başka yerleri işgal ettiler [DERNSCHWAM 95]. 26 Ekim 1577 Demetrios Rum yortusuydu. Gerçek Rumlar bu yortuyu eğlenerek kutlarlardı. Rumlar ibadetlerinde liberaldiler. İbadet gece geç vakit yapılmazdı. Her yıl on ikiyi bulan önemli yortularında kadınlar ve erkekler gece yarısı beraberce kiliseye giderlerdi. II. Sultan Mehmed, Rumların bu uygulamalarını sağlıcakla sürdürebilmeleri için özel izin çıkarttırmıştı. Gerlach, ayrıca Rum kadın ve çocuklarına en ufak bir zarar getirene büyük cezalar verildiğini yazıyor [GERLACH 297].
239
240
Spor ve Oyunlar Geleneksel Türk sporlarının bir kesimi iki rakip takım arasında yapılırdı. Örneğin cirit, çevgân (polo), tomak gibi. Buna karşılık güreş, matrak gibi iki kişiyle oynanan oyunlar da vardı. Hem at üzerinde, hem yaya oynanabilirlerdi: cirit ve okçuluk gibi. Türkler gerek binicilikte gerek okçulukta çok ustaydılar. Pedro Türklerin, bir iki kart oyunuyla dama dışında pek oyun bilmediklerini söyler; bunun nedenlerini de, aslında Müslümanlığın, bir tarafın kazancının öbür tarafın kaybı olduğu gerekçesiyle bu gibi oyunları yasaklaması, ayrıca kişinin hoşça süre geçirme gibi duygularını yenmesi kuralına uyarak Türklerin oyunla geçirecekleri süreyi Tanrı ’ya tapınarak geçirmeyi yeğledikleri biçiminde yorumlar [VIAJE 244-45]. Türklerce At Meydanı denilen Hipodrom ’da her gün çeşitli eğlenceler ve oyunlar oluyordu. Atlarla, eşeklerle ve diğer hayvanlarla gösteriler yapılıyordu. Şenliklerde güreşçiler, okçular ve kılıççılar yer alıyordu. Güreşçilerin üzerinde iyi yağlanmış deri kıspetleri vardı. Seyredenlerden biri kazanana birkaç akçe vereceğine söz verirse güreşçiler güreş tutarlardı [WRATISLAW 160-161]. Türklerce yapılan güreş sporu eski Yunanlılarca yapılan güreşlere çok benziyordu. Sultan Süleyman güreş seyretmekten çok hoşlanırdı ve kendi güreşçileri vardı. Bunlar özgür insanlardı ve güreşmeleri için günde on ya da on iki akçe ücret alırlardı. Bu adamlar iri yapılı, adaleli, güçlü kuvvetliydiler. Çoğu Faslı, Hintli ya da Tatar ’dı. Güreşirken yalnızca deri bir pantolon olan kıspet giyerlerdi. Bu pantolon dizin altına kadardı. Tüm bedenlerine ve pantolonlarına bol bol yağ sürerlerdi. Böylece rakiplerin birbirlerini tutmaları çok zorlaşırdı. Bu yüzden, köpeklerin ayılara saldırdığı gibi, birbirlerinin burunlarını ya da kulaklarını ısırmaya çalışırlardı. Her oyundan sonra, güreşçiler terli bedenlerini mavi çizgili pamuklu bir kumaşla sararlardı. Ama güreş alanının dışında uzun, ipek kuşaklı, kukuletalı giysiler giyerlerdi. Bu giysiler siyah kadife veya astragandandı. Kukuletalar, Polonya veya Gürcü beylerininkine benzerdi. Güreşçiler cinsel ilişkiye girmemekle güçlerini koruduklarına inanırlardı [NICHOLAY 86b; 81a]. ◀ İki güreşçi (BREMEN).
241
16. Yüzyılda İstanbul
Cirit çok eski bir Türk oyunudur. Bugün de Anadolu ’nın kimi kesimlerinde popülerdir. Osmanlı ’da bu oyun iki takım arasında günümüzdeki popüler futbol gibi kalabalık seyirci önünde oynanırdı. Sultan I. Çelebi Mehmed cündîliği geliştirmek için daha önce vâlilik yaptığı Amasya ve Merzifon ’dan topladığı usta binicilerle iki cündî bölüğü kurdu. Ayrıca bunlardan birer spor takımı oluşturdu. Merzifon ’un büyük lahanaları ünlü olduğundan oradan gelenlere “Lahanacılar”, Amasya ’nın da bamyası ünlü olduğu için oradan gelen sporculara da “Bamyacılar” dendi. Lahanacıların formaları yeşil, Bamyacılarınki ise kırmızıydı. Buraya Viyana I’den aldığımız resimde bu renk farkları yer yer görülüyor. Bu arada oyunu izleyen halk kalabalığı da gösterilmiştir. Oyun Cündî Meydanı ya da Sipahi Meydanı diye bilinen At Meydanı yakınlarında bir yerdedir. Resimde günümüzde tenis, futbol gibi oyunlar da oyun dışı kalan topları toplayan görevliler gibi yere düşen ciritleri toplayan bir görevli de görülmektedir. Lubenau ’nun yazdığına göre Hipodrom ’un yakınında duvarlarla çevrili bir oyun alanı vardı. Buraya Sipahi Meydanı deniyordu. Burada atlılar cuma günü öğleden sonraları, tatillerde ve yazları her gün bir araya gelirlerdi. İki takıma ayrılırlardı. Takımlar birbirini kovalar ve rakiplerini yakalamaya çalışırlardı. Ancak savaş ciritlerinin yerine, uzun, beyaz sopalarla oynarlardı. Birçoğu bu sopaları çok uzağa fırlatabiliyorlardı, kimiyse kendilerine atılanları tutabiliyorlardı. Bu, çok tehlikeliydi. Sopasını atan, yakalanmamak için hızla kaçardı. Kimisi takım arkadaşlarından ayrılıp rakiplerini kovalar, sonra da hızla geri çekilir ve gözden kaybolurdu. Oyun iki takım arasındaki gerçek bir kavgaya dönüşür ve takımlardan birinin öteki takımca esir alınmasıyla sona ererdi. Ciritin öğretildiği okullar bile vardı [LUBENAU 152-154]. Baron Wratislaw genç bir adamdı. At Meydanı ’nda gördüğü bir spor ona kentte gördüğü eski şeylerden daha ilginç gelmişti. Hava güzel olduğundan, cuma günleri Sultan’ın sarayından olan 800-900 genç adam at sırtında At Meydanı ’na gelirdi. En iyi giysilerini giyerlerdi. Ayak bileklerinde daralan geniş pantolonlar üzerine parlak renkli giysileri vardı. Hepsi safkan olan atlar, eyerleri ve gemleri ile bulunabilen en iyi cinstendi. Bazılarının yanında yedek atları getiren seyisleri vardı. Her gencin elinde 2 metreden uzun, çapı 2 santimetreyi geçmeyen sopalar olurdu. Eyer kayışında ise ucu çengelli, daha kısa, daha kalın bir sopa asılı olurdu. Gençler iki gruba ayrılır ve atlarını birbirlerinin üzerine sürerken sopaları da mızrak gibi fırlatırlardı. Biri atını dikkatsizce sürerse karşı tarafın oyuncuları onu tutsak alır ve oyun dışı bırakırlardı. Bu oyunda amaç, hasmın oyuncusunu dörtnala izlerken onu sopayla vurmaktı. Sopaları yere düştüğünde, hızlarını kesmeden ya eyerlerinden sarkıp doğrularak ya da çengelli sopalarıyla uzanarak onu yerden büyük bir çeviklikle alırlardı. Kimi kez, sopaları havada yakalarlardı ve paldır küldür karşı saldırıya geçerlerdi. Atlar yorulduğunda at değiştirirlerdi. Bu oyunun amacı genç adamları savaş alanında ustaca mızrak kullanmaları 242
At Meydanı yakınındaki Cündî Meydanı’nda cirit (VİYANA I).
16. Yüzyılda İstanbul
At üstünde iki okçu (BREMEN).
244
Spor ve Oyunlar
için eğitmekti. Kentin tüm paşaları ve üst sınıf erkekleri at sırtında bu oyunu izlemeye gelirlerdi. Yanlarında adamları da olurdu. Atlarının üzerinde süslü koşum takımları ve örtüleri vardı. Halk ise yürüyerek gelir ve ayakta seyrederlerdi. Hanımlar civar evlerin pencerelerinin kafeslerinden izlerlerdi. Bu oyun iki ilâ üç saat ya da atlar yoruluncaya kadar sürerdi [WRATISLAW 164-168]. Okçulukta iki türlü atış yapılırdı. Bunlardan biri hedefe atıştı. Buraya alınan bir resimde iki yarışmacı, uzun bir direğin tepesindeki hedefe (altın kabağa) at üstünde nişan almış olarak görülmektedir. Bunu gösteren minyatürler de vardır. Nitekim Topkapı Sarayı’nda bulunan Hünernâme ’nin birinci cildindeki bir minyatür Sultan II. Murad’ı at üstünde bir direğin tepesindeki kabağa nişan alırken göstermektedir. Busbecq ’in öğrendiğine göre tüm Türk ulusu okçulukta çok becerikliydi. Çünkü erkek çocukları yedi ya da sekiz yaşlarında ok kullanmaya başlıyorlardı. Bundan sonraki 10-12 yıl boyunca yılmadan çalışıyorlardı. Böylece hedefi şaşmamayı öğreniyorlar ve kollarını güçlendiriyorlardı. Türk yayları Macar yaylarından daha kalın ve daha kısaydı. Macar yayları gibi yekpâre değildi. Tutkal ve ketenle birleştirilmiş olan öküz boynuzu ve tahta kirişlerinden yapılıyordu. Kısa oluşları, tutmakta kolaylık sağlıyorsa da öylesine sert oluyordu ki alışık olmayan birinin bu yayları germesi zordu. Ancak deneyimli bir Türk okçusu bu yayları kolaylıkla kulağına kadar gerip savaşta düşmanı tam gözünden vurabiliyordu. Türk okçuluk okullarında hedef üzerindeki beyaz daire genellikle Avusturya thaler ’inden bile küçük olurdu. Ancak Türk okçuları arka arkaya beş ya da altı oku daire biçiminde bu beyaz yuvarlağı çepeçevre saracak biçimde atarlardı. Bu oklar beyaz yuvarlağın çizgisinin tam üzerinde olur, hiçbiri dairenin içine isabet etmezdi. Hedef yerden yaklaşık 120 santim yükseklikte, tahtalar üzerinde duran içi kum dolu bir fıçıya çizilirdi. Okçu yaklaşık 9 metre uzakta dururdu. Sağ elin başparmağına geçirdiği kemik yüzükle yayı gerer, sol eliyle de yayı tutardı. Sağ ve sol el aynı hizada dururdu. Bu, Avrupalıların yayı kullanmasından farklıydı. Paşalar ve büyük konakların beyleri esirlerinin okçulukla ilgilenmesini sağlardı. Bu esirlerin içinde yetenekli olanlar öğretmenlik yapardı. Bayramda erkekler Ok Meydanı ’nda toplanırdı. Önce, yarışmacılar bağdaş kurup yan yana otururlar ve yarışmaya dua okuyarak başlarlardı. Daha sonra yarışma son derece düzenli ve sessizlik içinde yapılırdı, seyircilerde çıt çıkmazdı. Özel yaylar kullanılırdı. Bu yaylar çok kısa ve çok sertti. Öyle ki ancak çok iyi okçular gerebilirdi bunları. Oklar da özeldi. Yarışmada önemli olan, oku en uzağa atabilmekti. Ödül, işli bir yüz peşkiriydi. Ancak zaferdi önemli olan. Her yıl ulaşılan en uzak mesafe bir taşla (nişan taşı) belirlenirdi. Busbecq tanık olduğu mesafelere şaşırmış. Ancak geçmişten kalan taşlar gününden çok ilerdeymiş. Türkler kendileri de atalarının beceri ve kuvvetiyle boy ölçüşemeyeceklerini söylemişler. Okçuluğa duyulan büyük ilginin diğer bir kanıtı da birçok sokakta bu245
16. Yüzyılda İstanbul
lunan hedef tahtalarıydı. Her yaştan erkek bunlara ok atıyorlardı. Her hedef tahtasının bir sorumlusu vardı, görevi tahtayı her gün suyla nemlendirmekti. Aksi takdirde kum kurur ve sertleşir, oklar da tahtaya saplanmazdı. Bu fıçılarda yalnızca kör uçlu oklar kullanılırdı. Görevli okları fıçıdan söker, temizler, ok atana teslim ederdi. Ok başına belirlenmiş bir ücret alır; hayatını böyle kazanırdı. Hedef tahtalarının ön yüzü ufak bir kapıyı andırırdı. Busbecq böylesine bir hedef tahtasının Rum özdeyişi “tahtaya vurmak”la ilgili olup olmadığını merak etmiş. “Tahtaya vurmak” burada hedefi kaçırmak/bulamamak anlamındaymış [BUSBECQ 133-135].
246
Müzik, Dans ve Eğlendiriciler 16. yüzyılda her türlü gösterimin yapıldığı bir yer vardı. Bu Beyazıt’a yakın Tahtakale ’ydi. İki görgü tanığı bunları anlatıyor. Buradaki sanatçılar özel ve genel şenlikler için de kiralanabiliyordu. Görgü tanıklarından Haunolth, Tahtakale Meydanı’nda hokkabazlar, cambazlar, güreşçi ve taklacılardan başka eğitimli atların, eşeklerin, köpeklerin, kedilerin, geyiklerin, aslanların, ayıların, leoparların, tilkilerin ve benzeri hayvanların hünerlerini sergilediklerini anlatıyor [HAUNOLTH , 415]. Bir başka tanık, Lubenau da Tahtakale ’yi şöyle anlatmaktadır: Bayezid Câmii yakınındaki yerde hokkabazlar, cambazlar, eğitilmiş atlar, keçiler, köpekler, maymunlar para karşılığında hünerlerini göstermektedir. Bunların içinde oyuncular çeşitli ülkelerin giysi1
Kadın çalgıcılar dansçılara eşlik ediyorlar (VİYANA II).
247
16. Yüzyılda İstanbul
leri içinde tuhaf güldürmeceler göstermektedirler. Ellerinde çifter tahta çubuklar ya da kemiklerle tartım tutarak oynayan erkek ve kadın dansçılar, şarkıcılar, cambazlar, güreşçiler de bulunmaktadır [LUBENAU, 183]. Şölen sırasında müzik olurdu. Kadınlar kendilerine ayrılan bölmede, kafes arkasında görülmeden hem müziği duyabilir, hem de şöleni izleyebilirlerdi. Çalgılar genellikle vurmalı çalgılar, ziller ve bir tür obuaydı. Hıristiyan şenliklerinin tersine Türk kadın ve erkekleri beraber dans etmezdi. Ayrıca yüksek mevki sahibi erkekler de dans etmezdi. Dans yalnızca kadınlara uygun görülürdü. Türk erkeği için en büyük erdem askerî başarıydı. Eğlence, çengi diye bilinen kızlardan oluşan kiralanmış topluluklarca sağlanırdı. Kızlardan biri bir tür arp çalarken, bir başkası def, bir üçüncüsü küçük tahta çubuklarla kastanyet çalardı. İki ya da üç genç kız inanılmaz bir incelikle bedenlerini ustalıkla kullanarak dans ederlerdi. Daha sonra eğlenceye bir çeşni katmak amacıyla en uzun boylu ve en güzel olanı başörtüsünü çıkarır, başına bir erkek sarığı bağlar ve hareketleriyle öylesine ateşli aşk sahneleri çağrıştırırdı ki, seyredenler cinsel arzularının coşmasına gem vuramazlardı. Daima müziğe uygun hareketleriyle birisine dans etme çağrısını mimle canlandırıp, olumlu yanıt alamadığında güzel bir mendili ip haline getirip, hayal kırıklığı içinde canına kıymayı canlandırırdı [POSTEL 17-19]. Schweigger, Türklerin çalgı müziğinden zevk almamış. Türk müziğini ahenksiz seslerin bir kakafonisi olarak betimliyor. Üstelik de Türkler müzisyenlerin mümkün olduğu kadar yüksek perdeden çalmalarından hoşlandığı için çıkan sesler kulak tırmalayıcı olurmuş. Schweigger, Türk müziğini aynı
Çengiler (DRESDEN).
248
Müzik, Dans ve Eğlendiriciler
zamanın Alman müziğinin kabul edilmiş kurallarına uymadığı için de eleştiriyor. Ona göre, en kaba Alman köylüsü bile daha ahenkli sesler çıkarabilirmiş [SCHWEIGGER 207]. Kadınlar bir yandan neşeli, edepsiz şarkılar söylerken, bir taraftan da tef çalıp oynarlardı. İki ya da üçü dans ederken kollarını iki yana açıp birbirlerine bakarlar ve ellerinde tuttukları bıçak büyüklüğündeki iki çift tahtanın, bir tür kastanyetin tartımına uygun hareket ederlerdi. Erkeklerin çaldıkları tipik aletler arasında pirinç boru, tahta flüt, üzerinde kırmızı kumaş gerili olan davul, kardinal şapkası büyüklüğünde, tabak biçiminde, üzerinde parmak için halkaları olan bir çift pirinç zil vardı. Bu enstrümanlardan çıkan ses iki ordunun çarpışmasından çıkan sese benziyordu. Türkler, bu sazları askerî ve hükümdar bandolarında, bayramlarda ve eğlencelerde de kullanıyorlardı. Ayrıca, şapka büyüklüğünde iki tek taraflı davullar da vardı. Bu sazların hepsi bir arada çalındığında sonuç savaşımsı ve vahşî bir gürültüydü. Alt sınıftan insanlar arasında, genç erkekler eğlenmek için mızrapla kitara çalardı. Kimisi de uzun saplı, küçük, yuvarlak karınlı, telli bir saz çalardı. Ancak Schweigger, Yahudilerin müziğini de garip bulduğunu yazıyor. Türk şarkıcılarından da hoşnut kalmamış. Şarkıcılar bir melodiyi, seslerini modüle etmeden söylüyorlarmış. Ancak, Schweigger, Türklerin çok sayıda kahramanlara, savaşlara ve zaferlere ait şarkılarının bulunduğunu da belirtiyor [SCHWEIGGER 207-208]. Düğün şöleninde eğlentiler sırasında üç Yahudi müzisyen keman, küçük bir davul ve Türk sazı çalıyordu. Üçü de Türkçe şarkılar söylüyorlardı. Dans
249
16. Yüzyılda İstanbul
edenlerin tümü kadındı. Bir ellerinde mendil vardı. Bir kadın dansa katılmak istediğinde bu mendilden tutardı, dolayısıyla kadınlar birbirlerine değmiyorlardı. Genç kızlar çok dans etmediler. Adımlar yavaş ve zarifti. Zıplayıp sıçramadan bir adım ileri, bir adım geri dans tüm gece boyunca sürdü. Ara sıra kaba olaylarla bölündüğü oluyordu ki bunlardan biri Venedikli bir soylu gibi giyinmiş birinin iki fahişeyle pazarlık yapmasıydı. Kadınlardan biri çok para istedi. Daha sonra soylu sıkılıp bayıldı ve bir doktor kendisiyle ilgilendi. Bir başka oyundaysa oğlanla cinsel ilişki gösterildi. Bu olay kadınların gözleri önünde oynandı. Zengin Rumlar arasında bu tür düğün eğlenceleri günlerce sürerdi [GERLACH 157]. Türklerin tahta borulardan oluşan bir müzik aleti vardı. Bunların kimi 24, kimi de 18 borudan oluşuyordu. Bu çubuklarla Alman flütüne eşdeğer armonide sesler çıkarabiliyorlardı. Ancak görünüş olarak bu çalgı Fransız köylülerinin kaba ve basit kavallarına benziyordu [BELON 133b]. Tahtakale ’ de Bayezid Câmii yakınındaki açıklık bir alanda her tür oyuncu izleyenleri eğlendirirdi. Bunlar arasında profesyonel şarlatanlar, hikâye anlatanlar, pantomimciler, sihirbazlar, ip cambazları, ata binenler ve maymun, at ve keçi eğiticileri vardı. Çeşitli ülkelerin yerel giysileri içindeki komedyenler garip oyunlar sunarlardı. Ellerinde kastanyete benzer kısa çubuklar tutan kadın ve erkek dansçılar dans ederdi. Şarkıcılar, güreşçiler ve eskrimciler de vardı. Kısacası her tür gösteriye rastlanıyordu. Bu alan çevresinde erkek çocuklarının takla atmayı, elleri üzerinde yürümeyi, kılıç, ok-yay kullanmayı, mızrak ve gülle atmayı ve hokkabazlık yapmayı ve her tür oyun ve beceriyi öğrendikleri evler vardı. Lubenau ok atmayı öğrenen bir çocuğu iz-
Müzikli eğlenti (VİYANA II).
250
Müzik, Dans ve Eğlendiriciler
Bir çengi çenk eşliğinde dans ediyor (BREMEN).
251
16. Yüzyılda İstanbul
Çengiler ve bir pantomim gösterisi. Kimi kadınlar erkek kılığında (VİYANA II).
lediğini ve çocuğun bir çanı ortasından deldiğini gördüğünü yazıyor [LUBENAU 183-185]. Diğer bir sevilen eğlence türü erkek akrobatların gösterisiydi. Bunların güç sergileme numaraları soluk kesiciydi. Bir akrobat bir eliyle bir sopaya bağlı yüz kilo ağırlığı ya da bir zincire bağlı on top mermisini veya küçük bir topu kaldırabilirdi. Bu akrobatların saçları tam tepelerinde, bir tutam saç dışında usturayla tıraş edilmişti. Bir başka numara, bu bir tutam saça bağlanan ağırlıkları kaldırmaktı. Ağır tahta parçalarıyla jonglörlük yapar, bunları bir omuzlarından ötekine atar ya da başlarının, alınlarının, çenelerinin, hattâ dişlerinin üzerinde dengede tutarlardı. Kimi bu numarayı tahtanın üzerine ağır taşlar koyarak ve hiç düşürmeden dengeleyerek zorlaştırırdı. Becerilerini sınarken, adamlardan biri kalın bir bronz levha tutar ve bir başkası da kolu kalınlığında bir Türk yayını alıp inanılmaz bir güçle çeker ve bu metal levhayı okuyla delerdi. Postel en iyi Fransız akrobatının bile Türkiye ’de gördüğü akrobatların hiçbiriyle yarışamayacağını yazıyor [POSTEL 20]. Monsieur d ’Aramon elçilik evinde bir gösteri yapan Türk akrobat ve jonglörlerinin kuvvet ve becerileri karşısında hayrete düşmüş. Bunlardan biri şaşı bir cüceymiş. Bir elinde iki yay tutuyormuş, ötekiyle de her iki yayı kulağının hizasına kadar çekmiş. Ancak bu yaylar öylesine gerginmiş ki elçinin 252
Müzik, Dans ve Eğlendiriciler
maiyetinden hiç kimse bunları birkaç santim bile geremezmiş. Sonra bu usta cüce dört palanın keskin tarafları üzerinde yalınayak durmuş. Aynı zamanda, önce oklardan birini beş santim kalınlığında bronz bir plakanın arasından geçecek biçimde, sonra ötekini her biri bir iki santim kalınlığında olan üç bronz plakanın arasında geçecek biçimde atmış. Bundan sonra, ucu demir olmayan tahta bir oku kalın bir tahta içinden geçecek biçimde fırlatmış. Daha sonra yine oklarla devekuşu yumurtalarını, cam topları ve cam vazoları kırmadan delmiş. Son numarası bir saban demirini okla delmek olmuş. Ertesi gün elçi kuvvet gösterisiyle eğlendirilmiş. Gösterilerin birinde bir başka adam yine yalınayak palaların üzerinde dururken, aynı zamanda başına demir zincirle bir koyun kafası bağlıymış. Zincirin öteki ucu ise ayaklarının altındaymış. Daha sonra koyunun kafasına öyle kuvvetli vurmuş ki iki-
Müzikli eğlenti (VİYANA II).
253
16. Yüzyılda İstanbul
Mehter müziği (SCHWEIGGER).
Mehter müziği (KASSEL).
ye ayırmış. Aynı gösteriyi bir ata ayağıyla ve bir öküze uyluk kemiğiyle yinelemiş. Bunları kırmak için dirseklerini, omuzlarını, ayak bileklerini ve alnını kullanmış. En son olarak, yalnızca yumruklarını kullanarak dört vuruşta bronz bir havan tokmağını ikiye ayırmış. Bir sonraki numarası yüz ya da iki yüz elli kilo ağırlığındaki kadırga seren cundası ile jonglörlük yapmak olmuş. Ellerini hiç sürmeden bunu omzunda dimdik tutmuş, sonra bir om254
Müzik, Dans ve Eğlendiriciler
Zorbazların gösterileri: Yarı çıplak birinin karnına çekiçle vuruluyor, bir başkası yılan dolu bir fıçı içinde (üstte), bir üçüncüsünün bedeni zincirlerle bağlı iken bedenine kayalarla vuruluyor (altta) (VİYANA I).
255
16. Yüzyılda İstanbul
zundan ötekine aktarmış, sonra alnına ve sonra da dişlerine. Fransız konuklar, aynı numarayı 30 santim uzunluğunda bir direkle yaptığında, iyice şaşırmış. Adam direği asla düşürmeden hep dik tutarak, kâh kulağının kâh karnının üzerinde dengede tutuyormuş. Son olarak, jonglörün yardığı üç yüz kilo ağırlığındaki bir taş parçasını saçıyla kaldırmış. Daha sonra bir at nalına yumruğuyla çiviler çakarak delikler açmış. Ertesi gün, Türk göstericiler elçinin evine yine gelmişler. Bu kez yanlarında İranlı bir sihirbaz varmış. Bu İranlı sihirbaz bir oku kafasından sokup, bedeninden geçirip ayağından çıkarmış, sonra yine ayağına sokmuş, vücudundan geçirmiş ve kafasından çıkarmış. Daha sonra, kendisinden daha uzun ve daha ağır iki adam İranlı ’nın üzerine çıkmışlar ve İranlı sihirbaz ellerini kullanmadan birçok kez çömelip kalkmış. Türklerin yaptığı gibi birçok eşyayı kırmasının yanı sıra, iki parmağını çatal biçiminde kullanarak bir koyun bacağını kırmış. Bir buçuk metre uzunluğundaki bir odun parçasıyla jonglörlük yapmış. Daha sonra kendini saçlarından başaşağı asmış. Bu durumdayken kalın bir bronz plakayı okuyla delmiş, kalın ve sağlam bir halatı yine okuyla kesmiş. Daha önceden seren cundasıyla jonglörlük yapmış olan Türk yine bir seren cundasıyla aynı numarayı tekrarlamış. Ancak bu seferki bir ağaç büyüklüğünde ve üç yüz elli kilo ağırlığındaymış. Daha sonra aynı Türk altı adam ve dört çocuğu aynı anda kaldırmış ve dolaştırmış. Elçi daha sonra uşaklarından birine 10 santim kalınlığında bronz bir havan tokmağı getirmesini emretmiş. Türk bunu yüz üç vuruşta ikiye ayırmış [CHESNEAU 49-53].
256
Dervişler ve Din Adamları Dilenci kılığında yarı meczup fakirler ülkenin her yerinde görülebilirdi. Türkler, tüm yarı meczup kimselerin Tanrı ’ya daha yakın olduğuna inanırlardı. Hemen hemen her köşe başında dilenen fakirler, yalınayak, belden yukarıları çırılçıplak dolaşırlar, sadece alt kısımlarına tüyleri dışarı doğru gelecek biçimde koyun postu sararlardı. Bunlar, şiş ve iğneleri kendi bedenlerine batırırlar, kendi kendilerine Tanrı aşkına işkence ederlerdi. Gerek İstanbul ’da, gerekse Anadolu ’da bol rastlanan bu garip insanlar genellikle sığındıkları tekkelerde yer, içer, yatarlardı. Bunlardan bir tanesi, o dönemde İmparatorluk elçiliğinin bulunduğu sokağın köşesinde gördüğü ağzına kadar darı dolu bir sandığa dalar ve günlerce burayı kendisine konut beller, burada uyur, çıplak bedenini burada ısıtır. Yoldan geçenler kendisine yiyecek getirir, onu gören başka fakirler de sandığın çevresinde onunla sohbete ve burada konaklamaya başlarlar. Dernschwam, bu yarım akıllı kimselerin çoğunun, onun bunun acıyıp getirdiği yemekleri yemekten bazen bir domuz gibi semirdiklerini, bazılarının da, kendinden geçinceye kadar şarap içtiğini söyler. Âşık da denen bu garip insanların çoğu, bağlı oldukları tarikatları, üzerlerine sardıkları postlara bağladıkları ipek, keten paçavralarla, ay yıldız biçimi altın, gümüş nesnelerle, metal parçalarıyla vb. belirtirlerdi. Bunlar, özellikle kasım ayında, tek sıra halinde sokaklarda dolaşır, başlarındaki adam yüksek sesle dualar okuyarak, ötekiler de koro gibi onun söylediklerini tekrarlayarak dört-beş gün böylece gezinirlerdi. Dernschwam ’a bu yürüyüşün, Hz. İshak ’a karşı bir bağlılık gösterisi olduğunu ve buna da, Berberîlerde kutsal çorba anlamına gelen âşûre dendiği söylenir. Bu tek sıra halindeki dualı yürüyüşün bir amacı da, sadaka toplayarak kış aylarında aç kalmamak içindi. Bir derviş öldüğü zaman mezarına imâmlar bakar, başında sürekli olarak bir mum yanardı [DERNSCHWAM 117-120]. Müslümanlar dört ayrı gruba ayrılıyordu. Türkçe ’de bunlara Geomalers (Câmîler), Kalenderler, Dervişler (Abdallar) ve Torlaklar deniyordu. Geomalers (Câmîler) gezici hacılardı. Nicholay bunları, zengin ailelerden gelen çok yakışıklı genç erkekler olarak tanımlıyor. Bunlar dinsel görü257
16. Yüzyılda İstanbul
İki şerif ve iki molla (BREMEN).
nüşleri altında başkalarının paralarını seyahatlerde harcayan mutlu insanlardı. Kolsuz, eflatun, diz altına uzanan giysiden başka bir şey giymez, bellerine uzun, enli ipek bir kuşak bağlarlardı. Nicholay bunların ahlâksızlıklarıyla ünlü olduklarını söylüyor [NICHOLAY 99b]. Kalenderler, Geomalers ’den (Câmîler) farklıydı. Çünkü bunlar yoksulluk ve iffet üzerinde duruyorlardı. Tekke denen küçük manastırlarda yaşıyor, buralarda Nerzimi ’nin (Nesimî) yazdığı şarkı ve şiirleri okuyorlardı. Nerzimi (Nesimî), kendi mezheplerinin ilk aziz ve şehidi idi. Muhammed ’in yasaklarına karşı çıktığı için canlı canlı derisi yüzülmüştü. Kalenderler kolsuz yün ve at kılından yapılmış bir giysi giyerlerdi. Geomalers (Câmîler) gibi saçlarını uzatmaz, aksine kısacık keser ve geniş alınlarında bir karış uzunluğunda at kılından yapılmış iplikler sarkardı. Boyunlarına, kollarına kulaklarına ağır demir halkalar takılmış olarak gezerlerdi. Tahriklere kapılmamak için penislerini deldirdip demir veya gümüş halka takarlardı [NICHOLAY 101b]. Dervişler (Abdallar) garip ve yabansıydı. Aldatmaca, hırsızlık ve cinayetle ün salmışlardı. Kafaları usturaya vurulmuştu. Şakakları dağlanmıştı. Kulakları delinmişti. Kulaklarına çok güzel, yeşile benzer taştan halkalar takarlardı. Kış ve yaz keçi veya kuzu postunun altında çıplak gezerlerdi. Bu deriler yalnızca önlerini ve arkalarını kapamaya yarıyordu. Kentler dışında küçük kasaba ve köylerde yaşar, yaz boyunca kutsal olduklarını söyleyerek ordan oraya gezerler ve her tür kötülüğü de ederlerdi ki bunlardan biri de oğ258
Şeyhülislâm. Resmin yapıldığı yıllarda şeyhülislâm, Ebussuud Efendi idi (BREMEN). ▶
Metin And
259
16. Yüzyılda İstanbul
Peygamber’in soyundan geldikleri ileri sürülen seyyid ya da şerifler (VİYANA I).
lancılıktı. Kemerlerinde gizledikleri ufak balta ile savunmasız gezginlere saldırır, onların mallarını ellerinden alır, hattâ onları öldürürlerdi. Tanrısal olduklarını göstermek için matlah denilen bir tür ot yerlerdi. Bu ot onların delirmesine neden olur, bu haldeyken kendi boyunlarını, karınlarını ve kalçalarını bıçak ya da ustura ile keserlerdi. Yaraları iyileşene dek korkunç acılara inanılmaz bir güçle katlanırlardı. Bu dervişler büyük yalancıydılar. Ama sıradan insanlar onlara saygı duyuyordu. Ali adına topladıkları para ile yaşarlardı. Diğer bir azizleri de Seyyid Battal ’dı. Nicholay, bu dervişlerin İstanbul ’da hoş karşılanmadıklarını yazıyor. Çünkü çok değil bir süre önce bunlardan biri Sultan II. Mehmed ’i öldürmeye kalkışmıştı. Ama Türkler yardımseverliğe öylesine önem veriyorlardı ki bunlara para vermeden edemiyorlardı [NICHOLAY 102b; 102a]. Torlaklar, denildiğine göre dervişler (abdallar) gibi çıplaklıklarını keçi ya da koyun postuyla kaparlardı. Ama bunların üzerine de büyük bir ayının postunu pelerin gibi giyerler, ayının pençelerini de omuzlarından birbirine bağlarlardı. Onlar da şakaklarını dağlarlardı. Kolları ve bacakları çıplaktı ama 260
Dervişler ve Din Adamları
Hocalar bir cenazede dua ediyorlar (VİYANA I).
başlarına yüksek, silindir biçiminde beyaz keçeden pilili şapka takıyorlardı. Okuma, yazma bilmezlerdi. Yaptıkları yararlı bir iş de yoktu. Bahşişle yaşarlar, sık sık hamamlara, meyhânelere ve insanların toplandıkları yerlere giderlerdi. Genellikle kalabalık olarak dolaşırlar ve dervişler (abdallar) gibi yolculara saldırıp onları soyarlardı. Halk, Torlaklar ın kehanet gücü olduğuna inanırdı. Özellikle sıradan kadınlar bunlara büyük miktarlarda ekmek, yumurta, peynir ve yiyecek getirirlerdi. Sırayla el fallarına baktırıp geleceklerini dinlerlerdi. Torlaklar, köylülerin saflığından yararlanırlardı. Yaşlı bir adamla bir topluluğa girerler ve ona tanrı gibi taparlardı. Gittikleri yerdeki en iyi eve yerleştikten sonra yöre halkı onlara saygılarını sunmaya gelir ve bu yaşlı adam da transa girmiş numarası yapardı. Sonra da müritlerinin kendisini taşıyıp götürmesini isterdi, çünkü güya orada kötü bir şey olacağını ilâhî güç ona söylemiş olurdu. Müritleri ona Tanrı ’yla kendi aralarında aracılık yapması ve böylece kendilerine büyük konukseverlik göstermiş olan köy halkı üzerindeki kötülüğün kaldırılması için yalvarırlardı. Köy halkına acıyan yaşlı adam Tanrı ’nın merhameti için dua eder ve burada köylüler ona ellerinde avuçlarında 261
16. Yüzyılda İstanbul
ne varsa verirlerdi. Sonra, Torlaklar bu insanların aptallık ve saflığıyla alay ederek oradan uzaklaşırlardı. Dolayısıyla dini sömürmüş, kutsallıkla oynamış olurlardı. Nicholay bunları cinsel sapıklıkla da suçlamakta [NICHOLAY 104b-105b]. Kasaba ve köylerde yaşayan bir mezhep daha vardı. Odalarının duvarlarını öküz, keçi, karaca, ayı ve kurt postlarıyla kaplarlar, bu hayvanların boynuzlarına çok sayıda yağlı mum dikerlerdi. Bir tarafta Ali ’nin anısına bir kılıç asılı dururdu. Efsaneye göre Ali, dağları kılıcıyla delmişti. Yerde, tam ortada bir tabure olurdu. Bunun üzerinde de yeşil bir örtü. Örtünün üstünde madenden bir şamdan bulunurdu. Şamdanda mum yoktu. Müritlerine görkemli görünmek için kurt, ayı, karaca, kartal ve kuzgun gibi vahşî hayvanları ehlileştirip bunları da odalarında beslerlerdi. Nicholay bu adamları yalancılıkla suçluyor, çünkü bunlar inzivaya çekildiklerini söyledikleri halde hep kalabalık yerlerde yaşıyorlardı, ormandaki vahşî hayvanlar arasından geldiklerini söylemelerine karşın, beraber yaşadıkları hayvanlar ehlileşmiş hayvanlardı. Güya dindar olan öteki mezhep mensupları gibi
Bektaşi dervişleri (VİYANA I).
262
Dervişler ve Din Adamları
Gezici dervişler (VİYANA I).
bunlar da bağışla yaşıyorlardı. Yeterli bağış bulamayınca boynunda çan asılı bir ayı veya karacayla sokaklara çıkıp dileniyorlardı. Nicholay, böyle adamlara hem İstanbul, hem de Edirne sokaklarında rastlamış [NICHOLAY 106b-107a]. Pedro ’nun sözünü ettiği dört ayrı derviş tarikatı, Kalenderler (calender), Torlaklar (torlach), Dervişler (derbis) ile İskatçılar dır (isachi). İskatçılar karınlarını doyurmak için cenazelerde dua eder ya da dilenirlerdi. Kalenderler, başlarına ve ayaklarına hiçbir şey giymez, omuzlarından aşağıya yalnızca bir koyun postu asarak yarı çıplak gezerlerdi. Saçları, yağ içinde bellerine kadar uzundu. Kollarında demir bilezik vardı. Delik kulaklarına da küpe takarlardı. Saflıklarının simgesi olarak kasıklarını bir bezle sıkıca bağlarlardı. Sokaklarda dilenen dervişler de koyun postu giyerler, kulaklarına küçük taşlardan küpeler takarlar, başlarına kelle şekeri biçiminde, konik, beyaz keçe takke giyerler, üzerinde yumrular bulunan sopalarına dayanarak dolaşırlardı. Bunlar her yıl Seyyid Battal ’ın mezarında bir araya gelerek yedi gün süren yıllık toplantılarında pirleri Azam Baba ’ya çevrelerindeki olayları ve izlenimlerini aktarmakla yükümlüdürler. Toplantının cuma gününe rastlayan son günü, hep birlikte yer içer, hintkenevirinden yapılan uyuşturucu ilâçlarla sarhoş olurlar, yaktıkları ateşin çevresinde kendilerinden geçerlerdi. Sonra da ya sivri uçlu bıçak ve jiletlerle kollarında, göğüslerinde derin yaralar açarlar ya da kızgın iğnelerle, öbür kesicilerle dağlayarak dövme yaparlardı. Ayıldıkları zaman bu ya263
16. Yüzyılda İstanbul
İki Bektaşi dervişi (BREMEN).
Bir gezici derviş (BREMEN).
raları kızdırılmış pamuklarla dağlayarak geçirmeye bakarlardı. Dervişler de Kalenderler gibi çıplak tenlerine koyun postu giyerler, ancak, bunlar saçlarını kökünden kazırlar, başlarının üşümesini önlemek için yağlarlar, kör olmamak için de şakaklarını dağlarlardı. Eğitim görmemiş, üstelik de aç olan bu kimseler meyhânelerde dilenir, boğaz tokluğuna türkü söyler, çoğu kez de başıboş dolaşır, hırsızlık yaparlardı. Kırsal kesimlerdeyse karınlarını, dilenerek ya da fal bakarak doyururlardı. Köylerde barınabilmek için sık uyguladıkları bir yöntem vardı. Bir ihtiyarı köy meydanına oturtur, önceden hazırlanan bazı oyunlarla bu ihtiyara ermiş süsü verirlerdi. Birtakım düzmecelerle köy halkını ihtiyarın ermişliğine iyice inandırdıktan sonra da bol yiyecek ve giyecek kendiliğinden gelirdi. Bunları anlatan Pedro, dervişlerin çocuklara musallat sapık kimseler olduğunu da vurgular. Üzerlerine uzun keten giysiler giyen, başlarına da küçük türbanlar saran İskatçılar da ellerine bir bayrak alır, türküler söyleyerek dilenirlerdi [VIAJE 205-207]. Giysilerde yeşil, kutsal renk sayılmakla birlikte, peygamber yeşil takke takmış olduğu için din görevlileri dışındaki kimselerin yeşil takke takması yasaktı. Hele giysilerde belden aşağı bir yerde yeşil giymek de, bulundurmak da günahtı. Bu inanç, bir gün şöyle bir olaya yol açar: 30 Haziran 1555 günü, kenti gezmek isteyen Avusturya Elçiliği ’nde görevli birkaç diplomat, sabahın erken saatlerinde at üstünde elçilikten çıkarlar. Bunların arasında bulunan bir Macar görevlinin dizliklerinin altından yeşil çorapları yoldan geçmekte olan bir yeşil takkelinin gözüne çarpar; koşarak başkalarını da getirir ve bü264
Dervişler ve Din Adamları
yük bir kalabalıkla Macar diplomatı atından alaşağı ederek önce çoraplarını çekip yırtar, sonra da öteki diplomatların şaşkın bakışları önünde kıyasıya döverler [DERNSCHWAM 76]. Hocalar, yani imâmlar okuma yazma bilmezdi. Kur’ân ’ı kulaktan dolma ezberledikleri için sadece bunu ezberden okurlardı [DERNSCHWAM 58]. İstanbul ’ da, başlarına taktıkları yeşil takkelerle hoca oldukları izlenimini vermeye çalışan pek çok kişi sokaklarda dolaşarak dilenirdi. Hattâ bunlardan bazıları peygamberin soyundan geldiğini bile savunurdu. Bazıları da peygamberin doğduğu yer olan Mekke ’den geldikleri için yeşil takke taktıklarını savunur, kendilerine “emir” ya da “şerif ” denmesini isterlerdi [DERNSCHWAM 74-75]. Adlarının anlamı “Hz. Peygamber ’in soyundan” demek olan “seyyid”ler için de Gelibolulu Mustafa Âli şöyle der: “Yeşil cüppe giyenlerin çoğu yalancı ve düzenbazdır. Bunların soyağacı, gövdesinin içi boşalmış, yaprak ve meyveleri çürümüş bir ağaca benzer” [ÂLİ 97-99].
Bir derviş geyik gezdiriyor (KASSEL).
265
Yahudiler (VİYANA I).
266
İstanbul ’un Yahudi ve Rumları Yahudiler her tür ticaret işinin erbabıydılar. İşlerini açıkça yürütebiliyor ve çok para kazanabiliyorlardı. Çünkü Türkiye ’de büyük bir özgürlük vardı. İsteyen işini, iyi ya da kötü, istediği yerde yapabiliyordu; evde, dükkânda ya da sokak ortasında. Karşılığında da az ya da çok bir para alıyordu. Dükkânın kirasını ve Sultan’a vergisini ödedikten sonra kimse esnafa karışmıyordu. Yahudilerin İstanbul ’ da kendilerine ait basımevleri vardı. Yahudiler ayrıca, faizci, oyma/kabartma sanatçısı, sanatkâr, terzi, kasap, camcı, boyacı, yün ve ipek dokumacısı, mücevherlere değer biçen, mücevher işleyicisi, kuyumcu, eczacı, doktor ve cerrah olarak da etkindiler. Yün dokuma zanaatı İtalyanlardan öğrenilmişti ve kentte yalnızca Rum ve Yahudilerce yapılıyordu. Yahudiler, ayrıca ticaretin her dalında da söz sahibiydiler. Bedesten ’in tümünde Türklere, Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere ait dükkânlar vardı; ancak alışverişin büyük bir bölümü Yahudilerce gerçekleştiriliyordu. Türkler savaşmayı beceriyorlardı ancak Rumlardan ve Cenovalılardan da yavaş yavaş ticareti öğreniyorlardı. Bazı Yahudiler, özellikle Sultan’ın saray çevresinden olanlar debdebe içindeydiler, ama bunların çoğu eğitimsizdi ve esir olmaktan kurtulma ümitleri asla yoktu. Doktor, cerrah veya eczacı olmaları söz konusu değildi, çünkü Türkler ne Latince ne de eski Yunanca biliyorlardı. Dernschwam ’ın rastladığı ve tanıdığı Türk doktorları biraz Arapça ve İbranice biliyorlardı. Biraz da Kalinos ’un düşüncelerinden çalmışlardı. Yazdıkları reçeteler ya İtalyan eczacılardan ya da atalarının boş inançlarından alınmıştı. Bu sözde doktorlardan birisi elçilik konutuna sık sık gelirdi. İyi Latince bildiğini söylerdi, ama tüm bildiği İtalyancaydı. Hiçbir hastaya da en ufak bir yararı dokunmazdı. Sultan ’ın (I. Süleyman) doktoru Mose Hamon adlı bir Yahudi ’ydi. Mose Hamon ’un babası olan Joseph Hamon, I. Selim ’in doktoruydu. Mose Hamon, Sultan ’ın sağlığıyla yakından ilgilenirdi. Sultan ise Mose Hamon ’un çabasını karşılıksız bırakmazdı. Hamon için kentin Yahudi bölgesinde taştan iyi bir ev yaptırmıştı. Dernschwam İstanbul ’dayken Hamon öldü. Sultan ’ın doktorluğunu Hamon ’un oğlu devraldı. Sultan ’ın gerçekten iyi doktor267
16. Yüzyılda İstanbul
Biri dul, öteki evli iki Yahudi kadını (BREMEN) (solda). İki Yahudi hekim (BREMEN) (sağda).
lara ihtiyacı vardı, çünkü ayağında akut ağrısı vardı. Kendisine bakan doktorlar ise ona yalnızca müshil ilâçları veriyorlardı. Bunlar Latince ya da Yunanca bilmiyorlardı. Bütün bildikleri yalnızca kocakarı ilâçları veya sıradan eczacıların hazırladıkları tertiplerdi. Dernschwam ’a göre paşalar en azından sultana doktor seçmede titiz davranmıyorlardı. Çünkü bu paşalar Türklerce kaçırılıp saraya getirilmeden ve yüksek makamlara ulaşmadan önce cahil domuz çobanlarıydı. Dernschwam ayrıca, aşağılayıcı biçimde, Yahudi eczacılardan da söz ediyor. İstanbul ’ da kendi ülkesinin tersine büyük ve yeterli eczaneler yoktu [DERNSCHWAM 113]. Türklerin gözünde pek saygınlığı olmayan Musevîler, oturdukları binaları, evleri, dükkânları satın almayıp kiralamayı yeğlerler, varlıklarını da nakit olarak evlerinde saklarlardı. Bunların çoğu, kentin denize inen bir semtinde, dar, kalabalık, pis kokulu sokaklarda, kovuk gibi evlerde yaşardı. Bunun sonucu olarak da buralarda sık sık salgın hastalıklar baş gösterirdi. Türklere güvenmeyen Yahudiler onlara borç para vermezler, sadece ticaret yaparlardı. Yahudilerin hangi ülkeden kovulursa kovulsun, doğruca Türkiye ’ye gelmeleri de Türkler arasında alay konusuydu. Bunlar, İbranice nin yanı sıra konakladıkları ülkelerin dillerini de çabuk öğrendiklerinden her ülkeye ayak uydururlardı. Çoğu, Türkler ya da Rumlar gibi, beli kuşaklı uzun bir kaftan, üzerine de ipek ya da ince yünlüden bir ceket giyerlerdi. Ancak, giydikleri sarı sarık, onları, sarıkları beyaz olan Müslümanlardan ayırırdı. Yahudi doktorlar başlarına huni biçiminde, ucu sivri, uzun, kırmızı baş268
İstanbul'un Yahudi ve Rumları
lık takarlardı. Bazı Yahudiler de, geldikleri ülkeye özgü giysiler giyerlerdi; örneğin İtalya ’dan gelen Yahudiler başlarına sarık yerine siyah bere geçirirlerdi. Yahudiler yılda sekiz gün oruç tutarlardı. O günlerde, etten değişik bir tadı olduğundan bazı hahamların yenmesine izin verdikleri tavuk eti dışında, et yemezlerdi. Nedense, bir zamanlar oruç günlerinde sirkede bekletilmiş etin yenmesine izin verilirdi. Yahudilerin, Levi ’nin soyundan geldiklerini savunan hahamları, Hıristiyanlardaki papazlar gibiydi. Bunlar çoğu kez, tavuğun ya da yenecek başka hayvanların belirli biçimlerde kesilerek öldürülmesi gibi birtakım yalan yanlış bilgiler de verirlerdi. İstanbul ’da her ülkeden Yahudi çocuğunun gittiği kırkı aşkın Musevî okulu vardı. İstanbul ’ da sözü edilen Yahudilerden başka bir de Kiev ’ den gelmiş, başka ülkelerde pek rastlanmayan Karait Yahudileri yaşardı. Bunlar da sadece elli ilâ yüz aile kadardı. Topluca iki yüz kişiyi geçmezlerdi. Karaitler öteki Yahudilerle görüşmez, onlarla yiyip içmez, onlarla evlenmez, güzel, büyük taş evlerde otururlardı. Bunlar da, kendi hayvanlarını besler, kendi yiyeceklerini, kendi şaraplarını üretir, özel günlerde oruç tutarlardı. Başka Musevîlerden çok daha varlıklı olan Karait Musevîlerinin bazılarının varlığı 100-150 bin florin bile ederdi. Bunlar dinlerinin yasaklamasına karşın, ipotek karşılığı
Rum Ortodoks din adamları (VİYANA I).
269
16. Yüzyılda İstanbul
Rum Ortodoks Patrikhanesi (SCHWEIGGER).
faizle borç para verirlerdi. Bu faiz, 1 altın florin karşılığında ayda 1 akçe idi. Bu varlıklı Musevîlerin kadın ve erkekleri has ipek Şam kumaşından giysiler giyer, kadınları değerli altın takılar takardı. Bunların çocukları da kendi özel okullarında eğitilirdi [DERNSCHWAM 106-109]. Evlenecek olan Yahudi ’nin önce zabıtadan yazılı bir izin alması gerekirdi. Bunun için de, sonuçta Sultan ’ın hazinesine girecek olan 80 akçe ödemek zorundaydı. Türklerin bayramında Yahudiler çıkmaya korkar, üç dört gün evlerinde kalırlardı; çünkü sokakta bir Yahudi gören Türk onun yakasına bayram bahşişi için yapışır, para almadan bırakmazdı. Kadın ya da erkek bir köle bir Yahudi ailesinin yanında yedi yılını doldurursa, kendisini salar; istediği başka bir yerde para karşılığı çalışmasına izin verirlerdi [DERNSCHWAM 114]. Türkiye ’ de, özellikle İstanbul ’da, hekimlerin çoğu Yahudi ydi. Bunun nedenlerinden biri Yahudilerin iyi Yunanca, Arapça, Acemce ve İbranice bilmeleriydi. Hekimlik, doğa felsefesi ve astronomi konusundaki büyük otoriteler bu dillerde eser vermişlerdi. Türk veya Yahudi, ünlü hekimler Sultan’ın koruması altındaydı. Bunlara iyi para veriliyordu. Nicholay İstanbul ’ dayken en saygın hekim (H)Amon adındaki bir Yahudi ’ydi. 60 yaşlarındaydı. Bilgi270
İstanbul'un Yahudi ve Rumları
siyle ün yapmıştı. Yaşlı hekimlerden başka Saray’da görevli sıradan hekimler de vardı. Bunlara günde 10 akçe, yiyecek ve yatacak yer veriliyordu. Bunların görevleri arasında, Sultan ’a sorduktan sonra hastalara bakmak geliyordu. Sultan ’a sormadan böyle bir şeye kalkışmaya cüret edemezlerdi. Sultan’ın izni üzerine hasta, Saray’da hastalara ayrılmış bölüme götürülürdü. Hasta, iyileşene dek hekim onu günde dört kez ziyaret ederdi. Hasta herhangi bir gelişme göstermezse öteki hekimlerden yardım istenirdi. Hekimlerin giysilerindeki en ayırt edici özellik, sarık yerine yüksek, kırmızı bir fes giymeleriydi [NICHOLAY 93b-94a]. Schweigger, Rum Patriği ’nin konutunun ayrıntılı bir biçimini veriyor. Söz konusu konut oldukça büyük, ama kötü inşa edilmiş. Burada yirmi din adamı ve patrik konut dışına çıktığında onu koruyan bir Yeniçeri yaşıyordu. Bahçe duvarları boyunca anlaşmaları yazan arzuhalcinin bürosu, râhiplerin odaları ve uzaktan gelen râhipler için ayrılmış konuk odalarının bulunduğu, üstü kapalı kemer yapılar yer alıyordu. Ahır dört beş at ya da katır barındırı-
İstanbul’un Rum Ortodoks Patriği (BREMEN) (solda) ve bir Rum Ortodoks keşiş (BREMEN) (sağda).
271
16. Yüzyılda İstanbul
yordu. Yüksek ve dar olan kilise binasında Azizlerin resimleri ve Bizans İmparatoru Aleksis Comnenus ’un gösterişsiz kabri bulunuyordu. Duvarda binanın ilk sahibinin Mikhael adında biri olduğunu gösteren bir yazı vardı. Kilisedeki sütunlardan birinin hastaları iyileştirdiği söyleniyordu. Bahçede mezarlık vardı. Bizans kilisesi ve manastırının yanında Ermeni Patriği ’nin konutu yer alıyordu. İki ya da üç râhiple yaşadığı bu konut kış aylarında uzun bir bacası olan, dolayısıyla evin içine dumanın kaçmadığı bir sobayla çok güzel ısıtılıyordu [SCHWEIGGER 118-122]. Canaye ve arkadaşları saygılarını sunmak üzere patriğe giderler. Patrik küçük bir manastırda yaşıyordu. Onun fakir bir keşiş gibi giyinmiş olduğunu görürler. Çok mütevazı bir odada oturuyordu. Gittiklerinde onu bir
Rum Ortodoks Kilisesi’nin büyük âyin yürüyüşü (BREMEN).
272
İstanbul'un Yahudi ve Rumları
grup Rum ’un derdini dinlerken bulmuşlar. Rumlar, patriklerini aynı zamanda hem dinî, hem de din dışı konularda yargıç olarak görürlerdi. Patriğin elini öptükten ve duasını aldıktan sonra, Fransızlar kiliseyi gezdiler. Kilise küçüktü. Çok güzel mozaiklerle süslüydü. Keşişler onlara kutsal emanetleri de gösterdi, ama Fransızlara eşlik eden Yeniçeri gittikten sonra eski Yunan elyazmalarının olduğu kütüphaneyi de gördüler. Bunların çoğu yazmaydı. Ünlü bilginler John ve Theodosius Zygomalas ’la tanışıp konuştular. Canaye ’ın yazdığına göre patrik çeşitli vesilelerle halkın karşısına çıktığında mavi damasko ile üç sıra çizgi çekilmiş siyah bir giysi giyerdi. Başına mavi damaskodan bir başlık geçirirdi. Bu başlığın önünde siyah kadifeden bir haç olurdu. Patrik Sultan’a yılda 40.000 düka ödemek zorundaydı. An-
273
16. Yüzyılda İstanbul
Karamanlı kadın (BREMEN).
274
cak ne kiliseye, ne de herhangi bir inşaata para harcayamıyordu, çünkü Türkler aynısını bir câmi için isterlerdi. Bu daha önce de olmuştu [CANAYE 107-109]. Rum patriği keşişlerin barındığı bir manastırda oturuyordu. Her yıl Sultan’a 300 düka takdim ediyordu. Ayrıca çeşitli Rum kilisesi ve evlenmelerine izin verilmiş râhipler vardı. Bunların kiliselerinde tasvirler ve rölyefler yoktu. Yalnızca resimler vardı [CHESNEAU 32]. Dernschwam, Karamanlılar olarak bilinen bir grup insanın Yedikule ’ye pek uzak olmayan boş bir toprak parçasında yaşadığını, Hıristiyan oldukları için âyinlerini Rumca yapmalarına karşın, bu insanların hiç Rumca bilmediklerini, kullandıkları dilin yıllardan beri Türkçe olduğunu söyler. Karamanlı kadınlar başlarına, Papa ’nın tacını andıran yüksek sivri, beyaz ya da renkli bir başlık giyer, sokağa çıktıklarında bu başlığın üzerine göğüslerini kapatacak uzunlukta tülden bir örtü koyarlar. Karamanlıların yaşadığı bu topraklarda şimdi yıkıntıları kalan güzel bir kilise ve manastır bulunurmuş. Oysa, Karamanlılar dualarını şimdi küçük bir kilisede yaparlar. Bu kilisede, eski giysileri içinde Bizans İmparatoru Konstantin ile İmparatoriçe Helen soyundan gelen kralların, adam boyunda, hepsinin altında adları kazınmış çok değerli resimleri vardır. Bir başka resim Hz. İsa ’yı son yemeğinde gösterir. Karamanlıların bunlar gibi daha başka değerli varlıkları da vardır [DERNSCHWAM 52-53].
Köleler ve Esir Pazarı Türkler için köleleri, sahip oldukları zenginliklerin başında gelirdi. Kölelerin büyük çoğunluğunu Hıristiyan Çerkezler oluştururdu. Diğerleri Gürcistan ’ dan, Eflak ’tan, Sırbistan ’ dan, Bosna ’ dan, Transilvanya ’ dan, Slavya ’ dan, Macaristan ’dan, Sicilya ’dan, İtalya ’dan ve Ege Adaları ’ndan, kısaca Türklerin egemenliğindeki bütün Hıristiyan ülkelerinden toplanmıştı [POSTEL 34]. Türkler, genellikle kendilerine uzun süre hizmet etmiş kölelerini, özgür
Ağır yük kaldıran taşıyıcılar (VİYANA I).
275
16. Yüzyılda İstanbul
Türk gemilerinde kürek çeken esirler (VİYANA I).
276
Köleler ve Esir Pazarı
bırakırlardı. Ancak, bunun için kadıdan izin gerekirdi. Salınan köle belirli bir iş sahibi ise, ülkenin neresinde olursa olsun iş yapabilirdi. Oysa, Müslümanlığı kabul etmiş ise, bunların kendi ülkesine dönmesi çok zordu. Çünkü yakalanırsa tekrar köle olarak satılabilirdi. Köleler oradan oraya satılır, el değiştirirken birçok dil öğrendiklerinden bunlardan tercüman ya da danışman olarak da yararlanılırdı. Dernschwam, bunların dürüst, güvenilir ve sadık olmadıklarını söyler [DERNSCHWAM 66]. Bunların kaçmasına engel olmak için sünnet edildikleri söylenir. Oysa, hepsi de sünnet edilmezdi; çünkü bazı köle sahipleri bunlara bağımsızlıklarını vermek için, örneğin 1.000 akçe gibi belirli bir fiyat koyarlar; köle de bu parayı kendisi kazanmaya ya da arkadaşlarından sağlamaya çalışırdı. Ancak, bu süre içinde efendisi kendisine yiyecek içecek vermediğinden, köle yaşamak için çok zorlanırdı [DERNSCHWAM 140]. Hıristiyan kölelere o kadar kötü davranılıyordu ki, bunlardan bazıları, yakalanınca öldürülmek pahasına bile yine de kaçmayı göze alıyorlardı. Bunların çoğu, nehirlerde, derelerde, dağlık yollarda kaçmaya yeltenir, yakalanırlarsa cezaları çok şiddetli olurdu [DERNSCHWAM 68-69].
Ağır işlerde çalıştırılan Hıristiyan esirler (VİYANA I).
277
16. Yüzyılda İstanbul
Heberer, bir kez Macaristan ’dan Galata ’ya getirilen birçok Alman esirden yedisinin 120 dükadan satıldığından söz ediyor [HEBERER 305]. Bazı açıkgözler esir pazarlarında satışa çıkarılan kadın ya da erkek köleleri almadan önce sınamak bahanesiyle köleyi bir kenara götürüp bazen akşama kadar alıkoyar, onları çirkin bir biçimde kullandıktan sonra satın almadan geri verirlerdi. Bazen de köle sahipleri ellerindeki kadın köleleri satmak için açıkartırmaya koyar, artırma sona ermeden saptanan fiyatın çok altında satıverirlerdi. Bu gibi aldatıcı davranışlar da birtakım kararlarla önlenmeye çalışılmıştı. Örneğin, kural dışı davranan köle sahibinin köle satışı ömür boyu yasaklanacaktı [AR 42]. Müslüman olmayan birisi köle satın aldığında aldığı kölelerin sayısını bildirmezse köleler kendisinden geri alınacaktı [AR 43]. Bir kez, Müslüman olmayan bir kişiden yeni satın aldığı 32 köleyle yeni salıverdiği 51 köle, kayıt edilmedikleri gerekçesiyle geri alınmış, tümü Müslüman alıcılara satılmıştı [AR 44].
Esir pazarı: Alıcılar satışa çıkarılan Avrupalı kadınları yokluyorlar (KASSEL).
278
Kaynakça Notları
16. yüzyılda İstanbul da, neredeyse Roma kadar sanatsal ilgi merkeziydi. Sultanların başkenti Batı Avrupalıları çekiyordu. Barış zamanlarında gezginler akın akın İstanbul ’a geliyordu. 15. yüzyılın son on yılıyla 16. yüzyılın sonu arasında kalan zaman diliminde İstanbul ’a gelen Batı Avrupalı nın sayısı yüz seksenin üstündeydi. Bunların çoğu yolculuklarını kendileri resmetmiş, kimisi de yerli ya da yabancı ressamlar tutmuşlardır. 1480 ’de II. Mehmed ’in (Fâtih Sultan Mehmed) sarayında olan Gentile Bellini ’nin İstanbul çizimleri bu artistik etkinliğin başlamasını belirler. Daha sonra 1533 ’te Arşidük Ferdinand ’ın Sultan’a gönderdiği ilk elçilerden olan Cornelius de Schepper, İstanbul ’a Hollandalı ressam Pierre de Coeck ’i getirdi. Böylelikle uzun sürecek bir geleneği başlatmış oldu. İstanbul ’a gelen sanatçıların Hıristiyan elçiliklerinden biriyle bağlantısı olurdu. Türkiye gezilerini anlattığı kitaplarını Türk giysilerini gösterir resimlerle süsleyen Nicolas de Nicholay, 1551 ’ de Türkiye ’ye ikinci gelişinde Gabriel d ’Aramon ’un elçiliğiyle ilişki içindeydi. Bibliothèque de Carpentras ’ta Peiresc Collection ’ daki f. 178-216 ’yı oluşturan Itinéraire ’in yazar ve ressamı Jérôme Maurand, 1544 ’ de, I. François ’nın büyükelçisi olarak Polini de la Garde ’a eşlik ederek Türkiye ’ye geldi. Râhip olan Maurand Marsilya ’dan 23 Mayıs 1544 ’te gemiyle hareket eden elçilik görevlileriyle birlikte yola çıktı. Elçilikte papaz olarak görevlendirilmişti. Ufak çaptaki Fransız deniz birliği, kışın Toulon ’da konaklamış olan Amiral Barbaros ’un komutasındaki Türk filosunun koruması altındaydı. Fransızlar İstanbul ’a 10 Ağustos ’ta vardılar. Osmanlı başkentinde bir ay kaldıktan sonra Fransa ’ya döndüler. 5 Ekim ’de Marsilya ’ya ulaştılar. Maurand bu yolculuğu anlatırken görülen limanları da resimlemeye çalışmış. Çalakalem çizilmiş olan İstanbul resimleri arasında yer alan, Pera ’nın resimleri buranın ilk çizimleridir. Vavossore tarafından yayımlanan, İstanbul ’un çağdaş haritasındaki tahta dalgakıran bu resimler arasında da vardır. Altyazısı “La Vigna” olan Fransız Saray ’ı bölgesindeki yapı, Fransız büyükelçilerinin ilk yazlık konutu olabilir. 279
16. Yüzyılda İstanbul
Zamanın matbaacıları olan sanatçıların incelikli çizimlerinin ya da renklerinin basımını yapamadıklarından albümlerdeki resimler yalnızca ilgili araştırmacılar veya ünlü, seçkin kişilerle sınırlanmıştır. Kuşkusuz diplomatların, asal görevlerinden biri de Türkiye hakkında toplayabildikleri tüm bilgileri hükümdarlarına götürebilmek için sanatçılar tutmaktı. Sayıca en fazla sanatçıyı görevlendiren, Avusturya İmparatorluğu ’nun büyükelçileriydi. Avusturya İmparatorluğu hükümeti Osmanlı ’nın işleriyle çok yakından ilgiliydi. Elçiler, sanatçıları ya Avusturya ’dan getirtmişler ya da İstanbul ’da çalışanları bulmuşlardı. Aynı diplomatik nedenlerle bu koleksiyonların hemen tümü Sultan’ın sarayındaki ve başkentteki yaşamı yansıtmakla kısıtlanmıştı. İmparatorun en azından beş elçisi (Augier Ghislain de Busbecq 1555-1562, David Ungnad 1572 ve 1573-78, Heinrich von Lichtenstein 1584-1585 ve Bartholomaeus Pezzen ’ın 1587-1592 elçilikleri) çok sayıda değerli resimler üretirler. 16. yüzyıldan beri Leiden Üniversitesi Kütüphanesi’nde duran, 1559 tarihli en önemli İstanbul panoraması, Ghislain de Busbecq ’in elçiliği için çalışmış olan Melchior Lorichs tarafından yapıldı. Lorichs, 1559 ’ da Viyana ’ya döndükten sonra Türkiye konulu çok sayıda resim çizdi. Orijinallerden hiçbiri günümüze ulaşmadı. Ancak 28 adet resmi elimize geçti. 1570-1583 yılları arasında yapılmış olan bu resimlerde halkın beğenisi doğrultusunda hayalî ayrıntılara rastlanmaktadır. Dolayısıyla belgesel niteliği zedelenmiştir. En fazla resim imparatorluk büyükelçisi David Ungnad, Baron von Sonneck zamanında yapıldı. David Ungnad, olağanüstü büyükelçi olarak 1572 ’ de İstanbul ’a geldi. Daha sonra 1573-1578 yılları arasında büyükelçi olarak görev yaptı. II. Selim ’in hükümdarlığının son zamanlarıyla III. Murad ’ın tahta geçişi sırasında İstanbul ’ daydı. Ungnad ’ın 1572 ’ de İstanbul ’ da bulunmasının nedeni Osmanlılarca imparatordan alınmış Macar topraklarının vergisini vermekle görevlendirilmiş olmasıydı. Beraberindeki heyette Lambert Wyts da vardı. Wyts, daha sonraki iki yüzyılda hazırlanacak Türk kostümlerini gösteren birçok albüme prototip oluşturacak bir albüm derledi. Wyts ’ın albümündeki resimlerin birçoğu üç albümde daha küçük değişikliklerle yeniden yapıldı. Kudüs ’teki Mayer Memorial Collection ’daki albümün tarihi 1587. Coburg ’dakinin tarihi yaklaşık 1580. Bibliothèque Nationale’deki (Paris) albüm Wyts ’ınki ile aynı tarihi taşıyor. Ancak bunun başlığı Petit Album de Costumes 1600. Paris Albümü’nde II. Selim ’in de portresi varken, öteki ikisinde III. Murad ’ınkine yer verilmiş. Wyts ’ın albümündeki sahnelere başka koleksiyonlarda da rastlanıyor. Genelde denilebilir ki, 16. yüzyılda yapılan albümler Avrupalı sanatçıların elinden çıkmadır. Wyts ’ın albümünde en azından üç sanatçının eserlerine rastlanmaktadır. Ancak 17. yüzyıldan başlayarak yerli sanatçılar (Türk veya Rum) yabancıların yerini almıştır. 280
Kaynakça Notları
İstanbul ’a 1573 ’te geri döner dönmez, Ungnad bir grup sanatçıyı elçilikte çalışmak üzere örgütler. 1575 Ocak ayında Viyana ’ya, İstanbul ’un en önemli görüntülerini resimleyen yirmi çizim göndermeyi başarır. Bu, günümüzde Cambridge, Trinity College Kütüphanesi’ndeki Freshfield MS. Koleksiyonu’nu oluşturmaktadır. Bu resimler arasında, 1574 tarihli, yazılarıyla birlikte görünen Mermer Sütun, Hipodrom ’dan bir görünüm, Yılanlı Sütun ve Hipodrom ’daki Dikilitaş, Dikilitaş ’ın dört cepheden görünümü, Arkadius Sütunu ’nun üç cephesi, Ayasofya ’nın içinden üç resim, Süleymaniye Câmii ve Kanunî Sultan Süleyman ’ın türbesindeki mezarı, Boğaz ’ın Karadeniz ucundaki fener ve yakınlarındaki klasik sütun, 1574 ’te Habeşistan ’ dan İstanbul ’a getirilmiş bir gergedan ve bir başka gergedan resmi vardır. Büyükelçinin râhibi olan Stephan Gerlach, 1576, 1577 yıllarında Ungnad için çalışan Hollandalı bir ressamdan söz etmektedir. 1578 ’ de Ungnad ’ın Viyana ’ya götürdüğü birden fazla elden çıkma olan koleksiyonun hazırlanmasından bu ressam sorumlu olmuş olabilir. Ungnad ’ın hazırlattığı çizimlerin orijinalleri kaybolmuştur. Ancak söz konusu çizimler günümüze ulaşan iki albüme kaynaklık etmiştir. Ungnad 1582 ’de koleksiyonunu Saksonyalı Augustus’a verir. Augustus resimleri Zacharias Wehme ’ye kopye ettirir (Dresden, Sächsische Landes Bibliothek, 12a). Bu albüm incelendiğinde yaklaşık 1586 yılında Johannes Lewenklau ’nun yaptığı albümün büyük bir bölümüne bunun kaynaklık ettiği kolayca anlaşılır. Johann Lewenklau ’nun albümü günümüzde 8615 numarayla Viyana Devlet Kitaplığı ’ndadır. Türkler üzerine uzun eserler veren ve Türk tarihini bir Avrupa diline ilk çeviren Lewenklau, İstanbul ’a 1584 ’te Heinrich von Lichtenstein ’ın elçilik heyetiyle gider ve ertesi yıl Viyana ’ya döner. Albümünde kimi Türk mimari planlarına rastlanmaktadır. Bunlar 16. yüzyıldan elimize kalmış tek örneklerdir. Bu kitapta Viyana II Albümü’nden aldığımız iki ayrı hamam planını yayımladık. Yapıya ait açıklamalar Türkçe ’dir. Lewenklau, toplantıları ve geçit alaylarını iki üç kişilik küçük gruplara bölerek birbirini izleyen sayfalar içinde vermişse de albümünde yer alan resimlerin neredeyse tümünü Ungnad ’ın kaybolmuş çizimlerinden kopya etmiştir. Bir başka deyişle kendi gözlemlerinin resimlerini yapmak yerine başka tanıklarınkini kullanmış olduğu söylenebilir. Dresden Albümü’ndeki benzerlik taşımayan birkaç resmin de Ungnad ’dan mı alındığını, Lewenklau ’nun mu eklediğini ya da Wehme ’ce mi kopya edildiğini bilemeyiz. 16. yüzyılın son on yılında Osmanlı başkentindeki yaşamı yansıtan bu tür belgeler açısından bir artış görüldü. Sözü edilen Mayer Vakfı ’ndaki albüm dışında Oxford ’daki Bodleian Kütüphanesi’ndeki albüm 1588, Oxford ’da All Souls College ’daki ve Leningrad ’da Hermitage Kütüphanesi ’ndeki albümler 1590 tarihlerini taşımakta. Bu dönemi yansıtan en zengin albüm 172 yapraktan oluşan, Viyana Ulusal Kütüphanesi ’ndeki 8626 numaralı albümdür. Kim tarafından ve hangi tarihte yapıldığı bilinmemektedir. 281
16. Yüzyılda İstanbul
Ancak resimlerden birinden yola çıkarak albümün tarihini 1590 olarak saptayabiliriz. Yani, 1587 ’den 1592 yıllarının başlarına kadar Osmanlı Devleti ’ne imparatorluğun büyükelçiliğini yapmış Bartholomaeus Pezzen ’le bağlantısı olmalı. Pezzen ’in beraberindeki heyette yer alan Reinhold Lubenau, 1587-1588 yılları arasında elçilikle ilişkisi olan Heinrich Hendrofski adında bir ressamdan söz etmekte. Hendrofski ’nin bu albümün ressamı olduğunu ancak tahmin edebiliriz.
282
Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar
* ile işaretli olanlarda resim vardır. 16. yüzyıl seyahatnâmeleri için en geniş ve kapsamlı kaynakça için bkz.: Stephane Yerasimos, Les Voyages dans l ’Empire Ottoman (XIV ’e XVI ’e siècles) Bibliographie, Itinéraire et Inventaire des Lieux Habités, Ankara 1991. ALBERTI
Eugenio Alberti, Relazioni degli ambasciatori Veneti al Senato, 3. seri 3 cilt+ek cilt, Floransa 1840-1863.
Venedik Bailolarının ve olağanüstü temsilcilerin Venedik Senatosu ’na gönderdikleri raporların derlemesi. Yazar
Yılı Cilt Sayfa
Gritti, Andrea 1503 iii 1 Giustiniani, Antonio 1514 “ 45 Mocenigo, Alvise 1518 “ 53 Contarini, Bartolomeo 1519 “ 56 Minio, Marco 1522 “ 69 Zen, Pietro 1524 “ 93 Bragadino, Pietro 1526 “ 99 Minio, Marco 1527 “ 113 Zen, Pietro 1530 “ 119 Ludovisi, Daniello 1534 i 1 Navagero, Bernardo 1533 “ 33 Anonimo “ “ 193 Trevisano, Domenico 1554 “ 111 Erizzo, Antonio 1557 iii 123 Barbarigo, Antonio 1558 “ 145 Cavalli, Marino 1560 i 271 Dandolo, Andrea 1562 iii 161 Donini, Marcantonio “ “ 173 Barbarigo, Danicle 1564 ii 1 Bonrizzo, Luigi 1565 “ 61 Ragazzoni, Jacopo 1571 “ 77
283
16. Yüzyılda İstanbul Barbaro, Marcantonio 1573 i 299 Barbaro, Marcantonio “ ek cilt 387 Badoaro, Andrea “ i 347 Garzoni, Costantino “ “ 369 Alessandri, Vincenzo 1574 ii 103 Anonimo 1575 “ 309 Tiepolo, Antonio 1576 “ 129 Soranzo, Giacomo “ “ 193 Venier, Maffeo 1579 i 437 Anonimo 1582 ii 209 Anonimo “ “ 427 Contarini, Paolo 1583 iii 209 Morosini, Gianfrancesco 1585 “ 251 Michiel, Giovanni 1587 ii 255 Venier, Maffeo “ “ 295 Moro, Giovanni 1590 iii 323 Bernardo, Lorenzo 1592 ii 321 Zane, Matteo 1594 iii 381 ÂLİ Gelibolulu Mustafa Âli, Mevâidü ’n-Nefâis fî Kavâ idi ’l Mecâlis
(Görgü ve Toplum Kuralları Üzeride Ziyâfet Sofraları), tıpkıbasım y. hz. M. Cavid Baysun, İstanbul 1956. Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1600), çağının ünlü bir şairi, tarihçisi, ya-
L ’ALLEGREZZE
AR
AUSTELL
BAUDIER
284
zarı ve ahlâkçısıdır. Yukarıda adı verilen eseri, zamanın günlük yaşamını, davranışlarını, yemeklerini, müziğini, eğlencelerini, kötülüklerini vb. anlatan değerli bir eserdir. Eseri daha bir eşsiz kılan, yazarın yansız ve eleştirel yaklaşımıdır.
L ’allegrezze fatte in Constantinopoli per il Ritaglio di Sultan Mehemeth figlio di Sultan Amorath Imperatore de Turchi l ’anno 1582, Ms. London, British Library, Royal 14 A. XIII, f, 44-56. 1582 ’de III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed ’in sünnet düğününü anlatıyor.
Ahmet Refik, On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı (1553-1591), İstanbul 1935
Tanınmış tarihçi Ahmet Refik ’in seçip yayımladığı, avlanmadan esir pazarındaki alışverişe kadar İstanbul ’ daki günlük yaşamı düzenleyen Dîvân ’dan çıkmış kararlar.
Henry Austell, “The voyage of Master Henry Austell by Venice and thence to Ragusa over land, and so to Constantinople...” bkz. Richard Hakluyt, The second volume of the principal navigations, voyages, traffiques and discoveries of the English nation made by sea or overland, to the South and Southeast parts of the World... London, 1599, s. 194-198.
İngiliz Henry Austell, 1585 ’te Türkiye ’ye yaptığı yolculuğu kısaca anlatmaktadır.
Michel Baudier (de Languedoc) Histoire Générale du serrail et de la Cour du Grand Seigneur des Turcs, Lyon, 1652.
Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar BASSANO
BELON
BESOLT
BETZEK
BUSBECQ
CANAYE
CHESNEAU
Luigi Bassano, I Costumi et I Modi Particolari della vita de “Turchi...”, Roma, 1545 (tıpkıbasım München, 1963, y. hz. Franz Babinger).
Bassano da Zara hakkında çok az bilgi vardır. Babası Bassano del Grappa, Veneto bölgesinde doğmuş ve daha sonra Zara’ya (Zadar) yerleşmiştir. Oğlu 1510 civarında doğmuş ve kitabında yazılanlara dayanarak denebilir ki 1537 ilâ 1540 yılları arasında Türkiye ’de yaşamıştır. 1541 ’de İtalya ’ya dönmüş ve Roma ’da Kardinal Rudolfo Pio di Carpi ’nin hizmetine girmiştir. Kitabı, Kanûnî Sultan Süleyman dönemindeki İstanbul ’ da günlük yaşam üzerine ilginç bilgiler içermektedir. Söz konusu kitap ilk olarak 1545 ’te Costumi ed i modi particolari della vita de ’ Turchi adıyla Roma ’ da yayımlanmıştır. Biz burada Franz Babinger tarafından yayıma hazırlanan 1963 tıpkıbasımını kullandık.
Pierre Belon, Les Observations de plusieurs singularitez et choses memorables trouvées en Grèce, Asie, Iudée, Egypte, Arabe et autres pays estranges redigées en trois livres, Paris, 1553.
Doğabilimci olan Manslı Pierre Belon Fransız Elçisi d ’Aramon ’la İstanbul ’a gelmiş. Yalnız bilimsel araştırmalarla yetinmemiştir. Kitabında yer alan gözlemleri ve verdiği bilgiler İstanbul yaşamının tanınması bakımından çok değerlidir.
Melchior Besolt, “Dess Wolgebornen Hern heinrich Hern von Lichtenstein... auff Constantinopel, im 1584 Jar, beschrieben durch Melchior Besolt” in Lewenklau pp. 515-531. Besolt İstanbul ’a 1584 ’te Heinrich elçiliğine katıldı.
Jacob von Betzek, Gesandtschaftsreise nach Ungarn und die Türkei 1564-1565, y. hz. Karl Nehring, München, 1979.
Betzek üzerine bilgimiz azdır. Osmanlı Sultanı ile konuşmalarda bulunmak için Akos Csaby ile 22 Aralık 1564 ’te İstanbul ’a geldi, Sultan’ın huzuruna çıkması ancak 3 Şubat 1565 ’te gerçekleşti. Viyana ’ya geri döndü. İstanbul ’a biri 1572, ikincisi 1573 ’te olmak üzere iki kez daha geldi. Eserinin tam metni Viyana Devlet Kitaplığı ’ndadır (Codex Vindobonensis 9026).
The Turkish Letters of Ogier Ghiselin de Busbecq (1554-1562), çeviri Edward Seymour Forster, Oxford 1927.
Flaman kökenli olan Ogier Ghislai de Busbecq 1522 ’ de doğmuştur. İstanbul ’ da iki kez bulunmuştur: 1554 ’ten 1555 ’e ve 1555 ’ten 1562’ye kadar. Kitabının ilk özgün baskısı Latince ’dir, birçok dile çevrilmiştir. Bu arada üç tane de Türkçe çevirisi bulunmaktadır.
Philippe du Fresne-Canaye, Le voyage du Levant (1573), y. hz. M. H. Hauser (Paris, 1897).
Zengin bir Protestan olan genç Philippe du Fresne-Canaye, Almanya ve İtalya ’da dolaştıktan sonra Fransa’nın İstanbul Elçisi François de Noailles ’in yanına girdi, şubat sonundan haziran başlarına kadar 1573 yılında İstanbul ’ da bulundu. Voyage en Levant adlı kitabında özellikle kervansaraylar ve vakıflar üzerine ayrıntılı bilgi vardır.
Jean Chesneau, Le voyage de Monsieur d ’Aramon..., y. hz. Ch. Schefer, Paris 1887.
285
16. Yüzyılda İstanbul
DALLAM
DERNSCHWAM
DISCOURS
EBUSSUUD
FESTE
FOX
286
Jean Chesneau, İstanbul ’da 1547 ’den 1554 yılına dek Fransız elçiliği yapan Gabriel d ’Aramon ’un yazmanıydı. Onun Türkiye üzerine yazdığı kitap önce yazma olarak dolaşmış, çok daha sonra Charles Schafer 1887 ’de Le Voyage de M. d ’Aramon adıyla yayımlamıştır. Yazmanın beş nüshası Bibliothèque Nationale ’de, biri ise Bibliothèque de l ’Arsenal ’de bulunmaktadır.
“The Diary of Master Thomas Dallam 1599-1600”, Early Voyages and Travels in the Levant, y. hz. T. Bent, London 1903.
III. Mehmed ’in tahta çıkışında, Kraliçe Elizabeth kapitülasyonları yenilemek amacıyla Sultan’a içlerinde üzeri ince ince işlenmiş bir de org bulunan birçok armağan gönderir. Org yapımcısı Thomas Dallam, orgu kendisi getirir ve İstanbul ’a vardıktan sonra bir ay süreyle her gün orgun yerleştirilmesini denetler. Dallam ’ın saray betimlemeleri en ayrıntılı olanlardan biridir.
Hans Dernchwam, Tagebuch einer Reise nach der Konstantinopel und Kleinasien (1553-1555 nach der Urschrift in Fugger-Archiv, y. hz. Franz Babinger, München-Leipzig, 1923.
Hans von Hradiczin Dernschwam, yabancı ülkeler hakkında dikkatle bilgi toplayan ünlü Fugger ticarethanesinde muhasebeci olarak görev yapmaktaydı. 1553 ’te, 60 yaşındayken, İstanbul ’u görmeye karar verdi ve İstanbul ’a anlaşma/uzlaşma görüşmeleri ve yıllık ödemeyi yapmak üzere görevlendirilmiş Bishop of Pecs, Anton Wrancia ve Macar Prensi Franz Zay ’ın maiyetine girdi. İstanbul ’a vardıklarında Sultan Süleyman ’ın Amasya ’da olduğunu öğrendiler. Kral Ferdinand, van Busbeck ’i, Sultan’ın sarayına gidecek grubun başı olarak görevlendirdi. Dernschwam, Anadolu yolculuğunu kitabının ikinci bölümünde ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Biz burada, İstanbul hakkında ayrıntılı ve bilgilendirici bölümlerle ilgilenmekteyiz. Pugger Arşivi ’nde bulunan, Tagebuch einer Rese nach Konstantinopel und Klenasien adlı kitabının elyazması 1553 ’ten 1555 ’e Türkiye ’ de kalışını kapsamaktadır. Franz Babinger söz konusu elyazmasını, değerli notlar ve dizinlerle, 1923 ’te yayıma hazırlamış ve yayımlamıştır.
Discours des Triomphes Magnificences et allegresses, qui ont esté faictes à la circoncision du Sultan Mehemet, fils sultan Amurath, grand Emperor des Turcs, Paris, 1583. 1582 ’ de III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed ’in sünnet düğününü anlatıyor.
M. Ertuğrul Düzdağ (y. hz.), Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, İstanbul, 1972. Şeyhülislam Ebussuud Efendi ’nin fetvalarından seçmeler.
Feste Fatte i Constantinopoli per occasione delle nozze della figliuola primogenita di Sultan Amurat imperator de Turchii con Ibraim Bassa alli 15 di Maggio 1586, Vicenza, 1832. III. Murad ’ın kızının Sadrazam İbrahim Paşa ile düğününü anlatıyor.
“Mr. Harrie Cavendish his journey to and from Constantinople 1589 by Fox his servant” bkz. Camden Miscellany, cilt XVII (Camden Third Series, cilt. LXIV) London, 1940.
Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar FUGGER
GASSOT
GEORGIEVITS
GEUFFROY
GERLACH
HARBORNE
Henry Cavendish İstanbul ’a 1589 ’ da arkadaşı Mallory ’nin işçileri için geldi. Cavendish ’in uşağı Fox, efendisinin yolculuğunun notlarını yazdı. Bu arada bazı tarihî olaylara değindi.
Fugger+Zeitungen Ungedruckte Briefe an dans Heus Fugger aus den Jahren 1568-1605, yy. hz. Wictor Klarwill, Viyana-LeipzigMünchen, 1923. Jacques Gassot, Le Discours du Voyage de Venise à Constantinople..., Paris, 1550.
Fransız Elçiliği ’nde görevli bulunan Jacques Gassot ile Jean Chesneau da Türkiye ’ deki yaşamlarını yazan Fransızlardandır. Bunlardan Jacques Gassot ’nun 1548 yılının Ocak ve Mayıs ayları arasında İstanbul ’ daki görevi Fransız Elçiliği’nde kuryeliktir. Bu görevinde, Kanûnî Sultan Süleyman ’ın İran Şahı ’na karşı giriştiği savaşta, padişahı izleyen Fransız elçisi d ’Aramon ’a eşlik eden Fransız misyonunda bulunduğu sırada, Fransa ’daki amcasına yazdığı mektuplarda Osmanlı yaşamını anlatır.
Bartholomaeus Georgievits, La Manière et cerémonies des Turcs..., Paris, 1544.
Macar asıllı olan Bartholomaeus Georgievits, Türkiye ’de on üç yıl esir yaşadı, yedi kez satıldı. Kitabı Avrupa ’ da 17. yüzyılda çok popülerdi ve sık sık yeni baskıları yapıldı.
Antoine Geuffroy, Estat de la Cour du Grand Turc l ’ordre de sa gendarmerie et de ses finances: avec ung brief discours de leurs conquestes depues le premier de ceste race, Anvers, 1542.
St. Jean şövalyelerinden olan Antoine Geuffroy, 1542 ’de hem Paris, hem Antwerp ’te yayımlanan kitabında çok bilgi vermiştir. Geuffroy Spandugino ’nun kitabındaki bazı bilgilerden, bir de Menavino ve Ramberti gibi kaynaklardan yararlanmıştır.
Stephan Gerlach, Tage-buch..., Franckfurth am Main, 1674.
Tübingen li teolog Stephan Gerlach, 1573 ’te Viyana ’da David Ungnad ile karşılaşır. Tam bu sırada İmparator II. Maximilian, Ungnad ’ı İstanbul ’a büyükelçi olarak görevlendirmek üzeredir. Gerlach, Ungnad ’a eşlik eder ve İstanbul ’a gider. 1578 ’ de Tübingen ’e dönene dek Ungnad ’ın elçiliğinde beş yıl boyunca din görevlisi olarak çalışır. Kitabı 1674 ’te torunu Samuel tarafından yayımlanır.
William Harborne, “The Voyage of the Susan of London to Constantinople, wherein the worshipfull M. William Haborne was sent first Ambassador unto Sultan Murad Khan, the great Turk, with whom he continued as her Majesties ligier almost six years”, Richard Hakluyt, The Second Volume of the Principal Navigations, Voyages, Traffiques ad Discoveries of the English Nation by Sea or Overland, to the south and Southeast Parts of the World, London 1599, pp. 165-184; “The Return of Master William Hareborne from Constantinople overland to London, 1588”, a.e., pp. 289-290. William Harborne Türkiy ’ye ilk kez 1578 ’de bir ajan olarak gizlice gelir. 1582 ’de Kraliçe Elisabeth ’in Türkiye ’ye atadığı ilk elçi olur. Harborne ‘un
287
16. Yüzyılda İstanbul
HAUNOLT (I)
HAUNOLT (II)
*HEBERER
LEBELSKI
LELLO
LEWENKLAU
LUBENAU
*MAURAND
288
belgeleri Sultan’ın saray ve devletin örgütlenmesi, saray törenleri ve bazı binalar üzerine önemli bilgi kaynağı oluşturmaktadır.
Nicolaus Haunolt, “Particular Verzeichnuss...”, bkz. LEWENK-
LAU, s. 468-514.
III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed ’in sünnet düğünü için yapılan şenliği anlatıyor.
Nicolaus Haunolt, “Verzeichnuss der Hoczeitlichen Fest..., bkz. LEWENKLAU, s. 532-535. III. Murad ’ın kızının Sadrazam İbrahim Paşa ile düğününü anlatıyor.
Michael Heberer von Bretten, Aegypticus Servitus, y. hz. Karl Teply, Graz, 1967.
Bretten l i Michael Heberer, bir Malta korsan gemisince esir alınır ve Türk kalyonunda 1588’e kadar kürek mahkûmu olur. Aynı yıl İstanbul ’a gelir, kitabında kendi yaptığı İstanbul ’ la ilgili az sayıda resim de yer almaktadır. Bunlar arasında İstanbul ’u kuşbakışı çizdiği resim de vardır.
Georges Lebelski, “La declaration des jeux et magnifiques spectacles representez à Constantinople...”, bkz. Briefve Histoire de la guerre de Perse faite I ’an mil cinq cens septante huit... 1583, s. 46-82. 1582 ’ de III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed ’in sünnet düğününü anlatıyor.
Hery Lello, “A Brieff noate or Rembrance of sich Bassaes and Chieff vicereies that gove ned under the Greate Turkey...” bkz. Orhan Burian y. hz., The Report of Lello third English Ambassador to the Sublime Porte, Ankara 1952. Özgün metin ve Türkçe çevirisi.
Hery Lello, Barton ’a İstanbul yolculuğunda eşlik etmiş, Barton ’un 1597 ’ de ölümünden sonra onun yerine elçi olmuştu. Lello ’nun elyazması British Library ’dedir (merhum Profesör Orhan Burian bunu basıma hazırlamış ve yayımlamıştır) ve daha çok elçilik işlerine, Sultan’ın sarayındaki onur sahibi kişiler ve bunların birbirleriyle ilişkilerine yer ayırmıştır.
Johannes Leunclavius (Hans Lewenklau), Neuwe Chronica Türkischer nation..., Frankfurt am Main, 1590. Lewenklau, Türkler üzerine kapsamlı kitaplar yazmıştır. Türkçe tarihleri bir Avrupa diline çeviren ilk tarihçidir. 1584’te İstanbul ’ daki elçi Heinrich von Lichtenstein ’ın yanına geldi ve ertesi yıl Viyana ’ya döndü. Kitabında HAUNOLT (I), HAUNOLT (II) ve BESOLT ’un tam metinleri bulunur.
Reinhold Lubenau, Beschreibung der Reisen des Reinhold Lubenau, Königsberg, Vol. (1912), vol. 2 (1914), vol. 3 (1915), vol. 4 (1920) vol. 5 (1930) yy. hz. W. Sahm. Reinhold Lubenau, Bartolomeo dei Pezzen ’in elçiliğinde eczacı idi. Elçi ile Viyana ’ dan İstanbul ’a 1587 ’de geldi ve 1589 ’a kadar kaldı. Kitabının yazması Königsberg ’de Devlet Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Kitap olarak 191?-1915 yıllarında W. Sahm eliyle yayımlanmıştır. İstanbul üzerine çok değerli bilgiler bulunmaktadır.
Jérôme Maurand, Itinéraire de Jérôme Maurand d ’Antibes è Constantinople (1544), y. hz. ve çeviren Léon Dorez, Paris 1901.
Antibes ’den bir din adamı olan Jérôme Maurand Ayasofya ’yı görmek iste-
Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar
MENAVINO
MORYSON
*NICHOLAY
PALERNE
POSTEL
RAMBERTI
miş, 1544 yılında bu gemiye binerek önce Ege adalarını gezdikten sonra İstanbul ’a gelmiş ve bir ay kalmıştır. Gördüklerini yazmakla kalmamış, resimler de yapmıştır.
Giovannantonio Menavino, I costumi et la vita de Turchi di Gio. Antonio Menavino, (Çeviri: M. Ludovico Domenichi), Frenz, 1551.
Menavino yaklaşık 1501 ’de Türklere genç yaşta esir düştü, içoğlan olarak II. Bayezid ’in sarayına alındı. 1524 ’te kaçtı ve yurduna döndü. Kitabının çeşitli dillerde baskıları bulunmaktadır: Latince, Fransızca, Felemenkçe, Almanca, İngilizce, Sırp-Hırvatça, Çekçe ve Polonezce.
Fynes Moryson, An itinerary written by Fynes+Moryson (4 cilt)..., Glascow, 1907-1908; Shakespeare ’s Europe. Unpublished chapters of Fynes Moryson ’s itinerary being a survey of the condition of Europe at the end of the XVI. century, y. hz. C. Hughes, Londra, 1903. Fynes Moryson, 16. yüzyılın sonları ile 17. yüzyılın başlarının önde gelen gezginlerindendir. Latince olarak dört bölümde yazılmış olan kitabı, İngiltere, İrlanda ve Kıta Avrupası ’nda yer alan birçok ülke ile İstanbul üzerine çok değerli bilgiler vermektedir. İstanbul, kitabının dördüncü bölümünde yer almaktadır. Bu kitabın bir bölümü Shakespeare Avrupası adıyla günümüzde yayımlanmıştır.
The Navigations, peregrinations and voyages, made into Turkie, Çeviri: T. Washington, London, 1585.
Nicholay ’ı Fransız Kralı, d ’Aramon ile birlikte Türkiye ’ye gönderdi. 1551 ’ de Marsilya ’ dan İstanbul ’a gitti ve orada 1552 ’ye kadar kaldı. Nicolas de Nicholay ’ın kitabının en ilginç yanı, kitaptaki resimleri kendisinin çizmiş olmasıdır. Nicholay ’ın kitabı ancak 1567 yılında basılmıştır. Burada onun kitabının İngilizce çevirisi kullanılmıştır.
Jean Palerne, Peregrinations du S. Jean Palerne..., Lyon 1626.
Jean Palerne, Anjou Dükü François de Valois ’nın yazmanıydı. Çok iyi bir gözlemci olan Palerne, Kudüs ’e gitti, üç ay İstanbul ’ da kaldı. III. Murad ’ın oğlu III. Mehmed için yapılan görkemli sünnet düğününü ayrıntılı olarak anlatıyor.
Guillaume Postel, De la Republique des Turcs: et lâ où l ’occasion s ’offrera, des meurs et loys de tous Muhamedistes..., Poitiers 1552.
Türkiye ’ye 16. yüzyılın birinci yarısında gelen Fransız gezginleri içinde Postel en bilginidir. Collège de France ’ın ilk İbranice ve Arapça profesörüydü, ayrıca aynı yerde Yunanca ve matematik de okuttu. Fransa ’da ilk Arapça dilbilim kitabını yayımladı. Kral I. François onu 1535 ’te ilk Fransız elçisiyle İstanbul ’a gönderdi. Saray kitaplığı için ondan klasik ve Doğu yazmaları getirmesi istendi. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu ve İslam dini üzerine her şeyi öğrenmeye çalıştı. 1549 ’da İstanbul ’a ikinci bir yolculuk yaptı.
Benedetto Ramberti, Libri tre delle cose de Turchi, Vinegia 1539.
Ramberti, Olağanüstü Venedik Elçisi Daniele de Ludovisi ’nin yazmanıydı (1534). Kitaptaki göndermeler Ramberti ’nin İtalyanca metnini yayımlayan A. H. Lybyer ’in The Government of the Ottoman Empire in the time of Sulei-
289
16. Yüzyılda İstanbul
RELAZIONI RICHER
SANDERSON
SANUTO
*SCHWEIGGER
SEIDEL
SENECA
SPANDUGINO
290
man the magnificent (Cambridge 1913) adlı kitabının sayfalarındadır.
Relazioni di Ambasciatori Veneti al Senato, XIII, Torino, 1985. Christophe Richer, Des coutumes et maniêres de vivre des Turcs..., Paris 1540.
Richer, Danimarka ’ya ilk elçi olarak gitti, daha sonra Türkiye ’ye birçok kez tehlikeli görevlerle geldiği söylenirse de bunun doğruluğu kuşkuludur. Richer ’in kitabında özgün bilgiler çok azdır. Türkçe sözcükleri Fransızca yazımı ile vermiştir.
John Sanderson, The travels of John Sanderson in the Levant 15841602, yy. hz. Sir William Foster, Londo 1931.
John Sanderson Türkiye ’ye birçok kez geldi. 1584 yılı dolaylarında iki veya üç kez Türkiye Şirketi ’nin bir üyesi ve tacir olarak Türkiye ’deydi. 1592 ’de Levant Şirketi kurulduğunda ve 1597 ’de yine Türkiye ’deydi. Daha sonra, 1599-1602 yılları arasında elçilikte görev yaptı. Yazdıklarında kimi bilgiler kendisi için İstanbullu bir Yahudi tarafından yazılmış İtalyanca notlardan alınmıştır.
Marino Sanuto, Diarii, 1496-1533 56 cilt: 50 cilt içinde, Venedik 1879-1903.
Venedik Bailolarının raporlarının Marini Sanuto eliyle özetlenmiş derlemesi.
Salomon Schweigger, Reyssbeschreibung aus Teutschland nach Constantinopel u. Jerusalem, Nürnberg 1608. Tıpkıbasımı yayına hazırlayan Rudolf Neck, Graz 1966.
Salomon Schweigger İstanbul ’ da 1577 ile 1581 yıllarında Joachim Sinzendorf ’un İmparatorluk elçiliğinde papaz olarak bulunuyordu. Kitabında İstanbul ’daki yaşam ve binalarla ilgili tahta baskı ilginç resimler bulunmaktadır.
Friedrich Seidel, Denckwürdige Gesandtschafft an die Ottomanischen Pforte, Görlitz 1711.
Friedrich Seidel, İmparator II. Rudolf ’un İstanbul ’ daki elçisi Friedrich von Kreckwitz ’in yanında eczacı idi. 1591 ’de İstanbul ’a gitti, 1593 ’te savaş sırasında elçi ve maiyetiyle cepheye gönderildi. Elçi Belgrad ’da ölünce Seidel ve ötekiler küreğe mahkûm oldular. Affedildiler fakat Seidel Rumelihisar ı’na hapsedildi. Sinan Paşa ’nın ölümünden sonra 1596 ’da arkadaşlarıyla özgürlüğüne kavuştu.
Federico Seneca, Il Doge Leonardo, Dona, Padova 1959. Thédoro Spandugino Cantacusino, Petit traicté de Théodore Spandouyn..., traduyt de l ’Italien en français par de Raconis, Paris 1519.
İstanbul ’daki yaşam üzerine en eski görgü tanıklarından biri Théodoro Spandugino ’dur. İlk baskısı İtalyanca ’ya çeviriydi. Paris ’te 1519 ’ da yayımlandı... Spandugino, Türkiye ’de esirlerin kurtulmasını konuşmak için 1465 ’te Gelibolu ’ya giden babasına çocuk yaşta iken eşlik etti. Ağabeyi İstanbul ’a yerleşmişti, Venedik ’le 1499 ’dan 1502 ’ye kadar süren savaş sırasında mallarına el kondu. Théodoro ona yardım etmek için İstanbul ’a gittiğinde kardeşinin ölmüş olduğunu, malları geri almak için umut kalma-
Metinlerin Kaynakları ve Kısaltmalar
STEINACH
THÉVET
VIAJE
WEBBE
WRAG
dığını öğrendi. Bunun üzerine kendi sorunlarını unutarak Osmanlı İmparatorluğu üzerine her şeyi öğrenmeyi kendine iş edindi.
Wolf Andreas von Steinach, “Reisen von Steiermärkern” Steiermärkische Geschichstablätter ’de, y. hz. J. von Zahn cilt II. 1881 s. 193-234.
Wolf Andreas Steinach (Steiermark) İstanbul ’a vergi ödemek üzere görevlendirilen Olağanüstü Elçi Baron Paul von Eytzingin ’ le birlikte İstanbul ’a geldi. 1583-84 ’te elçi ile birlikte oldu. Eserin resimli yazması Viyana ’da Nationalbibliothek ’tedir. Bu yazmaya resimlerin kaynaklarında da değinilecektir.
André Thévet, Cosmographie de Levant, Lyon, 1554.
Fransa Kralı II. Henri ’nin sarayında kosmograf olan Andre Thèvet, 1549 ’ da Venedik ’ten Kudüs ’e giderken İstanbul ’a uğrayarak bir süre Fransız Elçisi d ’Aramon ’un konuğu olur.
Viaje de Turquia (1552-1555?) (Cristobóal de Villalon), y. hz. Antonio G. Solalinde, Madrid, 1965.
Viaje de Turquia ’nın yazarı tartışmalıdır. Manuel y Serrano Sanz (Madrid, 1905) yayımladığı ilk baskı ve ondan sonraki çeşitli baskılarda yazarı, Cristobóal de Villalón olarak gösterilmiştir. Ancak Marcel de Bataillon çeşitli incelemelerinde kitabın yazarının Andreas Laguna adında bir doktorun kaleminden çıktığını göstermiştir. 1980 baskısında ise yazarın Malta şövalyelerinden Juan de Ulloa Pereira olduğu ileri sürülmüştür. Kitap üç kişi arasında söyleşmeler biçiminde yazılmıştır. Bunlardan biri Matto, ikincisi Juan üçüncüsü ise kitabın yazarının tanığı olan Pedro de Urdemalas ’tır. Kimi eleştirilerde yazarın Türkiye ’de bulunmadığını, buradaki bilgilerin İtalyan ve İspanyol kaynaklarından yararlanılarak yazıldığını ileri sürmüşlerdir. Fakat kitap dikkatle okununca buradaki zengin ayrıntılardan yazarın Türkiye ’de bulunmadığına inanmak çok güçtür.
Edward Webbe, The Rare and most wonderful things which Edward Webbe an Englishman borne, hath seene and passed in his troublesome travailes in the..., London, 1590.
Edward Webbe, Türk kalyonlarında küreğe mahkûm bir esirdi. Toplar üzerine deneyimini kanıtlayınca Türk Ordusu’na hizmet verdi, daha sonra hapse girdi. Anlattıklarında İstanbul ’a çok az yer vermiştir.
Richard Wrag, “A description of a voiage to Constantinople and Syria begun the 21 of March and ended the 9 of August 1595..., bkz. Richard Hakluyt, The Second volume of the principal navigations, voyages, traffiques and discoveries of the English nation made by sea or overland, to the South and Southeast parts of the world..., London 1599. Kraliçe Elisabeth ’in ikinci büyükelçisi olan Edward Barton, İstanbul ’a 1588 ’de gelir. Richard Wrag tarafından tutulan ve Hakluyt ’ca basılan yolculuk notları Barton ’un İngiltere ’den Sultan ’a ve Sultan ’ın annesi Vâlide Sultan ’a getirdiği armağanları ve büyükelçisinin Sultan ’ın huzuruna kabul edilişini aktarmaktadır. Barton biraz Türkçe biliyordu. Bu nedenle ken-
291
16. Yüzyılda İstanbul
WRATISLAW
tin surlarını anlatırken kapıların adlarını yazmıştır. Barton aynı zamanda Süleymaniye ve Ayasofya câmilerini, Boğaz ’ın Karadeniz kıyısındaki son noktasında yer alan Pompeius Sütunu’nu da anlatmaktadır.
Wenceslas Wratislaw von Mitrowitz, Das freyherrn von Wratislaw merkwürdige Gesandschaftsreise von Wien nach Kanstantinopel, Leipzig, 1786.
Wratislaw von Mitrowitz, İmparator II. Rudolf ’un büyükelçisi Friedrich von Kreckwitz ’in emrinde çalışanlar içinde en genç olanıydı. Arkadaşı Seidel gibi, gemilere yollanmadan önce Galata ’daki tersaneye hapsedilmişti. Daha sonra iki yıl Rumelihisarı ’nda hapis yattı. Rumelihisarı mahkûmlarca Kara Kule diye adlandırılırdı. Sinan Paşa ’nın ölümünden sonra III. Mehmed tarafından affedilmiş ve serbest bırakılmıştı. İstanbul ’da kalışı ve hapsedilişini anlatan kitap ilk olarak 1597 ’de Latince olarak yayımlandı.
292
Resimlerin Kaynakları ve Kısaltmalar Aşağıdakiler tek nüsha resim albümleridir. * işaretliler incelemek için sağlayamadıklarımızdır. Bu albümlerden bir düzine kadarı da yok olmuştur. ALL SOULS
BODLEIAN
BREMEN
*CAMBRIDGE
COBURG
*CROCE
DRESDEN
All Souls College, Oxford Ms. 314 1590.
57 resim. COBURG ve MAYER ’in benzeri. bkz. F. Babinger, “Drei Stadtansichte von Konstantinopel, Galata, Skutari aus dem Ende des 16. Jahrhunderts”, Österreichische Akademie der Wissenchaften, philosophich-historiche Klasse, Denkschriften 77, 3, Viyana 1959.
Oxford ’ da Bodleian Kitaplığı’nda Or. 430, 1588.
Albüm 192 varaktır, 62 suluboya resim vardır. Resimlerin tanımları Latince ’ dir.
Der Staats-und Universitätsbibliothek, Bremen Ms. or. 9.
1574 tarihli Lambert de Vos ’un yaptığı resim albümü. İki büyük boy resim dışında resimlerin boyutları 40 x 27 cm.’dir 124 varaklı albümde 104 resim bulunmaktadır. Resimler PARİS ve GENNADEIOS ’un benzeridir.
Cambridge, Trinity College Cat. James no. 896.
16. yüzyıl sonu. COBURG, MAYER, ALL SOULS albümlerinin benzeri. Bkz. Montague Rhodes James, The Western Manuscripts in the library of Trinity College, Camridge: a descriptive catalogue, Cambridge 1901, II np. 896
Kunstsammlungen der Veste Coburg 8630.
Bu resim albümü III. Murad çağında yapılmıştır. İçinde 50 resim bulunmaktadır. MAYER ve ALL SOULS albümlerinin benzeridir. Bkz. K.L. Belkin, The Costume Book. Corpus Rubenianum Ludwig Burchard XXIV (1960) ss. 152-170. Resimler 180-225.
Benedetto Croce ’nin (1866-1952) özel koleksiyonu.
ALL SOULS, MAYER ve COBURG ’un benzeri... Bkz. D. Marra, Conversazioni con Benedetto Croce su alcuni libri della sua biblioteca, 1952.
Sächsische Landesbibliothek J. 2a yklş. 1582 Dresden
Wehme Zacharias ’ın Elçi David Ungnad von Sonnegg ’in orijinalinden kopya ettiği bu albüm, 8 varak üzerindeki resimler çok büyük olduklarından 21x15.5 cm. boyutlarında 71 kadar resme bölünmüştür. Albümün başlığı Ain Turggische Hochzeit ’ dır.
293
16. Yüzyılda İstanbul FRESHFIELD
Album. Trinity College, Cambridge Yzm O. 17.2 1574.
GENNADEIOS
Gennadeios Kitaplığı, Atina AB 986.
KASSEL
*KRAKOW
*LENINGRAD
*LONDON
110 resim PARİS ve BREMEN ’in benzeri. Bkz. Sotheby, Wilkinson &Hodge (London) Catalogue of the valuable antiquarian library of the late Daniel Gurney Esq. F.S.A. of North Runcton Hall, Norfolk (1881) bo. 1339.
Landesbibliothek und Murkardsche Bibliothek (Gesamthochschule Bibliothek Kassel, 4° Ms. hist. 31).
Bu 16. yüzyıl resim albümünde yedisi 30 x 74 cm., gerisi 19 x 15 cm. boyutunda 159 yaprak vardır. Hepsi suluboyadır. Bu resimler 16. yüzyılda İstanbul ’daki günlük yaşam ve görenekler ve kentin insanları üzerine aydınlatıcı bilgi vermektedir. Bkz. G. Struck, “Handschriftenschatze der Landesbibliothek. Kassel”, W. Hopf (y. hz.) Die Landes bibliothek Kassel 1580-1930, Marbourg 1930.
Universytet Jagiellonski: Bibloeteka Jagiellonska, Krakow VİYANA II ’nin bir kopyası.
Gosudarstvennyj Ermitaz (Ermitage), Naucnaja biblioteka, Leningrad.
Bu resimler Ludolf von Stockheim ’ın (ölümü 1596) için yapılmıştır. Bkz. M.F. Murjanov, Stambuch Ludol ’ fa Stokgeima. Trudy Gosudarstvennogo ordena Lenina Ermitaza, 16, 1975, pp. 66-72. (İngilizce özet).
British Museum, London.
Peter Paul Rubens ’in yaptığı resimler. COBURG, MAYER ve ALL SOULS ’un benzeri. Bkz. K.L. Belkin, The Costume book. Corpus Rubenianum Ludwig Burchard, XXVI (1980) s. 152-170, resimler 180-225.
LORICHS
Melchior Lorichs, İstanbul Panoraması.
MAYER
Resim albümü. L.A. Mayer Memorial müzesi, Jerusalem Inv. 7930 1587 yılında.
PARİS
*STEINACH
294
36 varaktan oluşan bu yazmada 20 resim bulunmaktadır. Yazmanın ilk sahibi Edwin Hanson Freshfield ’ın Trinity College kitaplığına hibesidir. Bu yazmadan çok sayıda resim aldık. Resimlerin kiminde belli yerlerde bir siyahlık görülür. Bunlar, çok büyük olan resimlerin katlama yerlerdir.
21 parçadan oluşan panoramanın boyu 11.275 m, eni 0.450 m’dir. Panorama, Leiden’deki Hollanda Kraliyet Üniversitesi’nde sergilenmektedir.
İkisi büyük boy 46 resim. COBURG ve ALL SOULS ’un benzeri. Bkz. Lathrop C. Harper Inc., A Selection of fine and important rare books and manuscripts from the 15th to the 19th centuries, Catalogue 197 (New York 1968) no. 3.
Bibliothêque Nationale, Paris. Dép. des Estames Od. 2.
Bu resim kitabının başlığı şöyledir: Moeurs et Coutumes des Pays Orientaux et Habillements de differents états. Yaklaşık tarihi 1599. BREMEN ve GENNADEIOS benzeri. Bkz. C.D. Rouillard, The Turk in French history, thought and literature, Paris, 1940, p. 285.
Wolf Andre von Steinach, Tagebuch, 1583. Ms. Österreichische Nationalbibliothek, Cod. ser n. 3385. Viyana.
Resimlerin Kaynakları ve Kısaltmalar TAGEBUCH VİYANA I
VİYANA II
WYTS
27 yaprakta 21 resim bulunmaktadır. Bkz. O. Mazal-F. Unterkircher, Katalog der abenlandischen Handschriften des Österreichischen Nationalbibliothek, Series Nova III, Wienna 1967, p. 97.
Tagebuch des Lambert Wyts, Österreichesche Nationalbibliothek Cod. 3325 1572-73. Österreichische Nationalbibliothek Codex Vindobonensis 8626.
172 varaklık bu albümde boyutları 40.5 x 27 cm. olan 159 resim bulunmaktadır. Ayrıca bu albüme ait olan 1.50 x 10.45 boyutlarında İstanbul panoraması albüm dışındadır. bkz. Mazal-Unterkircher Age.
Österreichische Nationalbibliothek-Viyana Codex Vindobonensis 8615 yaklaşık 1586.
Tarihçi Johannes Lewenklau ’un Osmanlı tarihi için yaptığı resimler. Albüm 185 varak olup 535 x 380 boyutlarında çok sayıda renkli resim bulunmaktadır. bkz. Mazal-Unterkircher, Age.
Lamberts, Wyts, Iter factum ve Belgico-Gallica. Voyages de Wyts en Turquie, Yazma. Viyana, Österreicheische Nationalbibliothek, Codex Vindobonensis 3325 (1574) 221 varak. Bu yazmada değişik üsluplarda 51 kadar resim vardır.
295
Dizin*
A abdal / abdallar (derviş / dervişler) 8, 257, 258, 260, 261, 263, 264, 265 A’râf 210 ağda 170 ağıt / ağıtlar 190, 188 ağlayıcı kadınlar 190 abanoz 122 Acemioğlanlar 31, 66, 101, 105, 108, 116, 117, 118, 121, 133 adak 209 Adalar 30, 33, 173 Afrika 66, 129, 152 afyon 170, 172, 175 Ahırkapı 28 Ahmed III 137 Ahmed Paşa 57, 60, 145, 146, 188 Ahmed Paşa Sarayı 15 ahtapot 166, 167 ak darı 169 Ak Hadım Ağa 121 Akbank 4, 9, 13 Akdeniz 31, 68, 165 akik taşı (sardonyx) 72 akrobatlar 233 Akses, Necil Kâzım 12 akşam namazı 235 Aleksis Comnenus (Bizans İmparatoru) 272 Âli (Gelibolulu Mustafa Âli) 6, 85, 133, 162, 170, 175, 215, 216, 265, 284 Ali Paşa 165 All Souls College 281 Allah 185, 186, 210, 213 Alman / Almanlar 26, 27, 29, 63, 90, 152, 180, 249, 250, 278
Alman esir 278 Alman evleri 29 Alman flütü 250 Alman köylüsü 249 Alman müziği 249 Alman tarzı 29 Almanca 9, 11, 20, 145, 224, 289 Almanya 1, 13, 39, 285 altın 52, 79, 80, 82, 98, 105, 108, 110, 119, 122, 127, 128, 129, 133, 142, 145, 146, 152, 155, 173, 177, 178, 179, 181, 186, 188, 197, 198, 199, 200, 202, 214, 221, 235, 245, 257, 270 altın sikke 178 altın süsleme 178 Amerika 12 Anadolu 1, 31, 41, 72, 73, 77, 98, 104, 127, 132, 137, 172, 173, 175, 225, 242, 257, 286 Anadoluhisarı 37, 73 Anadolu yakası 72 Ankara 1, 11, 12, 17, 283, 288 Antik Roma 225 Antik Yunan 225 AR (Ahmet Refik) 30, 39, 41, 43, 86, 87, 88, 135, 152, 166, 176, 278, 284 Arab Fatı (fahişe) 86 Arabistan 77, 105, 175 Aramon, Gabriel d’ 279, 286 Arap alfabesi 184 Arap astrologlar 207 Arap fakirleri 41 Arap harfleri 104 Arap şerbeti 174 Arapça 184, 188, 267, 270, 289
* Hemen her sayfada geçen İstanbul sözcüğü Dizin’e dahil edilmemiştir.
297
16. Yüzyılda İstanbul Arkadius Sütunu 16, 36, 78, 81, 82, 281 armut suyundan şerbet 206 Arnavut 57 Arnavutköy 135 Arsenal (Tersane) 67, 286 Arşidük Ferdinand 279 Arz Odası 97, 98, 99, 124, 126, 127 Asesbaşı 88 Aslanhâne 129 aslan / aslanlar 239, 247 asma yaprağı 161 astragan 241 aşçı 118, 163 Asya 61, 66, 71, 72, 73, 75, 77, 133 âşar vergisi 172 âşûre 163, 257 at / atlar 76, 77, 105, 125, 133, 147, 241, 242, 245, 247 at eğiticisi 250 At Meydanı 7, 15, 16, 31, 55, 57, 60, 61, 130, 142, 241, 242, 243 At Pazarı 152 at sütü 155 ata binenler 250 ateş yutanlar 198 Atik Ali Paşa Câmii 30, 49, 207, 234 Atik Ali Paşa Külliyesi 16 Atlı Ases (Balatlı Aynî, fahişe) 86 atlı sipahiler 119 atlı sporlar 55 Aurea (Yedikule Kapısı) 27 av kuşu 165 Avratpazarı 16, 26, 81, 207 Avrupa 25, 29, 67, 71, 72, 73, 141, 145, 155, 156, 186, 197, 281, 287, 288 Avrupa kıyısı 72 Avrupalı 155, 217, 278, 279, 280 Avrupalı gezginler 159 Avrupalılar 171, 177, 202, 217, 245 Avusturya 11, 12, 14, 17, 245, 264, 280 Avusturya Elçiliği 264 Avusturya Ulusal Kitaplığı 11, 12, 14 Avusturyalı diplomatlar 239 Aya İrini 30, 32, 95, 98, 105 Aya Kapı (Theodosia) 27, 28 Aya Yorgi 237 Ayas Paşa 125 Ayasofya 15, 26, 28, 30, 32, 36, 37, 44, 45, 49, 52, 55, 60, 61, 89, 104, 119, 130, 131, 132, 281, 288, 292 ayazma 208 298
ayı 12, 39, 129, 130, 232, 235, 262, 263 ayı postu 260, 262 Ayşe Sultan 145 Ayvan Saray Kapısı (Eyüp Ensari Kapısı) 28 Ayvansaray 36 Azam Baba 263 Aziz George günü 237 Aziz John Kilisesi 45 Aziz Stephen Kilisesi 60 B bağlar 66, 248 Bâb-ı Hümâyun Bâbıâli 104 Bâbıhümâyûn 95, 97 Bâbüssaade 97 Bâbüsselâm 97 badem 117, 156, 159, 160, 161, 162, 163 bademli erik hoşafı 161 baharat 161 bahçeler 66, 73, 105, 117, 189 bahçıvanlar 113 bakla falı 207 bal 54, 151, 163, 171, 173, 174 Balat 28, 43 Balat Kapısı (Bizans imparatorlarının baş kapısı) 28 Balatlı Aynî (Atlı Ases, fahişe) 86 balık 8, 27, 28, 68, 73, 76, 79, 128, 133, 153, 162, 165, 166, 167, 175, 209 balık ağı 165 Balıkpazarı (Balucbazar) 27, 28, 153 balık tüccarları 166 balıkçı gemisi 165 balıkçılar 166, 167 Balıklı (ayazma) 208 balkabağı 117, 155, 156 Balkanlar 11 ballı su 160 ballı şerbet 170, 206 balmumu 151 bamya 242 Bamyacılar 242 baraküda 166 Barbaros / Barbaros Hayreddin 73, 125, 279 Barbaros’un mezarı 73 Baron von Sonneck 280 Barton, Edward (İngiliz elçisi) 25, 37, 101, 291 basma 177
Dizin Bassano, Luigi 88, 91, 119, 121, 133, 134, 147, 152, 155, 156, 185, 186, 191, 194, 198, 217, 218, 221, 285 Başbahçıvan 105 Batı 1, 71, 178, 186, 217, 279 Batı Avrupa 279 batıl itikatlar 208 Batılı / Batılılar 166, 204 Baudier, Michel 132 Bayezid II (Sultan II. Bayezid) 26, 27, 30, 31, 52, 104, 289 Bayezid Câmii 15, 16, 26, 30, 31, 33, 36, 49, 207, 247, 250 Bayezid (Beyazıt) Meydanı 110 bayramlar 8, 57, 233, 235, 237, 239, 249 Bedesten (Baziztan) 31, 36, 79, 80, 81, 82, 267 Bektaşi dervişleri 262, 264 Belgrad Ormanları 26 Belisarius Sarayı 25 Bellini, Gentile 279 Belon 73, 83, 129, 130, 165, 166, 167, 217, 250, 285 Berberî 152 Berberî kıyıları 152 Berberîler 257 Berberistan 105 Beşiktaş 73, 235 Betzek 77, 132, 134, 207, 285 Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn (Matrakçı Nasuh) 31, 35 beyaz bal 151 beyaz çarşaf 177 beyaz ekmek 155 beyaz haşhaş tohumu 162 beyaz şarap 171, 172, 174 beyaz toz şeker 151 beyaz un 156 Beyazıt (İstanbul’da semt) 247 beygir 214 Beylerbeyi 109, 119, 127, 133, 146 bezelye 89, 155 bıçak 161, 162, 224, 249, 260, 263 biber 161 Bibliothèque de Carpentras 279 Bibliothèque Nationale de Paris 36, 280, 286 bilezik 181, 202, 263 binicilik 241 Birinci Avlu (Topkapı Sarayı) 97, 98 bitki yağı 89 Bizans Büyük Sarayı 55
Bizans imparatorları 25, 130 Bizans İmparatoru Aleksis Comnenus 272 Bizans İmparatoru Konstantin 274 Bizans kilisesi 105, 272 Bizanslılar 26, 55 Boğaz / Boğaziçi 7, 11, 29, 30, 37, 63, 68, 71, 72, 73, 75, 76, 77, 87, 101, 104, 133, 152, 165, 167, 229, 281, 292 Boğazkesen (Boğazasler) 73 bocurgat 165 Bodleian albümü 73 Bodleian Kütüphanesi 281 bohça 206 Bohemya 105 Bohemyalı 204 Bokçubaşı 88 Bonn 13 boru 130, 233, 249 borucular 199 Bosna 275 Bostancı 14, 118 Bostancıbaşı 101, 104, 105, 108, 113, 123, 133, 232 boş inançlar 8, 207, 209, 211, 213 bot 178 boza 88, 169 Bozacılar 169 Bozdoğan Kemeri 31, 32 böğürtlen 157 Bölükbaşılar 105 börek 175 Bragadino 228, 283 branay 171 Breiderbach, Petra 9 Bremen 13, 39, 41, 43, 68, 69, 85, 87, 88, 111, 155, 158, 178, 179, 181, 184, 187, 192, 205, 241, 244, 251, 258, 264, 268, 271, 272, 274, 293, 294 Bretten (Almanya) 288 brokar 177, 186 Buda (Budapeşte) 57 bulaşıkçı 162 Bulgarlar 176 Burma Dikilitaş 36 Bursa 127, 156, 176 Bursa işlemesi 127 Busbecq, Augier Ghislain de 53, 54, 73, 90, 91, 131, 157, 160, 162, 165, 170, 173, 174, 183, 184, 196, 209, 210, 211, 230, 235, 236, 245, 246, 280, 285 buz 175, 176 299
16. Yüzyılda İstanbul buzağı 156 bülbül 211 büyücüler 209 Büyük Bayram 233 Büyük Bedesten 37, 79 Büyükada 90, 165 C “Caisus Sesar” 71 Caligaria (Eğri Kapı / Eğrikapı) 27, 28 cam toplar 253 cam vazolar 253 Cambridge 13, 281, 290, 293, 294 câmi 15, 25, 26, 27, 28, 29, 45, 57, 66, 77, 79, 81, 111, 169, 186, 187, 188, 189, 195, 201, 203, 206, 207, 216, 223, 224, 274 Câmîler (Geomalers) 257, 258 Canaye 28, 30, 45, 48, 52, 66, 68, 71, 72, 76, 79, 81, 82, 108, 119, 121, 126, 128, 132, 147, 199, 200, 202, 232, 235, 272, 273, 274, 285 cambazlar 247, 248 câriye 109, 146, 147, 191, 194 Carthasco (Edirnekapı / Edirne Kapı / Edirne Kapısı) 25, 27, 28 cebellinas (zeplin) (kürk) 180 ceket 177, 235, 268 cellat 232 cenaze merasimi / töreni 188, 189 cenaze müziği 200 Cennet 210 Cenova 69 Cenovalı Hıristiyan tüccarlar 63 Cenovalılar 267 Cerrah Mehmed Paşa 26 ceviz 156, 160 Chesneau 29, 39, 68, 69, 80, 85, 108, 117, 121, 129, 256, 274, 285 Cibali Kapı / Cibali Kapısı (Siliaca) 27, 28 cibinlik 146, 192, 199 Cihangir (Kanûnî’nin oğlu) 31, 65, 73, 86, 145 Cihangir Câmii 31, 65, 73, 86 cirit 241, 242 Civadar (İbrikdâr) 128 Coburg 13, 280, 293 Coeck, Pierre 279 Cuma namazı 119, 121, 122, 169 cüce 123, 252 cündî bölüğü 242 300
Cündî Meydanı / Sipahi Meydanı 242, 243 cündîlik 242 Ç çakal 180 çan 67, 231, 263 Çanakkale Boğazı 37 çarpanbalık 165 çarşaf 177, 179, 186 Çarşı Ressamları 11 çatallı zıpkın 167 Çatladıkapı 28 Çavuşlar 136 çaylaklar 210, 212 Çemberlitaş 15, 16, 26, 30, 33, 36, 49, 81, 207, 234 çengelli sopa 242 çengi / çengiler 248, 251, 252 Çerkes Mustafa Ağa (Yeniçeri Ağası) 87 Çevgân (polo) 241 çeyiz 184, 194, 195, 196, 199 çeyiz parası 195, 196 Çıfıt Kapısı 28 çınar ağacı 211 çiçek bahçesi 116 Çingene düğünü 200 Çingeneler 43, 85 Çinili Köşk 98, 101, 102 çipura 165, 166 çivili terlik 177 çizme 177 çorap 202, 264 Çuhadar Ağa 121, 128 D Dallam, Thomas 101, 102, 103, 286 dalyan (balık tuzağı) 166 dama 208, 241 damasko 177, 179 damasko ipeği 178 damat 137, 147, 191, 196, 197, 198, 199, 200, 208 dana / dana eti 159, 163 dans 8, 247, 248, 249, 253, 255 d’Aramon 85, 252, 285 dansçılar 247, 248, 250 Darıca 88 Darius (İran kralı) 72 davul 188, 196, 197, 233, 235, 249 davul zurna 188, 196 davulcular 199
Dizin Davut Paşa 26 de la Garte, Pollini 279 Deâvî Kasrı 16, 95, 98 Defterdar 98 Demetrios Rum yortusu 239 deniz ürünleri 165, 175 deniz / göl tuzu 151 deprem 11, 21, 91 dereotlu nohut yemeği 161 deri kıspetler 241 deri su kabı 163 Dernschwam, Hans 17, 25, 26, 52, 55, 57, 77, 80, 81, 82, 83, 85, 89, 90, 108, 113, 117, 130, 131, 151, 152, 155, 156, 157, 159, 160, 161, 162, 163, 165, 171, 172, 173, 174, 175, 177, 179, 180, 188, 194, 195, 196, 197, 202, 203, 206, 207, 209, 212, 213, 214, 225, 227, 230, 232, 233, 235, 238, 239, 257, 265, 267, 268, 270, 274, 277, 286 derviş / dervişler (abdal / abdallar) 8, 257, 258, 260, 261, 263, 264, 265 deve 157 devetüyü bir kumaş 201 devekuşu yumurtaları 253 Devşirme oğlanlar 108 Diana Tapınağı 71 diken 157 Dikilitaş 36, 281 dilberdudağı 170 dilenciler 41, 91 Diokletien çağı hamamları (Thermae) 217 DISCOURS 145, 286 Dîvân / Dîvân-ı Hümâyûn 17, 21, 30, 39, 41, 43, 55, 86, 87, 88, 97, 98, 100, 103, 106, 108, 125, 126, 135, 152, 153, 173, 176, 284 diz bağı 179 Doğancılar 133, 136 Doğu Almanya 13 Doğulular 175 dolaplar 79, 235 Dolmabahçe 73 Dominiken kilisesi (Saint Pierre / Sant Pedro Kilisesi) 67 Dominiken manastırı, Pera (Beyoğlu) 67 domuz 162, 257, 268 don 179 Don Pedro 28 dönme dolap 235, 237 dövme 263
Dresden Albümü / Dresden 13, 48, 49, 95, 98, 99, 102, 114, 121, 122, 134, 118, 136, 138, 220, 248, 281, 293 Dubrovnik 63 düğme 177 düğün 8, 137, 142, 145, 146, 147, 188, 191, 193, 195, 197, 198, 199, 200, 249, 250 düğün eğlenceleri 250 düğün şöleni 249 E eğlenceler / eğlendiriciler 8, 247, 249, 253, 255 Eğri Kapı (Eğrikapı / Caligaria) 27, 28 Ebussuud Efendi 43, 175, 258, 286 eczacılar 268 Edirne 25, 27, 28, 55, 57, 82, 134, 136, 176, 263 Edirnekapı / Edirne Kapı / Edirne Kapısı (Carthasco) 25, 27, 28 Edirne sokakları 263 Eflak 275 Ege Adaları 275 ekmek 27, 41, 53, 54, 90, 91, 151, 155, 156, 159, 160, 162, 163, 209, 230, 235, 236, 261 ekmek sıkıntısı 90 ekmekçi 161 ekşi boza 169 el falları 261 Elçi Hanı 16, 30, 33, 36, 49, 56, 234 Elizabeth (İngiltere Kraliçesi) 101 Elkas Mirza (İran Şahı) 57 elleri üzerinde yürüme 250 elma 117, 146, 156, 174, 190, 208, 214, 235 elma ağacı 174, 190 Eminönü 30 emir 265 entari 179, 181 epilasyon 225 Erginer, Gürbüz 9, 12 erik 117, 156, 161 erkek akrobatlar 252 erkek tilki 180 erkek ve kadın dansçılar 248 Ermeni / Ermeniler 36, 39, 43, 63, 67, 80, 171, 181, 195, 208, 267, 272 Ermeni Patriği 272 Ermeni Patrikhanesi 36 Ermenistan 77 esir pazarı 8, 194, 275, 278 301
16. Yüzyılda İstanbul esirler 81, 147, 179, 194, 232, 276, 277 Eski Saray 16, 30, 31, 32, 36, 49, 109, 110, 114, 118 Eski Sultan Mehmed Câmii 37 eskrimciler 250 eşarp 177 eşek / eşekler 29, 43, 88, 131, 152, 197, 241, 247 et 1, 39, 54, 61, 66, 83, 159, 161, 162, 163, 175, 188, 207, 212, 213, 236, 269, 283, 284, 285, 286, 287, 288, 289, 290, 294 et suyunda pilâv 163 et suyuna çorba 161 etek 181 etli çorba 156 evlilik törenleri 195 Eyer 199, 242 Eyice, Semavi 5, 14, 16 Eyüb (Hz. Muhammed’in sancaktarı) 28, 61 Eyüb (peygamber) 28 Eyüp (ilçe, semt) 17, 28, 31, 33, 49, 61, 153 Eyüp Mezarlığı 33, 61 Eyüp Sultan 17, 86, 152, 153 F Fahişe 194 fahişe 206, 250 fal 207, 264 fal kitapları 208 falaka 195, 226, 230 falaka cezası 195 falcı 207 Famagusta 228 Faslı / Faslılar 80, 241 fasulye 79, 89, 159 Fâtih Câmii 27, 31 Fâtih Sultan Mehmed (Sultan II. Mehmed) 26, 36, 37, 52, 53, 54, 72, 73, 95, 98, 104, 109, 110, 119, 137, 239, 260, 279 Fâtih Sultan Mehmed Câmii Külliyesi 53 Fâtih Sultan Mehmed Câmii ve Türbesi 26 Fatma Sultan 146 Fener 17, 26, 27, 28, 33 Fener Kapı (Phara) 27 Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi 17 Fenerbahçe 30, 75 Fenerli Bahçe 15 fes 178, 271 fındık 156 Fındıklı 116, 153 302
fırın 89, 155, 162 fırıncılar 90, 162 fırında güvercin 198 fildişi 83, 122, 179 Floransalı elçiler 66 Floransalı tüccarlar 67 Floransalılar 39, 91 fotin 179, 180 Fransa 1, 31, 69, 82, 83, 129, 159, 279, 285, 287, 289, 291 Fransız 37, 66, 72, 73, 90, 119, 125, 127, 129, 152, 172, 184, 202, 250, 252, 256, 279, 285, 286, 287, 289, 291 Fransız akrobatı 252 Fransız Elçiliği 66, 73, 129, 172, 287 Fransız elçisi 72, 125, 285, 287, 291 Fransız kadınları 202 Fransız kadırgaları 129 Fransız köylüleri 250 Fransız manastırı 90 Fransızca 11, 20, 145, 289, 290 Fransızlar 119, 273, 279 Fransisken Manastırı (Beyoğlu / Pera) 67 Fransisken keşişleri 90 François I 279, 289 Frenk kadını 181 Freshfield Albümü 13, 15, 16, 53, 59, 60, 61, 71, 75, 78, 131, 294 Freshfield MS. Koleksiyonu 281 Fugger 27, 90, 132, 145, 286, 287 Fugger raporu 90 futa 218 futbol 242 G Galata 7, 16, 21, 28, 30, 31, 35, 37, 39, 49, 63, 65, 66, 67, 69, 73, 77, 86, 87, 90, 116, 152, 153, 155, 156, 175, 208, 223, 232, 237, 239, 278, 292, 293 Galata Kulesi 31, 63, 65, 66, 67, 73 Galata yangını 90 Galata yangınıyla 90 Galatasaray 66 Galatasaray Lisesi 1, 31 Galeri Alfa 13 Garum (balık sosu) 166 geleneksel Türk sporları 241 Gelibolu 61, 171, 290 Gelibolu şarabı 171 Gelibolulu Mustafa Âli (Âli) 6, 85, 133, 163, 170, 175, 215, 216, 265, 284
Dizin gelin 68, 137, 138, 144, 146, 147, 191, 192, 196, 197, 198, 199, 200, 208, 224 gemi 16, 31, 67, 69, 104, 105, 166, 199 Genadius 192 genel hamamlar 217 Geomalers (Câmîler) 257, 258 gerdanlık 178 gergedan 281 Gerlach, Stephan 17, 26, 27, 39, 45, 52, 61, 89, 105, 121, 122, 128, 135, 136, 145, 146, 147, 181, 187, 188, 189, 190, 195, 198, 199, 200, 207, 208, 209, 213, 216, 232, 235, 237, 239, 250, 281, 287 geyik 133, 159, 163, 247, 265 geyik eti 163 gezici dervişler 263, 264 Giessen (Almanya) 13 Girit 152, 171 Giritli Nefise (öteki adı Kamer, fahişe) 86 Gökçe, Yeşim 9, 18 göl / deniz tuzu 151 gömlek 179 görgü kuralları 8, 215 gözleme 102, 160 Grelot 15 gri fare (rata) 180 gri tuz 151 gubari 170 güldürmece 248 gülle atma 250 gülsulu şeker 160 gülsuyu 159, 235 gümüş düğmeli dantelli giysiler 181 Gürcistan 275 Gürcü 241 güreş 55, 60, 241 güreşçi / güreşçiler 241, 247, 248, 250 H Habeşistan 131, 281 Haçlılar 55 hadımağası/hadımağaları 117, 147, 184 Hadım Mesih Paşa 26 haham 269 halı 45, 48, 52, 79, 80, 82, 98, 102, 125, 128, 145, 198, 199, 200, 201, 239 Haliç 16, 27, 28, 30, 31, 35, 36, 37, 39, 63, 65, 68, 69, 87, 95, 101, 152 Halkalı Sarayı 135 hamal 79 hamam / hamamlar 27, 28, 29, 66, 88, 111,
152, 195, 206, 217, 218, 220, 221, 222, 223, 224, 225, 261, 281 Hamon, Joseph (Yahudi hekim) 267, 270 Hamon, Mose (Yahudi hekim) 267 hardal 174 hardal tohumu 155, 174 Harem 15, 98, 102, 109, 136 haremağası 109, 118 Harem-Salacak 15 Haringna Kapı (Haringna) 27 Hasköy 135, 153 hastahane 26, 27, 28, 48 haşhaş 156, 162, 169, 170 Haunolt, Nicolaus 145, 288 havlu 206, 221 havuç 161 havyar 161, 165, 175 hayat kadınları 229 Haydarpaşa 30 hayvan yağı / hayvansal yağlar 89, 151, 155 Haznedarbaşı 105 Hazret-i Süleyman (Süleyman Peygamber) 145 Heberer, Michael (Bretten’li) 20, 37, 63, 66, 73, 90, 238, 278, 288 hedef tahtaları 246 Hedrelez (Hıdrellez) 238 Heinrich von Lichtenstein 280, 281, 288 helva 163 Hendrofski, Heinrich 282 Herkül 57, 218 Hermitage Kütüphanesi 281 Hermitage Müzesi 20 Hery Lello 101, 288 Hıdrellez 39, 237, 238 Hıristiyan / Hıristiyanlar 28, 39, 43, 45, 48, 53, 54, 57, 61, 63, 66, 68, 69, 71, 80, 81, 85, 90, 103, 109, 111, 117, 125, 132, 134, 147, 152, 165, 171, 173, 175, 176, 180, 181, 186, 187, 189, 191, 194, 195, 198, 204, 208, 209, 213, 224, 225, 227, 228, 229, 232, 233, 235, 237, 238, 248, 269, 275, 277, 279 Hıristiyan âdetleri 80 Hıristiyan azizleri 237 Hıristiyan Çerkezler 275 Hıristiyan dünyası 103 Hıristiyan elçilikleri 279 Hıristiyan erkek 229 Hıristiyan erkekler 152 Hıristiyan esirler 277 303
16. Yüzyılda İstanbul Hıristiyan kadın 229 Hıristiyan kadını 229 Hıristiyan kentleri 225 Hıristiyan kızı 198 Hıristiyan kızları 113 Hıristiyan kiliseleri 28 Hıristiyan köleler 277 Hıristiyan mezar taşları 189 Hıristiyan şenlikleri 248 Hıristiyan tabutu 209 Hıristiyan ülkeleri 275 Hıristiyanlık 116, 147 Hırsızlık 232 Hırvat 232 hikâye anlatanlar 250 Hilair 15 hindistancevizi 169 hindistancevizi tohumu 170 hintkeneviri 263 Hintli 241 Hipodrom 55, 57, 60, 130, 241, 242, 281 hokkabazlar 247 hokkabazlık 250 Hollanda 30 Hollandalı 279, 281 horoz 125, 151, 160 huni biçimli başlık 268 hurafeler 207 hurma 156 Hünernâme 97, 245 hünnap 157 Hürrem 48, 111, 113 Hz. Ali 260, 262 Hz. İsa 274 Hz. İshak 257 Hz. Muhammed / Hz. Peygamber 170, 173, 186, 191, 210, 212, 213, 258, 265 I ığrıp 166 Irak 31 ıspanak 161 ıstakoz 165, 175 İ iblis 208 İbrahim (Yeniçeri neferi) 208 İbrahim Paşa (Kanunî’nin damadı, sadrazam, 55, 57, 60, 89, 90,142, 239, İbrahim Paşa (III. Murad’ın damadı, sadrazam) 57, 132, 145, 286, 288 304
İbrahim Paşa Bahçesi 72 İbrahim Paşa Sarayı 31, 55, 57, 60, 61, 90 İbranice 267, 268, 270, 289 içki sofrası 175 içki şişesi 172 içkiler 8, 169, 171, 173, 175 iğne oyası 179 İkinci Avlu (Topkapı Sarayı) 98 imâm 48, 186, 189, 191, 195, 197, 208, 233 imâret 26, 28, 29, 45, 54 İmparator Justinien (Bizans imparatoru) 61 İmparator Konstantin (Bizans imparatoru) 61, 209 İmparator Konstantinus (Roma imparatoru) 15 İmparatoriçe Helen 274 İnalcık, Halil 12 inanışlar 8, 207, 209, 211, 213 inci 102, 178, 179, 181 İncili Köşk 101 incir 156 inek 155 İngiliz 25, 37, 66, 101, 152, 178, 284 İngiliz elçiliği / elçisi 66, 101 İngiliz kumaşı 178 İngiliz lirası 152 İngiliz mısırı 162 İngilizce 9, 11, 13, 14, 20, 145, 178, 289, 294 İngiltere 1, 101, 179, 289, 291 ip cambazları 233, 250 ipek 80, 81, 110, 130, 147, 177, 178, 179, 181, 186, 190, 198, 202, 221, 233, 241, 257, 258, 267, 268, 270 ipek giysi 178 ipekli kuşak 233 İran 31, 72, 73, 77, 128, 145, 212, 233, 238, 287 İran elçisi 128 İran Kralı Darius 72 İran Şahı Elkas (Elkas Mirza) 57 İran Şahı Şah İsmail 73 İran tarzı 72 İran şahı 57, 73, 238, 287 İranlı sihirbaz 256 İranlılar 175 İsa 132, 199, 274 iskatçılar (isachi) 263, 264 İskenderiye 52 İskenderun 155, 156 İskenderun Limanı 155 iskorpit 165
Dizin İslâm 1, 2, 20, 137, 145, 180, 184, 191, 232 İslâm anlayışı 137 İslâm dünyası 137 İslâm kanunları 180 İslâm ülkeleri 145 isli balık 175 İspanya 39, 63, 69, 80, 152, 181 İspanyollar 180, 223 İspanyol biberi 175 İspanyol Yahudileri 80 İspanyolca 9, 11, 20, 63 İstanbul Kadısı 98 İstanbul panoraması 31, 280, 295 İstanbul Patriği 26 İstanbul sokakları 85 İstanbul Üniversitesi 1, 31, 95 İstanbul’un Rum Ortodoks Patriği 271 istiridye 175 İsviçre âdetleri 199 İsviçreli 235 İşcen, Oktay 13 işkembe 175, 228, 229 işkembe çorbası 175 İtalya 1, 82, 156, 269, 275, 285 İtalyan âdetleri 199 İtalyan dialektleri 66 İtalyan tarzı 29 İtalyanca 1, 9, 11, 20, 63, 66, 145, 267, 289, 290 İtalyanlar 180 Itinéraire (Jerome Maurand) 279 İzmir üzümü 156 İzmit Körfezi 37 J Japonya 12 Jerez şarabı 172 jonglör / jonglörlük 233, 252, 254, 256 jorjet 179 Justus Liebig Üniversitesi 13 K Kâğıthâne 153, 235 kabak 161 kâbin (geçici evlilik) 191, 195 kâbin töreni 191 kabristan 188 kadı 108, 180, 186, 191, 194, 195, 196, 215, 216, 226, 232 Kadıköy 17, 30, 31, 32, 37, 61, 75, 76, 77, 104 Kadıköytaşı (Chalcedony) 72
Kadın çalgıcılar 247 kadın hamamları 218 Kadırga Limanı 16, 31 Kadırga 31 kadırga 235 Kadırgalar 166 kadife 80, 119, 129, 177, 181, 186, 221, 241 kadife yastıklar 80 kafes arkası 248 Kafkasyalı Gürcüler 79 kaftan 206, 233, 268 kâhin 207 Kahire 52 kahve 170 kalamar 167 Kalenderler 257, 258, 263 kalenderler 264 Kalenderler (calender) 263 Kalinos 267 Kalkedon 77 kalyon 120 Kamer (öteki adı Giritli Nefise, fahişe) 86 Kanarya şarabı 172 kandil 235 Kandilli Bahçe Sarayı / Kandilli Sarayı 75 Kandiya şarabı 171 Kanijeli Siyavuş Paşa 146 Kanûnî’nin Türbesi 37 Kanûnî Sultan Süleyman (I. Süleyman) 15, 26, 31, 45, 48, 52, 55, 57, 61, 72, 88, 104, 110, 119, 128, 137, 142, 145, 173, 195, 212, 241, 281, 285, 286, 287 kapatma 191 kapıcılar 118, 136 kaplan 239 Kaptan Paşa / Kaptanıderya Paşa 67, 77, 98 kar 25, 175, 176 Kara Hadım Ağa 121 Kara Kule 73, 292 Karabali (İstanbul dışında bir mesire) 113 karabiber 151, 162, 170 karaca 262 karaca postu 262 Karadeniz 37, 68, 71, 72, 73, 75, 90, 165, 167, 281, 292 karagöz 165, 166 Karamanlı / Karamanlılar 39, 155, 274 karides 175 kart oyunu 241 kartal 66, 133, 262 Kartal 88 305
16. Yüzyılda İstanbul karyola 186 kasap dükkânı 39, 176 Kasım Paşa 125 Kasımpaşa 16, 31, 65, 153 Kassell Albümü 13, 118, 126, 127, 168, 190, 197, 204, 206, 211, 212, 224, 229, 236, 237, 254, 265, 278, 294 kastanyet 250 Katolik keşişleri 28 Katolik kilisesi 28, 63 Kavak Sarayı 15, 31, 77 kavallar 250 kavas 199 kavun 117, 155, 156 kaya tuzu 151 kayabalığı 165 kaygana 162 kayıkçı 152 kayıklar 152, 153 kayısı 156 kazasker 98, 119 keçi / keçiler 156, 159, 163, 173, 247, 250, 258, 260, 262 keçi derisi 173 keçi eğiticileri 250 keçi eti 163 keçi postu 156, 159, 163, 173, 250, 258, 260, 262 keçi şişi 156 kedi / kediler 48, 131, 212, 213, 247 kefal 165, 166 Kefe 155 kehanet 207 keklik 165 kelebek ağı 165 kelle şekeri 263 keman 66, 249 kemer 179 kemik 179 kenevir tohumu 211 kepçe 165, 166, 232 kerevet 163 kerevit 175 kervansaray 16, 27, 28, 45, 48, 77, 111 kestane 121, 156 keten 179, 233, 245 keten kumaşlar 181 Kıbrıs 152 kılıç 57, 79, 80, 108, 119, 233, 239, 250, 262 Kılıç Ali Câmii 66 Kılıç Ali Paşa Câmii 31, 65, 66, 73 306
kılıç balığı 165 kılıç dansçıları 233 kılıç kullanma 250 kılıççılar 241 kına 89, 177, 196, 202, 224, 227 Kırım 89 kırmızı çuha 178 kırmızı şarap 152, 170, 171 kısa manto 178 Kıyamet günü 210 kıyma 159, 161, 162 Kız Kulesi 30, 31, 36, 77 Kiev 269 kikla 166 kilim 186, 221 kilise 89, 199 kimyon 156 kiraz 117, 156 kispet (deriden) 241 kişniş 208 kitara 249 kocakarı ilâçları 80, 268 kombinezon (iç gömleği) 177 Konstantin (Bizans İmparatoru) 274 Konstantin Sarayı 36, 37 koyun 39, 53, 77, 128, 151, 155, 156, 159, 161, 162, 197, 198, 209, 210, 213, 233, 236, 237, 253, 256, 257, 260, 263, 264 koyun budu 152 koyun eti 77, 128, 156, 159, 162, 197, 233 koyun etli pilâv 53, 160, 198 koyun paçası 159 Koyun Pazarı (Coinbazar) 27 koyun postu 260 Koz, M. Sabri 9, 17, 18 köle / köleler 8, 207, 275, 277 köpek / köpekler 57, 90, 123, 131, 166, 212, 213, 217, 247 köstebek (turones) 180 Kubbealtı 17, 97, 100, 106 Kubbealtı vezirleri 17 Kudüs 280 kukuleta 241 Kulassa 63 Kulebahçe 72 Kulebahçe Sarayı 75 Kuleli 75 kumarhâne 89 Kumkapı 28 Kur’ân 125, 182, 184, 188, 191, 192, 207, 208, 265
Dizin Kurban Bayramı 137, 233 kurbanlar 209 kurt 57, 66, 67, 129, 132, 133, 180, 262 kurt kürkü / kurt postları 262, 180 kuru incir 156 kuru soğan 151 kuru üzüm 156, 174 kuru yemiş 175 kuş avcıları 211 kuştüyü yatak 186 kuşaklı 241, 268 kutsal çorba 257 kutsal günler 67 kutsal kitaplar 209 Kutsal Ruh 199 kuyular 175 kuzgun 262 kuzu 39, 57, 156, 180, 258 kuzu şişi 156 Küçük Bayram 233 Küçük Bedesten 37, 79, 81 küpe 79, 178, 263 kürk 54, 180 L La Vigna Tratia 73 lahana 155, 242 Lahanacılar 242 Lâle Şenlikleri 137 lapina 165 Latin kiliseleri 67 Latin tüccar 63 Latince 63, 72, 267, 268, 285, 289, 292, 293 Latinler 194 leğen 218, 221 Lebelski, Georges 145, 288 Leiden Üniversitesi Kütüphanesi 280 Lemburg 151 Leningrad (Sen-Petersburg) 20, 281, 294 Leonardo Dona 39, 91 leopar 239 Levantenler 165 Levi 269 levrek 165, 166 Lewenklau, Johannes 224, 281, 295 lezbiyen ilişkiler 222 Limni Adası 174 limon 156, 162 limon suyu 156, 162 Lion 25 lokanta 89
Lonja 66 Lorichs, Melchior 16, 27, 30, 36, 49, 280, 294 Lubenau, Reinhold 28, 63, 77, 79, 131, 132, 145, 207, 242, 247, 248, 250, 252, 282, 288 Lübnan 172 Lütfi Paşa 147 M Aramon, M. d’ 69, 85, 129, 252, 279, 285, 286, 287, 289, 291 Macar 80, 109, 151, 152, 206, 232, 245, 264, 265, 280, 286, 287 Macar diplomat 265 Macar kadınlar 206 Macar toprakları 280 Macar yayları 245 Macaristan 31, 57, 151, 275, 278 Macarlar 180 Magosa (Famagusta) 228 mahalle hamamı 221 Mahmud Paşa Câmii 30 Maltepe 88 Malvasia 152, 171 Malvasia şarabı 152 manastırlar 258 manda 155 manto 63, 178 Marmara / Marmara Denizi 16, 27, 30, 31, 37, 61, 72, 73, 95, 104, 120, 165, 166, 167, 171 Marmara Adası 171 Marmara sahili 16 Marsilya 279 Marunî Yahudiler 39 masal 207 maslak (uyuşturucu madde) 175 mataracı 121 matlah (uyuşturucu madde) 260 matrak 241 Matrakçı Nasuh 15, 16, 31, 35, 36, 60 Maurand, Jérôme 20, 73, 279, 288 maydanoz 117, 155, 159 Mayer II 130 Mayer Memorial Collection 280 Mayer Vakfı 281 maymun eğiticisi 250 maymunlar 247 Medine 145 mehir 191 307
16. Yüzyılda İstanbul Mehmed II (Osmanlı padişahı, Fâtih Sultan Mehmed) 26, 36, 37, 52, 53, 54, 72, 73, 95, 98, 104, 109, 110, 119, 137, 239, 260, 279 Mehmed III (Osmanlı Padişahı) 101, 145, 284, 286, 288, 289, 292 Mehmed Paşa 26, 61, 76, 108, 125, 128, 235 mehr 194 Mehter müziği 254 Mekke 145, 212, 213, 265 melanthio (bir tür ekmek) 67 memba suyu 213, 214 mendil 178, 216, 250 mercan 165, 166, 214 mercimek 159, 175 Mermer Sütun 281 mescit 189 Metin And Arşivi 12 Meydan-Larousse Ansiklopedisi 12 meyhâne / meyhâneler 169, 261, 264 meyve bahçesi 116 mezarlık / mezarlıklar 37, 66, 188 Mısır 16, 57, 59, 89, 155 Mısır dikilitaşı 57 Mısır Sütunu 16, 59 mızrak 128, 242, 250 mızrak atma 250 Midilli Adası 152, 171 midye 175 Mihrimah (Kanûnî’nin kızı) 145 Mikhael 272 Milano 25 Mimar Sinan 15 misket şarabı (muscatel) 171 misket üzümü 171 Mohaç Savaşı 238 molla 258 Moro, Giovanni 39, 91 Morrano 80 mors dişi 122 Moryson, Fynes 25, 27, 37, 45, 48, 49, 152, 156, 162, 163, 172, 174, 179, 180, 181, 186, 229, 289 muhallebi 159 Muhammed (Hz. Muhammed, Hz. Peygamber) 170, 173, 186, 191, 210, 212, 213, 258 Muhtesip Çardağı 153 Murad III (Osmanlı padişahı) 14, 20, 25, 28, 49, 52, 57, 73, 77, 89, 98, 118, 121, 122, 124, 134, 135, 136, 145, 147, 280, 284, 286, 288, 289, 293 308
Murad IV (Osmanlı padişahı) 14, 15 murana [müren]166 Musevî 113, 186, 269 Musevî okulu 269 Musevîler 268, 270 muska 207 muslin 177, 232 muskat şarabı 152 Mustafa (Bohemyalı Yeniçeri) 85, 87, 119, 128, 170, 175, 204, 206, 215, 265, 284 Müftü 180 mülteciler 80 müren [murana] 166 Müslüman / Müslümanlar 41, 43, 45, 53, 67, 85, 88, 125, 152, 173, 180, 181, 186, 187, 191, 194, 195, 201, 208, 209, 213, 222, 227, 228, 229, 232, 235, 236, 257, 268, 278 Müslüman erkekler 195 Müslüman halk 87 Müslüman kadınlar 201 Müslüman olmayanlar 41, 43, 86 Müslüman tabutu 209 Müslümanlık 116, 199, 227, 241, 277 müzik 8, 247, 249, 253, 255 müzisyenler 145, 198, 199 N nahıl 140, 141, 142, 146, 143, 192 nalın 178 Napoli 25 nar 156 nargile 169 Narin (fahişe) 86 Nasuh üs-Silâhî el-Matrakî 31 Nerzimi (Nesimî) 258 Nicholay, Nicolas de 20, 53, 61, 66, 80, 81, 104, 108, 109, 159, 172, 175, 181, 214, 221, 222, 241, 257, 258, 260, 262, 263, 270, 271, 279, 289 nikâh 191 Nil 129 nişan taşı 245 Nişancı 98 Noailles, François de 125, 126, 285 Noel 82 Notre Dame kilisesi 63 O obua 248 odalık 184 odun 54, 81, 151, 209, 218, 256
Dizin Odun Kapısı (Xilina) 27, 28 ok 253 ok-yay kullanma 250 okçu / okçular 241, 244, 245 okçuluk 55, 60, 241, 245 Okmeydanı 31, 65, 245 oltalar 167 org 67, 101, 286 orkinos 165 Orta Kapı 97, 98 oruç 232, 233, 235, 236, 269 Osmanlı / Osmanlılar 1, 2, 14, 19, 21, 30, 45, 49, 95, 96, 141, 142, 172, 179, 183, 227, 229, 242, 279, 280, 281, 282, 285, 287, 289, 291, 295 Osmanlı Devleti 282 Osmanlı hukuk uygulamaları 227 Osmanlı İmparatorluğu 95, 96 Osmanlı mahkemeleri 229 Osmanlı sultanları 95 Osmanlı şenlikleri 142 otlar 80 Oxford 281 Ö öküz boynuzu 245 öküz postu 262 Öreketaşı 73 Özdamar, Ali 9, 13 P Pablo 223 pabuç 179, 180 Pagea (Silivri Kapı) 27, 28 pala 253 Palerne, Jean 145, 289 Palormo 172 palto 179 pamuk 186 pancar 155 pantolon 177, 181, 241 pantomim 252 pantomimciler 250 papa 274 papazlar 66, 269 Paris 25, 36, 85, 165, 280, 285, 286, 287, 288, 290, 294 Paris Albümü 280 Paskalya yortusu 28 pastırma 175 paşa konakları 213
patlıcan 161 patrik 199 peçe 177, 178, 179, 181, 194, 197, 198, 199, 200, 202, 204, 206 Peiresc Collection 279 Pekin, Ersu 9, 13, 15 pelerin 181, 260 Pera 21, 39, 63, 66, 67, 68, 69, 71, 90, 91, 117, 152, 166, 199, 279 Pera bahçeleri 117 Peralı Rum 181 pereme 120 perhiz 235 peştamal 218 Petit Album de Costumes 280 Petri Kapısı 28 peygamber 264 Peygamber 28, 137, 213, 215, 260, 265 peykler 116, 121, 136 peynir 155, 159, 160, 162, 163, 188, 261 Pezzen, Bartholomaeus 280, 282 Phara (Fener Kapı) 27 pide 163 pilâv 53, 54, 125, 159, 160, 162, 163, 175, 197 piliç 151 pirinç 45, 49, 57, 79, 89, 101, 151, 155, 157, 159, 161, 162, 163, 221, 233, 249 pirinç boru 249 pirinç zil 233, 249 Piyale [Paşa] 127 Polonya 16, 151, 174, 241 Polonyalı 16, 239 Polonyalılar 180 Pompei Sütunu 37 Pompeius Sütunu 75, 292 Pompey 71 Pontus Kralı 71 portakal 156, 214, 229, 235 portakal çiçeği suyu 235 Portekiz 39 Postel, Guillaume 52, 108, 125, 147, 177, 184, 185, 186, 187, 191, 195, 224, 225, 236, 237, 248, 252, 275, 289 potin 202 Pretorium Leophorus Sarayı 81 pullu balıklar 165
309
16. Yüzyılda İstanbul R rafine balmumu 151 râhip 199, 272 Ramazan ayı 39, 172, 232, 233, 235, 236 Ramberti, Bendetto 25, 54, 57, 61, 68, 69, 80, 85, 104, 105, 110, 287, 289 Rapameth 73 Regia (Yeni Mevlevîhane Kapı) 27 Reisülküttab 98 Relazioni 39, 91, 290 retorik 184 Richer, Christophe 217, 290 Rikâbdar Ağa 121, 136 Roma 15, 25, 27, 55, 56, 147, 217, 225, 279, 285 Roma dönemi 15 Roma İmparatorluğu 56, 66 Romalılar 81 Rum 17, 27, 28, 33, 36, 39, 66, 77, 80, 165, 171, 172, 173, 181, 188, 190, 194, 195, 198, 199, 200, 202, 212, 221, 232, 239, 246, 267, 269, 270, 271, 272, 273, 274, 280 Rum balıkçılar 28, 39 Rum çocuklar 188 Rum Hıristiyanlar 39 Rum kadın ve çocukları 239 Rum kadınları 221 Rum keşişler 28 Rum kızları 188, 202 Rum kilisesi 28, 77, 274 Rum meyhâneleri 172 Rum Ortodokslar 17, 269, 270, 271, 272 Rum Ortodoks keşişler 271 Rum Ortodoks Kilisesi 272 Rum Ortodoks Patrikhanesi / Rum Patrikhanesi 17, 33, 36, 270 Rum Patriği 36, 66, 271, 274 Rum Satriği Sarayı 36 Rum tacirler 173, 199 Rumca 274 Rumeli 37, 41, 72, 73, 75, 98, 127, 145, 146, 292 Rumeli Beylerbeyi 145, 146 Rumelihisarı 37, 72, 73, 75, 292 Rumelikavağı 73 Rumlar 39, 66, 161, 165, 166, 171, 173, 174, 180, 181, 194, 195, 208, 237, 239, 250, 267, 268, 273 Rusya 174 Rüstem Paşa 26, 57, 77, 145, 147, 227 310
S Saesar, C. 71 sağdıç 196, 199 sağır-dilsizler 123 saban demiri 253 Sächsische Landes Bibliothek 281 saç tokaları 179 sade suya pilâv 162 Sadrazam İbrahim Paşa 89 Sadrazam Kanijeli İbrahim Paşa 145 Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa 121 safran 151, 181 Saint Benoit (Sant Benito) 67 Saint François (Sant Francisco) 67 Saint Pierre / Sant Pedro Kilisesi (Dominiken kilisesi) 67 saka 109, 211, 213, 214 saka kuşları 211 Sakalar 79, 214 Sakız Adası 129, 171 Saksonyalı Augustus 281 salamura 166 salgın 21, 90, 91, 188, 216, 268 salıncak 235, 236, 238 saltanat kayığı 120, 232 saman 157 samur (martas) 180 San Martin 171 San Paolo (San Pablo) Kilisesi 67 Sanderson, John 25, 26, 27, 28, 39, 57, 111, 122, 123, 130, 232, 290 sandık 186 Sant Pedro / Saint Pierre Kilisesi (Dominiken kilisesi) 67 Sanuto, Marino 91, 142, 145, 290 Sappho 222 Saraçhane 82 Saray 271 Saray bahçeleri 105 Saray bostanları 105 Saray hamamı 217 Saray hanımları 111 Saray şenlikleri 137 Sarayburnu 17, 30, 32, 95 sarı pirinçle 161 sarı sarık 268 sarık 49, 52, 178, 179, 188, 268, 269, 271 sarıkları beyaz 268 sarmısak 117, 156, 160, 161, 163, 215, 216 sarnıç suları 214 saten 177, 179, 181, 186, 221
Dizin saten şapka 181 Schepper, Cornelius 279 Schweigger, Salomon 17, 20, 29, 36, 53, 54, 77, 91, 113, 116, 128, 150, 160, 161, 162, 176, 178, 186, 189, 195, 198, 202, 224, 249, 254, 270, 271, 272, 290 sedef 76, 122, 179 sedirler 98, 186 Selen, Ayşe 9 Selim I (Yavuz Sultan Selim) 26, 31, 33, 52, 73, 146, 267 Selim II 44, 49, 52, 53, 57, 77, 89, 116, 119, 121, 122, 135, 136, 142, 146, 213, 280 Selimiye Câmii (Edirne) 55, 57 Selimiye Kışlası 15 Seneca 39, 91, 290 seren cundası 256 serpuş 231 seyyid 260, 265 Seyyid Battal 260, 263 sığır eti 156, 159 Sırbistan 275 Sicilya 69, 275 sihirbazlar 250 Silahdâr 121, 128, 136 Silahdâr Ağa 121, 136 Siliaca (Cibali Kapı / Cibali Kapısı) 27, 28 Silivri Kapı (Pagea) 27, 28 sinagog 28, 68 Sinan Paşa 15, 26, 39, 45, 60, 209, 227, 232, 290, 292 Sinan Paşa Sarayı 15 sini 162, 163 Sipahi Meydanı 242 Sipahiler 89 sirke 88, 151, 162, 163, 166, 173, 208 sirkede bekletilmiş et 269 siyah bere 269 siyah çörek otu tohumu 162 siyah tavşan kürkü 180 Siyavuş Paşa 146, 147 Slavya 275 Sobassa (Subaşı) 229 Sodom ve Gomore 194 sofra / sofralar 126, 158, 162, 163, 186, 202, 216 sofra duası 162 soğan 117, 151, 159, 160, 163, 215, 216 sokak giysileri 202 Sokullu Mehmed Paşa 125 Solak 121
Solaklar 121, 136 somun ekmek 151, 156 Sonneck, Baron von 280 Sözen, Gürol 13 Sphendone 55 St. Anne kiisesi 63 St. Benedict kilisesi 63 St. Clare kilisesi 63 St. Francis kilisesi 63 St. George kilisesi 63 St. John 63, 207 St. John kilisesi 63 St. Mary Pammakaristos Kilisesi 26 St. Paul kilisesi 52, 63 St. Peter (Cizvit Kilisesi) 63 St. Peter kilisesi 52 St. Peter Kilisesi 66 Stupter (Çuhadar Ağa) 128 su kabakları 167 su kabı (deriden) 163 Sufîlik 215 Sultan Ahmed Câmii 15, 60 Sultan Bayezid (II. Bayezid) 52 Sultan I. Çelebi Mehmed 242 Sultan I. Süleyman (Kanunî Sultan Süleyman) 15, 26, 31, 45, 48, 52, 55, 57, 61, 72, 88, 104, 110, 119, 128, 137, 142, 145, 173, 195, 212, 241, 281, 285, 286, 287 Sultan II. Bayezid 26, 27 Sultan II. Bayezid Câmii ve Türbesi 26 Sultan II. Mehmed (Fâtih Sultan Mehmed) 26, 36, 37, 52, 53, 54, 72, 73, 95, 98, 104, 109, 110, 119, 137, 239, 260, 279 Sultan II. Murad 245 Sultan I. Selim (Yavuz Sultan Selim) 26, Sultan II. Selim 44, 49, 52, 119 Sultan II. Selim Türbesi 44, 52, 53 Sultan Mehmed (Fâtih Sultan Mehmed) Câmii ve Türbesi 26, 36, 37, Sultan Mehmed Vakfı 26 Sultan Murad [III. Murad] 14, 20, 25, 28, 49, 52, 57, 73, 77, 89, 98, 118, 121, 122, 124, 134, 135, 136 Sultan Selim 73, 77, 116, 119, 121, 128, 135, 145, 146,147, 213, 280, 284, 286, 288, 289, 293 Sultan I. Selim Câmii 26, 31, 33 Sultan Selim Câmii ve Türbesi 26 Sultan Süleyman / I. Süleyman / Kanunî Sultan Süleyman 15, 26, 31, 45, 48, 52, 55, 57, 61, 72, 88, 104, 110, 119, 128, 311
16. Yüzyılda İstanbul 137, 142, 145, 173, 195, 212, 241, 281, 285, 286, 287 Sulu Manastır 43 Suriçi 35 Suriye 163 Sûrnâme-i Hümâyûn 145 susam 162 susamyağı 156 Süleyman I (Kanunî Sultan Süleyman) 15, 26, 31, 45, 48, 52, 55, 57, 61, 72, 88, 104, 110, 119, 128, 137, 142, 145, 173, 195, 212, 241, 281, 285, 286, 287 Süleyman Meydanı 110 Süleyman’ın Türbesi (Kanûnî) 36 Süleymaniye Câmii 11, 15, 16, 30, 31, 32, 36, 37, 45, 46, 49, 55, 121, 122, 281 sülün 133, 160, 165 sünnet 57, 137, 141, 142, 145, 152, 186, 187, 188, 195, 232, 237, 277, 284, 286, 288, 289 sünnet törenleri 152 süt 155, 156, 159, 184, 208 sütanne 184 süt danası 156 Sütlüce 153 Ş Şah İsmail (İran Şahı) 73 Şakiroğlu, Mahmut 9 şalgam 163 şalvar 177 Şam 179, 214, 270 Şam işi madenî bir maşrapa 214 Şam kumaşı 270 Şamdan 262 şapka 177, 178, 181, 249, 261 şarap 8, 77, 87, 88, 125, 140, 151, 152, 168, 169, 170, 171, 172, 173, 174, 175, 194, 200, 204, 206, 209, 232, 235, 257 şarap yasağı 170 şarkıcılar 248, 249, 250 şarlatan 250 şase 181 şeftali 157 Şehremini 85 Şehzâde Bayezid (Kanûnî’nin oğlu) 57, 145 Şehzâde Câmii 26, 30, 31, 32, 119 Şehzâde Cihangir (Kanûnî’nin oğlu) 31, 65, 73, 86, 145 Şehzâde Mustafa 128 Şehzâde Selim (Kanûnî’nin oğlu, II. Selim) 57 312
şeker 151, 159, 171, 174 Şeker Bayramı 235 şekerleme / şekerlemeler 128, 146, 147, 160, 198, 199, 200, 204 şekerleme heykelcik 198 şekerli su 160 Şemsi Paşa 77 Şemsi Paşa Sarayı 75 şenlikler 8, 55, 57, 137, 140, 141, 142, 145, 233, 235, 237, 239, 247 şerbet 128, 156, 170, 173, 197, 198, 199, 206, 216 Şerefâbâd Kasrı 75 şerifler 258, 260, 265 Şeyhülislâm 43, 258 şeytan otu 175 şilte 145, 163, 186 şölen 37, 248 T tabut 190 tafta 181, 186 tahıl 82, 155, 169 tahta kaşık 163 tahta tabak 163 tahta borular 250 tahta dalgakıran 279 tahta flüt 249 tahta kirişler 245 tahta su kabı 163 Tahtakale 207, 247, 250 takke 43, 181, 263, 264, 265 takla atma 250 taklacılar 247 Tanrı 90, 174, 185, 186, 187, 188, 189, 191, 199, 207, 208, 211, 212, 213, 214, 236, 241, 257, 261 tarçın 159, 170 tarih 184 tarikatlar 180 Tatar / Tatarlar 169, 241 Tataristan 155 tatlı 128, 156, 163, 169, 170, 171, 173, 174, 197 tatlı boza 169 tatlıcı 163 tatlılar 159, 160 tatula 170, 175 tavşan 57, 131, 133, 159, 180 tavuk 27, 81, 83, 128, 151, 159, 163, 217, 269 tavuk eti 163 tavuk göğsü 161
Dizin tavuk suyuna çorba 161 tavuklu pilâv 125, 160 Tavukpazarı (Taucbazar) 27, 81, 234 taze meyve 198 Tebriz 72 Tekfur Sarayı 31 tekir 165, 166 tekke / tekkeler 257, 258 tellak 225 tencere 163 tenis 242 tepsi 125, 128, 186, 196 tereyağı 155, 156, 159 terlik 179, 180 Tersane 16, 31, 36, 37, 67, 68, 69 terziler 162 The Ottoman Empire (Halil İnalcık) 12 Theodosia (Aya Kapı) 27, 28 Theodosius 59, 273 Thévet, André 71, 291 tırpana 166 tilki kuyrukları 231 Tokyo 12 Tokyo Üniversitesi 12 tomak 241 Tophane 37, 66, 71, 73, 153, 235 topico 171 Topkapı (S. Roma) 27 Topkapı 7, 16, 21, 26, 27, 28, 30, 32, 36, 37, 95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 103, 105, 107, 109, 118, 245 Topkapı Sarayı 7, 16, 26, 30, 32, 36, 37, 95, 96, 97, 98, 99, 100, 101, 102, 103, 105, 107, 118, 245 Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı 145 toprak tepsiler 160 torik 166 Torlaklar (torlach) 257, 260, 261, 262, 263 Toulon 279 toz ilâçlar 170 Tömbekici, Ruhi 9 Trabzon 171 Transilvanya 151, 275 Trinity College Kütüphanesi 281 Tuna 61 turp 155 turunçgiller 156 Tutkal 245 tutukevi 89 tuz 151, 160, 163
tül 177, 181 tülbent 178, 179 türban 43, 48, 52, 61, 178, 180 türbe 26, 28, 29, 36, 37, 44, 45, 48, 49, 52, 53, 61, 188, 189, 281 Türk 19, 28, 29, 39, 48, 49, 55, 72, 77, 79, 81, 125, 128, 130, 137, 152, 155, 158, 159, 160, 161, 162, 165, 171, 172, 179, 180, 181, 184, 187, 188, 190, 191, 194, 195, 196, 198, 200, 202, 203, 204, 205, 208, 209, 211, 212, 213, 217, 221, 224, 225, 232, 237, 241, 242, 245, 248, 249, 252, 256, 267, 270, 276, 279, 280, 281, 288, 291 Türk âdetleri 200 Türk akrobat 252 Türk doktorları 267 Türk erkeği 158, 181, 194, 202, 248 Türk filosu 279 Türk giysileri 125, 126, 279 Türk gösterici 256 Türk hamamı 217 Türk hamamları 225 Türk kadın ve erkekleri 248 Türk kadını / kadınları 181, 184, 187, 194, 202, 203, 205, 212, 221, 224 Türk mısırı 162 Türk mutfağı 159 Türk müziği 248 Türk parası 152 Türk sazı 249 Türk Sultanı 66 Türk şarkıcıları 249 Türk töreleri 188 Türk ustalar 29 Türk yapıları 72 Türk yayı / Türk yayları 245, 252 Türkçe 9, 11, 13, 17, 66, 145, 184, 186, 224, 249, 257, 274, 281, 285, 288, 290, 291 Türkçe şarkılar 249 Türkiye 1, 11, 12, 13, 57, 73, 82, 83, 125, 152, 155, 159, 217, 224, 252, 267, 268, 270, 279, 280, 284, 285, 286, 287, 289, 290, 291 Türkler 1, 19, 26, 28, 29, 39, 45, 52, 53, 54, 55, 57, 63, 66, 68, 69, 71, 72, 77, 80, 81, 83, 90, 91, 105, 117, 141, 147, 152, 155, 156, 157, 159, 160, 161, 162, 163, 165, 166, 171, 172, 173, 174, 175, 178, 179, 180, 183, 184, 186, 188, 191, 194, 195, 313
16. Yüzyılda İstanbul 207, 208, 209, 210, 211, 213, 217, 223, 225, 230, 232, 235, 237, 238, 239, 241, 245, 248, 249, 250, 256, 257, 260, 267, 268, 274, 275, 281, 288 türkü 264 tütün 169 U Ulefeger Ağa 232 ulemâ 216 Uluç Ali Paşa 147 un 162 Un Kapanı / Unkapanı 28, 153 Ungnad, David 280, 281, 287, 293 Urdemalas, Pedro de 25, 27, 39, 61, 66, 67, 80, 81, 85, 103, 151, 156, 161, 171, 174, 176, 180, 181, 196, 201, 207, 209, 213, 223, 227, 229, 237, 238, 241, 263, 264, 291 uskumru 165, 166 uskumru bağırsağı 166 uyuşturucular 8, 169, 171, 173, 175 uzun manto 178 Ü Üçüncü Avlu (Topkapı Sarayı) 7, 98, 99 Üçüncü Kapı (Topkapı Sarayı) 98 üfürükçüler 209 Üsküdar (Chrisipolis) 7, 15, 17, 21, 30, 31, 32, 37, 75, 76, 77, 88, 152 üzüm 101, 125, 146, 156, 169, 172, 173, 174 üzüm bağları 125, 172 üzüm hasadı 172 V Vâlide Sultan’ın bahçesi 37 vatoz 166 Vavossore 279 veba 90, 91 Venedik 25, 37, 55, 66, 69, 82, 152, 179, 202, 228, 239, 250, 283, 289, 290, 291 Venedik altını 152 Venedik Bailiosu (Venedik Balyosu / elçisi) 66 Venedik elçisi 239 Venedik Hanedanı 66 Venedik kadınları 202 Venedik parası 152 Venedikli elçiler 66 Venedikli tüccarlar 67 314
Venedikliler 39, 239 Venediklilerin 155 Veziriâzam 57, 98, 125, 126, 127, 146 Veziriâzam Mehmed [Paşa] 127 Viaje 209, 291 Viaje de Turquia 25, 27, 28, 39, 61, 67, 80, 81, 83, 85, 103, 151, 156, 161, 171, 174, 176, 180, 181, 197, 201, 207, 209, 213, 223, 227, 230, 238, 241, 264, 291 vişne suyu 171 Viyana 11, 12, 16, 17, 20, 31, 36, 98, 137, 142, 151, 224, 228, 242, 280, 281, 285, 287, 288, 291, 293, 294, 295 Viyana Albümü 30, 31, 98 Viyana Devlet Kitaplığı 281 Viyana I (Viyana Albümü) 14, 15, 17, 30, 41, 46, 65, 77, 86, 109, 110, 112, 113, 116, 117, 118, 124, 133, 136, 142, 143, 180, 182, 185, 189, 210, 226, 228, 230, 231, 234, 242, 243, 255, 260, 261, 262, 263, 266, 269, 275, 276, 277, 295 Viyana II (Viyana Albümü) 15, 16, 44, 56, 81, 95, 96, 97, 100, 106, 120, 140, 142, 144, 146, 165, 222, 224, 247, 250, 252, 253, 294, 295 Viyana Ulusal Kütüphanesi 281 von Mitrowitz, Wenceslas Wratislaw 28, 49, 52, 72, 73, 90, 105, 130, 198, 199, 203, 204, 206, 211, 212, 213, 241, 242, 245, 292 vurmalı çalgı 248 W Wehme 281 Wehme, Zacharias 281 Wratislaw (Wenceslas Wratislaw von Mitrowitz) 28, 49, 52, 72, 73, 90, 105, 130, 198, 199, 203, 204, 206, 211, 212, 213, 241, 242, 245, 292 Wyts, Lambert 20, 280, 295 X Xilina (Odun Kapısı) 27, 28 Y Yağ Kapanı 153 yağlı ekmek 155 Yağlı yemekler 175 yağma 90 yağmur ve bolluk duası 208
Dizin yabanî havuç 163 yabanî kenevir 175 yabanî tavşan 159 Yahudi 8, 28, 39, 43, 63, 66, 80, 85, 125, 136, 171, 173, 175, 180, 188, 190, 209, 213, 232, 249, 267, 268, 269, 270, 271, 273, 290 Yahudi doktorlar 268 Yahudi evi 28 Yahudi hekim 268 Yahudi hekimler 270 Yahudi kadını 268 Yahudi müziği 188 Yahudi müzisyen 249 Yahudi okulu 28 Yahudi sünnet töreni 188 Yahudi tabutu 209 Yahudi tacirler 173 Yahudiler 39, 43, 63, 66, 67, 68, 80, 83, 89, 91, 121, 134, 155, 156, 165, 166, 171, 173, 175, 181, 184, 186, 187, 188, 195, 224, 249, 266, 267, 268, 269, 270 Yakındoğu 67 yalancı tanık 229 yangınlar 7, 89, 90, 91 yarı meczup fakirler 257 yas giysisi 188 yastık yüzleri 186 Yaycıoğlu, Mukadder 9 Yedikule 27, 28, 36, 37, 49, 61, 232, 274 Yedikule Kapısı (Aurea) 27 yelkenli 31, 120 Yemiş / Yemiş İskelesi 28, 153 yengeç 165, 175 Yeni Kapı (Vâlide Sultan’ın yaptırdığı) 28 Yeni Mevlevîhane Kapı (Regia) 27 Yeni Sultan Mehmed Câmii 36 Yeniçeri / Yeniçeriler 14, 26, 67, 71, 85, 86, 87, 89, 90, 98, 104, 105, 108, 109, 119, 121, 125, 126, 128, 133, 145, 162, 170, 171, 174, 194, 195, 203, 204, 208, 229, 232, 239, 271, 273 Yeniçeri ağası 14, 15 Yeniçeri Kışlası 26 Yerasimos, Marianna 9, 13 yeşil takke 264, 265 yeşim 82, 214 yılan balıkları 166 Yılanlı Sütun 207, 281 Yıldız, Akgül 9 yoğurt 155, 160, 161, 163
yorgan 163, 186 Yoros (Bizans Kalesi) 75 Yortular 8, 233, 235, 237, 239 yumurta 156, 162, 188, 229, 261 yumurta beyazı 163 Yunan 29, 63, 66, 76, 109, 188, 200, 225, 273 Yunan adaları 152 Yunan ahlâksızlığı 66 Yunan arpı 200 Yunan dialektleri 66 Yunan elyazmaları 273 Yunan kilisesi 63 Yunan müziği 188 Yunan papazlar 66 Yunan tüccar 63 Yunan ustalar 29 Yunanca 16, 63, 66, 267, 268, 270, 289 Yunanistan 172 Yunanlılar 241 yunus 165, 166 yunus balığı 165 yüklük 186 yün 186, 233, 258, 267 yün kuşak 233 yüzük 147, 180, 181, 216 Z Zante 152 zar 207 zenci harem ağaları 113 zeplin (cebellinas) (kürk) 180 zerde 161 zerkülâh 108 Zeuksippos Hamamı 15, 60 zeytinyağı 156 zeytinyağlı yemekler 162 zifaf odası 208 zil / ziller 130, 197, 232, 248 zina suçu 228, 229 zoka 166 zorbaz 255 zurna 188, 196, 197, 233, 235 Zusignan, Nikolo 91 Zygomalas, Canaye 30, 45, 52, 68, 71, 72, 76, 119, 121, 132, 147, 199, 235, 272, 273, 285 Zygomalas, John 45, 63, 207, 273, 290 Zygomalas, Theodosius 59, 27
315
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
Halit Ziya Uşaklıgil Aşk-ı Memnu Mai ve Siyah
Ian McEwan Amsterdam’da Düello Kefaret
Philip Roth Pastoral Amerika
Julia Kristeva - Philippe Sollers Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik
Demir Özlü Güvercinler ve Matmazeller - Düş Öyküleri
Will Gompertz Sanatçı Gibi Düşün ... ve Daha Yaratıcı, Daha Verimli Bir Hayata Kavuş
Thomas Bernhard Sarsıntı Ömer F. Oyal Zaman Lekeleri Gecelerin En Güzeli
John Berger - Selçuk Demirel Saat Kaç? Edip Cansever Çağrılmayan Yakup
Andrea Camilleri Unvansız Maktul
Ronit Matalon Ayak Seslerimiz
Ali Teoman Horasan Elyazması
Gürsel Korat Ay Şarkısı
Rachel Cusk Geçiş
Anne Enright Yeşil Yol
Orçun Türkay Tunç Bey
Margit Schreiner İnsan Dengesi
Kate Atkinson Mahvolmuş Bir Tanrı
Behçet Necatigil - Kâmuran Şipal Dar Bir Çember İçinde
Javier Marias Acı Bir Başlangıç Bu
Kâmuran Şipal Dua Çiçeği
Dag Solstag Mahcubiyet ve Haysiyet
Erlend Loe Bildiğimiz Dünyanın Sonu
İlhan Durusel Defterdar
Eugenio Borgna Şu Bizim Kırılganlığımız
Italo Calvino Zor Sevdalar
Darrly Cunningham Büyük Çöküş
Şiir Erkök Yılmaz Aile İçi Muhabbet
Bülent Gözkân Kant’ın Şemsiyesi
Amin Maalouf 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi Fransa Tarihinin Dört Yüzyılı
Romain Rolland Jean-Christophe - I Jean-Christophe - II
Andrew Gibson Samuel Beckett
Bülent Eczacıbaşı İşim Gücüm Budur Benim
Hilmi Yazvuz Lirik Defterler
Betül Tarıman Rıza Bıyık
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
Oğuz Demiralp Ay ile Yıldız Ayrı Düşünce Juan Rulfo Edebiyatı Üstüne Bir Okuma
Thomas Lepeltier Evrenin Saklı Yüzü - Evrenbilimin Bir Başka Tarihi
Giorgio Bassani Kuru Otların Kokusu Surların İçinde - Beş Ferrara Öyküsü
Hazırlayanlar: Erden Akbulut - Handan Durgut Mehmet Ulusel - Yeşim Bilge Nâzım’ın Cep Defterlerinde - Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937-1942)
Richard Yates Mutluluk Fotoğrafı
Engin Kılıç-Nüket Esen Orhan Pamuk’un Edebi Dünyası
Uğur Nazlıcan Bir Dükkânı Beklemek
Jale Parla Orhan Pamuk’ta Yazıyla Kefaret
Ayfer Yavi Bir Dünya Börek - Böreğin Tarihsel Yolculuğu
Ece Ayhan İyi Bir Güneş Kınar Hanımın Denizleri Ortodoksluklar 50 Yaşında (Numaralı Özel Baskı)
Priscilla Mary Işın Avcılıktan Gurmeliğe - Yemeğin Kültürel Tarihi Sabahattin Kudret Aksal Yazılar, Yanıtlar Hazırlayanlar: Ernesto Ferrero - Luca Baranelli Calvino Albümü Tarık Dursun K. Bağışla Onları Fredric Jameson Antikler ve Postmodernler - Formların Tarihselliği Üzerine Isabelle Mons Ruhun Kadınları - Psikanalizin Öncü Kadınları Hazırlayan: Talat Parman Psikanaliz Defterleri 1 - Çocuk ve Ergen Çalışmaları / Çocuk ve Ergenle Çalışmak
Francis Russell Türkiye’de Görülecek 123 Yer Claudio Magris Davanın Reddine Hannah Kent Irmağın Cinleri Marcel Proust “Kalan Son Güzel Kâğıdım” Yüksel Pazarkaya Çevirinin Estetiği ve Çeviri Serüveni Hazırlayan: Mustafa Demirtaş İkinci Bir Yaşam - Sevim Burak’ın Edebiyat Dünyası Marc Augé Evsiz Bir Adamın Güncesi
Sébastien Dupont Psikanaliz Hareketinin Kendini İmhası
Turgut Uyar Elele Okuyalım - Yazılar ve Söyleşiler 1978-1984
John S. Allen Obur Zihin - Yiyeceklerle İlişkimizin Evrimi
Gültekin Emre Sere Serpe
Christopher Bollas Güneş Patladığında - Şizofreninin Gizemi
Faruk Nafız Çamlıbel Şarkın Sultanları
Anil Ananthaswamy Ya Ben Yoksam? - Benliğin Labirentinde Bir Gezinti
Robert Dumezil Mit ve Destan III - Roma Tarihleri
Juan Enriquez - Steve Gullans Kendi Evrimimizi Yönetmek - Yapay seçilim ve rastlantısal olmayan mutasyon yeryüzündeki yaşamı nasıl değiştiriyor?
Philippe Mengue Yürümek, Koşmak,Yüzmek / Kaçak Beden Hüseyin Kıran Yaşamak - Bir Çaba
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
Nikolay Semyonoviç Leskov Çelik Pire
İpek Çalışlar Mustafa Kemal Atatürk - Mücadelesi ve Özel Hayatı
Mehmet Rifat Ruhların İletişimi - Proust ve Müzik
Sue Gerhardt Sevgi Neden Önemlidir? Şefkat Bir Bebeğin Beynini Nasıl Biçimlendirir?
Theodor W. Adorno Müzik Yazıları - Bir Seçki Bedirhan Toprak Duino Buluşması Mehmet Müfit Akıllı Aşk, Aptal Aşk ve Amerika Derleyen: Erman Gören Homerosçu İlahiler’den Pindaros’a Arkaik Yunan Şiiri Antolojisi Paul Valéry Degas Dans Desen José Ortega y Gasset Quijote Üzerine Düşünceler
Jean-Louis Fournier Otopsim David Wootton Bilimin İcadı - Bilim Devrimi’nin Yeni Bir Tarihi Ferdi Çetin Evimizi Böyle Yaktım Roger Ford Cennetten Mahşere - Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı Marina Warner Bir Zamanlar, Bir Ülkede...
Füruzan Kış Gelmeden ~ Sevda Dolu Bir Yaz
Roger Ford Cennetten Mahşere - Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı
Onat Kutlar Sinema... Sinema
Maksim Gorki Tolstoy’dan Anılar
Alberto Manguel Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi
Nazan İpşiroğlu - Zehra İpşiroğlu Bugünden Düne Dünden Bugüne
Elmore Leonard Rom Kokteyli
Hazırlayanlar: Claude Quétel - Jean-Christophe Brisard Diktatörlerin Çocukları
Nikolay Vasilyeviç Gogol Üç Hikâye Oktay Rifat Yunan Antologyası Latin Ozanlarından Çeviriler Mehmet Can Doğan Modern Türk Şiiri - Olgular, Eğilimler, Akımlar Kazuo Ishiguro Yirminci Yüzyıl Filmini İzlediğim Akşam ve Başka Küçük Keşifler - Nobel Konuşması
Fazıl Hüznü Dağlarca Karşıdüşünce - Vatan Gazetesi Yazıları 1961-1962 M. Kayahan Özgül Osmanlı’nın Hazânında Gazel Dökümü Modern Türk Şiirini Ararken Dîvan Yolu’ndan Pera’ya Selâmetle Modern Türk Şiirine Doğru Aytaç Demirci - Yusuf Rıza Düvenci Bir Mücadele Gazetası! Demokrat İzmir
Carlo Cassola Bube’nin Sevgilisi
Wilson Amos Farnsworth Kapadokya’daki Amerikalı Misyonerlerin Bilinmeyen Tarihi (1853-1903)
Hazırlayanlar: Aytaç Demirci - Sabri Sayarı Mustafa Abdülhalik Renda - Hatırat
Orlando Figes Nataşa’nın Dansı - Rusya’nın Kültürel Tarihi
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER